The post ” Tükenmenin Parkurunda Koşmaya Hazır mısın?” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Önce dinlendir bedenini, derince bir nefes al. Rahat ve kaliteli bir spor ayakkabı geçir ayağına. Yine rahat ama şık kıyafetlerini giy.
Önünde zorlu bir parkur var. Tüketeceklerin limitsiz; nakitin yok denecek kadar az, kredi kartlarınsa limitli. “Sözde” ihtiyaçların sonsuz, mağazalarınsa her güzel şey gibi bir sonu var; sıradan günlerden daha geç gerçekleşecek olsa da o lanet kapanış – The END.
Neyse, takma bunları sen o güzel kafana. Saçın, üstün başın tamamsa; ruhun ve bedenin tüketerek tükenmeye hazırsa al eline kronometreyi, at kendini taşı toprağı AVM olan İstanbul sokaklarına.
Aylardır SMS bombardımanları, herhangi bir websitesine girdiğimizde zınk diye beliren – kapanmak bilmeyen pop-up reklamları, gazetelerin, sokak panolarının boy boy ilanları, televizyon ve radyoların reklamlarıyla duyurulan; hiçbir sektör ve ürün ayrımı olmaksızın tüketime teşvik ve tahrik amacı güden festival İstanbul Shopping Fest, 7 Haziran’da Mall of İstanbul adlı AVM’deki çılgın partinin ardından “Efsane İndirim” etkinliğiyle başladı ve 29 Haziran’a kadar sürecek.
Start: “Efsane İndirim” Var!
Festival komitesinin üçüncü günde yaptığı açıklamalara göre; “Efsane İndirim”in (100 kadar markanın bir hafta önce kat be kat zam yaptığı ürünlerini, yüzde 98’e varan indirimlerle satışa sunduğu) yapıldığı 21.00-24.00 saatleri arası, toplam 3.5 milyon liralık ciro elde edildi.
Festival komitesinin, Soma’da yüzlerce işçinin faillerinden biri olan Soma Holding’in PR (Halkla İlişkiler) şirketiyle çalışmasından sana ne canım? (Resmi rakamlara göre) 305 işçiyle, ilk üç günde 3.5 milyon liralık ciro bir olur mu hiç? Ki toplamda 1.1 milyon turist ve 10 milyar lira ciro beklenirken. Kaç gündem geçti onun üzerinden, sen kaçırma Flo’daki 1 liralık ayakkabıyı…
Dönemeçler: Tam Gaz Tüket, Çok Avantajlı!
İstanbul Ticaret Odası Başkanı ve İstanbul Shopping Fest İcra Kurulu Başkanı İbrahim Çağlar açıklamıştı festival başlamadan. “12 Haziran’da İstanbul genelindeki tüm kuyumcuların katılacağı ‘altın günü’ düzenleyeceğiz. Altın gününde yerli-yabancı turiste büyük indirim fırsatları sunulacak.” Festivale katılan alışveriş merkezlerinde de konsept indirim günlerinin düzenleneceğini belirtmişti; “10 Haziran’da evini güzelleştir, 17 Haziran’da teknoloji günü, 19 Haziran’da çanta ve ayakkabı günü, 24 Haziran’da kozmetik – kişisel bakım günü ve 26 Haziran’da ise jean günü. Bu günlerde söz konusu kategorilerde çok özel fiyat avantajları sunulacak.”
Alışverişe devam etmek için satır aralarındaki anahtar kelimeleri ve cümleleri görmezden gelmen gerek;
– “Her şeye sahip olmalısın” illüzyonuyla alışverişte kendini kaybeden, ihtiyacı olmayan şeyleri satın almak için borçlanan, modern zamanların sekiz kollu canavarı diyebileceğimiz bankalara sarılan tüketici. (Ki bu sen oluyorsun.)
– Yaşamı ürettiklerinden değersiz sayılan üretici. (Ki bu da sen oluyorsun.)
– Yaşamın her alanını kendi rant alanına çeviren patron. (Bu sen değilsin.)
İPhone alabilmek için böbreğini satan çocuk, altın- Bergama’da siyanürle çıkarılan altın – köylüye kanseri kader diye kakalamaya çalışan şirket, her gün saatlerce ayakta duran- festival süresince daha da fazla duracak olan tezgâhtar, jean’ler beyazlarken hayatları kararan silikozis hastası işçi, doğanın ve yaşamın katli, katliam ve daha niceleri…
Finish
Bu arada Foursquare denilen bir check-in sitesi var. İndirimden aldığın akıllı telefonunla giriyorsun bu siteye, nerede bulunduğunu sosyal ortamda ilan ediyorsun. Eğer İstanbul Shopping Fest kapsamında Bağdat Caddesi’nde 5-6 mağazada bulunduğunu check-in yaparak ilan edersen, bazı mağazalarda indirim kazanıyorsun. Her mağazanın indirim saati ayrı tabi ki. Bu saatleri kaçırmaman gerekiyor.
Parkurun önemli zorluklarından birkaçının bilgisine sahipsin artık. Nerede zıplaman, koşman ya da gözünü ya da yüreğini kapatman gerektiğini biliyorsun. Kronometren hala cebinde. Bak bakalım ne kadar vaktin kalmış tükettikçe tükenmeye?
The post ” Tükenmenin Parkurunda Koşmaya Hazır mısın?” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Chiapas’tan Hamburg’a Uzanan Dayanışmanın Kolektifi LİBERTAD appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan: Önce seninle başlayalım, bize biraz kendinden söz edebilir misin?
Cemal Selbuz: Bir anarşist olarak Hamburg’da yaşıyorum. Daha çok, Ermeni anarşistler ve Osmanlı’da anarşizmle ilgileniyorum. Cafe Libertad’a etkin olarak katıldıktan sonra liberter ekonominin de ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Hamburg’da ve genel olarak Almanya genelinde anarkosendikalistlerle ilişkim var.
Café Libertad Kollektiv ile tanışman nasıl oldu?
1999’da anarkosendikalistler tarafında kurulan Cafe Libertad’la tanışmam, daha öncede tanıştığım kurucularının aracılığıyla oldu. Asıl olarak faaliyetlerini yakından tanımam, kolektifin kurulduğu yeri ziyaret ederek başladı. Faaliyetlerin nasıl yürütüldüğü, Meksika ve diğer ülkelerdeki köylü kooperatifleriyle nasıl bir ekonomik ve politik ilişki kurulduğunu merak ediyordum. Zamanla, ihtiyaç duyduklarında kahvenin getirilmesinde, depoda ve kolektife ilişkin düzenledikleri çeşitli politik ve sosyal etkinlerinde yardımcı olmaya çalıştım.
Sen ne zamandır kolektiftesin?
Sürekli ilişkide olduğum ve bazen de geçici çalıştığım Cafe Libertad’da, sekiz aydır tam üye olarak çalışmaktayım. Her üye gibi ben de 1000€ olan kooperatif payımı ödemeye çalışıyorum. Çalışanların hepsinin bütün karar süreçlerine demokratik ve eşit bir şekilde katıldıkları için onlardan, çalışanlardan daha çok üyeler ya da yoldaşlar olarak ifade etmenin daha doğru olacağını düşünüyorum.
İşleyişten biraz söz edebilir misin?
Sürekli çalışan üyelerin dışında, Cafe Libertad’da işlerin çok yoğun olduğu zamanlarda geçici olarak çalışanlar da olabiliyor. Geçici de olsa -3 veya 6ay çalıştıktan sonra- işsizlik parasından faydalanmaları için bir yılı tamamlayacak kadar çalışmalarını tavsiye ediyoruz. İster depoda olsun, ister büroda olsun bütün üyeler aynı ücreti almaktadır. Mümkün olduğunca iş alanları arasında dönüşümün oluşması için çaba sarf ediyoruz.
Büro kısmında kahvenin alınmasına ve gönderilmesine ilişkin bürokratik işlemler yapılmaktadır. Özellikle kahve ihracının olduğu dönemlerde iş yoğunluğu artıyor. Bu süre içerisinde bürodakilere yardımcı olacak geçici takviyeler yapılıyor. Her sene Meksika, Honduras ve Kostarika’daki kooperatiflerden toplam 120 ton kahve alıyoruz. Kavurma işletmesinde, kavrulup öğütülen ham kahvenin paketlenmesi ve vakumlu paketlerin etiketlenmesi de aynı yerde yapılmaktadır. Çekirdek şeklinde kavrulmuş ve paketlenmiş kahvenin etiketlenmesini de kolektifte yapıyoruz.
Çalışma koşullarından bahseder misin?
Kolektif olarak bağlı bulunduğumuz kooperatifler birliğinin tüzüğü, kendimizin oluşturduğu ve esas aldığımız kolektif tüzük olmak üzere, iki tüzüğümüz bulunmaktadır. Çalışma, disiplin ve kurallar yerine politik sorumluluk prensibi temelinde esnek bir şekilde yürütülmektedir. Herkesin katıldığı çalışmaya ve üretime ilişkin sorun ve ihtiyaçların görüşüldüğü çalışma toplantıları, her gün yapılmaktadır. Ayrıca haftada bir gün de genel görüşme oluyor, orada da daha çok kahve aldığımız ülkelerdeki kooperatiflere ve genele ilişkin sosyal ve politik sorunlar ve senelik kahve alım ve satımına ilişkin finans sorunlar görüşülmektedir.
Herkes saat ücreti olarak 18€ alıyor. 15 yıl içinde bir kez, 16€’dan 18€’ya çıkarılan saat ücretlerinin, asıl üreticilerin, Latin Amerika’daki kooperatiflerde çalışanların yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine öncelik verdiğimiz için artırılmamasını öneriyoruz. Bundan dolayı, şu ana kadar üyelerden bir arttırma talebi gelmedi. Haftalık çalışma süresini 30 saat olarak belirledik. Yani haftada 4 gün, günde 6 saat. Bazen iş yoğunluğu yüzünden 5 gün çalıştığımızda oluyor. Ya da ayrıca birinin paraya ihtiyacı olduğunda, geçici olarak, haftada 5 gün çalışabiliyor. Ama 5 gün çalışmaya ilke olarak karşıyız.
Kolektif olduğumuz için pek çok yerden çağrı alıyoruz. Sosyal, kültürel ve politik faaliyetlere çağrılıyoruz. Kendimizi orada temsil ettiğimiz gibi bir grup olarak da bu tür faaliyetlere katılmaktayız.
Café Libertad’ın kendi politik faaliyeti ya da eylemliliği var mı?
Yakın zamanda, St. Pauli kulübünün her sene periyodik olarak düzenlediği ırkçılığa karşı turnuva festivaline aktif bir şekilde katıldık. Dayanışma çadırımızda, bağış karşılığında kahve ikram ettik. St. Pauli Roar’dan, kilo başına gelen 2€’yu, ırkçılık karşıtı taraftar projelerine, politik mahalle çalışmalarına ve kentte yaşama hakkı gibi mücadeleleri desteklemek için kullanıyoruz.
Aynı şekilde, dayanışma kahvelerimiz Störtebeker ve Kiptik’le, yalnızca Chiapas’taki proje ve direnişlere değil Almanya ve diğer ülkelerdeki proje ve mücadelelere de destek oluyoruz. Örneğin Gezi sürecinde 670€ bağışta bulunmuştuk.
Anarşist ve radikal sol eylemlere direkt katıldığımız gibi, asıl dayanışmamız bu tür faaliyetlere maddi destek, kahve verme ve kahve makinelerimizi karşılıksız alıp kullanma şeklinde olmaktadır.
Bizzat bizim düzenlediğimiz politik ve dayanışma etkinliklerimiz olmaktadır.
Kahve işleyişinden biraz bahsedebilir misin?
Asıl kahve aldığımız yer Meksika, Chiapas. Kahveyi, aromasının daha iyi olması, yumuşak asitli ve daha iyi tat vermesi için ağaç gölgesinde ekmektedirler. Bu sayede, göçmen ve diğer kuşların yaşam alanları da korunmuş oluyor. Yine, ağaçlar, erozyonun önlenmesi ve çok zahmetli olan kahve toplama sırasında çalışanların rahat toplamasını da sağlamaktadır. Cafe Libertad, kuruluşundan bugüne kadar en az aracı kullanmaya özen göstermektedir. Bundan dolayı, bize kahve ısmarlayan herkesin, kahveyi aynı fiyattan almasını sağlamak için büyük marketlere, bio dükkânlarına indirimli satış yapmıyoruz. Café Libertad Kollektiv olarak amacımız, kahve kooperatifleri ile dayanışmak ve onların politik mücadelelerini desteklemek. Bunun için kahve gelirleri dışında, dayanışma paralarını da onlara gönderiyoruz. Sosyal ya da kültürel faaliyetlerinde bir ihtiyaç söz konusu olduğunda, dayanışma fonumuzdan para aktarabiliyoruz. En büyük kahve alımımız Chiapas’tan. Bunun gibi Honduras (kadınlar kooperatifi) ve Kosta Rika’dan da kahve almaktayız. Fiyatı, her sene, kahve kooperatifleriyle birlikte ortak bir şekilde belirliyoruz ve % 60 gibi bir ön ödeme yapıyoruz.
Bazen fiyatları çok yukarı çekmemek için, artışı bir sınırda tutup geri kalan kısmını fonlarla desteklemekteyiz.
Chiapasla ilişki nasıl kuruldu?
Zapatistlerin 1994’de başlayan onur ve adalet mücadelesinin, dünyada olduğu gibi Almanya’da da büyük etkisi oldu. Kısa sürede Chiapas’la Hamburg arasında yoğun bir politik hareketlilik başladı. Karşılıklı süren uzun ziyaretler ve görüşmeler sonucunda, küçük çaplı ilk girişimler 1999 yılında gerçekleşti.
Sen Chiapas’a gitme fırsatı bulabilmiş miydin?
Her üyenin, üyeliğini gerçekleştirdikten, bir yıl sonra – maddi imkânlar ölçüsünde- Meksika’yı ziyaret edebileceği tüzüğümüzde de yazılı. Bir tüketici olarak ziyaret etmeyi düşünmüyorum, ama kişisel olarak kahvenin toplanmasına katılmak isterim.
Libertad’ın göçmen meselesine bakışı nedir?
Bu soruya kişisel olarak cevap verebilirim; Cafe Libertad farklı sol ve anarşist çevrelerden gelen üyelerden oluşmaktadır. Politik faaliyetleri daha çok Cafe Libertad’ın dışında yoğunlaşmaktadır. Ama ister içeride isterse dışarıda olsun genel bir göçmen politikası yerine, ırkçılığa karşı mücadele anlamında bir politika daha çok tercih edilmektedir. Hiç şüphesiz, her iki kesimin de karşılıklı ilişkisi dışında otonom bir göçmen hareketi elzemdir. Ama bu karşılıklı ilişki burada hep bir sorun oluyor ve olmaya da devam edecek. Almanya’daki göçmenler dışındaki sol yelpaze, liberterler de dâhil olmak üzere, bu sorunu pek tanımlayamadığı için doğru bir politik söylem ve mücadele geliştirmeleri de mümkün olmuyor. Hiç şüphesiz coğrafik sınır(Avrupa), birçok şeyi sınırlıyor.
Peki, sen kedini nasıl tanımlıyorsun?
Ben, kendimi anarşist bir göçmen olarak tanımlıyorum. Benim dışımdaki diğer üyeler, radikal sol çevrelerden. Kolektif prensiplerin yürütülmesi bakımından, üyelerin politik duruşları dikkate alınmaktadır.
Bu tarz bir ekonomik işleyişin kapitalist bir işletmeyle farkı nedir?
Dediğim gibi kolektifin temel ilkesinin patronsuz kârsız ve üretici ve tüketiciler arasında politik bir dayanışma olması önemli bir farklılık oluşturuyor. Onun dışında mümkün olduğu kadar iş bölümünün olmaması, işletmeye ilişkin politik ve ekonomik duruma ilişkin herkesin karar alma sürecine katılabilmesi, kararların bir çoğunluk-azınlık şeklinde değil konsensüs şeklinde alınıyor olması, çok acil durumlarda en az yüzde 75’in desteğinin sağlanarak karar alınması, eşit ücretin olması, çalışma sürelerinin 30 saatten az olması, farklı mesleki deneyimlere olanak sağlanıyor olması da kapitalist işletmelere pek uymuyor.
Ayrıca kendisini iyi hissetmeyen bir üye, bir hafta ücretli mazeret izini de kullanabiliyor. Çalışma koşullarından kaynaklı bir üyemiz iş göremez duruma düşerse, onun hiçbir zaman dışlanmayacağı ve ona uygun olabilecek bir iş olanağı yaratılacak olması da diğer işletmelerden farklarımız olarak sıralanabilir.
Her üyemizin politik faaliyetlere katılmasını özellikle teşvik ediyoruz.
Dolayısıyla liberter ekonomik bir modeldir diyebilir miyiz? Yani bu ekonomik modeli örgütlemeye çalışıyor musunuz?
EZLN’nin mücadelesini desteklemek amacıyla kurulan Cafe Libertad, bu tür kolektiflerin yaygınlaşmasını destekliyor. Biz, çeşitli şehirlerde kahvemizi satmak isteyen kolektifleri hem parasal hem de politik olarak destekliyoruz. Dayanışma amaçlı kolektifler yalnızca kuruluş amaçlarıyla kalamazlar yeni ve dönüştürücü düşünce ve alanların açılması gerekiyor. Sürekli ikinci planda görülen tüketicilerin kolektifleşmesi ve üretim süreçlerine demokratik olarak katılmalarını sağlayacak imkânlar yaratılmalıdır. Farklı mesleki kolektifler arasında dayanışma ve rotasyon imkânları sağlanmalıdır. Yoksa kolektiflerin imtiyazlı kooperatiflere haline gelmeleri kaçınılmaz olur. Her şeyden evvel ekonomik ilişkiler her alanda politikleşmelidir.
Ben, kolektiflerin çok ideal yapılar olarak görülmesini doğru bulmuyorum. Sonuçta, bütün bu ekonomik ve politik ilişkiler, temel kapitalist bir araçla yürütülmektedir. Kafa ve kol emeği, yeni ve eski çalışan, bilenle bilmeyen arasındaki hükmedici ilişkiler gibi çalışma mefhumunu yeniden tanımlamak gerekiyor. Burada sorulması gereken, kapitalizme çok bulaşmadan liberter bir ekonomik yapılanma mümkün mü? Buna vereceğimiz cevap, diğer sorunların tanımlanmasını da kolaylaştıracaktır.
Café Libertad Kollektiv’in Dayanışmacı Ekonomisi
Libertad’ın dayanışmacı model diye isimlendirdiği ekonomi, dayanışma gösteren ve gösterilen arasında aynı seviyede bir ilişki biçimine dayanıyor. İlişkide maddi ilişkide bulunan tarafın daha fazla inisiyatif hakkı yok. Tabi ki, bu ilişki ortaya konarken baz alınan şey, yaşamın iyileştirilmesi… Chiapas’takilerle bu tarz bir ilişki, kolektifin ilk gününden bugüne sağlanmaya çalışıyor. Sadece Zapatistlerle değil, İtalya’dan, Yunanistan’dan, Honduras’tan kolektiflerle kurulan ilişki sayesinde Café Libertad Kollektiv, makarnadan yağa birçok farklı ürünü dayanışma ağına sokmuş durumda.
Ancak Chiapas, bu dayanışma ağının önemli bir ucu konumunda bulunuyor. Yajalon’da Ssit Lequil Lum; Altamirano’da Yochin Tayel K’inal; San Christobal’da Yachil Xojoba kahve kolektiflerinden senelik ortalama 60 ton kahve alınıyor. Kahve kilosu başına 85 Peso/ 5,5 Euro ödeniyor. Zapatista Dayanışma Kahveleri’nin fiyatları %9 nakliyat-konteynır, %2 indirim, %4 fonlar, %4,5 Paket-Kargo, %8 Lojistik-Depolama, %12 Kavurma-Paketleme, %18 Maaş, %20 Ham Kahve, %22 Vergi gibi kalemler hesap edilerek belirleniyor. Café Libertad Kollektiv, kurulusundan bugüne kadar Zapatistlerle ortalama 300.000 Euro dayanışma gösterdi. Fiyatlardaki oranlar 2000 yılından bu yana Zapatist köylülerin lehine olacak şekilde %70 oranında yükseltildi.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post Chiapas’tan Hamburg’a Uzanan Dayanışmanın Kolektifi LİBERTAD appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yalınayak : Hasta Tutsaklar Yaşam İçin Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Cezaevlerinde bulunan hasta tutsakların tedavileri yapılmayıp tahliyeleri gerçekleştirilmezken, tutsakların durumu gün be gün daha da kötüleşiyor. İktidarlarca tutsak alınarak hapsedilen ve iradesi çalınmak istenen birçok hasta tutsaksa hem hapsedildikleri duvarlara hem de hastalığa direniyor.
Kırıklar F Tipi Hapishanesi’nde tutsak bulunan Umut Fırat Süvarioğulları gazetemize yolladığı mektupta, aynı cezaevinde bulunmakta olan hasta tutsakların durumunu ve tutsakların başka cezaevlerine sevk edilmek istemelerine karşın maruz kaldıkları durumları anlattı.
“Ozan Çıra adlı bir arkadaş, geçen ay mahkemesinden tahliye oldu. Kendisi ağır tüberküloz hastası ve kan kusuyor. Kendisiyle ilgilenen kimse yok. Rapor almak için uğraşıyor, doktoru dışarıda tedavi olması gerektiğini söylüyor. Davasından tahliye olmasına karşın, daha önce açlık grevinden kaynaklı iki ve intihar etmeye kalkışmaktan aldığı bir disiplin cezası nedeniyle bırakılmıyor. Yaşadığı stresten dolayı psikolojisi de bozuluyor ve sürekli kan kusuyor. Bu esnada gelen ambulanslar hastaneye götürmeyi kabul etmiyor ve “ringle götürün” diyor. Hepsini görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz. Hasta tutsaklar problemi sıklıkla gündeme taşınmasına rağmen insanlar gün gün eriyerek ölüme gidiyor. Arkası sağlam olmayan zengin ve nüfus sahibi olmayan (bu arada daha önceki yazımda belirttiğim yeniden yargılama mevzusunda Aziz Yıldırım hakkındaki karar, ibretlik örnek oldu. “Sorumlu Cemaat” deyince, temize çıkarmak için yeniden yargılama ve infazın durdurulması istendi!) özellikle adli tutuklular, rezil muameleye maruz kalıyor. Oysa disiplin cezasının kaldırılması kurum müdürünün yetkisinde, ama yapılmıyor.
Diğer konu; Mehmet Ali Kapar isimli siyasi ama ayrı kalan bir arkadaş daha var. Kendisi Mardinli, 20 yıldır hapiste. Kendisi iradesi dışında, Mardin’den Batı illerine sevk ediliyor. Babası ve annesi çok yaşlı, felç düzeyinde ağır hasta olduğundan uzun zamandır sevkinin Mardin’e yapılmasını istiyor. Bu amaçla girdiği açlık grevinden kendisine söz verilerek bıraktırılıp ringe bindirilmiş, Mardin yerine yine buraya getirilmiş. 20 gün önce, talebi yıllardır reddedildiği için yine açlık grevine girdi, 15. gününde ölüm orucuna çevirdi. İdrarından pekmez kıvamında kan gelmeye başlayınca hastaneye götürüldü. Buradan birkaç arkadaş, açlık greviyle destek oldu. Ben de hastalığım sebebiyle açlık grevine giremesem de, konuya ilişkin bir dilekçe yazdım. Yaklaşık 10 günlük ölüm orucu sonrasında idare tekrar ısrarla söz verince, arkadaş bırakmayı kabul etti.
Son 10 yıldır, sistematik olarak, Adalet Bakanlığı’nın özellikle siyasi tutsakları, büyük gruplar halinde, ailelerinden uzak hapishanelere sevk etmesiyle binlerce kişi mağdur oluyor. ( Ben de beş yıl boyunca Bolu F Tipi’ne sevk olmuştum 60 kişiyle birlikte, geçen yıl ancak dönebildim.) Özellikle uzun yıllar zindanda oluştan kaynaklı ailelerin yıpranmasıyla, ziyaretlere uzak yerlere gidemeyişiyle mağduriyet büyüyor. Bu makul taleplere, bakanlık ısrarla olumsuz cevap verince, mahkûmlar açısından, bedenin yıpranması pahasına açlık grevinden başka seçenek bırakılmıyor. Tabi açlık grevinden de kesin sonuç alındığı söylenemez. Verilen sözlerin tutulacağının, ring aracının adresine ulaşacağının garantisi yok…”
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yalınayak : Hasta Tutsaklar Yaşam İçin Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Ukrayna’da Kim Ne İster?” – Bozkurt Toral appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz yılın son aylarında Ukrayna’da can çekişen “Turuncu Devrim” son nefesini de verdi. Ukrayna’daki 2010 yılı seçimlerindeki açık yenilgiden sonra bile Ukrayna’dan umutlarını kesmeyen Avrupa-Atlantik birlikteliğinin Doğu Ortaklığı sürecine Yanukoviç (Eski Ukrayna Devlet Başkanı) ve Azarov (Eski Ukrayna Başbakanı) 21 Kasım 2013’te beklenmeyen bir cevap verdi. Hükümetin cevabını “ülkeye ihanet” olarak değerlendiren muhalefet partileri, Batı yanlıları ve bazı Batılı temsilciler Euromaidan olarak adlandıran protesto sürecini başlattılar.
Böylece 2004 seçimiyle başlayan ve sonra “Gül Devrimi”yle bağlaştırılan Ukrayna’nın yüzünü Batı’ya dönmesi ve ülkedeki ekonomik ve siyasi Rusya baskısını dengelemesini -bununla da kalmayıp sürecin Ukrayna taraflarınca AB ve NATO’ya kabulünü de- öngören Turuncu Devrim tamamen sona ermiş oldu.
21 Kasım’dan bu yana devam eden yeni süreciyse iki boyutta çözümlemek gerekiyor; siyasi iktidarların (Ukrayna Devleti, AB-Atlantik birlikteliği, Rusya vs.) bu coğrafyadaki ayrı ayrı stratejileri ve yine bu coğrafyadaki insanların beklentileri. Burada önemli olan -dünya üzerindeki diğer birçok hareketteki gibi- bu iki boyutun aynı coğrafyada ve aynı coğrafyaya ilişkin meydana gelmesiyle çakışık bir varoluşa sahip olmasıdır.
Siyasi İktidarlar
SSCB’nin dağılmasından sonra bağımsız bir siyasi yönetime dönüşen Ukrayna yönetimi bağımsızlığının ilk yıllarından itibaren günümüze kadar hiçbir zaman bölgede ayrı ayrı stratejilerini kuran diğer iki siyasal iktidardan bağımsız bir strateji kuramamıştır.
Bölge üzerinde strateji kuran önemli siyasi iktidarlardan biri Rusya’dır. Ukrayna nüfusunun beşte birinin Rus olması ve Rusya-Ukrayna ilişkisinin tarihsel arkaplanı Rusya’nın sadece ekonomik ve siyasi çıkarlarla hareket etmediğini göstermektedir. Rusya için Ukrayna’nın kendisine bağlı olması önemli bir moral değerdir ama Rusya-Ukrayna ilişkisinin bu boyutunun diğer boyutlarını maskelemek için kullanıldığı da muhakkaktır. Rusya için yurtdışındaki Rus nüfusu (özellikle Rusya’nın komşularındaki) sınırötesi siyasi, ekonomik ve özellikle de askeri yaptırımların meşruiyet kaynağı olarak görülmektedir. Rusya, Kırım’a yapılan askeri müdahalenin öncelikli nedenini Kırım’daki Rusların güvenliğini sağlamak olduğunu öne sürmüştü.
Diğer taraftan Rusya’nın o kadar da duygusal davranmadığını Ukrayna meselesinin Rusya açısından ekonomik ve güvenlikle ilgili boyutlarına bakmadan yapılacak bir yorum eksik kalacaktır. Şu anda halk oylamasıyla bağımsız cumhuriyetler haline gelen Donetsk ve Luhanks bölgelerinde Rus nüfusu ağırlığını gösterse de özellikle Donetsk bölgesinin ülkenin en zengin kesimini bulundurması ve SSCB zamanında SSCB’nin en gelişmiş sanayi bölgelerinden biri olması Donetsk ve Doğu Ukrayna’yı ülkenin geri kalanından daha önemli hala getiriyor.
Ayrıca Ukrayna, Rusya’nın güvenliği ve askeri stratejisinde oldukça önemli bir yer teşkil etmektedir. Rusya, 2010 seçimlerinden sonra Yanukoviç’in samimiyetini Kırım’daki Rus üssünün kiralama süresinin uzatılmasıyla deneyerek Ukrayna’ya verdiği askeri değeri göstermiştir. Rusya, Kırımı işgal ederek hem Ukrayna ve Batı ittifakına 21 Kasım sonrası süreç ile ilgili sert bir cevap vermiş hem de komşu ülkelerine bir gözdağı vermiştir. Olası bir Ukrayna-Kazakistan ittifakının Rusya’nın Kafkasya ile bağlantısını kesebileceği için ise Ukrayna’yı şimdilik bir bütün olarak tutmak yerine kendisi için ekonomik ve askeri stratejik öneme sahip bölgeleri Ukrayna’dan koparmayı tercih etmiştir.
Bölge üzerinde strateji kuran bir diğer siyasi iktidarsa AB ve ABD’nin oluşturduğu Batı bloğudur. Batı’nın bölgedeki hedefi, ekonomik olarak zor durumda olan Ukrayna’nın ekonomik ve siyasi reformlarla kısıtlı bir gelişimden sonra, Rusya’nın Doğu Avrupa’ya yönelik siyasi ve ekonomik politikalarının etkisini engelleyecek bir barikat haline getirmekti. Batı güdümlü yönetim iktidardayken AB ve NATO üyeliği hedefiyle propaganda yürütmüş, fakat zaten AB üyeliği hakkında herhangi bir vizyon göstermeyen Batı, siyasi ve ekonomik reformlarda da eksiklik gördüğü için Ukrayna’ya mesafeli durmayı tercih etmiştir. Yine de Doğu Ortaklığı Anlaşması’yla Rusya’nın vaaddettiğinden çok daha iyi ekonomik şartlar sunan Batı, Rus yanlısı Yanukoviç ve Azarov tarafından geri çevrilince resmi olarak “bekle-gör” politikası benimsediğini iddia etse bile Batı yanlısı muhalefeti açıktan açığa desteklemiştir.
Ukrayna’da Yaşayanlar
Yazının başında da belirtildiği gibi 21 Kasım sonrası sürecinin birbirine çakışık iki boyutta çözümlenmesi gerekiyor. Bu boyutlardan ikincisi de siyasi iktidarların mücadele alanında yaşayan insanların durumu.
Ukraynalılar, SSCB’nin son yıllarından itibaren Rusya’ya karşı mesafeli olmaya başlamışlardı ama bu durum SSCB sonrası dönemde de Ukrayna siyasetini ve ekonomisini Rusya’nın baskı altında tuttuğunu değiştirmedi. SSCB’nin dağımasından sonra Ukrayna’nın ne zaman kendi ekseninden sapmaya başladığını görse enerji meselesini ortaya çıkaran Rusya ile Ukrayna arasındaki gaz krizleri bunun bir göstergesidir. 21 Kasım’dan önceki süreçte ekseninden kayan Ukrayna için yaptırımlarla beraber yeni fırsatlar da sunan Rusya, bunu Ukraynalıların adeta gözüne girmek için yapmıştı, çünkü Batı’nın fırsatlarına eski “havuç-sopa” anlayışıyla bir alternatif getiremeyeceğini fark etmiştir.
Bu nokta da Ukraynalıların büyük bir kısmının neden Batı yanlısı olduğunu anlamak kolaylaşıyor. Rusya güdümündeki yönetimin olduğu ve bölge insanlarının ekonomik bir enkaz altında kaldığı ülkede insanlar, Batı’nın katılımcı demokrasisini, reformlarını ve sunduğu pazar imkânlarını kötünün iyisi olarak görüp çözüm olarak benimsemişlerdir.
Sonuç
Ukrayna’daki toplumsal hareketlilik başladığından bu yana, ölen insan sayısı yüzlerle ölçülmeye başlandı bile. Küresel ekonomik ve siyasi hesaplar arasında yaşamlarını sürdürmeye çalışan halk, Batı ya da Rusya güdümündeki siyasal iktidarlar tarafından katlediliyor.
Toplumsal mücadelenin, efendilerin siyasi ve ekonomik çıkarlarına hizmet etmediği bir üçüncü cephe, Ukrayna’da kendisini dayatıyor.
Bu çift cepheli savaş, bu coğrafyanın topraklarında yüzyıllardan beri devam ederken, hatırlanması gereken 20. yüzyıl başlarında, ezilenlerin bu coğrafya da yarattığı deneyimdir.
Ukrayna’daki Mahnovşçina deneyimini hatırlamaya sadece Ukrayna’da değil, efendilerin savaşlarının hüküm sürdüğü her yerde ihtiyacımız var.
The post “Ukrayna’da Kim Ne İster?” – Bozkurt Toral appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Avrupa’da Yükselen Sağ Bize Ne Söylüyor?” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçen Mayıs ayı sonunda yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri aşırı sağ partilerin oylarını ciddi bir biçimde artırmasıyla sonuçlandı. Seçim sonuçları bu yanıyla Avrupa Birliği karşıtlarının zaferi olarak da yorumlandı. Seçimlerden %28.5 ile merkez sağ Avrupa Halk Partisi birinci olarak çıkarken, Avrupa Birliği’nin lokomotifi olarak sayılan üç ülke olan Almanya, Fransa ve İngiltere’de aşırı sağ partiler oylarını ciddi biçimde artırdı. Oylarını belirgin bir biçimde artıran partiler ise Belçika’da ayrılıkçı Flaman partisi NVA, Fransa’da Le Pen’in Ulusal Cephe’si, İngiltere’de İngiltere Bağımsızlık Partisi-UKIP ve Danimarka’da oylarını ikiye katlayarak %26 oy alan Danimarka Halkın Partisi idi. Seçimlere katılım oranı %43 gibi çok düşük bir düzeyde kalmış olsa da, ırkçı çizgideki aşırı sağın söz konusu yükselişini, son dönemlerde Avrupa Birliği ülkelerinin sürekli kriz halindeki ekonomileri ve bu durumun sonucu olarak beliren göçmen karşıtı politikalarıyla birlikte değerlendirmek gerek.
Özellikle son on yılda Avrupa Birliği ülkelerini sarmaya başlayan ekonomik sıkıntılar, artan işsizlik ve yoksullaşma ve bunların sonucu olarak devreye sokulan kemer sıkma politikaları, birçok ülkede Avrupa Birliği projesine kuşkuyla bakılmaya ve hatta varlığının tartışılmaya başlanmasına neden olmuştu. Bu tartışmaların merkezinde ise ilk elde göçmenlerin kesin bir şekilde sınırlandırılması, sıkı sınır kontrolleri geliyordu. Diğer taraftan Euro’dan çıkılması da tartışılan konulardan biriydi. Euro bölgesinin dağılması Avrupa ülkelerinde özellikle son yıllarda ciddi bir şekilde tartışılmaya başlanan bir olgu. Kimi ülkelerde yapılan bazı anketlerde ortaya çıkan eğilim ise, Euro’dan çıkılması şeklinde.
2008 yılında ortaya çıkan küresel finans krizi, Avrupa’da aynı yılın sonlarına doğru Yunanistan’da büyük bir isyan dalgasının doğmasına neden olmuştu. Almanya başta olmak üzere, Avrupa Birliği’nin ekonomik yardımlarıyla ayakta kalmaya çalışan, deyim yerindeyse ekonomik olarak iflas etmek üzere olan ülkede 2011 yılında yapılan seçimlerden göçmen karşıtı ırkçı politikalarıyla bilinen faşist Altın Şafak partisi ciddi bir oy artışıyla çıkmıştı.
Yunanistan, Türkiye ile olan sınırı dolayısıyla göçmenlerin, Avrupa’nın ekonomik olarak görece refah seviyesi daha yüksek ülkelerine geçiş için basamak ülkelerinden biri olması nedeniyle göçmenler tarafında en çok rağbet edilen ülke konumunda. Büyük çoğunluğu diğer ülkelere geçemeyerek Yunanistan’da kalan göçmen nüfusu, faşist Altın Şafak Partisi’nin de ırkçı propagandalarında ekonomik krizin en önemli sebeplerinden biri olarak gösteriliyor. Avrupa Birliği ülkelerinin genelinde de bu yargının, Altın Şafak gibi ırkçı bir partiden öte devletler nezdinde var olduğunu söylemek mümkün. Birliğin göçmen karşıtı politikalarının somut bir pratiği olarak geçtiğimiz yılın sonlarında Türkiye ile Avrupa Birliği arasında göçmen geri kabul antlaşması imzalanmıştı.(Bknz: Meydan Gazetesi sayı 15-“Avrupa’nın Yeni Sınır Karakolu Türkiye oldu)
Devlet politikalarında somutlaşan göçmen karşıtlığı ise Avrupa’daki Altın Şafak benzeri başka partilerde yabancı düşmanlığı politikalarına bürünüyor. Bu anlamda söz konusu faşist parti ve siyasal akımların, bu politikalarıyla devletlerin ekonomik krizler, işsizlik ve yoksulluktaki aslan payını görmeyi engelleyerek, tüm suçu ülkelerindeki savaş ve benzeri yıkımlardan kaçarak yaşam mücadelesi veren göçmenlere yıkmayı amaçladığını belirtmek gerek.
Avrupa’da yabancı düşmanı aşırı sağın yükselişe geçmesinin bir diğer nedeni olarak da mevcut sosyal demokrat ve sosyalist partilerin neoliberal ekonomik programları uygulamalarıydı. Özellikle Fransa’da sosyalist Hollande, kemer sıkma politikalarına taviz vermeden devam etti. Bu anlamda neoliberalizmin derinleşmesi ile gelen kriz ve devletlerin sürdürmüş olduğu kemer sıkma politikalarının, aşırı sağın yükselişiyle doğru orantılı bir seyir izlediğini söyleyebiliriz.
Seçim sonuçlarına ilişkin Fransa’nın sosyalist başbakanı Manuel Valls’ın “Bir uyarıdan daha fazlası. Bu bir şok, deprem” değerlendirmesi, Avrupa’daki sol partilerin duruma ilişkin değerlendirmelerini özetliyor. AB’de aşırı sağın bu kadar yükselmesinden rahatsız olan kesimlerin, durumun AB’nin küresel kapitalist politikalarıyla ilişkisini görememekteki ısrarı, Horkheimer’ın “kapitalizmi eleştirmeye yanaşmayanların faşizme sıra geldiğinde de susmaları gerektiği” cümlesini hatırlatıyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Avrupa’da Yükselen Sağ Bize Ne Söylüyor?” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Tüysüz ve Kılsız Güzellik” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yazın gelişiyle biz kadınlar vücudumuzdaki tüy ve kıllarla zorlu bir savaşa gireriz. Kışın marifeti uzun çorap, kazak, kıllarımızı örterken yaz gelince pürüzsüz bir tene kavuşmak için her yola başvururuz. Tüy ve kıllarımızdan kurtulmanın güzelliğin reçetesi olduğunu söyleyenlerse bu yollarla milyon dolarlar kazanırken, güzelleşmek uğruna acı çekip üstüne dolandırılan yine biz oluruz.
Herkes kıllı doğar
Kıl, insan vücudunda daha rahimdeyken görülmeye başlar. Cenin 22 haftalık olmadan, çoktan 5 milyon kıl kökü vücutta oluşmuştur bile. Vücudumuzdaki kılların her birinin birer fonksiyonu vardır. Bu kılların, tüylerin, pulların ve benzeri deri üzerindeki yapıların çoğu, vücudun su ve ısı dengesini sağlar. Kıl köklerinde bulunan küçük kaslar, soğukta kasılıp tüylerimizi dik hale getirerek enerji ve ısı oluşturur. Sıcakta ise terleyerek vücudumuzun serinlemesine yardımcı olurlar. Kulak, kirpik, kaş gibi kıl yapıları ise etraflarında bulunan hassas organlarımızı (kaş ve kirpik kılları gözü korur) dış ortamdaki zararlı maddelere karşı korur. Vücudumuzdaki tüy ve kılları yok etmek doğrudan vücudumuza bir zarar vermiyor; ancak yok etme yöntemlerinin kendisinden kaynaklanan ciddi zararları saymazsak.
Vücuttaki yoğun kıllanma ise birçok nedene bağlı oluşur. Genetik yapının ve ilaç kullanımının yanı sıra hormonal düzensizlikler yoğun kıllanma nedenleridir. Kıllanmanın artık katlanılamaz bir hale geldiği noktadaysa kurtulmak adına her şeyi ama her şeyi göze alabiliyoruz.
Fazla traş cildi bozar
Bir yanda yüzündeki kıllardan dahi jilet kullanarak kurtulmayı denemiş, bu yüzden her gün bir erkek gibi tıraş olup epilasyon merkezlerini tedavi(!) zannederek gitmek zorunda kalanlar, diğer yanda sadece güzelleşmek uğruna tüy ve kıllarından kurtulmak isteyenler…
Ağda sarkıtır, jilet bir yerden üç fırlatır, tüy dökücü tahriş eder, iğneli iz bırakır, lazer kıl rengine bağlı azaltır, ninemin tavsiyesi tuz ve limon ise tarihe karışır… Ne yapsak, ne etsek aslında tüy ve kıllarımızı tamamen yok etmek mümkün değildir.
Peki, neden tüy ve kıllarımızdan bu kadar çok kurtulmak istiyoruz?
Aslında bu sorunun cevabı çok basit. Toplumun bizlere dayattığı güzellik anlayışı tüysüz, kılsız, pürüzsüz bir tenin güzel olduğudur. Bu yüzden biz kadınlar neredeyse güzelliği acı ile bağdaştırır bir hale geldik. Sadece yaşadığımız coğrafyada değil hemen her coğrafyada, sadece güzel olmak için türlü acılara katlanan milyonlarca kadın var. Tıpkı boyunlarına halka geçiren Padaung kadınları gibi.
Tereyağından kıl çekmek kolay, peki ya vücudumuzdan…
“Elinde cımbızı aynası” diyerek başlasa da Mahmure şarkısının sözleri, artık tüy ve kıllarımızdan kurtulmanın icatları da epey gelişti. Limonlu- şekerli, analı- kızlı yapılan kalabalık ağda günleri geçmişte kaldı. Artık epilasyon merkezlerine gidip taksit taksit borçlanıp, acılarımızı dörde katlayıp kökten çözümler arıyoruz. Kimimiz epilasyon merkezlerine uygulanan teknolojinin zararlarını bilerek, kimimiz ise bilmeden gidiyor. Bu konuda farklı birçok yöntem uygulanıyor. Hepsinin vücudumuza bir takım zararları bilinmesine rağmen yine de bu yöntemlere başvurmaktan kaçınmıyoruz.
Çünkü kılı kökten çözmek istiyoruz.
Kıl kökü bir bitki gibidir. Nasıl ki bir bitkinin uç, gövde ve kök kısmı bulunur, kıl yapısında da aynı şekildedir. Kökte bulunan soğancığın alt kısmı oyuktur ve kılı besleyen damarlar burada bir yumak gibidir. Kıl kökünün etrafını ise cilt tabakaları sarar. Tüm bu teknolojiler tüy ve kıllarımızı kısa sürede, kökünden yok etme iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bunların aralarında en fazla tercih edileni ise lazer epilasyondur. Öncellikle belirtmeliyim ki uygulanan bu teknolojilerin ileride doğuracağı olumsuz sonuçlar hakkında şimdi konuşmak kimilerine inandırıcı gelmeyebilir, zaten asıl amacımız konuya dikkat çekmek.
Yeni model lazer, yeni model ütü
Lazer epilasyoncular, lazer ışığının cilt dokusuna zarar vermeden kıl kökündeki pigmentlere nüfuz ettiğini, kıl kökü tarafından emilen enerjinin ısıya dönüşerek kıl kökünü tekrar büyüyemeyecek şekilde tahribata uğrattığını iddia eder. Biliyoruz ki röntgen ışınları vücutta artık bırakmakta ve belirli bir zaman içerisinde farklı riskler oluşturmaktadır. Hastanelerdeki “girilmez” yazılı odalar da bu yüzdendir. “Lazer ışığının vücutta bıraktığı herhangi bir artık yoktur” iddiası ise epilasyoncular tarafından genelde kullandıkları makinenin modeliyle ilişkilendirilir. Makinenin dalga boyu, atım sayısı, soğutması vs. her yeni model bir eskisinin etkisiz olduğunu ispatlamak üzerine kuruludur. Yani epilasyon merkezlerinde genellikle uygulamadan önce yapılan açıklamalar sağlığınızla değil, kullanılan makine ile ilgilidir.
Nitekim uygulamayı da dermatologlar ya da plastik cerrahların yanı sıra kendine güzellik uzmanı diyen herkes yapabilmektedir. Lazer epilasyon sonrasında birçok kadının cildinde kızarıklıklar, kabarıklıklar, farklı derecelerde yanıklar, lekelenmeler ve sivilceler oluşmaktadır. Bu firma açısından gayet normal bir durumdur; ne de olsa makine yüzünden! “4-5 seansta biter” dedikleri uygulama, 8-9 seansa kadar sürdüğünde size sadece yüzde elli indirim yaparlar; devam edebilesiniz diye. Tüm bunlar dışında her seans başına dolara endeksli dünya kadar para ödersiniz. Belki her seansta her bir atışla hissettiğiniz acı da bunların yanında önemini kaybediverir.
Anlayacağınız güzellik timsahları daha çok para kazanmak için bize yalan söyler. Çünkü her yıl yeni bir teknoloji piyasaya sürüldüğünden ve talebe bağlı olarak piyasadaki rekabet giderek arttığından yeni model bir makine almak adına yalan söylemek onlar için oldukça kolaydır.
Peki, iğneden korkar mısınız?
Çocukken okula aşı yapmaya gelen sağlık görevlilerini, ellerindeki şırıngaları, oluşan kuyruktaki gergin ve korkulu bekleyişi kimse unutamaz. Hepimiz en azından bir kez iğneden korkmuşuzdur. Neredeyse yüz yıldır uygulanan iğneli epilasyon dedikleri şey ise bir iğnenin- şayet yüz bölgesindeki tüy ve kıllardan kurtulmaktan bahsediyorsak- bütün yüzümüze çok kez batıp, çıkması demektir. Üstelik aynı esnada vücudunuza verilen elektrik cabası. Ancak bu yöntem günümüzde kadınlar açısından hem fazla acılı olmasından, hem iz ve leke bırakma gibi olumsuz sonuçlar doğurduğundan pek tercih edilmiyor. Ancak yine de lazerli uygulamaya göre daha ucuz olduğu için bu yönteme başvuran kadınlar yok değil.
İğneli epilasyoncular lazerliye göre bu yöntemin vücudumuzdaki tüy ve kıllarımızdan ölene dek kurtulma garantisi yarattığını anlatırlar. Bu ne yazık ki(!) doğrudur; çünkü her kıl kökünün iğne yoluyla yakılarak delik deşik edilmesi sonucunda oluşan oyuk yaralarla, iltihaplanma olasılığı yüksek kıl kökünüzün zaten yeniden yeşerme gibi bir şansı kalamaz. Lazerdeki gibi son model makine kullanma ya da uzmanlar tarafından uygulama yapılması gibi şeylerde iğneli epilasyonda beklenmez. Önemli olan saatlerce süren uygulama sırasında iğneci ablanın gösterdiği sabırdır.
Kadınlık hali mi? dediniz…
Kimi erkek sakalı, bıyığı ile övünürken, tüysüze erkek bile denmezken, kadının ise tüyünden, kılından utandığı, sıkıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Vücudumuzdaki tüy ve kıllar bizi o kadar rahatsız ediyor ki her acıya katlanıyor, her yolu sorgulamadan deniyoruz. Bir kadınlık halidir dediğimiz, kendi kendimizi dertlendirdiğimiz, üstüne paralar harcadığımız tüm bu yöntemler bir tek şey için; güzel olmak.
Çünkü bu sistemin çirkinleri sevilmiyor, beğenilmiyor. Çünkü bu sistemin çirkinleri güzellik kalıplarına sığmıyor, sığamıyor. Sistemin güzelliği gün geldiğinde acı çektiriyor, gün geldiğinde öldürüyor. Oysa güzellik ne tüyümüzde, ne de kılımızda. Güzellik nasıl gördüğümüzde, nasıl baktığımızdadır. Görmek istediğimiz gerçekten baktığımız kişi midir, yoksa sistemin güzel dediğine benzetmek istediği kişi mi?
Bu yazının sonunda gerçekten kılı kırk yarmak lazım bu yüzden bundan sonra elinize cımbız almayın, epilasyon merkezlerine gitmeyin, tüy ve kıllarınızla yaşamayı bilin demeyeceğiz, çünkü sistemin biz kadınlara dayattığı güzellik sadece vicdanımızı çirkinleştiriyor.
Çünkü içinde yaşadığımız bu sistemin güzelliği; Afrikalı kadınların aç kalmamak için saçlarını satmaları ve başka kadınların güzel olmak için o saçları satın alıp peruk olarak kullanmasıdır.
The post “Tüysüz ve Kılsız Güzellik” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Şirketleri Maviye Boyayan ILO” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz 13 Mayıs günü Soma’da yaşanan katliamda (açıklanan rakamlara göre) 301 işçinin yaşamını yitirmesinin ardından madenlerdeki ağır çalışma koşulları, güvencesizlik, taşeron sistemi çokça konuşulmaya başlandı. Yerin yüzlerce metre altında, yüzlerce işçi katledildikten sonra, bu coğrafyada sanki daha önce hiç iş cinayeti yaşanmamış, işçiler sanki hiç göz göre göre katledilmemiş gibi, herkes işçilerin güvenliğinin sağlanmasına ve bunun denetiminin gerekliliğine dem vuran açıklamalarda bulundu. Televizyonlardaki tartışma programları, gazetelerdeki köşe yazıları hep bundan bahsetti; çalışma alanları daha güvenli hale getirilmeli, bunun denetimi eksiksiz sağlanmalıydı. İşte tam da bu konuyla alakalı olarak herkes baz alınması gereken bir “standart”tan bahsediyordu. Televizyoncular, gazeteciler, sendikacılar, milletvekilleri… Soma benzeri “elim kazaların” önlenmesi için ILO standartlarının tanınması gerekiyordu.
Sendikalar, yazarlar-çizerler, muhalefet partileri bir noktaya odaklanmış, hükümetin ILO sözleşmelerini imzalaması gerektiğine vurgu yapıyordu. Öyle ki ana sendika DİSK “TBMM, ILO’nun Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi’ni İmzalasın” açıklamaları yapmış, ana muhalefet partisi CHP’nin genel başkan yardımcısı Sezgin Tanrıkulu da “AKP hükümetinin derhal yapması gereken öncelikli görevlerden biri ILO’nun ilgili maddelerini derhal imzalamak” diyerek ILO’yu meclis gündemine taşımıştı.
Peki, katledilen yüzlerce işçinin ardından böylesine gündem olan, gerekli önem arz edildiği takdirde benzer katliamların önlenebileceği iddiasını yaratan ILO neydi?
ILO Nedir?
1919 yılında, Versailles Barış Antlaşması’na bağlı olarak İsviçre’de kurulmuş ILO (International Labour Organisation – Uluslararası Çalışma Örgütü), 1946 yılında Birleşmiş Milletler’in uzmanlık kuruluşu haline gelmiştir. Örgüt, “Evrensel insan ve çalışma haklarının korunması” ilkesi iddiasıyla kurulmuştur.
Temel çalışma hakları, örgütlenme ve toplu sözleşme hakkı, zorunlu çalıştırmanın kaldırılması gibi alanlarda belirli standartlar yaratan ILO, çatısı altında bulunan üye ülkelere de bu standartlara uyma noktasında sözleşmeler sunarak tavsiyeler vermektedir. “Bağımsız işçi ve işveren örgütlerinin gelişiminin teşviki”ni amaçları arasında tutan ILO, “eşit katılım” ilkesinden de vazgeçmeyerek işçiyi, işvereni ve hükümeti bir araya getirmektedir. Yani Uluslararası Çalışma Örgütü ILO, işçiyi, işçinin katili patronu ve katliama göz yuman devleti aynı masada çözüm aramaya itmektedir.
ILO’da Çözüm: İşçi, Patron, Devlet El Ele
Her yılın Haziran ayında ILO’nun Cenevre’de düzenlenen ve örgütün bütçesinin de oluşturulduğu Uluslararası Çalışma Konferansı’na ikisi hükümet delegesi, biri işveren, biri ise işçi temsilcisi olmak üzere her ülkeden 4 delege katılım gösterir. Ülkelerin çalışma koşullarıyla ilgili değerlendirmeler yapan ILO’nun toplantısına, katılımcı ülkelerin ilgili bakanları da katılır. Çalışma hayatına ilişkin sorunların halledilebilmesi savıyla yola çıkan bu toplantıda patron, bakan, devlet üçlüsü işçilerin koşullarının “iyileştirilmesi” noktasında fikir teatisinde bulunurlar; yani aslında işçiyi az ücretle çok saat-kölece koşullarda çalıştıranlar etrafında toplandıkları masalarda planlarının devamını getirirken, bunu da “işçiyi düşünen” imajına bürürler.
Global Compact ve Şirketleri Maviye Boyamak
“Sürekli rekabet içerisindeki iş dünyasına ortak bir kalkınma kültürü yaratmak” kaygısıyla oluşturulan Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi olan Global Compact, imzacısı olan şirketlerin sosyal sorumluluk ve sürdürülebilirlik ilkelerini benimseyerek çalışmalar yürütmesini öngören bir BM sözleşmesidir. ILO’nun da imzacısı olduğu Global Compact, sürdürülebilir ve kapsamlı küresel ekonomiyi – yani kapitalizmin gelişmesini – amaçlarken, bu noktada BM ajanslarını, çalışma örgütlerini ve sivil toplumu şirketlerle bir araya getirir.
Sözleşmeye taraf olan şirketlerin orta vadede ekonomik kazançlarını arttırmasını, kısa vadede ise toplumsal sorumluluklarını en bilinçli şekilde yerine getirmenin “prestij”ini sunan sözleşmenin, BM’nin şirketlere uzattığı “iyiliksever ve güler yüzlü” kılıfın ardında, çok daha büyük bir sömürüye sebep verdiğini görmek gerek.
Bluewash denilen kavram aynı Greenwash (yani yeşille yıkama) denilen yöntemde olduğu gibi şirketlerin aslında ekoloji yanlısı olmadığı halde “öyleymiş gibi gösterildiği” bir yöntemdir. Bluewash’ın mavisi BM’nin mavisinden gelmektedir. Arkasına BM’nin uluslararası yardımsever bir kuruluş olma niteliğini alan şirketler her ne kadar öyle olamsa da “öyleymiş gibi” kendilerini gösterebilirler. Şirketlerin “imaj yenilemesi”ne ve sosyal sorumluluk sıfatı altında kapitalizm sürdürülmesine fırsat yaratan Global Compact aracılığıyla bugüne kadar yaşanan talanlardan örnekler vermek de mümkün tabi. Örneğin; Global Compact’ın imzacısı olan Brezilya menşeili Yaguarete PORA isimli şirket, Paraguaylı Ayoreo yerlilerinin yaşamakta olduğu ormanı yok etmiş, bunun ardından yerliler şirketin Global Compact’ten çıkarılmasına dair bir dilekçe yazmış ancak konuya ilişkin BM’den herahangi bir açıklama gelmemişti.
Küresel kapitalist sürdürülebilirliği kendine ilke edinmiş bir uluslararası sözleşmenin emekçiden yana taraf olma olasılığı, tabi ki yoktur. ILO, Global Compact’a attığı imza ile Global Compact’a imza atan şirketlerin saygınlığını arttırmış, “emek sömürüsü”nde bulunmayan şirketler yanılsamasının oluşmasına izin vermiştir.
ILO’nun Esas Amacı
Emek sömürüsüne ilişkin verilerin birincil kaynağı konumunda bulunan ILO, yaptığı tespitlerle her ne kadar “emek”ten yana bir tarafmış gibi görünse de, ILO’nun hedefi ezilenlerin artık ezilmediği bir dünya yaratmak değildir.
ILO, kapitalizmin kusursuz işleyebilmesinin garantörü olma rolüne soyunmuştur. Olabildiğince az hak ihlalleri, iş cinayetleri, sömürünün olmaması kapitalizmin tıkır tıkır ve herkes için işlediği bir dünya olabileceği yanılsamasıyla oluşan kuruluş, şirketlerin ekonomik hedeflerine hızlı ve daha verimli ulaşabilmek adına şirketlere yardımcı bir nitelik taşır.
ILO’nun küresel karakteri, kapitalizmin küresel niteliğiyle uyumludur. Bu sürdürülebilir kapitalist hedefler, tüm coğrafyalarda savunulur.
ILO’nun verilerini biz ezilenler nasıl kullanırsak kullanalım, ortadaki veriler kapitalist şirketlerin kar-zarar hesaplamalarını daha düzgün yapabilmeleri adına gerçekçi olmak zorundadır.
Birleşmiş Milletler’e bağlı bir kuruluştan, daha adil bir var oluş beklemek boşunadır. Hele bu küresel kuruluşlara umut bağlamak… Muhalefetiyle, sendikalarıyla yaşadığımız coğrafyanın toplumsal muhalefetinin temsilcilerinin de bel bağladıkları kuruluş, küresel rantlardan dolayı geçtiğimiz Mayıs ayında Özbekistan’da pamuk tarlalarında çalıştırılan çocuk işçileri gündemine almamayı seçmiştir.
İçinde bulunduğumuz günlerde 103. konferansını gerçekleştiren bu örgütün, Soma Katliamı’nın ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Yardımcısı Halil Etyemez’i de Türkiye’nin ILO Yönetim Kurulu Asil Üyeliğine seçmesini de düşünerek, ILO’nun ne kadar “emekten yana” olduğunu bir kez daha düşünmek gerek…
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Şirketleri Maviye Boyayan ILO” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kapitalizmin Yapıbozumu BAUHAUS” – Deniz Tanfener appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Evet, yavaş yavaş mobilyacıların, nalburların, marangozların yerini bu devasa marketler alıyor. Her şey belirli bir merkezde toplanıp tüketilmesi kolay hale getiriliyor. Başka bir deyişle, nakitler bu tekellere akarken, üretim nesneleri daha kolay satılır hale getiriliyor. Mobilyalar sözde kişileştirilirken ya da “sanat” haline getirilirken, gündelik yaşamın ekolojisi AVM’lere ve diğer tüketim cennetlerine sıkıştırılıp yok ediliyor.
Bunlar bildiklerimiz, bilmesek bile yavaş yavaş kapanan mahalle esnaflarının yerini alan bu soğuk cennetlerle her çarpıştığımızda alttan alta hissettiğimiz bir şey.
Yalnız bu marketlerden birinin biraz farklı bir hikayesi var. Günümüzde yapı market şirketi olan “Bauhaus’’ adını kelime kökeni olarak “bauhütte’’ kelimesinden almıştır. Bauhütte kelimesi, ortaçağda kapitalizm öncesi üretim koşullarında, kilise yapımlarında kullanılan “yapı kulübesi” anlamına gelmektedir. Adından belli olacağı üzere, Bauhaus yapı ile ilgilenen bir kurum ama tabii ki bir yapı market değil. Bir sanat okulu. 1918 yılında kurulan bu okul yenilikçi bir sanat anlayışıyla ilerlemiş, çok başarılı sanatçılar ve mimarlar yetişmiştir. Mimariye olan katkıları tiyatro sanatında da fazlaca etkilerini göstermiştir. Tiyatroyu çerçeve sahneden kurtarmış, yerine çember ve arena sahne anlayışını getirmiştir. Kostümler üzerine de değişiklikler getirmiştir Bauhaus. İşlevsel olan ile estetik olanı bir araya getirmiştir. Dünya sanatına en büyük katkısı da budur.
Her ne kadar bir okul olarak anılsa da, ortaçağın komünal atölyelerini andırmaktadır. Zaman zaman dışavurumcu etkiler gösterse de komünist olmakla itham edilmiş, dönemin devlet adamları tarafından defalarca hedef gösterilmiş, sonunda 1933 yılında 200 polis tarafından kuşatılarak, kapatılmıştır. Daha sonradan bazı üyelerin katılımıyla, başka bir isimle kendini sürdürmüştür.
Estetik ile işlevselliği bir araya getiren bir akım, tabi ki kapitalizm için bulunmaz bir nimettir. Yani bu akımın, bir market zinciri olarak karşımıza çıkmasının en temel sebebi budur. Çünkü kapitalizm, dokunduğu her şeyi dönüştürür, kendinde anlamlı olan her bir nesneyi, bir kâr nesnesi haline getirerek içini boşaltır, koflaştırır gerçek anlamından kopartıp, market raflarına dizilmiş ambalajlı saçmalıklara dönüştürür.
Her ne kadar o bize hayatımızı kolaylaştırdığını söylese de asıl yaptığı şey yaşamı çalmak, doğrusu “şey”lerin içindeki yaşamı öldürüp içine kocaman bir hiçlik yerleştirmektir. Tabi ki, bir domatesin, bir ağacın ya da bir taşın kaçamadığı dönüşümden kısmen sanat da kaçamamış, bir sanat akımı olarak yola çıkan Bahaus, bir yapı marketine dönüşmüştür.
Deniz Tanfener
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kapitalizmin Yapıbozumu BAUHAUS” – Deniz Tanfener appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bebeklere Süt UHT’li Mama GDO’lu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>29 Mayıs günü Resmi Gazete’de de yayınlanan GDO yönetmeliğinde değişiklik ile Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığınca, tüm bebek mamalarında GDO kullanımını serbestleştirdi.
Geçtiğimiz aylarda bebek maması üreten ve en bilinen şirketlerden biri olan Milupa’nın “Milupa Aptamil Sütlü Tahıl Karışımı”nın raflardan alınmış ürünlerine yapılan analizlerde GDO tespit edilmişti. Ardından şirket ve ürünle ilgili Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı “söz konusu bebek mamasının GDO analizi yapılmış, GDO tespit edilmediğinden ithalatına izin verilmiştir. Ancak piyasa denetimlerinde GDO tespit edildiğinden bebek mamaları toplatılmış, firma hakkında yasal süreç başlatılmıştır” diyerek bir açıklamada bulunmuştu.
Bunun üzerinden çok geçmeden 29 Mayıs günü Resmi Gazete’de de yayınlanan GDO yönetmeliğinde değişiklik ile Bakanlık, tüm bebek mamalarında GDO kullanımını serbestleştirdi.
Biyogüvenlik Kanunu’nun “yasaklar” başlıklı 5. maddesinde GDO ve ürünlerinin, bebek mamaları ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaklanmıştır. Yasadaki bu düzenlemeye rağmen yapılan yönetmelik değişikliğiyle bu yasak delinmiştir. Bu yasağı delmek içinse Bakanlık, yasada tanımı olmayan bir kavramı yönetmeliğe koymuştur; GDO Bulaşanı.
Kısaca Bakanlık şunu demek istemektedir; Türkiye’de Biyogüvenlik Kurulu bugüne kadar sadece hayvan yemi ihtiyacına yönelik ürünlerde bulunan GDO’lara izin vermiştir. Bu GDO’lara Biyogüvenlik Kurulu izin verdikten sonra, aynı gen insan ürünlerinde de çıkarsa, ürünün piyasada kullanılmasına izin verilecektir. Bu düzenleme Biyogüvenlik sistemine tamamen aykırı olsa da.
Yani bu yönetmelikle hayvan yeminde bulunan gen, eğer ki bebek maması dâhil diğer gıdalarda da bulunursa, bunlar tüm ürünün binde dokuzunun altındaysa bu ürünlere izin verilecektir. Hem de ister üretim aşamasında, isterse de paketleme, nakliye, ambalaj aşamasında GDO bulaşmış olmasına bakılmaksızın. GDO’lu olarak üretilen bir ürünü bile, binde dokuz eşiğinin altında denilerek, GDO’lu olmaktan çıkarmanın yolu bulunmuştur.
Bu serbestliğin asıl amacıysa Milupa gibi gıda sektöründe para uğruna sağlığımızla oynayan şirketleri kurtarmak, tüm gıdalarımızda en başta bebek mamalarında GDO’yu serbest hale getirmektir.
The post Bebeklere Süt UHT’li Mama GDO’lu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletsiz Halklar Dünya Kupasında” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>CONIFA(Bağımsız Futbol Dernekleri Konfederasyonu)’nın düzenlediği Dünya Kupası, bu sene İsveç’in Östersund kentinde gerçekleşti. Turnuvaya, devletsiz ve özgürlük mücadelesi veren halkları temsil eden futbol takımları katıldı. Turnuvada Güney Fransa’dan gelen Nice takımı şampiyon olurken, geçen yılın şampiyonu Suriye, Irak, İran ve Türkiye Kürtleri’ni temsil eden Kürdistan takımı 6. oldu.
FIFA’nın düzenlemiş olduğu Dünya Kupası; reklamlarıyla, hareketli müzikleriyle, renkli maskotlarıyla, her dört yılda bir farklı bir ülkenin talanına kapı açıyor. 2000 senesinden beri düzenli olarak yapılan halkların dünya kupası ise, FİFA’nın politikalarına bir karşı duruş olarak ortaya çıkmış durumda.
FIFA Talan, Endüstriyel Futbol Yalan
FIFA’nın düzenlemiş olduğu Dünya Kupası organizasyonu, düzenlendiği ülkelerde şirketlerin ve devletin, talanı meşrulaştırmasında büyük önem taşıyor. Öyle ki; Dünya Kupası’nın düzenlendiği her ülke, büyük bir kentsel dönüşümden geçiriliyor. Yapılan devasa statlar, konaklama için lüks oteller, daha fazla tüketim şirketlerin iştahını kabartırken; yoksullar için mahallelerinin yıkımı, talan, sömürü anlamına geliyor.
Dünya Kupası’nın tüketimi bittiğinde bir daha asla dolmayacak devasa kapasiteli statlar, futbolun da dönüşümünde etkili oluyor. Devasa statlar futbol takımlarını da pahalı futbolcular transfer etmeye, sponsorlarla anlaşmaya, bilet fiyatlarını arttırmaya itiyor. Hem endüstriyel futbolun bir atlama noktası olması, hem de şehirlerin talan ve yıkımlarının meşrulaştırılması sebebiyle patronlar her Dünya Kupası’nda kazanan oluyor.
Brezilya’nın Dünya Kupası organizasyonuna ev sahipliği yapacağının kesinleşmesiyle birlikte gecekondularda başlayan yıkımlar ve buna karşı direnen halka kolluk kuvvetlerinin saldırıları da, bu organizasyonların amacını açıkça gün yüzüne çıkarmakta.
Brezilya’da düzenlenen FIFA’nın talanına karşı direnen halkalara devlet-polis saldırısı sürerken, CONIFA’nın düzenlediği, 12 takımın katıldığı ve “Nice”nin şampiyon olduğu turnuvanın katılımcılarına bir göz atalım:
Dağlık Karabağ Takımı; Güney Kafkasya’da Azerbaycan sınırları içerisinde bulunan Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’ni temsil etmektedir. Karabağ bölgesi için Azerbaycan ile Ermenistan devleti arasında 1990’lı yıllarda savaş başlamıştır. Karabağ bölgesinin kendi bağımsızlığını ilan etmesine, karşı hiçbir devlet bölgenin bağımsızlığını tanımamıştır. Turnuvaya katılmaları siyasi kimliklerini belirginleştirdiği için, Azerbaycan Devleti, takımın turnuvadan çıkarılması için organizasyona baskı yapmıştır.
Asuri Süryani Takımı; devletleri bulunmayan fakat Türkiye, Lübnan, Suriye, İran ve Irak’ta yaşayan Asuri Süryani halkını temsil etmektedirler.
Kürdistan Takımı; Türkiye, Irak, İran, Suriye ve Ermenistan’daki Kürt halkını temsil etmektedir. FIFA tarafından tanınmasına rağmen, CONIFA organizasyonuna katılmışlardır.
Güney Osetya Takımları; Gürcistan devletinin ÜÇ kez savaş ilan ederek, ele geçirmek istediği Osetya bölgesindeki halkları temsil etmektedir.
Abhazya Takımı; 1994 yılında bağımsızlığını ilan etse de, birkaç devlet dışında bağımsızlıkları tanınmayan Abhazya’nın takımıdır. Takım, Abhazya bölgesindeki halkları temsil etmektedirler.
Oksitanya Takımı; Güney Fransa, Andorra, İtalya ve İspanya’da tarihi ve etnik bölgede, 1290 yılından itibaren Papalığa karşı sürekli direniş göstermiş bir halkın takımıdır. Oksitanya, birçok farklı dini ve mezhebin birlikteliğinin coğrafyasıdır. Asimile olmamak için mücadele eden bölge halkı, 2010 yılında Fransa’nın Beziers kentinde 20 binden fazlaya ulaşan sayılarıyla, Oksitanya dilinin resmileşmesi için yürüyüş düzenlemişti.
Laponlar Takımı; Norveç ve İsveç’in Kuzey Kutup Dairesi içinde kalan bölgelerinde çok eski tarihlerden bu yana yaşamakta olan bir Sami ve Laponlar halkını temsil etmektedirler.
Birleşik Darfur Takımı; mülteci siyahilerden oluşmakta ve Sudan’ın batı bölgesindeki halkı temsil etmektedir.
Tamil İlam Takımı; Sri Lanka’nın Kuzey ve Doğu bölgelerindeki halkı temsil etmektedir. İsimlerini de Sri Lanka devletine karşı bağımsızlık mücadelesi veren “Tamil Kaplanları”ndan almışlardır. Futbol takımının sembolü de gerilla mücadelesi veren Tamil Kaplanları’yla aynıdır.
Padania Takımı; Kuzey İtalya bölgesindeki halkları temsil etmektedir. Mario Balotellli’nin kardeşi Enoch da bu takımda forma giymektedir.
Nice Takımı; Güney Fransa’da Nice bölgesindeki halkları temsil etmektedir.
Ellan Vannin Takımı; Man Adası’ndaki halkı temsil etmektedir.
The post “Devletsiz Halklar Dünya Kupasında” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Brezilya Halkları Kapitalizme Karşı Defansta” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Eyaleti gözetleyen 3 bin kamera, 20 bin polis, 170 bin güvenlik görevlisi, insansız hava araçları, güvenlik robotları, 40 ayrı ülkeden istihbarat desteği, kimyasal ve nükleer tehditlere karşı alınan önlemler, yapılan tatbikatlar ve tabi ki bütün bunlar için harcanan 600 milyon Euro…
Yukarıdaki rakamlar sıcak çatışmaların ve gırtlak gırtlağa bir savaşın yaşandığı bir Ortadoğu ülkesine değil, başka bir savaşın yaşandığı bir Güney Amerika ülkesine; Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olan Brezilya’ya ait. Üstelik savaşın tarafları açık ve net, nedenleri gün gibi ortada: Cephenin bir tarafında bölge halkını hiçe sayan Dünya Kupası’nı bahane ederek mahalleleri talan eden, insanları yaşadıkları bölgeden zorla kovan, binlerce insanı aç bırakan küresel kapitalistler ve onların o bölgedeki ortakları, cephenin diğer yanında ise tutunabilecekleri tek şey yaşamları ve beraber mücadele ettikleri insanlar olan ezilenler.
Eğer son yıllardaki büyük spor organizasyonlarının yapıldığı coğrafyalara ve o coğrafyalar hakkında çıkmış kıyıda köşede kalan haberlere bakarsanız, muktedirlerin neden bu kadar çok korktuğunu anlarsınız. Çünkü kapitalizm son 20-30 yıldan bu yana kendi kentlerini yaratmaya, hâlihazırda cehenneme çevirdiği yaşam alanlarımızı kendi arzuladığı ölçüde dönüştürmeye uğraşıyor. Şehir merkezinde kalmış yoksul mahalleleri, kent dışına çekmeyi, yoksullardan boşalan yerleri devasa rezidanslar, büyük alışveriş merkezleri ile doldurup bizlerin cehenneminden kapitalizmin cennetini yaratmaya çalışıyor. Güçlü kapitalist devletlerin kısmen başardığı bu dönüşümü yakalamaya çalışan diğer “üçüncü dünya ülkeleri” için ise, Dünya Kupası ve Olimpiyatlar gibi devasa spor organizasyonları büyük olanaklar sunuyor. Çünkü böylesine büyük bir organizasyonu alan devlet için yıkım ve tahliyeler meşrulaşıyor. Yani, bu organizasyonlar sırasında stadyumun içinde ya da televizyonun başında Messi’nin attığı golü ya da Usain Bolt’un deparını izleyenler stadyumun dışını göremez oluyorlar.
2014 Dünya Futbol Şampiyonası ve 2016 Olimpiyatlarına ev sahipliği yapacak olan Brezilya’da da yaşanan şey bu. “Kentsel dönüşümü” hızlıca tamamlamaya çalışan devletlerle kapitalistler ve buna çanak tutmaya oldukça hevesli olan büyük spor ağalarının ortaklığı.
Brezilya’da şu ana kadar 250.000 kişi evinden edildi, onlarca mahalle haritadan silindi, yüzlerce ev yıkıldı, bu dönemde özel tim polisleri tarafından 18 mahalle işgal edildi ve onlarca kişi öldürüldü, devlet erkanınca ülkenin görüntüsünü bozan ve imajını zedeleyen sokak çocukları bir anda ortadan kayboldu; kimileri bu çocukların öldürüldüğünü kimileri de gözetim altında tutuldukları yerlerde işkence gördüklerini söylüyor, sadece stadyum inşaatlarında çalışan 8 işçi yaşamını yitirdi.
Bu rakamlar ve katliamlar tüylerinizi ürpertmeye yetmiyorsa elinize bir harita alın ve bu organizasyonların yapıldığı yerlere tekrar bakın ve bugün de Brezilya’dan geçmekte olan fay hattını izleyin. 1988 Seul Olimpiyatları’nda 720.000 kişi evinden edilmiş, 1996 Atlanta Olimpiyatları’nda 30.000 kişi, 2008 Pekin Olimpiyatları’nda da 1.250.000 kişi ve 2014 Güney Afrika Dünya Futbol Şampiyonası’nda yine yüz binlerce kişi evlerinden, mahallerinden zorla tahliye edilmiş, yoksullardan boşaltılan yerlere stadyumlar, alışveriş merkezleri ve rezidanslar inşa edilerek bu bölgeler, hızlı bir şekilde kapitalist dönüşümlerini tamamlamışlardı.
Kısacası, Brezilya’da devlet erkânı, kapitalistler ve endüstriyel futbol adamları bize büyük bir futbol şöleninin gölgesinde; yıkım, ölüm ve yağma sunuyor ve ne yazık ki bu Dünya Kupası’nda da isteseler de istemeseler de tüm futbolcular gollerini karşı takıma değil, biz ezilenlere atıyor.
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Brezilya Halkları Kapitalizme Karşı Defansta” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Medyasına Karşı Soma’nın Sesi Oldular appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan: Biraz grubunuzdan bahseder misiniz?
Soma’yla Dayanışma ve Haberleşme: İsmim Işık Bora. Üç arkadaş, olayın olduğu ilk gün Taksim’de eylem olduğunu öğrendik. Beraber katıldık, sonra Soma’ya gitmeyi kararlaştırdık. İstanbul’dan dayanışma için kaldırılan otobüslere yetişemedik. Sonra biz de otogardan kendi çabamızla Manisa’ya yola çıktık.
Manisa’ya ulaştığımızda, Soma otobüslerinin şoförleri Jandarma’nın emrinden dolayı hiçbir öğrenciyi ya da dışarıdan gelen birilerini otobüse alamayacaklarını söylediler. Kınıklı olduğumu ve oraya gittiğimizi söyledim. Sonra bir sorun çıkarmadılar. Ancak ileride kontrol noktası olduğuna ilişkin bizi uyardılar. Zaten bize gelen haberler de bu yöndeydi. İlçeye dışarıdan gelen herkesi, kimlik kontrolü sonrası İzmir otobüslerine bindirip yolladıklarını duyduk.
Dayanışma için gidenleri almadılar yani?
Biz Soma mezarlığına yakın bir noktada indik. Kalabalığın arasına karıştık. İçeriye girdiğimize ciddi anlamda gergin bir ortam vardı. İnsanlar sırtımızdaki çantayı gördüklerinde ters ters bakıyorlardı. Bir cenazeye katıldık. Sonrasında mezara yakın bir yere oturup biraz gözlemde bulunduk. Oranın gençlerine Kızılay yeleği giydirmişler, gelenleri karşılıyorlardı. Onlarla konuşalım dedik, durum nedir diye. Yanlarına gittik. Önce kendimizi tanıttık, İstanbul’dan taziyeye geldiğimizi söyledik. Bunu belirtmemiz gerekiyor çünkü diğer şehirlerden gelenlerin orayı karıştırmaya çalıştıklarıyla ilgili bir bilgilendirme yapılmış onlara. Biz ne yapabiliriz, elimizden ne gelir diye sorduk. Bir şey yapmazsınız, geldiğiniz gibi gidin dediler. Biz konuşurken dört-beş polis gelip müdahil oldular. Gençleri bizden uzaklaştırdılar. Biz çok dikkat çektiğimizi anlayınca uzaklaştık.
Başkalarıyla konuşmaya başladık. Polis gelene kadar konuşan insanlar, polis gelince söylediklerini değiştiriyordu. Zaten içeride fazla kimse kalmadı, herkesi kurtardılar demeye başlıyordu.
Soma’ya gelen siyah tişörtlü herkesi polis gözaltına alıyor diye bir söylenti dolaştı. Biz de dikkat çekmeyelim diye renkli bir şeyler giydik. Mezarlıkta yapılacak bir şey olmadığını anlayınca, merkeze gidelim dedik. Ancak merkeze gidenleri dövdüklerini duyduk.
Yola koyulduk. Kontrol noktasını yürüyerek geçtik. Sonra bir petrol istasyonunda durduk. İstasyonun sahibi de katliamın yaşandığı madene servis hizmeti veren biriymiş. Orada konuşurken garsonlardan biri yaklaştı ve sert bir şekilde nereden geldiğimizi sordu. Biz de söyledik. Buraya göstericiler gelmiş, olay çıkaracaklar bizim üstümüze kalacak diyordu garson. “Bence o tarafa gitmeyin” dedi.
Otobüsler durmadı. Biz de doğrudan Kınık otobüslerinin kalktığı terminale gittik. Otobüste bile, çantalarımızı dışarından görenler, sert bir şekilde bize bakıyordu. Kınık’a ulaşınca Boğaziçi Üniversitesi’nden bir otobüsün geldiğini duyduk. Ancak jandarmaların şoförleri tehdit edip, oradan kovduğunu duyduk. İrtibata geçebileceğimiz kimse yoktu.
Akşam ortalığı kolaçan edelim derken, bir oturma eylemi olduğunu gördük. Aslında ilk iletişimi bu şekilde sağladık. Eylemde işçilerle konuşmaya başladık.
Tabi Kınık’tayken sivil polislerin bizi izlediğini fark ediyorduk. Gelen yabancıların büyük bir çoğunluğu basındı. Geri kalan kimse yoktu. Polislerden biri geldi, bize neyi merak ettiğimizi sordu. Biz de taziyeye geldiğimizi söyledik. Madende kimsenin kalmadığını, hepsinin çıkarıldığını söyledi. Polisler özellikle bunu vurguluyordu.
Bilginin dışarı çıkmasını engellediler yani?
Kesinlikle. Yeni gelenlere de bu şekilde bir bilgilendirme yapıyorlar, “ben kendi ellerimle çıkardım, kimse kalmadı”. Hatta madenden fotoğraflar bile gösteriyorlardı.
Oturma eylemine katıldık. Aslında çok böyle bir kültür olmadığını gördük. En çok söyledikleri “Katil Tayyip”ti. Çok sinirli ve öfkelilerdi. Ama ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Orada insanlarla bir ses kaydı gerçekleştirdik. Mümkün olduğunca görüntü almamaya çalıştık. Çünkü işten çıkarılma durumları da var. Bizzat oradaki işçilerle, İmbat’tan, Uyar’dan, Soma’dan işçilerle röportajlar gerçekleştirdik.
Ertesi gün bir işçi ailesinin yanında kaldık orada. Kaldığımız akşamın sabahında bizi Elmadere’ye götürdüler. Elmadere’ye bomba düşmüş gibi bir hal vardı. Köy sanki yerle bir olmuş gibiydi. Orada tek tek evleri gezmeye başladık. “Başınız sağolsun, olay nasıl oldu, müsaade ederseniz ses kaydı alalım” dedik. Son taziyelere katıldık. Köseler köyüne gidecektik. Ancak zaman bulamadık.
Soma’daki arkadaşlar evden çıkamadıklarını, bir şey yapamadıklarını söylediler. Sonra beraber değerlendirip geri dönmeye karar verdik.
Onları unutmadığımızı göstermek bizim için önemli. İrtibatımızı hala daha tutuyoruz. Biz bu durumun örtbas edilmemesi, unutulmaması, sürekli sıcak tutulması için bir şeyler yapmak lazım dedik.
Şu an aktif olarak işlettiğiniz bir Facebook grubu var sanırım?
Soma’yla Dayanışma ve Haberleşme Sayfası, www.facebook.com/somaninsesi diye yazınca da ulaşılabilir. Soma’dan, doğrudan işçi arkadaşlar üzerinden haberleri almaya çalışıyoruz. Bunun dışında başka yerlerden insanlar, Soma için bir şeyler paylaştığında oradaki insanlara da moral oluyor. Farklı şehirlerden doğrudan bir iletişim kurmak adına mütevazı ama iyi bir çalışma olduğunu düşünüyoruz.
Madenlerin koşullarının iyileştirilmesiyle olur. Zonguldak’ta ölenler oldu. Bir ay sonra unutuldu. Emniyetini, tedbirini alırsın, başka canlar yanmasın. Sendika konusunda ne düşünüyorsunuz? Sendika işçiyi sömürüyor. Her ay, işçiden bir yevmiyesini kesiyor. Şirket para vermiyor. Normalde denetim, sosyal haklar bunlar hep sendikayla ilgilidir. Sendika taziyeye bile gelmedi. Buradaki sendika sistemi böyle. Ben 42 yaşındayım. 9 yıldan beri o madende çalışıyorum. Kardeşimi kaybettim. Bu katliamdan önce koşullar nasıldı? Koşullar hem ağır hem de zordu, denetimsizlik vardı. Bu yaşananlar da zaten denetimsizliğin sonucudur. Ben ilk kurtarma ekibindeydim. 200-300 metre gittiğimde, ölmüş 100 kişiyle karşılaştım. Maskeleri olanlar vardı. Maskelerin bakımı önceden de yapılıyordu. Yapılıyordu ama 10 yılda 2 sefer. Uyarı alarmlarının çaldığı ama işçilerin buna uymadığından bahsediyordu şirket, doğru mu? Doğru ama bir şey olmadığına ilişkin bizi amirler uyarıyordu. Çalışmamızı onlar istiyordu. Şimdi televizyonlarda yaşam odası meselesi konuşuluyor. Yaşam odası ne Soma’da ne İmbat’ta hiçbirinde yok. Zaten bu sektördeki şirketlerin hiçbirisi bunu yapmıyor. Yaşam odasıyla sığınma cepleri farklıdır. Şirket bunu uyduruyor. İnsanları kandırmaya çalışıyor. Şirketin iş güvenliği uzmanları denetime geliyor muydu? Arada geliyorlardı ama gelse de bir şey yapamıyorlar ki. Paralarını şirketten alıyor onlar. Devlet yetkilileri bile geldiğinde aşağıya inmiyordu. Denetim diye bir şey yok. Zaten 70 cm’lik bir yere devlet yetkilisi girmez. Biz ekmeğimizi bu 70 cm’lik yerden kazanıyoruz. Sendikalar ne durumda? Şirketler ne diyorsa onu yapıyorlar. Zaten sendikadan kimse olaydan sonra gelmedi. Televizyonlarda gösterilen ölen işçi sayısına ilişkin bir çarpıtma olduğu söyleniyor, buna ilişkin ne düşünüyorsunuz? En az söylenebilir rakam, bence 500. Bakan televizyonlara çıkıp yalan atıyor. Rakamların az tutulması, tepkiyle alakalı. Rakamları aşağıya çekiyorlar. Madende ölen işçilerin dışarıya çıkarılmadan ağızlarına oksijen maskesi takıldığı ve ölmemiş gibi gösterildiği doğru mu? Evet. Hatta bir de serum takıyorlar. “Dışarı çıktığında ölmüş değil baygın olduğunu söyleyin” diye de tembihliyorlardı. En yakın yerde zaten 200-250 kişi ölmüştü, geri kalanını sen düşün. Köseler Köyü’nde bir köylüyle yapılan röportaj; Soma’yla Dayanışma ve Haberleşme: Enerji Bakanı’nın doğru söylediğini düşünüyor musunuz? Yalan atıyorlar. Sayıyı aşağıda tutmaya çalışıyorlar. Bu cinayettir. Bakanlar istifa etmeliydi. İki bakan da, enerji ve çalışma bakanları istifa etmeliydi. Kınık bu bölgede en çok cenaze gelen yer değil mi? Evet, Köseler Köyü. Hükümet buraya gelmedi. Suçlarından korkup gelemiyorlar. Başka köylere gittiklerin duyuyoruz, belki burası Alevi köyü olduğundan dolayı da gelmiyor olabilirler. Acının mezhebi olur mu? Evet, ilk çıkanlardanım. Olayın olacağını önceden kestirebileceğiniz bir durum olmuş muydu? Yok olmadı. Saat 3 sularıydı. Bizim işimiz bitmişti ve yukarıya çıkıyorduk. Yukarıya çıkarken pis hava çıkışından duman bürüdü ortalığı. Biz maskeleri taktık. Ama herkesin maskesi çalışmıyordu. Maskelerin kontrolü yapılmıyor muydu? Yapılıyordu ama artık bir senede bir mi, altı ayda bir mi, öyle. Zaten çoğu arkadaş da gaz maskesi kullanmayı bilmiyordu. Çoğuna zaten ben taktım maskeyi. Siz kaç kişiydiniz aşağıda? Biz 20-30 kişilik bir ekiptik. Maskeler bitince, aşağıya doğru indik. Orada biraz temiz hava vardı. Duman yoktu. Tabi aşağıda 150 kişiye yakın işçi olduk. Saat 7 oldu, gelen giden yok. Telefon edemiyoruz, bekliyoruz. Oturduk. Benim önümde iki kişi, üç kişi ölmeye başladı. Yanımda amcam vardı, ona amca dedim bizim kurtuluşumuz yok. Olay saat üçte oluyor olay, gelen giden yok. Biz de bayıldık. Ben sonra bir ara uyandım. Amcamı kaldıramadım. Sonra tekrar bayıldık. Saat 9 civarında, bizi aldılar. Bandın üzerinde kömür yerine insan cesetleri vardı. Bana dediler bakma diye ama, niye bakmayacağım benim arkadaşlarım ölmüş, onlarla omuz omuza aşağıya inmişim.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post Devletin Medyasına Karşı Soma’nın Sesi Oldular appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>