The post “Bu Çark Böyle Dönmez” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sonraki yıllarda da devlet işçilerin mücadelelerini engellemeye çalışsa da, askeri darbeler, sıkıyönetimler ya da olağanüstü hal uygulamalarıyla en ufak bir karşı koyuşa çok sert engel olunmasını istenmişse de, ezilenlerin direnişi bugün de işgallerle, grevlerle ve isyanlarla sürüyor.
Muhalif sanat biçimleri bu mücadeleleri hep destekler, hep dayanışır olagelmiştir. Ama bir film vardır ki, konu edindiği bölgede çalışan işçileri tetiklemiş, filmin gösteriminden kısa bir süre sonra işçilerin greve çıkmalarına sebep olmuştur. İşçiler İstanbul Kazlıçeşme’de deri sanayisinde çalışan işçilerdir. Bahsettiğim film Muzaffer Hiçdurmaz’ın ilk ve tek filmi olan Çark filmidir.
Çark, Bekir Yıldız ve Haşmet Zeybek’in yazdığı Direniş isimli bir senaryodan filme aktarılmıştır, ama 12 Eylül faşist askeri darbesinin sert bir biçimde hüküm sürdüğü o günlerde Çark ismine çevrilerek yumuşatılmak istense de asker ve polis baskısından kurtulabilmiş değildir.
Film üzerinde bir mahkeme kararı ya da idarece verilmiş resmi bir yasak kararı olmamasına karşın, polis, fiili bir tutum sergileyerek, salon sahiplerini tehdit etmiş ve neticesinde bu filmin sinema salonlarında gösterilmesini engellemiştir. Film uzunca bir aradan sonra bir festivalde yeniden izleyiciyle buluşabilme fırsatı bulmuştur.
Müziklerini Cahit Berkay ve Cem Karaca’nın yaptığı ve başlıca rollerini Tarık Akan, Müge Akyamaç, Cezmi Baskın, İhsan Yüce ve Kenan Bal’ın paylaştığı film, dört fabrika işçisinin yaşamı üzerinden ilerler. Bir cam fabrikasında çalışan dört arkadaştan birinin babası hastalanır, SSK hastaneleri sigortası olmadığı için babaya bakmaz. Gittiği özel hastane de ise ameliyat için 500 bin lira istenir. Ameliyat parası işçiler tarafından ortaklaşa para toplanarak karşılanmaya çalışılır. Ancak ameliyat başarısız geçer. Ellerindeki para da bitmiştir. Patron ise işçilerin biriken alacaklarını vermemekte, işçilerin yakınmalarına, “siz de benim halimden anlamıyorsunuz” diye cevap vermektedir. Üstüne birde, işçi azaltma talebi gelince hep birlikte işi bırakırlar.
Yeni bir iş bulmak o kadar da kolay olmaz. Rauf pek sıcak bakmasa da, Rauf’un yeni eşi Leman para kazanabilmek için işe girmeyi ister. Ama girdiği iş Rauf’u da şok eder. Leman asayiş şubede çalışan bir polis olmuştur.
Ah bir 3’te 2’yi tuttursam, o zaman sırtım yere gelmez
Filmde, çalışırken bir bacağını kaybeden bir başka işçi, umudunu emekli olabilmeye bağlamıştır, ama bunun için 3’te 2 iş göremezlik raporu alması gerekmektedir. “İnsanın her bir organını puanlamışlar. Başparmağın eklemlerden kaybı 13 puan. İşaret parmağının kaybı 6 puan.” Kapitalizm, insanı da bir makine gibi görmekte, işyerinde kolunu ya da bacağını makineye kaptıran işçilere tıpkı bir makinaya puan verir gibi puan vermektedir.
-İşte böyle, bir elmayı 3’e bölsen, 2’si çürükse tümden çürük sayılmaz mı?
-Yapma Recep Abi, insan elma değil ki, bunun hesabını nasıl yaparlar!
Dört arkadaş bu kez bir kamyon kasası dolusu işçiyle beraber yeni buldukları işe doğru gitmektedirler. Tersanede iş bulmuşlardır. Ama burada da işler umdukları gibi gitmez. Tersanede işe başladıkları gün, aslında tersanede başlamış bir grevin olduğunu, patronun da yeni işçi alarak bu grevi kırmayı planladığını öğrenirler. Ama işyerine gelen denetimcileri görünce patron bu durumu inkar eder ve dört arkadaş apar topar polis zoruyla tersane dışına atılırlar.
Bir akşam Leman eve geldiğinde Rauf karısını o zamana dek gördüğünden farklı bir gözle görmeye başlar. Kolundan tutup onu ve arkadaşlarını tersaneden atan bir polistir karısı artık onun için. Böylece aralarında ki ilk kırılma gerçekleşir. Bu kişisel değil, sınıfsal bir kırılmadır.
İşsizlik artık canlarına tak etmiştir. Dört arkadaş ve Recep Abi’nin bu kez gittikleri iş kendi deyimleriyle “mezbahadan beter” bir yerdir. Kokuya dayanamazlar ama başka da bir seçenekleri kalmamıştır. Kazlıçeşme’de deri atölyelerinin birinde çalışmaya başlarlar.
Recep, iş koşullarını evde anlattığında oğlu da bu işte çalışarak aile bütçesine katkıda bulunmaya karar verir. Ancak, işe girdikten sonra, umduklarını bulamazlar. Çünkü ustabaşı, ikisine tek bir maaş vermeye kalkışır. İşçiler ustabaşının üzerine yürüyünce ustabaşı geri adım atar. Ama bu olay, patronların kulağına gider ve onların tepkisi daha sert olur. İşçileri yanlarına çağırıp nasihat niteliğinde tehdit ederler.
Yatışmış gibi görünen gerilim, Rauf’un oğlunun makinaya sıkışarak ölmesiyle yeniden yükselir. İşçiler bu kez iş bırakarak yürüyüşe geçerler. Patronlar, korkularından atölyelerin olduğu bölgeye polis çağırırlar. Gelen polislerin arasında Rauf’un eşi Leman da vardır.
Artık herkesin yeri daha net belli olmuştur. İşçiler kapı önüne birikip oturma eylemi yaptıklarında, Leman, işçileri kuşatan polislerin arasındadır. İşçilerin biriktiği yerin en ortasında ayakta duran Rauf, son bir bakış atar kameraya ve oturan işçilere katılır.
Film, bu son sahne ile biter. Ama filmin edindiği konu o denli gerçektir ki, çok değil, 20 gün kadar sonra, Kazlıçeşme’de büyük bir grev patlak verir. İşçiler bu kez filmde görünmek için değil, hakları için iş bırakırlar. Öfkelerini her koşulda, her yerde olduğu gibi patrona yöneltirler. Çünkü “bu çark böyle dönmez!”
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Bu Çark Böyle Dönmez” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yalınayak: Yeniden Yargılama appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>20 yıl önce, Aydın Emniyet Müdürlüğü’nde ağır işkence sonucu imzalatılan düzmece tutanaklar sayesinde tutuklanıp, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde sadece iki duruşmasına katıldığım göstermelik yargılamam yapıldı. Polisin hazırladığı düzmece tutanaklar dışında, arkadaşımın evinden alınan 20 adet Özgür Gündem gazetesi ve yedi Kürtçe teyp kasedi dışında tek bir delil ve tanık olmadan 17 faili meçhul olayın-ki birçoğu aslında hiç yaşanmamış, silah dahi kullanılmamış, kimsenin ölüp yaralanmadığı adli olaylardı- faili gösterilerek, anarşizan aktivist olmama rağmen örgüt üyesi olarak idamla yargılanıp, müebbet hapis cezasına çarptırıldım.
Bize işkence yapıp tutanakları hazırlayan terörle mücadele polis çetesi, bizden bir yıl önce gözaltına alınarak işkenceyle katlettikleri Baki Erdoğan adındaki devrimci nedeniyle 2002 yılında mahkum olup beşer yıllık ceza alarak, meslekten atıldılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu davada T.C Devleti’ni 100 bin Euro ceza ödemeye mahkum etti ve bu dava hükümetin “işkenceye sıfır tolerans” demagojisine vesile oldu. İşte bu profesyonel işkenceciler, haklarında dava açılmadan on gün önce mahkememizde ifade vererek, hazırladıkları tutanakların “samimi ifadelerimiz olduğunu ve işkence yapmadıklarını” söylemişlerdi. Bunun üzerine hem tescilli işkencecilerin mahkumiyet kararı, hem belgelerin sahteliği ve suç uydurma gerekçeleriyle, bugün gündeme getirilen CMK 311. Madde gereğince zaman içinde iki kere yargılama için başvurmuş, ancak gerekçe bile gösterilmeden reddedilmişti.
AİHM’de 1999’da avukatımızın yaptığı başvuru neticesinde DGM’nin “bağımsız ve tarafsız olmadığı, bu nedenle adil yargılama yapamayacağından” hareketle T.C Devleti’ni mahkum edip, 2003 yılında “yargılanmanın yenilenmesi” kararını verdi. Devlet bu kapsamda AİHM tarafından karara bağlanan 221 dosyayı 10 yıl boyunca kendi hukukuna ve “evrensel normlara” aykırı biçimde yeniden yargılamayı kabul etmedi. Bunun nedeni, 221 dosyadan birinin Abdullah Öcalan’a ait olmasıydı. “Kişiye göre hukuk olmaz” diyen devlet bunu engellemek için özel yasa çıkardı. Son birkaç yıldır AİHM’yle iktidarın görüşme trafiğiyle bu yükten kurtulmak için müzakereler yapılmış ve sadece Abdullah Öcalan dosyası dışarıda bırakılarak 4. Yargı Paketi’nde 220 dosya için yeniden yargılanma önündeki kısıtlayıcı engeller kaldırıldı. Bu hukuksuzluğa itiraz eden tek bir ses duymadık. Yasa 11.04.2013’te çıkmasına karşın 10 aydır TMK’dan sorumlu mahkemeler tarafından başvurular ısrarla reddedilip, hakkın kullanılmaması için somut “adil yargılama yapılmamıştır” kararına rağmen dosyayı esastan değil usulen, dosya üzerinden ele alıp, duruşma açmadan kapatmak istenmektedir. Zaten iktidarın da kısıtlayıcı engeli kaldırmadaki gayesi, adil yargılanmanın sağlanması değil, her fırsatta Avrupa Bakanlar Komitesi’nin kendisine bu dosyaları hatırlatmasından kurtulmaktı.
Bizler DGM’nde yargılandık ve bu mahkemeler AİHM kararları ve nihayetinde göstermelik biçimde de olsa, iktidarca da “adil ve tarafsız olmadığı” kabul edilerek kapatıldı. Ancak on binlerce insan bu mahkemelerin “düşman hukuku” esaslarına göre verdiği kararlarla yıllardır hapishanelerde tutulmaya devam ediliyorlar. Aynı şekilde heyetler ve yargılama usulleri korunarak -ki değişseler de bir şey fark etmeyecekti- önce “Özel Yetkili Mahkeme” tabelaları sonra da “CMK 250 Mad. İle Yetkili” yani “terör” mahkemeleri tabelaları asıldı. Ama bizim dava örneğimizde olduğu gibi, bu son mahkemelerin ÖYM’lerden, DGM’lerden ve hatta ünlü İstiklal Mahkemeleri’nden hiçbir farkı yok. Öyle ki, CMK 250. Madde ile yetkili İzmir 8. Ve 10. Ağır Ceza Mahkemeleri yeniden yargılama konusunda, CMK 312. Maddesinin tutuklu veya tutuksuz olarak yargılamanın yapılması hususunda inisiyatifi mahkeme heyetine bıraktığı için, kendi keyfine göre, tutuklu yargılanma süresi 10 yıldan 5 yıla düşürülmesine rağmen yargılamanın tutuklu yapılması gerekçesine “infazın durdurulmasını veya erteleme gerektirir herhangi bir nedenin bulunmadığı, ileride telafisi imkansız zarara sebebiyet verecek bir durum olmadığından” yazabilmektedir. Adil yargılanmadığımız kararına rağmen ve dava henüz başlamamışken mahkeme bu gerekçesiyle, “yeniden yargılama yapsak bile, ben yine aynı kararı vereceğim, onun için tutuksuz yargılamam” demektedir. Bu gerekçeyi beş yıldır içeride olan Ergenekon ve Balyoz sanıkları için değil, 20 yıldır hapiste, hakkında yeniden yargılanma kararı verilmiş, 220 dosya hakkında özel yasa çıkarılmış insanlar için bu değerlendirmeyi yapıyor. Bu karardan, iktidarın da muhalefetin de haberi var. Neden iktidar 17 Aralık Operasyonu’nu yapan yargıçları görevden aldığı gibi bu yargıçları da görevden almıyor? Neden ana muhalefet Ergenekon ve Balyoz sanıklarını yeniden yargılatmak için çırpındığı, avukatlığını yaptığı gibi bu hali hazırda yeniden yargılanma kararları olduğu halde, tutuklu yargılanma kararı verilen 20 yılı aşkındır hapiste olan devrimciler için sesini çıkarmıyor? Bu gerekçeyi bize üç hakim yazmadı. İktidarıyla, muhalefetiyle, bu sistemi böyle kuran zihniyet eskisiyle, yenisiyle, paraleliyle, yamuğuyla bir bütün olarak devlet yazdı.
Şimdi yine göstermelik olarak daha önce yaptığı gibi ÖYM’leri de, TMK 250. Mad. İle yetkili “terör” mahkemelerini de kaldırıyorum diyor iktidar. İnanalım mı? Tabi ki hayır! TMK kapı gibi yerli yerinde duruyor ve yarım ağızla bunu da seçimden sonra kaldıracağım diyor. TMK var oldukça –ki hiçbir iktidar böyle özel yetkili kanun ve mahkemelerden asla vazgeçmez- kendi “paralel devleti”nde, diğer tüm muhalif devrimci kesimleri de bu yolla tasfiye edip, mutlak iktidarını derinleştireceğini düşünüyor. Tarih, iktidar zehrini böyle kana kana içenlerin mezar taşlarıyla doludur. Kulağımda Danton’un sesi çınlıyor: “Devrim Mahkemesini geçen yıl bu zamanlar ben kurmuştum, bundan ötürü Tanrı’dan ve herkesten af diliyorum.” Danton giyotine giderken geç de olsa özür dileme “erdem”ini göstermiş, Robespierre’nin kaldığı evin önünden geçerken “Robespierre, arkamızdan geleceksin” diye bağırmıştı. Bu öngörüsü üç ay sonra gerçekleşmişti.
Bir önceki iktidar odaklarından, bu mahkemeleri kuran ve en acımasız şekilde devrimcilerin, Kürtlerin ve diğer tüm muhaliflerin üzerinde kullanan aynı geleneğin temsilcileri Ergenekon ve Balyoz sanıklarından Danton gibi bir pişmanlık, özür duymadık. Aksine, “Terörden yargılananlarla(devrimciler ve Kürtler kastedilerek) bizi nasıl bir tutarsınız, şu-bu yapılacaksa biz istemeyiz vb.” sözlerini, nerede hata yaptık diyerek hayıflandıklarını, rövanş alma gayesiyle şu anki iktidara “sen de aynı akıbeti yaşayacaksın” tehditlerini çokça duyduk, duyuyoruz. Zira iktidarın zihniyeti farklı olmadığından, bunların düştüğü hataya düşmemek için, halen kendi iktidarını tahkim etmekle uğraşıyor.
Bu nedenle, yeniden yargılanma tartışmasının kendisi demagojiden başka bir şey değildir. Sadece hakimlerden değil, iktidardan da tükürdüğünü yalamasını beklemek ham hayaldir. Sözde hukuk devleti olmanın işareti olarak CMK’da yer alan bu madde, istisnai bile değil, son derece göstermeliktir. Belki 90 yıllık ülke tarihinde bir elin parmakları kadar bile böylesi bir yola başvurulmamıştır. Bireyi teferruat olarak gören iktidarların zihniyetinden doğal olarak, böylesi bir hassasiyet beklenemez. İktidarlar için bir gün bu yola başvurmak ihtiyacı doğarsa, bu da ancak yandaşlarını kurtarmak ve aklamak için olacaktır. Buna karşın, devrimci muhalefetin sistemin çelişkilerini değerlendirmemesi, göz ardı etmesi düşünülemez. Bu anlamda iktidarın hiçbir meşruiyeti olmayan kurumlarının deşifre edilmesi için fırsat doğduğunda mahkeme kürsülerini direncin ve isyanın sözleriyle araçsallaştırmaktan kaçınmayacağımız da kesindir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yalınayak: Yeniden Yargılama appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Yaratılış Efsanesi: Elibelinde” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Elibelinde topraktır, toprakta yetişen buğday, buğdaya yaşam veren sırdır… Elibelinde hem kadın, hem doğadır… Doğa kadar kadındır… Elibelinde Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında anlatılagelen binlerce öyküde dilden dile bugüne gelmiş, binlerce öyküde yüzlerce farklı isim almış ve anlatıldıkça başka öykülere ilham vermiştir. Belki de Elibelinde’yi kendi öyküleriyle ve ilham verdiği öykülerle dillendirirsek, daha iyi anlatabiliriz onu.
Elibelinde topraktan geldi ve toprağa denkti. O toprak gibi hoşgörülü ve sabırlı, toprak gibi cömertti. Ve ona arkadaşlık etsinler diye kendinden verdi; göğü, nehirleri ve dağları yarattı; sonra onlarla yeniden birleşti ve birçok çocuğu oldu. Güneşi, rüzgarı, yağmuru, gökkuşağını, ağaçları, dünyaya getirdi. Yeryüzüne hayat veren oydu.
O hem toprak, hem toprakta yetişen buğday, hem buğdaya yaşam veren sırdır. O doğadır, doğa kadar bereketli, doğa kadar kadındır… Baharın gelmesi, fidanın yeşermesi, çiçeğin açması hep onun neşesiyledir. Elibelinde baharı getirendir, ama bu hikayeyi biraz daha uzun anlatmak gerekir…
Acısıyla Öfkesini Büyüten Kadın
Yeraltı tanrısı onun kızlarından birine aşık olup, onu da yeraltı dünyasına kaçırıp hapsettiğinde, Elibelinde’nin kederiyle güneş gitmiş. Onun ise; üzüntüsü öfkeye dönmüş, gözyaşları öfkesini büyütmüş, gökyüzünden dökülmüş, şimşekler ve yıldırımlarla yerin üstüne yağmış, sel olup akmış ve geride bir balçık bir enkaz bırakmış… Yine de kızını bulamamanın acısıyla rüzgar olup, fırtına olup esmiş ve yerin üstünde ne varsa söküp götürmüş, geriye bir çorak toprak kalmış… Yerin yüzünde yaşamın solmakta olduğunu gören yeraltı tanrısı, kızın aşkından vazgeçememiş ama yılın dört ayı onun yanında kalması şartıyla kızı bırakmış ve Elibelinde kızına kavuştuğunda bahar gelmiş ve toprak canlanmış yeniden. Bu yüzdendir kızı ne zaman yeraltı tanrısının yanına dönse güneş gider, ekinler solar, kış gelir yeryüzüne. Ama baharın gizi onda saklıdır. Sümbüllerin ve papatyaların yerin yedi kat altında örgütlenip baharın yağmuruyla fışkırmalarının altında onun neşesi yatmaktadır.
Günler Çoğalırken, Çoğalan Kardeşlik
Elibelinde yarattığı her şeye kendinden bir parça katmış ama onların özüne hiç dokunmamış, bundandır ki her çocuğu bambaşka karakterlere bürünmüş. Elibelinde çocuklarına hiç sırtını dönmez, her birini olduğu gibi sever, günlerini hep onlarla sohbetle, oyunla geçirir, kimi günler tarlalarda onlarla çift koşar, kimi günler kil çıkarır, çömlekler yapar onlara da nasıl yapacağını gösterir, eli yüzü çamura bulanan çocuklarının gayretiyle neşelenir, onların elinde şekillenen heykelcikleri çömlekleriyle birlikte fırınlar, yine oynasınlar diye onlara verirmiş. Kimi günler onlarla deniz kenarına iner çakıl taşı deniz kabuğu, deniz yıldızlarını toplar, kimi günler madenlere iner toprağın bağrında saklananlardan kendine görünenleri toplar, bazı günler de bu topladıklarının bazılarını iplere dizer her birine dağıtır, bazılarını da tek tek hepsinin saçlarına takarmış. Günler böyle neşeyle ve kardeşlikle birbiri ardına çoğalmış. Çocuklarının her biri bambaşka karakterlere bürünürken bazısı ona benzemiş, ona dost, ona kardeş olmuş; bazısı ise ona sırtını dönmüş, kıskançlığı büyütmüş, hasım olmuş, zalimleşmiş.
Diktari’nin Bencillikle Zehirlenen Ruhu
Bu hasımlığı yaratanlardan bir tanesi kendini taşların, kayaların ve madenlerin tanrısı ilan eden Diktari’ymiş. Diktari yeryüzünde ve toprağın altında sahiplendiği onca altın, elmas, zümrüt, bakır, demirle asla yetinemeyip hep daha fazlasını ister ve en çok Elibelinde’nin her şeyden nasiplenerek büyüttüğü neşesini kıskanırmış. Onun neşesinin kaynağında gördüğü ne varsa ondan almaya yemin etmiş Diktari. Onun güzelliğini ve sevecenliğini kıskanmış; sevecenliğinin kaynağında da çocuklarını görmüş, onlara sahip olursa sevecenliğine de sahip olabileceğini düşünmüş. Bu haseti yüzünden doğan her çocuğunu bir şekilde oyuna getirip ondan almaya çalışmış.
Diktari, kandırdığı çocukları teker teker kaçırmış, kimini topraklarına çift sürmek için kullanmış; kimini madenlere atmış, kömüre döndürmüş. Onların özgür ruhlarından korkmuş, kimini zindanlara kapatmış, atmış; kimisini gücünü göstermek ya da eğlenmek için meydanlarda dövüştürüp, savaştırıp öldürmüş…
Adaletin Peşinde
Bu zulümle beslenen Diktari, gün geçtikçe daha da yağlanıp semirirken, Elibelinde kaybolan çocuklarını teker teker arayıp bulmuş. Diktari’nin benciliğine karşı bereketini sunmuş yerin göğsüne, tohumlarını bastığı yerlerden ekinler bitmiş, böylece çift sürenler Diktari’nin elinden kaçıp kurtulmuş. Madenlerde kömüre dönüşenleri, teker teker çıkarmış ve her birini güneşe ve yıldızlara paylaştırmış. Böylece zalim Diktari’nin ocağında değil, göğün gözünde yanıp, yeri aydınlatıp ısıtarak asla sönmemek onların nihayeti olmuş.
Güzelliğini Saklayan Bilge
Elibelinde bundan böyle kimse güzelliğini kıskanmasın diye yüzünü dökmüş. Yüzünün yerine bir cilalı taş basmış ve güzelliğini içine gömmüş. Artık gözlerinin ışıltısı, dudaklarının kıvrılışı, yanaklarının pembeliği yokmuş, dişlerinde sedefler parlamaz olmuş. O zaman Diktari anlamış ki onun neşesi güzelliğinden değil; güzelliği neşesinden gelirmiş. Çünkü yüzü olmasa da Elibelinde’nin suratına bakan içindeki hoşluğu görür, güzelliğinin sırrı ile içi ısınır ya da yüzünün yerinde duran cilalı taşta kendini görür, önce kendi içinin karanlığı ile hesaplaşırmış.
Kayaların Çatlaklarında Büyüyen Özgürlük
Elibelinde; Diktari’nin zindanlara kapatıp, savaşlarda öldürdüğü tüm çocukların ahını almak için yemin etmiş ve hepsini incir tohumuna çevirip yeryüzüne dağıtmış. Her kayanın dibinde biten incirler büyüye büyüye birken bin olmuş, büyüdükçe kökleriyle o kayaları da yerlerinden etmiş, kimini patlatıp unufak etmiş, kimini yamaçlardan yuvarlayıp göndermiş.
Diktari tüm zulmüne rağmen yine de bu kadar ağır bir yenilginin nasıl olup da ona geldiğini elbette hiçbir zaman anlamamış, nerede yanlış yaptığını düşünse de hep hırsına ve açgözlülüğüne yenik düşmüş çünkü en sonunda kazanmak için erdemli olmak gerektiğini asla öğrenememiş. Ama yine de yaptıklarının ardından kardeşlerinin ahı onu rahat bırakmamış, bir parçacık da olsa vicdanı onun hep kulaklarında çınlamış. Çünkü ne zaman yeryüzünde özgür ve kardeşçe yaşayanlar bir zulümle karşılaşsalar önce Diktari’nin adını anmış ve her seferinde ilk olarak; o parçalanan kayalardan kopan taşları toplayıp fırlatır olmuşlar zulmün cisimleştiği her ne ise. Arka arkaya düşen taşların sesleri; o var olduğu sürece onu rahat bırakmamış. Bu ona kaderin bir oyunu olmuş.
Yaşayan bir Mit: Elibelinde’nin Dirilişi
Elibelinde bir kadının öyküsü… Bu kadın, tarih öncesinden bu yana Anadolu’dan Mezopotamya’ya türlü hikayelerde türlü isimlerle anılmış. Bu hikayeler önce duvarlara, çömleklere işlenmiş sonra ise halılarda kilimlerde örülmüş ilmek ilmek… Elibelinde’nin hikayeleri anlatılırken, toprakta çitler yokmuş, ocaklarda yemekler hep ortak kaynar hep beraber yenirmiş, bütün çocuklar birbirine “kardeşim” diye seslenir, derede balıklarla, sazlıklarla; ormanda böceklerle, kuşlarla, ağaçlarla arkadaşlık ederlermiş.
Fakat günler çoğaldıkça, zaman daha hızlı akmaya başlamış ve gürültüler çoğalmış. Artık hikayeleri anlatmaya vakti olmayanlar ve anlatılanları kulaklarında çınlayan seslerden duymayanlar da çoğalmış. Oysa Elibelinde hala var olduğu yerde, sabırla günden güne yeniden dirilmeyi bekliyor.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Bir Yaratılış Efsanesi: Elibelinde” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Paylaşarak Özgürleşenlerin Köyü Longo Mai appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu tasvir bir hayalin tasviri değil, bu köy Fransa Limans’da Longo Mai Köyü. Türkçesi “Çok Yaşa Köyü”, ömrü uzun olsun diye böyle koymuşlar adını. Longo Mai bu dileklerle kurulduğunda senelerden 1973…
Bu köyün kuruluşunun öyküsü ise kısaca şöyle; 1968 Mayıs’ının ardından İsviçre’ye sığınan bir grup, burada İsviçreli öğrencilerle tanışıp, ortak hareket etmeye başladı. Bu grup bir taraftan neo-nazilere karşı mücadele ederken, diğer taraftan işçi mücadelelerinde yer alıyordu. Bu dönemdeki önemli direnişlerden olan Schirmeck’teki fabrika işgaline de katılan grup, burada önemli deneyimler kazanmıştı. Bu süreç boyunca hem Avrupa, hem de İsviçre’de basın ve hukuk alanında birçok kişiyle ilişki kuran grup, bu deneyimin sonrasında, Limans’da bulunan Zinzine tepesinde, üzerinde sadece yıkıntı bir çiftlik evi bir de güvercin kümesinin olduğu 270 hektarlık bir araziyi satın aldı. Anarşist, antimilitarist fikirlerle hareket eden grup yaşamı yeniden yaratmak için burada komünal bir topluluk kurdu. O günden bugüne sürmekte olan kooperatif şu anda Almanya’dan Costa Rica’ya, Avusturya’dan İsviçre Jura’sına kadar on farklı kooperatifle de işbirliği halinde.
Birbirinden farklı bölgelerde faaliyet gösteren kooperatifler, hayvansal ürünlerden gıdaya, giyimden kozmetiğe kadar birçok alanda üretim yapmakta. Chantemerle’deki iplik fabrikası, Luberon’daki bağcılık ve zeytincilik kooperatifi, İsviçre Jura’sındaki kaz ve koyun yetiştiriciliği yapan kooperatif bunlardan sadece bir kaçı. Bu kooperatifler ağı arasında en eskisi ve en büyüğü, Limans’daki Longo Mai.
Longo Mai kooperatif olarak adlandırılıyor fakat işleyişi komünal. Tüm arazi, arabalar ve tüm alet ve makineler ortak kullanılıyor, dolayısıyla üretim süreci de kolektif işliyor. Komünde evlerde yemek pişmiyor, ortak bir yemekhaneleri var ve haftada bir toplanarak bir sonraki haftanın menüsünü ve hazırlık, yemek, bulaşık inisiyatifi listelerini oluşturuyorlar. Ortak bir fırınları, bir kesimhaneleri, bir marangoz atölyesi, bir metal atölyeleri ve arabalar için tamir atölyeleri var. Fırında kendi ihtiyaçlarının yanında fazladan da ekmek yapılıyor ve bu ekmekler köy pazarında satılıyor. Kesimhanede ise yine yetiştirdikleri hayvanları kesiyor ve yine kendilerinin yaptığı soğutuculu bir kamyonetle civar köylere dağıtıyorlar. Diğer atölyelerde ise komünün ahşap ve metalden yapılabilen bütün ihtiyaçları karşılanıyor. Evlerini kendileri yapıyorlar. Bir su değirmeni ile ihtiyaçları olan elektriği üretiyorlar.
Yaşamların böylesine ortaklaştığı bu köyde elbette kararlar da ortak. Kimsenin özel mülkiyetinin olmadığı bu komünde gelirler ortak bir havuzda birikiyor ve tüm ihtiyaçlar tartışılıyor. Sorunların çözümünde ise önceden belirleneni ve değişmeyen tek ilkeyi tartışarak, ortak karar alıyorlar. Ve böylece tüm bireyler topluluğun bugününü ve geleceğini belirleyen etken bireyler oluyor.
Elbette yaklaşık 300 kişilik bu komünde böyle bir hayatı dış dünyadan tamamen kopuk bir şekilde sürdürselerdi belki yaşadıkları hayat daha kolay ve “ütopik” olabilirdi, oysa onlar en baştaki kaygılarını hala taşıyorlar ve bu noktada eylemeye de devam ediyorlar.
Longo Mai Limans’da kurulduğundan bu yana birçok eylem ve örgütlenme çalışması yaptı, birçok kooperatifle dayanışma gösterdi. Madagaskar’da kurulan bir kooperatifi destekledi, Costa Rica’da bir kooperatif kurulmasına bizzat önayak oldu. Longo Mai, Avrupa’da göçmen ve mültecilerin savunma komitesinin oluşturulmasına katkıda bulundu ve Pinochet darbesinin ardından sürgün edilen 2000 kişinin İsviçre komünlerine yerleştirilmesini sağladı. Yine; bizim yaşadığımız topraklarda Fatsa ve Yeni Çeltek davalarının takipçiliğini yaptı ve bu davaların uluslararası basında yer bulması için çaba sarf etmişti.
Longo Mai, sahip olduğu uluslararası basın ilişkilerini kullanmasının yanı sıra, kendi gündemlerini oluşturup duyurabileceği, basın yayın araçlarını da oluşturdu. Komünde aynı zamanda kurulduğu günden bu yana birçok kez kapatılma tehdidi alan bir de radyo istasyonu yer alıyor. 1981 yılında kaçak olarak yayına başlayan Radyo Zinzine, şu anda 20 bin dinleyicisi olan ve düzenli yayın yapan, yasal bir kanal. Radyo Zinzine’nin yanında, bir haftalık yayın ve bir de gazete çıkarıyorlar. Aynı zamanda yüz kadar gazetecinin bağlı olduğu bir haber ajansı olan Bağımsız Haber Ajansı (AIM) ile ilişkili ve Avrupa Özgür Radyolar Birliği’nin üyesi durumunda.
Longo Mai; yıllardır sürdürdüğü komünal deneyimi, dayanışma kültürü ve politik alanlardaki varlığından dolayı, özellikle de anarşistlere, antimilitaristlere, asker kaçaklarına ve göçmenlere kapılarını açması nedeniyle defalarca baskıyla karşılaştı. Örneğin 1989 yılı Kasım ayında, Longo Mai Köyü, Alman devletinin talebiyle, “tehlikeli Kürt teröristlere yataklık yaptığı” bahane edilerek basılmıştı. Tüm bunlara rağmen hala varlığını sürdürmekte olan bu köy, isminin hakkını vererek daha da “çok yaşayacak” gibi görünüyor.
Longo Mai’nin köylüleri, bugün komündeki üçüncü kuşağı yetiştirirken biliyoruz ki onlar dün hayallerini sırtlanıp, bugün hayatlarını dönüştürenler… Onlar paylaşarak örgütlenen, örgütlenerek özgürleşenlerden…
Nesilden nesile “Çok Yaşa” Longo Mai.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post Paylaşarak Özgürleşenlerin Köyü Longo Mai appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Serviks Aşısı Namussuz İşi” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>HPV Her 2 Dakikada 1 Kadını Öldürüyor
HPV 100’den fazla tipte çeşitlilik gösteren virüs grubunun ortak adıdır. Ancak bunlar arasından yalnızca 40 tür insanda hastalık yapabilecek niteliktedir. HPV başta serviks olmak üzere; penis, vulva, vajina, anüs, ağız, gırtlak, mide gibi epitel dokularda enfeksiyonlara neden olabilmektedir. Tüm kadınların %75’inin yaşamları süresince en az bir kez bu virüse bağlı enfeksiyon geçirdiği bilinmektedir. HPV’nin cinsel aktif kadınlarda görülme oranı oldukça yüksektir. Keza HPV Cinsel Yolla Bulaşan Enfeksiyonlar’dan biridir. Cinsel ilişkide kondom kullanımı HPV bulaşma riskini kısmen azaltsa da, önleyici bir niteliği yoktur. Tüm bunlara rağmen gözden kaçırmamak gerekir ki, hiç cinsel ilişkiye girmemiş kadınlarda da % 14,8 oranında HPV enfeksiyonları görülebilmektedir.
HPV hem kadınlarda hem de erkeklerde enfeksiyona yol açabilen bir virüstür. HPV enfeksiyonlarının pek çoğu 2 yıl içerisinde kendiliğinden iyileşebilmektedir.
Ancak dünya genelinde kadınlarda görülen kanser vakalarında meme kanserinden sonra 2. sırada bu enfeksiyonlara bağlı gelişen serviks kanseri yer almaktadır. Serviks kanseri her 2 dakikada bir kadının ölümüne neden olmaktadır.
HPV Aşısı
Tip 16 ve Tip 18 olarak diğerlerinden ayırt edilen HPV çeşitlerinin serviks kanserlerinin %70’inden sorumlu olduğu tespit edilmiştir. Bu bilgiye bağlı olarak geliştirilen Tip 16 ve Tip 18’e karşı bağışıklık sağlayan bivalan aşılar, serviks kanserinin oluşumunda %90’a varan önleyiciliğe sahiptir.
Tip 6 ve Tip 11 olarak adlandırılan HPV çeşitlerinin ise genital siğillerin %90’ından sorumlu olduğu tespit edilmiştir. Buna bağlı olarak geliştirilen bir başka HPV aşısı ise quadrivalan olarak adlandırmaktadır. Quadrivalan aşılar Tip 6, Tip 11, Tip 16, Tip 18’e karşı bağışıklık sağlamakta dolayısıyla hem genital kanserlere hem de genital siğillere karşı %97’ye kadar önleyicilik sağlamaktadır.
2006 yılında başarı sağlanan ve uygulanmasına başlanan HPV aşısının öncelikle 9-26 yaş arasındaki henüz cinsel aktif döneme girmemiş genç kadınlara uygulanması hedefleniyor. Genellikle 12-13 yaşlarında bu aşıların uygulanması öneriliyor. 15 yaşından sonraki aşılamalarda bu etki giderek azalıyor. Her ne kadar asıl hedef henüz hiç cinsel ilişki deneyimlememiş kadınların kesinlikle aşılanması yönündeyse de cinsel aktif döneme başlamış genç kadınların da bir an önce aşılanması gerektiği vurgulanıyor. Aşı; diğerleri ilk dozdan 2 ve 6 ay sonra olmak üzere 3 doz şeklinde uygulanıyor. Bivalan türdeki aşıların son dönemde erkeklerde de rutin uygulamalarının başladığı görülüyor. Öte yandan cinsel aktif dönemdeki kadınların jinekoloji kliniklerini düzenli olarak ziyaret edip pap-smear testi yaptırmaları gerekiyor.
Kanada, Danimarka, Yunanistan, İzlanda, İrlanda, İngiltere, Avustralya, Letonya, Lüksemburg, Makedonya, Hollanda, Norveç, Portekiz, Slovenya, Trinidad ve Tobago, İspanya, İsviçre, İsrail, Meksika, Yeni Zelanda, Panama, Güney Afrika ve daha birçok ülke bahsi geçen aşıları standart aşı takvimine almıştır. Yani aşı takviminde bu aşıya yer veren ülkelerde yaşayan 12-13 yaşlarındaki her kadın ücretsiz olarak aşılanıyor bazı ülkelerde genç erkekler de bu kapsama dâhil ediliyor.
TC’de Difteri, aselüler Boğmaca, Tetanoz, İnaktif Polio, Hemofilus influenza tip b, Konjuge Pnömokok, Kızamık, Kızamıkçık, Kabakulak, DaBT-İPA: Difteri, aselüler Boğmaca, Tetanoz, İnaktif Polio, Oral Polio, Erişkin Tipi Difteri-Tetanoz Aşıları aşı takvimi kapsamında ve ücretsiz olarak uygulanıyor. 2006 yılında uygulanmaya başlanan, 2007 yılında adı geçen ülkelerin zorunlu aşı takvimine dâhil edilen HPV aşısı çok lüzumlu görülmüyor olsa gerek ki TC’de aşı takvimine dâhil edilmiyor.
Ancak tabii ki bu aşı TC’de yasak değil. 3 doz halinde uygulanan quadrivalent HPV aşısı Gardasil’in fiyatı doz başına 268 TL olmak üzere, toplamda “sadece” 804 TL.
Devlet, Kadını Kanser Eder
Enfeksiyon ve bağışıklama ile halk sağlığı alanlarında faaliyet yürüten hekim ve hemşireler aşı sempozyumlarında ve sağlık bakanlığı ile yürütülen toplantılarda, bu virüsün yüksek oranda ölümlere yok açtığı gerçeği ile bu aşının takvime alınmasını savunmaktadırlar. Aşı takvimine alınmadığı takdirde yüksek fiyatı nedeniyle pek çok ebeveynin çocuklarına bu aşıyı maddi açıdan temin edemeyeceği ortada.
Sağlık Bakanlığı’nın; kolayca üstesinden gelinebilecekken halkın sağlığını hiçe sayan açıklamasının maddi bir gerekçeye dayandığını düşünenler hiç şaşırmasınlar. Ne de olsa “Ülkemiz kültürel yapısı nedeniyle kadınlar çok eşli değil ve ülkemiz için böyle bir endişeye gerek yok”
Alp Temiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Serviks Aşısı Namussuz İşi” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “İşçi-Patron Kavgasının Anarşist Kökeni 1 Mayıs 1886”- Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1880’li yıllarda ABD’nin dört bir yanını “Günde 8 Saatlik İşgünü” grevleri sarmıştı. Dünyanın farklı coğrafyalarından yaşamlarını sürdürebilmek için ABD’ye gelen göçmenler, buradaki işçi sınıfının büyük bir kısmını oluşturuyordu. Avrupa’dan çalışmaya gelenler arasında, orada anarşist sendika ve yapılarda örgütlü bulunan işçiler de vardı. ABD’deki radikal işçi hareketinin temelini bu işçiler oluşturacaktı.
İşçilerin farklı halklardan olmalarıyla ilişkili olarak farklı dillerde neredeyse yüzün üstünde anarşist yayın çıkıyordu. Avrupa’da zaten işçi hareketinin içinde doğmuş modern anarşizm, okyanus ötesinde de kendini var etmekte sıkıntı yaşamadı. O dönemin en güçlü sendikal yapılanmalarının temellerini anarşistler attı.
“Günde 8 saat” diyerek fabrikalarda işlerini bırakanlar, sadece çalışma zamanına değil, koşullara, ücretlere ama daha da ötesinde patronlara, onların özel kollukları olan Pinkerton’lara, devlete de karşı çıkıyorlardı. Dönemin reformist sendikalarına karşı, anarşistler işçi özörgütlenmelerinde ısrarla kapitalist sisteme karşı mücadele etmeyi savundu.
3 Mayıs’ta Chicago’da, önceki sene sendikalı işçileri işten atan, dahası Pinkerton denen işçi katili güvenlik şirketine greve giden işçileri öldürten McCormick Harvester Şirketi’nin fabrikasının yanında eylem kararı alındı. Yaptığı konuşmada, birlikteliğin ve dayanışmanın sadece öz-örgütlülükle oluşabileceğini anlatan August Spies “Hep beraber olursak, biz kazanırız.” diyordu. Grev kırıcıların polis eşliğinde fabrikadan çıkmasıyla, genel grevi sonlandırmaya çalışanlara karşı herkesin sesi yükseldi. Polis işçilere saldırdı ve ABD’nin diğer bölgelerinde genel grev için sokakta olanlar gibi işçileri öldürdü.
Bu durumu protesto etmek için Chicago-Haymarket Meydanı’na bir gün sonrasında bir miting planlandı. August Spies, Albert Parsons ve Samuel Fielden gibi anarşist işçilerin konuştuğu mitingin sonuna doğru, saldırmak için donanımlı gelmiş polis birlikleri işçi grubuna yöneldi. Vakit kaybetmeden silahlarını ateşleyip işçileri katletmeye başladılar.
Bu sırada polisler arasında patlayan bir bombayla polislerden ölenler de oldu. Polis bunun üzerine şiddetini daha da arttırdı. Sonrasında başlayacak bir siyasal şiddet ve baskı kampanyası için devlet, bu bombalamayı kullanacaktı.
Anarşist yayınevleri, dergiler, bürolar, sendikalar basıldı. Birçok anarşist tutuklandı. Göçmen işçilere yönelik baskı dalgası, Haymarket Olayı’yla beraber başlayacak ve sonraki onyıllarda bir devlet politikası haline gelecekti. Eylemi örgütleyen ve Arbeiter-Zeitung gazetesinde çalışan anarşistler tutuklanarak bombalama eyleminden yargılandılar ve idam cezasına çarptırıldılar. Albert R. Parsons, August Spies, Samuel J. Fielden, Michael Schwab, Adolph Fischer, George Engel, Louis Lingg ölüme mahkum edilirken, Oscar Neebe 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. İşçilerin uluslararası dayanışma eylemleriyle sadece Samuel J. Fielden ve Michael Schwab’ın cezası ömür boyu hapse çevrilirken, Louis Lingg hücresinde intihar etti. Albert Parsons, August Spies, George Engel ve Adolph Fischer 11 Kasım 1887’de asılarak idam edildiler.
Spies’ın asılmadan önce mahkemedeki sözleri şu oldu; “Eğer bizi asarak … haksızlığa uğrayan milyonların, sefalet içinde ölesiye çalışan ve kurtuluşu arzulayan, kurtuluşu bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini yok edebileceğinizi umuyorsanız; eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada, burada veya orada, arkanızda ve önünüzde, her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz.”
Söndüremediler de! Ne yıllar sonra ABD’de onların bıraktığı anarşist geleneği devralan işçilerin ateşini, ne de her 1 Mayıs’ta dünyanın farklı yerlerinde o gün sokağa çıkan ezilenlerin ateşini…
İşçi-patron kavgasının anarşist kökenini anlamak önemlidir. Bugün devlet 1 Mayıs’ı yasaklarken, devlet ve kapitalizm ilişkisini anlamak için; reformizmin zengin ettiği bürokratlarıyla sendikaları ve o sendikalardaki işçi işgallerini anlamak için; özörgütlülüğün gücüyle gerçekleşen fabrika işgallerini anlamak için; yüzyıllar öncesinden yakılan ateşin harını bugün Seyitömer’de, Kazova’da, Greif’ta görmek için önemlidir.
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “İşçi-Patron Kavgasının Anarşist Kökeni 1 Mayıs 1886”- Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Benlerden Biz Olmak İçin Elibelinde appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist Kadınlar, geçtiğimiz 8 Mart’ta “Elibelinde” diyerek seslendi kadınlara. Nedir Elibelinde?
Elibelinde kilimlere, çanağa, çömleğe, heykellere işlenen Anadolu ve Mezopotamya’nın geleneksel bir kadın motifi aslında. Pek çoğumuzun yaşam alanında olan, ancak dikkatinden kaçan dokumalar, işlemeler. Belki bilen, bilmeyene anlatan aşina bu motife. Biz Elibelinde’yle farklı şekilde tanıştık. Bizim için sadece bir motif değil Elibelinde, bir ifade, anlayış, yaşam tarzı, mücadele.
İlk çağlardan bu yana ana tanrıça kadını ifade eden Elibelindeler, kimi zaman hastalıkları iyileştiren, doğanın bereketini ifade eden Kibele, kimi zaman Fırat ve Dicle kıyılarında kurnaz tanrı Enki’ye isyan eden Ninhursag olarak çıktı karşımıza. Ancak belirttiğimiz gibi yaşamlarda olup da dikkatten kaçan Elibelinde, günümüzdeki kadını anlatıyor aslında. Yani bir bakıma ana tanrıçalardan, kadın kahramanlardan çok Anadolu ve Mezopotamya’nın kilimlerini bezeyen, ismi bilinmeyen, görmezden gelinen kadınların hikayesi. Yıllar sonraysa cadı denilerek yok edilmek istenen, ateşe verilen, acıyla kavrulan yeryüzünün lanetlenmişleri olmuş Elibelinde.
Şimdi tüm bunları bilerek elini beline koyan, kavgaya hazır, koca bir söz dinlemez, başına buyruk kadınların geçmişten geleceğe, sembolden yaşama taşıdıkları anlamdır Elibelinde.
Peki, Anarşist Kadınlar için elini beline koymak ne demek?
Anarşist Kadınlar olarak iktidarın sorgulandığı bir fikrin yaşamlarımızda sonsuza dek gömülmesi için çabalayan bir mücadele anlayışıyla yol alıyoruz. Bu yol özellikle kadın olunca engellerle dolu, biz kadınlara çelme takan, her defasında düşürmeye çalışan erkek egemen bir sistemin potansiyel sakatları olarak yolumuz oldukça zor. Yaralının kendini iyileştirmesi için bazen ona yol gösteren bir bilgeye ihtiyacı vardır. Elibelinde, bize yol gösteren bir bilge olmuştur aslında.
Biz Elibelinde’yle şimdi tanışmadık, içimizde saklı olanı bulduk sadece. Anarşizm her ne kadar başına buyrukların fikri gibi görünse de, en çok da saklı olanı çıkarır içinden. Bizim için Elibelinde her kadında saklı olandır aslında. Sonrasında görünmeyen, bilinmeyen çilemize bir itiraz, bize çektirenlere tavır, sineye çekmeyi bırakıp cevval bir “bana bak” çekmektir yaşama. Aslında en çok kendini bulmaktır Elibelinde olmak.
Kadın cinayetlerinin, tecavüzün, tacizin azalmadan sürdüğü bir dünyada Elibelinde olmak neleri değiştirir?
Her gün beş kadından birinin erkekler tarafından hunharca katledildiği, tecavüz edilerek sokaklara atıldığı, yaşamın her alanında tacizin olağanlaşarak kendini hissettirdiği, her türlü şiddetin hükümsüzce sürdüğü bir dünyada buna seyirci kalmak ve de yaşamak istemeyen kadınların elbet değiştirecekleri çok şey vardır. Biz buna çemberin en ortasından kendimizden başlamalıyız.
Değiştirebileceğimize inanmadığımız bir dünyada eriyip giden sadece yaşamlarımızdır. Kariyer uğruna itibarsızlaştırılan, yani bu sistemde kazanmak için yaşamını kaybetmeyi göze alan herkes, kaderim razıyım deyip yaşamayı kabullenen herkes, güç uğruna erkekleşerek iktidarla uzlaşan herkes, tahakküme boyun eğen, eğdiren herkes, yaşamını sorgulamadan sadece entegre olan buğday sapı gibi rüzgâr nereden eserse o yana savrulan herkes, kendi yaşamını değiştirmeden bir başkası adına vaatler yağdıran herkes, zaten bu sistem içinde kazanmış, değiştirmeyi değil sürdürmeyi görev edinmiş demektir.
Bizim bahsettiğimiz, kaybedenler için mücadele etmenin gerekliliği aslında. Üzerimize doğru gelen bu sistemin üzerine gitmek, önce ben sonra da benlerden biz olmak demek. Bu yüzden elini beline koymak gerekir. Bir motif gibi işlenerek yaşama dokunmak gerekir.
Bu sistemde kazandığını düşünerek yol alanlar gün gelip de “erkekliğime hakaret ettin” sopasında, yoksulluğu dört duvar arasında hayalet gibi gezen emeklerinin görünmezliğinde, oğlunu savaşa gönderen gururlu annenin eline bomba verip çocuğunu patlatan komutana öfkesinde “vatan sağ olmasın” deyişinde, her akşam kendi yatağında ızdırap çeken bedendeki karanlığın bitmeyeşinde, baba sevgisinin koca sevgisine satıldığı çocuğun korkuyla boşalan gözyaşlarında, salyalı ağızların, fırıldak bakışların, kadın üzerinden yükselen aşağılayıcı sözlerin karşısında sıkılan yumruğun her saklanışında anlayacaklar, anlayacaklar elbet. Çünkü erkek egemen dünyanın kadınlara sunduğu yaşam bu. Şimdi soruyoruz? Değiştirmeli miyiz?
Evet dediğimizde bu istek bize özgür bir yaşamı bu günden yaşamayı mümkün kılar. Benlerden biz olursak yaşam herkes için daha güzel bir hal alabilir. Bu yüzden kazananların dünyasını yıkalım ve kaybedenlerin kazanacakları özgür dünyayı yaratalım, bunun için elimizi belimize koyup, çemberi oluşturmamız ve büyütmemiz gerekir.
8 Mart’la birlikte dillendirdiğiniz bu motto özellikle sosyal medyada oldukça ilgi uyandırdı. Beklediğiniz neydi? Yoksa kadınlar zaten hâlihazırda elini beline koymak için mi bekliyorlardı?
Evet. 8 Mart’la birlikte kara mora boyadığımız Elibelinde bir anda daha çok duyulur, bilinir oldu. Anarşist Kadınlar olarak İstanbul’daki 8 Mart hazırlıklarımıza başlamıştık. Bilirsiniz “her gün 8 Mart” desek de yine de bugünün telaşı bir başka olur. İşte yine böylesine bir telaş sarmıştı her birimizi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da gece yürüyüşümüz ve büyük kadın mitingimiz için toplantılar yapıyor, yoğunca bir koşturmaca yaşıyor, diğer yandan Elibelinde’yi olgunlaştırmaya çalışıyorduk.
Afişler yaptık; tarihte iz bırakan kadınların Elibelinde afişlerini. Emma Goldman, Louise Michel, Frida Kahlo, Ulrike Meinhof bunlardan bazılarıydı. Yüz ifadelerini özenle seçtik; cevval bir “bana bak” bakışı yakalamak için. Bunun dışında Elibelinde kadınının özelliklerini sıralayan başka afişler de tasarladık. Paylaşmacı ve dayanışmacı, doğanın bir parçası, devlete, iktidara, kapitalizme karşı, örgütlü Elibelindeler. Diğer yandan hazırladığımız şablonlarla sokaklara duvar yazılamaları, afişlemeler…
Bizim için sokak en güzel üretim alanıdır. Sokağa inerek farklı semtlerdeki kadınlara “sen de koy elini beline” dediğimiz bir video hazırladık. Kimisi şiddete, kimisi ev işlerine, kimisi esnek çalışma saatlerine, kimisi de tacize karşı elini beline koydu. Video için düşündüğümüz kurguda ayrıca filmin arka planında fısıldanan bir şarkı üzerine de çalışmıştık.
Akordeon, keman ve vurmalı çalgılar eşliğinde bir Elibelinde şarkısı yazdık, hep birlikte söyledik ve kayda aldık. Olmadı bir daha, bir daha, bir daha derken en içimize sinen eklendi videoya.
Sosyal medya bizim için her yerden kadınlara ulaşabileceğimiz bir alandı. “Koy elini beline” çağrısıyla internet üzerinden kadınları bu sürece katmak istedik. Beklentimizin çok daha üzerinde bir ilgi gördü. Her yerden kadınlar, 3 dakikada bir elini beline koymuş haldeki fotoğraflarını sayfamıza gönderdi. 7’sinden, 70’ine Diyarbakır’dan, Adana’ya, Çanakkale’den, Trabzon’a çağrımız duyulmuştu. Diğer yandan ardı sıra mesajlar geliyordu. Yani kadınlarda saklı olan ortaya çıktı adeta. Soruda belirttiğiniz gibi, kadınlar ellerini beline koymak için hâlihazırda bekliyorlardı. Biz sadece dokunduk.
8 Mart hazırlıkları hızla sürüyordu, Elibelindelerden yakalıklar, şablonlar, pankartlar hazırlanıyordu. En büyük avantajımız ise gece gündüz kullanabileceğimiz mora boyalı bir mekânımızın olmasıydı. En kalabalık sofralar, yan yana kurulu döşekler, sobada demlenen çayımız, şehir dışından gelen misafirlerimizle aynı yerde kara mora boyanarak iplere dizilen, çizilen, yazılan kuruması beklenen onlarca Elibelinde. Taksim Gece yürüyüşünün şiddetli yağmuruna, yasağına, TOMA’sına, polisine, kavgasına, Kadıköy’deki büyük kadın mitinginin ayazına, rüzgârına rağmen Elibelindeler Anarşist Kadınlar’ın elinden tuttu ve bizi bu yıl da büyük bir coşkuyla meydanlara savurmuş oldu.
Elibelinde kadınların kadın mücadelesi noktasında bundan sonraki istek ve hedefleri nelerdir?
“Sende bir el uzat bize gel yanımıza büyüsün bu dayanışma, üzgün değil öfkeli ol sen kader deyip geçme yaşama” sözleri, hazırladığımız videonun arka planında fısıldanan şarkının sözleri. En büyük isteğimiz, dayanışmayı büyütmek. Çünkü dayanışmayı büyütmenin erkek egemen sisteme karşı en güçlü direniş olduğuna inanıyoruz.
Kolektif bir yaşamın bugünden yapılandırılması ve bu sisteme rağmen yaratılması çok önemli. Anarşist Kadınlar olarak uzun yıllardır deneyimlemeye çalışıyoruz, birlikte üreterek ekonomik ve sosyal yaşamı, sistemin dayattığı alternatifler dışında dönüştürerek yeni bir yaşamın mümkün olabileceği fikrini ısrarla savunarak. Hedeflerimize gelince, doğa ve kadın ilişkisi bizim için oldukça önemli. Yaşamı savunmanın doğayı savunmak, beraberinde de kendi doğamızı savunmak olduğunu düşünüyoruz. Kırdan kente uzanan kooperatiflerle hem tüketim ihtiyaçlarımızı sağlama hem de birlikte üreterek sistemden yettiğince bağımsız bir yaşamı bugünden yapılandırmayı hedefliyoruz. Bu deneyimlerimizi aktarabileceğimiz yazılı ve sözlü bilgi paylaşımlarını oluşturmak da beraberinde düşündüğümüz hedeflerimizden. Elibelinde kadını, bizim isteklerimiz ve hedeflerimizle örtüşüyor. Çünkü tüm bunları gerçekleştirebilmek önce elini beline koyup “yetti be” demekten geçer.
Röportaj için çok teşekkür ediyoruz. Umuyoruz ki, Elibelinde kadınlar giderek daha da çoğalır; erkek egemenliğine, devlete, kapitalizme ve iktidarın her türlüsüne karşı mücadeleyi daha da büyütür.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post Benlerden Biz Olmak İçin Elibelinde appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Açık Hava AVM’sinden Miting Alanı Olur Mu? – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu miting alanları, ezilenlerin yeni mekansal hamlesine, yani her yeri direniş alanına çevirmesine karşı devletin karşı hamlesidir. Politik olmayan mekanın Taksim-Gezi İsyanı dalgasıyla beraber eylemlerle politik kılınması, devleti türlü kapitalist etkinliklerle süslediği yeni açık AVM’leri yaratmaya itmiştir. Hem de miting alanı ismiyle.
171 futbol sahası büyüklüğünde bir alan… Yaklaşık 1 milyon metrekare… Hayvanat bahçesi, lunapark, otoparklar, sergi alanları, büfeler ve restoranlar… Maltepe sahiline yapılması planlanan miting alanı, miting alanından çok içerisinde barındıracağı etkinlik alanlarıyla açık hava AVM’sini andırıyor. Bu büyük açık hava AVM’sini yapabilmek için ihtiyaç olunan alan, denizden yaklaşık üç buçuk kilometrelik bir alan doldurularak karşılandı. Bu proje aslında ikiz bir projeydi. Kazlıçeşme’de Newroz kutlamaları sırasında, AKP’nin “büyük seçim mitingi”ne ev sahipliği yapan Yenikapı Miting Alanı da bu projenin Avrupa yakasındaki ayağıydı. Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun aksi yöndeki raporuna rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan onay alan Yenikapı Miting Alanı da benzer şekilde denizin doldurulup miting alanı haline getirildiği bir yerdi.
1 Mayıs’ın yaklaşmasıyla beraber, Taksim Meydanı tartışmaları da gündemdeki yerini almaya başladı. Bu iki miting alanı, eylemlerde valiliğin önereceği yerlerin başında geliyor. Öte yandan, bu seneki 1 Mayıs-Taksim Meydanı tartışmaları, aslında ardında gizli bir gündemi de barındırıyor. Taksim Meydanı, Taksim-Gezi İsyanı’yla beraber yaratılan kolektif deneyimin de bir alanı artık. Bu sene 1 Mayıs için Taksim Meydanı’nda ısrar edenler, bu direniş günlerinin de gücünü taşıyarak ısrarlarını sürdürecekler.
Devlet tarafınınsa miting alanlarıyla beraber yaratmaya çalıştığı, bu alanları sermayenin biçimlendirmesine izin vererek toplumsal politizasyonu kırma politikası olacak.
Mekanın Yeni Kapitalist Anlamı
16. ve 18. yüzyıl arasında Avrupa’da gerçekleşen çitleme hareketlerinin, sınırlarını şimdi kırsala dayatan kapitalist kentlerin oluşumu üzerindeki etkisi kaçınılmazdır. Kapitalizm, oyununu oynamadan önce, bu sanayi kentleriyle sahnesini hazırlıyordu. Üretim alanlarını belirlediği gibi yaşamsal alanları da belirleyebildiği bir alan yaratıyordu.
Yaşadığımız coğrafyada bu süreç, çok daha geç tarihlerde 1950-1980 arasında gerçekleşti. Yani, kapitalist kentleşme bu tarihlerde ortaya çıktı. Sanayi için gerekli işçi nüfus, köylerden karşılanmaya çalışıldı. Köyden kente göç, gecekondulaşma gibi bir dizi olay belirtilen zamanın ürünleri olarak ortaya çıktı.
Kapitalizme geç eklemlenme diye anılan bu süreçlerde, kentin kapitalist dönüşümü için tasarlanan her proje, aslında darbe sonrası hayat bulmaya başlamıştı. Kentsel dönüşüm diye ifade edilen uygulamaların kökenini özellikle bu tarihlerde aramak gerekiyor.
Bugün şehir plancılarının “kamu otoritesi eliyle yapılan bir vandalizm örneği” olarak ifade edilen durumların kökenini, devlet iktidarının kendini birçok alandan kaygısızca dayatabildiği darbe sürecinde aramak, kapitalizm ve devlet ilişkisini ortaya koymak adına önem taşımaktadır.
Kapitalizm ve devlet ilişkisinin somutlaştığı bir kelime var aslında; kentsel dönüşüm.
Devlet ve Kapitalizmin Mekana Yönelik Müşterek Hamlesi Olarak; Kentsel Dönüşüm
Kentsel dönüşüm kavramının, 1848’de ne Fransa’da ortaya çıkışı ilginçtir, ne de kavramın Paris Komünü’nden sonra gelişmesi… Bu tarihlerdeki toplumsal hareketler, dönemin siyasi iktidarını mekansal çözümler almaya itmiş, örneğin barikat kurulmasın diye sokakları küçültmüştür. Hegemonik güç, üzerinde hakimiyetini sürdürmeyi iddia ettiği mekanı değiştirmesi, dönüştürmesinin nedeni budur.
Son yıllarda yaşadığımız coğrafyadaki dönüşüm adı altında devam eden talanı iyi anlamlandırmak için bu tarihsel arka plandan yararlanmak gerekir. Bir yanda kapitalizme eklemlenmek için gerekli değişimleri umarsızca uygulamaya sokan, bu uygulamalar önündeki engelleri darbe aracılığıyla bir bir ortadan kaldıran bir siyasal iktidar; öte yandan eski yapısındaki sorunları küreselleşen değişimlerle atlatmaya çalışan küresel ekonomik iktidar…
Yaşanılan coğrafyadaki mekan sorunsalı, sadece devletin hegemonik alan belirleyiciliğiyle ya da klasik anlamda metaların üretileceği uzam anlamıyla değil; doğrudan kapitalizmin ekonomik krizlerini gidermekte kullanılacak ekonomik bir geri dönüş olarak da mekanla aşılmaya çalışılmıştır.
Bu yüzden, bir mekan politikasının bu iki belirleyici iktidardan ayrı tutulmaması gerekir. Bu ikisinin dışında, bireylerin kolektif deneyiminin farklı bir yerden kontrol altına alınmasının bir de psikolojik yansıması olacağı kaçınılmazdır.
Meydan Israrı
Kapitalist kentlerin kuruluşunu hatırladığımızda, zaten bu mekanların ezilen kesimlerin istediği şekilde biçimlenmediği açıktır. Buna rağmen ezilenler, bu sömürü sisteminde çatlaklar yaratmayı ve kendi yaşam alanlarını kısmen oluşturmayı başarabilmişlerdir.
1 Mayıs gibi süreçlerde, kapitalist kentin merkezine yönelik ezilenlerin her ısrarı devlet nezdinde bir rahatsızlık yaratmaktadır. Devlet oluşumunu hazırladığı hakimiyet alanını, ezilenlere vermek istememektedir. Çünkü devlet için mekan üzerinde hegemonya demek, ezilenler üzerinde hegemonya demektir.
Devlet ve kapitalizm, oluşturduğu miting alanlarına hapsettiği bireylerle, hem istediği mekanlardan ezilenleri uzak tutabilmeyi tasarlarken; öte yandan miting alanlarını “siyaset dışında her şey” ile ilişkilendirerek siyaseti de tüketilebilir kılmaya çalışmaktadır. Tüketime odaklı bir eğlence kültürüyle, alanlar “cazip” kılınmaya çalışılırken, oluşacak politizasyon bu eğlenceli illüzyonunun gölgesinde eriyecektir. Kendini hızlı tüketimin ruhuna kaptıran birey için bu dakikadan sonra alanın “miting alanı” olmasının bir anlamı kalmayacaktır.
Böylece politizasyon engellenirken, bu tüketim alanlarındaki “eğlenceli” etkinliklerle para da kazanılmış olacaktır. Eylem alanı üstünden para kazanmak… Gözünü “mekan” üzerinden yapacağı kar maksimizasyonuna dikmiş kapitalistlerin yeni icadı bu.
Mekan-Toplum İlişkisi
Bireyin, mekanla kurduğu ilişki özgürlüğüyle ilintilidir. Çünkü bireyin kendini somut anlamıyla gerçekleştirmeyi başaracağı uzam bu mekandır. Dolayısıyla, mekan bireylerin kendilerini gerçekleştireceği bir alan olarak karşımızda durduğundan dolayı önemlidir.
Doğası gereği sosyal bir canlı olan bireyin, bu kendini gerçekleştirme süreci tabi ki diğer bireylerden, canlılardan hatta doğadan bağımsız değildir. Bu sürecin kolektif bir yapıda işlemesi, aynı zamanda bu mekanın doğası gereği kolektif olmasından kaynaklanır. Bu kolektivite bir uyum içerisinde işler. Bu işleyiş karşılıklı bir dönüşümü de barındırır. Bu dönüşüm işteştir; birey biçimlendirir ve biçimlenir.
Aynı şekilde şu an içinde yaşadığımız mekan da insanı biçimlendiren ve insanın biçimlendirdiği bir toplumsal ilişki biçimidir. Bu alan üzerinde hakimiyet kuran iktidarlar, bu biçimlendirmeyi de etkileyecektir, ya da açık bir şekilde söylemek gerekirse toplum üzerinde hakimiyet kuracaklardır.
Miting alanları denilen mekanlarla planlanan, sadece kapitalist çıkarların maksimize edileceği bir yer değildir. Aynı zamanda bu toplumsal ilişki biçimini de iktidarların lehine belirleyebilecek mekanlar oluşturmaktır. Devlet ve kapitalizm ortaklığıyla yapılmak istenen, özgür yaşam alanlarımıza bir saldırıdır. İktidarlar gözünü kolektif eylemliliğe dikmiştir. Taksim-Gezi İsyanı sonrasında oluşan bu kolektif sinerji, yaşam alanlarımız kontrol altına alınarak yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu kolektif eylemlilik içinde, kendini özgürce gerçekleştirebilen bireylerin özgürlükleri yok edilmeye çalışılmaktadır. Dayanışma kültürünün yerini alması için planlanan tüketimci kültür dayatılmaktadır.
Dayanışmanın Alanı
Taksim-Gezi İsyanı’yla beraber eylem alanları, daha önce de vurguladığımız insan-mekan ilişkisinin yeni bir şekilde ortaya çıktığı yerdi. Taksim-Gezi İsyanı süresince politikliğini kazanmış özne, düşündüğünü eyleme fırsatını bu alanlarda buldu. Paylaşma ve dayanışma ilişkilerini bu alanlarda örgütledi.
Taksim’in devlet tarafından yeniden işgal edilmesiyle beraber, tam da sloganlardaki gibi “her yer Taksim” oldu. Yani isyanla beraber ortaya çıkan yeni siyasal özne, eylem alanını her yere taşıdı. Bu hegemonyasını hakim olduğu alanlar üzerinden kuran devlet için mekanın politik bir şekilde kaybedilmesiydi.
Bu miting alanları, ezilenlerin bu yeni mekansal hamlesine, yani her yeri direniş alanına çevirmesine karşı devletin karşı hamlesidir. Politik olmayan mekanın Taksim-Gezi İsyanı dalgasıyla beraber eylemlerle politik kılınması, devleti türlü kapitalist etkinliklerle süslediği yeni açık AVM’leri yaratmaya itmiştir. Hem de miting alanı ismiyle.
Taksim-Gezi İsyanı’ndan sonra, devletin bu karşı hamlesinin o kadar kolay kabul görmeyeceği aşikar. Tabi ki kendi kolektif alanlarımızdaki politikliği ve dayanışma pratiğini besleme ısrarımız sürdüğü sürece…
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post Açık Hava AVM’sinden Miting Alanı Olur Mu? – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Seçim Tartışmaları (2) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İkinci yazımızda, Worker Solidarity Movement (İrlanda)’dan Paul; Federazione Anarchica Italiana’dan Dario ve Anarchist Group Amsterdam’la yaptığımız röportajlara yer verdik.
Chiapasların, Rojavaların, Taksim-Gezi’nin seçimlerle, sandıklarla kazanılmadığını hatırlatarak…
Öncelikle ülkenizdeki güncel politik durumdan bahseder misiniz; kaç parti var ve halk üzerindeki etkileri nedir? Bu partiler gerçekten iddia ettikleri gibi toplumun içindeki kesimleri temsil ediyorlar mı? Ve eskileriyle yenilerini karşılaştırırsak, siyasi partilerde büyük değişiklikler var mı?
Paul: İngiltere’ye karşı bağımsızlık kazanıldıktan sonraki iç savaşı takip eden ilk seçimlerin yapıldığı 1923’ten beri sırayla iktidara gelen iki egemen parti var – Fine Gael ve Fianna Fail. Bu iki parti iç savaşın iki tarafını temsil ediyor ve çoğu İrlandalı ailenin soyu birine ya da ötekine dayanıyor. Her iki parti de sağ kanat, savaşı kazananlar, Fine Gael (FG), ulta-muhafazakar tam sağ; ve kaybedenler, Fianna Fail (FF), popülist merkez sağ. Savaşı kaybetmesine rağmen, FF cumhuriyetin kısa tarihinin çoğunda efektif olarak iktidarda kaldı. Bir de ufak Emek Partisi var. Sosyal-demokrat oldukları varsayılıyor ama iktidara sadece en sağ kanat parti FG’nin küçük koalisyon ortağı olarak gelebiliyor. Bugün, kriz, emlak değerlerinin düşüşü ve Troyka’nın kurtarma planı sonucunda düşen FG koalisyonu yerine, FG-Emek koalisyon hükümeti var. Ayrıca Troçkistlerin ve bağımsızların (hem soldan, hem “o-kadar-sol-değiller”den) oluşan Birleşmiş Sol İttifak bloğunun beş üyesi parlamentoda ama blok dağıldı. İrlanda seçim sisteminin, buranın yerel ve kayırmacı politikaları nedeniyle birçok bağımsız parlamentere yer açan garip bir yapısı var.
Dario: Tıpkı Avrupa’daki diğer ülkeler gibi İtalya da sert bir ekonomik krizle karşı karşıya. Toplumsal koşullar birkaç yıl önce hayal bile edemeyeceğimiz seviyelere indi. İtalyan Endüstri Konfederasyonu’nun (patronların birliği) en son açıklamasına göre üretim %25 azaldı. İşsizlik %15’e, genç nüfus içindeki işsizlik %41’e yükseldi. Yöneten sınıf krizden faydalanıp karlarını ve emek sömürüsünü artırıyor. İşçilerin koşulları kötüleşiyor ve sürekli işsizlik tehdidi altındalar.
2011’den beri bu kemer-sıkma politikalarını yürüten geniş-tabanlı hükümetler, parlamentoda hem sağ hem sol partiler tarafından destekleniyor. Bu partiler şimdi de, halkın kurumlara olan inancı kaybolduğu için, yeni liderler çıkarıyorlar ve koalisyon değişikliği yapıyorlar.
PD (Demokratik Parti) son genel seçimlerde ilk partiydi ve şimdi yenİ bir lideri var: Matteo Renzi. Son haftalarda partisinin, Enrico Letta (PD) yönetimindeki geniş tabanlı hükümete olan desteğini geri çekti. Böylece Şubat’ın son günlerinde Letta’nın yerini Renzi aldı ve şimdi aynı geniş koalisyon tarafından desteklenen yeni hükümetin başında. PD, 1991’den sonra üç kere ismini değiştiren eski Komünist Parti. PD, şu anda orta-sol partilerin en büyüğü. PD, son yıllarda ABD ve NATO’nun savaşlarını destekledi ve çalışma koşullarını kötüleştiren, ücretleri düşüren iş kanunları önerdi.
2009’da Silvio Berlusconi’nin kurduğu sağın büyük partisi PDL (Özgürlüğün İnsanları) artık yok. 2013’te PDL’nin aşırı-sağ kanadı ayrılarak Fratelli d’Italia (İtalya’nın erkek kardeşleri, ulusal marşın ilk mısrası) partisini kurdu. Tekrardan muhafazakar birliği sağlamak istediler fakat başaramadılar. Son aylarda PDL tümüyle bölündü. İçişleri Bakanı Angelino Alfano, geniş tabanlı hükümeti doğrudan destekleyen NCD (Yeni Merkez- Sağ)’yi kurdu. Berlusconi, parlamentodan atıldıktan sonra siyasi arenada tekrar rol kapmak için eski partisi doksanların Forza Italia’sını mezarından çıkardı.
Lega Nord partisi (kuzey ligi), kendini kuzey İtalya’nın göçmen işgali ve devletin uyguladığı vergilere karşı son savunması olarak tanımlayan, sağ-kanadın ırkçı bir partisi. Bu parti doksanlarda doğdu ve geçen yıla kadar kuzeyin endüstri bölgelerinde çoğunluğu sağlıyordu. Propagandası Roma bürokrasisine ve güney bölgelerin “parazitliğine” karşı odaklanmıştı. Aslında bu yirmi yıl içinde kuzeyin mitini büyük işletmeler, kumarlar ve onlarca milyonluk karlarla birleştirmişlerdi. Lega Nord son yıllardaki rüşvet skandallarından sonra çökmeye başladı.
Sol ve komünist partiler geçen yıllarda PD hükümetinin savaş yanlısı ve emek karşıtı politikalarını destekledikleri için birliği kaybettiler. Bu yüzden solun çoğu parlamento dışında.
Şubat 2013’te yapılan son genel seçimlerde tüm bu partiler oy kaybettiler ve oy vermeyenlerin oranı yükseldi.
Bu durumda, tartışmasız, partiler toplumun gerçek bir temsili değiller, tasarruf tedbirleri tüm partilerin (sol ve sağ) desteğini alıyor ve partiler sadece kemer sıkma politikaları yürütmek için istikrarlı hükümetler kurmaya çalışıyorlar.
Son genel seçimlerde, eski komedyen Beppe Grillo’nun liderliğinde M5S (Beş Yıldız Hareketi) denilen yeni bir parti, %25’e ulaştı ve üçüncü oldu. Bu parti eski politikacı sınıfın rüşvetçiliğine karşı pozisyon aldı ve yoksullaşan orta sınıfta birlik sağladı. Bu, politik krizden faydalanmaya çalışan yeni popülist partilerden sadece bir tanesi. M5S kendini, rüşvete karşı ve doğrudan demokrasi taraftarı, internette doğan bir hareket olarak sunuyor. Gerçekten de internete dayanan, militanı, ofisi ve eski partilerin kullandığı geleneksel yapıları kullanmayan bir parti. Fakat M5S, doğrudan demokrasiyi sadece içi boş bir slogan olarak kullanıyor çünkü hem yerel, yem de genel seçimlere katılıyorlar. Dahası, üyeleri internet üzerinde partinin duruşunu tartışıp oylayarak tanımlasa da gerçekte politik pozisyonlara liderleri karar veriyor. Bu parti değişimin tek yolu olarak kendini öneriyor ve bu da devlet için kullanışlı çünkü geleneksel partilerin kaybettiği güveni tekrar politik sistem içindeki bir alternatife yönlendiriyor.
AGA: Hollanda’daki politik durum hakkında uzman olmadığımı söylemeliyim. Fakat seçimler ve etrafındaki anarşist örgütlenme hakkında fikrim var, o yüzden bu soruları cevaplamak isterim.
Hollanda’da temsili sistem var. Bu, pratikte her zaman bir koalisyon hükümeti olması ve birçok farklı siyasi partinin olması anlamına geliyor. Bu aynı zamanda, sanılanın aksine aralarında neredeyse hiç fark olmaması anlamına geliyor. Tabii ki ben bir anarşistim ve parlamenter politikaya hiçbir ilgim yok, birçok insan benim söylediğime katılmayacaktır. Ama şöyle bakın: Parlamentodaki 12 siyasi parti arasında, ‘Hayvanlar Partisi’nden 50 yaşın üstündeki insanların partisi (50PLUS)’a ve ‘Sosyalist Parti’ye kadar, hiçbir anti-kapitalist parti yok. Anti-neoliberal parti bile yok, belki SP hariç.
Partilerin üçü ‘Hristiyan’ parti ve görünüşe göre bunun anlamı kadın haklarına ve LGBT meselesine tepkili bir tavırları var (yine de bence hiçbiri homoseksüelliğe açıkça karşı çıkacak kadar ileri gitmeyecektir). Bunun dışında ılımlı neoliberal ve AB yanlısı bir gündemleri var.
Sol kanat kabul edilen üç partiden sadece Sosyalist Parti sol gözüküyor, o da bir yere kadar. Yüzeyin altına biraz indiğimizde, her zaman bir anti-göçmen duyarlılık varlığını sürdürüyor. Diğer iki parti devlet bürokrasisinde sadece birer kariyer aracı ve onlardan ‘sol’ olarak bahsetmenin ideolojik bir temeli yok. Dahası bu partiler aşırı sağın politik çerçevesini sahiplendiler.
Aşırı sağda Özgürlük ve Demokrasi için Halklar Partisi (VVD) ve yandaşı Özgürlük Partisi (PVV) var. Şu anda iktidarda sayılırlar (Emek Partisiyle (PvdA) birlikte ama bu bir kariyer makinasından başka bir şey değil).
Bugün, üç partili sistemin yaklaşık 55 yılda geldiği noktada, politik manzara istikrarsız hale geldi. Hollanda’da, nerdeyse her yerde olduğu gibi, refah devletini söken ve özelleştirme ve baskı gibi neoliberal politikaları yürütenler ‘sol’du. İşçi sınıfının üst katmanındaki ve orta sınıfın alt katmanındaki seçmen, aşırı derece ihanete uğramış hissediyor ve sağ kanat bunu kendi lehine kullanıyor. Sağ kanat oy kazanmak için ulusalcılığı, yabancı düşmanlığını ve korkuyu olabildiğince kamçılıyor. Bu yolda, inanılmaz bir hızla sağa kayarken kontrolü kaybetmekten korkan muhafazakar elit dışında karşılarına çıkan kimse yok. Bu kayma devam ederken seçim sonuçlarının pek önemi yok gibi gözüküyor.
Anarşistler bu siyasi yapıyı nasıl etkiliyorlar? Siyasi arenadaki sözü nedir?
Paul: İrlandalı anarşistlerin parlamenter yapı içinde ya da yerel yönetimlerde doğrudan hiçbir etkisi yok çünkü ne seçimlere giriyoruz, ne de diğerlerine oy aktarıyoruz. İrlanda’da yerel yönetimlerin alışılmadık kadar zayıf olduğunu belirtmemiz gerekir. Fakat bir politik aktivistin bir yerel üyesi olarak seçilip parlamento üyeliği olma yolunda “yağlı direğe” tırmanması nispeten kolay. Dolayısıyla, anarşistler dışında sol eğilimlerin hepsi, liberal sol, stalinist, troçkist, her neyse seçim siyasetiyle meşgul oluyor. Anarşistler, bu politik kampanyalara bulaşmanın sol aktivistlere verdiği hasarları eleştiriyorlar, çünkü bütün dikkatlerini adayların görünürlüğünü artırmaya ve İrlanda’nın politik dünyasındaki bağımlılık ve kayırmacılık ilişkilerini korumaya veriyorlar. Bu da sıradan insanları kendi işlerini yapmaktan alıkoyuyor ve bunun yerine işleri bir şefin onlar yerine yapmasını talep ediyorlar.
Dario: Anarşistlerin toplumdaki ve politik duruma etkileri, toplumsal hareketlerle doğrudan ilişkili. Şu anda anarşist hareket bir “avangart” değil. Etkisi, işçilerin ve ezilenlerin, devletin baskısına, kapitalizmin tahribatına ve sömürüsüne karşı verdiği mücadelelerden geçiyor. Bu hareketler güçlü olduğunda, anarşist etki de güçlü oluyor. NO TAV hareketinde bunun net bir örneği var. Bu halk hareketi yirmi yıldır, devletin yüksek-hızlı-tren yolu için uranyum ve asbest dolu dağlarda tünel kazmak istediği Susa Vadisi’nde ekolojik katliama karşı savaşıyor. Anarşistler başından beri bu hareketin içindeler. Şimdi TAV hareketi karar alma sürecinde anarşist yöntemlere çok yakın yöntemleri benimsiyor ve uyguluyor. Yüzlerce insan, hareketin meclislerinde, hiyerarşik bir yapı olmadan, her seferinde oybirliğine ulaşmaya çalışarak tartışıyor. Hareket aynı zamanda mücadele biçimi olarak doğrudan eylem uyguluyor ve baskılara karşı dayanışmayı örgütlüyor.
Son yıllarda NO TAV hareketi İtalya’daki tüm hareketler için gerçek bir model oldu.
Bu hareketler içinde anarşist etkinin çok güçlü olduğunu söyleyebiliriz.
Ne var ki İtalya’da tasarruf tedbirlerine karşı geniş bir hareket yok, işçi mücadeleleri hala zayıf ve mücadele alanları hala bölünmüş durumda. Yani anarşistler sadece mücadelelerin olduğu ve anarşistlerin bu mücadeleye katıldığı şehirlerde toplumu ve işçileri etkiliyorlar.
AGA: Şu anda anarşistleri ulusal politik arenada etkileri yok denecek kadar az. Radikal solda seçim siyaseti karşıtı tavırlar çok karışık. Bazıları sağa kayışı tersine çevirmek için SP’ye oy verilmesini savunuyor. Bazıları güçlü bir ‘sol’ hükümetin bir şekilde radikal solu ve anarşistleri ‘koruyacağını’ bile düşünüyor (bana sorarsanız hiç gerçekçi değil). Ve oy vermeyip (oy pusulalarını yakan fotoğraflarla birlikte tam tekmil) ayaklanma çağrısı yapan bir kısım var. Fakat tartışmanın dönüp dolaştığı yer SP’ye oy vermek ya da hiç oy vermemek.
Anarşistlerin özellikle seçim zamanlarındaki yaklaşımı nedir? Ve bu yaklaşım toplumda nasıl yer alıyor?
Paul: Geçmişte “Hiç-kimseye oy verin, Hiç-kimse sorunlarınızı dert ediyor, Hiç-kimse sizi gerçekten dinleyecek” gibi sayısız hiciv kampanyası yaptık. Fakat şimdilerde öyle geliyor ki, böyle bir yaklaşım sadece alaycılığı yaygınlaştırıyor ve seçimlerin kendisi kadar güçsüzleştiriyor. Dolayısıyla genelde sadece seçimlerden değil, anti-seçimcilikten de uzak duruyoruz. Bize göre sorun insanların oy kullanması değil, oy kullanmak dışında hiçbir bir şey yapmadan bir şeyleri değiştirmeyi beklemeleri. Bu yüzden seçim zamanı bütün sol, adayların fotoğrafları gazete ve TV’ye çıksın diye sembolik olarak eylemlere katılmak ve seçim gezileri yapmak somut hiçbir şey yapmazken, biz doğrudan eyleme dayalı kampanyalar yürütüyoruz ya da desteklemeye çalışıyoruz. Ayrıca kendi çevremiz için, seçim yerine doğrudan eylemi neden seçtiğimizi anlatan öğretici çalışmalar (miting, propaganda, vb.) yapıyoruz.
Dario: Anarşistler olarak politik güç sorununda net pozisyonlarımız var. Anarşist hareket 1872’de İsviçre’de, Saint Imier Kongresi’nde doğdu. Kongrenin kararı şu anlama geliyordu: “herhangi bir politik iktidarın yok edilmesi proletaryanın ilk görevidir”. Dolayısıyla oy vermemek, anarşistler için bir taktik ve strateji meselesi değildir. Anarşizmin teorik sisteminin bir parçasıdır.
Oy vermemek ideolojik bir soru değildir, sadece bir slogan değildir. Somut bir pozisyondur çünkü anarşistlerin istediği şey, işçilerin ve halkın, eylemleri yoluyla herhangi bir politik iktidarın baskısından kurtulduğu, öz-yönetime dayalı, devrimci bir toplumsal dönüşümüdür.
İtalya’da anarşistler seçimleri boykot propagandası yaparlar. Bu kampanyada anarşistler somut toplumsal alternatiflerin örneklerini de gösterirler. İşçiler ve halk, sadece anarşistlerin iktidarı istemediğini ve hiçbir zaman onları ezmeyeceğini ya da sömürmeyeceğini biliyor.
İtalya’da şu anda oy vermeme oranı çok yüksek ve belki de oy vermeme kampanyaları yapmak daha önemli. Partilere artık güvenmeyenler ve oy vermeyenler aslında devrimci değiller. Ama anarşistler onlara bir değişim yolu gösterebilir ve öz-yönetimin somut örneklerini verebilirler.
AGA: Anarşistler Hollanda’da ufak bir azınlık ve seçimlere anarşist bir yaklaşım uzun zamandır yok. Bunu bazı çıkartmalar ve posterlerdeki sloganlarla özetleyebiliriz: Oy verme, kararları kendin ver! Ve eğer oy vermek bir şeyi değiştirebilseydi çoktan yasaklanmış olurdu. Seçimlerde verilen oy sisteme olan güvenin oyu olarak da görülebildiği için insanlara oy vermeme çağrısı yapıyoruz.
Ama son zamanlarda insanlar bu tutumlarını değiştirmiş, seçimler sirkinin vadettiği imkanların kokusunu almış gözüküyorlar. Artık o kadar içi boş bir ritüel (Bir Demokrasi Şöleni!) haline geldi ki, o kadar gerçeklerden uzaklaştı ki, çoğu insan, bazı anarşistler bile, basitçe, kime oy verdiğinizi geçin, oy verip vermediğinizin bile fazla önemi olmadığını düşünüyor. Dolayısıyla meseleyi oy vermeye odaklamak gerçekten anlamamak demektir.
Anarşist bir ağ örgüt olan Vrije Bond’a bağlı bir grup, iki yıl önceki genel seçimler zamanında astıkları afişlerde biraz farklı bir yaklaşım getirdiler. Örneğin bir tanesinde Tahrir Meydanı’ndaki bir Mısırlı kadın vardı ve şöyle yazıyordu: Bu Mısırlı kadına oy verilemiyor… Ama yine de o, diğer binlercesiyle birlikte Tahrir Meydanı’nda protesto ederek, bir diktatörü devirmeyi başardı. Bu, anlamlı politik değişimin oy vererek değil kolektif eylem yoluyla olacağına işaret eder.
Anarşistlerin seçim zamanı düzenledikleri ana eylemler ya da kampanyalar nelerdir? Anarşistler tarafından harekete geçirilen bu kampanyalar ya da eylemler amaçlarına ulaştı mı?
Paul: Son seçimler 2011’de, 2008 sonrası kemer sıkma politikalarına ve 2010 Troyka kurtarma paketine karşı kitle hareketlerinin olduğu zamanlarda yapıldı. Çoğunluğun beklentisi, hükümetten kurtulup yerine yenisini koyunca bir değişim olacağı yönündeydi ve bu beklenti hareketi sabote etti. Tabii ki beklentiler gerçekleşmedi.
Dario: Seçimler sırasında anarşistler oy vermeme kampanyalarının yanı sıra her zamanki girişimlerine devam edebilirler. Anarşistler politik girişimlerinin herhangi bir alanında basitçe böyle bir kampanyayı getirebilirler, öz-yönetim örneklerini herhangi bir mücadelede ya da içinde bulundukları herhangi bir harekette verebilirler. Tek amaç devletin ezmesine karşı bir alternatif göstermek olduğu için genelde amaca ulaşılır.
AGA: Seçimlerin aldığı gösterişli saçmalığa alternatif arayan insanlara yönelik yayınlar yapan anarşistler var. Ve 2012’de ‘Tilburg Anarko-cemiyeti’, seçimlerin olduğu gece “Oy vermek daha iyi bir dünyaya götürür mü?” konulu bir forum düzenledi.
Ama seçim siyasetine karşı en iyi propaganda yine seçim siyasetinin kendisidir. Şüphesiz bu zamanlarda politik sistemin boş propagandası bir hezeyana dönüşüyor ve ona kendi mesajınızı iliştirmek çok kolay olmalı. Bu fırsatı, diğer zamanlarda karşımıza çıkanlarla karşılaştırdığımızda, bu dünyanın geçip gitmesini seyretmek yazık olur. Ama artık hatalı şekilde, oy verme eylemine çok fazla ağırlık vermeyi bırakmalıyız. Birkaç yılda bir oy pusulasını doldurup doldurmamanız önemli değil. Bunu bir mesele olarak koymayı tamamen bırakmalı ve gerçek meselelere odaklanmalıyız.
Dünya çapında, birbirinden etkilendiği söylenen hareketler olduğunu biliyoruz. Bunlardan bazıları doğrudan demokrasiye ilişkin büyük deneyimler yarattılar. Ve bazıları da hükümet gücünü amaçlayan partilerin seçim kampanyalarına evrildi. Tüm dünyada meydana gelen bu yeni toplumsal hareketler sonrasında seçimlerin yeni anlamını yorumlar mısınız?
Paul: Bizim için, gerçek hareketlerin – yani üyelerinin gerçekten katılımına, doğrudan demokrasiye, doğrudan eyleme dayalı hareketlerin- temsili biçimlere, seçimciliğe ve sonra da hükümete dönüşmeleri ve ardından kaçınılmaz olarak bunu başlatan gerçek hareketin baskılanmasına yol açması, yeni bir şey değil. İşçi hareketlinin doğuşundan beri sürekli tekrarlanan çok, çok eski bir hikaye. Burada, İrlanda’da Yeşiller Partisi kurulurken radikal iddiaları vardı. Liderlerinin bazıları, Batı Mayo’da Shell’e karşı direnişte doğrudan eyleme katılmışlardı. Bir sonraki seçimlerden sonra Yeşiller Partisi bu son FF hükümetinin küçük koalisyon ortağı oldu ve zamanında direnişe katılan aynı Yeşiller Partisi lideri Shell tesislerini destekleme görevini aldı ve bu işi yaptı. Eğer bir gün Syriza Yunanistan’da iktidara gelirse, hikaye aynı olacak. Hep böyle oldu ve hiç kimse değişik bir sonuç almak için materyalist perspektifte aslında neyin değiştiğini gösteremedi. Deliliğin tanımı, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı bir sonuç beklemektir sözü, Einstein bunu hiçbir zaman söylememiş olsa da, sol ve seçimler söz konusu olduğunda kesinlikle doğru.
Dario: Değişik ülkelerde, çok değişik geçmişleri olan değişik hareketleri ele almak zor bir iş. Her halükarda, son yıllarda, ezilmeye ve sömürüye karşı yeni bir direniş dalgasının Akdeniz bölgesini ve ötesini salladığı bir gerçek.
Bu yüzden sadece bazı genel yorumlarda bulunacağım. Her şeyden önce, bazı hareketlerin ya da bu hareketlerin bazı kısımlarının sandık yoluna gitmeleri yeni bir şey değil. Ne hareketler, yeni liderler, yeni gündemler çıkabilir ama sandık yolu her zaman aynı “iktidara gelme” mitolojisini takip eder. Bu bir yanılsamadır ve 150 yıllık bir numaradır. Fakat bu son hareketlerde bir şey değişti. Doğrudan demokrasi ve öz-örgütlenme yaygınlaştı. Bu hareketlerin içinde aktif olan anarşistler olarak, devlet olmadan toplumsal ve politik dönüşüm konusunda toplumsal bir tartışma başlatmamız gerekiyor. Bu hareketlerin içindeki direnişin ve öz-yönetimin somut potansiyelini vurgulamamız gerekiyor.
AGA: Seçimler, yöneten elitin sistemi çökertmeden kendi farklılıklarını yarıştırma yoludur. Bugün de eskisinden farklı bir anlam taşıdığını düşünmüyorum. Ama çoğu insan, politikacıların işsizlik, kriz ve ekolojik yıkım konusunda hiçbir şey yapamayacağını artık açıkça görüyor. Tüm dünya meydana gelen isyanlarda gördüğümüz umut verici gelişmelerden biri politikacılara ve politikaya yönelik genel tiksinti. Kolektif mücadele, katılan insanları dönüştürüyor ve öyle büyük ufuklar ve olanaklar açıyor ki sistemin bize sunduğu sınırlı seçenekleri daha da bunaltıcı hale geliyor. Ama şu anda tüm dünyadaki bu toplumsal hareketlerin, temeldeki sistemi yok etmeye gücü yetmiyor. Bu durum değişmediği sürece ‘hareketi temsil etmeye’ hazır politikacılar hep olacaktır ve fark yaratan bir alternatif görmedikleri sürece, onlara oy veren insanlar olacaktır.
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Seçim Tartışmaları (2) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir
1949’da ABD Hava Kuvvetleri’nde roketlerle ilgili bir deneyde, ivmelenmenin insan üzerindeki etkileri inceleniyordur. Deneyde insan tepkileri incelenip değerlendirilecektir. Sensörler insan vücuduna takılır. Bunun iki yöntemi vardır. Biri doğru, diğeri de yanlış takılış şeklidir. Görevlilerden biri 16 sensörün hepsini takar. Ancak görevli bu sensörlerin 16’sını da yanlış takmayı “becerebilmiştir”. Deneyi yapan mühendislerden biri olan Edward Murphy duruma çok sinirlenir. Ve bu durum, Murphy’i onunla özdeşleşmiş bir sözü söylemesine neden olur; Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
Aynı mantık üzerinden sarf ettiği birçok olumsuz önerme, yaşanan olumsuz deney sonrası gerçekleştirilen basın toplantısında kullanılır. Murphy’nin bu olumsuz açıklamasıyla beraber, açıklamaya konu olan sözler, temelini matematiksel bir kuramdan alan bir kanun olarak anılmaya başlanır.
“Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir. Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir. Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır.”
Murphy Kanunları, 30 Mart Yerel Seçimleri’nde muhalefet için işledi. Seçimlerden galibiyet beklemeyen ama hakkındaki iddiaları çürütmeye bile gerek duymadan siyasal ahlaksızlık ve otokratlıkla iktidarı elinde tutmaya çalışan hükümetin oylarının azalacağı görüşü muhalefette baskındı. Aslında muhalefet iddiasını buraya koymuştu. AKP için güvenoyu yoklaması niteliğinde geçen seçimlerden, Tayyip
Erdoğan istediğini aldı. Belki istediğinden fazlasını… Çankaya senaryoları, bir süredir dondurulan başkanlık sistemi söylemleri etrafında tekrar dillenir oldu.
Hükümet kendisini aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Peki, bizim için seçim sonucuyla değil, seçimle beraber değişen neydi?
Mesela rüşvet alınmamış, yolsuzluk yapılmamış oldu. Yandaş patronlara “havuz” oluşturulmamış oldu. Bakan çocukları, banka müdürleri, para simsarları çalmadıklarını “ayakkabı kutularına” doldurmamış oldular. Aynı şahıslar cezaevinden, babalarının “paşa gönül yasalarınca” çıkarılmamış oldular. Dolayısıyla, yasalar hükümetin gücünü pekiştirecek şekilde değiştirilmemiş oldu. Yargı doğrudan hükümetin emrine verilmemiş oldu. Siyasal baskı ve tehdit yapılmamış oldu.
Yerel seçimlere kadarki süre içinde hükümet, meşruiyetini sorgulatan ithamları çürütmek bir kenara, suçsuzluğu ispatlamaya çalışmak için çabaya gerek duymadı. Başbakan, partisi ve medya üçlüsü tüm bu olan biteni, darbe girişimi olarak niteledi ve herkesi buna inandırmaya çalıştı. Seçimle beraber, “darbe girişimi” belki belli bir süre savuşturulmuş oldu. Muhalefet partilerinin iddialarının aksine, hükümet kendisini “akladı”. Aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Burada aklamakla kastedilen, tabi ki mevzu bahis durumların hakikatte öyle olmadığı değildir. Ancak seçim dönemiyle beraber, ortaya çıkan politik çürümüşlüğün sadece seçim siyasetine harcanmış olduğudur. Seçimlerden medet umanlar, AKP’yi seçimlerle meşrulaştırmışlar; ortadaki tüm yolsuzluklar kabul edenleretmeyenler demokrasisine indirgenmiştir. AKP’yi seçimlerde kendine muhatap olarak görmek, seçimlere bunun bilinciyle girmek her şeyi demokrasi sosuyla meşrulaştırmaktır.
Muhalefet edememe
Aslında işin nasıl evrileceğini görmek için siyasi partilerin Taksim Gezi İsyanı’ndan bu yana söylemlerini takip etmek yeterli. Oluşan toplumsal muhalefetten sandık hesapları yapanların niyetlerini, Haziran ayından bu yana görmemek mümkün değil. Temsiliyet kaygısı gütmeyen doğrudan eylemin anlamını bir türlü çözemeyenler, siyasal süreçleri karşılama noktasında da güdük kalmışlardır. Oysa her siyasi çürümüşlük, her yolsuzluk büyük bir eylem dalgasıyla kendini göstermiştir.
Bakan çocuklarının, banka müdürlerinin yolsuzluklarının açığa çıktığı ilk günden bu yana yoğunlaşan sokak eylemleri sadece artan bir seyirde devam etmemiş, aynı zamanda farklı yerelliklerde kendini belirginleştirmiştir. Ortaya çıkan toplumsal rahatsızlık kendini doğrudan sokakta ortaya koyabildiğinden daha da toplumsallaşabilmiş, medyanın illüzyonunun karşısında kendi gerçekliğini doğrudan dayatabilmiştir.
Kendi gerçekliğini bu şekilde yaratabilen bir muhalefet sadece, ezilen kesimlere ulaşabilir.
Yerel seçimlerin yaklaşmasını fırsat bilen ve Taksim-Gezi İsyanı sonrasında bile eski siyasal bağnazlıklarını halka dayatan siyasal yapılar, seçim gündemiyle doğrudan eylemi bilinçli bir şekilde sonlandırmayı hedeflemişlerdir.
Taksim-Gezi İsyanı’ndan istediği geri dönüşü alamayan bu temsiliyet bağımlılarının, halkın siyasal iradesini, siyasi kaygılarını doğrudan eyleme geçirmesine anlam verememesi, siyasal temsiliyetle kurulan bağ üzerindendir. Yerel iktidarların, koltukları tutmanın hesaplarını yapanlar; yolsuzluklara karşı başlatılan her eylemin temsili bir karşılığını aramışlardır.
Siyasal gerçekliğini, halkın siyasal özneler olarak doğrudan kendini gerçekleştirdiği eylem alanlarından uzak tutanların, tek teselli olarak “oy arttırma” durumlarını belirtmeleri boşuna değildir. Oy arttırdıklarından, belediye meclislerine girdiklerinden mesut görünenlerin, seçim öncesi yolsuzluk vakalarının, siyasal baskı ve şiddetin hakkından nasıl gelineceğine ilişkin normal olarak bir yolu, yöntemi bulunmamaktadır. Giriştikleri muhalefet, halkın siyasi, ekonomik ve sosyal rahatsızlıklarını kendilerine seçim mezesi yapmaktan öteye gidememiştir.
Seçim sürecine böyle girilirken, seçim sonrası muhalefete soyunan bazı kesimlerse “AKP türü toplumsallık” gibi kavramlaştırmalarla, AKP’ye oy veren tüm kesimlere düşman kesilmiş, açık bir şekilde kentli, seküler ve modern kesimler dışındaki tüm kesimleri kendine düşman edinmiştir. Bu noktada, bu tarz bir toplumsallığa soyunanların aslında toplumsal kaygılarının olmadığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Elitizm eleştirilerine kulak tıkayanların bu yaptığının aslında tam da söyledikleri şey olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu aslında bir tür toplumsallaşamama öz eleştirisidir.
AKP’nin şimdiki konumu
Tayyip Erdoğan’ın, ailesi ve kurmaylarını yanına alarak yaptığı Balkon Konuşması, seçimler sonrası bir milat gibi görüldü kimilerince
Rabia işaretiyle sadece etrafındakileri selamlamayan, aynı zamanda küresel iktidarlara da mesaj yollayan Erdoğan’ın seçim galibiyetine ilişkin en ilginç başlığı, The Economist attı; “Merhamet, Yüce Sultan!”
Tayyip Erdoğan’ın son süreçte özellikle yolsuzlukların ortaya çıkmasıyla belirginleşen otoriter karakteri, The Economist de dahil tüm uluslararası basının bir süredir gündemindeydi. Özellikle sosyal medya yasakları ve hukuki değişimler aynı medyada geniş yer ederken, tüm süreçte eleştirel bir ton hakimdi uluslararası gündemde.
Uluslararası güçlere gönderdiği mesajlarla, tüm bu gizli tehditleri karşısına alan Tayyip Erdoğan, seçim sonrasında, sivrileşen eleştirilerin önünü biraz almışa benziyor. Suriye savaşı, bir satranç hamlesi olarak hükümetin elinde olağanca sıcaklığıyla duruyorken (hem de bu meseleye ilişkin tapeler ayan beyan ortadayken), Seymour Hersh’in sarin gazı meselesini gündem etmesi uluslararası iktidarların AKP’nin yükselişi karşısındaki tavırlarının ne olacağının sinyalini veriyor. El-Nusra ve AKP arasındaki doğrudan ilişkiyi sorgulayan Hersh aslında seçim öncesi birçok kimsenin cesaret edemediği bir soruyu da soruyor; bu tapeleri hakikaten kim ortaya çıkardı?
Siyaseten Milat Koymak
Siyasal süreçlerde milat koymak, belirtilen zamandan sonra siyasi, ekonomik ve sosyal değişimleri görmek açısından önem taşır. Yaşanan gelişmenin köklü etkilerinin ne olduğunu açığa koyar.
Seçimlere milat koyan temsili muhalefetin de, balkon konuşmasıyla hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını öngören hükümet yanlılarının da yanıldığı bir yer var. Son iki aylık süre içinde bizi oyalayan seçim gündemini de, sonrasında açığa çıkan durumu da Taksim-Gezi sonrası dönemden bağımsız göremeyiz.
Biz, ezilenlerin kendimize milat olarak alması gereken nokta Taksim-Gezi İsyanı’dır. Muhalefeti toplumsallaştıracak aynı ruhla sokaklarda, yerellerde olmak; siyasal muhalefeti temsilcilere bırakmadan, siyasi irademizi doğrudan kullanmak; ekonomik siyasi bir gerçekliği yaratacak özörgütlülükler geliştirebilmektir. Bunu yaparken, elitist bir tavırdan ziyade ezilen sınıf gerçekliğimizle hareket etmektir. Devrimci anarşist bir tutum ancak böyle ortaya konabilir.
Keza toplumsal değişimler, devrimler kanunlara, bilimsel önermelere sığmaz. Murphy Kanunları kapitalist sistem içindeki siyasal anlamada işe yarar olsa da. Toplumsal hareketler ve etkisinin ne olacağı deneylerle tespit edilemez. Taksim-Gezi İsyanı’ndan bu yana sandıklara bırakmadığımız, bu tespiti zor gerçekliktir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Sendikayla Değil Özörgütlenmeyle: İşgal Grev Direniş” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İşçiler öncelikle yola sadece ücret talepleri ile çıkmamış, başta Greif bünyesinde bulunan 44 taşerona ve bir bütün olarak taşeron sistemine karşı bir mücadele de başlatmıştır. Toplu İş Sözleşmesi’ndeki anlaşmazlığın ardından prosedürlere sıkışarak yasal grev sürecini beklemenin yerine doğrudan eylem gücünü kullanarak fabrikayı işgal eden Greif işçileri, işgal sürecinin daha en başlarında komiteler oluşturmuş, işgali yatay bir komiteler birliği ile sürdürerek öz örgütlülüğün gücünü göstermiştir.
60. güne gelindiğinde, bu topraklardaki en kanlı şafak baskınlarını aratmayan bir saldırıya maruz kalmışlardır. Bu saldırıları ilk olarak, 11 Greif işçisi çatıya çıkarak protesto etmiş; bunun ardından ise İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir başta olmak üzere, farklı noktalarda birçok dayanışma eylemi gerçekleştirilmiştir.
Fabrikadan zorla çıkartılan işçiler, bu kez de fabrikanın önünde bekleyişlerini sürdürerek bu saldırıları boşa çıkarmıştır. Böylesi bir direnişin, öncelikle Greif patronları olmak üzere, DİSK Tekstil yöneticilerinin, DİSK yönetiminin ve devletin dizinin titremesine sebep olduğu aşikar. Greif direnişi bugün gelinen noktada her ne kadar talepleri yerine getirilmemiş olsa da kazanmıştır.
Bu kazanmışlık ya taleplerin karşılanmasıyla taçlandırılarak işçi mücadelesinin tarihine damgasını vuracak ya da bundan sonraki direnişlere örnek olarak yine işçi mücadelesinde başka bir tarih başlatacak.
Greif işçilerinin 10 Şubat’taki işgalinin öncesinden başlayarak, bugüne kadar gelinen süreçte olumsuz deneyimler de yaşandı. Greif işçilerinin örgütlü olduğu sendika olan DİSK Tekstil; bu olumsuzlukların başında yer alıyor. TİS sürecinde sendika yönetiminin tavırlarıyla belirginleşen olumsuzluklar, yasal süreci beklemekten işgali sahiplenmemeye, işçi ile patron arasında ara buluculuk yapmaya ve başta Greif işçilerine olmak üzere, işçi mücadelesine ihanete varana dek sürmüştür.
Başta Genel Başkan Rıdvan Budak, Genel Sekreter Muzaffer Subaşı ve İstanbul Şube Başkanı Kazım Doğan gibi isimler olmak üzere, DİSK Tekstil yönetiminin tamamı Greif işçilerine karşı bir ihanet içerisine girmiştir. Daha ilk gününde işgali “yasadışı bir eylem” olarak niteleyen DİSK Tekstil yönetimi, işgal süresince en esaslı görevi olan direnişin maddi dayanaklarını oluşturma konusunda da tamamen uzak kalmıştır.
Tüm bu süreçte; işçiler ve işçilerle dayanışma gösteren devrimciler, bu ihtiyaçları kendi imkanlarıyla karşılamışlardır. Sendika yönetimi sürekli olarak, en azından temas halinde olması gereken işçilerle değil de, her seferinde patron ile bir araya gelerek görüş birliğine varmış ve neticesinde patrondan teşekkür mesajları almış durumdadır. Patronun işçilerle uzlaşmak adına her girişiminde ise; ara buluculuk yapmaktan daha da ileri giden DİSK Tekstil, işçilerden habersiz protokoller imzalayarak işçileri sıkıştırmaya da soyunmuş durumdadır. Öte yandan sendikanın bağlı olduğu konfederasyon DİSK ise, sürecin başında adeta gözünü yummuş, kulağını tıkamış bir vaziyette, ağzını bıçak açmaz bir hale bürünmüştü. Sonraki süreçte, DİSK Tekstil’in Şirinevler Şubesi’nin işgalinin ardından konfederasyon işçileri dinlemek zorunda kalmışsa da, DİSK Tekstil’i korumaktan hiçbir zaman imtina etmemiştir, üstüne üstlük işçilere de tıpkı patron ve patron temsilcileri gibi oyalayıcı sözler vermekten başka bir şey yapmamıştır.
Son olarak patron ve patron avukatlarıyla görüşerek bu işi çözeceğini belirten Kani Beko, bu görüşmeye de bizzat gitmemiş, gönderdiği avukat ve DİSK Tekstil yöneticileri aracılığıyla adeta işçilerin elini kolunu bağlamaya girişmiştir. Görüşmede imzalanan TİS ise işçilerin taleplerini karşılamak bir yana, bundan sonraki direniş sürecini dahi sekteye uğratma ihtimali taşıyor. Tıpkı direnişin 60. gününde gerçekleşen saldırı öncesi, Muzaffer Subaşı’nın DİSK adına imzaladığı protokol gibi.
Böylesi bir sendika ve konfederasyon işleyişi elbette ki öncelikle yönetim ile alakalıdır. Zira bahsi geçen sendika ve konfederasyon, yapısal işleyişi ve kullandığı yöntemler gereği, sendika yönetimi merkezlidir. Bu yöntemleri ve işleyişi kendi şahsi çıkarları için kullanmak isteyen onlarca insan sendikaya ve konfederasyona üşüşmüş durumdadır.
DİSK 15-16 Haziran’larda nasıl bir örgütken, bugün gelinen aşamada nasıl bir örgüttür? Kendi sürekli söz etmesine rağmen, faaliyet alanlarında bu tarihi utandıran yaklaşımlar sergilemek, yine aynı yönetimsel problemin bir yansıması değildir de nedir? Oysa işçilerin öz örgütlülüğünü sağlamak, işçiler arasında birlik ve dayanışmayı güçlendirmek gibi temel görevleri olan sendika, patronların ve devletin yasal süreçler vasıtasıyla faaliyetlerinin sınırlandığı; gün geçtikçe devlet ve patron güdümlü, işçilerden uzaklaşma politikalarının çıkmazına düştüğü bir noktaya gelmiştir.
Geçtiğimiz yıl bir isyana dönüşen Taksim Direnişi sonrası bu durum daha da belirginleşmiştir. Radikal doğrudan eylemler, öz örgütlülüğe dayanan işçi örgütlenmeleri, öz yönetim hedefiyle başlayan işgaller Taksim Direnişi’nde ve sonrasında işçi mücadelesinde tekrar belirginleşen pratiklerdir. Bu pratiklerin belirginleşmesi beraberinde sendikal örgütlenmeyi de farklı bir noktaya taşımaktadır. DİSK Tekstil başta olmak üzere tüm sendikalar ve konfederasyonlar hala daha Taksim Direnişi öncesindeki bürokrat, uzlaşmacı sendika anlayışında ısrar ediyor. Özellikle DİSK’in bu sendika anlayışındaki ısrarının bir anlamı yoktur.
15-16 Haziran’daki işçi öz örgütlülüğünün sendikayı aşarak bir isyana dönüştüğü günlerden bugüne gelindiğinde Taksim Direnişi’nin tekrar canlandırdığı aynı öz örgütlülük yine radikal doğrudan eylemler ile öz yönetimi kendine hedef belirlemiştir. Hala daha hiyerarşik, bürokratik uzlaşmacı anlayışı sürdüren sendikalara gereken cevabı tekrar bu öz örgütlülük veriyor. Bunun en güncel örneği Greif işçilerinin Hadımköy’deki fabrika önünde ve DİSK Genel Merkezi’ndeki eylemleridir.
Başta DİSK olmak üzere tüm sendikalar ve konfederasyonlar bu eylemlere katılımı veya geliştirdiği tutumu doğrultusunda şekillenecek ve bu şekillenme de yine öz örgütlü işçiler tarafından gerçekleşecektir.
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Sendikayla Değil Özörgütlenmeyle: İşgal Grev Direniş” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 6 Aylık İkizlere 25 Ay Hapis appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>mêr û zarok xeçel bûne weke kurdan”
“hanımım Kürdistan gibi acı çekmektesin
erkekler ve çocuklarsa Kürtler gibi ‘utanç’ içinde”
Batman’ın Sason Köyü’nde, henüz çocukken köy yakmalarla, köy boşaltmalarla, OHAL’lerle, devletle ve devletin adaletiyle tanışmış Mülkiye Demir Kılınç, ailesine deyimiyle Zeyno. Devletin dayattığı koruculuğu reddeden ailesine, “terör”e yardım ediyorlar iddiasıyla başlayan baskılar giderek artmış. Bir bayram sabahı, kahvaltı sofrasındayken basılmış evleri asker tarafında.Teypte çalan “xanima min” bahane olmuş, tüm aileyi gözaltına almış askerler. Abisiyle babasından günlerce haber gelmemiş. Sonrası malum, dayaktan perişan bir şekilde serbest bırakılmışlar…
O gün teypte çalan Kürtçe kasetten dava açılan babası, mahkemesinin son gününde, Sason’un göbeğinde vurulunca; babası hastaneden çıkar çıkmaz, geri dönememişler köylerine, bir daha vururlar da kurtulamaz diye.
Göç edip geldikleri İstanbul’da, uzun yıllar konfeksiyon atölyelerinde çalışmış kardeşleriyle birlikte, sonra SES Plak’ta, sonra da Mezopotamya Kültür Merkezi’nde… Zaten ne olduysa da, ondan sonra olmuş…
Mülkiye şimdi 6 aylık ikiz bebekleriyle birlikte, işlemediği bir “suç”tan dolayı aldığı ceza sebebiyle, 19 Mayıs’ta cezaevine girmeyi bekliyor. Kendinden vazgeçmiş artık, çocukluğundan beri yaşadığı adaletsizliklerden biri daha onu bekliyor şimdi. Ama bebekleri için hayal bile edemiyor.
6 aylık Özgür ve Lorin’i cezaevine yollamakta karar kılmış devletin adaleti. Bu iki bebek henüz konuşmayı bile öğrenemeden, şimdi cezaevinin dört duvarıyla, demir parmaklıklarıyla, bezlerine kadar aranmalarıyla, gardiyanlarıyla, “görüş bitti” çığlıklarıyla tanışmaya hazırlanıyorlar.
Özgür ve Lorin’in ilk adımlarını “dışarıda” değil, anneleriyle birlikte bir havalandırma esnasında “volta atarken” atmalarına sebep olanlarsa, “hak, hukuk, adalet”ten dem vurmaya devam ediyorlar…
Merhaba. Sizi 6 aylık bebeklerinizle birlikte cezaevine girmek zorunda bırakan “yargılama” süreci nasıl başladı? Kısaca bahsedebilir misiniz?
Bir gün, bir müşteri elinde yüklü bir kitap listesiyle MKM’ye geldi ve listedeki kitapları almak istediğini söyledi. Gelen kişi, bir yıl öncesinden de gelen biriydi, onu hatırlamıştım. Gelen kişi, çok fazla sayıda kitap istiyordu, ben de bu kitapları bulabileceğimi, ama kitapların hepsinin mevcut olmadığını söyleyerek sipariş veren kişinin telefon numarasını aldım. Kitap listesini tamamladığımda, kendisine haber vereceğimi söyledim. O tekrar gelmeden önce, kitapların siparişinin tamamlanıp tamamlanmadığına dair bir iki defa telefon görüşmemiz oldu. Tabi bu görüşmelerin hepsinin dinlendiğinden de daha sonra haberimiz oldu.
Siparişi veren kişi bir hafta sonra tekrar geldi, kitapları aldı, ben de faturasını kestim ve o kişi gitti. Aynı gün yemek için MKM’den çıktığımda gözaltına alındım. Ne için olduğunu sorduğumda, emniyete gittiğimde öğreneceğimi söyleyerek geçiştirdiler.
Kürtçe ismi Navenda Çanda Mezopotamya olan Mezopotamya Kültür Merkezi, ilk merkezini 1991 yılında İstanbul’da kurmuş bir kültür merkezidir. Müzik, tiyatro, sinema, dans gibi alanlarda faaliyet yürütmekte olan kültür merkezinde ayrıca Kürtçe dersleri de verilmektedir. Uzun yıllardan bu yana çalışmalarına devam etmekte olan MKM, Agire Jiyan ve Koma Çiya gibi müzik gruplarının kurulmasına zemin sağlamış; ayrıca Güneşe Yolculuk ve Bahoz gibi sinema filmlerinin çekilmesine de katkıda bulunmuştur. MKM, bugün 14 farklı ilde çalışmalar yürütmeye devam yürütmeye devam etmektedir.
Peki, emniyete gittiğinizde hangi suçlama iddiasıyla gözaltına alındığınızı öğrenebildiniz mi?
Tabi ki hayır. Emniyete götürüldüğümde, yaklaşık dört gün gözaltında kaldım, hakkımda ek gözaltı süresi istediler. Gözaltı süresince ne ile suçlandığıma, neden gözaltına alındığıma dair hiçbir açıklama yapmadılar. Bu süre içerisinde “Sen kimsin, nerenin sorumlususun, kimden talimat alıyorsun” şeklinde ithamlarla beni konuşturmaya çalıştılar. Sorularına cevap vermeyeceğimi söyledikten sonra ise, ısrarlı bir şekilde “sohbet” adı altında benimle konuşmaya çalıştılar. Hakkımdaki dosyada gizlilik kararı olduğundan, avukatıma da bilgi vermediler.
Beni gözaltı esnasında sağlık muayenesine götürürlerken, koridorda, kitap sattığım kişiyi gördüm. Onun da elleri kelepçeliydi. O anda, onun neden gözaltına alındığını düşündüm. Ondan sonra, o kişiye sattığım kitapları düşündüm. Ama sattığım kitapların arasında tek bir illegal kitap bile yoktu; Choamsky, Foucault, Mesnevi, Elif Şafak, Şükrü Erbaş gibi yazarların kitaplarını satmıştım.
Gözaltında tutulduğum dördüncü günün sonunda, benim “örgüt üyesi”ne yardım ettiğimi, o yüzden gözaltında olduğumu söylediler. Önüme bir tutanak uzattılar ve imzalamamı söylediler. Tutanağa bir göz gezdirdiğimde, hakkımda yazılı bir sürü asılsız iddia olduğunu gördüm ve imzalamayı reddettim.
Serbest bırakıldıktan sonra neler yaşadığınız? Yaptığınızı iddia ettikleri bir “suç” neticesinde başlayan bu yargılama süreci nasıl devam etti?
Aslında, ben gözaltından bırakıldıktan yaklaşık iki ay sonra tam olarak neyle “suçlandığımı” öğrendim. Hakkımda hazırlanan iddianameyi okuduğumda, aslında bunu nasıl “kurguladıklarını” gördüm. MKM’den tiyatro ile ilgilenen bir arkadaşımla yaptığım bir konuşmayı bile, iddianamede “delil” olarak kullanmışlardı. Kitap sattığım kişi ile yaptığım konuşmalar da, aynı tutanakta yer alıyordu. Tutanaktaki konuşmalarda, kitap alacak kişi müşteri olduğundan dolayı görüşmelerimiz de siz-biz şeklinde geçiyordu. Fakat polisler bana yapılan konuşmadaki siz-biz hitaplarının, karşıdaki görüşmecinin “çoğul” olduğunu ve benim birilerinden talimat alarak bu işi gerçekleştirdiğimi iddia ettiler. Yani aslında bu da Türkçenin azizliği, nereye çekersen oraya gidiyor maalesef.
Bu süreçte tek bir somut delil olmamasına rağmen, türlü suçlamalara maruz kaldım. Ama mahkeme heyeti kanıttan ziyade, dosyaya ilişkin kanaat getirdi. Dedi ki “Sen Batman’lısın, kökenin şu, Kürtsün, muhalifsin, muhalif bir kurumda çalışıyorsun. Yani aslında sen potansiyel bir suçlusun, potansiyel bir ‘terörist’sin”. Bana dediler ki sen şunu da yapmış olabilirsin, bunu da… Bundan dolayı cezalısın dediler. Yani somut delil yok, kanıt yok; mahkeme kanıtlar üzerinden değil, olabilirlikler üzerinden kanaat getirdi.
Bu dava ne kadar sürdü, yargılanmanız ne zaman sonuçlandı? Hakkınızda verilen cezayı öğrendikten sonra, bunu nasıl karşıladınız? Böyle bir ceza alacağınızı hiç tahmin etmiş miydiniz?
Gözaltına alındığım tarih 16 Kasım 2011’den sonra, Temmuz 2013’te mahkeme bana ceza verdi ve 2 yıl 1 aylık cezam kesinleşti. Cezam kesinleştiğinde, avukatımın şaka yaptığını zannettim. Bu süre boyunca avukatım da böyle bir sonucu asla tahmin etmiyordu, hatta ben son karar duruşmasına bile katılmamıştım. O da çok şaşırdığını ama böyle bir cezaya çarptırıldığımı söyledi. Bir taraftan da, görüyoruz, olmayan suçlarla yargılanan bir sürü insan, cezaevlerine atılıyor, tutsak ediliyor.
Bir süre sonra cezanın bozulması umuduyla, kararı temyize göndermeye karar verdik. Tabi bu süreçte ben hayatıma devam ettim. Gözaltına alındığım tarihin bir gün sonrasında nikâhım vardı. Ama tabi ben dört gün boyunca gözaltında tutulduğum için, nikahı gerçekleştirememiştik. Mahkeme sürerken de ben hayatıma normal bir şekilde devam ettim. Evlendim, hamile kaldım. Bir sıkıntı yaşayacağımı düşünmediğimden, yaşamımda hiçbir şeyi ertelemedim. Bu sırada cezam Yargıtay’a gitti, ben cezanın bozulacağı konusunda yüzde yüz emin iken, cezam onandı. Ben beş aylık hamile iken, cezamın onandığını öğrendim.
Kitap satarak “yardım ve yataklık” ettiğiniz iddia edilen kişinin davası nasıl sonuçlandı peki?
Kitap sattığım kişi, “üyelik” ten 6 yıl 4 ay ceza almıştı. Ardından onun dosyası da temyize gitti. Yargıtay, “Bu kişi örgüt üyesi değildir, kaçakçıdır. Ve yalnızca yardım etmiştir. “ diyerek cezasını “yardım ve yataklık” suçlamasına düşürdü. Benim cezamsa “örgüt üyesi” olarak yargılanan bir kişiye yardım etmek iddiasıyla, “yardım ve yataklık” olarak bırakıldı. Yani sonuçta benim dosyam, “yardım yataklık eden kişiye yardım yataklık” pozisyonuna geldi. Türk Ceza Kanunu’nda böyle bir suça denk düşen hiçbir madde yok, anayasada bu suçu ifade eden hiçbir tanımlama yok. Onun dosyası bozuluyor, benim dosyam onanıyor. O kadar absürt bir durum yani.
Cezanız onaylandıktan sonra ne düşündünüz? Neticede yargılamanız devam ettiği sürede evlendiniz, iki çocuğunuz oldu…
Ben beş aylık hamileyken cezam onandı. İkiz bebeklerimin normal doğumunu beklerken, stresten kaynaklı düşük riski taşıyordum. Bu süreçte avukatımıza danıştık, ne yapabiliriz diye. O da savcıya gidip erteleme talep etmemizi söyledi. Savcının normalde iki yıla kadar erteleme yetkisi var. Ama ben beş aylık hamileyken, savcı doğuma kadar olan süre ve doğumdan sonra altı aylık bir süre için erteleme verdi. Yani cezayı toplamda bir sene erteledi. Bunun ardından ben erken doğum yaptım ve sekizinci ayda bebeklerimi dünyaya getirdim. Yaşadığım yoğun stres sebebiyle, çocuklarım prematüre doğdu. Çocuklarımı da yaklaşık bir ay emzirebildim, sonrasında sütüm kesildi.
Şimdi 19 Mayıs tarihi, yani cezaevine gireceğim tarih yaklaşıyor. Bu süre içerisinde eğer bir mucize olmazsa, 19 Mayıs’ta bebeklerimle birlikte cezaevine gireceğim. Çocukları hem birbirinden hem de kendimden ayıramam. Bu süreçte görüştüğüm doktorlar, cezaevi koşullarının bebeklerim için çok riskli olduğunu, ama bebeklerimin bu süre içerisinde benden ayrı kalmalarının da en az o kadar riskli olduğunu söylediler. Çünkü bu, psikolojik gelişimleri açısından çok önemli. Bebeklerin dördüncü ayda annelerini kaybetme korkuları başlıyormuş ve eğer ben şimdi cezaevine girerek onlardan 1.5 yıl boyunca ayrı kalırsam, bu her iki çocuğum için de geri dönülemez sonuçlar yaratabilir. Uzun bir tartışma-düşünme sürecinden sonra, eşimle birlikte aldığımız karar bu oldu, bana çocuklarla birlikte cezaevi yolu göründü.
Ama bu gerçekleşmesin diye yoğun bir çaba gösteriyoruz. Kapı kapı avukat geziyoruz. Bebeklerimizi geçen ay alıp, savcının yanına gittik. Belki bebekleri görünce vicdanı sızlar, insafa gelir diye düşündük. Ama hiç öyle olmadı, gayet rahat bir şekilde “Bir şey olmaz, bir şekilde büyürler” dedi, geçiştirdi.
Şimdi neler düşünüyorsunuz? Bu adaletsizliğe karşı yapabileceğiniz bir şeyler var mı?
Cumhurbaşkanın af yetkisi var aslında. Avukatımız aracılığıyla bu yönlü çabalarımız var ama bu yol neredeyse imkansız. Çünkü cezaevinde ölüm sınırında olan hasta tutsaklar bile yoğun bürokratik engeller nedeniyle çok zor durumda. Yani cumhurbaşkanı durumu öğreniyor ve müdahale ediyor gibi düşünmek yanlış. Kamuoyu baskısı şart.
Adalet Bakanlığı’nın davayı iade etme yetkisi var. Bu ihtimal üzerinden de girişimlerimiz var. Ben eğer adi bir suçtan dolayı 2 sene 1 ay ceza alsaydım hiçbir şekilde cezaevinin yüzünü görmeyecektim. Ama ben siyasi anlamda bir tarafta olduğum için ve dosyamda “terör” geçtiği için, aslında her şey en baştan beri belli. Zaten benim cezam 2 yıl 1 ay değil de yalnızca 2 yıl olsaydı, cezamın ertelenmesi mümkün olacaktı. O 1 aylık cezayı da zaten özellikle veriyorlar diye düşünüyorum. 1 ay, benim 1.5 yıl cezaevinde yatmama sebep olacak.
Şimdi internet üzerinden “Özgür ve Lorin Cezaevinde Büyümesin” sloganıyla başlattığımız bir imza kampanyası var, yaklaşık 38 bin imza toplandı. Belki şimdi o imzalarla birlikte Adalet Bakanlığı’na gideriz. 6 ay-1 yıl daha erteleme talep ederiz.
Onun dışında, tabi ki kamuoyu oluşturmaya çalışıyoruz. Belki benim durumumda bir şeyler değişir de, bir gün aynı sıkıntıyı yaşayacaklara emsal olur diye düşünüyoruz. İmza kampanyasından sonra, çok farklı kesimlerden insanlar benimle iletişime geçti. Tam insanlığa karşı umudum kırılmışken, gelen destekler, dayanışmalar beni çok mutlu etti. İstanbul’un birçok yerinden, hatta Amerika’dan ve Hollanda’dan beni arayanlar, sizin için neler yapabilirim diye soranlar oldu. Bu dayanışma, bizi çok mutlu ediyor.
Türk Ceza Kanunu’na göre, ertelemenin mümkün olabilmesi “Hükmolunan hapis cezasının iki yıl veya daha az süreli olması” gerekmektedir. Verilen cezanın ertelenmesi, ancak bu koşullarda mümkündür. Aksi takdirde, Mülkiye Demir Kılınç’ın yaşadığı örnekte de görüldüğü gibi, ceza 2 yılı 1 ay bile geçse, cezaya ilişkin bir erteleme söz konusu değildir.
Sizin yaşadığınız duruma benzer, daha önce yaşanmış herhangi bir örnek var mı? Eğer varsa, o örneklerde hukuki süreç nasıl işlemiş, bu konuda bir bilginiz var mı?
Bu duruma benzer bir durum daha önce yaşanmış mı acaba diye ben de eşim de çok uzun bir araştırma yaptık. Birini bulduk, Gazal Dülek, 10 aylık bebeği Şinar ile birlikte girmiş cezaevine. O bir röportaj vermişti, okuduktan sonra dehşete kapılmıştım. Şinar’ın annesi röportajda, cezaevine mama almadıklarını, çocuk için en fazla paket süt verdiklerini anlatıyor. Neyse ki Gazal o sürece kadar, bebeği 10 aylık olana kadar, anne sütü verebilmiş de, o biraz korumuş Şinar’ı. Çocuk ateşlendikçe, gardiyanlar götürmüş doktora, annesinin eşlik etmesine izin vermemişler. Buna benzer o kadar çok olumsuz örnekler yaşamış ki…
Ben de şimdi düşünüyorum, cezaevine girdikten sonra beşik verirler mi, mama verirler mi… Çünkü benim çocuklarım zaten anne sütü de alamadı. Dolayısıyla beslenmeleri, alacakları ek gıdalar çok önemli. Artık çocuklara kıyafet alırken bile “şunu alsam kalın olur mu, cezaevinin soğuğundan korur mu” diye düşünüyorum. Kafam artık buna çalışmaya başladı. Bir taraftan hazırlanmaya çalışıyorum, bir taraftan da hayal bile edemiyorum.
Bu durumu ileride onlara nasıl anlatacağım, bilmiyorum. İlk adımlarını orada atacaklar… Hatta atabilecekler mi, bilmiyorum. Görüştüğüm doktorlar dedi ki; bu durum onların gelişmelerini de olumsuz etkiler, yani geç yürürler, geç konuşurlar. Zaten sütüm kesilince bir kez etkilendiler ve şimdi cezaevinde daha da etkilenecekler.
Şu anda görünen o ki, devletin adaleti sizlere, altı aylık ikiz bebeklerinizle birlikte cezaevine girmekten başka bir yol bırakmıyor. Böyle bir olası tutsaklıktan sonra, sizce çocuklarınızın yaşamları bu durumdan nasıl etkilenecek? Büyüdüklerinde, 6 aylıkken cezaevine kapatıldıklarını öğrendiklerinde, sizce neler düşünecekler?
Ben ileride bu durumu onlara anlatırım ama onlar bu devlete, bu yargı sistemine nasıl bakarlar, hiç bilemiyorum… Ben, Kürt olmam sebebiyle, ailemle birlikte çok uzun yıllar boyunca türlü sıkıntılar yaşasam da, hiçbir zaman bir Türk hakkında olumsuz bir şey düşünmedim. Hatta eşim Adanalı bir Türk. Kimliğinden ötürü kimseyi yargılamadım. Ama şimdi, biz bebeklerimle birlikte cezaevine girdiğimizde ve onlar yaşadıkları bu adaletsizliği yıllar sonra öğrendiklerinde, öfkelenecekler.
Tamam, ben artık yapmadığım bir şeyi kabul ettim, ama bu iki bebek ne olacak? Bu bebekler, cezaevinden devlete düşman olarak çıkacak. Öfkelenecekler. Ben bunun önüne geçemem. Bu adalet sistemi de, devlet de aslında kendi elleriyle kendine düşman yaratıyor.
Ben artık kendi suçsuzluğumdan, haksız yere cezaevine girecek olmamdan geçtim. Ama şu iki bebeğin cezaevine girmesine karşı yapılacak şeyler olmalı. Birileri isterse, tek bir gecede bir sürü yasa değiştirebiliyorlar. Ama bu iki bebek için neler yapılabilir bilmiyorum… Eğer bebekler olmasaydı, ben ağzımı açıp tek kelime etmezdim. Ben zaten bir sürü insanın haksız yere cezaevinde olduğunu düşünen biriyim. Ama şu an, şu bebekler için haksızlık bu…
Benim artık bu devletin adaletine de, yargısına da, hukukuna da güvenim kalmadı. Hiçbir yargı sistemi, hiçbir ideoloji iki tane bebeği dört duvar arasına kapatamaz. Gerekçesi ne olursa olsun. Diyelim ki ben gerçekten o kitapları sattım, örgüte yardım ettim. Bunun cezası bu mu olmalı? İki bebeğin cezaevine kapatılması mı olmalı?
Eğer bir yolu bulunmazsa, 19 Mayıs’ta ikiz bebeklerinizle birlikte cezaevine girmek zorunda bırakılırsanız, sonrası için ne düşünüyorsunuz? Bebeklerinizle birlikte yaşamak zorunda bırakıldığınız tutsaklığın ardından ne planlıyorsunuz?
Şimdi sistem bana şunu söylüyor, kitap okuma, kitap satma, düşünme, sorgulama… Karşınızdaki sistem o kadar sert ki; beton, esnemez; beton, oynamaz… İşte bu sistemin savunucuları da en az o kadar sert. Çocukların cezaevinde büyüyeceğini söyleyen savcı kadar sert. Şimdi bu durumda kimden nasıl bir hesap soracağız… Cezaevinde çocukların başına bir şey gelse, hastalansa, havale geçirse, zamanında yetiştirilemese… Bunun hesabını kim verecek? Kimi kime şikâyet edeceksin?
Cezaevinden çıktıktan sonra muhtemelen yine muhalif bir kurumda çalışmaya devam edeceğim. Kendi yaşadığım adaletsizliğe ve adaletsizliklere karşı sessiz kalıp, sinmeyeceğim. Bu durumu çocuklara anlatmaya çalışacağım…
Yıllar önce bir kaset yüzünden evimiz basılmış, sürgün edilmişimiz, köyümüze geri dönememişiz… Şimdi ben bir kitap yüzünden ceza alıyorum… Böyle şeyler yaşarken, iki bebeğin cezaevinin dört duvarı arasına hapsedileceğini bilirken, geleceğe ne kadar umutla bakabilirim ki?
Röportaj: Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post 6 Aylık İkizlere 25 Ay Hapis appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>