Sayı 20 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 31 Jul 2014 15:43:18 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Kitap: Yeni Dünya’nın Başlangıcı ve Sonu Hikayeleri https://meydan1.org/2014/07/31/kitap-yeni-dunyanin-baslangici-ve-sonu-hikayeleri/ https://meydan1.org/2014/07/31/kitap-yeni-dunyanin-baslangici-ve-sonu-hikayeleri/#respond Thu, 31 Jul 2014 15:43:18 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/31/kitap-yeni-dunyanin-baslangici-ve-sonu-hikayeleri/   George Orwell – 1984 1984 romanı, distopyalarda sık rastlanan öğelerin, totaliter bir dünya düzeniyle egemen güçlerin, insanların her türlü özgürlüğünü denetler hale geldiği bir kabusu betimler. Romanın anti-ütopik dünyasında, totaliter bir merkezi “tek parti”nin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk kontrol altında tutulmakta ve istenildiği şekilde etki edilmektedir.  Ursula K. le Guin […]

The post Kitap: Yeni Dünya’nın Başlangıcı ve Sonu Hikayeleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Ütopyalar ve distopyalar, insanın toplumsal yaşamının, olduğu biçiminden farklı kurgulanmasına dayanır.

Sözcüğün kullanımı, genellikle ilk ütopya olarak kabul edilen Thomas More’un 1516 yılında Latince olarak yazdığı “Utopia” isimli kitabıyla yaygınlaşmıştır. More’un Ütopya’sı, birçok açıdan Platon’un “Devlet” adlı eserine dayanır. Bu iki eser dışında, Farabi’nin “Erdemli toplum”u, Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis”i önemli ütopyalar arasında yer alır.

Ütopyalar, insanlara daha özgür ve daha mutlu bir yaşamın nasıl örgütlenebileceği üzerine görüşler sunarken; distopyalar ise olumsuz ütopyadır ve genellikle otoriter, baskıcı toplumları ifade eder.

George Orwell’in “1984” ve “Animal Farm” (Hayvan Çiftliği) romanları ile Aldous Leonard Huxley’in “Brave New World” (Cesur Yeni Dünya) romanı en tanınmış distopyalar arasında gelir.

 

George Orwell – 1984

?????????????????????????

1984 romanı, distopyalarda sık rastlanan öğelerin, totaliter bir dünya düzeniyle egemen güçlerin, insanların her türlü özgürlüğünü denetler hale geldiği bir kabusu betimler.

Romanın anti-ütopik dünyasında, totaliter bir merkezi “tek parti”nin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk kontrol altında tutulmakta ve istenildiği şekilde etki edilmektedir. 

Ursula K. le Guin – Mülksüzler

mülksüzler

Mülksüzler’de konu “Anarres” ve “Urras” adlı bir ikili dünya sisteminde geçer. Roman iki farklı dünya, iki farklı gezegen, iki farklı düşünce sistemi, toplumsal yaşantının iki farklı örgütlenme biçimi arasında geçen bir yolculuk, bir arayış üzerinedir. Anarres Odo’cu anarşistlerin, Urras ise kapitalistlerin dünyasıdır.

Mülksüzler, bu yönüyle bir yandan bir ütopya sunarken, diğer yandan bir distopya sunar. Öte yandan, siyasal ve fiziksel açılardan bakıldığında; ütopya distopya, distopya da ütopya olarak okunabilmektedir. Le Guin’in kendisi de Mülksüzler için “ikircikli ütopya” ifadesini kullanır.

Roman, Shevek adlı Anarres’li bir fizikçinin Urras’a seyahatiyle Anarres’te alıştığı yaşamın tam aksini deneyimleyişini anlatır. Anarres paylaşmacı, dayanışmacı bir topluluğu barındıran ve özverinin gündelik bir norm olduğu çorak bir gezegendir. Urras ise tam aksine verimli toprakları olan ve kolay yaşama olanakları sağlayan bir dünyadır; ancak burada kapitalist ve sosyalist iki rejim birlikte süregelmektedir. Urras gezegeni eşitsizliğin kök saldığı ama kamufle edildiği, tüketimin yüceltildiği, bilimin savaşların ve silahların emrine koşulduğu bir ülkedir.

Aslında le Guin’in Mülksüzler ile, bir yandan kapitalist sistemi, öte yandan da eşitlikçi gibi gözükse de arka planda farklı egemen ilişkilerinin, hiyerarşilerin ortaya çıktığı, özgürlük ve bireysellik sorunlarının ötelendiği “reel sosyalizm” tarzı rejimleri eleştirdiği söylenebilir.

Thomas More – Ütopya

ütopyakitap

More’un eseri, var olmayan bir kurgusal adada geçmektedir. More kitabında aslında döneminin (16. yüzyıl) İngiltere’sine bir eleştiri getirmektedir. Zaten dönemin İngiltere Kralı da bunu böyle algıladığı için, eserleri, görüşleri ve yaşam tarzıyla krala ters düşen Thomas More, 6 Temmuz 1535′te idama mahkum edilmiştir.

More ütopyasında siyasi iktidarın tek elde toplanmasına ve sınıfsal imtiyazlara karşı çıkan bir metin yazmıştır. İlk bakışta eşitlikçi görünen bu ütopyanın altında, bireyi yok sayan ve tek tipleştirici bir toplum mühendisliği ile karşı karşıya kalırız.

Ama yine de çağın belli başlı özelliklerini barındıran More’un kitabı; eşitlik, adalet, özgürlük arayışını barındıran ilk radikal örneklerden biri olarak kabul edilir. 

Ray Bradbury – Fahrenheit 571

fahrenheit

Kitapların yakıldığı, insanların totaliter kişiler tarafından yönetildiği bir dünyayı anlatır Bradbury. Fahrenheit 571 kitapların tutuşma derecesidir. Günümüzde yangın söndürmekle görevli olan itfaiyeciler yerine, burada itfaiyecilerin görevi kitapları yakmaktır.

Kitapların yakıldığı bir dünyadaki insanların düşüncelerini okuyucuya doğrudan aktaran eser; sansüre, endüstri haline gelen sanat yapısına eleştiri sunmaktadır.

Romanda bu kitaplardaki bilgiyi onlar yok edilmeden belleklerine almaya çalışan insanlar diğer önemli kahramanlardır.

Romanda, itfaiyeci önemli bir değişimden geçerek kitapları yakmak yerine korumaya almaya karar verir. Artık mücadele kitapları yakmak ve yaktırmak isteyenlerle bilgiyi korumak isteyenlerin mücadelesine dönüşmüştür.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

 

 

The post Kitap: Yeni Dünya’nın Başlangıcı ve Sonu Hikayeleri appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/31/kitap-yeni-dunyanin-baslangici-ve-sonu-hikayeleri/feed/ 0
Filistin’in İsyanını Müzikle Harmanlayan Grup : DAM https://meydan1.org/2014/07/31/filistinin-isyanini-muzikle-harmanlayan-grup-dam/ https://meydan1.org/2014/07/31/filistinin-isyanini-muzikle-harmanlayan-grup-dam/#respond Thu, 31 Jul 2014 12:26:35 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/31/filistinin-isyanini-muzikle-harmanlayan-grup-dam/ Hip-hop grubu DAM, 14 yıldır Arapça rap şarkılarıyla Filistin’de ezilenlerin sesini duyuruyor. İsrail hâkimiyetindeki Lud kentinde yaşayan üç Filistinli genç, Tamer ve Suhell Nafar kardeşler ve Mahmood Jrere, 1999 yılının sonunda bir araya gelerek grubu Da Arab MC’s (Arap MC’ler) ismiyle kurdular. Başlangıçta kulüplerde İbranice söylerken İkinci İntifada sonrasında Arapça söylemeye başladılar. 2001 yılında Tel […]

The post Filistin’in İsyanını Müzikle Harmanlayan Grup : DAM appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Hip-hop grubu DAM, 14 yıldır Arapça rap şarkılarıyla Filistin’de ezilenlerin sesini duyuruyor. İsrail hâkimiyetindeki Lud kentinde yaşayan üç Filistinli genç, Tamer ve Suhell Nafar kardeşler ve Mahmood Jrere, 1999 yılının sonunda bir araya gelerek grubu Da Arab MC’s (Arap MC’ler) ismiyle kurdular. Başlangıçta kulüplerde İbranice söylerken İkinci İntifada sonrasında Arapça söylemeye başladılar. 2001 yılında Tel Aviv’de yapılan intihar saldırısından sonra Filistinlilere yapılan terörist suçlamalarına karşı kaydettikleri “Meen Irhabi – Kim Terörist?” şarkısı tüm dünyanın dikkatini çekti ve bir ay içinde bir milyondan fazla indirildi.

İsrail devletinin birçok şehirde yaptığı yıkımlara karşı, 2004 yılında, yerli kadın şarkıcı Abir Zinati ile birlikte, Shateel örgütünün kampanyası için “Burada Doğdum” şarkısını yaptılar. Şarkının bestesini, “Burada doğdum, çocuklarım burada doğdu, burası evimi ellerimle yaptığım yer” diyen bir İsrail şarkısından alıp, sözleri “Burada doğdum, büyükbabam büyükannem burada doğdu, burası evimizi ellerinizle yok ettiğiniz yer” şeklinde değiştirdiler. Bu kampanya sayesinde daha önce birçok insanın yaşamını çalan tren yollarının üzerine köprüler yapıldı. Abir Zinati aile baskısı nedeniyle tura katılamadı. Bunun üzerine DAM, kendi toplumundaki kadın ayrımcılığına karşı şarkılar yazdı.

Grup dünyayı turladı ve şarkıları Arap radyo listelerinde birincilikler aldı. Grubun kuruluşundan bu yana öyküsü, 2008 yılında yayınlanan “Sapan ve Hip Hop” belgeseline konu oldu. Belgeselde Dam grubunun, Filistin’in duvarlar ve kontrol noktalarıyla ayırılmış gençleri nasıl bir araya getirdiği, politik farkındalığı yükselttiği görülüyor. Belgeselde gösterilen diğer Filistinli rap gruplarının hepsi DAM’i örnek aldıklarını söylüyorlar.

2011’de Filistinli tutsakların açlık grevine destek olmak amacıyla, “Hücreden bir Mektup” şarkısı ile birlikte hazırladıkları albümü bitiremeden yayınladılar. DAM, rap müziğinin kökeni olan ezilenlerin isyanını anlatırken, dünyadan gördüğü ilgiye rağmen mücadele ile bağlantısını koparmıyor.

Meen Irhabi – Kim Terörist?

 

Kim Terörist? Ben mi teröristim?

Doğduğum yerde yaşarken ben nasıl terörist olurum?

Kim Terörist? Sen teröristsin

Burada sahip olduğum her şeyi aldın

 

Beni öldürdün, atalarımı öldürdüğün gibi

Mahkemeye gitmemi mi istiyorsun? Ne için? Sen bir düşmansın

Tanık, avukat ve yargıcı oynayan

Beni yok eden, sonumun başlangıcısın,

Bizim için en kötüsünü istersin

Sonunda çoğunlukla mezara giden bir azınlık

Demokrasi? Neden? Bana Nazileri hatırlatıyor

Arap ruhuna tecavüz ettin

Ve gebe kaldı, “terör saldırısı” denilen bir çocuğu doğurdu

Ve şimdi bize terörist diyorsun. Öldürdün ve

Seni suçladığımda kalkıp dedin ki:

“Siz de çocukların taş atmalarına izin veriyorsunuz

Onları evde tutacak ana babaları yok mu?”

Ne, ana babaları kendi evlerinin

altına gömdüğünü unuttun mu?

Ve şimdi bana terörist mi diyorsun?

 

Neden teröristim? Umursamaz olmadığım için mi?

Öfkeliyim çünkü başım yukarıda yürürüm

Toprağımı korumaya mı çalışıyorum? Sevdiklerimi öldürdüler

Şimdi yalnızım, ailem dağıldı

Ama haykırmaya devam edeceğim

Barışa karşı değilim, barış bana karşı

Beni ortadan kaldırmak, kökenimi silmek istiyor

İtiraz etmeye cüret edeni, cesaretini toplayıp sesini yükselteni

Gaddarlaştırıp perişan ediyorsun

Lanet olası sen kim oluyorsun?

Bütün bu öldürdüğün insanlara bak, yetim bıraktığın çocuklara.

Analarımız ağlıyor, babalarımız inliyor

Topraklarımız soyuldu, sana kim olduğunu söylüyorum

Sen zevk düşkünlüğü içinde, biz yoksullukta büyüdük

Sen geniş evlerde, biz sığınaklarda büyüdük

Yolunu kaybedeni suçluya dönüştürdün

Şimdi sen terörist, bana terörist demeye mi cüret ediyorsun?

 

Ne zaman beni terörist olarak görmeyeceksin?

Bir yanağıma vurduğunda tekrar vur diye öbürünü çevirdiğimde mi?

Bana vurana teşekkür etmemi mi bekliyorsun?

Beni nasıl istediğini söyle:

Dizlerimin üstünde ellerim bağlı?

Yerde sürünüp çürüyen bedenleri koklarken?

Yıkılmış evler, kaybolmuş aile

Öksüzler, kelepçeli özgürlük?

Sen öldür, mezarları biz kazalım

Sabrımız var, acımıza katlanırız

Yeter ki sen barış içinde yaşa, bizim acımız sayılmaz

Bizim kanımız köpeklerin kanı.

Daha bile aşağılık, çünkü insanlar köpekleri umursar

Bizim kanımız köpeklerinkinden ucuz??!!!

HAYIR! Benim kanım ucuz değil ve kendimi koruyacağım

Bana terörist desen de!

 

Kim Terörist? Kim Terörist?

Sen teröristsin!

DAM

 

The post Filistin’in İsyanını Müzikle Harmanlayan Grup : DAM appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/31/filistinin-isyanini-muzikle-harmanlayan-grup-dam/feed/ 0
“Ah Felek Kartıfelek” – Merve Demir https://meydan1.org/2014/07/30/ah-felek-kartifelek-merve-demir/ https://meydan1.org/2014/07/30/ah-felek-kartifelek-merve-demir/#respond Wed, 30 Jul 2014 18:11:49 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/30/ah-felek-kartifelek-merve-demir/   “Bankalararası Kart Merkezi’nin Mayıs 2014 tarihli son raporuna göre; Türkiye’de 2.332.159 pos cihazı, 42.894 ATM var. Bu cihazlarda, 57.317.236 kredi kartı ve 100.511.908 banka kartı olmak üzere, toplam 157.829.144 kart kullanılıyor ve bu sayılar günbegün yükseliyor. Bireylerin sosyal statüsünün, cüzdan kalınlığı yerine kredi kartı limitinin yüksekliğine göre belirlenmeye başladığı son yıllarda, bu kartlardaki borcunu […]

The post “Ah Felek Kartıfelek” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

“Bankalararası Kart Merkezi’nin Mayıs 2014 tarihli son raporuna göre; Türkiye’de 2.332.159 pos cihazı, 42.894 ATM var. Bu cihazlarda, 57.317.236 kredi kartı ve 100.511.908 banka kartı olmak üzere, toplam 157.829.144 kart kullanılıyor ve bu sayılar günbegün yükseliyor.

Bireylerin sosyal statüsünün, cüzdan kalınlığı yerine kredi kartı limitinin yüksekliğine göre belirlenmeye başladığı son yıllarda, bu kartlardaki borcunu ödeyemediği için “kara liste”ye alınanların sayısında da patlama yaşandı. Son dört yılda, tüketici kredisini ödeyemediği için kara listede yer alanların sayısı 169 binden 1 milyon 215 bine ulaştı. Kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısı da 272 binden 1 milyon 738 bine yükseldi. Böylece kara listede yer alanların toplam sayısı 441 bin 608’den 2 milyon 954 bine yükselerek yediye katlandı.”

Derken, bir gün Kanal D ekranlarında, yeni başlayacak bir yarışmanın reklamıyla karşılaştım: Çarkıfelek. Çocukluğumun yarışmasının, yeni formatıyla başlamak üzere olduğunu öğrendim. Bu kez sunucu Mehmet Ali Erbil değil, Geniş Aile vb. dizilerden hatırlayacağınız İlker Ayrık’tı.

İşte O Reklam!

Reklam, günlerden bir gün İlker Ayrık’ın evden çıkarken kapıda annesine yakalanmasıyla başlar, aralarında şöyle bir diyalog geçer:

Anne: Yine nereye oğlum?

İlker Ayrık: Gidiyorum anne. O motorun sesini duymaya gidiyorum. Ödüller, hediyeler, arabalar vermeye gidiyorum. Borçluların borcuna derman olmaya gidiyorum. Şu çark-ı devrana çomak sokmaya gidiyorum.

A: Ne çarkı, ne çomağı oğlum?

İ (çok uzaklara bakarak): Anlayamazsın anne, anlayamazsın. Ama pek yakında anlayacaksın…

A: Allah akıl fikir versin kara lastikli oğluma!

İlker Ayrık, Çarkıfelek traktörüne biner ve yardımcı sunucu Fatmagül Fakı’yı almaya gider. Mahallenin bıçkınları toplanmış söyleniyor bir yandan;

Bıçkın1: Bu Topuzlu da mahallenin kralı oldu.

Bıçkın2: Sen de milletin kredi kartı borcunu öde, üstüne bir ton hediye, bir de araba; sen de kral olursun.

Bıçkın1: Haa…

Ayrık; traktörün arkasına yüklenen hediyeler ve feleğin çarkıyla giderken hoparlörden mahalleliye seslenir; “Efsane program Çarkıfelek geldi. Kart borcu olanın borcu ödeniyor, arabası olmayan araba kazanıyor. Çarkıfelek çok yakında başlıyor.” Reklam sona erer.

Yeni Çarkıfelek Nasıl Dönüyor?

Ramazan ayıyla başlayan programın yeni formatında, daha reklamı izlerken çarptı gözüme birkaç şey; bu kart borcu ödeme mevzusu neydi mesela? İzledim ilk bölümü.

Eskisi gibi, üç yarışmacı var. Bu üç yarışmacı, stüdyodaki yirmi yarışmacı arasından bir makine tarafından otomatik olarak seçiliyor. Her etabın sonunda, ekrandaki metni tamamlayan yarışmacıyla Kartıfelek oynanıyor. %0’dan %100’e kadar kart borcunu ödemeyi vadeden bu çarkı üç kere çevirme hakkı olan yarışmacılar, gelen yüzdelerden birini seçiyor, temsili bankaya gidiyor ve orada bulunan bir bankacı tarafından, yarışmacının seçtiği yüzdeyle kredi kartı borcu siliniyor. Bunun yanında bir de Çarşı var. Ancak, yarışmacıların kredi kartı borçları kapanmadan, aldıkları puanları Çarşı’da harcamalarına izin verilmiyor. Gerisi eski Çarkıfelek’teki gibi.

Her Derde Deva Yarışma

Derdimiz büyük: Kapitalizm.

Tüketimin hastasıyız mesela; çılgınlar gibi, sonsuz tüketimin. Programın aralarında yayınlanan reklamlardaki ürünleri tüketmezsek ölecek gibi hissederiz.

Bankaların kölesiyiz mesela; kapitalizmin iliğimizi kemiğimizi sömüren mabetlerinin. Yukarıda bahsettiğim ürünleri daha fazla tüketebilmek için.

Derken; bir gün Kanal D ekranlarında, yeni başlayacak bir yarışmanın reklamıyla karşılaştım: Çarkıfelek. Hasta eden, köle eden sistemin bizlere şifa diye sunduğu yarışma, her derde deva!

Ne derdi Özkan Uğur eskiden, “Ağırlığınca Altın” diye bir program sunarken?

-mı acaba?

Her derde deva “mı acaba”?
Merve Demir

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Ah Felek Kartıfelek” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/30/ah-felek-kartifelek-merve-demir/feed/ 0
“Bir Distopya Filmi: Snowpiercer” – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2014/07/29/bir-distopya-filmi-snowpiercer-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2014/07/29/bir-distopya-filmi-snowpiercer-gursat-ozdamar/#respond Tue, 29 Jul 2014 17:58:32 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/29/bir-distopya-filmi-snowpiercer-gursat-ozdamar/ “Ayakkabılar başa takılır mı? Hayır, takılmaz! Şapka başa, ayakkabı ayağa takılır. İşte sizler ayakkabısınız ve bizler ise şapkalarız. Sizler hep ayaklarda kalacakken bizler hep başa takılacağız.” Bu sözler, küresel ısınmayı önlemek amacıyla gerçekleştirilen CW7 isimli bir deneyin olumsuzlukla sonuçlanması üzerine, dünyanın buzul çağına dönmesini konu edinen Snowpiercer isimli filmden. Snowpiercer, dondurucu soğuk ve metrelerce kar […]

The post “Bir Distopya Filmi: Snowpiercer” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Ayakkabılar başa takılır mı? Hayır, takılmaz! Şapka başa, ayakkabı ayağa takılır. İşte sizler ayakkabısınız ve bizler ise şapkalarız. Sizler hep ayaklarda kalacakken bizler hep başa takılacağız.”

Bu sözler, küresel ısınmayı önlemek amacıyla gerçekleştirilen CW7 isimli bir deneyin olumsuzlukla sonuçlanması üzerine, dünyanın buzul çağına dönmesini konu edinen Snowpiercer isimli filmden. Snowpiercer, dondurucu soğuk ve metrelerce kar altında ilerleyen bir trenin ismi. Wilford isimli bir şirket geliştirdiği bu trenle, içindekileri dış dünyanın dondurucu soğuğundan koruyabiliyor; ancak trenin hiç durmaması, sonsuz bir biçimde ilerlemesi gerekiyor.

Buraya kadar alışılmış bir bilim kurgu ya da fantastik bir öykü beklenirken, filmin Güney Kore’li yönetmeni Joon-ho Bon’un Le Transperceneige adlı Fransız çizgi romanından uyarladığı bu filmde, bir çok metafor kullanılmış. Sadece kıyamet sonrasının değil; günümüz dünyasının da atmosferini taşıması, filmin etkisini oldukça kuvvetlendirmiş.

Trendekiler sınıfsal konumlarına göre yerleştirilmiş. En arka vagonda en alttakiler, ezilenler var. Ezilenler arasında yer alan Curtis, durumu değiştirmeyi düşünmekte; bunun için de en öndeki lokomotife, trenin yönetildiği yere ulaşmayı hedeflemektedir; “Geçmişteki devrimler, lokomotifi ele geçiremediğimiz için başarısız oldu. Bu sefer lokomotifi ele geçireceğiz.”

Oysa bu hiç de kolay değildir. Wilford’un silahlı elemanları böylesi bir kalkışmaya, doğal olarak(!) izin vermemelerinin yanı sıra, kendilerine trendeki nüfusun belli bir oranda tutulması gerektiği emredildiğinde, bu oranı sağlamak üzere silahlarını ateşleyerek insan sayısını azaltmaktan çekinmiyorlardır. Ezilenlerin küçük yaştaki çocuklarının yine bu silahlı elemanlarca kaçırılarak götürülmelerinin, filmin en vurucu sahnelerinden biri olduğunu, “kıyamet” ya da “felaket” sonrası bu trenin nasıl çalıştığı ile ilgili de merakının giderildiği müthiş sonla anlıyoruz.

Aslında yalnızca son sahnede değil, film boyunca günümüze ait metaforlar ya da birebir aktarmalar, “felaket”in aslında şimdiki dünyada yaşanmakta olduğunu gözler önüne seriyor.

Ön taraftakiler, herhangi bir kısıtlama olmadan ziyafet sofraları kurarken; en arka vagondakiler, “kaynak sıkıntısı” olduğu söylenerek kendilerine dağıtılan protein çubukları ile “besleniyorlar”. Vagonlardan biri okul olarak “hizmet veriyor”; ama çocuklar ön vagonlarda kalanların çocuklarından oluşunca, öğrendiklerinin “dip vagondakiler tembel ve kendi boklarını yiyorlar” olması hiç de şaşırtıcı değil.

İşte Curtis, “sürekli baskı gören, berbat koşullarda yaşayan ve aşağılanan” bir vagondan çıkıp, tüm bu olumsuzlukları değiştirme hayalleri kuruyor; fırsatını bulunca da yola koyuluyor. Başlarda her şeyin sistemin bir kabahati olduğuna, lokomotife ulaşırsa tüm bunları çözeceğine inanıyor.

Curtis’in önündeki tek engel Wilford da değil. Curtis’in çok güvendiği, hatta bilge gibi gördüğü Gilliam da, onun lokomotife varmasını engellemeye çalışıyor. Ona herkesten daha ileriye ulaştığını, artık durması gerektiğini söylüyor.

İlerledikçe, hem vagonlar arası sınıfsal farklar daha da belirgin resmediliyor, hem de vagonlara hapsedilme durumu.

Sonunda, iki kapıdan birini seçmesi gerekecektir Curtis’in. İlki, bu trenden dışarısına; karlar altındaki dünyaya açılan kapıdır. Bunu seçmesi halinde, bu sistemin dışına atmış olacaktır kendini. Diğeri, lokomotife açılan bir kapıdır.

Curtis, lokomotife giden kapıyı seçer; trenin merkezine varmak ister. Burada Wilford’un Curtis’e önerisi, kendisi yerine lokomotifin başına geçmesi olacaktır.

Bu öylesine “mükemmel” tasarlanmış bir trendir ki… En küçük ayrıntısına dek düşünülmüştür. Ama “en küçük” parçasında eksik olan! İşte Wilford bu eksikliği lokomotifin altına yerleştirdiği çocuklarla gidermiştir bugüne dek.

Şimdi Curtis’in, trendeki konumunu seçmekte zorlandığı bir an gelmiştir. Kendi varlığını trende sürdürmesi başkalarının ölümüne bağlı olacak, bu hep böyle gidecektir. Wilford’un seçim diye sunduğu şey, aslında yaşamın yok edilmesinden başka bir şey değildir.

Zaten Wilford bugüne dek, trendeki ekosistemi korumak adına, nüfus artışını dengelemek için isyanları teşvik etmiş, Gilliam’la bir olup Curtis’in ayaklanmasına da bu anlamda yardımcı olmuştur.

Curtis’in kararı, treni ele geçirmek değil; treni ortadan kaldırmak olacaktır. İşte bu, Wilford’la Gilliam’ın akıllarına getirmediği bir seçimdir.

Bu seçim, bir çocuğu yaşam boyu köle yapmak değil; birlikte, dondurucu soğukta da olsa, yeni bir başlangıç yapmayı hayal etmek ve bunu gerçekleştirmek için dışarıya açılan kapıyı patlatmaktır.

Yönetmen Joon-ho Bon filmi burada bitirmek yerine; bir yanda trenden kurtulan iki küçük çocuğu, diğer yanda da dünyada gerçekten de soyları tükenmekte olan bir kutup ayısını göstererek bir gönderme yapmayı seçmiş. Bu göndermedeki anlam biraz da izleyenin yorumuna kalmış. İzleyin, bakalım sizin yorumunuz ne olacak?

The post “Bir Distopya Filmi: Snowpiercer” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/29/bir-distopya-filmi-snowpiercer-gursat-ozdamar/feed/ 0
Kullan At : “Basın Kanununa Göre Süreli Yayın Türleri ve Dağıtımı ” – Davut Erkan https://meydan1.org/2014/07/29/kullan-at-basin-kanununa-gore-sureli-yayin-turleri-ve-dagitimi-davut-erkan/ https://meydan1.org/2014/07/29/kullan-at-basin-kanununa-gore-sureli-yayin-turleri-ve-dagitimi-davut-erkan/#respond Tue, 29 Jul 2014 15:19:07 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/29/kullan-at-basin-kanununa-gore-sureli-yayin-turleri-ve-dagitimi-davut-erkan/ Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler… Basılı eserlerin basım ve yayımı ile ilgili esaslar 5187 sayılı Basın Kanununda düzenlenmiştir. Bu kanunun 2. maddesinde tanımlar düzenlenmiş ve gazete, dergi gibi periyodik olarak basılan yayınlar Yerel, Bölgesel ve Yaygın olmak üzere 3 yayın türü başlığına ayrılmıştır. […]

The post Kullan At : “Basın Kanununa Göre Süreli Yayın Türleri ve Dağıtımı ” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…

Basılı eserlerin basım ve yayımı ile ilgili esaslar 5187 sayılı Basın Kanununda düzenlenmiştir. Bu kanunun 2. maddesinde tanımlar düzenlenmiş ve gazete, dergi gibi periyodik olarak basılan yayınlar Yerel, Bölgesel ve Yaygın olmak üzere 3 yayın türü başlığına ayrılmıştır. Buna göre

Yaygın süreli yayın: Tek bir basın­yayın kuruluşu tarafından aynı isimle basılan ve her coğrafi bölgede en az bir ilde olmak üzere, ülkenin en az yüzde yetmişinde yayımlanan süreli yayın ile haber ajanslarının yayınlarını,

Bölgesel süreli yayın: Tek bir basın­yayın kuruluşu tarafından basılan ve en az üç komşu ilde veya en az bir coğrafi bölgede yayımlanan süreli yayını,

Yerel süreli yayın: Tek bir yerleşim biriminde yayımlanan süreli yayınlar ile haftada bir veya daha uzun aralıklarla yayımlanan yaygın ve bölgesel yayınları,

Bunlardan ilk ikisi konusunda pek bir duraksama olmasa da, yerel süreli yayınlar konusunda kanun metnindeki açık anlatıma rağmen sıradan değil sadece kolluk memurları, bazı basın savcıları nezdinde dahi bir kafa karışıklığı söz konusudur. Elinizde tuttuğunuz Meydan Gazetesi de bu yayın türü altında sınıflandırıldığından bu yazının kaleme alınması zorunluluğu doğmuştur.

Basın Kanunu’na göre “Yerel Süreli Yayın” olarak sınıflandırılacak 2 tür yayın vardır. Bunlar;

1­ Tek bir yerleşim yerinde yayınlanan süreli yayınlar

2­ Haftada bir veya daha uzun aralıklarla yayınlanan yaydın ve bölgesel yayınlar

Yani bir gazete veya derginin Basın Savcılığı tarafından “yerel süreli yayın” olarak tescil edilmesi her zaman o yayının tek bir coğrafi bölgede dağıtılmak üzere basıldığı anlamına gelmez. Haftalık veya aylık yayınlar, nerelerde dağıtıldığına bakılmaksızın ister yaygın, ister bölgesel olsun “yerel süreli yayın” olarak tescil edilir.

DAĞITIM

Yukarıda açıklanan nedenlerle yerel süreli yayınların sadece bir yerleşim yerinde dağıtılmak üzere yayınlandığı şeklindeki görüşün hiçbir hukuki dayanağı bulunmamaktadır. Öte yandan bir yayının dağıtımını veya satışını yayın türüne bakılarak engellenmesi engelleyebilecek herhangi bir hüküm de mevzuatta yoktur. Yayıncı, basılı eserin dağıtımını istediği şekilde gerçekleştirebilir. Bunu bir dağıtım şirketi aracılığıyla yapabileceği gibi bizzat veya okurları vasıtasıyla da gerçekleştirebilir.

Basın Kanunu’nun 3. Maddesine göre “Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir.”

Bir yayının dağıtımı ancak ve ancak mahkeme kararıyla yasaklanabilir ve engellenebilir. Basın Kanunu’nun 25. maddesine göre “belirli kanunlarda yer alan suçların yayın organları vasıtasıyla işlerliğini tespit eden ya da haber alan savcılık hakime müracaat edebilir ve hakim basılmış eserlerin tamamına el koyabilir yani toplatabilir.”

Kanunun öngördüğü şekilde bir suç soruşturması kapsamında mahkeme tarafından dağıtımının yasaklanmasına ve toplatılmasına karar verilmemiş olan herhangi bir yayının dağıtımının engellenmesi de aynı yasada suç olarak düzenlenmiştir. Basın Kanunu 22. maddesine göre “Kanuna uygun olarak basılmış eserleri, bunların yayımını veya dağıtımını veya satışını önlemek amacıyla tahrip eden veya bozan kimse, … süreli ve süresiz yayınların basılmasını, yayımını, dağıtımını veya satışını şiddet veya tehditle engelleyen kimse, hapis ve para cezasıyla cezalandırılır.”

Kamu görevlileri bu sıfatlarıyla hareket ederken yasalara bağlı hareket etme yükümlülüğü altındadır. Yapacakları her işlemin yasal bir dayanağı olması ve o işlemi gerçekleştirmeye yetkili ve görevli olmaları gerekmektedir. Yetkisi ve görevi olmaksızın bir işlem yapan kamu görevlisinin, eyleminin suç teşkil etmesinden kaynaklı sorumluluğu bakidir. Mahkeme tarafından verilmiş bir yasaklama veya toplama kararı olmaksızın bir yayının basım veya dağıtımına engel olan kişi ister kamu görevlisi olsun ister olmasın, ceza hukuku anlamında bir suç işliyordur. Bu suçun işlenmesi emrini veren de, suçun işlendiğini görüp engel olmayan kamu görevlileri de azmettiren, iştirak veya yardım eden yahut “suçu haber vermeyen” kişiler olarak cezai sorumlulukla karşı karşıya kalırlar.
Davut Erkan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

 

The post Kullan At : “Basın Kanununa Göre Süreli Yayın Türleri ve Dağıtımı ” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/29/kullan-at-basin-kanununa-gore-sureli-yayin-turleri-ve-dagitimi-davut-erkan/feed/ 0
“Kaçabilmiyorum” – Nergis Şen https://meydan1.org/2014/07/29/kacabilmiyorum-nergis-sen/ https://meydan1.org/2014/07/29/kacabilmiyorum-nergis-sen/#respond Tue, 29 Jul 2014 11:52:19 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/29/kacabilmiyorum-nergis-sen/ “ne kaçabiliyorum, ne de kaçmayı biliyorum…” Yoksulluk ve yoksunlukla başa çıkmanın yolu olarak göçüyorlar. Kimisi çoluk çocuk, kimisi bir başına. Sandığımızdan daha yakınımızdalar. “Şanslı” olanları evinizi temizliyor, hastanıza bakıyor. “Şanssız” olanları fuhuş ticaretine sürükleniyor. Yaşadığımız ülkede, yılda ortalama 700 bin ile iki milyon kişi fuhuş mağduru. Uluslararası Göç Örgütü’ne göre 175 milyon kişi ise, doğduğu […]

The post “Kaçabilmiyorum” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“ne kaçabiliyorum, ne de kaçmayı biliyorum…”

Yoksulluk ve yoksunlukla başa çıkmanın yolu olarak göçüyorlar. Kimisi çoluk çocuk, kimisi bir başına. Sandığımızdan daha yakınımızdalar. “Şanslı” olanları evinizi temizliyor, hastanıza bakıyor. “Şanssız” olanları fuhuş ticaretine sürükleniyor.

Yaşadığımız ülkede, yılda ortalama 700 bin ile iki milyon kişi fuhuş mağduru. Uluslararası Göç Örgütü’ne göre 175 milyon kişi ise, doğduğu ülke dışında yaşıyor ve bunun yarısı kadın. İnsanları “düzensiz göç”, “güvenlik tehdidi” tanımlarına sıkıştırarak zorda bırakan devlet politikalarıysa zaten ortada. Sadece bu değil; ataerkil sistem, kadının mağduriyetini daha da perçinliyor.

Kadınlar, göç eden erkeği memlekette bekleyen konumunda değillerse şayet; erkeğin “eş”i, çocukların annesi olarak geliyor, ev içi bakıma dair her türlü emeği üstlenir konumda yer alıyorlar. Artık günümüz sistemi de büyük oranda kadın emeği üzerinden yükseldiğinden, kadınlar ev içinde ve dışında, her yerde, türlü işlerde çalışır hale geldiler. Bu yüzden, sadece göç eden erkeğe eşlik eden değil; kendi kurgularıyla göç eden de oldular.

Gelişlerin özellikle eski Sovyet ülkelerinden olması, soğuk savaşın bitişi ve Türkiye’nin 80 sonrası küreselleşmeye bodoslama eklemlenmesiyle doğrudan ilişkili; ki çoğu Moldova, Rusya, Ukrayna, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Gürcistan ve Azerbaycan’dan. Sayıları ise her geçen gün artıyor, çünkü ülkelerinde ciddi boyutta bir işsizlik ve geçim sıkıntısı var. Tek çareyi göç etmekte bulsalar da, onları bekleyen başka başka sıkıntılarla her an yüzleşmeleri kaçınılmaz. Bunlardan biri de fuhuş ticareti.

Fuhuş ticareti yapanlar; pasaportlarına el konularak, hüviyetleri alınarak ya da borçlandırılarak tehdit ediliyor ve fuhuşa zorlanıyorlar. İş bulamayınca borç bitmek bilmiyor ve yine karşılığında fuhuş dayatılıyor. Bu işi bırakmak istediklerindeyse; önce baskı, sonra kaba dayak, ardından psikolojik yıpratma… Zorla fuhuş, kadınların değer yargılarını da alt üst ediyor. Hele ki memleketlerinde bu işi yaptıklarının duyulması, zaten ölüm demek. Bu korkuyla girdiği bataktan çıkmayı göze alamayanlarsa oldukça fazla.

Memleketlerindeki geçim sıkıntısı, daha iyi bir yaşam tahayyülü, biraz para kazanma umudu kadınları çaresizlikte bırakıyor. Yabancı olmaya dair zorluklar, bu çaresizliğin sadece bir parçası. Örneğin, yasal çalışma ve ikamet izni almanın zorluğu, yabancı kadınların hareket alanını oldukça daraltıyor. Çünkü “kaçak” oldukları anlaşıldığında sınır dışı edilmekten korkuyorlar. Henüz türkçe öğrenmemişse, adresleri, yönleri bilmiyorsa; zaten eli, kolu bağlı.

Geçtiğimiz günlerde göçmen kadınların yaşadıkları tacize karşı kadın örgütlerince yapılan bir eylemdeydim. Ancak önyargılarla bezeli ve son derece ataerkil bir toplumuz, hele ki konu kadın ve cinsellik olunca.

Beyazıt’ta başlayan buluşma, Yenikapı’nın ara sokaklarına dek sürmüştü. Sokak aralarında yürürken “Göçmen kadınlara yönelik tacize hayır” sloganlarını duyup kulak tıkayan bakışlar, fuhuş batağına sürüklenen göçmen kadınlar için, ya “Erkeklerimizi elimizden alan Nataşalar” ya da “Bebeklerimize biz yokken iyi bakamayan, canı isteyince de kaçan yabancı bakıcılar” şeklinde konuşmalar duydum, işittim. Daha da kötüsü, onların yaşamlarının arka planından hiç haberimiz yok, yoktu!

Oysa bir gün dayanışmaya hepimizin ihtiyacı olacaktır. Kadın olmanın zorluğuna bir de göçmen olmak eklendiğinde, bu dayanışmaya çok daha fazla ihtiyaç duyulması kaçınılmaz. Kadınların öfkesinin sınır tanımadığı bu düzenin yıkılacağı günün ve sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın özlemiyle…

Nergis Şen

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Kaçabilmiyorum” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/29/kacabilmiyorum-nergis-sen/feed/ 0
Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (9) : ” İspanya Devrimi’nde Endüstriyel Kolektifleştirme-II ” – Deirdre Hogan https://meydan1.org/2014/07/28/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-9-ispanya-devriminde-endustriyel-kolektiflestirme-ii-deirdre-hogan/ https://meydan1.org/2014/07/28/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-9-ispanya-devriminde-endustriyel-kolektiflestirme-ii-deirdre-hogan/#respond Mon, 28 Jul 2014 18:13:54 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/28/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-9-ispanya-devriminde-endustriyel-kolektiflestirme-ii-deirdre-hogan/   Devrim Yolunda İlerlerken Bütün endüstrinin kolektifleştirilmesi bir gecede vuku bulmadı fakat yavaş yavaş da olsa işleyen bir süreç yaşandı. Ne endüstriyel kolektifler her yerde aynı yöntemle işledi, ne de kolektifleştirme aşaması ve örgütlenme yöntemleri her yerde aynı şekilde gelişti. Önceki bölümde bahsedildiği gibi; bazı fabrikalar hemen işçiler tarafından ele geçirildi, diğerlerinde; önce üretimin devamlılığını […]

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (9) : ” İspanya Devrimi’nde Endüstriyel Kolektifleştirme-II ” – Deirdre Hogan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, Deirdre Hogan’ın “İspanya Devrimi’nde Endüstriye Kolektifleştirme” yazısının ikinci bölümüyle devam ediyoruz.

Yazının ikinci bölümünde endüstriyel kolektifleştimenin nasıl gerçekleştiğini İspanya Devrimi’nden örneklerle anlatan Hogan, kolektiflerin dayanışmasına ve verimsizleşen kapitalist sistemlerin yeniden örgütlenmesine-kolektifleştirilmesine değiniyor.

İspanya Devrimi’nden anlatılan bu kolektifleştirme örnekleri, hem devrim sürecini hem de örgütlenen bu yeni ekonomik modelin gündelik yaşamlara yansımasını anlatıyor.

Hogan’ın verdiği örnekleri günümüz kapitalist dünyasının çalışma koşullarının karşısında değerlendirmek de önem taşıyor. 

 

Devrim Yolunda İlerlerken

Bütün endüstrinin kolektifleştirilmesi bir gecede vuku bulmadı fakat yavaş yavaş da olsa işleyen bir süreç yaşandı. Ne endüstriyel kolektifler her yerde aynı yöntemle işledi, ne de kolektifleştirme aşaması ve örgütlenme yöntemleri her yerde aynı şekilde gelişti. Önceki bölümde bahsedildiği gibi; bazı fabrikalar hemen işçiler tarafından ele geçirildi, diğerlerinde; önce üretimin devamlılığını sağlamayı amaçlayan kontrol komiteleri sayesinde işçiler kendi iş yerlerinin yönetimini ele aldılar. Bundan sonraki adım doğal olarak, iş yerlerinin tamamen işçiler tarafından devralınması oldu.

İlk başlarda, üretimin devamlılığını sağlamak esas iken, atölyeler ve fabrikalar arasında ufak bir resmi koordinasyon mevcuttu. Leval’ın da işaret ettiği gibi bu koordinasyon eksikliği birçok sorunun doğmasına sebep olmuştu: “Yerel fabrikalar devrim boyunca küresel deneyemin neredeyse tüm aşamalarından geçtiler. Misal, komiteler fabrikada çalışan işçiler tarafından aday gösteriliyordu. Her birinde üretim ve satışlar devam ediyordu, fakat kısa süre içinde anlaşıldı ki; bu durum fabrikalar arasında bir yarışın doğmasına sebep olmuştu. Çekişme yaratmak, kolektif ve özgürlükçü görüş açısıyla tamamen zıttı. Bundan dolayı CNT uygulamada şöyle bir değişiklik yaptı: Tüm endüstriler tek bir kolektif gibi sendikaların altında yer alacak ve hep savunduğumuz dayanışma yönetimi her zaman, herkes için var olacak.” [10]

Birçok işçi, bu sorunu –işçiler işyerlerinin kontrolünü ellerine aldıkları halde, farklı işyerleri birbirinden bağımsız ve rekabet içinde işletilmelerini– çözmenin ve kolektifleştirme sürecini tamamlamanın ve böylelikle kısmi kolektifleştirmenin tehlikelerinden kurtarmak gerektiğinin farkındaydı. 1936 Aralık’ında Ahşap Sanayii Sendikası tarafından, mevzubahis koordinasyon eksikliğini vurgulayan bir manifesto yayınlandı. Farklı fabrika ve endüstri işçileri arasında oluşacak dayanışmadan işçilerin daha hoşnut kalacağı, yoksa başarılı endüstrilerin önem kazanıp diğer endüstrilerin ise kendi sorunlarıyla başbaşa kalmalarından ötürü iki yeni sınıf ortaya çıkacağı belirtildi: “yeni zenginler ve fakirin de fakirleri”. [11]

Bu anlamda, kolektifler kâr için birbirleriyle yarışmak için değil bilakis üretim fazlalarını birbirleriyle paylaşmak için çabalarını artırdılar. Örneğin, oldukça başarılı olan ve diğer ulaşım sistemlerinin gelişimi için finansal işbirliğine giden ve geçici sıkıtntılarında diğer ulaşım sistemlerine yardımcı olan Barselona tramvayları… Endüstriler arasında birçok farklı dayanışma durumları da vardı. Örneğin Alcoy’da, Basım, Kâğıt ve Mukavva Sendikası zor duruma düştüğü zaman, diğer 16 sendika Alcoy’da yerel bir federasyon kurup Basım Sendikası’na finansal destek verip kendisini idame etmesini sağladılar.

Bir yandan, anarşist toplumu bir adım öteye götürmeki aynı zamanda verimli endüstriyel örgütlenmeyi de gerektiriyordu. Ahşap Sanayii Sendikası yayınladığı manifestosunda şunu belirtmekteydi; “Ahşap Sanayii Sendikası yalnızca devrim yolunda ilerlemeyi değil, aynı zamanda devrimi bizim ekonomimize uyarlamayı istiyordu.” [12] 1936 Aralık’ında sendikalar genel kurulu toplanarak, yaptığı analiz sonucunda verimsiz kapitalist endüstriyel sistemleri tümüyle yeniden örgütlemesi ve bütünsel kolektifleştirme yönünde karar aldı. Kurulun hazırladığı raporda:

“Küçük imalathanelerin en büyük sıkıntısı bölünmüş olmaları ve teknik/ticari hazırlık faaliyetlerinden yoksun olmalarıydı. Bu yüzden onların daha iyi tesislere ve koordinasyona sahip, daha verimli üretim birimleri haline getirecek modernleşme ve konsolidasyon mümkün olamıyor. Bize göre kolektifleştirme tüm bu eksikleri gidermeli ve tüm endüstrilerin örgütlenme yapısında düzeltmeler sağlamalıydı. Bir endüstriyi kolektifleştirirken rekabeti önlemek ve verimli bir üretim ve dağıtımın önündeki engelleri aşmak için her bir endüstri dalınının farklı birimlerini genel ve organik bir çerçevede birleştirmek gerekir.”

Küçük, sağlıksız ve maliyetli atölye ve fabrikaları ortadan kaldırma çabası endüstriyel kolektifleştirme sürecenin en önemli karakteristik özelliğiydi. Arazi ekiminde olduğu gibi, bu atölye ve fabrikaların işleyişi şöyle bir hissiyat doğuruyordu “Kuvveti dağıtmak muazzam bir güç kaybına, mantıksız bir emek, makine ve hammadde kullanımına ve gereksiz emek tekrarlarına sebep oluyordu” [14] Örneğin, Granollers kasabasında “yerel ekonominin işleyişini ve yapısını geliştirmeye yönelik bütün girişimler sendika sayesinde olmuştur. Bu sebeple, kısa bir süre içinde, kolektifleştirilmiş yedi berber salonu, kendi gayretleriyle sayısız pespaye işletmeyi tekrar ayağa kaldırıyordu. Ayakkabı üretimine yönelik tüm atölye ve küçük fabrikalar, en iyi makinelerin kullanıldığı ve işçilerin sağlık koşullarına uygun hijyen kurullarının geçerli olduğu fabrikalarla yer değiştiyordu. Aynı ıslahat çalışmaları mühendislik endüstrisinde de yapıldı ve sayısız küçük, karanlık ve boğucu dökümhane; bol bol güneş ve temiz hava alan daha geniş üretim birimleriyle yer değiştirdi. Kolektifleştirme, modernleştirme ile el ele gitti.” [15]

Serbest Kalan Yaratıcılık

Barselona Tramvayları

Kırsal bölgelerdeki kolektifler örneği gibi, kentlerdeki işçiler de öz-yönetimle; çalışma koşullarında, üretkenlikte ve verimlilikte takdire şayan gelişmeler yarattılar. Örneğin Barselona tramvaylarının başarısını ele alırsak; çatışmaların sona ermesinden yalnızca beş gün sonra, tramvay hatları temizlenip tekrar faal duruma geçirildi ve toplamda altı yüz olup daha sonra yüz tane daha eklenen toplam yedi yüz tramvay, CNT-FAI’nin renkleri olan kara ve kızıla boyanıp işler hale getirildi. Tramvay ve trafik kontrolün teknik organizasyonları büyük ölçüde geliştirildi, yeni güvenlik ve sinyalizyon sistemleri geliştirildi ve tramvay hatları düzeltildi. Tramvay kolektiflerinin ilk önlemleri; aşırı ücret alan üst yöneticileri tasfiye etmek oldu ve kolektifler bundan sonra yolcu ücretlerinde indirime gidebilme olanağı buldu. Temelde ücret eşitliği sağlandı: Vasıflı işçilerin ücretleri diğer emekçilerinkinden günlük 1 peseta fazlaydı. Çalışma koşulları işçilere sağlanan yeterli imkânlarla geniş ölçüde geliştirdi ve yalnızca tramvay işçilerini değil, aynı zamanda ailelerini de kapsayan yeni ücretsiz sağlık hizmetleri organize edildi.

Tıpta Kolektifleştirme

Tıp alanında gerçekleştirilen kolektifleştirme çalışmaları, devrimin göze çarpan en önemli başarılarından biriydi. 19 Temmuz’dan hemen sonra, hastanelerin, dispanserlerin ve diğer yardım kuruluşlarının yönetimindeki kişiler bir gece içinde ortadan kayboldular. Bu yüzden ivedilikle yeni örgütlenme yöntemlerini bulmak gerekti. Dispanser Hizmetleri Sendikası 1936 Eylül’ünde kuruldu ve birkaç ay sonra 1000’in üzerinde farklı branşlardaki doktorlar dâhil, 7000 profesyonel medikal üyesi oldu. Büyük toplumsal idealden ilham alan sendikanın amacı, tüm tıp ve halk sağlığı hizmetlerini temelden yeniden örgütlemekti. Bu sendika 1937’de 40,000 üye sayısına ulaşan C.N.T. Halk Sağlığı Ulusal Federasyonu’nun bir parçasıydı.

Katalonya bölgesi, nüfus yoğunluğuna bağlı olarak, birbirinden daha önemli veya önemsiz, fakat sıhhi korumadan veya medikal hizmetlerden yoksun hiçbir köy veya mezra kalmayacak şiarıyla 35 merkeze bölündü. Bir yıl içinde sadece Barselona’da 6 yeni hastane ve savaş malulüleri için 2 askeri hastane açıldı, ayrıca Katalonya’nın farklı bölgelerinde istimlak edilmiş mülklere 9 yeni sanatoryum kuruldu. Devrimden önce doktorlar hep zengin bölgelere yoğunlaşırken, artık en çok ihtiyaç duyuldukları yerlere gönderiliyorlardı.

Fabrikalar ve Atölyeler…

Fabrikalarda da muazzam yenilikler gerçekleşiyordu. Bir zamanlar işçilerin kontrolünde olan birçok atölye, anti-faşist birliklerine savaş materyalleri üretmek için dönüştürülmüştü. Bunu sağlayan, Katalonya’daki metal endüstrisinin yeniden kuruluşu olmuştu. Örneğin, 19 Temmuz’dan yalnızca birkaç gün sonra, Hispano-Suiza Automobile Şirketi zırhlı araç, ambulans, silah ve ön cephede savaşabilmek için cephane üretimi yapmak üzere dönüştürülmüştü. Bir başka örnekte, gözlük sanayiisi devrimden önce hiç var olmamıştı. Önceden küçük ve dağınık olan atölyeler, gönüllü olarak yeni bir fabrika yapısında kolektifleştirildiler. “Fabrika kısa zamanda opera dürbünü, uzaklıkölçer, dürbün, yerölçüm aletleri, farklı renklerde endüstriyel gözlükler ve bilimsel malzemeler üretimi yaptı. Ayrıca savaşın ön cepheleri için optik teçhizat üretti ve bakımlarını sağladı. Kapitalistlerin yapamadıklarını, CNT’nin hünerli üyeleri olan Optik İşçiler Birliği gerçekleştirdi.” [16]

Endüstriyel kolektiflerinden bir başka güzel örnek de; “sayısız kentte, dağınık birçok fabrikada yarım milyon tekstil işçisini çalıştıran ve çok iyi verim alan tekstil endüstrisidir. Tekstil endüstrisi kolektifleştirilmesi, işçilerin mükemmel ve karmaşık bir kurumu idare edemeyecekleri hususundaki miti alt üst etti.” [17]

Anarşist toplumu var edebilmenin ilk koşulu tüm ücretlerin eşit dağıtılmasıdır. Bu dağılım, işçi sınıfı arasındaki farklar ile tümden birleşmiş bir sınıfın zayıflamasına sebep olan bölünmelere son vermek için zorunludur. Eşit ücret dağılımları endüstriyel kolektifler arasında hemen gerçeklemedi ve ara sıra teknik ve az vasıflı işçilerin maaşları arasında nispeten de olsa küçük farklar var oluyordu. Ücretler işçiler tarafından sendika genel kurulları sırasında belirleniyordu. İşçiler ve teknik sorumlular ile diğerleri arasında ortaya çıkan ücret farklılıkları, işçilerin çoğunluğu tarafından devrim aşamasında oluşabilecek can sıkıcı çatışmaları önlemek ve düzenli üretimi sağlamak adına masrafları ayarlamak için geçici bir önlem olarak görülüyordu. Yüksek ücretli idareler fesh edildi ve eski patronlarla dilerlerse normal bir işçi gibi çalışmaları veya ayrılmaları seçenekleri sunuldu ki çoğu zaman çalışmayı tercih ettiler.

Endüstrinin temel motivasyonu olan kişisel kâr ortadan kalktığında, endüstrinin daha verimli ve rasyonel bir şekilde tekrar organize edilebildi. Örneğin, Katalonya’nın dört bir yanına dağılmış, az ve verimsiz üretim yapan birçok elektrik üretim istasyonları vardı ve bu istasyonlar halk yararına değil, hususi üretimler yapıyordu. Elektrik üretim sistemleri tamamen yeniden yapılandırıldı ve verimsiz bazı istasyonlar kapatıldı. Sonuçta iş gücünde yapılan tasarruflar; Flix yakınlarında, 700 işçi ile inşa edilen ve mevcut elektrik kapasitesini hatırı sayılır derece arttıran baraj gibi geliştirmelerin yapılabilmesi anlamına geliyordu.

Kolektiflere Kadınların Katılımı

Devrim sırasında yaşanan en büyük değişikliklerden biri de, işgörmez geniş bir kadın kitlesinin iş gücüne dâhil olmasıydı. CNT kadın işçileri sendikalaştırmaya çok önem verdi. Tekstil endüstrisinde parça başı iş kadınlar için yürürlükten kaldırıldı ve işgücüne dâhil olmayan ev kadınları fabrikalara yerleştirildi, bu sayede ücretlerinde ve çalışma saatlerinde gelişmeler sağladı. Çocuk bakımı, ev işi görme sorumlulukları her nedense hala kadınlara bırakılmıştı ve birçok kadın için hayatlarında birden fazla olan rolleri arasında bir denge kurmak zordu. Bazen çocukbakıcılığı kolektifler tarafından sağlanıyordu. Örneğin, Barselona’daki Ahşap ve İnşaat Sendikası aynı zamanda içinde yüzme havuzu da olan dinlenme alanları inşa ediyordu, ayrıca bir kilise, kreşe ve çalışanların çocukları için okula dönüştürülmüştü.

Mujeres Libres (Özgür Kadınlar), kadın anarşistler örgütlenmesi, “secciones de trabajo”lar (iş paylaşımı) düzenleyip, CNT sendikalarına uygun, özel meslek ve endüstrilerde kadınlara sorumluluklar veriyordu. Bu “iş paylaşım”ları, fabrika ve atölyelerde kreşler kurulmasına yardımcı oluyor, aynı zamanda kadınların fabrikalarda çalışmalarını sağlayacak eğitimlerin verildiği okullar ve kurslar düzenliyordu. Bu kurslar ise daha önceleri yalnızca erkeklerle sınırlı olan çalışma alanlarına kadınların da dâhil olmasında yardımcı oluyordu. Örneğin, Barselona’da tramvay kullanmak üzere sürücü belgesi alan ilk kadın işini şöyle tanımlıyordu; “insanları çırak, tamirci ve sürücü olarak alıyor ve gerçekten bize ne yapmamız gerektiğini öğretiyorlardı. [Kadınlar ilk defa sürücü olarak işe başladıklarında] Yolcuların yüzlerini görmeniz lazımdı! Bence ulaşımdaki yoldaşlar ki bize karşı çok yardımcı olmuşlardı, bundan gerçekten çok zevk aldılar.” [18]

Yine de kadınların endüstri kolektiflerinde erkekler eşitliğe eriştiğini söylemek yalan olur. Kadınlar ve erkekler arasındaki maaş farkı var olmaya devam etti. Ayrıca, birkaç örnek dışında kadınlar fabrika komitelerinde kolektiflerin seçimle edinilen diğer pozisyonlarında yeterince temsil edilemiyorlardı. Hiç kuşku yok ki, kadınları geleneksel rollerinin devam ediyor olması, kolektiflerde daha aktif yer almalarına engel teşkil ediyordu ve bu meseleler ve özellikle kadınları etkileyen diğer hususlara (doğum izni gibi) öncelik tanınmamıştı. Her ne kadar çok sayıda kadın devrim sırasında işgücüne katılmış olsa da, aynı katılım ücretli işgücünde kendisini gösteremedi. Bunun sebebi de anarkosendikal toplumsal örgütlenmenin iş gücü eksenli bir vizyona sahip olmasıydı.

Deirdre Hogan

Çeviri: Nuri Engin

Dipnotlar yazının 3. bölümü ile beraber yayımlanacaktır.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (9) : ” İspanya Devrimi’nde Endüstriyel Kolektifleştirme-II ” – Deirdre Hogan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/28/anarsistlerin-ekonomi-tartismalari-9-ispanya-devriminde-endustriyel-kolektiflestirme-ii-deirdre-hogan/feed/ 0
“Herkes Malını Biliyor” – Özgür Erdoğan https://meydan1.org/2014/07/28/herkes-malini-biliyor-ozgur-erdogan/ https://meydan1.org/2014/07/28/herkes-malini-biliyor-ozgur-erdogan/#respond Mon, 28 Jul 2014 15:06:43 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/28/herkes-malini-biliyor-ozgur-erdogan/ Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde en çok merak edilen konulardan biri de, şüphesiz adayların mal varlıkları oldu. Özellikle yakın dönemde yayınlanan telefon görüşmelerinden sonra Erdoğan’ın açıklayacağı mal beyanı konusunda ciddi bir beklenti oluştu. Erdoğan, en son 2011 yılında mal beyanında bulunmuş. Bu sayede bir karşılaştırma yapma imkanı da bulmuş olduk. Şimdi kısa kısa karşılaştırmalı mal varlığı kalemlerine […]

The post “Herkes Malını Biliyor” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde en çok merak edilen konulardan biri de, şüphesiz adayların mal varlıkları oldu. Özellikle yakın dönemde yayınlanan telefon görüşmelerinden sonra Erdoğan’ın açıklayacağı mal beyanı konusunda ciddi bir beklenti oluştu. Erdoğan, en son 2011 yılında mal beyanında bulunmuş. Bu sayede bir karşılaştırma yapma imkanı da bulmuş olduk. Şimdi kısa kısa karşılaştırmalı mal varlığı kalemlerine bakalım.

Nakit Para:

Erdoğan’ın banka hesaplarındaki TL ve döviz nakdin karşılığı yaklaşık 4.830.000 TL civarında. 3 yıl önceki mal beyanında bu miktar 3.880.000 TL. 3 yıl içinde yaklaşık 1.000.000 TL artış var. 3 yıl boyunca maaşını hiç harcamamış olsa bile, ancak 500.000 TL civarında bir miktar biriktirebilen Erdoğan; anlaşılan parayı faize yatırıp haram para yiyor. Neyse ki artık böyle küçük miktarlar kimseyi heyecanlandırmıyor. Sahi, Bilal’in kasasındaki paralar ne oldu? Hani büyük oranda sıfırlandıktan sonra hala “30 milyon avro” kalan para. Sıfırlayabilmişler demek ki… Açıklanan bu rakam, herkesim malumudur ki, buzdağının sadece görünen kısmı. Bu zenginliğin kaynağını, Erdoğan, bundan tam 21 yıl önce açıklamış aslında: “Eğer bir gün duyarsanız ki Tayyip Erdoğan çok zengin olmuş, bilin ki haram yemişimdir!”

İhsanoğlu’nun banka hesaplarında TL cinsinden toplam 7.866.569 TL nakit parası var. Bunun büyük çoğunluğu dolar cinsinden. Erdoğan’ın parayı TL’ye yatırdığı, buna karşın İhsanoğlu’nun Dolar’a yatırım yaptığı görülüyor. Eminim, Erdoğan’dan bu tüyoyu alan İhsanoğlu da mevduatını TL’ye yatıracaktır. İhsanoğlu, sadece nakit parası dahi göz önüne alındığında, seçilmesi durumunda seçim sloganının hakkını verebilecek bir aday. Şu andaki malvarlığı ile tüm ülkenin “ekmek” ihtiyacını karşılayabiliyor.

Demirtaş’ın ise herhangi bir nakit parası yok. Bu sayede dövize mi yatırsam borsaya mı derdi de yok. Mal beyanında bulunduktan sonra YSK Başkanı’na “Sadi abe, mayışları da almışınız, hele at bişeyler.” dediği basın kulislerinde dolaşıyor.

Taşınmaz:

Ekmelettin İhsanoğlu’nun İstanbul’da miras ve satınalma yoluyla edindiğini beyan ettiği 9 adet dairesi var. Erdoğan’ın ise adına kayıtlı tek taşınmaz mal, memleketi Rize Güneysu’daki 2.000 m2’lik arsa. Eee, kimi yerin üstüne yatırım yapıyor, kimi yerin altına. Ancak o kadar parayı gömmek için 2.000 m2 arsa yeter mi kestiremedik…

Erdoğan’ın taşınmaz mallarını çocukları adına edindiği bilinen bir durum. Ancak yasal olarak adayların 18 yaşını geçmiş çocuklarının adına kayıtlı mal varlığını açıklama zorunluluğu yok. Gerçi yayınlanan telefon görüşmelerinden, herkes Bilal’in “mal” varlığını biliyor zaten.

Demirtaş’ın ise Diyarbakır’da iki evi var. Klasik bir “birini kiraya verir diğerinde otururuz”cu kendisi. Bir de hukuk bürosu olarak kullanılan bir taşınmazı var. E tabii, bugün milletvekilisin ama yarın ne olacağı belli mi olur; altın bilezik mesleği elden bırakmamak lazım.

Otomobil:

Beyanlara göre Demirtaş’ın üç, Erdoğan ve İhsanoğlu’nun ise birer otomobili var. Diğer kalemlerdekinin tam tersi olan bu tabloyu gören Demirtaş açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş: “İkisini parti çalışmalarında kullanıyoruz, biriniyse eşim kullanıyor.” Demirtaş’ın, benzin parası bile olmamasına rağmen, parti çalışmalarında Audi marka araç kullanması akıllara bir halk deyişini getiriyor: Ayranı yok içmeye, Audi’yle gider seçmene.

Alacak:

Beyanlara bakacak olursak; ne Ekmeleddin’in, ne de Demirtaş’ın alacağı bulunmuyor. Alacak beyan eden tek aday Erdoğan. Hem 2011 yılında, hem de 2014 yılında 500.000 TL alacağı olduğunu beyan etmiş. Erdoğan’ın kimden ya da kimlerden alacaklı olduğu çok merak edildi. Biz buradan bir tahminde bulunalım; bu paraların, Erdoğan’ı eleştiren gazeteciler ya da mizahçıların mahkeme sonucunda ödemek zorunda bırakıldığı tutardan ibaret olması kuvvetle muhtemel. Bizden söylemesi…

Neticede, seçim sistemi ve onun da içinde olduğu parlamenter demokrasi; adayların, düşüncelerinden, görüşlerinden daha çok mal varlıklarıyla ilgilenmekten vazgeçmiyor. Bu durum değişmediği sürece, seçmenlere, adaylara bakıp “zengin olsun da gelince yemesin” ile “bugüne kadar yemediyse, bundan sonra da yemez” arasında bir seçim yapmak kalıyor.

Seçim sonucunda adaylardan birinin mal varlığına bir de “koltuk” eklenecek demek haksızlık olur. İşin gerçeği, Demirtaş ve İhsanoğlu seçimi kaybederse, koltuğu kapamamış olacaklar. Ancak Erdoğan kaybederse, on yıllar boyunca dizdiği domino taşları yerle yeksan olacak.

 

Özgür Erdoğan

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Herkes Malını Biliyor” – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/28/herkes-malini-biliyor-ozgur-erdogan/feed/ 0
“Ütopyacı Aranıyor Acun Medya Kazanıyor” – Merve Arkun https://meydan1.org/2014/07/28/utopyaci-araniyor-acun-medya-kazaniyor-merve-arkun/ https://meydan1.org/2014/07/28/utopyaci-araniyor-acun-medya-kazaniyor-merve-arkun/#respond Mon, 28 Jul 2014 11:53:05 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/28/utopyaci-araniyor-acun-medya-kazaniyor-merve-arkun/ Acun’un yeni dönemde ekranlara taşıyacağı bu program içerisinde yaratılacak mikro toplum her ne kadar şimdiden merakla bekleniyor olsa da, programla birlikte “Acun’un Ütopyası”nda milyar dolarların katlanarak artacağını görmek çok da zor değil. Bir yer düşünün. Bir ormanın ortasında, bir dağın tepesinde ya da bir nehrin kenarında, ıssız bir arazi. Elinizde iki inek, 25 tavuk ve […]

The post “Ütopyacı Aranıyor Acun Medya Kazanıyor” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Acun’un yeni dönemde ekranlara taşıyacağı bu program içerisinde yaratılacak mikro toplum her ne kadar şimdiden merakla bekleniyor olsa da, programla birlikte “Acun’un Ütopyası”nda milyar dolarların katlanarak artacağını görmek çok da zor değil.

Bir yer düşünün. Bir ormanın ortasında, bir dağın tepesinde ya da bir nehrin kenarında, ıssız bir arazi. Elinizde iki inek, 25 tavuk ve birkaç araç-gereç var. Tek varlığınız olan bu hayvanlarla hayvancılık yapabilir ya da birkaç tarım aletiyle hayatta kalmanız için yeterli olacak şekilde tarım yapabilirsiniz. Hatta isterseniz sizinle aynı araziyi paylaşmak zorunda olan diğer 14 kişiyle yaşamsal ihtiyaçlarınızı ve yapmanız gereken işleri de paylaşır, bu dayanışmayla daha kolektif bir yaşam örgütlersiniz. Birlikte ekip-biçer, birlikte yaşarsınız. Yani “kendi küçük dünyanız”da huzurlu ve mutlu yaşarsınız. Bu, ütopik olarak kurgulananın bir minyatürü olabilir.

Ama eğer siz “kendi küçük dünyanız”da yaşıyor iken, her anınız 7 gün 24 saat boyunca kameralarca kaydediliyor, sizin dünyanız dışında yaşayan milyonlar istedikleri her an sizin dünyanızı izleyebiliyor/dikizleyebiliyorsa, birlikte yaşamak zorunda olduğunuz 14 kişi ile birlikte içinde bulunduğunuz dünyadan elenmemek için bencillik ve rekabete bürünüyorsanız, bu ütopya olmaktan çıkar, içinde yaşadığımız distopik durumun sıkıştırılmış bir formatı haline gelir.

Show dünyasının neredeyse “tek adam”ı haline gelen Acun Ilıcalı’nın yeni sezonda yayınlayacağı program ÜTOPYA, işte böyle bir dünyayı tasvir ediyor. Daha yeri belirlenmemiş ıssız bir arazide, kendilerine verilen birkaç hayvan ve araç-gereçle, 15 yarışmacının “mikro bir toplum” inşa edeceği Ütopya’nın başvuruları henüz başlamış olsa da, yarışmanın hem televizyon dünyasında hem de sosyal medyada yarattığı etkiye bakılacak olunursa, gelecek sezonun en çok tartışılan ve en çok izlenen programları arasında olacağı açık. Acun Ilıcalı’nın “Biri Bizi Gözetliyor”, “Var mısın Yok musun?”, “O Ses Türkiye/O Ses Çocuklar” ve “Survivor”ın ardından yayına sokacağı bu programla, show dünyasında yeniden bir ilki başlatacağı anlaşılıyor.

Sunuculuktan Medya Patronluğuna: John de Mol ve Acun Ilıcalı

Acun’un daha önce ekranlara getirdiği birçok show programı gibi Ütopya’nın formatı da yabancı kanallardan satın alınmış. Ütopya’nın yaratıcısı da, “Var mısın Yok musun?”, “O Ses Türkiye/O Ses Çocuklar”, “Survivor” ve “Fear Factor”un yapımcısı olan televizyoncu John De Mol’un şirketi Talpa Medya.

Aslında Acun’un yalnızca televizyon programları değil kariyeri de Mol’ün kariyeriyle büyük oranda benzerlik gösteriyor. Forbes’in “Dünyanın En Zenginleri” listesinde 2009 yılında 334. sırayı alan John De Mol’un geçmişinde de sunuculuk yatıyor. Yıllar öncesinde (tıpkı Acun gibi) bir sunucu olarak televizyonculuk kariyerine giriş yapan Mol, kariyerini ilerlettikçe (Acun’un yakın bir zamanda yaptığı gibi) bir televizyon kanalı satın almış.

Şimdilerde yaklaşık 2.2 milyar dolar serveti olan John De Mol’ün kurduğu Talpa Medya’nın ürettiği her yarışma programı, televizyonculuk tarihine yeni bir bakış açısı katmak noktasındaki kararlılığıyla, büyük yankı uyandırıyor. Mol’un deyimiyle “sıradan bir şirket olmayan” Talpa’nın 25 kişilik ekibi, her pazartesi bir araya gelerek yarışma programlarının formatı üzerine kafa yoruyor. “Yaratıcılığın sınırlarını zorlayan” bu ekip, çalışmalarına öyle yoğunlaşıyor ki, pazartesi buluşmalarında yaptıkları sosyo-ekonomik tahlillerle, yarışmalarına arka planlar hazırlıyor. Öyle ki “2013 yılı boyunca tam anlamıyla sabit bir şeyi fark ettik; insanlar güvensiz, ekonomik geleceklerinden endişeli, sistemden mutsuzlardı. Kendimize şunu sorduk: İnsanlara her şeyi yeniden başlatmak için bir şans verilseydi ne olurdu? Şimdi yaşadığımız dünya yerine, mini bir toplum inşa edebilirler miydi?” sorusunun ardından 2014 yılı başında Ütopya ile birlikte, ekonomik krizlerden endişeli, geleceklerinden kaygılı 15 kişiye yeni bir “şans” sunmaya karar vermişlerdi.

İdealin Hayâlini Ararken

Birer hayal mekânı olan ütopyalar, içinde bulundukları dünyadan mutlu olamayan kimselerin, ideal olanı simgeleştirdikleri “kurgulanmış dünya”lardır. Günümüz kapitalist dünyasında ise asla gerçekten mutlu olamayacakların ideal olana ulaşabilme adına sarıldıkları bu hayaller, çoğu zaman düşünsel bir uğraş olmanın ötesine geçememektedir. Gündelik uyumun mümkün olduğu, yaşamsal ilişkilerin sorunsuz ilerlediği, “mutlu toplum”un hâkim olduğu ütopyalar, her ne kadar “en çok arzulanan”ı işaret etse de, salt bir uğraş olarak kalmakta ve yalnızca bir tasvirden ibaret olmaktadır. Bu “ideal evren” tahayyülü, hemen her zaman sadece hayalini mümkün kıldığı ideali hayal etmenin rahatlığını sunmaktadır.

Ütopyalar aslında “idealin hayali”ni sunarken, hayal kuranı içinde bulunduğu distopyaya da razı kılmaktadır. Distopyalarda hep “bugünden daha kötü” olanın tasviri sunulduğundan, kişi içinde bulunduğu zamanı da mutluluğu zorunlu kılan ideale yakın tutar. Aslında yaşanmakta olan günün bir distopya olduğunun (sanal yaşamların, gözetlenmenin, kapatılmanın böylesine olağanlaşmasının) görmezden gelinmesi de, içinde bulunulan hali giderek normalleştirir.

Kapitalizmin belirlediği sınırlar içerisinde insan yalnızca hayal edebilmenin özgürlüğüne sahiptir. Ütopyalar, daha mutlu bir evrenin yalnızca bir hayal olabileceğini, asıl olanın ise yaşanmakta olan gerçeklik olduğunu vurgulamakta, hayal eden kimselere de yalnızca ‘hayal etmenin mümkünlüğü’nü dikte etmektedir.

Gerçekten de “her şey açık”

Yaklaşan yeni sezonda yayınlanmaya başlayacak Ütopya şimdiden konuşulmaya başlandı bile. John De Mol’un “sosyal bir deney” dediği Ütopya’nın bu coğrafyaya uyarlanmış hali ve yaratacağı etki ise merak konusu. Yarışmanın düzenleneceği ve her bir köşesi kameralarla gözetlenecek olan sınırlı arazi içerisinde özel banyoların, tuvaletlerin kısacası mahremiyetin olmaması, yarışmanın Hollanda formatındaki kadar ilgi çeker mi bilinmez. Ancak Ütopya’nın Amerika formatında olduğu gibi, bir eşcinselin de yarışmaya “renk katacak” biçimde katılımının sağlanması, sanıyoruz “buranın ütopyası”nın tahammül sınırlarını zorlar.

Ütopya yalnızca sahip olduğu formatıyla değil, show dünyasının kurallarına getireceği yenilikler ve yeni yöntemleriyle de merak uyandırıyor. Bugüne kadar düzenlenen tüm yarışmaların aksine, yarışmacıların eleneceği açık oylamalar için, “her şey açık ve adil” denilse de, düzenlenecek açık oturumların sonucunda katılımcılardan birinin elenecek olmasının yarışmacılar arasında büyüteceği hırs ve rekabet duygusu, bu duygunun Ütopya’daki gündelik yaşayışlara yansıması ise bugünden belli.

Biri Bizi Gözetliyor’dan bu yana show dünyasında büyük yer edinen “gözetlenme”, Ütopya ile doruk noktasına ulaşacak gibi görünüyor. Kısa süreli şöhretlerin, 7/24 gözetlenmelerin, kayıt altına alınan yaşamların sergilendiği reality showların belki de son noktası olacak “Ütopya deneyi”.

“Mahremiyet”in olmadığı, “her şeyin açık ve adil” olduğu, sınırları belirli bir alanda her anınızın kaydedildiği ve naklen yayınlandığı bir dünyanın ne kadar idealize olduğu tartışılır. Ancak bir yıl boyunca yaşayacağınız her günün, Orwell’ın 1984’üne benzerliğini düşündüğünüze, bir distopyaya dönüşeceği fikri de çok da uzak sayılmaz.

Rekabetçi Topluma Geçiş

Öteden beri sistem karşıtlarına “atfedilen” ütopya kavramının kapitalizmin ve show dünyasının kazananları arasında yer alan Acun ve De Mol tarafından bu şekilde piyasaya sürülmesi, bu programın esasen neye hizmet edeceği konusunda bizlere yeterince fikir vermelidir.

Programın yapımcıları bugünkü kapitalist sistemin koşullarının geçerli olmadığı bir dünyayı “sıfırdan yaratma şansı”nı katılımcılara sunmakta ve yarışma boyunca yaşanacak her şeyi internet ve televizyon aracılığıyla tüm toplumun gözetimine açmakta. Programın ismi itibariyle oluşması beklenen mutlu tablonun yerine hırs, rekabet ve bencilliğin ortaya çıkması halinde ise, topluma-düzene ilişkin eleştirilerin boş birer safsata olduğu, sorunun sistem sorunu değil insan doğasına ilişkin olduğu mesajı verilmekte. Tabi ki programın baştan sona kurgu olduğu iddiasında değiliz. Ancak, ayda üç kez yapılan ve her elemede bir katılımcının, programdan çıkarılacağı elemelerin ve yarışmanın sonunda bir kazananın olacak olmasının katılımcılar arasında bencillik, rekabet ve gruplaşmalara yol açacağı aşikârdır.

Böylesi bir tablonun izleyiciye sunduğu alt metin, “hayalcilere” düşünü kurdukları koşullar sağlandığında dahi, eninde sonunda bugünkü dünyanın yeniden yaratılmasının kaçınılmaz olduğudur. Yani kapitalizm kaçınılmaz bir sonuç olarak dikte edilmekte ve bu şekilde topluma hayalcilikten vazgeçip, mevcut sisteme razı olmaları ve sisteme adapte olmaları öğütlenmektedir.

Acun’un yeni dönemde ekranlara taşıyacağı bu program içerisinde yaratılacak mikro toplum her ne kadar şimdiden merakla bekleniyor olsa da, programla birlikte “Acun’un Ütopyası”nda milyar dolarların katlanarak artacağını görmek çok da zor değil.

Merve Arkun

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Ütopyacı Aranıyor Acun Medya Kazanıyor” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/28/utopyaci-araniyor-acun-medya-kazaniyor-merve-arkun/feed/ 0
Çuldan Poşete Çayın Öyküsü https://meydan1.org/2014/07/27/culdan-posete-cayin-oykusu/ https://meydan1.org/2014/07/27/culdan-posete-cayin-oykusu/#respond Sun, 27 Jul 2014 19:14:00 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/27/culdan-posete-cayin-oykusu/   İnce belli bardaklarda yazın bile içerken hararetimizi alarak içimizi ferahlatan demli çaylar, şu sıralar büyük bir emek ile çaylıklarda toplanıyor. Çay üreticileri ikinci sürümün sonlarına yaklaşırken, Mayıs ayında açıklanan Çaykur yaş çay alım fiyatları, hala üreticinin sıkıntılarını çözmemekte. Şu an yaklaşık olarak 208 bin çay üreticisinin bundan 65 yıl önce devlet “teşviki” ile çaylık […]

The post Çuldan Poşete Çayın Öyküsü appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
 

İnce belli bardaklarda yazın bile içerken hararetimizi alarak içimizi ferahlatan demli çaylar, şu sıralar büyük bir emek ile çaylıklarda toplanıyor. Çay üreticileri ikinci sürümün sonlarına yaklaşırken, Mayıs ayında açıklanan Çaykur yaş çay alım fiyatları, hala üreticinin sıkıntılarını çözmemekte.

Şu an yaklaşık olarak 208 bin çay üreticisinin bundan 65 yıl önce devlet “teşviki” ile çaylık bahçelerinin oluşturulması, Karadenizlileri ekonomik anlamda rahatlattı mı, yoksa başlarına büyük bir bela mı oldu; büyük bir soru işareti.

Tek geçim kaynağı çay olanlar için ise, Çaykur’un kota uygulaması ve çay alım fiyatı, hayati bir önem taşımakta. Çünkü yazın üç sürüm sonrasında elde edilen çay geliri, bir senenin ihtiyacını karşılamak durumunda. Yazın şehirlerden köye dönüp çaylarını toplayanlar için ise, birçok borcu kapatmak için ek geliri ifade etmekte.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in açıklamış olduğu yaş çay alım fiyatı yüzde 12’lik artışla 1,38 liraya ve 12 kuruşluk destekleme primi ile 1,5 liraya gelse de, üreticinin belini doğrultmasına yaramıyor.

Eskiden elle toplanan çay, şimdilerde makasla çok daha hızlı bir şekilde toplanıyor. Hatta bazı çay üreticileri motorlu, elektrikli sistemlerle çay toplamada hızı bayağı ilerletmiş durumda. Çay toplamada hız önemli, çünkü çay alım fiyatı gibi Çaykur’un kotaları, çay alım günleri de üreticinin önündeki zorlukları arttırıyor.

Çay bahçelerinin dönümüne göre, üreticinin önüne Çaykur tarafından kota konulmakta. Çaykur bu kotalarla üreticiden alacağı çayı belirlerken, üreticiyi, elinde kalan yaş çayı, özel çay şirketlerine satmaya mahkum bırakıyor. Özel çay şirketleri de kendisine mahkum kalan çay üreticilerini köşeye sıkışmış bulunca, çay alım fiyatlarını daha da düşürüyor. Böylece üreticiler çaylarını, Çaykur’un alım fiyatının da altında satmak durumunda kalıyor. Çaykur’un aldığı yaş çay miktarı, geçen sene 700 bin ton iken, özel sektörün aldığı çay miktarı yaklaşık 500 bin ton olduğu bilinmekte. Bu rakamlarda bile, özel çay şirketlerinin büyük miktardaki çayı ucuz yollu kapattığı görülmektedir.

Üreticinin, haftanın belirli günlerinde çay vermek zorunda olması, çayı da hızlı bir şekilde toplamasını zorunlu kılıyor. Toplama gücü ailesel etkilerle fazla olan üreticiler, Çaykur’un hızına yetişebilirken; bu gücü olmayan aileler, çay işçilerini çalıştırmak zorunda kalıyor. Üreticilerin işçi çalıştırmak zorunda kalması, onları, az sayıda daha az bulunan yerli işçidense, daha ucuza çalışan çok sayıda bulunan Gürcü ve Rus işçilere yöneltiyor. Bu da, sayıları 10 bini bulan Rus ve Gürcü işçinin, hiçbir güvenceleri olmadan, Karadeniz’de çalışmasına neden oluyor.

Çay, dünden bugüne sohbetlerimizin, dayanışmanın, Karadeniz’in, yeşilin simgesiyken şirketlerin kıskacında; her yaprağı nasırlaşmış ellerin makas vuruşlarıyla toplanıyor, çay çuvalları bel ağrılarına rağmen alım yerlerine iletiliyor, eksperin kantarı, özele giden her kilo çay ise üreticinin derdine dönüşüyor.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post Çuldan Poşete Çayın Öyküsü appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/27/culdan-posete-cayin-oykusu/feed/ 0
İsyanın Yıldönümünde İsyanı Unutturmamak https://meydan1.org/2014/07/27/isyanin-yildonumunde-isyani-unutturmamak/ https://meydan1.org/2014/07/27/isyanin-yildonumunde-isyani-unutturmamak/#respond Sun, 27 Jul 2014 17:21:19 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/27/isyanin-yildonumunde-isyani-unutturmamak/ Haziran ayının başında tam bir sene oldu. Taksim-Gezi İsyanı birinci yılını doldururken, isyan hakkında çok sayıda kitap çıkmaya devam ediyor. İsyan sürecini anlama çabasından çok anlamlandırmaya niyetlenmiş çalışmalar, bu kitapların çoğunluğunu oluşturuyor. Biraz daha farklı bir niyetle ortaya konan bir çalışma da Patika Yayınevi’nden Taksim-Gezi İsyanı’nın yıldönümünde yayınlandı: Bizim Bir Haziranımız. Geniş bir yelpazeden isyanı […]

The post İsyanın Yıldönümünde İsyanı Unutturmamak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Haziran ayının başında tam bir sene oldu. Taksim-Gezi İsyanı birinci yılını doldururken, isyan hakkında çok sayıda kitap çıkmaya devam ediyor. İsyan sürecini anlama çabasından çok anlamlandırmaya niyetlenmiş çalışmalar, bu kitapların çoğunluğunu oluşturuyor. Biraz daha farklı bir niyetle ortaya konan bir çalışma da Patika Yayınevi’nden Taksim-Gezi İsyanı’nın yıldönümünde yayınlandı: Bizim Bir Haziranımız. Geniş bir yelpazeden isyanı anlamlandırmaktan çok anlamaya yönelik bu çalışmada, Taksim-Gezi İsyanı’nı içeriden bir gözle ele alan, gazetemiz yazarlarının da aralarında bulunduğu yaklaşık otuz yazarın değerlendirmelerine yer veriliyor. Kitabın editörleri Engin Abat, Erdem Bulduruç ve Fırat Korkmaz’la Bizim Bir Haziranımız’ı konuştuk.

Dilerseniz kitabın oluşum sürecinden başlayalım. Nasıl oluştu, kimin aklına geldi, kendini nerede ihtiyaç hissettirdi bu kitap?

Bizler zaten Patika Kitap olarak böyle bir proje düşünüyorduk. Aslında sıcağı sıcağına yapılabilirdi. Birçok yayınevi bunu yaptı. Fakat biz, “böyle yapmayalım, süreç olgunlaşsın, kendi içerisinde neye dönüşeceği belli olsun” dedik. O sebeple biraz beklettik projeyi.

Peki, kitabın içeriği nasıl belirlendi? Yazarların seçilmesi noktasında dikkat edilen şey neydi?

Şöyle bir durum var aslında. Biz kitabın açık duyurusunu yapmıştık ve dışarıdan daha fazla yazı gelir diye bekliyorduk. Fakat açık duyuruda beklediğimiz sayıda yazı gelmedi. Genelde biz, kendi beğendiğimiz ya da takip ettiğimiz yazarlar üzerinden gittik yazar seçimlerinde. Zaten bölümlerden de anlaşıldığı gibi biz, siyasal kavramlarla Gezi’ye bakmak veya daha farklı bir deyişle “Gezi, yeni bir siyasal tarzın başlangıcı mı?” sorusuna cevap aramak istedik. Bu, ağırlıklı bölümü oluşturuyor kitapta. Diğer bölümler de, gelen yazılar çerçevesinde bölümlendirildi.

Mesela “İki Ulus-İki Gezi” başlığı, hem bizim için hem de okuyucu için biraz iddialı bir başlık. Bir tarafta daha ulusalcı bir tarafta duran bir yazarımız var, diğer tarafta daha Kürt ulusal hareketine yakın veya değerlendirmelerini onun çerçevesinde ele alan bir yazar var.

Gezi’de taraftar grupları çokça öne çıkması sebebiyle, kitaba futbolla ilgili de bir bölüm koyduk.

Kitap içerisinde Gezi’ye küresel düzeyde bakmamızın önemi ise, hem Ortadoğu ve Avrupa’daki isyanlarla karşılaştırma yapabilmek, hem de yurtdışında bu sürecin nasıl ele alındığını görebilmek idi.

Tek bir yazıyla “Gezi’nin Şiirselliği” bölümünde de, Gezi sürecinde İkinci Yeni hareketinin neden bu kadar gündeme getirildiğinden bahsetmeye çalıştık.

Bunun haricinde, medya-sosyal medya bölümünde, mevcut burjuva medyanın Gezi’yi nasıl örtbas ettiği vurgulanmaya çalışılıyor. Bu bölümde, önceleri dar bir kitle tarafından bilinen bu durumun, Haziran sürecinde çok daha kitlesel bir ayaklanma yaşandığı için, insanların burjuva medyanın gerçek yüzüyle karşılaşmasıyla açığa çıktığına değindik.

Ekoloji ve kent hareketleri, aslında Gezi sürecinin başlangıcıydı da bir bakıma. Bir bölümde ise bu hareketlere ve kentsel dönüşüm projelerine değindik.

Buradaki yazıların bir kısmı, yayınevinin kendi fikriyatına veya kendi geçmişini oluşturan fikriyata tamamen uygun yazılar değil. Kitapta bizim de katılmayacağımız birçok fikir ve görüş var. Ancak kitapta biraz da Haziran sürecinde yakaladığımız şeyi yaptık; kendi içinde tartışan ama mücadelede yan yana gelebilecek insanların fikirlerini bir araya getirdik. Haziran sürecinde yan yana gelme pratiğini biraz da bu kitaba yansıtmak istedik. Tabi bunu ne kadar başarabildik, artık okuyucular değerlendirecek.

bizimbirhaziranımızkitap

Siz, bizzat Haziran sürecinin içerisinde yer aldınız. Bu sürecin kitaba etkisi ne oldu? Ya da içeriden yazmak ve dışarıdan yazmak arasındaki fark neydi?

Haziran Ayaklanması ya da Gezi sürecinden önce Taksim bir mekân olarak, 1 Mayıs’lar ve birkaç istisnai eylemler dışında, bir basın açıklamaları enflasyonu içerisindeydi. Bu kadar büyük bir kitlenin böyle radikal bir duruş sergilemesi, aslında bu kitabın da temel motivasyonlarından biri. Aslında çok uzak olan ütopyaları, çok geniş kitlelerin devrimcilerin gerçekleştirmeyeceğine inandığı ütopyaları, tekrar bir olasılık haline getirdi. Dolayısıyla kitapta genelde yazarların ortak noktası da, niyetten bağımsız olarak bu olasılığın hep dillendiriliyor olması. Doğrudan ya da dolaylı. Genelde Gezi kitaplarında böyle bir motivasyon var, bu süreç bize parlamento dışında bir siyaset olanağı sundu. Yani burjuvazinin açtığı olanakların ve siyasal kanalların dışında, farklı siyasal kanalları halkın yaratabileceğini gösterdi. Dolayısıyla, bu kitapta aslında Haziran sürecinden kalan dediğimiz şey, yazarlar arasında ortaklaşılabilecek dediğimiz şeylerden birisi.

Bedenen içinde olmak ve kafaca içinde olmak şeklinde ikinci bir ayrım daha işletebiliriz. Elbette eylemin başladığı ve start aldığı tarihleri düşündüğümüzde, ilk üç gün içerisinde de direniş ve ayaklanma gibi bir ara kesit vardı. Ayaklanma sürecine girildiğinde, yalnızca nicel toplam değil aynı zamanda Gezi’yi oluşturan unsurlar arasında da bir çoğalma söz konusu oldu. Ve özellikle ilk birkaç gün uzak duran bir kitlenin bedenen politik varlığıyla birlikte, aslında kendi özne konumunun da dâhil olması söz konusu oldu.

Biz (biz derken bu nedenselliği kurup ideolize eden bir varlıktan bahsetmiyorum-Gezi’de olan bütün unsurlardan biz-onlar arasındaki ayrımın gitmesinden bahsediyorum) ne zaman ki “biz” olmaktan çıkıp “hepimiz” olduk, ayaklanma sürecinin içerisinde ancak birbirimizi duyumsadık ve bedenen dayanıştık. Ve talep siyasetinin ötesine inen bir hattan konuşmaya başladık.

Erdem yazısında “Bir yıl sonrasının bir gün sonrasından hiyerarşik üstünlüğü yoktur” diyor. Ancak Gezi’nin etkisini düşündüğümüzde bir değişiklik olduğu aşikâr. İsterseniz sürecin nasıl evrildiğini biraz konuşalım. Yani bir yıldan bu yana ne değişti?

Büyük tarihsel olayların kendisi, romantize edilmeye çok açıktır. Tarihsellik halatı varsa, bu halat daha sıkı örülür. Paris Komünü ya da İspanya Devrimi’nde ya da Ekim Devrimi’nde olduğu gibi… Kendi tarihselliğini nereden kuruyorsan kur, mesele Gezi’den sonra Gezi’yi anmak değildi. Biz Gezi’den üç yıl sonra, Gezi Şehitlerini yine anabiliriz.

Ama Gezi’den bir yıl sonra, isyanın, informal bir şeyin, kendiliğinden bir hareketin sözle aynı etkiyi yaratarak sokağa çıkılmasını beklemenin kendisi bu anlamıyla sorunluydu. Yani mesele Gezi’nin romantize edilmesi değildi, romantizm de pek tabi devrimcilik üretebilir. Ama Gezi’den bir gün sonrasıyla bir yıl sonrasının birbirine hiyerarşik üstünlüğü yok derken, “Gezi’de yaşandı ve Gezi’de bitti. Bir gün sonrası da bir yıl sonrası da böyle” deniyor. Yani Gezi bize bir şey yansıtıyorsa, biz bu tartışmayı on yıl sonra da yapabiliriz. Gezi, tam da varlığıyla bize bir şey düşündürtebilirse, düşündürür; biz ayak dirersek düşündürtemez.

Burada öznelerin varlığına dikkat edersek, ilkliğine vurgu yaparız. Bu, kesinlikle vurgulanmalıdır; çünkü eğer bu anlamıyla değerlendireceksek, bu, Cumhuriyet tarihinde de bir ilktir. Öznelerin belirli talepler üzerinden polis şiddetine karşı bir araya gelmesi üzerinden değil de, ideo-politik olarak ya da kendi özne konumlarını da aşan varlıksal düzeyde unsurların kendisi nasıl yan yana geldi ve nasıl birlikte arzu ürettiler? Ya da eylemin gerisinde, çeperde kalanlar, ya da eylemle aynı bedensel ilişkilenmeye geçmeyenler, evlerinin kapısını nasıl açtılar?

Biraz bu aurayı ve eyleme dâhil olma halinin kendisini üzerinde durmak gerekiyor. Bu olay, küçük bir taktiksel birliktelik ya da bir güç biriktirme süreci değildi. Kendi sözümüzü ifade edemiyorduk, sözümüzü başka unsurlarla ifade etmenin zemini üzerinden tekrar bunu da yapalım değildi.

Aslında bir sene sonrasında geldiğimiz nokta, bir sene önceki durumumuzun daha da öncesinin bir yansıması. Türkiye’de Kürtler dışında çok uzun zaman sonra belki ilk defa bu kadar büyük bir kitlesel kalkışma yaşandı.

Niteliksel olarak kazanımın sokağa yansıyacağını öngörüyor musunuz? Bir sene içerisinde sokak hareketliliğinin evrimi üzerinden soruyorum bu soruyu.

Artık sokağa yansıma durumu, tamamen devrimci öznellikle doğrudan bağlantılı. Ayrıca önsözde de değindiğimiz, mücadele etme kapasitesi ile de doğrundan ilintili. Yani siz istediğiniz kadar söylemlerinizde iddialı sözler sarf edin, ama eğer öyle bir kapasiteniz yoksa hiçbir anlamı yoktur. Haziran ayaklanması sürecinde de aslında biz bunu gördük; bir iddiamız var, bunu söylemlerimizde, gazetelerimizde sürdüreceğimizi belirtiyoruz. Ama realite karşısında ne yaptığımız, bizim gerçekliğimiz, bizim mücadele etme kapasitemizle ilintili. İnsanlarda bireyler ve kurumlar bazında bu yaşanıyor. Kitleler sokağa ineceklerinde ve sokağa indiklerinde de sadece basın açıklaması yapmayacaklarını, daha da öteye gideceklerini görmeli.

Ancak Haziran sürecinde başka bir şey vardı, bunu anlamakta hepimiz zorlanıyoruz, nasıl oldu da kitleler böyle bir birikimle sadece Taksim ile yetinmedi. Öyle anlar oldu ki Dolmabahçe’dekiler çekildi; Ankara, Hatay İstanbul’u zorlamaya başladı-niye siz oturuyorsunuz diye. Hedefiniz sadece Taksim mi dendi. Bir enerji vardı, bu enerjiyi neden kullanmadığımızın cevabını bulmamız lazım.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post İsyanın Yıldönümünde İsyanı Unutturmamak appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/27/isyanin-yildonumunde-isyani-unutturmamak/feed/ 0
“Ezber Bozan Böcek Neotrogla” – Oğuzhan Şahin https://meydan1.org/2014/07/27/ezber-bozan-bocek-neotrogla-oguzhan-sahin/ https://meydan1.org/2014/07/27/ezber-bozan-bocek-neotrogla-oguzhan-sahin/#respond Sun, 27 Jul 2014 13:17:01 +0000 https://test.meydan.org/2014/07/27/ezber-bozan-bocek-neotrogla-oguzhan-sahin/ Erkeği ve kadını, erkek veya kadın yapan özellikler nelerdir? Erkek olabilmek için bir penis, kadın olabilmek için bir vajina mı gerekir; yani cinsiyeti tanımladığımız şey sadece organ mıdır? – Tabii ki hayır. 2010 yılına kadar bilim insanları tarafından tanımlanan cinsiyet, her zaman erkek için bir penis, kadın içinse bir vajinadan ibaretti. Ancak 2010 yılında Rodrigo […]

The post “Ezber Bozan Böcek Neotrogla” – Oğuzhan Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Erkeği ve kadını, erkek veya kadın yapan özellikler nelerdir? Erkek olabilmek için bir penis, kadın olabilmek için bir vajina mı gerekir; yani cinsiyeti tanımladığımız şey sadece organ mıdır? – Tabii ki hayır. 2010 yılına kadar bilim insanları tarafından tanımlanan cinsiyet, her zaman erkek için bir penis, kadın içinse bir vajinadan ibaretti. Ancak 2010 yılında Rodrigo Ferreira, bulduğu böcekleri Entomolog Charles Lienhard’la beraber incelemeye başladı. Bu cins böceklerde araştırma yapan Japonya’nın Hokaido Üniversitesi’nden Kazunori Yoshizawa da “Cinsiyet rolü değişikliği, bir çok başka hayvanda daha önce bulunmuştu; ama üreme organlarının ters olduğu ilk örnek Neotrogla.’’ diyor. Neotrogla dişisinin ginosom adı verilen penis benzeri organı, erkeğin vajinaya benzer organına girdiğinde şişiyor ve organın içindeki dikenler sayesinde iki böcek birbirine yapışıyor. Erkeğin enerji harcayarak oluşturduğu “gerdek hediyesi” diye tanımladıkları kapsül ile dişi, penis benzeri organı yardımıyla döllenme için ihtiyacı olan spermi ve yaşamsal faaliyetleri için gerekli olan besini emiyor. Neotrogla cinsi böcekler, Brezilya’nın doğusundaki mağaralarda yaşıyor. Yoshizawa ve arkadaşları, bu form değişikliğinin mağaranın ekstrem koşullarında besin bulmakta zorlanıldığı için olduğunu tahmin ediyor ve dişi Neotrogla’da nasıl penis geliştiğini açıklayabilmenin önem taşıdığını söylüyor. Bir çoğumuzun “cinsiyet” denildiğinde biyolojik olarak aklına gelen şey, üreme organlarındaki farklılık. İnsanlar için bir dişi 44+XX ve erkek 44+XY olarak tanımlanır. Bu kromozomsal farklılığın bir sonucu olarak cinsiyet oluşur. Erkek üreme hücrelerini oluşturan XY kromozomları iken, dişi üreme hücrelerini oluşturan bu XX kromozomlarıdır ve hücresel farklılaşma bireylerde bu şekilde gelişir. Kimi canlılarda ise çiftleşme dönemindeki rol değiştirme, yani bazen erkek bazen dişi rolüne bürünme; beslenmeyle, bulundukları suyun kirliliğiyle ve sıcaklık gibi dış etkenlerin sonucunda cinsiyetin belirlenimi ile farklılık gösterir. Bazı canlılarda, tek bir hayvan üzerinde iki farklı üreme özellikleri barındırılır.Doğadaki bu olgunun işleyişi, insanın algıladığı gerçekliğin zıddı bir şekilde gerçekleşiyor. Toplumun “normallik” sınırlarına sığmayan ve insanın oluşturduğu bu kavramların doğada ifade bulmayacağı aşikardır. İnsanların insana has özellikler yüklediği canlıların davranışlarında, esasen farklı sorunsallara dayanan çözümlerdir. Biyoloji, yine bu tarz davranış değişikliklerini canlının karakterinin bütününe ya da varoluşuna değil; türün soyunun devamlılığı gibi çeşitli etkenlere bağlar. Biyolojik olarak cinsiyet, üreme sırasında canlıların aldığı görevler üzerinden gerçekleşmiş farklılıkların isimlendirilmesinden başka bir şey değildir. Yani ne dişi bir kedi alımlı, ne de erkek bir köpek delikanlıdır. Türün var olabilmesi adına böylece gerçekleşmiş olan üreme organlarının değişikliği ile, dişi ve erkeğin biyolojik olarak üreme vasfı, faaliyete dönüşmüş oluyor. Bu ekolojik gerçekliğin farklı yorumlanması da, içinde bulunduğumuz toplumsal cinsiyet algısının ne denli vahim bir durum olduğunu bu yönüyle de ortaya koyuyor. Toplumsal cinsiyet şartlanmışlığıyla yapılan yaklaşımlar, karşılıklı yardımlaşma temelinde olan canlıları farklı kutuplara sürüklüyor. Kadınlar, toplumsal olarak “ev kadınlığı” ve “analık”ın uzantısı olan işlevleri yerine getirmeye tabi tutuluyorlar. Biyolojik cinsiyetin aksine, toplumsal cinsiyet farklılığı; bulunulan çevre ile sosyalleşme süreci içerisinde oluşmakta, bu nedenle toplumdan topluma, kültürden kültüre değişebilmektedir. Neotrogla cinsinin örneğindeki gibi, neslin devamını sağlamak ve doğadaki diğer yaşamsal alanlarda karşılıklı yardımlaşma olarak yorumlayabileceğimiz bu gibi olaylar dizisinin yaşam alanlarımızda aynı biyolojik türden olduğumuz insanlarda nadiren karşılaşılan bir içgüdüsel davranış olması, şüphesiz ki bu konunun muhattabı olan bizlerin sorunlarının kaynağıdır. Şimdi ise, ezberi bozan bir canlı türü ile karşı karşıyayız, ki Neotrogla “evin direği ‘erkek’tir” söylemini alt-üst ediyor ve bize içinde bulunduğumuz ilişki biçimini sorgulayabilme fırsatı sunuyor. Meydan Gazetesi- Ezber Bozan Böcek Neotrolga   Oğuzhan Şahin Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.

The post “Ezber Bozan Böcek Neotrogla” – Oğuzhan Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2014/07/27/ezber-bozan-bocek-neotrogla-oguzhan-sahin/feed/ 0