The post Tarlataban appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tarlataban projesi nasıl bir fikirle yola çıktı?
Ucuz ve nitelikli yemek ihtiyacımızı nasıl karşılayacağımız ilk kez 6 Aralık 2011 tarihinde başlayan, yaklaşık 80 gün süren Starbucks Karşı-İşgali esnasında dillendirilmeye başlandı. Weranşar ve Gewer’de gerçekleşmiş Ax u Av Kolektifi’ndeki izlenimlerini aktaran arkadaşlar böyle bir projenin tahayyülünde bizimle oldular.
Hep beraber bir araya geldiğimizde süreç içerisinde özen gösterilmesi ve bağlı kalınmasına gerek gördüğümüz ilkelerimizi tartıştık. Ortaklaşa bir metinde karar kıldık. Amacımızı ve ilkelerimizi belirlemek için oluşturduğumuz bu metin, fiziksel işlerin yoğunlaştığı bugünkü gibi süreçlerde de geri dönüp bakabileceğimiz bir rehber konumunda. Gündelik çabalar içerisinde insan daha öncesinde karar kıldığı bu amaçlardan uzaklaşabilir. Ne var ki çalışmaların en başındaki tartışmalarımızdan ortaya çıkan bu metin şu günlerde karşı karşıya kaldığımız handikaplarla nasıl başa çıkacağımız noktasında bize kolaylık sağlıyor.
Öğrenci kantini tartışmalarında gıda temini konusunda gıda kolektifi ve Tarlataban projeleri ortaya kondu. Kampüsteki gıda ihtiyacını karşılamayı hedefleyen bir tarımsal üretim olmalı yönünde fikirler ortaya çıktı. Kampüsün kendine yeten üretimi sağlayabilecek alanlarının olduğunu öngördük. Bu alanlarda başlangıçta ihtiyacı karşılayacak tarımsal üretimi, ilerleyen süreçte de hayvancılığa adım atabileceğimizi düşündük.
Şubat ayında burası karla kaplıydı. Mart- Nisan aylarında 20-30 kişiyle, iki aylık tartışma sürecinden sonra bu çalışmayı yürütmeye başladık.
Tarlataban nasıl ve ne çerçevede örgütleniyor?
Tarlataban, gönüllülük esasına dayanan bir sistem, değişik niteliklerdeki insanların bir araya gelmesiyle oluşan bir çalışma grubu.
Birbirimizle, okul içinden ve dışından katılan gönüllüler ve “dış dünyayla” ilişkiler kurarak, yatay olmaya çalışarak – herkesin alabildiği kadar sorumluluk aldığı, kararlara, bir sonraki adıma beraber karar verdiği süreçlerle. Irk, din, dil, cinsiyet, cinsel yönelim ayrımı yapmadan kampüste bütüncül bir sistemin küçük parçalarından birini oluşturmaya başlıyoruz.
Tarlataban’ın amacını belirleyen temel düşünceler nelerdi?
Kent koşullarının sınırlandırdığı yaşam alanımızda gıda ile olan ilişkimizi değiştirmenin, tüketici yerine üretici olmanın, bunu da elbirliği ile yapmanın önemli ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. Bu kolektifi, gıdanın üretimden başlayarak soframıza ulaşmasına varan süreçte kapitalist üretim ilişkilerinin bize dayattığı adaletsiz ve ekolojik dengeyi yok sayan/eden sisteme karşı üretilen alternatif pratiklerin bir parçası, bir adımı olarak görüyoruz. Şehir yaşamının kopardığı toprakla olan ilişkimizi yeniden kurabilmek ve geliştirmek; bunu da beraber üreterek ve düşünerek yapmak istiyoruz.
Takınmaya çalıştığımız tavır uzun vadede piyasanın içinde, piyasaya karşı oyunbozan bir karaktere sahip olmalıydı.
Tükettiğimiz yiyecekler nereden geliyor? Bu yiyeceklerin soframıza gelene kadar içinden geçtiği aşamalar ne kadar adil? Kafamızda bu sorularla gıda politikaları üzerine bir dizi tartışma gerçekleştirdik.
Gıda politikalarında takındığınız tavırdan kısaca bahseder misiniz?
Bu kolektifi, gıdanın üretimden başlayarak soframıza ulaşmasına varan süreçte kapitalist üretim ilişkilerinin bize dayattığı adaletsiz ve ekolojik dengeyi yok sayan/eden sisteme karşı üretilen alternatif pratiklerin bir parçası, bir adımı olarak görüyoruz. Şehir yaşamının kopardığı toprakla olan ilişkimizi yeniden kurabilmek ve geliştirmek; bunu da beraber üreterek ve düşünerek yapmak istiyoruz.
Abdullah Aysu ile görüşmelerimiz özellikle bu konuda etkili oldu. Tohum takaslarında özellikle dikkat edilmesi gerekenleri vurguluyor. Gelişigüzel gerçekleşen tohum takaslarında doğal yaşam alanlarından koparılan tohumların başka coğrafyalara taşınmasının ekolojik uyumu bozan etkilerine vurgu yapıyor. Çengelköy Hıyarı gibi anayurdu İstanbul bölgesi olan türlerin ekimine öncelik vermek, “yerel tohumların yerelde kalması” düşüncesinin bizim açımızdan örnek bir uygulamasını teşkil ediyor.
Bu seneki planlarımız arasında İstanbul köylerini dolaşıp ata tohumları toplama yönünde bir fikrimiz vardı. Mesela Kilyos Gümüşdere’den salatalık fideleri aldık.
Tohumları ve fideleri şimdiye dek nasıl elde ediyordunuz?
Tohumları başlangıçtan bu yana genellikle takasla temin ediyoruz. Anadolu’nun pek çok bölgesinden tohumlar geliyor. Yurtdışından da özellikle Yunanistan’daki kolektiflerle tohum takası noktasında dayanışma içerisindeyiz.
Gezi sonrasında oluşturulan İstanbul içerisindeki bostanlardan gelen tohumlardan toprağa dikilmek üzere fideler yetiştirip onlara gönderiyor, dayanışma gösteriyoruz. Bu bostanlarla kurduğumuz ilişkiyi Bostan Dayanışması adıyla kurduğumuz birliktelikte sürdürüyoruz.
Tohum ya da fide istemek için görüştüğünüz köylülerle ilişkiniz nasıl?
Köylülerle ilişki kurmak, bostanlarla ilişki kurmaktan çok daha zor. Çünkü köylüler bunları hobi olarak yapmıyor, yıllardır yaşamlarını bu yolla sürdürüyorlar. Köylüler tarafından marjinal bir grup gibi ya da heyecanlı bireyler gibi görülmek istemiyoruz. Öte yandan piyasa karşısında ezilmemesi için köylülerin de örgütlenmesi, kooperatifleşmesi gerekiyor. Biz de ilişkilerimizi bu fikirlere olanak tanıyacak ölçüde geliştirmeye çalışıyoruz.
Şirketlerin tohum politikalarına karşı yerel tohumları korumak, çoğaltmak ve dağıtmak çok önemli. Bunu gerçekleştirmek için kooperatiflerle ve kolektiflerle ilişki kurarak ilerlemek gerekiyor. Bu özellikle aracıyı ortadan kaldırmak adına önemlidir.
Doğal tarım, permakültür, organik tarım gibi pek çok yöntem dillendiriliyor siz bu ifadelerden herhangi birini sahipleniyor musunuz yoksa kendi yöntemleriniz mi gerçekleşiyor?
Köylerde insanlar hemen hemen her gün toprakta oluyorlar. Ancak biz burada, kentte, kendi gerçekliğimizle eyliyoruz. İçinde bulunduğumuz koşullara göre davranıyoruz.
Kendi yöntemimiz içinde bulunduğumuz bölgenin koşullarına göre şekilleniyor. Uyguladığımız yönteme permakültür ya da başka bir ad vermiyoruz. Aslında permakültüre pek yakın değiliz. Geleneksel tarım, bilge köylü tarımı gibi daha genel bir tanımla adlandırılabilir kullandığımız yöntemler.
Tarlataban arazisini nasıl kullanmaya başladınız?
Bu arazi üniversiteye bağışlanmış. Üzerinde herhangi bir yapının inşası yasak. Üniversitenin de hiçbir şekilde kullanmadığı bu araziyi kullanmak için izin aldık.
Üniversitenin Çevre Kulübü’nün bir etkinliği olarak Tarlataban projesini gösterdik. Çevre kulübü resmi alanda bize bir araç teşkil ediyor.
Şu ana dek hasatlarda hangi ürünleri elde ettiniz ve bu ürünlerle neler yaptınız?
Şimdiye dek; domates, biber, soğan, sarımsak, marul, roka, buğday, bakla, fasulye, ayçiçeği gibi pek çok ürün yetiştirdik. Önceki sene 185 kökten 1 tona yakın domates elde ettik. Bu domateslerin tüketimden ve satıştan arta kalan kısmını ayıklayıp dilimleyerek konserveler haline getirerek değerlendirdik. Bu konserveleri de BÜKOOP (Boğaziçi Üniversitesi Kooperatifi) aracılığıyla satışa çıkardık.
Ayrıca yemekhane boykotunda tarladan elde ettiğimiz ürünlerin bir kısmıyla yemekhane boykotunda yemek dağıttık. Burada üretilen ürünler sadece üniversite içerisinde kalmıyor. Örneğin en çok ürettiğimiz ürünlerden domatesin bir kısmını Göçmen Dayanışma Mutfağı’na dayanışma olarak göndermiştik.
Karar alma süreçleriniz nasıl işliyor?
Fiziksel işlerde gönüllü olmakta sorun yaşamıyoruz. Ancak karar alma süreçlerindeki tartışmalarda katılımcılık çok önemli. Biz de buradaki arkadaşlarımızın bu tartışmalarda daha aktif yer alması yönünde çaba gösteriyoruz. Ayrıca karar alma sürecimizin büyük bölümü toplantılardan ziyade fiiliyatta gerçekleşiyor. Tarlada iş yaparken kolektif düşünüp kolektif eyliyoruz.
Peki, önümüzdeki dönemde Tarlataban’da ne yetişecek?
Tohum çeşitlenmesi için farklı ekimler yapıyoruz ancak önceliğimiz yine domates ve balkabağında. Domates konserve yapılabiliyor ve balkabağı da uzun süre bozulmadan saklanabiliyor.
Röportaj : Özlem Arkun
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post Tarlataban appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: “İnfaz Erteleme” – Duygu Üyetürk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Mülkiye Demir Kılınç; ikiz bebekleriyle hapse mahkum edilmiş bir anne. Bebekleriyle hapse girmeyi engellemenin yollarını arayıp duran bir anne. Şimdi Mülkiye’nin nezdinde, insanca yaşamaya ve bebeklerini yaşatmaya çalışan bir kadının sürdürdüğü mücadele üzerinden, adaletsizliğin içinde hukukun yargı yollarından, tüm tutsakların “infaz erteleme” çabalarından bahsedeceğiz.
6411 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile sözde infazla ilgili hatalı olduğunu söylediğimiz, sıkça tartışılan sorunların çözüleceği belirtildi. Bu kanunla; şüpheli veya sanığın derdini anlatacak derecede Türkçe bildiği halde, kendisini daha iyi ifade edebileceği bir başka dilde mahkemede savunma yapılabileceği belirtildi.
Kanunda, hapis cezasının infazının gebelik ve hastalık nedeniyle ertelenmesine dair süre ve şekiller düzenlenmiş, hükümlünün istemi ile infazın ertelenmesinin süre sınırı taksirle işlenen suçlar yönünden 5 yıl veya daha az süreli hapis cezasına, kesinleşen hükmün infazında 3 yıl olarak öngörülen yakalama emri, taksirle işlenen suçlar yönünden 5 yıl hapis cezasına çıkarılmaktadır.
Kanunda, kapalı ceza infaz kurumlarında bulunan evli hükümlülerin 3 ayda bir kez olmak üzere, 3 saatten 24 saate kadar eşleri ile cezaevi infaz kurumu personelinin yakın nezareti olmaksızın mahrem şekilde görüşebilmesi düzenlenmiştir. Ancak bu suçluluğu kesinleşmemiş tutukluların böyle bir hakkı olmaması asıl dikkat çeken sorundur.
Kanunda, hükümlülük süresinin beşte birini iyi halle geçiren mahkumlara mazeret izni verilmesi halinde, izin süresinde gece konaklaması gerekli olduğunda iznin geçirileceği yer ve şartlarda iyileşmeye gidildiği görülmektedir. Tutuklunun bir yakınının ölümü veya ağır hastalık geçirmesi durumunda da, mazeret izni kapsamında izin süresinde gece konaklaması gerekli olduğunda iznin geçirileceği yer ve şartlarda iyileşmeye gidileceği ve böylece ev ortamında kalmasının sağlanacağı görülmektedir.
6411 sayılı Kanunun 13. maddesinde, bir buçuk yıla varan (18 aya kadar) hapis cezasına mahkum olanların cezaevlerinden erken koşullu salıverilmesinin veya cezaevine girmeden denetimli serbestlik altında hapis cezası dışarıda çektiriliyor. 31.12.2015 tarihine kadar 6 ay açık cezaevinde kalma şartı aranmaksızın, cezalarının koşullu salıverilme tarihine 1 yıl ve daha az süre kalan iyi halli hükümlülerin talepleri halinde salıverilmeleri mümkün haldedir. Çocukların ise Ceza İnfaz Kanunu’nun 105/A maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinde öngörülen, çocuk eğitimevinde toplam cezanın beşte birini tamamlama şartı da 31.12.2015 tarihine kadar kaldırılarak, koşullu salıverilmesine bir yıl veya daha az süre kalan iyi halli hükümlülerin talebi halinde erken koşullu salıverileceği belirtilmiştir.
Kanunun görüneni bu; biz gerçeklere yüzümüzü dönelim. Soruşturmadan, kovuşturmaya yargılamanın tüm aşamalarında hukuksuzuğun tüm unsurlarını barındıran uygulamalarla, dosyayı inceletmemek, avukatla görüştürmemek, gözaltı süresinin haksız uzatılması, olmadık koşullarda gözaltılar, hukuksuz telefon dinlemeleri, savunmasını ana diliyle yapmak istediği için duruşma salonundan atılan insanlar, planlanan operasyonlarla uydurma suçlularla mahkumiyet kararları, her gün ölüme yaklaşan, hastalıkları ağırlaşan tedavisi yapılmayan hasta tutuklular, gebe, çocuklu mahkum tacizleri, çocukların uğradığı tacizler, tecavüzler, koğuş ağalarının, meydancıların baskı ve şiddeti adaletsizliğin gerçek yüzü. Mülkiye Demir Kılınç; olmayan bir suçtan, haklılığını ispatlayamadan ikiz bebekleriyle birlikte 2 yıl 1 aya mahkum edildi. Çünkü; verilen ceza 2 yılın altında olsaydı, sattığı kitapların bedeli, cezaevine mahkum edilemeyecekti. O infazın ertelenmesini istedi; mahkeme Mülkiye’den kendisi için bir Adli Tıp raporu istedi. Oysaki Mülkiye’nin rapora ihtiyacı yok; beton zeminde, mamasız, havasız, babasız bir çocuğun büyüyebileceğini düşünen zihinlerin Adli Tıp raporuna ihtiyaçları var! Kendi infazı çoktan gerçekleşmiş hukuka değil, gerçek adalete ihtiyaç var!
Duygu Üyetürk
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz: “İnfaz Erteleme” – Duygu Üyetürk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Başka Bir “Hukuk” Mümkün (Mü?)” – Umut Koloş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hukuk, ilk elden ve verili olarak ‘kötü’ bir şey olmak zorunda değildir. Hukukun göndermede bulunduğu adalet de sunulan ya da dayatılan değil, ama alternatif yaşam sahiplerinin birlikte geliştirdikleri kültürel yaşamın bir çıktısı olabilir. Dolayısıyla, yeni-hukuklar mümkündür ve vardır
Hukuk antropologu Robert Redfield’in “İlkel Hukuk”a ilişkin şu sözleri, bu yazının başlığında ‘gizlenen’ soruya verilecek olası yanıt için önem taşıyor:
“İlkel hukukla ilgili söz etmeye girişen birinin üç yoldan birini seçme şansı vardır. Bilindik yol, hukuku, sadece politik olarak örgütlenmiş bir devlet tarafından desteklenen mahkemelerin ve yasaların olduğu yerde görür. [Ancak] Bu yol çabucak çıkmaza saplanır; zira, sadece az sayıdaki okur-yazar olmayan toplum böylesi bir hukuka sahiptir ve bunlar da karakteristik olarak ilkel değildirler. Böylesi bir yolu seçmek ile ilkel toplumlarda hukukun olmadığını söyleyecek olduğumuzdan artık geriye daha fazla konuşacak bir şey kalmaz.”
Hukuk Felsefesi alanında yapılan çalışmalar zaviyesinden bakıldığında Redfield’in bahsettiği bilindik yol “Hukuksal Pozitivizm” olarak adlandırılan bir akımdır. Hukuksal pozitivizm akımının klasik yaklaşımı, kaba hatlarıyla, hukuktan bahsedebilmemizin zorunlu koşulunu özellikle devlet gibi merkezi bir siyasal iktidar odağından kaynağını alan ve olgusal olarak karşımızda duran pozitif metinlerin varlığına bağlamakla karakterize olur. Dolayısıyla, böylesi bir örgütlenmenin ve normatif içeriğe sahip metinlerin olmadığı bir yerde hukuk da yoktur.
Hukuksal pozitivizmin yanı sıra bir diğer hukuk felsefesi yaklaşımı olan “Doğal Hukuk” akımı ise, kaba hatlarıyla, hukukun doğasının, kaynağını bir siyasal iktidar merkezinden almak zorunda olmayan ve pozitif metinleri de aşan ilkelerde yattığı görüşü etrafında kümelenir. Bu ilkeler doğal düzenin kendisinden, Tanrıdan yahut akıldan çıkabilmektedir. Dolayısıyla, doğal hukuk yaklaşımından hareketle, siyasal iktidarın her söylediği büyük harfle başlayan Hukuk’a karşılık düşmek zorunda değildir. Doğal hukuk yaklaşımının bir diğer iddiası, Hukuk’un söz konusu ilkelerinin aşkın ve evrensel oluşudur ve bu ilkeler aynı zamanda aynı aşkınlık ve evrensellikteki ahlâki prensiplerdir.
Hukukun doğasına ilişkin yaklaşımları bakımından birbirlerine karşıt olarak konumlandırılan bu iki hukuk felsefesi akımının klasik versiyonları, aslında, sosyolojik ve antropolojik karşılığı dikkate almama noktasında ortaklaşırlar . Oysa konuya Redfield’in ima ettiği farklı noktadan bakmak, bu iki yaklaşım arasında sıkışıp kalmayı engelleyebilir görünmektedir.
Hukuk da, diğer üstyapı kurumları gibi, belirli bir toplumsal yapı artalanına sahiptir. Bu artalana dair yapılacak betimleme, bizi, zorunlu olarak hukuk sosyolojisine/hukuk antropolojisine götürür. Ve, hukuk sosyolojisi/hukuk antropolojisi bize, devlet-aşırı olan ya da zorunlu olarak aşkın bir ahlâka göndermede bulunmak gerekmeksizin ulaşılabilen bir hukuk tanımı vermeye elverişlidir. Başka deyişle, hukukun zorunlu olarak devletle eş anlamlı tutulmasının gerekmediği ya da aşkın olduğu varsayılan bir ahlâki değere eşitlenemeyeceğini gösteren alternatif bir teorik çalışma alanı mevcuttur.
Hukuk sosyolojisi bakımından burada karşımıza çıkan kavram öbeği “yaşayan hukuk” olarak ifade edilir. Yaşayan hukuk, hukuk sosyolojisi/hukuk antropolojisinin sunduğu alternatif teorik yaşama alanındaki çalışmaların bir çıktısıdır. Buna göre, devletin ve onun örgütlü yapısının ya da bir dizi aşkın ve evrensel ahlâki ilkenin kapsama alanı dışında kalan “hukuk(lar)”ın varlığını tespit etmek mümkündür. Farklı toplum tarihi kesitlerinde ve yine farklı kültürlerde/alt-kültürlerde farklı hukuklarından söz etmenin yolu bu sayede açılmaktadır.
Maalesef, Türkiye’de çok da fazla haberdar olunmadığını gözlemlediğim bir risalesinde Kropotkin bu alternatif yaşama alanına temas eder. Kropotkin’in hukuka ve toplumu dikkate alan hukukçu yaklaşımlarına kayıtsız kalmayışı von Jhering’e yaptığı göndermelerden de görülmektedir. Von Jhering , hukuku, toplumsal faydaya dayanan toplumsal çatışmaları dikkate almak suretiyle faydayı hedefleyen bir konumda ele almaktadır; hukuk bu noktada, bu çatışmaları önlemeye yönelik bir süreç olarak konumlandırılır . Kropotkin, Jhering’in hukuka dair düşüncelerinde, ilk etapta önem vermediği gönüllü kısıtlama ile karşılıklı yardımlaşma meselesine sonraki çalışmasında büyük yer verdiğini ve bu minvalde, toplumun zorlayıcı olmayan etkenleri üzerinde durulmasına verdiği önemi vurguladığında sanırım söz konusu alternatif okumaya alan açan bir ilgiden haberdar eder bizi.
Kropotkin, Hukuk ve Otorite’de bu ilgisinin somut karşılıklarını sunar.
Kropotkin’in Hukuk ve Otorite’de belirttiği gibi, tüm insan toplumları ‘ilkel’ bir aşamadan geçmişlerdir ve yazılı kanunların olmadığı -zira ilkel toplumlar yazısız toplumlardır- bu aşamalarda insanlar kendi örf-adet hukuklarına sahiptirler . Bu toplumlar, yasanın inşâ etmediği ve şeylerin doğasından spontan olarak ortaya çıkan toplumsal duyguları ve örf adetleri kendiliğinden ve zaten haizdirler .
Burada Kropotkin’in, şeylerin ‘doğası’na göndermede bulunması, onun da bir doğal hukuk yaklaşımına sahip olduğu şeklinde yorumlanabilirse de, bu ‘doğa’nın en azından toplumsal yaşayışın bizatihi kendisinden sadır olması, onun aşkınlığından çok içkinliğinin akla gelmesine sebebiyet vermektedir. Bu itibarla Kropotkin’i klasik bir doğal hukukçu saymak noktasında şüphelere yol açacaktır. Gerçekten de metninde vurguladığı hususlar dikkate alındığında Kropotkin’in toplumsal yaşamın çıktıları olarak bir dizi örf-adet hukukundan bahsettiği anlaşılmaktadır.
Kropotkin’e bu değini, esas itibariyle, hukuk kavramına dair verili olarak olumlu ya da olumsuz herhangi bir değer yüklemesinde bulunulmasındansa hukuku içinden çıktığı yaşam formundan hareketle anlamanın önemine dair anarşist perspektifin serimlenmesine çalışılmasındandır. Böylesi bir perspektif, hukuk ve hukukun göndermede bulunduğu adalet düşüncesinin yine verili olarak ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olduğuna dair tespitin, tespit politik olmayıp bilimsel olma iddiasındaysa, yeterli olmadığını anlatmaktadır. Bu tespit, hukuk ile ilgili de alternatif bir yaşam alanı açar.
Tekrar pahasına, bu alternatif hukuk okuması, alternatif yaşam alanlarının alternatif hukuklarının olabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Bu itibarla hukuk, ilk elden ve verili olarak ‘kötü’ bir şey olmak zorunda değildir. Hukukun göndermede bulunduğu adalet de sunulan ya da dayatılan değil, ama alternatif yaşam sahiplerinin birlikte geliştirdikleri kültürel yaşamın bir çıktısı olabilir. Dolayısıyla, yeni-hukuklar mümkündür ve vardır.
Bir blog yazısına yazılan yorumdan alınacak bir pasaj, son sözleri oluştursun:
“Ezilenlerin hukuku ise ezilenlerin devletten sadır olmayan ya da devlet menşeli olmayan bir hukuk kurmalarını, hukuk olmayan bir ‘hukuk’ inşâsını gündeme taşımak gibi olumlu bir kuvve olabilir. Burada toplumsal ahlâk, ille birilerinin ‘temsili’ ağzından çıkmayan bir hukuk olabilir ve doğal hukuk da Tanrıya ya da akıl’a değil, yaşamın bizzat kendisine gönderme yapabilir.”
Umut Koloş
yenihukuk.blogspot.com.tr
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Başka Bir “Hukuk” Mümkün (Mü?)” – Umut Koloş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Yaza İncecik Girmek İçin ŞOK DiYETLER” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yavaş yavaş zayıflayamıyor, her şeyden bir anda elinizi eteğinizi çekip gözle görülür bir kilo mu vermek istiyorsunuz? 3 günde 5 kilo verebilirsiniz. Eğer böyle düşünenlerden biriyseniz ‘İsveç Diyeti’ni uygulayabilirsiniz, ancak…
Yaza incecik girmek ya da fazla kilolardan kurtulmak için yeme alışkanlıklarında radikal değişiklikler yapmak şu günlerde pek çok sofrada tartışma konusu. Birbirinden ilginç fikirler, irade denemeleri, kararlılık yeminlerinin ardı arkası kesilmiyor. Şüphesiz bu durumun aktörleri, bahsedeceklerimden kat kat fazlasını biliyorlar. Ancak günübirlik yaşamda reflekslere indirgenmiş bu yaklaşım ve davranışları da yeniden gözden geçirmek şu zorlu günlerde yararlı olabilir.
Zayıflamanın Mucize Yöntemi: İsveç Diyeti
Evet, akla ilk gelen soru: Neden İsveç? Daha önce diyetlerle ilgilenenler şaşırmayacak; diyetin İsveçle hiçbir alakası yok. Olması da gerekmez zaten. Önemli olan ilgi çekici bir isme sahip olması ve akılda kalıcılığı. Gerçi İsveç pek çok kez İsviçre ile karıştırılıyor olsa da bu, diyetin ilgi çekiciliğini azaltmıyor.
Diyet 13 gün sürüyor. İnternette, diyet listesinin dolaştığı sayfalarda 13 gün diyeti ve Danimarka diyeti gibi farklı isimlerdeki diyet listeleriyle de görülebiliyor. Dahiyane diyetin mucidi edalarındaki internet sitesindeki yorumlarda görüldüğü kadarıyla 2. güne kadar sorular ve yorumlar yoğun seyrediyor, 6. günden sonrası ile ilgili de neredeyse hiçbir yorum yok. Zira listeye göz attıkça 7. günün akşam menüsü dikkat çekiyor: Yok!
Diyeti Türkçeye kazandıran şahıs da öyle radikal değişiklikler yapmış ki zaten akıllara zarar olan diyete deyim yerindeyse tuz biber ekmiş. Pek çok günün öğle ve akşam yemeği Lunch ve Dinner kelimeleri dolayısıyla karıştırılmış. Örneğin 4. günün İngilizce menüsünde “Lunch: 200 ml orange juice + 1 can of natural yoğurt” (Öğle yemeği: 200 ml -yani 1 su bardağı- portakal suyu + 1 kutu -yani ne kadar olduğu belirsiz miktarda- doğal yoğurt) önerilirken bakalım Türkçeye nasıl geçmiş: Akşam: 2 dilim portakalın suyu, 100 gram yoğurt. Yoğurdun miktarı hangi kutuya göre hesaplandı bilinmez. Ancak bir portakalın hangi 2 diliminden 1 bardak portakal suyu çıkacağını sorgulamaya bile gerek yok.
Kahvaltılar ise başlı başına fiyasko. Diyetin en mantıklı kahvaltısı 12. günün sabahında: 1 havuç. Tabi eğer o güne kadar gelebilirseniz. Diğer günlerde ise kahvaltılar genellikle 1 fincan kahve ve kesme şekerle geçiştiriliyor. Evet yanlış duymadınız, bildiğimiz rafine kesme şeker.
Zayıflatacağını İddia Eden Diyette Kesme Şekerinin İşi Ne?
Sağlıklı beslenmenin gerekliliğini söyleyen bu diyet sayfası hangi akla hizmet onca işlemden geçirilmiş bir maddeyi tüketmemiz gerektiğini söyleyebiliyor?
Diyette önerilen kesme şeker aslında şeker kamışı, şeker pancarı veya nişasta bazlı (mısır gibi) bitkilerden, fabrikasyon ortamda ileri teknoloji ve kimyasal katkılarla üretilen kristal şekerin kömür, hayvan kemiği külü, ya da sentetik reçinelerle ağartılmasının ardından kimyasal yapıştırıcılarla sıkıştırılmasıyla şekillendirilmiş küp hali.
Şekerin Ne Zararı Var?
Şeker bilindiği üzere karbonhidrat sınıfı yiyeceklerin basit yapılı bir türüdür. Doğal yollarla tüketeceğimiz besinlerin beyindekiler dahil tüm sinir hücrelerinin kullanacağı yapıya dönüştürülmesi ihtiyaç duyulan hızda ve vücudun kontrolünü sağladığı miktarda gerçekleşir. Rafine şekerin yendiği gibi, vücutta herhangi bir kontrol mekanizmasının düzenlemesine fırsat tanımadan kana karışması ilk olarak kan şekerini yükseltmektedir. Kanda yükselen şeker oranına yanıt olarak pankreastan insülin hormonu salgılanır. Bu hormon kanda dolaşan şekerin hücreler tarafından bir an önce kullanılması ya da depolanması mesajını taşır.
Rafine şeker içeren gıdalar glikozun kandaki ani artışına cevap olarak üretilen yoğun miktarda insüline karşı zamanla duyarsız hale gelir. Ve yapmaları gerekeni anlamak için daha fazla uyarıya yani insüline gereksinim duyarlar. İnsülin duyarlığının azalması durumu Tip 2 Diyabet olarak adlandırılır. “Bende şeker var” diyen pek çok kişinin bahsettiği de kısaca bu durumdur.
Rafine Şekerin Beyinde Yol Açtığı Zarar: Bağımlılık
Beyin hücreleri, nöronlar, sadece şekerle beslenirler. Öyle ki beyni ve omuriliği çevreleyen zarın içindeki Beyin Omurilik Sıvısı’na yalnızca şekerin giriş yapma ayrıcalığı vardır. Nöronlar insülinin mesajında belirtilen “kullan ya da depola” komutunda depolama işlevine sahip olmadığı için yalnızca kullanabilirler. Yine depoları da olmadığı için kendilerine sürekli olarak hazır şeker gönderilmelidir. Vücut bunu karaciğerin ve pankreasın büyük role sahip olduğu bir mekanizmayla kendiliğinden yapar. Keza kandaki şeker oranı düştüğünde beyin şekersiz kalıp komaya girecektir. Diyabet hastalarının yanlarında kesme şeker taşıması komanın önüne geçmek içindir.
Şekerden bahsettiğimizde vitaminden, mineralden, liften, enzimden arındırılmış sadece kaloriyle ifade edilebilecek yalnızca bir enerji sağlayıcı olduğunu düşünebiliriz. Ancak bu madde, metabolizma içerisinde tıpkı insülinde olduğu gibi birçok hormonun salgılanma düzeyini de etkiler. Mutlulukta açığa çıkan serotonin hormonunun kanda artış gösteren şekerle birlikte yükselmesi buna bir örnektir. Ancak öte yandan salgılanan insülin hormonu bu yüksek orandaki şekerin kısa zamanda düşmesine yol açtığından beyinde yapay mutluluk duygusunun sonlanmasıyla görülen çökkünlük hali ortaya çıkar. Bu şekilde yaşanan şeker çöküntüsü bir an önce daha fazla şeker alma ihtiyacını ortaya koyan bir döngü oluşturur. Bu dalgalanma başta depresyon olmak üzere pek çok psikiyatrik bozukluğa neden olmaktadır.
Genellikle bir bozukluk olarak değerlendirilmese de, güzellik gibi kavramların herkesçe aynılaştırılması bir mutabakattan değil sistematik bir dayatmadan kaynaklanmaktadır.
Kapitalizmin Güzelliği
Kapitalizmin “güzellik” ifadesiyle dayattığı aslen belirgin tek bir biçime indirgenmiş görsellikten ibarettir. Bu indirgemedeki teklik yalnız bir imgeyi nitelemez. Bazen beden ölçülerindeki kriterlere ulaşmayla, bazen bedenin bir parçasını belirli bir biçime sokmayla bazen de beden üzerini örten boya ve kumaşlarla bu güzellik sağlanır. Çoğunlukla güzel olmak için bir form değişikliği esastır. Öyle ki olduğu haliyle güzel diye nitelenen hiçbir bünye de yoktur. Yine de güzel olduğu kabul edilen belirli kısımlara sahip insanlar vardır. Bu insanların adlarını organların sıfatı olarak görürüz bazen. Biri dudağıyla, Öbürü kalçasıyla, Diğeri göğüsleriyle güzelleşirken; güzellik Birine, Öbürüne ve Diğerine olan benzerliklere indirgenir.
Biri, Öbürü ve Diğeri gibi olanlar aslen güzel ilan edildikleri için reklam filmlerinde oynasalar da tanıttıkları ürün sayesinde güzel olmuşlar gibi düşünmemiz beklenir. Ve biz de tanıtılan ürünü bir numune “yani reklamda oynayan ünlü’nün” inandırıcılığına bağlı olarak onun kadar güzel olmak için satın almaya ikna ediliriz.
Kapitalizmin propaganda araçlarınca dönemsel olarak belirli şekillere bürünmemiz sağlanır. Modayı çoğunlukla giysilerimizle yakalamaya çalışırken, bazen bedenlerimizi bile değiştirmemiz beklenir.
Sıfır Beden
Sıfır beden, Amerikan katalog sistemindeki giysileri sınıflandırmada bir beden ölçü aralığı. Bu aralık kadınlarda (76-56-81 cm) den (84-64-89 cm)’e kadarki beden ölçülerini niteliyor. Bu ölçülerden 1 ila 5 santim daha küçük ebatlardaki grup içinse 00 -yani çift sıfır- beden kullanılıyor. Bir diğer numaralandırma sistemine göre sıfır beden 32 numaraya tekabül etmektedir. Bu beden ise genellikle ergen kız çocuklarına yönelik bir üretimde belirginleşir. Elbette bu bedenler için üretim yapılmasında bir yanlışlık yok. Ancak terslik insanın kendi bedenine uygun bedende giysi seçmek yerine belirli bir ölçekteki giysinin içine girebilmek için bedenini dönüştürmeyi denemesiyle ortaya çıkıyor.
Pek çok genç kadının bedeninde bir takım fazlalıklar olduğunu düşünmesinin baskın kültürün bir dayatması olduğu ortada. Kapitalizmin küresel doğrularıyla bu denli iç içe yaşarken bile, “aslında bazı toplumlardaki –güzel- ifadesinin görece daha kilolu kadınları nitelediğini” bilmeyen yok gibi. Yine de içinde bulunduğu toplumun benimsediği değerlere göre kabul ya da ilgi görmek, karşı konulması çok da kolay olmayan bir hissiyat olsa gerek.
Yine de östrojen hormonunun salgısını imkansız kılacak eşik değerlerin altında yağ oranına sahip bir bedende olmaya çalışmak sadece fizyolojik bir sorun olarak algılanmamalı. Aslında bunun pek çok yerde yazıldığı gibi psikiyatrik hastalık olarak nitelenen kategorileri de mevcut. Ancak Anoreksiya Nervoza, Bulimia Nervoza gibi teşhislerle kutu kutu antidepresan reçete eden hekimler bu sorunun toplumsal çıkış noktalarına da çare olabilirler mi?
Elbette bu sonunun çıldırmış bazı bireylerden kaynaklandığını düşünmek eyleme geçmek için daha kolay olacaktır. Bireye yönelik tedavi planlarıyla gözle görülür değişiklikler izlenebilir. Ancak bu yeni vakaların oluşmasını engellemeyecektir. Zira çözüm de sorunun kaynağı gibi toplumsal olmalıdır. Güzelliğin ve sağlığın sosyal belirleyicilerini sorgulamak; moda, güzellik, tüketim, beslenme ve sağlık dahil pek çok konuda alışılagelmiş uygulamaların ne kadar doğru, ne kadar anlamlı olduğunu yeniden düşünebilmek için kaçınılmazdır.
İsveç diyetini bizlere sunan internet sitesi isvecdiyeti.gen.tr nin mühim uyarısını da unutmadan belirtelim:
“İsveç diyeti, sitede yer alan grafiklerin tüm hakları saklıdır. Kopyalayanlar hakkında yasal işlem yapılacaktır. Sitede yer alan bilgiler sadece bilgilendirme amaçlı olup, kullanımına, uygulanmasına, satın alınmasına, delil gösterilmesine veya tavsiye edilmesine aracılık etmez. Sitemizdeki bilgiler, hiçbir zaman kesin bilgi kaynağı olmayıp, kullanıcılar tarafından eklenmiştir veya yorumlanmıştır. Buradaki bilgiler sitemizin asıl görüşlerini içermeyebileceği gibi hiçbir taahhüt ve tavsiye yerine de geçmez.”
Alp Temiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Yaza İncecik Girmek İçin ŞOK DiYETLER” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Sömürü Sevap Boko Haram” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Boko Haram, Nijerya’nın kuzeyinde 2002 yılında Muhammed Yusuf tarafından kurulmuş Selefist bir gruptur. Radikal islami kararlarla yönetilen bir Nijerya isteyen grup batılılaşmanın önüne geçmeyi savunur. Bu düşünceyle özellikle hükümet binaları ve Hristiyanlara yönelik saldırılar, kilise bombalama, okul ve karakollara silahlı saldırılar düzenlerler. Grubun hedefleri arasında Batılı turistler de vardır. Grup aktif bir şekilde hareket ettiğinden bu yana çok sayıda turist kaçırılmıştır. Grubun düzenli bir hiyerarşisi ya da yapısı yoktur.
Grubun kurulmadan önce Maitatsine isimli bir başka radikal islamcı grup olarak hareket ettiği biliniyor. Tüm bu dinsel nedenlerin yanında, Boko Haram, Hausa ve Fulani etnisitelerinin devlet tarafından “etnik temizliğe” maruz bırakıldıklarını da iddia ediyor. Uluslararası Af Örgütü’nün raporları, örgütün etnik temizlik meselesinde çok da yanlış şeyler söylemediğini savunuyor.
Kelime anlamıyla “boko” İngilizce’deki book kelimesiyle aynı anlamı taşıyor. Yani “Kitap ya da Batılı eğitim haram” anlamına geliyor örgütün ismi. Boko, aynı zamanda Latin alfabesiyle yazılan Hausa dili demek. Yani Boko Haram, batılılaşmaya, İslam’la ilişkisi olmayan eğitime karşı bir ideoloji taşıyor.
Örgüt Cihadcı bir grup olduğunu 2009’da açıkladı. Mağrip El-Kaidesi ile ilişki içerisinde olduğu biliniyor. Nijerya içerisindeki Müslüman nüfusla çok ilişki halinde değil. Dahası, örgüt hakkında olumsuz beyanlarda bulunan Nijeryalı birkaç İslam bilginine suikast düzenlenmiştir.
2010’dan bu yana saldırı eylemlerini sürdüren grup, Chibok baskınıyla kaçırdıkları kız öğrencilerden önce, sadece 2014 yılı içerisinde; Federal Hükümet Üniversitesi’ne saldırı sonucu 29 kişi, Izghe Katliamı’nda 106 köylü, Maiduguri’de gerçekleştirilen bombalı saldırı sonucu 31 kişi öldürmüştür.
14 Nisan’da Nijerya’nın kuzeyindeki Chibok kentinde bir okulu basıp, 200’den fazla kız öğrenciyi kaçıran Boko Haram’ın bu eylemi, ilk eylemi olmamasına rağmen geniş yankı buldu. Bu, büyük ölçüde başkentte yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nun etkisiyle oldu.
ABD başkanı Barack Obama’nın eşi Michelle Obama’nın “Kızlarımızı Geri Getirin” kampanyasına destek vermesiyle Boko Haram daha fazla görünür olurken, ABD Savunma Bakanlığı da rehinelerin kurtarılması için destek vereceğini açıkladı.
Boko Haram’ın kaçırdığı kız öğrenciler için başlatılan süreç devam ederken Uluslararası Af Örgütü’nden ilginç bir açıklama geldi; Nijeryalı yetkililer kızların kaçırılacağını bilmesine rağmen harekete geçmedi! Yapılan yazılı açıklamada Af Örgütü, Boko Haram’ın 14-15 Nisan tarihlerinde Chibok’a yapacağı saldırıya ilişkin uyarıda bulunduğunu ancak Nijeryalı yetkililerin acilen harekete geçmemeleri yüzünden böyle bir durumun yaşandığını belirtti.
Farklı İslam örgütlerinden birbiri ardına kınama mesajları gelse de, El-Kaide bağlantılı Boko Haram rehineleri henüz bırakmış değil.
İklim Değişikliğinin Terörizme Etkileri
Bu eylem ya da Batılıların tabiriyle “İslami Terörizm” Nijerya’da yeni değil. Bu konu kıta çapında sadece Nijerya hükümetinin değil, Batılı ülkelerin de siyasi gündeminde. Sorunu ortadan kaldırma niyetiyle yapılan çalışmalar uzun zamandır devam ediyor. Toplumsal sorunların çözümünde, bu sorunların nedenini derinlemesine araştırmak özellikle Batılı devletlerin en iyi bildiği iş!
2009 yılında, Birleşik Krallık Uluslararası Kalkınma Bölümü’nün çalışması, Nijerya’daki bu sıkıntının nedenini açık bir şekilde gözler önüne seriyor; “mevcut toplumsal sorunlar doğrudan iklim değişikliğiyle ilgili.”
Bölüm, açıklamasında iklim değişikliği nedeniyle su kaynaklarının azalmasını, bu azalmayla ilintili çölleşme ve çölleşmenin yarattığı arazi sıkıntısını ve buna bağlı ürün kaybını Nijerya’nın tüm toplumsal sorunlarının nedeni olarak görüyor.
Yine benzer ama daha yakın tarihli ABD Barış Enstitüsü çalışması da durumu “basit bir nedensellik ilişkisi” olarak tarifliyor: İklim değişikliği Nijerya’daki şiddeti arttırıyor. Enstitü, çalışmasında iklim kaymalarına yönelik tedbirsizlikten dolayı hükümeti suçlarken, bu iklim kaymalarının, insanların toprak ve su gibi kaynaklara erişimini azalttığını belirtiyor. Kaynaklara erişim sıkıntısının ikincil sonuçlara da yol açtığı raporda vurgulananlar arasında. Bu ikincil sonuçlar, hastalık, açlık ve işsizlik… Durumun toplumsal çelişkilerin artmasına yol açtığı yine raporda vurgulananlar arasında.
Nijerya’daki Ahmadu Bello Üniversitesi de Batılı raporların ışığında, iklim değişikliği ile birlikte yağış miktarının azalmasının ve su seviyesinin 21. yüzyılın en kötü seviyesinde seyretmesinin, Nijerya’nın bazı bölgelerinde petrol kaynaklı (!) sorunlara yol açacağını bildiren açıklamalarda bulundu.
Aynı üniversiteden Boko Haram’la ilgili yapılan bir açıklamada, Boko Haram’ın öncülü olan Maitatsine Seksiyonu üyelerinin büyük çoğunluğunun ekolojik felaketlerin kurbanı olduğunu bildirildi. Yoksulluk, yiyecek ve su kıtlığı, iş ve barınacak yer bulunamamasının insanları Boko Haram’a katılmaya ittiği söyleniyor.
Africa Review’den tespitinde olduğu üzere, Boko Haram askerleri yoğunluklu olarak Nijerya ve Çad’dan gelen, kuraklık ve açlıkla boğuşan insanlardan oluşuyor. Çevre coğrafyalardan Nijerya’ya ortalama iki yüz bin çiftçi ve çoban göç etmiş durumda. Göçmenlerin bir kısmı büyük şehirlerde çalışıp eve para göndermeye çalışıyor. Geri kalanlarsa Boko Haram’da.
Nijerya ordusu da benzer bir şekilde, iklim değişikliği ve artan şiddet olaylarının farkında olduğunu belirten bir açıklama yaptı. Artan bir şekilde devam eden şiddet olaylarına ilişkin özellikle Borno, Yobe ve Katsina eyaletlerinde 2006-2008-2010 yıllarında olağanüstü hal ilan edildiği yine aynı açıklamada vurgulandı. Mevzu bahis alanlar, şu an Boko Haram’ın en aktif olduğu alanlar.
Enerji Meselesi
Büyük toplumsal sorunları basit bir nedensellik ilişkisi içerisinde ele alırsanız, ortaya çıkan sonucun ne olacağını görmek açısından iyi bir örnek Nijerya. Yukarıda verilen örneklerin anlamı şu; açlık, hastalık, terör, işsizlik vb. sorunların nedeni İklim Değişikliği…
Doğal olaylardan kaynaklı yaşanan toplumsal problemler… Basit nedensellik ilişkisi içerisinde bu önermeye inananacak kurum sayısı oldukça fazla… Bu kurumlar tabii ki gözünü Afrika’nın enerji kaynaklarına dikmiş Batılı küresel şirketler ve bölgede ekonomik ve siyasi hesaplar yapan Batılı devletler.
Afrika’da yaşanan iklimle ilişkili sorunların, su kaynaklarının ve verimli toprağın gittikçe azalmasına etkisi yok demek gerçeklikten uzak olacaktır. Ancak, aynı zamanda bu kaynakların belli tekellerde (özellikle Batılı şirketlerin elinde) olduğunu da hemen eklemek gerek. Çünkü ezilenlerin yaşam koşullarındaki olumsuzluğun kaynağı iklimle değil, doğrudan Batılı devletlerin ve şirketlerin politikalarıyla ilgilidir. Bu noktada, Nijerya’yı Afrika kıtası bağlamından ayrı ele almak anlamsız olacaktır.
Açlığı, yoksulluğu, insanların ihtiyaçları olan şeylere erişememesini; dolayısıyla bu durumun yol açtığı toplumsal sorunları “doğal” nedenlerle ilişkilendirmek basit bir amaca hizmet eder. İnsanların yaşadığı koşulları içselleştirmesine…
Mart ayında, bir Shell yetkilisinin yaptığı açıklamaya göre, Nijerya’da ham petrol üretim oranları büyük bir düşüşte. Yani ucuz petrolün sonuna gelindi. Petrol ithalatındaki düşüş, Nijerya gibi petrol devletlerinde sosyal krizlerin oluşmasına neden olur.
Kuzey Nijerya’da, yani Boko Haram’ın kalesinde nüfusun %70’i günde bir doların altına çalışıyor, işsizlik ve hastalık oranları çok yüksek. Yani Boko Haram’a katılmak için nedenleri çok. Ekonomik anlamda yaşanan olumsuzluk bunun katsayısını arttırıyor. Boko Haram’a ilişkin Batı’yı bilgilendiren belki de ilk gazeteci olan David Francis bu durumu “Boko Haram’daki gençlerin büyük bir çoğunluğunun radikallikle ilgisi yok, hepsi kötü koşullarda yaşayan insanlardan oluşuyor.” diye anlatıyor.
Sahra Çevresi’nde Terörizm
Nijerya; Nijer, Çad ve Cezayir’le beraber Mağrip El-Kaidesi’nin yoğunlaştığı coğrafyalar olarak biliniyor. Bu coğrafyadaki devletlerle beraber ABD mimarlığında imzalanan bir paktla özellikle El-Kaide’ye karşı bir mücadele hattı oluşturuldu.
Bu coğrafyalardan ilk üçü sadece El-Kaide’nin etkinliklerini yoğunlaştırdığı alanlar değil. Buralar aynı zamanda zengin petrol kaynaklarına sahip coğrafyalar. Daha sonra bu paktın, AFRICOM ismiyle ABD ordusuna dahil edilmesi, ABD’nin bu coğrafydaki hesaplarını anlamak açısından önem taşıyor. Öte yandan özellikle Nijerya’nın zengin bir kaya gazı havzası olması, Batılı devletlerin bu bölgenin güvenliğini almak istemesinin ardındaki nedenler arasında duruyor.
Nedensellik İlkesini Tekrar Düşünmek
Olağandır ki, her toplumsal, ekonomik ya da siyasal olayın nedenleri vardır. Ortaya çıkan sonucu ilgili bir nedene bağladığımızda, diğer nedenlerden uzak gösterebiliriz. Afrika kıtasındaki açlık, yoksulluk, hastalıkları bugün iklim değişikleriye ilişkilendirenler; kıtayı ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan sömürmeyi politika haline getirmiş kapitalist şirket ve devletlerdir.
Bu nedensellikle saklamaya çalıştıkları sadece, yüzyıllar süren sömürü değil; aynı zamanda yeni sömürü biçimleridir. Boko Haram’ın bu önemli yükselişinden, El-Kaide’nin Afrika’daki gelişiminden özellikle Cezayir İstihbarat Servisi, dolayısıyla ABD, Fransa ve İngiltere gibi devletlerin gizli servislerinin haberi olmadığını düşünmek gerçekçi değildir.
Öncelikli olarak enerji politikaları ve bölgesel siyasi iktidar hedefli dış politikalar konuşulmadan kurulacak her neden-sonuç ilişkisi havada kalacaktır. Bundan sonra yoğunlaşılması gereken, Boko Haram’ın ne kadar “terörist” olduğu ya da “iklim değişikliklerinin toplumsal sonuçları” olacaktır.
Farklı coğrafylarda benzeri olayların bazılarının neden bu kadar yükseltilip uluslararası gündem yapıldığının “nedenleri”ni iyi düşünmek gerek. Yoksa, Kara Kıta’nın kanı elinde olanların, adalet ve barış getirmek yalanlarıyla yapacağı her müdahaleyi meşru görmek için bir neden bulabiliriz.
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Sömürü Sevap Boko Haram” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları 8 : ” İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme-I” – Deirdre Hogan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, “Anarşistlerin Seçim Tartışmaları’yla birlikte iki sayılık bir ara vermiştik. Bu sayımızda, Deirdre Hogan’ın “İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme” yazısının ilk bölümüyle devam ediyoruz. İspanya Devrimi anarşist hareketin en büyük deneyimlerinden biri olarak sadece anarşist tarihteki önemli yerini korumuyor, aynı zamanda ‘36 İberya’sında yarattığı ekonomik yöntem ve örgütlenmelerle, toplumsal devrimin nasıl somutlaşacağına yönelik şimdiki anarşist harekete iyi bir perspektif de oluşturuyor. Deirdre Hogan’ın theanarchistlibrary.org ve libcom.org gibi anarşist sitelerde yayınlanmış yazısını; coğrafyanın dört bir yanında direnişlerin artan bir seyirde izlediği, işçi direnişlerinin işgallere dönüştüğü, özörgütlülüklerin yaşam bulmaya başladığı içinde bulunduğumuz zaman ve coğrafyada, toplumsal devrimi, yaşamsal ve ekonomik bir bakış açısıyla da konuşabilmek adına sizlerle paylaşıyoruz.
Anarşizmin toplumsallaştığı alanlar yoğunluklu olarak kırsal bölgeler olsa da, şehirler ve merkezi yerleşim yerleri de bu devrimden etkilenmiştir. O zamanlar İspanya’da 24 milyon olan nüfusun 2 milyonu endüstride çalışıyordu. Bu 2 milyonluk kesimin %70’i de bir bölgede, Katalonya’da yoğunlaşmıştı. Faşist saldırının olduğu bir zamanda, işçiler 3000 işletmenin kontrolünü ele geçirmişti. Bunlar arasında toplu taşıma araçları, nakliye, elektrik ve enerji şirketleri, gaz ve su işletmeleri, mühendislik ve otomobil tesisleri, madenler, çimento fabrikaları, tekstil atölyeleri ve kağıt fabrikaları, elektrik ve kimya şirketleri, cam şişe fabrikaları, parfüm üretim alanları, gıda tesisleri ve bira fabrikaları vardı.
Kolektifleştirmenin yaşandığı ilk alanlar, endüstriyel alanlardı. Ordunun ayaklandığı akşam, CNT genel grev çağrısı yaptı. Çatışmanın ilk evresi sona erdiğinde, sonraki önemli adımın üretimin devamını garanti altına almak olduğu açıktı. Franco taraftarı birçok burjuva, isyancı ordu güçlerinin yenilgisinden sonra kaçtı. Onların sahip olduğu birçok fabrika ve işletme ele geçirildi ve işçiler tarafından işletilmeye başlandı. Burjuvazinin diğer bölümleri fabrikalarını işletmeye çok istekli olmadı ve Franco’nun amaçları için fabrikalarını Franco’ya hibe ederek kapattı. Fabrika ve işletmelerin kapatılması, düşmanın elini güçlendiren yüksek işsizlik ve sefalet yarattı. “İşçiler içgüdüsel olarak bu durumu anlayarak tüm işletmeleri harekete geçirdi ve kontrol komitelerini kurdu. Kontrol komitelerinin amacı üretim sürecini korumak ve her bir işletme sahibinin finansal durumunu takip etmekti. Birçok örnekte yönetim hızla kontrol komitelerinden, fabrika sahibinin işçilerle birlikte çalışıp aynı ücreti aldığı öz-yönetim komitelerine geçti. Bu yöntemle, Katalonya’daki birçok fabrika ve işletme, buralarda çalışan işçilerin eline geçmiş oldu.” (1)
Gecikmeden, cephenin ihtiyacını karşılamak üzere bir savaş endüstrisinin kurulması, malzemelerin ve milislerin cepheye nakledilebilmesi için ulaşım sisteminin tekrardan harekete geçirilmesi son derece önemliydi. Dolayısıyla ilk kolektifleştirmeler, anarşist militanların durumdan faydalanarak devrimci hedefleri yükseltmesiyle birlikte faşizme karşı zafer kazanmak için gereken fabrikalar ve kamu hizmetlerinde gerçekleştirildi.
CNT’nin Rolü
Bu toplumsal devrimi anlamanın en iyi yolu, İspanya’daki işçi örgütlerinin ve mücadelelerin görece uzun tarihsel bağlamında düşünmektir. Kolektifleştirmenin en büyük yürütücüsü olarak CNT; 1910’dan beri vardı ve 1936’ya gelindiğinde üye sayısı 1,5 milyonu geçmişti. Anarşist sendikalist hareket, İspanya’da 1870’den bu yana vardı ve ilk kuruluşundan nihai amacını (kısmen) gerçekleştirebildiği toplumsal devrime uzanan süreçte, yoğun toplumsal mücadeleyle -”grevler ve genel grevler, sabotajlar, kitlesel gösteriler, mitinglerle; grev kırıcılara, cezaevlerine, davalara, ayaklanmalara, lokavtlara, suikastlere karşı mücadeleyle”(2)- iç içe geçmiş bir tarihi vardı.
Anarşist düşünceler 1936’da daha da yayılmaya başladı. Anarşist yayınların o dönemdeki dolaşımı buna ilişkin bize fikir verebilir; biri Barselona, diğer Madrid’de olmak üzere, iki anarşist günlük gazete vardı. İkisi de CNT’nın yayın organıydı ve her biri 30 bin ve 50 bin arası değişen miktarlarda basılıyordu. Periyodik çıkan 10 yayın ve birçok anarşist dergiyle beraber 70 bin adet yayın dolaşımdaydı. Tüm anarşist gazetelerde, bildirilerde ve kitaplarda, sendikalarda ve örgüt toplantılarında olduğu gibi, sürekli ve sistematik olarak toplumsal devrim tartışılıyordu. Böylece, İspanya işçi sınıfının radikal karakteri, mücadele ve çatışma yoluyla politikleşirken; anarşist düşüncelerin etkisi, devrim koşullarında anarşistlerin kitlesel halk desteğini alabildiğini gösterdi.
CNT, özünde güçlü bir demokratik geleneğe sahipti. Ücretler ve çalışma koşulları gibi yerel ve acil konulardaki bütün kararları, düzenli olarak toplanan yerel üyeler alıyordu. İşçiler arasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma güçleniyor, mücadeleleri kazanmanın tek yolu olarak görülüyordu. İşçiler CNT’de yeteneklerini ya da çalışma alanlarını ayırmadan örgütlediler. Başka bir ifadeyle işçiler bir sektörde her bir iş için farklı sendikalar kurmaktansa, her sektör için bir bölümü olan genel bir sendikada örgütlendiler. Sendikaların içinden çıkan ve onların şekillendirdiği devrimci kolektiflerin yapısı, hem sendikaların endüstriyel doğasından, hem de demokratik gelenekten büyük ölçüde etkilendi.
CNT’nin devrime gücünü veren bir diğer önemli özelliği ise doğrudan eylem yöntemini kullanmasıydı. “CNT her zaman, tartışmaları çözmek için ‘işçilerin kendi yaptıkları doğrudan eylem’i savunmuştu. Bu politika, sendikada ve üyelerinde katılımı ve kendine-güveni teşvik etmişti- “bir şeyin çözümlenmesini istiyorsak, bunu kendimiz yapmalıyız” düşüncesi hakimdi. [3] Son olarak CNT’nin yerel özerkliğe dayanan federal yapısı, sağlam ama oldukça merkezsiz bir örgütlenme yaratmış, aynı zamanda özgüven ve inisiyatiflerin önünü açmıştı ki bu değerler devrimin başarısına büyük katkı sağladılar.
Gaston Leval, demiryollarının kolektifleştirilmesinde CNT’yle UGT’nin rollerini karşılaştırırken devrim koşullarında doğrudan demokrasi ve özgüvenin öneminin altını çiziyor. Demiryolu endüstrisini son derece örgütlü, etkin ve sorumlu bir şekilde yeniden harekete geçiren devrimcileri anlatırken şunları yazıyor: “Bunların hepsi sadece sendikanın ve CNT militanlarının insiyatifi sayesinde başarıldı. İdari yönetime hakim olan UGT’liler pasif kaldı, yukarıdan emir gelmesine alıştıkları için, beklediler. Ne bir emir ne de karşı emir gelmediğinde, yoldaşlarımız hızla ilerlemeye devam etti, sadece hepsini birlikte sürükleyen güçlü dalgayı takip ettiler”[4]
Bu mücadele ve örgütlenme tarihi ve anarko-sendikalizmin birleştirici yapısı, CNT militanlarına zamanı geldiğinde toplumu anarşist çizgiler içinde yeniden ve sağlam bir şekilde şekillendirmek için gerekli insiyatif ve öz örgütlenme deneyimini verdi. “Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, yaşanan bu toplumsal devrim CNT’nin üst organlarının aldığı kararlarla çıkmadı… Aniden ve doğalında gerçekleşti… “halk” devrimci vizyon sayesinde esinlenip birden mucizeler yaratacak kabiliyete ulaştığı için değil, tekrar söylemekte yarar var, halkın arasında, aktif olan, güçlü olan ve 1. Enternasyonal ve Bakunin’in zamanında başlayıp yıllardır devam eden mücadeleyi sürdüren büyük bir azınlık vardı.” [5]
Anarşist Demokrasi, Kolektiflerde İşbaşında
Kolektifler, işçilerin çalışma yerlerinde öz yönetim kurmasına dayanıyordu. Augustin Souchy: “İspanya İç Savaşı sırasında kurulan kolektifler işçilerin özel mülkiyet olmadan kurdukları ekonomik birliklerdi. Kolektif tesisleri burada çalışanların yönetmesi, tesisleri onların özel mülkiyeti yapmıyordu. Kolektifin içindeki bireyler, bulundukları fabrika ya da atölyeleri satamıyor ya da kiralayamıyordu, sorumlu hak sahibi CNT, yani Ulusal Emek Konfederasyonu’ydu. Ancak CNT’nin bile istediğini yapma yapma hakkı yoktu. İşçiler her şeyi konferanslar ve kongrelerde kendileri kararlaştırır ve onaylardı.” [6]
CNT’nin demokrasi geleneğini sürdüren endüstriyel kolektifler, aşağıdan yukarıya yetki verecek şekilde düzenlenmişti. Temel karar organı işçi meclisiydi, ve onlar da fabrikaların günlük işleyişinden sorumlu olacak idari komite temsilcilerini seçiyorlardı. Seçilen bu idari komiteler, toplantı kararlarını uygulamaktan, fabrikadan rapor vermekten işçi meclisine karşı sorumluydu. İdari komiteler ayrıca gözlemlerini genel idare komitesine bildirmekteydi.
Genelde her endüstri, endüstrinin içindeki iş dallarından ve işçilerden delegelerin olduğu merkezi idari komiteye sahipti. Örneğin Alcoy’daki tekstil endüstrisinde 5 temel iş dalı vardı: Dokuma, iplik yapma, örme, tarama ve işleme. Kendilerini endüstri genelindeki komitede temsil etmesi için bu alanlarda uzmanlaşmış işçiler kendi aralarından bir temsilci seçerdi. Teknik uzmanlar da içeren bu komitenin rolü işçiler birliğinden alınan direktiflere uygun bir şekilde üretimi sağlamak, çalışmalar üzerine rapor ve istatistikler derlemek ve son olarak finans ve koordinasyon meseleleriyle ilgilenmekti. Gaston Leval’in dediği gibi : “Hem işgücü dağılımı hem de birleşik endüstiriyel yapı için genel yönetim değişmeden kalıyor.” [7]
Her aşamada Sendika İşçileri Genel Meclisi en yüksek karar mekanizmasıydı. “Önemli kararlar, yüksek katılımlı ve sık sık yapılan genel meclis toplantılarında alınırdı… eğer bir idari yetkili, birliğin yetkilendirmediği bir şey yaptıysa, bir sonraki toplantıda görevinden alınması muhtemeldi.”[8] Raporlar birçok komite tarafından incelenir ve tartışılırdı ve çoğunluk yararlı olduğu kanaatine varırsa yürürlülüğe konurdu. “Burada gördüğümüz idari bir diktatörlük değil, tam tersi, meclisin çalışmaları doğrultusunda her uzmanlığın görevini yaptığı işlevsel bir demokrasi.” [9]
Deirdre Hogan
Çeviri: Esen Küçüktütüncü
Dipnotlar aynı yazının 2. Kısmı yayımlandıktan sonra konacaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. Sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları 8 : ” İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme-I” – Deirdre Hogan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ŞİLİ’DE BİR FİLİSTİN TAKIMI appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Belki bu Ocak ayında yaşanan siyasi krize kadar hiçbirimizin haberi yoktu bu takımdan. Club Deportivo Palestino, Filistin’den Santiago’ya göç etmiş Filistinlilerin kurduğu bir takım. 1920’de bu isimle kurulan bir takım, aslında İsrail devletinin “Filistin diye bir şey yoktu, İsrail kurulduktan sonra böyle bir şey uyduruldu.” iddiasının bizzat çürütüldüğü bir örnek.
Filistin halkının Filistin’den sonra dünyada en çok yoğunlaştığı bölge Şili. 1948’e kadar göçler sıklıkla yaşanıyor olsa da, bu tarihten sonraki göçlerin büyük bir bölümü İsrail işgali nedeniyle olmuş. Takımın renkleri yeşil, siyah, kırmızı ve beyaz, yani Filistin bayrağının renkleri. Takım oyuncuları kuruluş yıllarında yoğunluklu olarak Filistinli göçmen ailenin çocukları olsa da, artık Şili’nin farklı bölgelerinden birçok oyuncu takımın içinde yer alıyor. CD Palestino, Şili Süper liginde başarılı bir takım olarak tanınıyor. Kurulduğundan bu yana, iki lig, iki de kupa şampiyonluğu var.
Bir Bütün Filistin
Siyasi krize neden olan şey ise, Ocak ayında oyuncuların yeni tasarlanan formalarla maça çıkması. Yeni formaların arka kısmındaki sayıların olduğu bölümde, “1” numaranın Filistin’in işgal öncesi topraklarını gösteren bir haritayla sembolize edilmesi sadece Şili değil, tüm dünyada gündeme oturdu..
Takımın formasının “terörizmi çağrıştırdığı” “kin ve şiddet” duyguları uyandırdığı nedeniyle, CD Palestino, Güney Amerika’da bulunan İsrail menşeili tüm kurumlar tarafından FIFA’ya şikayet edildi. Haklarında karalama kampanyası başlatmak için bu haritanın bir formaya eklenmiş olması yetti.
1900’lerin başlarından bu yana, ekonomik, siyasi vb. nedenlerden dolayı Şili’ye göç etmiş bir halkın, kendi topraklarını kendi kültürünü yaşatmak istemesinin ne kadar kötü olabileceği konuşuluyor şimdilerde.
Mayıs 1948
İsrail’in Filistin topraklarını işgal edip, 1 milyona yakın Filistinliyi yaşadığı topraklardan atmasının ve devlet olarak kendini ilan etmesinin tarihidir Mayıs ‘48. Filistin halkının yaşadığı yerlerden katliamlarla çıkartılmasının tarihidir, İsrail devletinin Filistin’i yok etme planlarının başladığı tarihtir. Mayıs 1948, Nakba tarihidir; yani öldürülerek yerlerinden edilenlerin “felaket” tarihidir.
İsrail devleti, geçtiğimiz ay açıkladığı Batı Şeria’da yeni yerleşim bölgeleriyle beraber “felaket politikaları”na devam ediyor. Bu politikaların siyasal krize yol açmadığı uluslararası devletler etiğinde, CD Palestino’nun “Bir Bütün Filistin”i savunması son derece tehlikelidir!
Formanın “1” numarası olan haritada, yaşanmış katliamlar, zorunlu göçler, yok edilmeye çalışan bir halk, bir kültür varsa tehlikelidir. İsrail terörizmi ve şiddeti bu kadar gündem değilken, Batı Şeria ve Gazze’de hergün yaşanan baskı, zulüm politikaları gündem değilken, uluslararası devletler hukuku her durumda olduğu gibi ezilenin aleyhine işlerken Filistin Futbol Takımı teknik direktörü Nicola Hadwa Shahwan’ın söylediğine kulak vermek gerek;
“CD Palestino’nun formasına geldikleri toprakların haritasını koymak, yalnızca o toprakları zor kullanarak ele geçirmeye çalışanları,insanların özgürlüğüne saygı duymayanları kızdırır. Barış, adalete dayanmalıdır. Spor, sanat, kültür ve bilim insanların doğrudan gerçekliğiyle ilişkili değildir, buna rağmen insanların duygularını, tarihsel deneyimlerini yansıtabilir. CD Palestino, Filistinlilerin duygularını adalet, barış ve özgürlük şiarıyla yükseltmiştir. Onları saygıyla selamlıyorum.”
The post ŞİLİ’DE BİR FİLİSTİN TAKIMI appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap : Pyotr Kropotkin -Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler Yarın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kropotkin’in 1888-1890 yılları arasında kaleme aldığı ve 1899’da kitaba dönüştürülen makalelerden oluşan Tarlalar, Fabrikalar ve Atölyeler-Yarın Sibel Sevinç’in çevirisiyle geçtiğimiz Nisan ayında Kaos Yayınları tarafından basıldı. Colin Ward’ın önsözü, ekleri ve editörlüğüyle hazırlanan kitap beş bölümden oluşuyor.
Kitabın ilk bölümünü oluşturan “Sanayi’nin Desantralizasyonu”nda Kropotkin, kapitalizmin çok da önemsenmeyen bir özelliğini tartışmaya açıyor. Kapitalist sistemin yarattığı merkezler ve bu merkezlerde hem sermayenin hem de malların birikmesi meselesinin, sanayinin gelişiminin doğal bir evrimi olduğu düşüncesini eleştiriyor.
Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği ile teorisini oluşturduğu bir düşünceyi, farklı coğrafyalarda yaşayan insanların farklı mallar üretmek için sınıflara ayırılmasının sorgulandığı bölümde, Kropotkin kapitalizmin tüm insanlığı ulus bazında atölyelere böldüğü tespitinde bulunuyor. Bu uluslararası işbölümünün kendiliğinden hammadde sağlayan coğrafyalar, bu hammaddeleri işleyen coğrafyalar; dolayısıyla ekonomik açıdan eşitsiz bir uluslararası sisteme dönüşeceğine ilişkin bir tespitte bulunuyor. “İnsanlığın tüm ırkları, Avrupa’nın ihtiyacı olan temel gıda maddelerinin yanı sıra lüks yiyecekleri, gündelik giysilerin yanı sıra kıyafet balolarında giyilen elbiseleri temin etmek için üzerine düşeni yaparken, Avrupalılar da karşılık olarak yüksek zekasının, teknik bilgisinin, güçlü ticari ve endüstriyel örgütlenme yeteneklerinin ürünlerini geri kalanlara gönderiyor! Bu tam bir kabus değil mi?”
Sanayinin desantralizasyonu ile Kropotkin, kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayan bir ekonomik yapılanma öngörürken, uluslararası alanda yaşanan merkezileşmenin yerine federatif bir ekonomik örgütlenmenin gerekliliğini vurguluyor.
Bu örgütlenmenin tarımla olan ilişkisini vurguladığı ikinci bölüm “Tarımsal Olanaklar”. Malthus’un çoğunluğun yoksulluğunun bir doğa yasası olduğu iddiasıyla gelişen siyasal iktisatın yaşam için gereken kaynakların yetersizliği ve sınırlılığı hipotezine karşı Kropotkin, tarıma yeterli önem verildiği takdirde toplumun ihtiyaçlarının karşılanabileceğinden bu bölümde bahsediyor. Özellike sanayinin tarım alanlarını yokederek genişlemesinin altını çizerek, kendi ihtiyaçlarını karşılayan bölgelerin tarımsal alanlara dikkat etmesi gerektiğinden bahsediyor. Bu uyarıyı sadece makro düzeyde değil; ayrıntılı tarım yöntemlerinden, tohum dikme tarzına detaylandırılmış ve yöntemlerin uygulandığı yerlerdeki verimlilik oranları gözönünde bulundurarak önerilerde bulunuyor. İkinci bölüm, Kropotkin’in tarım bilgisini konuşturduğu bir bölüm.
“Küçük Sanayi ve Sanayi Köyleri” ilk iki bölümün birlikte işlemesi gerektiğini savunan üçüncü bölüm. Eski şehirlerde tarım ve sanayinin içiçe geçtiği vurgusuyla, yeni şehir tarzının tarlaları ıssızlaştırdığını vurguluyor Kropotkin. Bu ıssızlaşmanın zor kullanılarak topraktan uzaklaştırılan milyonlarca emekçinin iş aramak için şehire gelmesiyle sonuçlandığını aktarıyor. Dolayısıyla, Kropotkin ekonomide köklü bir yeniden yapılanmaya ihtiyaç olduğunu söylüyor. Köy ve şehiri, tarım ve sanayiyi biraraya getirecek; ara üretim alanlarından ve ara yerleşim alanlarından bahsediyor. Atölyelerin bu noktada ortada olma durumunu irdeliyor. Tam anlamıyla sanayi üretimi gibi olmayan, öte yandan tarım ekonomisinde kalmayan, her ikisinden de özellikler taşıyan atölyelerin sanayinin olanaklarını kullanan ama köyle ilişkisi sayesinde komün ruhunu koruyan yapısının önemsenmesi gerektiğini vurguluyor.
Bu ekonomik örgütlenmenin Kropotkin tarafından vurgulanması sadece toplumsal ihtiyaçların sermayenin yoğunlaşmasına izin verilmeden karşılanabilir bir model olması değildir.”Kapitalist Merkezileşme” Marx gibi dönemin muhalif ekonomistleri tarafından savunulsa da, işçilerin menfaati için savunulmasının doğru olmadığını söyleyen Kropotkin, 11 saat çalışan ücretli işçilerin konumu düşünerek bu yeni ekonomik modeli önermektedir.
Üçüncü bölümde ayrıntılarıyla savunduğu ekonomik yapının temelinde, üreticinin kendisi için üretme zorunluluğu ilkesi vardır. Dolayısıyla dördüncü bölümde işlenen, bu ekonomik yapılanmanın öznesidir. “Kafa ve Kol Emeği” başlığı altında, sadece ekonomik değil yeni bir yaşamsal örgütlenmenin yeni öznesini tasvir etmeye koyulur. Kafa ve kol emeğinin iç içe geçtiği model, günümüz mavi yaka-beyaz yaka ayrımlarını ortadan kaldırmakla kalmaz. Aynı zamanda “iş”in ne, “işçi”nin kim olduğu sorusuna da yanıt arar. Bu noktada “iş”, “düşündüğünü eyleyen insan faaliyeti”nden ayrılır. “Modern sanayinin başlangıcındaki işçilerin dehası, bizim profesyonel bilim insanlarımızda eksikliği hissedilen şeydir.” derken “emek” insan yaratıcılığı ve insan ihtiyacının uyumlu bir faaliyeti olarak belirir. Yeni toplumdaki yeni öznenin özelliği budur.
Colin Ward’ın bölüm sonlarındaki yorumları ve tespitleriyle sunduğu katkı, günümüz ve eskisi arasında sağlıklı bir kıyaslama yapmaya olanak verse de, bölüm sonlarındaki yorumların yapacağı yönlendirmeden kendimizi uzak tutarak Kropotkin’i anlamaya çalışmak sadece kapitalizmin evrimini değil, toplumsal devrimin nasıllığını kafamızda canlandırmaya olanak veriyor.
Serhat Yaşar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap : Pyotr Kropotkin -Tarlalar Fabrikalar ve Atölyeler Yarın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Militarizme Direnen Kadın Rela Mazali – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İsrail’deki zorunlu askerliğe karşı vicdani ret çalışmaları yürüten New Profile’ın kurucularından olan Mazali ile, dünyanın birçok yerinde 15 Mayıs Dünya Vicdani Retçiler Günü etkinliklerinin düzenlendiği şu günlerde buluştuk. İsrail’deki vicdani ret hareketini, New Profile’ı, işgale karşı antimilitarist mücadelenin önemini ve bir kadın olarak antimilitarist mücadelenin toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkisini Rela Mazali’den dinledik.
New Profile 1998’de kuruldu. Kurulumunda ben dahil birçok kadın arkadaşım vardı. Bu süreçte erkek akadaşlarımız da bizlerle birlikte hareket ettiller. Hareketin içinde güçlü bir queer kanat da var. New Profile’ı toplumun militarizasyonunu önlemek için kurduk. Çünkü İsrail’de insanlar maruz kaldıkları militarizasyonun farkında değil. Feminist bir temelde ve hiyerarşik olmayan bir yöntemle bu organizasyonu oluşturmaya çalışıyoruz. Diğer coğrafyalarda benzer niyetlerle kurulmuş oluşumlarla ilişki halinde olarak mücadele alanını genişletmeye çalışıyoruz.
Vicdani ret, militarizme karşı mücadelemizdeki ayaklardan yalnızca biri. Biz, militarist hizmete karşı her türlü direnişi destekliyoruz. İnsanlara sahip oldukları haklar noktasında bilgiler veriyoruz ve vicdani retlerini açıkladıklarında nelerle karşılaştıklarına ilişkin bilgilendiriyoruz. Dürzü retçilerle yakın ilişkilerimiz var.
İsrail’de yaşayan ve Müslüman olan Dürzüler, İsrail devletinin dayattığı zorunlu askerliği reddetmektedir. Kendilerini Filistinli olarak ifade eden ancak İsrail'de yaşayan Dürzüler, işgale karşı İsrail ordusunda yer almayı reddetmektedir. Dürzülerden bazıları vicdani retlerini pasifist ya da eline silah almama gibi bir zeminde değil, etnik kimlikleri temelinde,bazıları ise dini temelde açıklıyor. Orduya katılmayı reddederek vicdani retlerini açıklayan Dürzü retçiler arasında, askeri cezaevlerine kapatılanlar da vardır.
Militarizmin, yaşadığımız coğrafyada, sirayet ettiği gündelik yaşamlardaki belirleyiciliği çok yüksek. Bu durumİsrail’de de benzer sanıyorum. Buna ilişkin birkaç örnek verebilmeniz mümkün mü?
İsrail ‘de özellikle eğitimin bu noktadaki belirleyiciliği çok fazla. Her lisede ordu mensupları bulunuyor ve okullar bazen askeri üslere ziyaretler düzenleniyor. Hatta kreşlerde bile benzer uygulamalara rastlıyoruz. Örneğin öğretmenler çocuklara askerlerin “ne kadar kahraman olduğunu” anlatıyor ve çocuklardan askerler için paketler hazırlamasını istiyor. Sonrasında çocuklar genelde gidip “annelerine” bunu söylüyor ve paket hazırlamak için onlardan yardım istiyor. Bazen ailelerden talepler alıyoruz; örneğin okuldan askerler için paketler istendiğinde, askerler yerine hastanedeki çocuklar için paketler hazırlamak istiyorlar ya da çocuklarının Batı Şeria’ya yapılacak bir geziye gitmesini istemiyorlar.
Bunun dışında, birçok tatil günü, ulusal zafer ya da şehitlik teması ile belirginleşiyor; buralarda yine tehlike, güvenlik ve kahramanlık söylemleri yükseltiliyor.
İsrail gibi, sürmekte olan işgal dolayısıyla ordunun dokunulmaz kılındığı bir coğrafyda, zorunlu askerlik karşıtı çalışmalarda bulunmak, antimilitarist mücadele yürütmek zor olsa gerek. Sizler, yürütmekte olduğunuz savaş karşıtı ve antimilitarist mücadeleden ötürü herhangi bir devlet baskısıyla karşılaştınız mı?
Aslında birkaç yıl önce, sanıyorum 2007’de, 20’nin üzerinde barış aktivisti sorgulama için gözaltına alınmıştı. Birkaçının evleri basılmış ve bilgisayarlarına el konulmuştu. İsrail'de psikolojik olarak orduya elverişli olamamak, askerlik yapmamak için bir neden. Soruşturma dahilinde, bazı arkadaşlarımız gençlere bunu nasıl yapacaklarını öğretmekle suçlanmıştı. Bir soruşturma açıldı fakat sonunda dava açamadılar. Çünkü onlar için buradan bir dosya çıkarmak çok zordu. Fakat baskının birçok şekli var biliyorsun. Bizler çoğu zaman, deli, marjinal kişiler olarak tanımlanıyoruz. Bu da bir çeşit baskı; çünkü bu yüzden insanlar New Profile ile çok ilişkilenmek de tedirgin olabiliyor.
İsrail’de askerlik zorunlu; fakat bunu reddeden vicdani retçilerin sayısı da hayli fazla. İsrail'deki vicdani retçilerin, ret açıklamalarında ortak bir arka plan söz konusu mu?
Askerlik hizmetini yapmayanları daha önce araştırmıştık. Çoğunun bizimle alakası yok ve vicdani retçi ya da muhalif olduklarını bile iddia edemeyiz ama askere gitmiyorlar. İstemediklerinden ya da ekonomik ya da başka nedenlerle askere gitmiyorlar. İnsanlara askerliğin herkesin paylaştığı bir şey olmadığını göstermeye çalışıyoruz. İnsanlar herkesin askere gittiğini varsayıyorlar ve bu yüzden askere gitmezse farklı, garip, marjinal olacağını, herkesin normalde yaptığı bir şeyi yapmamış olacaklarını düşünüyorlar. İnsanların yarısından fazlasının askere gitmediğini gösterdiğimizde insanlar düşünmeye başlıyor: Ben neden gidiyorum?
Peki siz antimilitarist harekete nasıl dahil oldunuz? Kendi hikayenizi anlatır mısınız?
Ben işgal karşıtı hareketin parçasıydım. 1989’da başlayan 1. İntifada hakkında bir film projesi içerisinde yer alıyordum. Film İntifada’yı yapan askerler hakkındaydı, askerlerle röportajlar yapmıştık. Film süreci, beni insanları orduya katılmaya iten nedenler hakkında düşünmeye itti. Ayrıca çocuklarım vardı ve böyle bir toplumda çocuk yetiştirmenin ne demek olduğunu düşünmeye ve yazmaya başladım. O dönemde Amerika’da okuyan bir arkadaşım bana militarizasyon hakkında yazdığımı söyledi. Beni Cynthia Enloe ile tanıştırdı. O dönemde militarizasyon kelimesini bile bilmiyordum. Bana birçok makale gönderdi ve bu konuda çalışmaya başladım.
Daha sonra 1996’da, Netenyahu’nun başbakanlığı döneminde, bir tünelin açılışında çatışma çıktı ve her iki taraftan insanlar yaşamlarını yitirdi. O dönemde birçok insan barışın geldiğine inanıyordu. Ülkenin her yanından, işgal karşıtı hareketten olmayan kadınlar, “gereksiz savaşlara verecek çocularımız yok” dövizleriyle gelmiş, kesişim noktalarında duruyorlardı. Kendilerine “Barış Anneleri” diyorlardı. Onları evimin yakınındaki bir kesişimde gördüm ve gidip konuştum. Kendiliklerinden sokağa çıkmışlar ve öğrenmek istiyorlardı. Politik meseleri anlamak istiyorlardı ve kadın ve militarizm üzerine birlikte çalışabileceğimiz bir çalışma grubu kurduk. İsrail toplumunda askere yazılmayı reddeden ya da bundan kaçınan birçok grupla iletişime geçtik.
Ben de o zamandan bu yana antimilitarist mücadele içerisinde hareket etmeye devam ediyorum.
İsrail’de askerlik hizmeti kadınlar için de zorunlu, fakat bunu reddeden kadınlar da var. Vicdani retçi kadınların karşılaştığı başlıca sorunlar neler?
Militarist bir toplum oldukça cinsiyetçidir. Kadınlar askere çağırılıyorlar, bazıları çarpışmalara giriyor, bazıları ise orduyla ilgili işlerde çalışıyor fakat yine de “gerçek askerler” gibi muamele görmüyorlar, ne toplumda ne de askeriye içerisinde. Bu nedenle kadınlar genelde askere gitmeyi reddetmeyi daha kolay buluyorlar. Ordu, birçok kadının reddini kabul ediyor. Kadınların askerlik yapmaması, erkeklere göre daha “kolay”. Fakat geçtiğimiz yıllarda biraz daha zorlaştı. Bazı kadın retçiler askeri cezaevine gönderildi. Eğer bir vicdani retçi olarak tanınmaya başlarsanız, işler daha da zorlaşıyor. Sorgulanıyorsunuz, aşağılanıyorsuz, size inanmıyorlar… Bunlar çok stresli süreçler, genelde ilk görüşmede reddinizi kabul etmiyorlar ve işi yokuşa sürüyorlar. Bu genelde çok uzun sürüyor ne olacağını bilmiyorsunuz.
Bununla birlikte New Profile’da değil fakat daha büyük vicdani ret hareketlerinde de kadınlar çok “önemli” değildir. Kadınlar, devletin gözünde “gerçek askerler” olmadıkları için “gerçek vicdani retçiler” gibi de görünmezler.
İsrail devletinin Filistin topraklarındaki işgali, İsrail’deki antimilitarist hareket açısından çok büyük anlam taşıyor. Antimilitarist hareket, işgale karşı nasıl bir mücadele öngörüyor?
Doğrudan işgale karşı çalışma yürüten birçok grup var ve biz birçoğuyla farklı nedenlerle biraraya geliyoruz. Barış İçin Kadın Koalisyonu, şu anda bağımsız hareket eden bir yapı fakat ilk kurulduğunda bir koalisyon olarak hareket ediyordu ve New Profil da bu koalisyonu kuranların arasındaydı. Biz bu koalisyonu kurarken, New Profile olarak farklı bir odağımız olsa da, işgale karşı mücadele etmeye odaklanan böyle bir koalisyonun bir parçası olmayı da önemsiyorduk. Şu anda New Profile olarak hala bu koalisyonun eylemlerine katılıyoruz, çalışma gruplarında yer alıyoruz.
İşgale karşı mücadelede sistematik bir programımız yok fakat sistematik olarak çalışma gruplarıyla dayanışma gösteriyoruz. Diğer taraftan İsrail’in militarizasyonu üzerine çalışmalar ortaya koyan bir başka grup daha yok. Biz gruplar arasında çalışmaları önemsiyoruz fakat diğer taraftan toplumu dönüştürmeye çalışmak da önemli. Çünkü böylece işgali, baskıyı ve topraksızlaştırmayı engelleyebiliriz. Tüm bunlar militarizasyonla çok temelden ilişkili. Düşman ve tehdit algısıyla sürekli yeniden üretilen bir durum.
Aslında işgal, İsrail toplumunda militarizasyonun normalleşmesinde ve meşrulaştırılmasında çok büyük rol oynuyor.
Evet, biz de böyle düşünüyoruz. İşgal, militarizasyonun normalleştirilmesi için de bir bahaneye dönüşüyor. Bu çatışma, iktidarı elinde tutanların kullanabileceği ve onların işine yarayan bir koza dönüşüyor. Toplumsal sorunların üzerini örtüyor. Mesela insanlara cinsiyet rollerine ilişkin bir meseleden bahsettiğinizde, önce çözmemiz gereken başka konular var diyerek, güvenliği konu ediyorlar. Yoksulluk, cinsiyetçilik, ayrımcılık ya da Yahudi toplumundaki ırkçılık, hepsi ikincil sorunlar olarak düşünülüyor. Asıl çelişki burada ortaya çıkıyor. Ve bu arada iktidardakiler yeni neoliberal politikalarını devreye sokarak, yoksulu daha da yoksullaştırıyor. Böylece militarizasyonu, çatışmayı normalleştiriyor ve bunu kendilerine yarayacak şekilde kullanabiliyor.
Son olarak bir kadın ve bir antimilitarist olarak cevabınızı ayrıca önemsediğimiz bir sorumuz olacak. Cinsiyet politikaları üzerine çalıştığınızı, feminist mücadelenin içinde olduğunuzu aynı zamanda miltarizasyona karşı da mücadele içinde de yer aldığınızı biliyoruz. Peki siz, kadın mücadelesi ve antimilitarist mücadele arasındaki ilişkiyi nasıl ele alıyorsunuz?
Genelde ben bunu şu şekilde tanımlarım, militarizasyon her zaman “biz” ve “onlar”a ihtiyaç duyar. “Onlar” hep düşmandır. “Biz” ise kendimizi korumalıyız. “Onlar” “biz”i tehdit ederler ve korkutucudurlar. Algı bu şekilde üretilir. Fakat aslında bence militarizasyonun üç kutbu vardır. “Biz”, “onlar” ve “ev”. “Biz” askerdir. “Onlar” düşmandır. Üçüncüsü ise “ev” kadındır, o kırılgandır ve böyle olmak zorundadır. Çünkü böylece düşmandan korunmak için erkeğe ihtiyaç duyar ve erkek de ayrıcalıklarını ve üstünlüğünü buraya koyar. Kadınlaştırılan, kırılganlaştırılan ve kırılgan olarak kalması gereken bir kutup vardır, böylece onu korumayı vazife edinen erkek kendi ayrıcalılarını kaybetmeden bu rolünü devam ettirebilir ve “seni ben koruyorum” söylemini tekrarlayabilir. Bu kırılgan kadın, evdeki kadın ve çocuklar her daim idealize edilir. Ev sıcaktır ve hep oraya dönmek istenir, ve asker buna da ihtiyaç duyar. Bir “düşman” olmasa dahi, bu gelecekte olmayacağı anlamına gelmez ve korunması gerek bu kırılgan, zayıf şeye her zaman ihtiyaç duyar. Bu nedenle zayıf, kırılgan ve korunmaya muhtaç olan bu kutup hep böyle kalmalıdır.
Militarist bir toplumda kadın kaçınılmaz olarak, hangi yolla olursa olsun, her zaman daha aşağı bir pozisyonda tutulmalıdır. İsrail çok “modern”, çok Batılı görünüyor. Batılı toplumlarda hiç cinsiyetçilik yokmuş gibi bir algı üretiliyor. Kadınlar özgürmüş gibi bir görüntü yaratılıyor. İsaril’de kadınlar o kadar eşit ki, orduya bile katılıyorlar gibi bir hava yaratılıyor. Aslında birçok yönden İsrail toplumunda kadının pozisyonu her daim ikincil. Benim gibi kadınlar, görece ayrıcalıklı olan kadınlar bile ikinci sınıf. Bu nedenle militarizme karşı verilen mücadele, feminist bir mücadeledir. Bu, kadınlara uygulanan ayrımcığa karşı, başka gruplara uygulanan ayrımcılığa karşı bir mücadeledir. Ve kadınların bu militarizasyonun bir bileşeni olarak bu mücadelede tavır alması oldukça önemlidir.
Röportaj için çok teşekkür ederiz. Erkek egemenliğine, militarizme ve onun devamlılığını sağlayan devlete karşı mücadelenin daha da büyümesi ümidiyle…
Röportaj: Merve Arkun
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post Militarizme Direnen Kadın Rela Mazali – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suriye’deki Savaşı Türkiye’deki Yaşama Tercih Etmek – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hüseyin Civan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post Suriye’deki Savaşı Türkiye’deki Yaşama Tercih Etmek – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erdoğan’ın Duble Yolları Kimlere Hizmet Ediyor? – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2012 Kasım’ında iktidara gelen AKP hükümeti, 2001 krizi etkisindeki durağan ekonomiyi, canlı ekonomiye dönüştürecek bir takım altyapı hamleleri kurgulamıştı. Erdoğan’ın sözünü ettiği bu duble-bölünmüş yollar, işte bu hamlelerden biriydi. Yani dünya standartlarındaki bu yollar ile, halkın bir yerden bir yere ulaşımının ötesinde, AKP’nin kalkınmacı politikaları uyarınca sanayi taşra bölgelerini de kapsayacak şekilde büyüyecek, aynı zamanda neo-liberal politikaları gereği de bu bölgeler de dahil olmak üzere sermaye sirkülasyonunun istikrarı garanti altına alınmış olacaktı. Aynı zamanda, yolların yapım aşamasından başlayarak, taşeronlaşmanın da kurumsal hale gelmesi amaçlandı.
Eski Bayındırlık Bakanı Faruk Nafız Özak ile Türkiye Yol-İş Sendikası arasında 2005 yılında “toplu sözleşme müzakereleri” sırasında gerçekleştirilen görüşmelerde Karayolları Genel Müdürlüğü’nde taşeronlaşmaya gidildi. Hızla emekli olan işçilerin yerine “taşeron işçiler” çalıştırılmaya başlandı. Zamanla, KGM bünyesindeki kadrolu işçi sayısı azaldı, bunların yerini taşeron işçiler aldı.
Neredeyse, AKP hükümetinin yapımı ile övündüğü tüm duble yolları, bu işçiler yaptı. İşçilerin, sendikalaşma, kadroya alınma ve toplu iş sözleşmelerinden yararlanma talepleri reddedilince, KGM aleyhine toplam 6420 dava açıldı. Açılan 6420 dava sonucunda işçilerin devletten alacağı toplam para 2 milyar TL. Bu para şu anda yapımı süren 3.Boğaz köprüsünün toplam maliyetine denk düşüyor.
Davalar işçilerin lehine karar verdiyse de KGM bu karara uymadı. KGM, işçilerin emeğinden çaldığı bu para ile anlaştığı taşeron şirketlerle yine kölelik şartlarında, yine güvencesiz ve sendikasız olarak çalıştıracağı başka işçilerle “yoluna” devam etti. İşte Erdoğan’ın sözünü ettiği ve iktidarlarına yöneltilen yolsuzluk iddialarının bir nevi antitezi olarak sunduğu duble-bölünmüş yollar hamlesini biraz kazıdığımızda, altından halka yapılan bir hizmetten öte, yaşadığımız coğrafyada ve hatta dünyada kapitalizmin çalışanlara özellikle son yıllarda dayattığı taşeronlaşma gerçeği ile karşılaşıyoruz.
Devletin, AKP iktidarı eliyle, yaşadığı ekonomik istikrarsızlığı, istikrar ve kapitalist büyümeye evriltmeye yönelik “duble-bölünmüş yollar hamlesini” iktidar sahiplerinin halka hizmet demagojisi bir tarafa, bir de bu açıdan görmekte yarar var.
The post Erdoğan’ın Duble Yolları Kimlere Hizmet Ediyor? – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Kalekol Savaştır” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hakkari’nin merkeze bağlı Marünis köyü kırsalında yapımına başlanmak istenen kalekol inşaatına karşı bölge haklı direnişte.
Nisan ayı başlarında kalekol inşaatı yakınlarında direniş çadırları kuran köylüler, 1 Mayıs’ı da Meskan Dağı’nda yaptıkları eylemle karşılamış, bölgede kalekol yapımına karşı sürdürülen direniş bu eylem vesilesiyle kamuoyunda gündeme gelmişti.
Jandarma özel harekat ve çevik kuvvet polisi yaklaşık 3 bin kişinin katıldığı bu eyleme saldırarak çoğunluğu kadın 18 kişinin yaralanmasına neden olurken; bölgede TSK askerlerinin zaman zaman ateş açması sonucu, köylüler jandarmanın saldırması pahasına da olsa, dağın zirvesine yürümeye çalışmışlardı.
Hakkari Meskan Dağı dışında, Kürdistan’ın diğer bölgelerinde de kalekol inşaatlarına karşı eylemler yapılıyor. Özellikle Amed ve Van civarında yapılan kalekollara karşı zaman zaman eylemler düzenleniyor. Eylemlerde, devletin iddia ettiği gibi “barış” değil aksine savaş hazırlığı yaptığına dikkat çekiliyor. Aslında yakın zamanda yaşanan bir örneği düşündüğümüzde de, sürmekte olan kalekol inşaatlarıyla amaçlananın ne olduğunu görmek daha da kolaylaşıyor.
2013 yılı 28 Haziran’ında Amed-Lice kırsalında köylüler, inşa edilmekte olan kalekolu protesto ederken devlet “Savaş Değil Barış İstiyoruz” pankartı taşıyan köylülerin üzerine saldırmış, jandarmanın açtığı ateş sonucu 18 yaşındaki Medeni Yıldırım katledilmişti.
Meskan Dağı’nda yapımı devam eden kalekol, Kuzey Kürdistan genelinde devletin yapmakta olduğu 341 yeni kalekoldan sadece biri. Devlet, 2013 yılı başlarında “çözüm süreci” adı altında başlatmış olduğu süreç boyunca toplam 341 kalekol inşa etti.
Yüksek güvenlikli karakollar olarak bilinen kalekollara ait binalar, 80 santimetre kalınlığında taş duvarlarla, çelik kapılarla, kurşun geçirmez camlarla donatıldı. 12 metrelik nöbet kulübeleri inşa edildi, bu nöbet kulelerine daha “güvenlikli” geçişler sağlamak için tüneller kazıldı.
Kalekol inşaatlarının yanı sıra bölgede, güvenlik barajı adı altında Şırnak-Güney Kürdistan sınırında 11 barajın yapımı devam ederken, büyük bölümü Güney Kürdistan sınır hattı boyunca uzanan 820 km’lik “güvenlik yolu” yapılmışken; Dersim de, Munzur Vadisi üzerinde yapılan 4 güvenlik barajının, Çemişgezek ilçesinde Tagar Suyu, Aliboğazı’nda ve Siirt’te Botan Çayı üzerinde de baraj yapımları sürüyor.
Yani, devlet bir yandan Kürt halkı ile “barıştığını”, çözüm sürecinde olduğunu iddia ediyor; bir yandan da yüksek güvenlikli kalekollarıyla, tünelleriyle, barajlarıyla Kürdistan’da savaşı yeniden üreterek, savaşın devamlılığı için çalışıyor.
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Kalekol Savaştır” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>