SAYI 2 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 18 Sep 2014 14:06:42 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 “Kadın Dayanışması Yaşatır” -Nergis Şen https://meydan1.org/2014/09/18/kadin-dayanismasi-yasatir-nergis-sen/ https://meydan1.org/2014/09/18/kadin-dayanismasi-yasatir-nergis-sen/#respond Thu, 18 Sep 2014 14:06:42 +0000 https://test.meydan.org/2014/09/18/kadin-dayanismasi-yasatir-nergis-sen/ 16 yaşında, görücü usulüyle, zorla evlendirilince başladı Hasret’in hikâyesi. 13 yaşında çalışmaya başlamış, 16’sında bilmediği/sevmediği bir erkekle evlendirilmiş, aynı yıl ilk çocuğunu almıştı kucağına. Kendi çocukluğunu yaşayamadan anne olmuş, karı olmuş, kocasının “namus”u olmuştu. Ondandır ki daha çocukken ilk dayağını da kocasından yemişti aynı yıl, ilk çocuğuna hamileyken; cama niye çıkmıştı Hasret, niye birilerine selam […]

The post “Kadın Dayanışması Yaşatır” -Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
16 yaşında, görücü usulüyle, zorla evlendirilince başladı Hasret’in hikâyesi. 13 yaşında çalışmaya başlamış, 16’sında bilmediği/sevmediği bir erkekle evlendirilmiş, aynı yıl ilk çocuğunu almıştı kucağına. Kendi çocukluğunu yaşayamadan anne olmuş, karı olmuş, kocasının “namus”u olmuştu. Ondandır ki daha çocukken ilk dayağını da kocasından yemişti aynı yıl, ilk çocuğuna hamileyken; cama niye çıkmıştı Hasret, niye birilerine selam vermişti… Dayağın, şiddetin, işkencenin bahanesi her zaman vardı, kocasının bir defasında kaburgalarını kırmasının da…

Hasret’in ömründen geçen yıllar, onun için hiçbir şey değiştirmedi. 3 çocuğu daha oldu ama dayak, şiddet hep aynıydı, tıpkı kocasının baskısı gibi. Çocukluğundan beri çektiklerine dayanamayan Hasret, kocası Yakup Kara’dan boşanmak için geçtiğimiz yıl bir dava açtı. Ve aslında Hasret’in yaşadıkları, davanın ardından giderek arttı.

Boşanma davasını hazmedemeyen koca, Hasret’ten hesap sormak istedi, şiddetini giderek arttırdı. Geçtiğimiz Ağustos ayının 8’inde çocuklarını görme bahanesiyle Hasret’in evine giden Yakup Kara, eline aldığı tornavidayla Hasret’i 43 yerinden yaraladı. Boynuna ve göğüs bölgesine aldığı yaralar sonucu, çocuklarının gözü önünde yere yığılan Hasret, hemen hastaneye kaldırıldı. Yakup Kara’nın ölümcül darbeleriyle komaya giren Hasret, uzun bir süre hastanede yattı. Bizlerse onu, çocuklarının “belki bir daha göremeyiz” diyerek hastane odasında çektiği ve sonra da basında yer alan fotoğraflarla tanıdık.

hasret1

Hasret, hastaneden çıktıktan sonra da, kâbus onun için bitmedi. Aksine, daha da büyüdü. Onu öldürmeye çalışan Yakup Kara, Hasret’i tehdit etmeyi sürdürdü, hatta Hasret’in evinin karşısındaki fırında işe başladı; Hasret için her gün ölüm korkusuyla geçti. Tehditlerini sürdüren Yakup Kara’ya karşı defalarca karakola gidip şikâyette, mahkemelere gidip suç duyurusunda bulunan Hasret’in çabaları, bugüne kadar birçok kadında olduğu gibi, nafile kaldı.

Ne devletin polisi dinledi Hasret’i ne savcısı, her defasında evine geri yolladılar, “kocandır, olur, barışın” dediler. Bir gün yine şikâyet için karakola giden Hasret’i, karakol merdivenlerinde belinde satırla karşılayan Yakup Kara’nın polise verdiği ifadeyle yeniden salıverilmesi, aslında her şeyin özeti gibiydi: Bir kadının ölüm tehdidiyle karakola başvurduğu “potansiyel katil” belindeki satırı “ormana odun kesmeye gidiyordum” diye açıkladı ve yine serbest bırakıldı.

Ne erkek devletin polisi, ne erkek devletin savcısı dinledi Hasret’i. Onu tanıyan, yanında duran, “potansiyel katil”den koruyan dostu, komşusu, mahallelisi oldu. Her gün ölümle tehdit edilen Hasret için mahalleli evinin önünde nöbet tuttu, Hasret’in evinin bahçesine koydukları köpekle, onu ölümden korumaya çalıştı. Mahallelinin nöbeti, Hasret’in yaşadıkları, devam eden tehditler, ana haber bültenlerine çıkınca, yeniden gündeme geldi Hasret’in sürmekte olan kâbusu.

Hasret’in mahallesine giden, onun için nöbete katılan kadınlar da bu kez onunla birlikte mücadele etmeye başladı. “Ölmek istemiyorum” diyen Hasretle birlikte, erkek devletin, erkek polisin, erkek savcının ve erkek katilin karşısına hep beraber dikildi.

14 Ağustos’ta tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Yakup Kara, Hasret için tehdit olmaya devam edince Hasret’e ilişkin “hayati tehlikesi” mevcuttur raporları gösterilerek, “potansiyel katil” hakkında ikinci kez tutuklama talep edildi. 27 Ağustos günü yakalanan Yakup Kara “delil durumunda değişiklik yok” gerekçesiyle nöbetçi mahkeme tarafından serbest bırakılınca, kendini aklamak için hiçbir fırsatı kaçırmadı.

Yakup Kara, 28 Ağustos günü katıldığı Songül Karlı ile Yeniden programında erkek konuklar tarafından desteklendi, erkekleşen kadınlar tarafından aklandı. Programın sunucusu Songül Karlı “beyefendi, temiz yüzlü adam” diye sunduğu Yakup Kara’nın yaptıklarını normalleştirirken, programda yaşanan “iffetli kadın” tartışmasıyla yaşanacak birçok kadın cinayeti daha şimdiden meşrulaştırıldı.

hasret

Hasret ve Hasretle dayanışma gösteren kadınlar, 29 Ağustos günü tekrar tutuklama kararı çıkan Yakup Kara’nın davası boyunca Kartal Anadolu Adliyesi önünden bir an bile ayrılmadılar. İstanbul Anadolu 8. Sulh Ceza Hâkimliği’nde alınan ifadesinde Hasret’in kendisini aldattığını düşündüğünü belirten Yakup Kara’nın tüm “masum” açıklamalarına rağmen, mahkeme tutuklanmasına karar verdi ve “potansiyel katil” cezaevine gönderildi.

Yakup Kara tutuklandı ama Hasret için bu kâbus son bulmadı. Hasret hala Yakup Kara’nın kardeşi tarafından ölümle tehdit devam ediyor.

Sena ise, 2 kardeşiyle birlikte, ailesi tarafından terkedilince Çocuk Esirgeme Kurumu’nda yaşamaya başladı; üç kardeş bir aile tarafından evlat edinildi. Sena’nın yaşamı, bundan dört yıl önce evlendiği Osman Şengül’le değişti.

Sevdiği adamsa, evliliğin ardından, Sena için kâbusa dönüştü…

sena

Geçtiğimiz 12 Nisan günü, 11 aylık oğlu kucağında, 2,5 yaşındaki kızı yanındayken, boşanmak istediği Osman Şengül tarafından 17 yerinden bıçaklandı Sena. Onu öldürmek için özellikle boyun ve göğüs bölgesinden yaralayan Osman Şengül, Sena’nın öldüğünü zannedince, onu, öldürmeye çalıştığı evinin çocuk odasında bırakıp kaçtı. Komşularının sesini duyduğu Sena, hastaneye kaldırıldı. Aldığı onca öldürücü yaraya rağmen, Sena, hastanenin yoğun bakımında direndi ölüme, erkeğin şiddetine… Aldığı darbeler sonucu sağ kolunda oluşan his kaybı sebebiyle kolunu kullanamıyor olsa da, kimleri onun yaşamasına şans dese de, o, direnerek tutundu yaşama. Onu öldürmeye çalışan Osman Şengül, Sena hastanede ölüme direnirken yakalansa da, katilleri koruyan, şiddeti aklayan, kadını suçlayan erkek devletin mahkemeleri tarafından hemen serbest bırakıldı.

Biz, Sena’yı bu haberle tanıdık. Ama tabi ki, bu, Sena’nın yaşadığı ilk saldırı değildi. O, evliliğin başından beri yaşıyordu dayağı, şiddeti, işkenceyi; ailesinin yanında, çocuklarının önünde, sokak ortasında… Birçok kez dayanamadı, gitti; babasının evine hatta kadın sığınma evine. Her dönüşünde, alkol ve uyuşturucu bağımlısı Osman Şengül’den yine şiddet gördü. Sonunda boşanma davası açtı işkenceden kurtulmak için; zaten Sena’nın son yaşadıkları da Osman Şengül’ün boşanma davasını “hazmedememesiyle” başladı.

Sena’yı katletmeye çalışan Osman Şengül, açılan davanın ardından, hâkimin “babasıdır, görmeli” kararıyla, iki haftada bir çocukları yanına alıyor. Çocuklarsa, her geri gelişlerinde, “Babam seni öldürdü, seni bıçakladı” diyerek çıkıyorlar Sena’nın karşısına.

Ailesiyse, çoğu zaman rastlananın aksine, yalnız bırakmıyor kızlarını. “Kocandır, olur, evine dön” demeyip; Sena’yı bu baskıdan, şiddetten, işkenceden kurtarmak için, onun yanında duruyorlar. Hem Sena’yı hem babasını tehdit etmeyi sürdüren “potansiyel katil”in tüm çabalarına rağmen, hepsi bir arada duruyor. Sena’nın, şiddet gördüğü Osman Şengül’e karşı açtığı davanın görüleceği 17 Ekim’e de birlikte hazırlanıyor, şiddetin hesabını sormak için birlikte direniyorlar.
Dicle, bundan yedi yıl önce, daha 16’sındayken, tanımadığı, sevmediği bir adamla Hasan Yıldırım’la zorla evlendirildi ve bu evlilikten bir oğlu oldu. Evliliğinin ilk gününden itibaren şiddeti, baskıyı, hakareti, tehditleri de yaşamaya başladı, aslında bazılarına göre de kadına biçilen “kader”i yaşamaya mecbur bırakıldı. Hem yaşından hem de yalnızlığından, yaşadıklarına boyun eğmek zorunda hissetti kendini.

Evlendikten yaklaşık 5 ay sonra Hasan Yıldırım’ın uyuşturucu bağımlısı olduğundan şüphelenmeye başladı. Dicle’ye “Ankara’ya gideceğim” diyerek yalan söyleyip Antalya’ya uyuşturucu satmaya gidecek olan Hasan Yıldırım yolda yakalanıp tutuklanınca, Dicle boşanma kararı aldı. Bir süre “cezaevindeyken doğru olmaz”, “yeni çıktı biraz zaman geçsin” diyen Dicle, zamanı geldiğinde, Hasan Yıldırım’a boşanmak istediğini söyledi. Aldığı karşılık ise, yaşayacaklarının çok öncesinden habercisiydi: Çocuğu senden alırım, öldürmem öyle bir acı yaşatırım ki, ölmekten beter olursun.

dicle

Tehditlerin artmasıyla 18 Mart günü Esenyurt Kıraç Asayiş Şube Müdürlüğü’ne giden Dicle, bütün yaşadıklarını anlattı. Suç duyurusunda bulunmak istedi ve koruma talep etti. Ama Dicle’yi, hiçbir “kanıtı” olmadığından dolayı-birçok katledilmiş kadına yaptıkları gibi-”Bir şey yapamayız.” diyerek geri yolladılar. Tam 20 dakika sonra, Hasan Yıldırım, ailesinin de oturduğu binada oturan Dicle’nin kapısına dayandı, tehditlerle saldırdı ve tartışmaya başladılar. O sırada araya giren Dicle’nin kardeşine silahı doğrulttu. O silahla ateş etti Hasan Yıldırım ama Dicle ve Emek “şans”a kurtulmuştu.

3 Temmuz’da Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşma görüldü. Alışkın olduğumuz bir tabloyla karşılaştık davanın sonunda. Erkek yargının savcısının verdiği karar “tutuklulukta geçen süreyi ve delillerin toplanmış olmasını” yeterli bulduğunu söyleyerek “potansiyel katil”e tahliye kararı verdi. Ayrıca Hasan Yıldırım’ın avukatı Serdar Yıldız da, “Meslektaşlarımı dinlerken kendimi adeta kadın programında gibi hissettim” diyerek, Dicle ve Emek’e destek veren avukatlarla dalga geçmeye çalıştı.

Dicle, şimdi yaşadıklarına, devam eden tehditlere inat, direnmeyi sürdürüyor. Onu öldürmeye çalışan “potansiyel katil”e, katili koruyan erkek yargıya direniyor.

Nergis Şen

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. Sayısında yayımlanmıştır.

The post “Kadın Dayanışması Yaşatır” -Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/09/18/kadin-dayanismasi-yasatir-nergis-sen/feed/ 0
“Soma’yı Unutmamak ” – Fırat Binici https://meydan1.org/2014/07/25/somayi-unutmamak-firat-binici/ https://meydan1.org/2014/07/25/somayi-unutmamak-firat-binici/#respond Fri, 25 Jul 2014 12:18:33 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/25/somayi-unutmamak-firat-binici/ Devletin 301 olarak açıkladığı, ama kurtarma ekibine bizzat katılan işçilerin anlatımlarından da bildiğimiz üzere bu sayının çok çok üzerinde ölümle sonuçlanan Soma’daki katliam sonrası değişen ne? Bu soruya, katliam sonrası madenin işletme ihalesini alan şirketin patronu ve uzmanlarının açıklamalarına, bakanlık yetkililerinin ya da bizzat bakanın, hatta başbakanın açıklamalarına göre yanıt verecek olursak; “çok şey” değişti. […]

The post “Soma’yı Unutmamak ” – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Devletin 301 olarak açıkladığı, ama kurtarma ekibine bizzat katılan işçilerin anlatımlarından da bildiğimiz üzere bu sayının çok çok üzerinde ölümle sonuçlanan Soma’daki katliam sonrası değişen ne? Bu soruya, katliam sonrası madenin işletme ihalesini alan şirketin patronu ve uzmanlarının açıklamalarına, bakanlık yetkililerinin ya da bizzat bakanın, hatta başbakanın açıklamalarına göre yanıt verecek olursak; “çok şey” değişti.

Peki ya işçiler için? Evine götüreceği ekmek uğruna yerin metrelerce altına inip saatlerce çalışmak zorunda olan madenciler için ne değişti? Madencilerin kurtarma çalışmaları sırasındaki sessizliği, onların da “ölüm bu işin fıtratında var” sözüne inanmalarından değilse neyden kaynaklanıyor?

Bu ve benzeri bütün sorular sorulmadan cevap aranmaya çalışılırsa, madencilerin hiçbir şeyin değişmediğini görmelerine rağmen madenlere inip çalışma isteği, elbette anlaşılmaz.

Politikacıların ölümü olağanlaştıran yalanlarını, bakanların sorumluluklarını saklamak için ağlaşmalarını, patronun “tam yaşam odası yapacaktık, yetişmedi” parodisini, medyanın “kahraman madenciler” edebiyatını unutup, işçilerin “madenler açılsın, mesai başlasın” taleplerini eleştirmek eksik kalır.

Madende göçükten çıkarılan her madenci, ne yazık ki, dışarıda da açlığa mahkûm ediliyor. Öyleyse, asıl katliam 301 kişinin ölmesi değil, ölüme razı bir biçimde çalışmak zorunda bırakılmak değil midir? Çünkü Soma’daki işçiler için çalışmamak da ölümdür.

İşçiler ilk günkü suskunluklarını bozduklarında, karşılarına “hedef olarak sunulan” Maden-İş’i aldılar, onları sorumlu tuttular: “Denetim yapsalardı bunlar olmazdı”.

Ne var ki, çalışma koşullarını düzenleyen İş Kanunu da, esnek çalışmayı ve taşeron uygulamasını yaygınlaştıran düzenlemeler de; hep işverenin, hep patronun yararına. Patronlar için, işçinin hiçbir kıymeti yok. Buna karşı çıkmaları beklenen sendikalar da, hem meşru mücadele güçlerini kaybettiklerinden, hem de Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’ndaki son düzenlemelerle iyice etkisizleşmelerinden ötürü; işçilerin dertlerine derman değil, sözcü bile olmaktan uzak.

Öyleyse işçiler çaresiz mi? Hayır, hiç değil. Nasıl ki, bu işçiler yerin metrelerce altındaki göçükten birbirlerini kurtardılarsa, şimdi de birlikte ve bir arada, kendi geleceklerini belirleyebilirler. Şimdilik ellerinde bir tek birbirlerine olan güvenleri kaldıysa da, bu durum, kendi aralarında gün geçtikçe artacak paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle çok da uzak olmayan bir gelecekte, bir öz örgütlülüğe dönebilir. Soma’da ya da başka yerdeki madenlerde yeni katliamlar oluşmamasının tek yolu da, bu öz örgütlülükle sağlanabilir.

Şimdi hem buna ihtiyacımız, hem de şansımız var.

Fırat Binici

firatb@meydan.org

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Soma’yı Unutmamak ” – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/25/somayi-unutmamak-firat-binici/feed/ 0
“TARLA KUŞUNDAN KORKMAK” – GİZEM ŞAHİN https://meydan1.org/2012/10/25/tarla-kusundan-korkmak-gizem-sahin/ https://meydan1.org/2012/10/25/tarla-kusundan-korkmak-gizem-sahin/#respond Thu, 25 Oct 2012 17:14:12 +0000 https://test.meydan.org/2012/10/25/tarla-kusundan-korkmak-gizem-sahin/ Tarla kuşları sanki hiç uyumazlar. Gece olup da başını yastığa koyduğunda, güneş doğup da yola düştüğünde, bir şeyler anlatmak ister gibi sürekli uçuşurlar. Gündüz o herkesi dinlendiren, hayal kurmaya zorlayan bilindik bir kuş sesi gibi gelir kulağa. Ama gece olup rüzgâr uykuya düşünce karanlığı aniden bölüp telaşla yastığına ilişir sesleri. Kulaklarını çınlatıp, sanki bir felaketi […]

The post “TARLA KUŞUNDAN KORKMAK” – GİZEM ŞAHİN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Tarla kuşları sanki hiç uyumazlar. Gece olup da başını yastığa koyduğunda, güneş doğup da yola düştüğünde, bir şeyler anlatmak ister gibi sürekli uçuşurlar.

Gündüz o herkesi dinlendiren, hayal kurmaya zorlayan bilindik bir kuş sesi gibi gelir kulağa. Ama gece olup rüzgâr uykuya düşünce karanlığı aniden bölüp telaşla yastığına ilişir sesleri. Kulaklarını çınlatıp, sanki bir felaketi duyurur gibi ürkütür insanı.

Sesleri hep kulağında olan tarla kuşlarıyla buğday tarlalarının yanından geçerken tanışırsın. Toprağa yakın olmayı severler çünkü. Ama birinin ayak sesini duyunca uzun buğday saplarını yararak gökyüzüne ulaşmaya çalışırlar son bir yaşama çabası gibi.

Birden önüne çıkınca irkilirsin. İrkilince geri çekilirsin. Geri çekilince tarla kuşunun gözlerine bakma fırsatını kaçırırsın. Kaçırırsın gözleriyle sana nasıl güldüğünü. Sanki alay ediyor, acıyor gibidir gülümseyişi. Hâlbuki bu tarlaların kıyısından ne çok geçmiştin küçük bir çocukken. Arkadaşlarınla dağları, tepeleri korkusuzca nasıl dolaşır, oyunlar oynardın. Zehirli böceklerin zehirli olduğunu umursamazdın. İnsanların uydurduğu tehlikeleri anlatmamıştı henüz annen sana, bilmezdin. Korkusuzdun bu yüzden. Doğadan korkman için bir sebebin yoktu. Sonsuz yeşilliğe uzanır enginin maviliklerini izlerken düş kurardın arkadaşlarınla.

Sonra büyüdün. Büyüdünüz. Bilgiyle doldunuz. Zehirli böceklerin çok tehlikeli olduğunu öğrendiniz. Herkesten bir şey duydunuz. Şimdi oturup pencereden izliyorsunuz her biriniz buğday tarlalarını. Yeniden koşacak cesareti bulamıyorsunuz kendinizde. Bu yüzden alay ediyor, acıyor gibidir gülümseyişleri tarla kuşlarının. Doğadan bu kadar korktuğun için alay ederler. Ama senin yaşadığın yerde içinden kuş çıkabilecek bir buğday tarlası yok. Betonların arasından da kuş çıkmaz ki…

Gece olunca ötüşlerinin melodisi bu yüzden değişir, bu yüzden ürkütücü bir hal alır. Gündüz ki gibi dinlendirmez, huzursuz eder.

Çünkü bir şeyler anlatır. Doğayı anlatır. Buğday tarlasının içinden kuş çıktığını bilmeyen çocukların suçsuz olduğunu, suçun betonlar olduğunu anlatır. İnsanların neden doğadan korkup kendini betonlarla kapladığını sorar sessizce.

Sonra doğayı pencerenin kıyısından izlemeye mecbur kalan çocuklar için eline bir avuç buğday alır şehre dikersin. Belki bir gün içinden kuş çıkar diye.

The post “TARLA KUŞUNDAN KORKMAK” – GİZEM ŞAHİN appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/10/25/tarla-kusundan-korkmak-gizem-sahin/feed/ 0
Halk Kooperatiflerini Şirket Kooperatiflerine Çevirmek https://meydan1.org/2012/09/11/halk-kooperatiflerini-sirket-kooperatiflerine-cevirmek/ https://meydan1.org/2012/09/11/halk-kooperatiflerini-sirket-kooperatiflerine-cevirmek/#respond Tue, 11 Sep 2012 13:51:16 +0000 https://test.meydan.org/2012/09/11/halk-kooperatiflerini-sirket-kooperatiflerine-cevirmek/ Kapitalistlerin Son Stratejisi: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2012 yılını Kooperatifler Yılı ilan etti. Yoksulluğun azaltılması, istihdam sağlanması ve sosyal entegrasyonun altını çizen, “Kooperatif girişimler daha iyi bir dünya kurar” temasına vurgu yapan Birleşmiş Milletler bu kararla bireyleri, toplulukları ve hükümetleri kooperatifler konusunda teşvik etmek istediğini belirtiyor. Birleşmiş Milletler’in, hazırlığı yaklaşık 12 yıl öncesine uzanan bu […]

The post Halk Kooperatiflerini Şirket Kooperatiflerine Çevirmek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Kapitalistlerin Son Stratejisi:

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 2012 yılını Kooperatifler Yılı ilan etti. Yoksulluğun azaltılması, istihdam sağlanması ve sosyal entegrasyonun altını çizen, “Kooperatif girişimler daha iyi bir dünya kurar” temasına vurgu yapan Birleşmiş Milletler bu kararla bireyleri, toplulukları ve hükümetleri kooperatifler konusunda teşvik etmek istediğini belirtiyor. Birleşmiş Milletler’in, hazırlığı yaklaşık 12 yıl öncesine uzanan bu projesi incelendiğinde, bunun aslında bahsedildiği gibi bir sorumluluk projesi olmadığı anlaşılıyor.

Binyıl Kalkınma Planı’nın kararlarının alınmasından itibaren, Birleşmiş Milletler’in alt örgütlenmeleri ve onların bu projedeki paydaşlarından olan Dünya Bankası ve IMF hemen harekete geçmişti. Ardından Güney Asya, Güneydoğu Asya, Doğu Asya, Sahra Altı  Afrika, Güney Amerika gibi kişi başı gelirin günlük ortalama 1,25 $ olduğu bölgelerde, finansal yardımlar hemen uygulamaya konulmuştu. Bunun bir aşaması olarak da kapitalist üretim-tüketim ilişkileri içerisinde (ucuz işgücü olmak dışında) etkisiz eleman olan bölge insanlarının,ekonomik ve kültürel olarak da kapitalizmi içselleştirmesi için -üreten ve tüketen bireylere dönüştürülmesinde- kooperatif şirketler bir araç olarak kullanılacaktır.

Birleşmiş Milletler’in yine bir sosyal sorumluluk projesi olarak ortaya koyduğu Kooperatifler Yılı Projesi de aslında kooperatif girişimlerini yani “şirketleşen kooperatifleri” yükseltmekte, “paylaşma ve dayanışmayı” temel alan kooperatif yapısına saldırmaktadır. Dolayısıyla sermaye ve kar üzerinden şekillenen “kooperatif şirketlerin” önünü açmakta ve bunu yaparken de “sorumluluklu kapitalizm” imajını yaratmaktadır.

Birleşmiş Milletler çeşitli ihtiyaçlardan doğan birçok kooperatif modelini, şirketleşme yolunda  bir aşama olarak değerlendirmekte ve daha geniş bir sosyal ve ekonomik gelişim kılıfına uydurmaya çalışmaktadır. 2012 yılının Kooperatif Yılı ilan edilerek yapılmak istenilen şey, toplumsal anlamda paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle bezeli toplumsal imece kültürünün yeniden yaratılması değil; bireylerin ya da toplulukların çıkarları dâhilinde ortaklığı esas alarak kuracakları kooperatiflerin, kapitalizmin karşı karşıya kalacağı krizlerde bir süspansiyon aracına dönüşmesi olacaktır.

The post Halk Kooperatiflerini Şirket Kooperatiflerine Çevirmek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/09/11/halk-kooperatiflerini-sirket-kooperatiflerine-cevirmek/feed/ 0
Davut Erkan’la Röportaj: “Devletten Beklenebilecek En Son Şey Adalet” https://meydan1.org/2012/09/11/davut-erkanla-roportaj-devletten-beklenebilecek-en-son-sey-adalet/ https://meydan1.org/2012/09/11/davut-erkanla-roportaj-devletten-beklenebilecek-en-son-sey-adalet/#respond Tue, 11 Sep 2012 10:57:05 +0000 https://test.meydan.org/2012/09/11/davut-erkanla-roportaj-devletten-beklenebilecek-en-son-sey-adalet/ Kanunlar, adliyeler ve bir bütün olarak hukuk düzeni adaleti sağlamak için değil; adaletsizliklerin üstünü örtmek ve adalet taleplerini bastırmak için kurulmuş bir mekanizmanın parçalarıdır. Haksızlıklara karşı çıkmanın bedeli her zaman ağır, daha yaşanası bir dünya isteği hep yöneticilerin “adalet” mekanizmalarında mahkûm olmuştur. Kanunları da istediği şekilde değiştiren bu “adalet sağlayıcıları” insanları önce karakollara sonra da […]

The post Davut Erkan’la Röportaj: “Devletten Beklenebilecek En Son Şey Adalet” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Kanunlar, adliyeler ve bir bütün olarak hukuk düzeni adaleti sağlamak için değil; adaletsizliklerin üstünü örtmek ve adalet taleplerini bastırmak için kurulmuş bir mekanizmanın parçalarıdır.

Haksızlıklara karşı çıkmanın bedeli her zaman ağır, daha yaşanası bir dünya isteği hep yöneticilerin “adalet” mekanizmalarında mahkûm olmuştur. Kanunları da istediği şekilde değiştiren bu “adalet sağlayıcıları” insanları önce karakollara sonra da hapishanelere kapatarak kendi iktidarlarını sağlama almaya çalışmışlardır.

Kapitalizmin yeni bir evreye girdiği günümüzde bir dizi ekonomik sebepten ötürü, başta Avrupa Birliği gibi uluslararası “kriterler” uygulanmaya sokulmak istense de geleneği İttihat ve Terakki’ye dayanan, Cumhuriyet sonrasında her 10 yılda bir darbeler düzenine alışkın olan yönetim, şimdilerde iktidarının sarsılması tehdidiyle iyice paranoyaklaşmış, topluma uyguladığı baskı ve şiddet politikasını daha da arttırarak, 12 Eylül Darbesi rakamlarını çok çok aşan sayıda kişiyi duvarlar ardına kapatmıştır. En temel hak ve özgürlükleri için mücadele edenleri, topraklarına sularına sahip çıkan yaşam savunucularını biber gazlarıyla öldürerek “demokrasicilik” oyununu oynamayı sürdürmektedir.

Örneğini en son 1 Mayıs tutuklamaları ile göreceğimiz bu baskı ortamı ile neyin amaçlandığını konuşmak üzere, hem bu davanın avukatlarından hem de yaşadığımız topraklarda son 30 yıldır süren savaşa dair en ciddi karşı duruşlardan olan vicdani retçilerin de avukatlığını yapan Davut Erkan’a yöneltiyoruz sorularımızı.

[typography font=”Cardo” size=”20″ size_format=”px”]

 MAHKEMELERDEN BEKLENEBILECEK SON ŞEY: ADALET

[/typography]

Meydan: Merhaba. Öncelikli olarak, sizin her gün görev yaptığınız İstanbul Adalet Sarayı için Avrupa’nın en büyük adalet sarayı dendiğini dikkate alırsak Türkiye’de gerçekten adalet var diyebilir misiniz?

Av. Davut Erkan: Merhaba. Eğer bu soruya içerisinde bulunduğumuz adalet sarayları bağlamında cevap verecek olursak; kanunlar, adliyeler ve bir bütün olarak hukuk düzeni adaleti sağlamak için değil, adaletsizliklerin üstünü örtmek ve adalet taleplerini,bastırmak için kurulmuş bir mekanizmanın parçalarıdır. Bu nedenle mahkemelerden beklenebilecek son şey bence adalet olur.

Ceza Mahkemeleri kural olarak maddi gerçeği ortaya çıkarmak ve kanunları bu maddi gerçeğe uygulamakla yükümlüdür. Ancak özellikle siyasi angajmanı açık olan “özel görevli-özel yetkili” mahkemelerde maddi gerçeklerin açığa çıkartılması bir yana çoğu kez gerçeklerin yargı organları eliyle çarpıtıldığını ve bu yolla muhaliflerin bastırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu anlamda adaletin varlığından söz etmek mümkün değil.

Meydan: 1886’dan bu yana birlik ve mücadele günü olan 1 Mayıs yürüyüşüne katıldığı için bir çok anarşist, üyesi olduğu derneklere, kolektif mekanlara ve bireylerin evlerine eş zamanlı baskınlar yapılarak gözaltına alındı. Kamuoyunu ikna edebilmek için anarşistlerin meşru faaliyetleri medyada birer “terör” suçu olarak yansıtıldı. 3 günlük gözaltı süreci sonucunda savcılık tarafından 9 anarşist tutuklanarak cezaevine kondu. Bir hafta sonra ikinci gözaltı dalgasında evlere yapılan baskınlarda 5 anarşist daha tutuklandı. Siz bu süreçte gözaltına alınan ve tutuklanan anarşistlerin avukatı olarak bu operasyonları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Erkan: Son zamanlarda toplumda yükselen bir anarşizm gerçekliği var. Yıllardır bu coğrafyada sürmekte olan savaşın durdurulması noktasında vicdani ret hareketini örmeye çalışan, HES, nükleer ve benzeri ekolojik yıkımlarla talan edilen toprağı, suyu ve yaşamı savunan, insan haklarından hayvan haklarına yeryüzü için mücadele veren; cinsiyetçi, eril kültüre karşı çıkan ve tüm ezilenlerle dayanışma ağlarını büyütmeye çalışan bir anarşizm gerçekliği. İşte bu gerçeklik iktidarın statükosunu sarsma noktasında bir tehdit unsuru oluşturmakta ki devlet yüzünü bu sefer de anarşistlere çevirdi. Bu nedenle 1 Mayısa katıldıkları gerekçesiyle 60 civarında kişi gözaltına alındı. Devlet bu olayda da bir örgüt peşindeydi ve bu dosyada da anarşistleri yargılamak isterken tüm bu kişileri tek bir çatı altında düşünmüş olmalı. Oysa anarşizm, sosyalist gruplarda olduğu gibi farklı anlayışlarda hareket eden, devletin alıştığının aksine sosyalizmden farklı olarak dikey değil yatay örgütlenen, böyle olunca da ortada bir hiyerarşi yani yöneten ve yönetilen ilişkisi barındırmadığından,” anarşist bir örgüt” yaratma adına bir ucube soruşturma ortaya çıkarıldı savcılık tarafından.

Dava dosyası tamamen 1 Mayıs günü bankalara ve özel şirketlere anarşistler tarafından verilen zararın bir intikamının alınması biçiminde sürdürüldü. Sorgulamada sorulan sorular, o gün orda olan kişileri belirlemeden çok, anarşizm fikriyatına mensup olan bu kişilerin diğer tüm faaliyetlerinin de sorgulanması, kişilerin suçlanması haline döndü. Delil olarak kabul edilmesi mümkün olmayan, teknik takiple elde edilmiş telefon konuşmaları ile anarşistler, düşüncelerinden dolayı suçlandı ve kamuoyunu rahatlatmaya yönelik olarak gözaltına alınan 60 civarı kişiden 15’i tutuklandı.

Meydan: Torba bir operasyonla anarşist düşünceyi ve birçok anarşisti yargılamaya çalışan zihniyet sizce bu dosyadan ne çıkartabilir? Yaşadığımız coğrafyadaki anarşist hareketi nasıl etkiler?

Erkan: Özel yargılama usulleri ile ve düşman Ceza Hukuku mantığıyla yapılan bir soruşturma olsa da hukuki anlamda bu davadan bir terör örgütü yaratılması imkânsızdır. Zaten tutuklanan kişiler yalnızca kamu malına zarar vermek ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet etmek şüphelisi olarak tutuklandılar. Anarşist hareket bu topraklarda daha önce böylesi bir operasyonla karşı karşıya kalmamıştı. Anarşizm içerisindeki çeşitlilik de göz önüne alındığında bazı kırılmalar yaşanması muhtemeldir. Ancak genel olarak hak ve özgürlük mücadelesi veren insanlar, karşılarında devletin tahakküm mekanizmasını bulacaklarını bilmektedirler. Tam da karşına aldığın bir şeyi karşında bulmak sürpriz olmasa gerek.

Son zamanlarda toplumda yükselen bir anarşizm gerçekliği var. Yıllardır bu coğrafyada sürmekte olan savaşın durdurulması noktasında vicdani ret hareketini örmeye çalışan, HES, nükleer ve benzeri ekolojik yıkımlarla talan edilen toprağı, suyu ve yaşamı savunan, insan haklarından hayvan haklarına yeryüzü için mücadele veren; cinsiyetçi, eril kültüre karşı çıkan ve tüm ezilenlerle dayanışma ağlarını büyütmeye çalışan bir anarşizm gerçekliği. İşte bu gerçeklik iktidarın statükosunu sarsma noktasında bir tehdit unsuru oluşturmakta ki devlet yüzünü bu sefer de anarşistlere çevirdi. Bu nedenle 1 Mayısa katıldıkları gerekçesiyle 60 civarında kişi gözaltına alındı. Devlet bu olayda da bir örgüt peşindeydi ve bu dosyada da anarşistleri yargılamak isterken tüm bu kişileri tek bir çatı altında düşünmüş olmalı. Oysa anarşizm, sosyalist gruplarda olduğu gibi farklı anlayışlarda hareket eden, devletin alıştığının aksine sosyalizmden farklı olarak dikey değil yatay örgütlenen, böyle olunca da ortada bir hiyerarşi yani yöneten ve yönetilen ilişkisi barındırmadığından,” anarşist bir örgüt” yaratma adına bir ucube soruşturma ortaya çıkarıldı savcılık tarafından.

Meydan: Tutuklu 15 anarşistin son durumlarına ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Erkan: 1 Mayıs’a katıldığı için onlarca kişi sabahın 5’inde evleri basılarak gözaltına alındı ve bunlardan 15 kişi halen tutuklu. Somut delillere dayanmayan birçok dosyada olduğu gibi bu dosyada da gözaltındaki birkaç kişi korkutularak, baskı ile hem kendilerini ve hem de tanımadıkları kişileri suçlayan ifadelere imza atmaları sağlanmış. Bu gerçekdışı ve hukuka aykırı ifadelere dayanılarak aylardır cezaevinde tutuluyorlar ve daha ne kadar tutulacakları da belli değil.

Özgürlüğünden yoksun bırakılmış birinin içinde bulunabileceği durum malum. Özellikle davanın ne zaman açılacağına ilişkin belirsizlik ciddi anlamda rahatsızlık yaratıyor. Sağlık problemleri olan tutuklular, eğitimine devam edemeyen veya tutukluluğu dolayısıyla aileleri zor durumda kalan kişiler var. Bunun ötesinde bir moral bozukluğu yok gözlemlediğim kadarıyla.

Meydan: Sıkıyönetim Mahkemeleri, ÖYM, DGM… Tüm bu özel yargılama sistemleri neyi hedefliyor? Neden Ceza Mahkemeleri’nin dışında bu tür mahkemeler kuruluyor?

Erkan: Özel Yetkili Mahkemeler, siyasal muhaliflerin diğer vatandaşlardan ayrı yargılama rejimlerine tabi olması amacıyla kurulan mahkemelerdir. Bu mahkemelerde esas olan hukuk değil, cezalandırmadır. Bu anlamda da yargılamalar göstermeliktir. Ceza Hukuku’nun en temel ilkeleri dahi bu mahkemelerde geçmez. Ceza Hukuku’nda kişileri cezalandırmak için yasalara göre suç teşkil eden bir eylemlerinin ispatlanması gerekirken “Özel” Mahkemeler’de kişilerin düşünceleri ve siyasal aidiyetleri delil olarak gösterilerek, çoğunlukla örgüt üyeliğinden cezalar verilmektedir. Hiçbir şiddet eylemine katılmamış, suç sayılan hiçbir eylemi olmayan bir kişi, salt silahlı bir örgütün programında yer alan düşünceleri paylaştığı için o örgütün üyesi olmakla suçlanabiliyor ve ceza alabiliyor örneğin. Örneğin silahlı örgüt anadilde eğitim istediğinde, anadilde eğitim isteyen herkes örgüt üyesi olmakla suçlanabiliyor.

Bu kapsamda baktığımızda “Özel” Mahkemeler; muhalefeti yok etmek, toplumu tek tip insancıklardan oluşan homojen ve itaatkâr bir kitleye çevirmek için kurgulanmış mekanizmalardır.

Meydan: Uygulamaya sokulan yargı paketleri sonrasında kişilerin adil yargılanma hakları ile ilgili ne tür gelişmeler oldu?

Erkan: Yargı paketleri adil yargılanma hakkının tesisinden çok İnsan Hakları Mahkemesin’den verilen ihlal kararlarını engellemek; hükümetin işine gelmeyen bazı kanunları çaktırmadan değiştirmek gibi amaçlarla gerçekleştirilen değişikliklerdi. Uygulamada yaşanan bazı hukuksuzluklar bu yargı paketleri ile hukuk koruması altına alındı. Bazı değişikliklerse, toplumun gazını alamaya yönelik, göstermelik, içi boş değişikliklerden ibaret. Adil yargılanma konusunda görüntüden başka bir değişiklik yok. Mesela tutuklamalar aynen devam ediyor, tek fark tutuklama gerekçesine birkaç cümle daha eklenmesi.

Meydan: Kamuoyunda bazı kesimler tarafından çok sıkıntı yaratan bir uygulamada yargı paketiyle birlikte eski ülkücü katillerin salıverilmesi oldu. Ancak halen 12 Eylül mahkemelerinde yargılanıp mahkûm olmuş sol görüşlü birçok kişi cezaevinde. Bu uygulamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Erkan: Torba yasalar/paketler, değişik hesaplarla yapılan birçok yasa değişikliğinin gizlenerek toplumdan kaçırılması için kullanılıyor. Cinayetten mahkûm ülkücülerin affına yönelik bu değişiklik de itiraf edildiği üzere, özel olarak yerleştirilmiş bir hükmün sonucuydu. Bunun altında yatan ise siyasal iktidarın milliyetçi kesimle uzlaşmasıdır.

Meydan: Eskiden polis “biz yakalıyoruz, mahkemeler bırakıyor” deyip yakaladığı kimselere cezasını kendisi vermeye çalışırdı. İşkence, gözaltında kayıplar hep bu algının bir ürünü. Şimdi işkence bitti deniyor. Ama cezaevlerine baktığımızda henüz suçu sabit olmayan binlerce kişi tutuklu. Bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

Erkan: Türk mahkemelerinde tutuklama adeta bir peşin cezalandırma işlevi görüyor. Bir kişinin suç işlediği adil bir yargılama ve kesin delillerle sabit olmamış olsa dahi suç işlediğinden şüphe duyulan kişiler tutuklanıyor ve uzun süre mahkeme önüne çıkarılmayı bekliyorlar. Eski işkence yöntemleri daha çok kişiye yönelik, toplumun gözünden kısmen uzakta uygulanıyordu. Ancak şimdi tutuklamalar hukuk kılıfı altında, toplumu hizaya getirmek için kullanılan farklı bir işkence çeşidi olarak uygulanıyor. Kişi aleyhine hiçbir delil olmaksızın operasyonlar yapılıp onlarca kişi gözaltına alınıyor, daha sonra bu kişilerin aleyhine deliller elde edilmeye çalışılıyor. Esasen birçok dosyada deliller kişilerin ev aramalarından ve yasal siyasal etkinliklerinden ibaret oluyor. Buna rağmen iddianamenin hazırlanması ortalama 5-6 ayı buluyor. Mahkemeler de 2-3 ay sonraya duruşma günü verdiğinde toplam süre 7-9 ay gibi bir süreye tekabül ediyor. Ceza yargılamasında aslolan tutuksuz yargılama ve tutuklama istisnai bir hal olmasına rağmen, Özel Mahkemeler’de tutuksuz yargılama istisna haline gelmiş bulunmakta.

Meydan: Ergenekon, Balyoz, KCK gibi kamuoyunun dikkatle takip ettiği davalar var. Bu davaların gerçekten suçluları cezalandırmak amaçlı olduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa bu davalar üzerinden belli fikirler yargılanmak mı isteniyor?

Erkan: Ergenekon ve Balyoz gibi davalar ile KCK davalarını ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. KCK davaları öncelikle Kürt siyasal hareketini ve nihayet tüm toplumsal muhalefeti susturmak, etkisiz kılmak ve cezaevlerine tıkmak için geliştirilmiş bir proje. Bu davalarda kişiler değil, bir halk ve o halkın siyasal temsilcisi olan bir parti yargılanmakta. Bu davada yargılanan kişilere isnat edilen fiillerin büyük bir çoğunluğunu parti faaliyetleri oluşturuyor. Parti kapatmanın çözüm olmadığını anlayan siyasal iktidar, bunun yerine o partinin tüm üyelerini cezaevine atarak, o partiyi işlemez hale getiriyor. Aynı zamanda bu davalarla bir korku iklimi yaratılarak, toplumun pasifize edilmesi amaçlanıyor.

Ergenekon ve Balyoz davaları ise şimdiye kadar devlet nezdinde meşru iktidar odakları olan bazı kesimlerin ,bugünün siyasal iktidarı ile çatışmalarından doğan davalardır. Bu davalar her ne kadar darbe karşıtlığı üzerinden kurgulanmakta ise de bu operasyonların mimarlarına bakıldığında, bir başka darbeci-tahakkümcü geleneğin oluşturulmasının esas amaç olduğu kendini ele veriyor. Burada ceza hukuku anlamında bir yargılamadan ziyade çeteler arasındaki bir hesaplaşmadan bahsetmek daha doğru olacaktır.

Meydan: Birçok gazetecinin de tutuklandığı, halkın haber alma hakkının bile olmadığı günümüzde bu toplumsal dinamikler sizce ne yapmalı?

Erkan: Hak ve özgürlükler mücadelesi kaçınılmaz olarak, o hak ve özgürlükleri gasp eden statüko ile karşı karşıya gelmeyi gerektiriyor. Özellikle muhalefetin kendisini biraz gösterdiği dönemlerde tahammülsüzlük had safhaya çıkıyor ve hukuk dışı yöntemlerle muhalefet bastırılmaya çalışılıyor. Bu bağlamda, yöntemi ne olursa olsun her türlü mücadele devletin gözünde “terör” faaliyeti olarak lanse ediliyor. Bu lansmanı sağlayan en önemli güç tabii ki medya. Özgür medya da hapishanelere tıkılınca toplum, sağır edici tek tip bir propagandaya maruz kalıyor.

Meşru hakların savunulması elbette yine meşruiyetini haklılığından alan vasıtalarla olacaktır. Yöntem meselesi ise şüphesiz somut durumun ve öznelerin belirleyeceği bir meseledir. Ancak her halükarda gerekli olan, toplumsal dinamikler arası dayanışma ağlarının örülmesidir. Aksi takdirde hak ve özgürlük mücadelesi statükonun karşısında ezilecektir.

MEYDAN: Görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.

 

 Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Davut Erkan’la Röportaj: “Devletten Beklenebilecek En Son Şey Adalet” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/09/11/davut-erkanla-roportaj-devletten-beklenebilecek-en-son-sey-adalet/feed/ 0
İstanbul’da Ulaşım Sorunu Çözülemez https://meydan1.org/2012/09/11/istanbulda-ulasim-sorunu-cozulemez/ https://meydan1.org/2012/09/11/istanbulda-ulasim-sorunu-cozulemez/#respond Tue, 11 Sep 2012 10:14:33 +0000 https://test.meydan.org/2012/09/11/istanbulda-ulasim-sorunu-cozulemez/ İstanbul, 20 milyona yaklaşan nüfusuyla bir metropol. İstanbul’un bilinen en önemli sorunu olan ulaşım ise, şu sıralar Fatih Köprüsü ile Haliç Köprüsü’nde yol bakım çalışmalarının başlamasının ardından daha da gündeme geldi. Çalışan tüm İstanbullulara saatlerce süren trafik sıkışıklığı olarak yansıyan bu sorunu hızlıca çözmek içinse, İstanbul Büyükşehir Belediyesi acil alarm verdi. Tabii ki Ramazan ayı […]

The post İstanbul’da Ulaşım Sorunu Çözülemez appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İstanbul, 20 milyona yaklaşan nüfusuyla bir metropol. İstanbul’un bilinen en önemli sorunu olan ulaşım ise, şu sıralar Fatih Köprüsü ile Haliç Köprüsü’nde yol bakım çalışmalarının başlamasının ardından daha da gündeme geldi. Çalışan tüm İstanbullulara saatlerce süren trafik sıkışıklığı olarak yansıyan bu sorunu hızlıca çözmek içinse, İstanbul Büyükşehir Belediyesi acil alarm verdi. Tabii ki Ramazan ayı olması dolayısıyla, durumun aciliyeti iyice pekişti. İstanbul trafiğini yönetecek bir kriz masasının oluşturulmasıyla birlikte, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Valiliği, İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Karayolları Genel Müdürlüğü koordinasyon içinde çalışmalarını hızlandıracaklarını açıkladılar.

Gündelik hayatın ev-iş ekseninde sıkıştığı bir yaşam tarzını sürdürmek zorunda kalan İstanbullular, ulaşımsızlık sorununu her sabah evlerinden iş yerlerine,

1,5 milyon ton asfalt

Şu sıralar süren en hummalı proje asfalt kaplama çalışmaları. İstanbul, şu anki haliyle 805,4 km asfalt yol ile sarılmış durumda. Ekim ayına kadar devam edecek asfalt yol yapım çalışmaları 39 ilçede, 556 noktada yapılacak ve bu çalışmalar sırasında 1,5 milyon ton asfalt kullanılacak. İstanbulluların trafik yoğunluğundan etkilenmemesi içinse çalışmalar gece yarısı başlayıp, sabah 06.30’a kadar sürecek ve çalışmalar bittikten sonra iş makineleri trafiğe kapalı alanlara çekilecek. İstanbul Belediyesi, asfalt çalışmalarını sadece kent merkezleri ile sınırlı tutmuyor, şimdiye kadar mevcut 343 köy yolunu asfaltladı. Silivri, Çatalca, Beykoz, Şile başta olmak üzere birçok yerleşim biriminde de 2012 yılı içerisinde bu çalışmalar hızlandırılacak.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Türkiye genelinde asfaltlamadan sonra en fazla bordür, tretuvar (yaya kaldırımı), kavşak düzenleme, alternatif yol yapımı, üst geçit, köprü, korkuluk, ışık kesme panelleri ve yol genişletme çalışmalarını uygulayan belediye olarak iftihar-ı gururumuz olmanın peşinde.

Peki, büyük şehrin iftihar-ı gururu belediye(!) tüm bu çalışmaların, bakım onarım uygulamalarının bir sonucu olarak ulaşım sorununu neden yıllardır çözemiyor? Yıllardır çözmeye çalıştığı bu sorun, nedense şimdilerde köprülerde sürmekte olan bakım onarım çalışmalarının bir getirisi olarak yansıtılıyor. Oysaki İstanbul’da yıllardır ciddi bir ulaşımsızlık sorunu olduğu çok açık.

aynı şekilde iş yerlerinden evlerine dönerken yaşamaktalar. İstanbul’da beş milyona yakın SGK’lı ve en az bir o kadar da kayıtsız işçi çalışmakta. Her iş günü iş yerlerine gidip gelmek zorunda kalan bu işçiler, uzun saatler boyunca toplu ulaşım araçlarını kullanmak zorundadırlar. Bir işçinin sabah saat 06:30’da Gaziosmanpaşa’daki evinden, Seyrantepe’de bulunan fabrikasına gitmesi yaklaşık 2 saat sürer. Bu işçi için toplu taşıma araçları sadece işe gidip gelmek dışında, kendi yaşamındaki tüm ulaşımları kapsamaktadır; sosyalleşmek için katılacağı herhangi bir etkinliğe giderken de hastalandığında hastaneye giderken de toplu taşıma araçlarını kullanır. Son süreçte sık sık gündeme gelen “işe gidiş gelişlerde bireysel araç kullanmayalım, İstanbul trafiğini çözelim” anlayışında ise, bireysel araç sahiplerinin yoğun saatlerde toplu ulaşım araçlarını tercih etmeleri sağlanmaktadır. Bu yoğun saatler dışında araç sahipleri, gerekli gereksiz sosyal amaçlı seyahatlerinde bireysel araç kullanımını sürdürürler.Yani toplu ulaşım belli bir kesim için düşünülmüş sürekli bir sıkıştırma anlamını taşırken; başka bir kesim içinse toplumsal sorumluluk adına yapılan bir tercih meselesi anlamını taşır. Gündelik yaşamında toplu ulaşımı kullanan çoğunluk, bu sıkışmışlığın çilesini zaten çekmektedir. Bu çile ulaşımsızlığın yanında diğer etkileri ile beraber değerlendirilmelidir. Kışları buzhaneye, yazları hamama dönen toplu ulaşım araçları bir tahammülsüzlük travması yaratmaktadır. Böylesine yoğun bir şekilde sıkıştırılmış insanların, bu “yakınlığa” rağmen birbirleriyle iletişimsiz kalmaları da yaşanılan travmayı toplumsallaştırmaktadır.

Ekonomik olarak düşünüldüğünde iyi bir hizmet aracı olarak lanse edilen toplu ulaşım, insanları yüksek zamlarla birlikte mekânsal darlığın yanı sıra ekonomik darlığın içerisine de sıkıştırmaktadır. 4 kişiden oluşan ailenizle birlikte Söğütlüçeşme/Kadıköy metrobüs durağından, Zincirlikuyu durağına gitmeniz gerektiğinde toplam 8 TL, aynı yöne dönmeniz gerektiğinde yine 8 TL, yani gidiş dönüş tüm aile bireyleri için toplam 16 TL ödemek zorundasınız. 18 yaşından büyükler için asgari ücretin 700 TL olduğunu düşünürsek, İstanbul’da çoğumuz için ulaşım, sadece sıkışıklık değil bütçemizi de etkileyen önemli bir harcamadır.

Ulaşım yaşamın kaçınılmaz bir eylemidir. Ama metropollerde ulaşım, yani bahsettiğimiz ulaşımsızlık, kaçınılmaz olduğu gibi çözümsüz de bir problemdir. Bu problem otomobil sanayinin gelişmişliğini ve herkesin bir otomobil sahibi olmak istemesini olağanlaştırmıştır. 1680’lerde icat edilen otomobilin, 1868’de Londra sokaklarına dikilen ilk trafik lambasıyla birlikte yaşamlarımızı kaçınılmaz bir keşmekeşin içine atacağını kimse tahmin edemezdi. Bugünlere gelindiğinde özellikle İstanbul gibi metropollerde otomobil, sadece ulaşımı sağlayan bir araç olmaktan çok bir cinayet aracı olarak karşımıza çıkmaktadır

Sadece İstanbul’da senede 233 ölüm, 16.958 yaralanmanın gerçekleştiği 11.125 kaza olmakta.

Dünya üzerinde 1907 yılında toplam 250.000 olan otomobil sayısı, şu an sadece İstanbul’da 1.942.775’tir.

Bugünlerde dünyayı yöneten petrol şirketlerinin kâr hırsına kurban edilen milyonlarca insanın üzerinden büyüyen, petrol ve petrol yan ürünlerinin satışını

Trafik kelime anlamı gibi bir akış olmaktan öte durağanlık, ulaşım ise bir erişim olmaktan öte bir merkezileşeme sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Kent yapılanmasının betonlaşarak yüksek binalar içerisine hapsettiği insanlar, oluşturulmaya çalışılan bu merkezi yapılandırmaların içerisine sıkıştırılmaktalar. Mıknatıs gibi tek bir çekim merkezi etrafında daireler çizerek büyüyen merkezi kent yapılanması aynı zamanda yoğunlaşmanın olası sonucu.

garantileyerek satılacak her otomobil; aynı zamanda otomobil pazarı için kâr demektir. Geçmişte tramvay ve tren kullanımına rakip olarak görülen otomobil, kısa sürede raylı sistemli rakiplerini hükümetler üzerinde kurduğu baskılarla bertaraf etmeyi bildi. 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarında yaşanan önemli petrol krizleri, kimi savaşların tetikleyicisi olarak gösterilirken; kirlilik yaratan gazların salınımıyla birlikte küresel ısınmanın tetikleyicileri arasında da yer aldı. Ayrıca otomobil tüketicisinin de ekonomik karakterinin değişmesi ve tüketim seçeneklerinin farklılaşmasıyla otomobil alabilmek kolaylaştı. Bu kolaylık, otomobil sahiplerinin sayısının artmasında önemli bir etken oldu. Yollardaki otomobil sayısının artması da her iki sektörün pazardaki kâr oranını arttırdı. Pazardaki bu olumlu artış, günlük yaşamda bir olumsuzluğun da aynı oranda artmasını sağladı: Ulaşımsızlık.

Ulaşımsızlığın yarattığı bu sorun, yani trafik sorunu, beraberinde pazarın iki sektörünü de zamanla olumsuz etkilemeye başlamıştır. Metropollerde eski rakip raylı sistemlere rağbet artmıştır. Metropol merkezlerinde yoğunlaşmanın en yüksek olduğu saatlerde, yani otomobiller için ulaşımın imkânsızlaştığı saatlerde, raylı sistemlerin ulaşımı sağlaması rağbetin artışını açıklamaktadır.

İstanbul bu merkezileşmiş yapısıyla, yerleşim sorununu da içinde barındırmaktadır. İki milyon üçyüz bin kayıtlı (üçyüz bini boş) konutun bulunduğu İstanbul’da yerleşim sorunu ulaşımsızlığı tetikleyen etkili bir faktördür. Kentlerin “normalinde” genişleyerek büyüyen yapılaşması, kentin metropole dönüşümünde anormal bir şekilde farklılaşır. Bu fark, yapılaşmanın yükselerek büyümeyi sürdürmesidir. Anormaldir çünkü; eni 8 metre, boyu 200 metre olan bir sokağın birbirine yapışık ve on katlı konutlarla çevrili olduğunu düşünürsek 1600 metrekarelik, hiç otomobil park edilmemiş bu sokağın, böylesi bir yapılaşmayla yaklaşık 480 kişiyi barındırdığını söyleyebiliriz. Bu da kişi başına yaklaşık 3,5 metrekarenin düştüğü bir alana tekabül eder. Yükselerek büyüyen metropolle birlikte, bu normalleşmiş sıkışıklık, ulaşımı da büyük bir baskı altına alarak bir ulaşımsızlık sorununa dönüştürür.

Genişleyerek büyümesini arttıran İstanbul kentinin metropolleşme süreci de “taşı toprağı altın” sloganıyla örtüşük bir şekilde başlamıştır. 1927’de İETT’nin 4 araçla başlattığı otobüs seferleri bugün, 2609 araç ve 5580 şoförle sürdürülmektedir. Özel Halk Otobüsü adıyla da yine 2148 otobüs de sefer yapmaktadır. Otobüs seferlerinin dışında bu sayılardan daha da fazla minibüs ve dolmuş mevcuttur. Ulaşım araçları sayısının böylesine hızlı artışı, İstanbul metropolünün bu amansız büyümesinin anlaşılması için yeterlidir. İstanbul’da, kent ve kentin sorunları kendini aşarak artık çözülemeyecek bir problem haline gelmiş, kapitalizmin keşmekeşi olmuştur.

Merkezileşme

Herhangi ilişki biçiminde, tüm ilişkilerin merkeze göre konumlandırılmasını merkezileşme diye ifade edersek; toplumsal ilişkilerin ve toplumun merkezileşmesinde devlet, şehir ve benzeri gibi bir dizi kavramı da bu yeni ilişki biçiminiyle birlikte görmemiz gerekir.

Toplumsal ilişkilerin bir merkez üzerinden belirlenmesi; tarihteki ilk devlet yapılanmalarında, yani günümüzden beş bin yıl öncesi Mezopotamya’sında belirginleşmişti. Bir yönetici grubunun ya da yöneticinin inisiyatifindeki ekonomik, sosyal, siyasi tüm ilişki biçimleri; bu merkezin kararlarına göre şekillendirilmişti. Dolayısıyla kişilerin coğrafyadaki yerleşimleri, bu merkezin ihtiyaçları doğrultusunda konumlandırılmıştı.

İlerleyen tarihsel süreçte, ekonominin diğer ilişki biçimleri üzerinde belirleyiciliği artmıştı. Merkezileşmenin siyasi boyutunun yanında sermayenin merkezileşmesi de yerleşim alanlarının sermaye merkezleri etrafında konumlanmasına neden oldu.

Sanayi Devrimi’yle birlikte yerleşim alanları, bu yeni ekonomik biçimin kurguladığı gibi şekillendi. Bu şekillenme, kapitalizmin giderek küreselleşmesiyle daha karmaşık bir hal aldı.

İçinde bulunduğumuz çağda, devletin ve sermayenin merkezi nizamı içinde yaşanmaya çalışılan toplumsal ilişkiler de merkezileşmenin yarattığı problemlerle içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

“İstanbul Hareket Halinde” Projesi

IBM Türk ve Vodafone Türkiye, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım A.Ş. işbirliğiyle, İstanbul trafiğinin rahatlatılması için “İstanbul Hareket Halinde” adıyla bir proje başlatmış. Projede, İstanbulluların yolculuk alışkanlıklarının haritası çıkartılarak, toplu taşıma ağları, bu verilerdeki yoğunluk, güzergâh ve zaman dilimlerine göre yeniden düzenlenmiş. “İstanbul Hareket Halinde” projesi ile yapılmak istenen şey yaşam kalitesinin arttırılması.

IBM’in analiz yeteneği ve veri madenciliği alanındaki birikimine güvenerek ortaya atılan proje ile yolcular ve hareketleri, anlık olarak takip edilebilecek. İstanbulluların hangi yerlerde hangi ulaşım araçlarını kullandıkları kaydedilecek.

‘’İlk defa trafik nerede sıkışacak önceden öngörülebilecek’’

Yapılan çalışmalar sırasında da İstanbul’da ileride karşılaşılacak en büyük zorluklardan biri olarak gözüken ulaşım sorunun çözülmesi gerektiğini belirten IBM ‘’Bu projeyle İstanbulluların sorununu çözmeye katkıda bulunacağız.’’ demiş.

Amaç; Toplu Taşımaya Teşvik

Projenin hareket verileri analizi aşaması Nisan 2012’de sonlandırılmış, Vodafone’un sağladığı verilerle İstanbulluların seyahat başlangıç-bitiş noktaları IBM tarafından geliştirilerek Ulaşım AŞ.’ye teslim edilmiş. Bu verilerin, toplu ulaşımın iyileştirilmesi için Ulaşım A.Ş. tarafından işlenmesi ve İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin rota ve elektronik kart verileriyle eşleştirilmesinin ardından, İstanbulluların yaşam alışkanlıklarına daha iyi hizmet eden bir toplu taşıma stratejisi oluşturulması amaçlanıyor. Bu yolla, her gün trafikte çile çeken İstanbulluların, yaşam alışkanlıklarıyla paralel toplu taşıma hizmetlerine yakınlaşmaları bekleniyor.

 

The post İstanbul’da Ulaşım Sorunu Çözülemez appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/09/11/istanbulda-ulasim-sorunu-cozulemez/feed/ 0
Zapatist Kahve Kooperatifleri: “Yeni Bir Dünya İçin Eylemeye Başlamak” https://meydan1.org/2012/09/10/zapatist-kahve-kooperatifleri-yeni-bir-dunya-icin-eylemeye-baslamak/ https://meydan1.org/2012/09/10/zapatist-kahve-kooperatifleri-yeni-bir-dunya-icin-eylemeye-baslamak/#respond Mon, 10 Sep 2012 13:54:18 +0000 https://test.meydan.org/2012/09/10/zapatist-kahve-kooperatifleri-yeni-bir-dunya-icin-eylemeye-baslamak/ Nasıl ki EZLN kapalı yüzleri ve kamuflajlarıyla Meksika devleti özelinde dünyadaki tüm iktidarların yüreğine korku saldıysa; Zapatist Kahve Kooperatifleri de paylaşma ve dayanışma ile kapitalizmin neo–liberal şirketlerinin korkulu rüyası olmaya başlıyor! Aslında Zapatist Kahve Kooperatifleri Hareketi, 17 Kasım 1983’te Chiapas dağlarında ilk gerilla kampının kurulmasıyla başlayan ve 1 Ocak 1994’de Chiapas’ın özgürleştirilip, otonom bölgelere çevrilmesiyle […]

The post Zapatist Kahve Kooperatifleri: “Yeni Bir Dünya İçin Eylemeye Başlamak” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Nasıl ki EZLN kapalı yüzleri ve kamuflajlarıyla Meksika devleti özelinde dünyadaki tüm iktidarların yüreğine korku saldıysa; Zapatist Kahve Kooperatifleri de paylaşma ve dayanışma ile kapitalizmin neo–liberal şirketlerinin korkulu rüyası olmaya başlıyor!

Aslında Zapatist Kahve Kooperatifleri Hareketi, 17 Kasım 1983’te Chiapas dağlarında ilk gerilla kampının kurulmasıyla başlayan ve 1 Ocak 1994’de Chiapas’ın özgürleştirilip, otonom bölgelere çevrilmesiyle doruk noktasına ulaşan EZLN’nin (Ulusal Zapatist Kurtuluş Ordusu) silahlı direnişinden pek de farklı değil. Nasıl ki EZLN kapalı yüzleri ve kamuflajlarıyla Meksika devleti özelinde dünyadaki tüm iktidarların yüreğine korku saldıysa, Zapatist Kahve Kooperatifleri de paylaşma ve dayanışma ile kapitalizmin neo–liberal şirketlerinin korkulu rüyası olmaya başlıyor!

Kahve, dünyada petrol ve zeytinyağından sonra ticareti en fazla yapılan “hammaddedir”. Kahve, bu özelliği ile büyük şirketler ve aracıların elinde üretiminden işlenmesine ve dağıtımından satışına kadar yüz milyonlarca insanın sömürülmesine yol açan bir silaha dönüşüyor. Kahve üretiminde önde gelen ülkelerden olan Meksika’nın Chiapas bölgesi ise kapitalist şirketlerin ağzını sulandıracak kadar büyük bir paya sahip.

Sömürünün hâlihazırda çok yoğun olduğu bu alanda, 1989’da neo liberal hareketin yükselişinin hızlanmasıyla beraber “Uluslararası Kahve Anlaşması”ndaki kısmen de olsa üreticiyi koruyan maddeler feshedilmiş ve tarihte “Kahve Krizi” olarak adlandırılan, kriz patlak vermişti. Tabi ki tüm krizlerde olduğu gibi bu krizde de büyük kahve şirketleri ve aracılar karlarını katlarken, yoksul köylüler daha da yoksullaşmıştı. Öyle ki; bu dönemde aracılar köylüye 1 kg kahve için, sadece 60 Cent öderken, aynı kahvenin kilosu, Avrupa ve Amerika’daki süpermarketlerde en az 10 Euro’dan satılıyordu.

Kahve fiyatlarındaki bu düşüş yerel üreticiler ve köylüler için bardağı taşıran son damla oldu ve 1 Ocak 1994 devriminin önünü açan olaylardan biri haline geldi. 1994 Zapatist devriminden sonra silah seslerinin azalmasıyla Zapatistler sosyal ve ekonomik hayatı düzenlemeye koyuldular. Köylüler bu düzenlemelerin önemli bir ayağı olan kooperatifleşme çalışmalarına başlarken, EZLN de ürünlerin Meksika dışında dağıtılacağı dayanışma ağları kurmak için çalışıyordu.

Nihayetinde ilk kahve kooperatifi, Mut Vitz (Dağ Kuşları) Chiapas’ın dağlık bölgelerinden Juan De Libertad’ta 200 küçük üreticinin katılımıyla kuruldu ve 1999’da, muhalif dayanışma ağları vasıtası ile aracılara ve vahşi kapitalizme hiç bulaşılmadan yaklaşık 345 ton kahveyi Avrupa ve Amerika’da dolaşıma soktu. “Dağ Kuşları Kooperatifi” takip eden 3 sene içerisinde üretim kapasitesini yeni üyelerin katılımıyla beraber beşe katladı. Fakat “Dağ Kuşları Kooperatifi” tüm üreticilerin katılımıyla aldığı bir kararla, hem biyolojik kahve sertifikası için gerekli olan 3 senelik geçiş sürecini tamamlanmasını hem de diğer bölgelerde de yeni kooperatifler kurulmasını teşvik etmek için bir süre üye almamayı seçti.

Bir diğer kooperatif Yachil Xojobal Chulchan (Gökyüzündeki Yeni Işık) 2001 yılında kuruldu ve 2002’de 328 üyeye ulaştı. Daha sonra sırasıyla; Yochin Tayel Kinal (Yeni Bir Diyar için Çalışmaya Başlamak) ve Ssit Lequil Lum (Doğa Ananın Meyveleri) kooperatifleri birer sene arayla kuruldu ve hemen bu üretim ve dağıtım zincirinin birer halkası haline gelmeyi başardılar.

Kooperatif ve dağıtım ile ilgili kararlar, tüm üyelerin bir araya geldiği meclislerde tartışılıyor ve işlerin kolay yürümesi için oluşturulan yürütme kurulu tarafından hayata geçiriliyor. Yürütme kurulu katılımcıların inisiyatifleri ile her 3 senede bir yenileniyor.

Toplamda iki bin beş yüz kişinin dahil olduğu kahve kooperatifleri, her yıl yüzlerce ton kahveyi üzerine makul bir “geçinme payı” koyup , Avrupa ve Amerika’daki dayanışma ağlarına gönderiyor. Bu süreçten sonra Avrupa ve Amerika’da belli merkezlerde işlenen kahve 13 ayrı ülkede muhalif grup ve kolektiflerce dolaşıma sokuluyor. RedProZapa (Zapatist Ürünler Dağıtım Ağı) ile ilişkili olan bu kolektifler hem para ve kar hırsı gütmeyen bir “geçim ekonomisi” anlayışını hayata geçirmiş oluyorlar hem de Chiapas’taki otonomların ayakta kalmasına katkıda bulunuyorlar. Şöyle ki; bu dağıtım ağları vasıtası ile sağlanan gelirlerin azımsanmayacak bir kısmı otonomlardaki, eğitim ve sağlık gibi sosyal giderler için harcanıyor.

Tüm bu verilere ve deneyimlere bakarak tekrar düşündüğümüzde, kooperatif çalışmaları ve dağıtım ağları Chiapas köylülerinin bir “geçim kaynağı” olmasının ötesinde Zapatist Hareketin ayrılmaz bir parçası, daha doğrusu Zapatist köylü yoldaşların söylediği gibi “silahların sustuğu yerde başlayan söz ve eylemin en somut örneğidir.”

Aslına bakılırsa sadece kooperatiflerin ismine baktığımızda bile, Dağ Kuşları, Gökyüzündeki Yeni Işık, Yeni Bir Dünya için Çalışmaya başlamak, Doğa Ananın Meyveleri- üretilen ve dağıtılan şeyin sadece kahve çekirdekleri değil aynı zamanda yeni bir dünyaya duyulan özlemin Chiapas’ta yeşeren ve tüm dünyaya yayılan tohumları olduğunu görebiliriz.

 

The post Zapatist Kahve Kooperatifleri: “Yeni Bir Dünya İçin Eylemeye Başlamak” appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/09/10/zapatist-kahve-kooperatifleri-yeni-bir-dunya-icin-eylemeye-baslamak/feed/ 0
Peru’da Halk Devletle Devamlı Karşı Karşıya https://meydan1.org/2012/09/10/peruda-halk-devletle-devamli-karsi-karsiya/ https://meydan1.org/2012/09/10/peruda-halk-devletle-devamli-karsi-karsiya/#respond Mon, 10 Sep 2012 13:53:42 +0000 https://test.meydan.org/2012/09/10/peruda-halk-devletle-devamli-karsi-karsiya/  Ülkenin farklı yerlerinde çıkan çatışmalarda polis 3 kişiyi öldürdü, onlarca kişiyi de yaraladı! Peru’da birçok bölgede yapılması planlanan altın madenlerine karşı yerel halkların başlattığı direnişler devam ediyor. Geçen Aralık ayında Cajamarca bölgesinde halkın madenlere karşı direnişini engelleyemeyen sol hükümet çareyi OHAL ilan etmekte bulmuş, ülkenin birçok yerinde direnişçilere saldırarak onlarca kişiyi yaralamış ve tutuklamıştı. Fakat […]

The post Peru’da Halk Devletle Devamlı Karşı Karşıya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 Ülkenin farklı yerlerinde çıkan çatışmalarda polis 3 kişiyi öldürdü, onlarca kişiyi de yaraladı!

Peru’da birçok bölgede yapılması planlanan altın madenlerine karşı yerel halkların başlattığı direnişler devam ediyor. Geçen Aralık ayında Cajamarca bölgesinde halkın madenlere karşı direnişini engelleyemeyen sol hükümet çareyi OHAL ilan etmekte bulmuş, ülkenin birçok yerinde direnişçilere saldırarak onlarca kişiyi yaralamış ve tutuklamıştı. Fakat Cajamarca’daki direniş, halkın zaferiyle sonuçlanmış şirket geri çekilmek zorunda kalmıştı. Son olarak Temmuz ayının başlarında, Calendin ve çevresinde yapılmak istenen ve Güney Amerika’daki en büyük altın madeni projesi olan Conda Maden Projesi’ne karşı ayaklanan yerel halk şehir meydanında toplanırken, gösteriye izin vermek istemeyen polislerin saldırısıyla karşılaştı.

Polisin sert saldırısına, taş ve sopalarla karşılık veren halk kamu binalarına da saldırdı. Çıkan çatışmada, 3 kişi polis kurşunuyla can verirken onlarca kişi yaralandı. Eylemin hemen ertesi günü çatışmalar devam ederken polis bir direnişçiyi daha öldürdü. Fakat buna rağmen yerel halk, kendi yaşam alanları üzerine kurulmak istenen ve bölgedeki doğal yaşamı tamamen yok edecek olan maden işletmesine ve destekçisi devlete karşı direnmeye devam ediyor.

Öte yandan, Peru’da devlet ile halk sadece madenler yüzünden karşı karşıya gelmiyor. Temmuz ayının sonlarında, geçmişte işgal edip yerleştikleri Puerto Dos Tallos bölgesindeki gecekondularından mahkeme kararıyla çıkarılmak istenen halk ile polis çatıştı. Saatler süren çatışmada polisin plastik mermi, cop ve gaz bombasıyla yaptığı saldırılara, halk taş ve sopalarla karşılık verdi. Çatışmanın sonunda, polis tarafından zorla gecekondularından çıkarılan yaklaşık 1000 kişilik gruptan insanlar kendilerinin buraya gelip yerleşmeden önce devletin buradan haberdar bile olmadığını belirttiler.

The post Peru’da Halk Devletle Devamlı Karşı Karşıya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/09/10/peruda-halk-devletle-devamli-karsi-karsiya/feed/ 0
Ekmek Aslanın Ağzında https://meydan1.org/2012/09/10/ekmek-aslanin-agzinda/ https://meydan1.org/2012/09/10/ekmek-aslanin-agzinda/#respond Mon, 10 Sep 2012 13:52:38 +0000 https://test.meydan.org/2012/09/10/ekmek-aslanin-agzinda/ Başta ABD olmak üzere Avrupa ve Asya’da yaşanan kuraklık buğday ve tahıl üretimini düşürdü. ABD’de yaşanan kuraklığın son 50 yılın en büyük kuraklığı olduğu belirtilirken; dünyada buğday, pirinç, mısır fiyatları yükselişe geçti. Gıda Krizi Tüm Dünyayı Etkileyecek Yaşanan kuraklık Avrupa’da etkisini göstermeye başladı. Ukrayna’da buğday fiyatları bir ay içerisinde yüzde 13,5 oranında arttı. Avrupa’da birçok […]

The post Ekmek Aslanın Ağzında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Başta ABD olmak üzere Avrupa ve Asya’da yaşanan kuraklık buğday ve tahıl üretimini düşürdü. ABD’de yaşanan kuraklığın son 50 yılın en büyük kuraklığı olduğu belirtilirken; dünyada buğday, pirinç, mısır fiyatları yükselişe geçti.

Gıda Krizi Tüm Dünyayı Etkileyecek

Yaşanan kuraklık Avrupa’da etkisini göstermeye başladı. Ukrayna’da buğday fiyatları bir ay içerisinde yüzde 13,5 oranında arttı. Avrupa’da birçok ülkede WTO(Dünya Ticaret Örgütü) ve IMF(Uluslararası Pana Fonu) gibi kurumların politikaları büyük tepki yarattığından, kuraklığın getirdiği kıtlık piyasaya yansıtılmamaya çalışılıyor ama gıda krizi yakın zamanda getirdiği zamlarla kendisini belli edecek gibi görünüyor.

Bakan Eker: Bizi Teğet Geçer

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker “Dünyayı bekleyen bir fiyat artışı ve sıkıntı var. Amerika’da 1 ay içinde buğdaya ton başına 100 Dolar zam geldi. 280 Dolarlardan, 380 Dolarlara çıktı. Ama bizim fazla buğday üretimimiz var. Kuraklık bizi etkilemez” dedi.

Kuraklığın Nedeni; Tarımın Şirketleşmesi, Çiftçinin Yokedilmesi

Şirketlerin çiftçileri yok ederek tarım sektörünü hızla endüstriyel hale getirmesi, tarımda karbon salınımını artırıp küresel ısınmayı hızlandırırken bir yandan da tarımı GDO’lu tohumlara mahkum ediyor. Türkiye’de 1980’li yıllarla birlikte başlayan tarımsal özelleştirmelerin hepsi, çiftçileri uluslararası kapitalist şirketlere mahkum bıraktı. Şirketlerin üretilecek ürünleri belirler hale gelmesi ve dünya piyasasında ürünleri parasal kaygılarıyla bölüşümleri, gıda krizini kapıya dayandıran en önemli etkenlerden.

 

The post Ekmek Aslanın Ağzında appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/09/10/ekmek-aslanin-agzinda/feed/ 0
Yok Edilen İmece Kültürü: Zeytincilik https://meydan1.org/2012/09/10/yok-edilen-imece-kulturu-zeytincilik/ https://meydan1.org/2012/09/10/yok-edilen-imece-kulturu-zeytincilik/#respond Mon, 10 Sep 2012 13:52:10 +0000 https://test.meydan.org/2012/09/10/yok-edilen-imece-kulturu-zeytincilik/   Yağı derdimize deva, dalı efsanelere destan, sofrada ekmeğimize katık… Barışın simgesi zeytin.   Bugün bir sanayi sektörüne dönüşmüş olan zeytin üretimi ve zeytinyağcılık uzun yıllar boyunca farklı üretim ve tüketim ilişkileri içerisinde yer almıştır. Köylülerin kolektif üretiminden şirketlerin endüstriyel üretimine; kooperatiflerce örgütlenen üretim, dağıtım ve tüketim ağından ise küresel şirketlerin ithalat ve ihracat malına […]

The post Yok Edilen İmece Kültürü: Zeytincilik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

Yağı derdimize deva, dalı efsanelere destan, sofrada ekmeğimize katık… Barışın simgesi zeytin.

 

Bugün bir sanayi sektörüne dönüşmüş olan zeytin üretimi ve zeytinyağcılık uzun yıllar boyunca farklı üretim ve tüketim ilişkileri içerisinde yer almıştır. Köylülerin kolektif üretiminden şirketlerin endüstriyel üretimine; kooperatiflerce örgütlenen üretim, dağıtım ve tüketim ağından ise küresel şirketlerin ithalat ve ihracat malına dönüştürülmüştür.

Zeytin günümüzde Akdeniz iklim şartları gösteren Trakya, Güney Avrupa, Afrika’nın kuzeyi, Ortadoğu ve Güney Asya gibi oldukça geniş bir coğrafyada yetişir. İlk olarak Kuzey Mezopotamya’dan yayıldığı düşünülen zeytin, Anadolu topraklarında da Akdeniz ve Ege kıyılarından Doğu Karadeniz’e kadar birçok bölgede yetişir. Zeytin don olayları yaşanmadığı sürece üç bin yıl kadar uzun bir süre boyunca hayatta kalabilen dayanıklı bir ağaçtır. Humuslu, kalkerli-kumlu, nemli ve derin toprakları seven zeytinin yetiştirilmesinde, dikilen türün bölge şartlarına uygunluğu ve uyumu oldukça önemlidir. Örneğin Maraş Bölgesi’nde Gemlik türü Zeytin her ne kadar kök tutup hayatta kalabilse de Bursa Bölgesi’ndeki kadar meyve verimi sağlanmaz. Maraş bölgesinde uygun olan zeytin türleri savrani, kan çelebi ve kalembezidir. Zeytin ağaçlarının verimi bölgesel uygunluk ve uyumun yanı sıra, zeytinin toplanma yöntemiyle de alakalıdır. Ağacın dallarına zarar vermeksizin tek tek elle toplanan yöntem yavaş ve meşakkatli olduğundan dolayı dalları (değnekle vurarak) sarsarak zeytin meyvelerinin dökülerek toplanmasının tercih edilmesi ağacın verimini sonraki senelerde azaltmaktadır.

Zeytin, yeşil ve siyah zeytin biçiminde sofralık tüketilmesinin yanında oldukça sağlıklı bir yağ olan zeytinyağı üretiminde de kullanılır. Olgunlaşmış ve yağlanmış zeytin meyveleri, çekirdekleri parçalanmayacak şekilde ezilerek preslenir. Presleme sonucu elde edilen ilk yağa, natürel sızma zeytinyağı denir. Kalan posanın üzerine sıcak su dökülerek yeniden bir presleme yapılır ve natürel tipi zeytinyağı elde edilmiş olur. Ancak bu yağ, natürel sızma zeytinyağına göre, kıymetli yağ asitleri bakımından daha fakirdir. Natürel sızma ve natürelin belli oranlarla karıştırılması sonucunda iseriviera zeytinyağı elde edilmiş olur. Zeytin sıkımı esnasında elde edilen yağın acı olması durumunda bu yağlar yemeklik olarak tüketilmez, sabun yapımında kullanılır. Zeytinyağını sağlıklı yapan şey ise bu şekilde üretilmesi yani tıpkı meyve suyu gibi sıkılarak elde edilmesi, herhangi bir kimyasal işleme maruz kalmamasıdır. Ayrıca zeytinyağı birçok yararlı vitamin ve minerali içermesinin yanı sıra çocuklarda ağrı kesici olarak kullanılan lipofenin gibi maddeleri de içinde barındırır.

Zeytin yetiştiriciliğinde, işlenme ve dağıtım süreçleri bir birliktelik gerektirdiğinden, bu süreçlerin birçok aşamasında imeceye ihtiyaç duyulmaktadır. Bundan dolayı uzun yıllar imece usulü üretim devam etmiş, 20 yy. başlarında tüm dünya genelinde zeytin üretimi kooperatifleşmeye başlamıştır.

Sanayi Devrimi’nin Anadolu topraklarına girmesiyle zeytin ve zeytinyağı kar elde etmek için üretilen bir mal haline gelmiştir. 1937 yılında Bornova Zeytin Araştırma Enstitüsü’nün kurulması ve devletin Zeytincilik Kanunu adıyla bir kanun çıkarmasıyla zeytin ve zeytinyağı üretimi devlet denetimi altına alınmaya başlamış, endüstrileşme sürecine girmiştir. 1950’lere kadar arttırılan zeytin üretimi o yıllarda rekorlar kırmış, 1961 yılında ilk defa Türkiye Cumhuriyeti’nin on bin ton gibi yüksek miktarda zeytinyağı ihracatına ön ayak olmuştur. 1963 yılında ise devletlerarası görüşmeler sonucu Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkardığı bir yasa ile bu ihracata sınırlama getirilmiştir.
Bu süreçlerde, zeytin ve zeytinyağı üretimi yapan kooperatifler zamanla daha fazla banka kredisi ve daha fazla yeni makine alabilmek için şirketleşmişlerdir. Buna bağlı olarak 2005 yılından itibaren zeytin ağacı sayısının artmasına rağmen üretici sayısı azalmıştır. Bu dengesizlik, zeytincilik ve zeytinyağcılık yapan ailelerin bahçelerindeki mahsülü işleyip standartları tutturamama riskini almaktansa, şirketlere anlaşmalı satmayı tercih ediyor olmalarıyla alakalıdır. Bu durum ailelerin kendi bahçelerinde zeytinyağı şirketlerinin birer işçisi olmasına yol açmıştır.

Zeytinyağcılıkta ve zeytin üretiminde tekelleşmenin önüne, hala varlığını sürdüren imece usulü üretim ve kooperatifçilik geçecektir. Ancak kooperatiflerin amacı, şirket olma yolunda ilk basamak olmak yerine üretimden tüketime olan süreçte aracıları ortadan kaldırmak; kar amacı gütmeden üretim, dağıtım ve tüketim süreci yaşatmak olmalıdır. Bu kaygılarla hareket eden kolektif ve kooperatiflerin sadece ekonomik çözümler değil tüm yaşamı değiştirmeyi hedeflemesi, tekelleşmenin önüne geçebilecektir.

The post Yok Edilen İmece Kültürü: Zeytincilik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/09/10/yok-edilen-imece-kulturu-zeytincilik/feed/ 0
“Oy Vermiyorum; Örgütleniyorum” – Hüseyin Civan https://meydan1.org/2012/09/10/oy-vermiyorum-orgutleniyorum-huseyin-civan/ https://meydan1.org/2012/09/10/oy-vermiyorum-orgutleniyorum-huseyin-civan/#respond Mon, 10 Sep 2012 13:51:34 +0000 https://test.meydan.org/2012/09/10/oy-vermiyorum-orgutleniyorum-huseyin-civan/  Yunanistan seçimlerinde, SYRIZA yani Radikal Sol Koalisyon’un yükselttiği oy sayısı sadece SYRIZA’ya parlamentoda daha fazla sandalye olarak geri dönmedi. Partinin oylarını bu kadar yükseltmesi, Yunanistan dışında da ve özellikle sol çevreler tarafından bir başarının öyküsü olarak tartışılmaya devam ediyor. Cunta döneminden bu yana Yeni Demokrasi ve PASOK iktidarları geleneğini yıkmayı başaran SYRIZA, 2000’lerden beri süregelen […]

The post “Oy Vermiyorum; Örgütleniyorum” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 Yunanistan seçimlerinde, SYRIZA yani Radikal Sol Koalisyon’un yükselttiği oy sayısı sadece SYRIZA’ya parlamentoda daha fazla sandalye olarak geri dönmedi. Partinin oylarını bu kadar yükseltmesi, Yunanistan dışında da ve özellikle sol çevreler tarafından bir başarının öyküsü olarak tartışılmaya devam ediyor.

Cunta döneminden bu yana Yeni Demokrasi ve PASOK iktidarları geleneğini yıkmayı başaran SYRIZA, 2000’lerden beri süregelen toplumsal mücadelelerin özellikle geçtiğimiz (ve hala devam etmekte olan) süre zarfında taban örgütlülüğü ile (fabrika, hastane, okul işgalleri ve özyönetimleri, mahalle komiteleri, köy kooperatifleri…) yükselişini solladı.

Sol muhalefetin, SYRIZA’nın parlamento başarısıyla ilintilendirmeye çalıştığı bu mücadelelere yönelik yorumları da Yunanistan seçimleri sayesinde okuyabildik. Bu yorumların büyük bir bölümü, Türkiye muhalif basınında benzer bir şekilde yer etti. SYRIZA’nın bu parlamento başarısı kimi yazılarda olması gereken sosyalist bir ideal olarak bile anıldı.

Yunanistan’da 2000’lerden beri devam etmekte olan toplumsal mücadeleler; IMF, AB ve Merkez Bankası’nın Yunanistan coğrafyasındaki halka farklı biçimlerde hissettirilmekte olan kapitalist politikalara yönelik girişilmiş çabalar değildi sadece. Bu süreçte özellikle devlet ve bağlı bulunan kurumların şiddet dolu ve baskıcı uygulamaları bu coğrafyada yaşayanların öfkelerini yükseltmesinde önayak oldular.

2008 Aralık’ında Anarşistler sokaktayken, bu olağanüstü süreci herhangi sosyal, ekonomik, siyasi nedene bağlamayanlar ve bu devrimci hareketlenmeyi “gençlerin nedensiz şiddetli dışavurumu” diye adlandıranlar, nasıl 2008’den önceki toplumsal mücadele süreçlerini unutan bir tavırla meseleyi ele aldılarsa, şu anda da bütün bu süreçte oluşan deneyimi yok saymakta ısrarcı.

Toplumsal mücadelelerin, parlamenter karşılığını görmeden bu mücadelelerin gerçekliğine inanmayanlar, “meclis fetişizmini” sokağın devrimci pratiklerine tercih etmekteler. Yunanistan’daki halkın küresel kurumların ve yunan devletinin tüm sosyal, ekonomik ve siyasi yaptırımlarına karşı geliştirdikleri deneyimler, bugün politik olan ve yaşamsal olan arasındaki bütünselliğin en güzel örnekleri olarak görünüyor.

SYRIZA, KKE ve ANTARSYA’nın oylarını katarak “seçimin en büyük galibi soldur” değerlendirmesi yapan muhalif çevreler, Alexis Tsipras’ın öncülüğündeki SYRIZA’yı toplumsal kazanımların bir yansıması olarak görmekte ısrarcı.

Bu tarz bir değerlendirme, sadece toplumsal muhalefetin parlamentocu görünümünü yüceltmekle kalmıyor; siyasi iktidar olma amacıyla girişilmemiş tüm mücadeleyi yok sayıyor. Yani parlamento ve siyasi temsil yükseltilirken; halkın mücadelesi görünmez kılınıyor.

Yunanistan’daki toplumsal mücadelelere “organik krizler”, “lider eksiklikleri” gibi teorik safsatalarla yönlendirilme eksikliği vurgusu yapılıyor. Lidere ihtiyaç duymayan, taban örgütlülükleri temelinde toplumsallaşan mücadelelerin tabi ki siyasi bir temsile ihtiyaçları yoktur. Çünkü bu mücadeleler doğrudan siyasi temsiliyetlerini kendi mücadeleleri ile gerçekleştirmektedir.

Seçimlerde oy kullanmayan her 100 kişiden 35’inin politikliğini sorgulamayan indirgemeci yaklaşımlar, son seçimlerde oy oranını yükselten faşist Altın Şafak’a oy verenlerin bile analizini yapmaktan geri kalmamaktadır. “Ekonomik, sosyal ve siyasal işleyişten muzdarip insanların öfkelerini göçmenlere yansıtması” şeklinde yapılan değerlendirmeyle aslında bu insanların da ezilenler arasında olduğu ve politik dışavurumlarını değiştirebileceği öngörülüyor.

Buna karşılık, siyasi iktidarlar arasında bir fark olmadığını gören ve oy kullanmayan %35’in politik gerçekliğini konuşmak belki de yok sayılmak istenen bir siyasi geleneğin yeniden, bu coğrafyada canlanıyor oluşunu dillendirmekten kaçınmaktır.

Genel grevler; fabrika, hastane, okul işgalleri; mahalle komiteleriyle daha da fazla yerelleşen toplumsal mücadelelerin parlamenter yansıması olmadığı sürece başarılı devrim süreçlerine gidemeyeceğine yönelik tespitlerde de bulunan bu kesimler, Yunanistan topraklarındaki (ve aynı zamanda dünyanın birçok yerindeki) özyönetim deneyimleri, doğrudan demokrasi uygulamalarının siyasallığını tartışmak için hemen yakın coğrafyadaki(!) Chiapas’a bakabilirler. Zapatistlerin dediği gibi “Oy vermiyorum; örgütleniyorum!”

 Hüseyin Civan

[email protected]

 

Alexis Tsipras

Birkaç ay öncesine kadar Yunanistan’da Tsipras ismi çok az biliniyordu. Syriza, Troika’nın (AB, IMF, ECB’den oluşan heyet) tasarruf paketlerini reddederek, merkez sol PASOK’u şaşırtıcı bir şekilde geride bıraktığında Tsipras, uluslararası medyada en çok konuşulan politikacı oldu.

Tsipras, 2008’den beri Sinaspismos’un başkanı ve 2009’dan beri SYRIZA’nın meclis grubu başkanı. 2012 Haziran’ından beri ana muhalefet lideri.

Seçim başarısı sonucunda Paris ve Berlin’e Avrupa Solunun en başarılı partisinin lideri olarak ziyaretler gerçekleştirdi. Bu ziyaretler ve Slavoj Zizek ile beraber yaptığı söyleşi onu daha da popüler kıldı.

“Ülkenin toprak bütünlüğü ve ulusal bağımsızlığını savunmak SYRIZA için tartışmaya açık olmayan bir önceliktir.” diyerek seçimler öncesinde Yunanistan Genel Kurmayı ile yaptığı görüşmeyle “enternasyonalist”, ulusal silah sanayisini canlandırmaya yönelik açıklamalarıyla da “antimilitarist” yönünü gözler önüne serdi!

Tsipras’ın seçimler öncesinde bankalara borçlu olanların borçlarını ödememesi gerektiği vurgusu, bu paranın yatırım ve büyümeye gitmesi gerekliliği vurgusuyla tamamlanıyordu aslında. Dünya Bankası Eski Başekonomisti Larry Summers’ın, sermayenin yatırıma ve büyümeye doğru akması gerekliliğine yönelik açıklamalarıyla, Tsipras’ın söylemleri arasında, New York Times’a göre çok fark yok. Tsipras’ın Guardian’a verdiği röportajında Keynes’i ve Obama’nın mali politikalarını olumladığı yönündeki açıklaması önemliydi.

Tsipras, neoliberal gazete Kathimerini’ye verdiği röportajında, “Bize göre Euro’dan çıkmak bir çözüm değil” demişti. Tabi ki bu ifade SYRIZA’nın büyüme ve iş imkânlarına ilişkin seçim dönemi savunduklarıyla tamamen uyumsuz.

Zizek’in Tsipras’ı övmek için söyledikleri Tsipras ve SYRIZA’yı anlamak için önemli “O, radikal solun saçmalığının sesi değil, market ideolojisinin saçmalığına karşı yükseltilen mücadelenin sesi.”

2004 seçimleriyle birlikte kendini ilk kez gösteren SYRIZA (Radikal Sol Koalisyon), toplam 13 grup ve birçok bağımsız siyasetçiden oluşuyor. İçerisinde sosyal demokratlardan, yeşil sol gruplara; maoistlerden, troçkistlere varıncaya geniş bir yelpazesi var. Sokakta partinin troçkist kanadı olan Sinaspismos çok görünmese de, koalisyonun en güçlü partisi Sinaspismos.

SYRIZA önceleri AB ile ters düşmeyen siyasal stratejisini, özellikle son dönemde radikalleştirdi. Seçimin kazanılması durumunda AB, IMF ve Merkez Bankası (ECB) ile olan anlaşmaları feshetme ve bu kurumların dayattığı sosyal kesintileri kaldırma sözü vermişti. Bankaların devlet kontrolüne alınması da SYRIZA’nın radikalleşen vaatleri arasındaydı. Parti bütün bu radikalleşen söylemleriyle Yunanistan solunun temsilcisi olmaya çalışıyor.

2004 seçimlerinde SYRIZA koalisyonunda; Sinaspismos, AKOA (Yeşil politika, Avrupakomünizmi), DEA (Troçkist), KEDA (Komünist), KOE (Maoist), APO (Antikapitalist Politik Grup), DIKKI (Sosyal Demokrat Hareket), Roza (Radikal Sol Grup), KOKKINO (Troçkist) vb. grup ve partilerin yanı sıra bağımsız aktivistler de yeraldı.

Girdikleri ilk seçimde 241.539 oy alan SYRIZA’nın parlamentoya giren 6 üyesi de Sinaspismos’tandı. 2012 seçimlerinde 1.655.086 (%26,89) oy alarak büyük bir çıkış yakaladı. Bu yakaladığı başarıyı SYRIZA nasıl devam ettirecek bilinmez ama koalisyon olmasından kaynaklı bir dizi problem yaşayacağı, seçim öncesindeki radikal vaatleri seçim sonrasında yinelemekte partinin çok sıkıntı yaşayacağı şimdiden Yunanistan’daki muhalif grupların en çok konuştukları arasında.

Bir başka konuşulan da, SYRIZA’nın radikal solun temsilcisi olması üzerinden… Yunanistan’da merkez sol yıllar önce sağa kaydığından dolayı, SYRIZA’nın PASOK’a göre radikal oluşu çok da anormal gibi görünmüyor.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Oy Vermiyorum; Örgütleniyorum” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/09/10/oy-vermiyorum-orgutleniyorum-huseyin-civan/feed/ 0
Türkiye’nin Güneyi/Suriye’nin Kuzeyi https://meydan1.org/2012/09/10/turkiyenin-guneyi-suriyenin-kuzeyi/ https://meydan1.org/2012/09/10/turkiyenin-guneyi-suriyenin-kuzeyi/#respond Mon, 10 Sep 2012 13:50:44 +0000 https://test.meydan.org/2012/09/10/turkiyenin-guneyi-suriyenin-kuzeyi/ Suriye’nin kuzeyinde oluşacak bir Kürt bölgesi, Irak’ın kuzeyi ile birlikte düşünüldüğünde; Türkiye’deki Kürtlerin konumunu her açıdan güçlendiriyor. Kontrolünü ele geçirdiği bölgede “Özgür Suriye Ordusu” Temmuz ayında, Kahire’de düzenlenen Suriyeli Muhalifler Konferansı’nda T.C. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin Suriye Politikası’nı açıklarken yine aynı ayın sonuna doğru Suriye’de yaşanacak gelişmeleri hesaplamıyordu. Davutoğlu “Türkiye’nin Suriye Politikası açıktır. Haklı demokratik […]

The post Türkiye’nin Güneyi/Suriye’nin Kuzeyi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Suriye’nin kuzeyinde oluşacak bir Kürt bölgesi, Irak’ın kuzeyi ile birlikte düşünüldüğünde; Türkiye’deki Kürtlerin konumunu her açıdan güçlendiriyor.

Kontrolünü ele geçirdiği bölgede “Özgür Suriye Ordusu”

Temmuz ayında, Kahire’de düzenlenen Suriyeli Muhalifler Konferansı’nda T.C. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin Suriye Politikası’nı açıklarken yine aynı ayın sonuna doğru Suriye’de yaşanacak gelişmeleri hesaplamıyordu.

Davutoğlu “Türkiye’nin Suriye Politikası açıktır. Haklı demokratik taleplerde bulunan Suriye halkının yanındayız.” demişti. T.C. bu açık politikasıyla Suriye’de sünni Müslüman Kardeşler’in iktidarını destekliyor ve bu desteği Arap Birliği içindeki Katar ve Suudi Arabistan’ın yaptığı gibi sadece ekonomik tutmuyor. Sınırından Suriye’ye soktuğu muhalif ordunun askerleriyle lojistik, teknik ve taktiksel yardımlarla bu iktidar için ne kadar samimi olduğunu gösteriyordu.

Esad rejiminin iktidarı kaybetmeme dürtüsüyle halka karşı giriştiği ölüm politikası; rejim karşıtlarının hepsini kamuoyunda meşru gösteren bir tabloya sokuyordu. Özgür Suriye Ordusu, Esad diktatörlüğüne karşı girişilmiş mücadelede özgürlük savaşçıları olurken; T.C. bölgedeki adalet bekçisi; BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye ambargo kararı alan devletler de Ortadoğu’dan yükselen çığlığa kulaklarını tıkamayan batılılar rolüne bürünüyordu.

Uluslararası siyasi arenada, Rusya ve Çin’in vetosu nedeniyle Suriye yönetimine karşı yaptırım kararı alamayan batılı devletler; T.C.nin bölgedeki bu “yapıcı” rolünü desteklediklerini her fırsatta dile getiriyorlardı.

T.C “Açık Suriye Politikası” işletirken, Jet Kriziyle açığa çıkan ve tarafları neredeyse savaşacak noktaya getiren durum, T.C.’nin bu politikasını uluslararası siyasi düzlemde bir kez daha meşru kılmasına yol açtı.

Suriye coğrafyasının, gerçekte bu “Açık Dış Politika”nın bu kadar rahat uygulanamaz doğası, belki de hesaba katılmamıştı. Başından beri karşısında olunan Esad rejimi, aslında yalnız “Esad”dan oluşmuyordu. Esadlı Suriye rejimi bölgedeki zincirin bir parçasıydı. Bu zincirin bir ucunda İran, öteki ucunda Lübnan’da giderek güçlenen Hizbullah vardı. İran devleti, Hizbullah ile arasındaki ilişkiyi Suriye üzerinden gerçekleştiriyordu. Dolayısıyla Şii Esad rejimine karşı girişilmiş bir çaba bu zinciri kırabilirdi. İran bu süreçte muhaliflere karşı tutumunu, Esad rejimine yaptığı mali ve silah desteğiyle gösterdi.

Öte yandan sadece Sünni Müslüman Araplara verilen destek, Suriye gibi farklı mezhep ve kimlikleri içinde barındıran bir coğrafyada hiç de bütünleştirici gözükmüyordu.

22 Temmuz’a kadarki süreçte Suriye coğrafyasında yaşananlardan, tüm bu siyasi gerilimlerin T.C dış politikasını etkilemediği gözlemleniyordu. Derken 23 Temmuz’da Kürtler, Amude, Derik, Lorani ve Afrin’i ele geçirerek, ne Esad’ın ordusunu ne de Özgür Suriye Ordusu’nu bu kentlere sokmayacaklarını açıkladılar.

Kürtlerin Suriye’deki Durumu

Aslında Suriyeli muhalifler, Esad rejimine karşı bir ayaklanmaya girişmesinden çok öncesinde Kürt grupları Suriye’deki en önemli muhalefet durumundaydı. %10-15 (2 Milyon civarı) nüfusuyla Kürtler Suriye’de en büyük kimlik konumunda. 2005’teki Damascus Demokratik Değişim Kongresi’nde oluşan Kürt Partileri Blok’u Suriye muhalefetini belirlemede önemli yer teşkil etmişti.

Mart 2011’de çıkan ayaklanmalara Kürtlerin tepkisi biraz geç oldu. Bu ayaklanmalarda Nisan aynın sonuna gelene kadar net bir pozisyon almadılar. Kürt Siyasi Partilerinin Ulusal Hareketi’ne dönüşen önceki blok, Suriye’de Esad rejiminin tek parti diktasına karşı eşit, anayasaya dayalı, laik bir devlet talebinde uzlaştı.

Hemen sonrasındaki aylarda Suriyeli muhaliflerin Antalya ve İstanbul’daki kongrelerini boykot ettiler. Buna rağmen 54 Kürt temsilci, Antalya’daki kongreye katıldı. 16 Haziran’da İstanbul’da gerçekleşen muhaliflerin kongresinden, “Suriye Arap Cumhuriyeti” söylemine karşı olduklarından dolayı Kürt gruplar ayrıldı.

Buna karşılık muhalifler de Kürtleri Esad rejiminin yanında olmakla suçladı. Suriye Ulusal Konseyi, Esad rejimiyle işbirliği içinde olanların, Esad sonrası dönemde var olamayacağı gibi tehditkâr bir açıklama yaptı. Suriye Ulusal Konseyi’nin bu açıklaması, Kürt kimliğini başından beri kabul etmeyen politikalarıyla uyum gösteriyor.

2011 Ekim’ine gelindiğinde Kürtler, Barzani’nin desteklediği Suriye Kürt Ulusal Konseyi; T.C., Arap Birliği ve Batı destekli Suriye Ulusal Konseyi; PYD’nin içinde bulunduğu Gençlik Koordinasyon Konseyi arasında kendilerini ifade etmeye çalıştılar.

2012’nin Temmuz ayına gelindiğinde, Esad güçleri kentleri halk meclislerine terk etmek zorunda kalmadan önce 2 kişiyi öldürerek toplumsal muhalefeti bastırabileceğini düşündüyse de bir katliam gerçekleştirmeden karşısındaki muhalefeti bastıramayacağı gerçeğiyle yüzleşti. Arkasından kentlerde kurulan halk meclislerinde amacın “Suriye’nin bütünlüğü çerçevesinde, demokratik hakların geliştirilmesi” olduğu söylendi.

Suriye’nin Kuzeyi, Türkiye’nin güneyi

Suriye ile arası “Kürt meselesi” açısından hiç de iyi olmayan T.C., Adana Protokolü ile Suriye’nin PKK’ye lojistik desteğini engellemiş ve protokol sonrasında kendi Kürt politikasına uyumlu bir süreç geliştirebilmiştir.

Kürtlerin, T.C. sınırına yakın bölgelerde elde ettiği yerleşim alanları, sadece T.C’nin “Açık Suriye Politikası”nı zedeleyen bir durum değil. Aynı zamanda, Suriye’nin kuzeyinde oluşacak bir Kürt bölgesi, Irak’ın kuzeyi ile birlikte düşünüldüğünde; Türkiye’deki Kürtlerin konumunu her açıdan güçlendiriyor. Aynı zamanda halk meclisleri aracılığıyla gerçekleşen bu özyönetim pratiği bölgeyi farklılıklarıyla bütünleştirmek ve çizilen sınırları anlamsızlaştırılarak – yeniden çizilerek değil – beraber yaşayabilme amacını taşımaktadır. Bu demokratikleşme durumu “demokrasi savunucusu” T.C.nin üstünde daha fazla baskı oluşturacağa benziyor.

Yani Suriye’de bu iktidar kavgası kolay kolay biteceğe benzemiyor, bir yanda iktidarını kaybetmek istemeyen Esad ve Esad’ın arkasındaki Şii Koalisyon, diğer tarafta Şii iktidarına karşı birleşmiş gibi görünen neoliberal politikaların Ortadoğu yürütücüsü Müslüman Kardeşlerle Selefiler ve bu Sünni Koalisyon’u destekleyen küresel kapitalistler var. Bir de Suriye’deki iktidar kavgasına dahil olmadan, kendi yaşadıkları topraklarda özgürce yaşamak isteyen Kürtler var. Ve atlamamak gerekir ki bölgede hiç bir şekilde Kürtlerin özgürleşmesini istemeyen ve bölge üzerindeki iktidarını kaybetmek istemeyen T.C. var.

The post Türkiye’nin Güneyi/Suriye’nin Kuzeyi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2012/09/10/turkiyenin-guneyi-suriyenin-kuzeyi/feed/ 0