The post Sır İçinde Sır Olanlar Alevi Kadınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Alevilik araştırmaları içinde Alevi kadınların durumunu yansıtarak bir ilki gerçekleştiren radikal feminist yazar Gülfer Akkaya’nın yeni çıkan “Sır İçinde Sır Olanlar: Alevi kadınlar” adlı kitabı üzerine kendisiyle yapmış olduğumuz ropörtajı paylaşıyoruz.
Meydan: Konu Alevilik olunca derinlikli bir araştırma gerekir diye düşünüyorken kitabınız Alevi kadınların anlatımlarıyla gözden kaçan bir farkındalığı önümüze serdi: Alevi kadınının ezilmişliğini. Kitabınızı ne kadar bir sürede tamamladınız, kimlerle görüştünüz ve neden Alevi kadınların sırlarını paylaşmayı seçtiniz?
Gülfer Akkaya: Alevi kadınlarının “sırrı” ya da “sırlaştırılması”, diğer tüm kadınların “sırrı” ya da “sırlaştırılması” ile örtüşüyor. Dünyanın her yerinde erkek egemenliği altında ezilip-sömürülen kadınların, erkek egemen sistemin (patriarka) içine girmesinin benzer süreçlerle gerçekleştiğini biliyoruz. Kadınları erkekler tarafından ezip-sömüren patriarkal sistem her ne kadar coğrafik, toplumsal, kültürel farklılıklar gösterse de dünyanın her yerinde kadınların cinsel, ekonomik, politik olarak sömürülme sisteminin adıdır. Bu, tüm kadınların “sırlaştırılması”dır. Din ya da inançlar, kadınların “sırlaştırıldığı” temel alanlardandır.
Zaten günümüzde sır dediğin, herkesin bilip sustuğu şey değil midir? Alevi toplumunda da durum benzer.
Bu kitapta ben, toplumumuzda “özgür oldukları” iddia edilen kadınların durumuna baktım. Alevilikte kadınların durumuna baktım. Alevi kurumlarında kadınların durumuna baktım. Ve nihayet Türkiye toplumunda Alevi toplumuyla beraber Alevi kadınların durumuna baktım.
Bu nedenle yurt içi ve yurt dışındaki Alevi toplumu içinde önde olan, aktif olan, Alevi kurumlarında yer alan kadınlarla görüştüm. Böylece konuşanlar hariçten gazel okumayacaktı, Alevi toplumunun içinden konuşmuş olacaktı. İçinde çalıştıkları, onca yıl emek verdikleri kurumlar hakkında konuşacaklardı.
Kitap, iki yılda tamamlandı.
Alevilik başlığı geniş ve farklı toplulukları kapsıyor aynı zamanda da farklı milletleri. Kitabınızda Arap-Çepni-Tahtacı-Bektaşi ve Kürt Alevilerinden bahsediyorsunuz. Bu topraklarda devletin asimilasyon politikalarına en çok maruz kalanlar Aleviler olduysa da Alevilik varlığını günümüze kadar koruyabildi. Halen sürmekte olan devletin Alevileri yok sayma politikası hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bir meseleyi çözümlerken metodoloji ve perspektifiniz çok önemli. Şimdiye kadar Aleviler için katiline âşık dendi, biliyorsunuz. Neden? Çünkü Aleviler ağırlıklı olarak katledilmeye ve yok sayılmaya devam edildikleri cumhuriyet tarihi boyunca hâkim olan zihniyetin taşıyıcısı olan CHP’ye oy veriyorlardı. Oysa cumhuriyet tarihinde diğer kesimler gibi Alevilerin de oyları değişik partilere gitti. Mederes’ten, sosyalist partilere-örgütlere, şimdilerde Kürt özgürlük hareketi bileşenlerinden olan partilere dek böyleydi. Denecek ki ama kitlesel olarak Alevilerin desteklediği parti hep CHP oldu. Bu doğru. Ama nedense katiline âşık olma söylemi sırf Aleviler için kullanılıyor. Bence asıl sorun olan şey bu söylem. Oysa kırk yıllık Kürt özgürlük hareketine rağmen (Müslüman) Kürtlerin çoğu hâlâ AKP’ye oy veriyor ve çıkıp onlar için bu kavramı kullanmıyor bunu Aleviler için söyleyenler. Çünkü Aleviler, ezilenler arasında dahi daha fazla ezilen bir grubu oluşturuyor ve onlara vurmak daha kolay.
Memleketin fikir insanlarınca “katiline âşık olabilecek kadar düşkün” ilan edilen Aleviler açısından bakınca da şu gerçekle karşı karşıya kalıyorsunuz: Alevileri, Selçuklulardan Osmanlı’ya, Kürtlerden Türk milliyetçilere, Kemalistlerden İslam dinine mensup olanlara dek herkes öldürdü. Aleviler bugün düzen partilerinden hangisine oy verse, onlar Alevilerin katili. Kibirden burunlarından kıl aldırtmayan Türkiye aydınlarının göremediği ya da görüp de söylemekten kaçındığı gerçek bu.
Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafyada onlarca irili ufaklı inanç varmış. Bu inançların çoğu İslam tarafından ya kılıçtan geçirilerek ya da asimilasyonla yok edilmiş. Bunlardan birkaçı hayatta kalabilmiş. Alevilik inancı da bunların arasında. Ve kalanlar arasında en çok nüfusa sahip olan inanç olarak varlığını sürdürmüş. Kanımca bunun nedeni Alevi toplumunun iç örgütlenme yöntemlerinden ve direniş biçiminden kaynaklanıyor. Kendisinden misli güçlü olan zalimlerine karşı, Aleviler “gizli bir direniş” yöntemi uygulamışlar. İnançlarından vazgeçmeleri için yapılan baskılara karşı teslim olmuş gibi yapıp, onların inancını kabul etmiş görünerek, gizli gizli kendi inancını yürütmüş, yeni nesillere bu inancı aktarmıştır. Bu direniş en çok kadınlarca yürütülmüş. Kadınlar Aleviliğin korunup, bugünlere taşınmasında büyük rol üstlenmişler. Asimilasyona ve katliamlara karşı “mış” gibi yaparak direnmişler, asla kendi inançlarından vazgeçmemişler. Bugün Alevilikten bahsediyorsak nedeni bu ve benzeri özgün direniş biçimleridir.
Aleviliğin ilkel toplumlardan bu yana süregelen üretim ilişkilerinin ve toplumsal yapısının hiyerarşik olmaktan ziyade katılımcı ve demokratik olması kitabınızda da bahsettiğiniz gibi cemlerin özünde halk meclisleri gibi işlemesi konusunda ne düşünüyorsunuz, bunlar Alevi kadınlar açısından ne gibi avantajlar oluşturmaktadır?
Sizin de belirttiğiniz gibi Aleviliğin toplumsal yapısı ve örgütlenmesi hiyerarşiden mümkün olabildiğince uzak olmayı hedefler. Aleviliğin çekirdek örgütü olan ocaklar sisteminde ocaklar arasında merkezilik yoktur. Hiçbir ocak, hiyerarşik olarak diğer ocakların üstünde değildir. Çünkü her ocağın pir ve rehberleri, başka bir ocağın pir ve rehberlerinin talibidir. Mürşid, pir ve rehbersiz Alevi olunamaz. Konumu, mevkii ne olursa olsun herkesin mutlaka bir mürşid, pir ve rehberi vardır. Ocak sistemi Alevi toplumunu tek bir halka halinde birbirine bağlayan toplumsal mekanizmadır. Bu mekanizma yukarıdan aşağıya doğru hiyerarşik değil, kesişerek yan yana, dairesel ve eşitlikçi bir yapıdadır.
Yine Aleviliğin ibadet biçimi olan Cem törenleri de benzer eşitlikçi uygulamalar barındırıyor. Cem törenlerinde pir ile ana (kadın pir) yan yana oturur. Hatta dede olmadığı zamanlarda ana cem törenini yürütür. Üstelik Cem törenlerinde görev alan tek kadın ana değildir. Cem töreni boyunca cemin yapılmasından sorumlu olan ve cem hizmetlerini gören görevliler vardır. Kadınlar bu görevliler arasında da yer alır.
Alevi toplumunun üretim ilişkilerinin ve bunun yansıdığı sosyal ilişkilerin kadınlar açısından tek tanrılı dinler karşısında avantajlı olduğu tartışmasız bir gerçek. Özel alanın politik olduğu bilgisi Alevilik inancında içsel olarak yer almış. Kadınlar, sizin de bahsettiğiniz gibi cem törenlerinde toplumun içinde ailesinden, eşinden, babasından şikâyetçi olabiliyor. Onları toplum içinde teşhir edip, cezalandırılmalarını isteyebiliyor. Bugün siyasi organizasyonların tüzüklerine koydukları cinsel suçlara ilişkin cezalar da bu mantıkla yapılmıyor mu?
Bu yapı kadınlar açısından olumlu özellikler taşısa da erkek egemen sistemi (patriarka) ortadan kaldıran, onunla uzlaşmaz çelişki yaşayan bir sistem değildir. Ben, aynı anda iki sömürü sistemin içinde yaşadığımıza inanan radikal feministlerdenim. Mesela bugün kapitalizm ve patriarka olmak üzere iki temel ekonomik sistem tarafından yönetildiğimizi, ezildiğimizi, sömürüldüğümüzü düşünüyorum. Bugün Alevilik üst başlığıyla bahsettiğimiz inanç grubu içerisinden bazıları insanlığın ilk dönemlerinden bugüne kimi toplumsal ilişkileri sürdürerek gelebilmiş. Bu yanıyla kimi Alevi toplumlarının ekonomik sistemi ve patriarkası hâlâ bu eski toplumların izlerini taşımakta. Ancak bu kadim hal ne yazık ki erkekleştirilmiş. Bugünkü Alevilik öncekinden farklı olarak erkekler tarafından erkekleştirilmiş bir Alevilik.
Artık pek tartışmadığımız, hayalini kurmadığımız kadın ve erkeklerin eşit olduğu, emeğin sömürülmediği bir toplumun nasıl bir yapılanması olacağı hakkında belki bu kadim toplulukların faydası olabilir. Bu konuda kadınlar sınıfının, anaerkil toplumların ve onların izlerini taşıyan toplulukların da bizlere öğretecekleri var şüphesiz.
Kadın yüzyıllar boyunca tüm iktidarlar ve inançlar tarafından görmezden gelinmiş yok sayılmıştır. Alevi inancına ve kültürüne göre ise kadın erkekle eşit-miş gibi anlatılır-öyle bilinir. “Can olmak” bunun en önemli unsurlarından biridir. Kitabınızda yer verdiğiniz Alevi kadınların da anlatımlarına dayanarak bu konuda bize neler söyleyebilirsiniz?
Alevilikte can olmak, cinsiyet üstü olmak anlamına gelir. Ne kadın, ne de erkeksiniz. Beden, ten, bunların insanlara, topluma yüklediği roller ortadan kalkmıştır ve nefes, ruh olmuşsunuzdur. Orada herkes bir’dir, birliktir.
Bu yanıyla can olmak cinsel ezilme ve sömürüye karşı bir duruştur. Burada önemli olan sadece “can” olmak değil, kadın ve erkeğin birlikte can olmasıdır. Sadece erkeklerin can olduğu bir inanç da olabilirdi, ama değil! Kadın ve erkek, yan yana, aynı mekânda, beraber, aynı cemde can oluyor. Bu bence diğer dinlerdeki/inançlardaki patriarkaya karşı kadınların, hem de tüm kadınların devasa bir kazanımı.
Tüm bunların hayatta anlam bulması, karşılık bulması için Alevi toplumunun ve kurumlarının Aleviliğin bu özgün ve eşitlikçi yanlarını öne çıkartması, toplumsal organizasyonu buna göre yapması gerekir. Bu yanıyla bugünkü Alevi toplumunun Alevi kadınlara borcu olduğunu söylemek abartı olmaz. Alevi toplumu her geçen gün daha ağırlaştırılmış erkek egemen bir toplum olmaktan çıkmalı, kitapta konuşan kadınların tanımıyla “özüne dönmeli”, eşitlikçi yanlarını ortaya çıkartıp, güçlendirmeli ve elbette can olmakta ısrar etmeli. Can olmak, kadın erkek eşitliğinden sonraki cinsiyetler üstü aşama olarak tanımlanabilir.
Alevi inancı mürşid-pir, rehber ve taliplik yapısıyla ele alındığında kaynağını erkek egemenliğinden alan bir tabakalaşmaya sahip diyebiliriz. Bu ailevi tabakalaşmada pir ile evli olan kadın evlilik yoluyla kazandığı statüyle güç kazanıyor-saygı görüyor. Annelik erkek egemen sınırlar içerisinde kadın için tanımlanmış bir statü.“Alevi kadınların özgür olduğu” söylentisi düşünüldüğünde tam tersine annelik üzerinden edinilen statü ataerkilliğin bir kabullenişi olabilir mi?
Alevilerde dedeliğin soy üzerinden babadan oğula geçen bir şey olduğunu biliyoruz. Ama bunun kaynağını, Aleviliğe ne zaman, nasıl geçtiğini bilmiyoruz. Aslına bakarsanız Alevilikle ilgili yazılan eserlerin çoğu İslam ve sonrasından bahsediyor. Onun öncesi ve öncesinin de öncesinden bahseden kaynaklar çok az. Ben “sırrın” burada saklı olduğuna inanıyorum. Çünkü Alevilik kadim bir inanç ve biz bu kadim inancın genellikle sadece bize en yakın geçmişine bakıyoruz.
Belki öncesinde daha başka bir akış, daha başka bir organizasyon vardı? Belki de soy anneden kızına geçiyordu? Bunlar imkânsız mı? Elbette değil. Daha çok araştırma yapılmalı ama bu araştırmanın metodolojisi ve ideolojisi çok önemli. Bu nedenle feminist yöntem burada biz kadınların imdadına yetişen en önemli araştırma yöntemi olarak bizleri bekliyor.
Alevilikteki ana kavramını/statüsünü şimdiki kullanımına bakarak anlamlandıramayız. Alevilikteki “analık makamıyla” bugünkü erkek egemen toplum içindeki “annelik” bir ve aynı şey değiller. Analık makamının Pir’le evlenme yoluyla elde ediliyor oluşu güçlü erkeğin eşi olan, akrabası olan kadına gücünün gölgesinin düşmesi olsa da aynı zamanda postta oturan ikinci bir güç merkezini de işaret etmekte. Büyük olasılıkla Analık makamı kadın egemen toplumun devam eden etkisiydi ve Ana bu toplumdan aldığı güçle postta oturmaya devam ediyordu. Ve her geçen gün erkekleşen Alevilikte temel rolü erkek kadından çalarak kendisini yüceltti. Bu, erkek egemenliğinin ürettiği bugünkü bilgiyle uçuk, saçma, komik bir fantezi gibi görünebilir. Ama ya değilse? Bu fikrin ihtimali bile heyecan verici değil mi? Tanrıların tanrıçalardan iktidarı nasıl çaldığına ilişkin pek çok anlatı mitolojide ve hatta yazılı tarihte bolca mevcut. Sümer tanrıçası İnanna’yla tanrı Enka’nın iktidar savaşı güzel bir örneği bu anlattığımın.
O yüzden Alevilik ve Alevilikte kadın konulu yapılan bu araştırmaların sadece Alevi toplumunu değil, bütün toplumsal gelişmeleri anlamamızı kolaylaştıracak sonuçları olacaktır.
Alevi kurumlarındaki kadınlara buradan bir çağırı yapıyorum, gelin birlikte bu merakın arkasına takılalım ve araştıralım.
Şahsen bir şeyden eminim; hiç bir şey bize anlatılıp, gösterildiği gibi değil. Alevi kadınlarının ve Aleviliğin geçmişi de öyle. Ve Alevilik inancı ağırlıklı olarak bir kadın inancı. Farklı Aleviliklerdeki kadınların ve Aleviliğin tarihi, uğradıkları haksızlıklar, ezilmişlikler ve kaderleri ortak. Ama maalesef bu yaşananlardan kusuru olanlar sadece dışımızdaki egemenler değil, Aleviliği yok etmek isteyenler değil, Alevi erkekler de bu konuda sorumlu. Alevilikteki bu toplumsal asimilasyon ve cinsel saldırıların tarihsel boyutunu bulup çıkartmak ise başta Alevi kadınlar olmak üzere kadınların boynunun borcu.
Son olarak görüştüğünüz Alevi kadınların “Aleviliğin özü” olarak bahsettikleri kavram ve yaşam felsefesi hakkında siz neler söyleyebilirsiniz? Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Aslında yukarıda anlattığım her şey “Aleviliğin özü” söyleminin altını dolduruyor. Ama toparlamak gerekirse şundan bahsediyoruz: Alevilik içinde birbirinden farklı tarihsellikler ve inançsal özgünlükler barındıran ve önemli bir kısmı İslam öncesi toplumsal yapılardan devralınarak sürdürülmüş kadim bir inanç. Kadınların “Aleviliğin özü” diye kavramlaştırdıkları yaşam felsefesini doğru analiz edebilmek için Aleviliğe İslam içerisinden bakma sınırlılığının aşılması zorunludur. Aleviliğin İslam öncesi kaynaklarını görmeyen bir bakış açısı “Aleviliğin özü”nü kavramaktan uzak kalacaktır. Bu özü tam olarak kavrayabilmek için Alevilik içerisindeki yol ve süreklerin tarihsel, toplumsal, coğrafik temelleri dikkate alınmak durumundadır. Bu farklı yol ve sürekleri Aleviler “Yol bir, sürek bin bir” diyerek içselleştirmişler.
Aleviliğin özü derken aynı zamanda kadınların görece avantajlı durumu, doğa insan bütünlüğü yaklaşımı, hiyerarşik olmayan toplumsal yapı kastediliyor elbette. Bu özü anlamak için bugün dahi canlı olan kutsal nesnelerin, sembollerin, duaların, ziyaret ve ritüellerin, deyişlerin, mitoloji ve masalların ele alınıp incelenmesi gerekiyor. Bu da başlı başına araştırmaya muhtaç farklı bir alan olarak önümüzde duruyor. Darık, teberik, toprak, güneş, ay, semah dönme, ışık, evrenin döngüsü, can olmak, ten değil nefes olmak, hiyerarşik değil yan yana olmak, her biri ayrı bir araştırma konusu. Ancak bu araştırmaların sağlıklı sonuçlar vermesi cinsiyetçi yöntemlerden uzak, kadınların perspektifiyle yapılmalarına bağlı.
Alevilik inancında kadınlardan bahseden hikâyeler, ziyaretler her gün biraz daha erilleşerek kaybolmaya yüz tutuyor. Kadın isimlerini taşıyan ziyaretlerin isimleri erkekleştirilerek Alevilik inancı kadınlardan her geçen gün daha uzaklaştırılıyor. Aleviliğin özü derken aynı zamanda bu cinsel asimilasyona da isyan ediliyor.
Söz, yetki ve karar mekanizmalarında ya sadece ya da ezici bir çoğunlukla erkeklerin olduğu Alevi kurumlarının bu haliyle kadınları ve Alevi toplumunu temsil etmesi düşünülemez. Görüştüğüm kadınlardan birinin söylediği gibi “Alevi toplumu sadece kravatlılarla temsil edilemez”. Çünkü Alevi toplumunun yarısı kadın. Alevi toplumu ve kurumları kadınların bu uyarısını dikkate almalı ve “Aleviliğin özü”ne dönmelidir.
Aleviliğin bin yılları bulan bir geçmişi var. Bu kadar kadim olan bir inanca sosyalizasyonu, cinsler arası ilişkileri, üretim sistemleri açısından sanki başından beri bugün bildiğimiz biçimde olduğuna inanmak, ona bu gözle bakmak hem doğru değil, hem de haksızlık.
Sırf bunu bilmek, bu bilimsel şüpheye kavuşmak bile kanımca devasa bir adım. Gerisi çorap söküğü.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post Sır İçinde Sır Olanlar Alevi Kadınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Cadı Avı Sürüyor”- Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz günlerde Tanzanya’nın doğusunda yer alan Murufiti kasabasında, cadı olduğu düşünülen 7 kişi kasabalılarca katledildi. Önce palalarla parçalanan kurbanlar, sonra yakılarak katledildi. Üstelik bu katliam Afrika’daki ilk cadı avı değildi, Afrika’nın sömürgeleştirilmesi sürecinde Avrupalılardan miras kalan bu acımasız gelenek, dünden bugüne Afrika’da birçok toplu kıyıma neden olmuştu. Sadece Tanzanya’da her yıl 500 kişi cadı oldukları gerekçesiyle katlediliyor.
Cadılık fikri ya da cadılık ithamı köken olarak ‘Ortaçağ Avrupası’na dayanır. Pek çoğumuzun da bildiği gibi, Ortaçağ Avrupa’sını adeta veba gibi kasıp kavuran; çoğunluğunu kadınların oluşturduğu yığınla insanın katledilmesine neden olan bir ithamdır. Feodal Hristiyan ve erkek algı içerisinde kendinden olmayana, asilere, dönemin ideolojisine ve ahlakına bir şekilde ters düşen “öteki”lere bahşedilen bir unvan olagelmiştir. Çünkü cadı diye anılanlar, Pagan geleneklerini sürdürmeye devam eden “şifacı ya da büyücü” kadınlar olarak Hristyanlığa, dul ya da kocası ölmüş yaşlı kadınlar, erkek baskısından kurtulmuş “başıboş” kadınlar olarak erkek egemen anlayışa ve bu ikisiyle beraber potansiyel asiler olarak köleci düzene tehdit oluşturdukları için “öteki” addedilerek yok edildiler.
Cadılık, yeni kıtaların keşfiyle bu kıtalara taşınmış. Kötü ile özdeşleşmiş “cadı” figürlerine rastlanmayan Amerika ve Afrika kıtasında da kendisine yeni ama tanıdık bir anlam bulmuştur. Uygar dünyanın aksine komünal değerlere bağlı, doğayla barışık yaşayan ve kadının henüz değerini yitirmediği bu topluluklar, kötü, pislik, asi, ilkel ve tembelle özdeşleştirilerek aynı Avrupalı kader ortakları gibi cadı diye anılmaya başlanmış ve bu girişilen büyük katliamların bahanelerinden biri olarak sayılmıştır.
Sömürgeci akıl, tahakküm altında tuttuğu topluluğu böler, parçalar ve yönetilmesi daha kolay hale getirerek onu homojenleştirir. Herkesi ve her şeyi özünden kopartıp bir bulamaç haline getirir. Bu bulamacın içerisinde “öteki” kabul görmez. İtilir. Genel kabullere uymayan ya da sistemin gidişatını tehdit eden herkes ve her fikir ötelenir. Kötü addedilir. Avrupalı işgalciler de, cadılık suçlamasıyla bu kıtalarda aynı şeyi yapmıştır. Bir yandan cadı addettiklerini kendi katlederken diğer yandan köklerinden ve inanışlarından kopartıp Hristiyanlaştırdığı yerli halkı birbirine kırdırmak için cadılık mitini yerlilere zikretmiştir. Böylece hala eski geleneklerini sürdürmeye çalışan, ilkel, asi, şifacı, büyücü ve tembeller kendi halklarınca katledilecek hem de kendisini sömürene yönelmesi gereken kolektif öfke yerlilerin kendi içinde patlayacaktır.
Cadılık, rahatsız olduğundan kurtulmak aynı zamanda da tebaasını daha rahat kontrol etmek için muktedirin uydurduğu bir yalandır. İşte bu yüzden her iktidar, her dönemde kendi cadısını yaratmıştır. Sovyetlerle soğuk savaş halinde olan “Truman ABDsi”nde alakalı alakasız her muhalifin ajan diye içeriye tıkılmasına tarihte “cadı avı” diye anılması boşuna değildir.
Her ne kadar yok edilmek, ötelenmek istenen herkese cadı denmese de, maruz kaldıkları baskılar “cadı”larınkiyle aynıdır. Öteki; kaba, pislik, yumuşak, hain, ilkel ve günahkardır. “Yavuz Selim Osmanlısı”nda katledilen Aleviler, Işid ve T.c’nin kurtulmak istediği Kürtler, erkek egemen algının yutmak istediği kadınlar ve eşcinseller cadıdırlar. Cadı, muktedirlerin iktidarlarını devam ettirmesine engel olabilecek potansiyeli bulunduran herkestir.
Avrupa’da Ortaçağ’da var olup sonra ortadan kaybolan bir geleneğin Afrika’da hala yaşatılıyor olmasının nedeni kimilerinin kast ettiği gibi o bölge halkının cahilliği ya da geri kalmışlığı değil; ezenlerin ezilenleri kontrol etmekte ve onları birbirine düşürmekte kullandığı bir strateji olarak cadılığın bugün bile geçerliliğini koruyor olmasıdır! Keza olayların bundan sonraki gelişimi de böyle seyretmiştir.
Afrika’da her yıl binlerce insan cadı olduğu gerekçesiyle katlediliyor ya da yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalıyor. Kıtadaki birçok devlet, yaşanan kıtlığın, hastalıkların ve yoksulluğun nedenini açık açık cadılara bağlıyor. Örneğin Batı Afrika ülkelerinde ortaya çıkan tetanos salgının birçok kişiyi yok etmesi üzerine devlet bir radyo yayını yaparak sorumluların cadılar olduğunu söylemiş ve birçok yaşlı kadın, dul ve çocuk katledilmiştir. Sadece Tanzanya’da 2005 – 2011 yılları arasında 3000 kişi cadı oldukları gerekçesiyle yakılmış, 1996 yılında Güney Afrika’da yerel mahkemelerce cadı diye anılan 300 kişi öldürülmüştür.
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Cadı Avı Sürüyor”- Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İşçiler Ezilenlerin Sınıfında Toplumsal Devrimin Safındadır – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Rojava’da ve Kobanê’de yaşanan, halkların özgürlük mücadelesinin toplumsal devrime dönüşmesinden başka bir şey değildir. Toplumsal devrim, toplumun siyasi dönüşümü ile beraber ekonomik dönüşümü ve toplumsal yapısının tamamen yeniden yaratılmasını içerir. Yani toplumsal devrim süreçlerinde siyasi, sosyal ve ekonomik dönüşüm beraber gerçekleşir. Bu açıdan değerlendirildiğinde ezilenlerin farklı alanlarda verdiği mücadeleler toplumsal devrime giden yolda, devrimin “toplumsal” niteliği kazanmasında oldukça önemlidir. Tarih bunu defalarca göstermiştir. 1930’ların İspanya’sında Katalanların ve Bask’ların özgürlük mücadelesi, toplumsal devrim sürecinde işçi sınıfı mücadelesinden ayrı verilmemiştir. Bask’taki ve Katalonya’daki özgürlük mücadelelerini veren en güçlü yapıların işçi sendikaları olması bunun en büyük göstergesidir.
Bugün Rojava’da gerçekleşen devrim, toplumsal devrimin ilk adımlarıdır. Bu yüzden işçi sınıfı da bu toplumsallaşmaya başlayan devrime gereken değeri vermelidir. Kobanê Direnişi’ni ve Rojava Devrimi’ni kendi dışında bir mücadele olarak görmekten ziyade genel grevler ve işgallerle Rojava’daki devrimin toplumsallaşmasına; tıpkı Kobanê sınırlarını aşarak bu süreci sınırların dışına taşıyanlar gibi, Rojava Devrimi’nin sınırları aşmasına ve farklı coğrafyalarda benzeri süreçlerin gelişmesine ön ayak olmalıdır.
Kobanê Direnişi süresince yapılan serhildan çağrılarının Anadolu şehirlerindeki etkisi istenilen düzeye ulaşmadı. Bu durum Rojava Devrimi’nin işçi sınıfı tarafından yeterince sahiplenilmemesiyle ilgilidir. Ancak bu da tabi ki işçi mücadelesi verdiği ve işçi sınıfının örgütlü olduğu iddiası taşıyan sendika ve konfederasyonların etkisiyle oluşmuştur. Toplumsal devrime giden bu yolda, sendikaların görevi tabi ki genel grev çağrılarıyla devrimi büyütmektir. Ancak taban örgütlenmesi iddiası ile hareket eden sendikalar genel grev çağrısı yapmamış/yapamamıştır. Gerekçesi ise işçi sınıfının yeterince örgütlü olmaması olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu örgütsüzlüğün de en önemli sebebi bahsi geçen sendikaların öz örgütlülük temelinde örgütlenmemesinden kaynaklanmaktadır.
Tüm olumsuzluklara rağmen işçiler, coğrafyalara sığmayan böylesi devrim süreçlerinde yaşananlara, bir parçası olduğu ezilenlerin penceresinden bakabilmeli, ezilenler sınıfının devrim mücadelesi olarak değerlendirebilmelidir. İşte o zaman Rojava’da temelleri atılan toplumsal devrim daha geniş coğrafyalara yayılacak ve yaşayacaktır.
Halil Çelik
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post İşçiler Ezilenlerin Sınıfında Toplumsal Devrimin Safındadır – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Alevi Toplumu İçin Selefiler Her Yerde Tehdit – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şubat 2014’te Suriye’nin Maan kentinde 71 Alevi’nin öldürüldüğü katliamı Ahrar-uş Şam ve Cund-ül Aksa isimli Selefi örgütler birlikte gerçekleştirmişlerdi. Bu Ekim ayı başlarında ise yine Suriye’de, Humus’un Alevi bölgesi İkrime’de ilkokul çocuklarına yönelik düzenlenen ve çoğu çocuk 45 kişinin yaşamını yitirdiği katliamı da bölgedeki Selefi grupların gerçekleştirildiği söyleniyor. Özellikle Suriye’de iç savaşın başladığı 2011 başlarından bu yana, bölgedeki Selefi gruplar tarafından Alevilere yönelik olarak, bu şekilde irili ufaklı sayısız katliam gerçekleştirildi.
Ortadoğu coğrafyasında vaktiyle devletler ve küresel güçler tarafından palazlandırılan Selefi gruplardan IŞİD, şimdilerde aynı güç çevrelerince bir “tehdit” olarak ilan edildi. İçinden geçtiğimiz şu günlerde ise hem bu “tehdidi” bertaraf etme yollarından biri olarak, hem de Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesini sağlamak amacıyla, ”ılımlı muhalif” olarak ilan edilen bu Selefi gruplar TC-ABD ortaklığında ve TC toprakları üs olarak kullanılmak üzere “eğit-donat” formülüyle silahlandırlacak. Bu yanıyla bakıldığında ise yazının girişinde sözü edilen, Aleviler için yaşamsal bir tehdit oluşturan selefilik gerçeğinin bölge devletleri ve küresel güçler eliyle yükseltildiğini söylemek mümkün.
Son dönemlerde Irak ve Suriye’de IŞİD üzerinden Alevilere karşı kendisini hissettiren bu selefilik tehlikesi, aslında şimdilerde kamuoyunun gözünün çevrili olduğu Ortadoğu coğrafyasıyla sınırlı değil.
Balkanlar coğrafyasında, 1992’de Yugoslavya’nın parçalanması sonrası bölgeye yerleşen Selefiler ve yaygınlaştırdıkları tekfirci Selefi-İslam algısı, buradaki Alevi toplumu için de bir tehdit oluşturuyor. İç savaş sonrası bölgeye yerleşen Selefiler, 2002 yılında “İslam Birliği” adı altında bir örgütlenmeye gittiler.Selefiler bu örgütlenme çalışmaları sırasında TC devletinden de destek aldılar. TC Başbakanlığı’na bağlı “Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı-TİKA” resmi kalkınma yardımı adı altında bölgedeki tarihi eser niteliğindeki Alevi dergahlarını restorasyon kılıfıyla camiye çevirerek,buralarda Selefilerin eğitim ve istihdamını hayata geçiriyor.Alevilerin bölgedeki bu mekanlarının gasp edilerek selefilere devredilmesi için TC devletinin ayırdığı bütçe ise yaklaşık 2 milyar dolar.
Suriye’de ve Irak’ta katliamlar gerçekleştiren IŞİD başta omak üzere Selefi örgütlerde, son dönemde artış gösteren Balkan kökenli cihatçı miktarı sözkonusu.Bu durum, tarihi Alevi katliamlarıyla dolu olan ve Sünni İslam algısındaki TC devleti ile Selefilerin, Alevi düşmanlığı ortak paydası üzerinden gerçekleştirdiği ve hayata geçmesi için milyar dolarlık bütçelerin ayrıldığı fiili ortaklıkların sonucu olarak değerlendirilebilir.
Fırat Binici
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post Alevi Toplumu İçin Selefiler Her Yerde Tehdit – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (11) : Dayanışma-Kooperatif Ekonomisinin Tarihsel Kökenleri ve Uygulama Girişimleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ne yazık ki günümüzde, Dayanışma Ekonomisi kavramının da tıpkı kooperatif kavramı gibi kapitalizmin içerme stratejilerinin hedefi olduğunu görüyoruz. Her ne kadar Dayanışma Ekonomisi de Kooperatifler de tarihte, özgür yaşamın yeniden yapılandırıldığı deneyimlerde etkin bir rol oynamışlarsa da günümüzde oldukça tehlikeli çarpıtmalarla karşı karşıyadır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 2012 yılını “Kooperatifler Yılı” ilan etmesi ile bu çarpıtmalardan en belirgin olanını gözler önüne sermişti.
Daha önce Meydan Gazetesi’nin yazı dizilerinden 21.yy Teslimiyet Teori ve Pratikleri başlığı altında pek çok yazıda kapitalizmin Truva atı projelerini gerçekleştirdikleri STK’ları deşifre etmiştik. Yıllardır Truva atı olarak nitelediğimiz söz konusu STK’ların “sistemin yarattığı adaletsizliklere karşı oluşacağını öngördüğü muhalefeti, kendinin yaratması ve samimi mücadeleleri etkisizleştirmesi” ortak paydasında buluştuğunu görmekteyiz. Bu bağlamda kapitalizm güdümündeki ‘özel sektör’ ile devlet güdümündeki ‘kamu sektörü’ karşısında bir ‘üçüncü sektör’ olarak nitelenen Dayanışma Ekonomisi’nin ve uygulamalarından biri olan kooperatifçiliğin Truva atı saldırılarına maruz kalması daha anlaşılır hale gelmektedir.
2011 yılındaki Yunanistan Ekonomik Krizi ile sertleşen; Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) troykasının yarattığı baskı Yunanistan toplumunda pek çok ezileni özörgütlü deneyimlere itmiş, art arda ortaya çıkan işgal evleriyle, işgal edilen fabrikalarla, kolektif üretim ve paylaşım alanlarıyla bir araya getirmiş, örgütlü bir toplumun önünü açmıştı.
Chryssanthi Petropoulou’nun kaleme aldığı “Yunanistan Şehirlerinde Alternatif Kolektif Ağlar ve Dayanışma-Kooperatif Ekonomisi’nin Teorik Kökenlerini Keşfetmek” başlıklı makalesi her ne kadar akademik bir inceleme olsa da yaşama ışık tuttuğu iddiası barındıran diğer akademik metinlerden oldukça uzak bir karakterde. Yunanistan coğrafyasında faaliyet yürütmüş ve halen mücadelesine devam eden yüzlerce kolektifin incelendiği bu araştırma, pratik deneyimlerin değerlendirilmeye çalışıldığı, pratikten üretilen bir teorik metin olduğu için Meydan Gazetesi olarak dikkate alarak okuyucularımızın gündemine taşımak istedik.
Oldukça geniş kapsamlı olan bu çalışmanın Yunanistan özelinde taşıdığı detayları, deneyimlenmiş olmalarından dolayı, her ne kadar önemsesek de araştırmanın tümünün gazetemizde yayımlanamayacak kadar uzun olması sebebiyle kısıtlı bir bölümünü ele aldık.
Makalenin “Dayanışma-Kooperatif Ekonomisi’nin Tarihsel Kökenleri ve Uygulama Girişimleri” başlıklı üçüncü bölümü yeryüzünün pek çok coğrafyasındaki deneyimleri değerlendirmesi ve daha genel bir bakış açısı sağlaması nedeniyle bu konuda daha ileri tartışmaların önünü açabilecek, bu kavram için bir temel çıkış noktası olarak ele alınmalıdır.
Dayanışma-kooperatif ekonomisinin temelleri, dünya üzerinde kapitalizm öncesi oluşumların var olduğu yüzyıllarda kaybolmuş olsalar da(1), on dokuzuncu yüzyılın sözde ütopyalarında teorik olarak incelenmiştir(2). Bu düşünce akımları Sanayi Devrimi’ni benimseyenler ile eleştirenler olarak iki ana akım oluşmuştur (3): Birisi insanlığın mutluluğunu maddi zenginlikte, bireyin toplum içerisinde kaybolmasında ve devletin yüceltilmesinde arar. Diğer akım, belli bir maddi refah seviyesini gerekli görmekle birlikte, mutluluğun, insanın özgürce eylemesi sonucunda oluştuğunu ve bu özgürlüğün herhangi bir ahlak kuralı ya da devletin çıkarı için feda edilemeyeceğini savunur (4). Bu yazıda incelenen kolektiflerin çoğu farklı amaçlarla ortaya çıkmış olsa da bu düşünceden özellikle etkilenmiş görünmektedirler.
Dayanışma-kooperatif ekonomisinin kökenlerini, Avrupa ve Amerika’da Sanayi Devrimi sonrası yaygınlaşan toplumsal hareketlerin örgütlenme biçimlerinde de görmek mümkündür. İşyerlerinde ve özellikle sanayide ortaya çıkan bu hareketler, daha sonra üretim yerlerinden şehirlere geçtiler. Bu süreçte ortaya çıkan bazı dönüm noktaları şöyle sıralanabilir: Kapitalizmin 1840’taki ilk krizi sonrasında sözde deneysel ütopyacı topluluklar ve ilk kooperatif hareketin gelişmesi, 1871’deki Paris Komünü, 1910’daki Meksika devriminden sonra gelişen topluluklar, Sovyetlerin oluşum aşaması, Orta Avrupa’da işyerleri kolektifleri denemeleri, İspanya Devrimi (1936-1939) nin anarşist-liberter komünleri, 2. Dünya Savaşı sonrasında Yugoslavya’da, Çin ile Küba’da devrimin ilk aşamasında dayanışma ekonomisi yapıları, Latin Amerika’daki özgürlük teolojisinin desteklediği dayanışma yapıları, ABD’de Malcolm X (1952-1963) ve Panterler (1966-1968) hareketleri, Hindistan’daki şiddet karşıtı hareket ve diğer pek çoğu. Şehirde öz-yönetimin pratik uygulamalarının ve insanın insanı sömürüsünü ortadan kaldırma denemelerinin çoğu yenilgiye uğratıldı. Ancak bunlar gelecek kuşakların insanlığı özgürleştirmek için yeni denemeler yapmalarını tetikledi (5) ve “çatlaklar” da denilen bu yaratıcı direnişlerle ilgili devasa bir tartışma başlattı (6).
20. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan pek çok post-modern proje, 1968 isyanlarından oldukça etkilenmişe benziyordu. Bu isyanlar, birden fazla disiplini ve yeni toplumsal hareketleri kucaklıyordu: kadın hareketi, ekoloji hareketi, cinsel özgürlük hareketi, öğrenci hareketi, tabandan gelen işçi hareketi, şehir hareketleri, işsizlerin hareketleri vb. (7). Pek çok çalışmanın gösterdiği üzere (8), 1960’lardan itibaren dayanışma ekonomisi yapılarını kullanan alternatif kolektifler çoğaldılar. 1980 ve 1990 yılları arasında, bu kolektiflerin çoğu devlet yardımı veya büyük sponsorluklar yoluyla sistem tarafından yutuldular. Diğerleri öz-örgütlenme geleneğine sadık kaldılar.
1995’e gelindiğinde, bütün bu hareketler ve inisiyatifler henüz ortak tartışmalarda tanışmamışlar, hatta bazıları arasında ciddi görüş ayrılıkları var gibi görünüyordu (9). Genelde belli bir bölgede veya belli bir konuyla alakalı alanda soyutlanmış durumdalardı ve toplantıları bu dar alanlar ölçeğinde gerçekleşiyordu. İlk ortak tartışma girişimi, 1996’da, Güneydoğu Meksika’daki Lacandon ormanında Birinci Galaksilerarası Buluşma çağrısını yapan Zapatista hareketi tarafından gerçekleştirildi. Daha sonra ortaya çıkan hareketler yukarıda bahsedilen hareketleri takip etti:
• 1999’da Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü karşıtı hareketler ve takip eden anti-küreselleşme hareketleri (10),
• Latin Amerika’daki yerli hareketlerin forumları ve dünyanın diğer bölgelerindeki forumlar (11),
• Küresel sosyal forumlar ve alternatif küreselleşme hareketi (12) ile,
• Son zamanlarda gerçekleşen Avrupa’daki “öz-yönetim toplantıları” (13)
• Ve diğer koordinasyon faaliyetleri.
Bu günlerde, küreselleşen kapitalizmin yarattığı şartlarda, dünya çapında tüm disiplinleri ve tüm örgütlenme biçimlerini kucaklayarak, birden çok direnişi bir arada örgütleyebilen iletişim ağları ile birlikte, bölgeselliğin önemi tekrar gözden geçiriliyor. Direnişler ağlar sayesinde küyerel (glocal) nitelik kazanıyorlar (14): Günümüzün Zapatista hareketi (Meksika’da 1994’ten itibaren), Brezilya’daki evsiz insanların MST hareketi, Arjantin’de annelerin hareketi ve işgal edilen fabrikalar hareketi, Bolivya’daki pek çok hareket (Cochabamba hareketi), Venezuela’da (“missione” adı verilen yapıların kolektiflere dönüşümü, CECOSESOLA), Avrupa’daki birçok öz-örgütlenme (“eko-topluluklar”ın yanı sıra Christiania, Marinaleda vb.), son zamanlardaki meydan hareketlerinin sonucu olarak ABD’de ve tüm dünyada ortaya çıkan kolektifler (15).
Sonuçta insanın insanı sömürüsüne ve küresel sermayenin egemenliğine karşı direnen, dayanışma, elbirliği ve karşılıklı yardımlaşma temelinde işleyen kolektifler, mevcut sistemdeki çatlaklar olarak görülebilir (6). “…Yaratıcı direnişler, toplumsal şartları derinlemesine değerlendirerek insanların kölelik yerine öz-örgütlü bir yaşamı seçme olanaklarını artıran sosyal yapılardır. Başka bir deyişle, yeni ve özel türden bir sosyopolitik hareket, nihai amacı, çıkış stratejisiyle uyumlu radikal bir toplumsal dönüşüm olan faaliyetlerdir” (16).
Yaratıcı direnişlerin kökleri sadece günlük yaşamdaki değişimler yoluyla toplumu dönüştürmeye çalışan tarihi girişimlerde değil, sürekli ekonomik büyüme sürecine meydan okuyan ekoloji hareketinde de bulunur. Birinci “Dayanışma – Kooperatif Ekonomisi Alternatif Festivali”ne katılan kolektiflerin bildirisinde belirtildiği gibi; “Çok uzun bir yolculuğun başında olduğumuzu biliyoruz. Yanılsamaları yaygınlaştırarak, kardeşlerimizin içinde bulunduğu fakirliği ve sefaleti sömürmeye çalışacak popülist ve sadakacı güçlerin karşısında duracağız… Ayrıca biliyoruz ki, sömürüye, adaletsizliğe, sınırsız bereket aldatmacasına dayanan bir dünyanın son anlarında yaşıyoruz. Bu dünya parçalanıyor ve şimdi yükseltmemiz gereken yapılar, sadece mevcut kördüğümün yerine geçmekle kalmayıp; dayanışma, işbirliği ve karşılıklı yardımlaşma ilişkilerinin inşa edildiği elle tutulur örnekler olmalıdır!”.
Yazıda incelenen kolektiflerin sahip olduğu veya sonunda sahip olmayı hedefledikleri ortak özellikler şunlardır:
– Siyasi partilerden, örgütlerin ve küçük-orta ölçekli esnafların faşist olanlarından bağımsız olmak.
– Ekonomik destek kuruluşlarından ve sponsorlardan bağımsız olmak.
– Program kararlarının ve etkinliklerin tabanın yaptığı toplantılarda belirlenmesi (bir araya gelinmesi için devamlı üye şartı aranmaz).
– Sadece grup içinde değil, dışarıya da dönük etkinlikler. Bir veya daha fazla bölgede devamlı olarak varlık sürdürmek.
– Afişler, posterler, internet veya diğer medya araçlarıyla sistematik olarak varlık göstermek.
– Kolektif içi karşılıklı yardım ve karşılıklı dayanışma.
– Diğer gruplarla eşit seviyede ilişkiler kurulması ve internet yoluyla iletişimde kalınması (18).
– Sistemden kopma özlemi. Başka bir dünya özlemi. Reddetme – yaratma süreci ile mevcut sistemde çatlaklar yaratılması ve bu yolla edinilen itibar (6). Şehir içindeki alanları dönüştüren ve yeni anlamlar kazandıran eylemlerle, ve özellikle bu çatlaklarda yapılan faaliyetlerle (6) yaratılan “şiir” özlemi (20). Şimdi, şu anda, başka bir dünyanın tohumları olan ilişkileri yaratma isteği (19).
1. Luxembourg, 1976, Marx, 1964, Kropotkin, 1955, Lambos, 2012
2. Polanyi, 1968
3. Mumford, 2003
4. Berneri, 1982
5. Hobsbawm, 2011
6. Holloway, 2010
7. Psimitis, 2006
8. Tilly, 2004
9. Wallerstein, 2008
10. G8, World Trade Organization, etc.
11. http://zeztainternazional.ezln.org.mx/
12. http://www.forumsocialmundial.org.br/
13. http://www.foire-autogestion.org/
14. Koèhler & Wissen, 2003; Petropoulou, 2012a
15. Stavrides, 2010, Leontidou, 2012
16. Varkarolis, 2012
17. Tilly, 2004
18. Castells, 2009
19. Carlsson and Manning, 2010
20. Petropoulou, 2010
Çeviri: Güven Salgun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (11) : Dayanışma-Kooperatif Ekonomisinin Tarihsel Kökenleri ve Uygulama Girişimleri appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizme Karşı Anarşist Bir Kolektif Belleville Sin Patron appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>3 yıldan bu yana, kolektif ilişki biçimlerinin örgütlenmeye devam ettiği Belleville Sin Patron çalışanlarıyla yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Meydan: Belleville Sin Patron’un amacı nedir?
Belleville Sin Patron: Biz Belleville Sin Patron’un çalışma ortamında eşitliğin sağlanabileceği yönünde bir örnek teşkil etmesini amaçlıyoruz. Asıl hedefimiz ürün ya da hizmet üretiminde özyönetim modelini deneyimlemek ve bu üretim için bir patrona ihtiyacımız olmadığını diğer insanlara göstermeye çalışmak. Bu model ile biz adaletsizliğin veya sömürünün olmadığı başka bir çalışma organizasyonu deneyimlenebileceğini gösteriyoruz.
Belleville Sin Patron ne anlama geliyor?
Fransızca “güzel şehir” ve İspanyolca “patronsuz” anlamına gelen sözcüklerden oluşuyor. “Sin Patron” Arjantin’de işçiler tarafından özyönetimle işletilen patronsuz fabrikaları niteleyen bir kavram.
Karar alma sürecinizi nasıl işletiyorsunuz?
Tüm kararlarımızı, her iki haftada bir herkesin katıldığı ve herkesin eşit söz hakkı ile görüşlerini özgürce ifade ettiği genel toplantımızda alma yönünde hemfikir olduk. Her kararın alınışında birbirimizi ikna edebilmek ve hemfikir olabilmek için tartışmanın olabildiğince uzamasına olanak tanıyoruz. Ancak ikna sürecinin fazlasıyla işlemesine karşın ortak bir görüşle tartışmayı sonlandırmanın bir yolu olmadığını gördüğümüzde oylamaya başvurabiliriz.
Belleville Sin Patron’da çalışma koşulları nasıldır?
8 saatlik çalışma süremize karşılık, işlerin oldukça yoğun olduğu sonbahar ve kış döneminde 50 Euro alıyoruz ancak bahar ve yaz döneminde aynı süre için 40 Euro alıyoruz. Bu yevmiye, ekonomik kriz içindeki Yunanistan geneliyle kıyaslandığında oldukça yüksek kalıyor.
Kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin karşısında nasıl bir ekonomik model uyguluyorsunuz? Belleville Sin Patron’un savunduğu ve şimdiden uygulamaya koyduğu modelden biraz bahseder misiniz?
Belleville’in ekonomik modeli; emek ve sermaye arasındaki sosyal ilişkiyi yıkma mücadelesine denk düşen, işçilerin özyönetimi üzerine kuruludur. Belleville, herkesin çalışmaya ve kendi yaşamı için neye ihtiyacı varsa onu yapmaya kendinin karar vereceği yaşamdaki adaletin, eşitliğin ve özerkliğin mesajını yaymanın kavgasını verir. Bunun; daha güçlü ve daha görünür olmak için, diğer kolektiflerle birlikte örgütlediğimiz ağ olmaksızın gerçekleşemeyeceğini biliyoruz. Bu yolla mücadelemiz; kapitalizme bir karşı yapılanma ve karşı üretim mücadelesine dönüşmektedir.
Belleville Sin Patron’un gerçekleştirdiği herhangi bir politik eylem ya da etkinliği var mı?
Belleville genellikle siyasi gündemler ile ilgili ve siyasi grupları ve mücadeleleri desteklemek için dayanışma geceleri ve konserler düzenler. Buna ek olarak Belleville, aynı görüşte olduğumuz siyasi etkinliklere daima açıktır, hatta bu etkinliklerin dışında da elde ettiğimiz gelirin bir kısmını da direnişteki işçilere, grevlere, siyasi tutsaklara dayanışma olarak gönderiyoruz.
Dayanışma ağınız içinde temas halinde olduğunuz kooperatifler ve kolektifler hangileridir?
Atina’daki “Pagkaki” ve Rethymno’daki (Girit’te bir kent) “Halikouti” gibi Yunanistan’ın pek çok şehrinde dayanışma içinde olduğumuz pek çok kooperatif var. İki yıl önce de İstanbul’da 26A Kolektifi ile tanıştığımıza gerçekten çok mutlu olmuştuk.
Bu, birlikte yürümemiz gereken oldukça uzun bir yol ve biz henüz yolun başındayız.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kapitalizme Karşı Anarşist Bir Kolektif Belleville Sin Patron appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kulan-at Kılavuz: Yeni İç Güvenlik Reformu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kobanê’ye yönelik IŞİD saldırılarını ve TC’nin bu saldırılardaki rolünü protesto etmek için sokaklara çıkan insanlar, polis, jandarma ve hizbul-kontra çeteleri tarafından öldürülürken, Erdoğan kameraların karşısında arz-ı endam etti: “TBMM inşallah Salı’dan sonra yeni yasal düzenlemeleri gerçekleştirerek, hükümet idari tedbirleri alarak, diğer tüm kurumlarımız üzerine düşeni yaparak sokakları bu vandallardan süratle temizleyecektir” dedi. İki gün öncesinde söyledikleri bu yasal düzenlemelerin ne minvalde olacağının habercisiydi : “Artık ne polisimizin ne askerimizin kalkanla bu işin önüne geçmesi mümkün değil. Gereği neyse askerimiz de polisimiz de onu yapacaktır”.
Hükümet kendilerine verilen bu görevi derhal üstlenerek çalışmalara başladı ve adına da İç Güvenlik Reformu dedi. Bu paketle TCK ve CMK başta olmak üzere birçok yasada değişiklikler yapılacak. Peki neler var bu pakette, bir göz atalım.
– Yapılacak değişiklikle polise-jandarmaya daha ortada işlenmiş ya da işlenmekte olan bir suç olmasa da, suç işlenme olasılığı gerekçesiyle istediği kişileri 24 saate kadar gözaltında tutabilecek. Bunun için savcı emri veya hakim kararı aranmayacak.
– Arama kararı için somut delillere dayalı kuvvetli şüphe aranmaktayken artık ne idüğü belirsiz “makul şüphe” yeterli olacak.
– En basit bir basın açıklamasına dahi uygulanan “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşlerine Muhalefet” suçunun cezası arttırılacak.
– Daha önce birçok kez görülen duruma, gözaltına alınan kişilerin stadyum-otopark gibi yerlerde tutulması uygulamasına “güvenlikli bölge” kılıfıyla yasallık kazandırılacak.
– Polis istediği kişinin telefonlarını somut delil veya kuvvetli suç şüphesi olmasa da dinleyebilecek. Bu kararları tek hakimli sulh ceza hakimlikleri verecek.
– Yakın zamanda kaldırılan, soruşturma dosyasının avukatlara karşı gizliliği uygulaması geri dönecek. Avukatlar dosyayı inceleyemeyecek, delilleri öğrenemeyecek. Yine kitlesel eylemlerde gözaltına alınanların avukatla görüşmeleri engellenebilecek.
– Göstericilerin kullandığı molotof ateşli silah sayılarak cezası arttırılacak. Bu sayede polise-jandarmaya molotoflu kişiye “doğrudan ateş etme” yetkisi de verilmiş olacak.
– Polis ve jandarmanın toplumsal olaylara müdahale ederken işledikleri yaralama-işkence-cinayet suçları “görev suçu” kapsamına alınacak ve bu suçlardan soruşturma açmak valilik-bakanlığın izniyle mümkün olacak. Zaten cezasız kalan bu suçların işlenmesi için kolluğa yasal ve idari güvence verilmiş olacak.
– Katili koruyan devlet, katile laf edilmesinin cezasını da ağırlaştırılacak. “Katil polis hesap verecek” demenin bile “memuru tehdit” olarak algılandığı yargı düzeninde bu suçun cezası da arttırılacak.
Devlet, kanunları istediği gibi eğip bükerek toplumsal muhalefeti ezmeyi, insanları korkutup sokaklardan çekmeyi amaçlıyor. İnsan hakları, hukukun evrensel ilkeleri gibi normların fiilen geçersizliğini artık yasal güvenceye kavuşturuyor. Ancak devletin hesaplayamadığı bir şey var; o da, arttırmayı sürdürdüğü tehditlerine, gizlilik kararlarına, hapis cezalarına, sıkılacak her yeni mermisine rağmen mücadele etmeye, direnmeye devam edecek olanlar…
Davut Erkan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kulan-at Kılavuz: Yeni İç Güvenlik Reformu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Linç Kültürü Devletin Kültürüdür” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Mr. Lynch ve Yasaları
1911’de, ABD Oklahoma’da Laura ve L.D. Nelson isimli anne-oğul iki siyah, yaşadıkları bölgenin yakınlarında bir köprüde asılı olarak bulunurlar. Asılı haldeyken köprünün üstünde fotoğraf çektiren 58 “insan”la birlikte. Olaya neden olan iddia, beyaz bir çiftlik sahibinin ineğinin çalınmasıydı. Hırsızlık iddiasıyla gözaltına alınan anne-oğul, bir şekilde hücrelerinden çıkarılmış ve “ibret-i alem” olsun diye köprüden sallandırılarak asılmışlardır.
Bu tarihlerde, özellikle ABD’de bu örneklerin çoğaltılabiliyor oluşu, benzer eylemlerin siyahlara yönelik bir linç kampanyasına dönüşmesiyle ilgilidir.
Linç kelimesinin anlamı da bu hikayelerle ilintilidir. Kelimenin kökü herhangi bir anlama sahip değil. Kelime, ABD’de iç savaş sırasında ortaya çıkan bir kişinin isminden türeyerek gelmiş. Charles Lynch gibi Lynch soyadına sahip birkaç isimle ilişkilendirilen bu sözcük, soyadı Lynch olanların sosyo-ekonomik karakteriyle anlam kazanıyor. Bu karakterler, köle sahibi çiftlik ağaları ya da askerdir.
Bu köle sahibi çiftlik ağasının, “asayiş tam anlamıyla sağlanamadığından” mülk sahiplerinin arazilerini ve hayvanlarını korumak için kullandığı “filli yasalar” Lynch Kanunu diye adlandırıldı. Lynch Kanunu’nun mağdurları yoğunluklu olarak siyah ya da yoksul olanlardı. Kanun, suç işlendiği zaman zanlıyı yakalayıp, mülk sahiplerinden oluşanların kararıyla zanlının ağaca asılmasıyla işliyordu. Dolayısıyla kelimenin ilk anlamı, yargısız infazdı.
Linç 1960’ların ortalarına kadar siyahlara karşı uygulandı. Hatta bu devletin, siyahlara yönelik bir politikası haline gelmişti. Devlet politikası ve linç arasındaki bu ilişki “linç”in mahiyetini anlamak açısından önem taşıyor.
1934 Trakya Olayları
1934 yılında, Trakya’da yaşayan Yahudilere yönelik bir dizi linç girişimi yaşandı. Söz konusu TC tarihi olunca, devletin kuruluş aşamasında uyguladığı katliamları bir kenara bıraksak bile, benzer örnekleri çoğaltmak mümkün (6-7 Eylül Olayları, Maraş, Çorum, Sivas Katliamları). 1934 yılında yaşananlar, Nihal Atsız ve Cevat Rıfat Atilhan’ın Yahudilere yönelik ırkçı yazılarıyla beraber başlayan, Yahudilere ait evlerin, dükkanların yağmalandığı, onlarca Yahudi’nin öldürüldüğü ve on binlercesinin de göç etmek zorunda bırakıldığı 2 haftalık bir linç girişimiydi. Linç denildiğinde çok da akla gelmeyen Trakya Olayları ve buna benzer örnekleri çoğaltmak için TC’nin toplumsal tarihine bakmak yeterli olacaktır. Bu yaşananları Dersim benzeri katliamlardan farklı kılan, ortaya çıkan şiddetin doğrudan devlet eliyle değil de bireylerin ya da grupların eliyle yapılıyor olma durumuydu.
Devletin Görünmez Eli
Aslında linç eylemindeki devlet etkisini görünmez kılan da bu durumdur: Linç eyleminde bulunanların, suçu anonimleştirilerek toplumsal bir tepki havası veriliyor oluşu… Linç, meşru şiddet kullanma tekeline tek sahip devletin “yetemediği” yerlerde, bireylerin sözde kendi adalet kavrayışlarına uygun olarak suçluları belirleyip, o an ceza vermeleri gibi görülebilir.
Linç eylemine ilişkin yukarıdakine benzer bir açıklama, eylemin “normalleştirilmeye” çalışılması ile ilgilidir. Zaten medya da bu bakış açısına uygun olarak, lince maruz kalana değil, linç girişiminde bulunanlarla bir duygudaşlık yaratmaya çalışır. Bunun nedeni, bu normalleştirilmeyle ilgilidir. “Toplumsal hassasiyetler” adı altında işletilen aslında devletin normalleriyle ilgilidir.
Bu normaller, devletin varoluş değer ve pratikleriyle ilgilidir. Bu “normal”in dışında kalan her şey, toplumun varlığına tehdittir! O yüzden lince maruz kalan kesimler “marjinal” ilan edilmiştir.
Linç eylemleri genelde değerlendirilirken, ya münferit eylemler olarak gösterilip önemsizleştirilmeye çalışılır ve böylece devlet sorumluluğu üstünden atmış olur ya da konu, devlet iktidarından ayrı bir eylemlik olarak gösterilir. Yani linç eyleminde bulunanlar, devlet otoritesine güvensizlikten kaynaklı, bu normali korumaya çalışmaz. Eylemlerin hedefi zaten devlet otoritesini tehdit edenlere yöneliktir.
İstisnai Haller
Eylemde bulunan bireyler her ne kadar devletten ayrı tutulursa tutulsun, linç eylemi devletle alakalı bir eylemdir. Devletin, hukuk yoluyla oluşturamadığı düzeni sağlamak için şiddete ihtiyaç duyduğu zamanlarda ortaya çıkar.
Linç, devletle ilintilendirilmekten özellikle kaçırılır. Çünkü bu şiddet linç sırasında ortaya çıkan, Carl Schmitt’in deyimiyle “hukuk oluşturucu egemenliğe işaret etmektedir”. Burada mevzu bahis şiddet, devletin varoluş sorunuyla ilgilidir; bir yandan meşruluğunu hukuka dayandırmak, öte yandan düzeni sağlarken dayandığı hukukun dışına çıkmak…
Aslında mesele, siyasal iktidarın mı yoksa hukukun mu üstün olduğu tartışmasıyla doğrudan ilgilidir. Siyasal iktidarın “yasa kurucu” ve “yasa koruyucu” niteliğinin, onu hukuktan daha üstün bir konuma yerleştirmesi hukukun başat ontoloji tartışmalardandır.
Siyasal iktidar, istisnai hallerde hukuku askıya alır. Hukuka rağmen, onu işlevsiz bırakan bu tutum, devletin hukuka dayalı meşruluğunu tehlikeye düşürür. Tehlikeye düşen aynı zaman da, şiddet tekelinin meşruluğudur. Bu durum siyasi iktidarın, hukuku kurduğunun göstergesidir. Bu durumda istisna olmaktan ziyade, “doğal”dır. Siyasal iktidar, yukarıda da belirtildiği gibi hukuka, kurucu ve koruyucu ilişki temelinde yaklaşır. Siyasal iktidarın hukuku belirlediği bu ilişki devletin varlığı sorunsalıyla ilişkilidir.
Giorgio Agamben’in “istisna hali” olarak adlandırdığı ilişki, iktidarın gücünü nereden aldığını analiz etmek adına önem taşır. İstisna haller, gerekçeler gösterilerek hukukun askıya alındığı süreçlerdir. Bu istisnai durumda, siyasal iktidarı hukukun üstüne taşıyan unsur; şiddet aracına olan yakınlıktır.
Carl Schmitt’e göre istisnai hallerde “devletin değerleri” devlet tarafından yok edilebilir. (Carl Schimtt’in Nazi Almanyası’nda, Nasyonal-Sosyalist Hukukçular Birliği’nden olduğunu düşündüğümüzde bu iddia çok şaşırtıcı gelmez.)
Paradoks
Devletin yarattığı değerler, uygulanacağı ortama ihtiyaç duyar. Dolayısıyla, hukuki düzenin anlamlı olabilmesi için düzenin oluşturulması zorunludur. Ancak düzen bozulduğunda, devlet bu değerlerden uzaklaşır. Hukuki düzenin dışına çıkar. Yani otorite, hukuk üretmek için haklı olmak gerekmediğini kanıtlar.
Varsayılan devletin gücünü hukuktan aldığı yanılsaması bir kez daha ortaya çıkmış olur. Devlet iktidarının işleyişi yasaların üstündedir.
Kamu Düzeni Hukukla Değil, İtaatle Sağlanır
Linç eylemi de bu istisnai hallerden biridir. Aslında devlet iktidarını sağlayan durum, bu istisnailiğin bir kültür olarak, egemenliğini tuttuğu sınırlar içerisinde vatandaşları tarafından yaşatılmasıdır.
Her linç, mevcut devletin değerlerinin tekrar ve tekrar üretilmesidir. Toplumsal hassasiyetler olarak kavramlaştırılan, devletin ezilenler üzerindeki baskısını, zorbalığını, yeri geldiğinde yok etme tekelini oluşturan değerlerdir.
İstisnasız bir şekilde, bu değerlerin ezilenlerin lehine olmayan değerler olduğu, hatta doğrudan ezilenleri iktidar ilişkisinde aynı konumda tutmak için yaratılan değerler olduğu açıktır. Linç eyleminin içerisinde bulunanlardan sağlanılan itaatle, devlet kamu düzenini sağladığını varsayar. Bu itaatkar insan grubunun mahiyeti her ne kadar Stockholm Sendromu benzetmesiyle açıklanabilir olsa da, ortada unutulmaması gereken başka bir durum daha vardır.
Linç, ötekinden korkan, ötekiyle başedemeyeceğini anlayanların uyguladığı bir yöntemdir. Linç eylemlerinin artması, itaat etmeyenlerin de arttığının göstergesidir. Serhildan süreciyle beraber yaygınlaşan, devletin bu iktidarlı değerler kümesinin karşısında; birbiriyle dayanışan ve paylaşan; özgürlük ve adalet için başkaldıranların oluşturduğu değerlerdir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Linç Kültürü Devletin Kültürüdür” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Budist Tapınaklarından Bugüne Direnişin Sporu Wing Tsun” – Deniz Benol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şaolin Manastırı, 1600’ler
17. yüzyılda Çin, Mançuryalı Qing Hanedanlığı’nın hâkimiyetindeydi. Çin halkını saldırgan bir otorite ile kontrol altına almaya çalışan hanedanlık, isyanları kanlı bir şekilde bastırmaktaydı. Budizm’in halk arasındaki saygınlığı yüzünden hanedanlığın dokunmadığı Şaolin Tapınağı, direnişçilerin gizlenmesi için uygun bir yerdi. Orada rahip olarak gizlenen direnişçiler sadece vücutlarını, ruhlarını ve zihinlerini güçlendirmiyor, bir yandan da örgütleniyorlardı. Hanedanlık, halkın silah kullanmasını ve dövüş çalışmasını yasaklamıştı. Bölgede çıkan isyanlar artmıştı. Bu manastırı kendileri için bir tehlike olarak gören Qing hanedanlığı içeri gönderdiği ajanlarla dövüş tekniklerinin bir kısmını öğrendi ve sonrasında Manastırı kundakladı.
Ng Mui Efsanesi ve Wing Tsun’un Doğuşu
Yangından birkaç öğrenci ile birlikte sadece dört rahip( Jee Shim, Pak Mei, Fung To-Tak ve Miu Hin) ve bir rahibe(Ng Mui) kurtulabildi. Budist Rahibe Ng Mui, beş ustadan en yaşlısı ve manastırdaki tek kadındı. Ülkenin dört bir yanında dolaştıktan sonra Yunnan ve Szecvan eyaletleri yakınındaki Tai Leung Dağı’ndaki Beyaz Turna Tapınağı’na yerleşti. Ng Mui bu tapınaktaki Zen Budistleri ile yaşarken aynı zamanda dövüş teknikleri çalışıyordu. Bununla birlikte ciddi bir endişe daha taşıyordu, bu endişesi Şaolin Manastırı’nda devletle işbirliği yapan yetenekli dövüşçülere karşı nasıl korunacağıydı. O an itibariyle işbirlikçilerden daha iyi teknikler biliyordu. Fakat zaman içinde kendisinden daha kuvvetli olan bu işbirlikçilerden zayıf duruma düşebilirdi. Bu durumda yapılabilecek tek şey, mevcut Şaolin tekniklerine karşı etkili yeni bir dövüş sitemi ortaya çıkarmaktı.
Bir tilki ile vahşi büyük bir turnanın yaptıkları dövüşe tanık olan Ng Mui, yeni dövüş sisteminin ilham kaynağını bulmuş oldu. Tilki turnanın etrafında ölümcül bir atak yapılabilmek umuduyla dairesel şeklinde dönerken turna dairenin ortasında kalıp daima tilkiye karşı dönüyordu. Turna, tilkinin pençesiyle yaptığı her saldırıyı kanatlarının birisiyle karşılarken aynı anda gagası ile karşı atak yapıyordu. Böylece turna kendisini kanatları ile korurken gagası ile saldırabiliyordu. Ng Mui bu kavgayı bitene kadar, uzunca bir zaman gözledi ve sonradan Wing Tsun adıyla anılacak olan dövüş stilinin temellerini attı.
Yim Wing Tsun
Wing Tsun Kung Fu sisteminin kurucusu, Yim Wing Tsun, Çin’in Kwangtung kantonunda yaşayan bir yerliydi. Fukienli bir tuz taciri olan Leung Bok Chau ile nişanlanmasından kısa bir zaman sonra annesini kaybetti. Babası Yim Yee, haksız bir şekilde bir cinayetle suçlanmıştı ve hapse girme riski yüzünden oradan kaçmak zorunda kalmışlardı. En sonunda Yunnan ve Szechuan eyaletleri arasındaki sınıra yakın bir dağ olan Tai Leung Dağı eteklerine yerleştiler. Orada taze lor satan bir dükkân işleterek hayatlarını kazandılar.
Düello
Ng Mui Beyaz Turna Kuşu Tapınağı’ndan haftada bir ihtiyaçlarını karşılamak için şehre giderdi. Bir gün pazardan eve dönüş yolu üzerinde, sık sık taze lor aldığı Yim Yee ve kızı Wing Tsun ile karşılaştı. On beş yaşında, saçları o günlerin adetlerine göre, evlilik yaşına geldiğini gösterecek şekilde toplanmış Wing Tsun’ un güzelliği, o yörenin kabadayısının dikkatini çekmişti. Kendisiyle evlenmesi için Wing Tsun’u zorlamaya başladı ve onun bitip tükenmeyen tehditleri hem Wing Tsun hem de babası için bir üzüntü kaynağı olmaya başladı. Ng Mui bu durumu öğrendiğinde Wing Tsun için üzüldü ve kendini savunabilmesi için dövüş tekniklerini öğretmeye karar verdi. Wing Tsun, Ng Mui’yi dağlara doğru giderken takip etti ve Kung Fu öğrenmeye başladı. Teknikler üzerinde uzmanlaşana kadar gece gündüz çalıştı.
Daha sonra kabadayıya meydan okuyan Wing Tsun, dövüş için onu düelloya davet etti ve yendi. Ng Mui, Beyaz Turna Kuşu Tapınağı’ndan ayrıldı, fakat gitmeden önce, Wing Tsun’a, Kung Fu geleneklerini tam anlamıyla onurlandırmasını, Kung Fu’sunu evliliğinden sonra da geliştirmesi gerektiğini söyledi.
Ng Mui’nin Kimliği Hakkında Farklı Hikâyeler
Ng Mui’nin gerçek kimliği, 200 yıldan fazladır Çin dövüş sanatları çevrelerinde tartışma konusudur. Kimi kaynaklar bir Ming generalinin kızı Lui Sei-Leung olduğunu söyler. Lui Sei-Leung ileri dövüş tekniklerini kullanarak Qing hanedanına suikast düzenlemiştir.
Bazı araştırmacılar ise Ng Mui’nin, Weng Tsun bölgesindeki Beyaz Turna Yumruğu geleneğinde dördüncü ya da beşinci nesil bir dövüş ustası olduğunu söylerler. 1850 öncesinde, eski San Sik geleneğini devam ettirmiş ve daha sonra onu İçsel Yılan Boks yöntemiyle birleştirip Wing Tsun sistemini yaratmıştır. Ng Mui, Beş Erik Çiçeği anlamına gelir ve bu kavram Beyaz Turna Yumruğunda yer alır.
Efsanenin Ardında Gizlenen Gerçek
Wing Tsun 400 yüz yıl önce, toplumsal hareketliliğin yüksek olduğu bir dönemde gelişmiştir. 1644’ten 1911’e kadar süren baskıcı Qing hanedanlığında direniş hareketi Budist tapınaklarda gizlenmiş ve örgütlenmiştir. Wing Tsun Müzesi’nin son dönemde yaptığı araştırmalar, Budist rahiplerin direnişçilere destek olduğu, hatta kimilerinin direnişe katıldığını ortaya koymaktadır. O dönemde devrimcilerin birbirlerini tanımak için kullandıkları şifreli el işareti, daha sonra Wing Tsun geleneğinde selamlama hareketi olarak günümüze kadar kalmıştır.
1600’lerin sonlarında Siu Lam Tapınakları’ndaki isyan hareketine ve sürekli gelişen dövüş tekniklerine karşı ajanlar gönderen hanedan liderleri teknikleri çalmak istediler. Direnişçiler bunu fark ederek yeni bir sistem geliştirmeye başladılar. Bu sistemin iki amacı vardı: İlkin hızlıca ve etkin olarak öğrenilmesi gerekiyordu. İkinci olarak mevcut tekniklere karşı daha etkili olmalıydı. Böylece Wing Tsun doğmuş oldu.
Ajanları deşifre olan hanedan direnişi bastırabilmek için bütün Siu Lam rahiplerini yok etmeye çalıştı. Bu yüzden Güney Siu Lam Tapınağı (Şaolin) yakılıp yok edildi. Bu tapınaktan kaçan direnişçilerden Cheung Ng (Tao Sao Ng olarak da bilinir) Güzel Çiçek Toplumu Birliği’ni kurmuştur. Daha sonra Kırmızı Opera adlı tiyatro topluluğuna dönüşecek olan örgüt, direnişçilerin gizlenmesi ve Wing Tsun’un yayılmasında etkili olmuştur.
O dönemde direnişçilere verilen ceza ölümdü. Üstelik bütün akrabaları da araştırılıp öldürülüyordu. Bu yüzden, hanedanın ajanlarını yanıltmak yaşamsal öneme sahipti. Dördüncü nesilden sonra yaratılan Ng Mui ve Yim Wing Tsun Efsanesi, bir sis perdesi yaratarak örgüt üyelerinin izlerini kaybettirmiştir.
Hanedanın katliamından kaçabilenler sadece efsanevi beş rahip değildi. Örgütün gizli iletişimi sayesinde birçok direnişçi rahip kaçarak geleneği devam ettirdi. Bu rahiplerden, Kuzey Şaolin tapınağından Yat Chum Dai Si ve Güney Tapınak’tan Cheung Ng, ünlü Hung Suen (Kırmızı Kayık) gezici tiyatro topluluğunu kurmuştur. Kırmızı Kayık’taki çalışmaların jimnastik çalışmalarına benzemesi, takma sahne isimleri ve yüzlerin boyanması iyi bir gizlilik sağlamıştır. Bu gruba katılan ve stili öğrenen direnişçiler, daha sonra kendi bölgelerinde örgütlenmek ve stili yaymak için ayrılırlar.
Paylaşıldıkça Gelişen Öğreti
Wing Tsun stili, Şaolin tapınağında öğretilen diğer Kung-Fu stillerden farklı olarak, bir okul sisteminde değil, kendilerini savunmak zorunda olan insanların, daha önceden edindikleri birikimleri yeni koşullarla değerlendirerek ve her öğrencinin sonunda stile yeni bir teknik eklemesiyle oluşmuştur. Yip Man’a kadar bu şekilde olgunlaşan Wing Tsun, hanedanın devrilmesinden sonra, gizli kalmasına gerek kalmadığı için daha hızlı yayılabilmiştir.
Beş Yapraklı Vahşi Erik Çiçeği
Wing Tsun’un ana simgesi olan beş yapraklı vahşi erik çiçeği, bahar geldiğinde diğer bütün çiçeklerden önce açar. Çoğu zaman karlar erimeden ortaya çıkan bu çiçekler Çin kültüründe, zayıf ve yeni doğmuş olanın (Yan) güçlünün (Yin) üstesinden gelmesini sembolize eder. Beş yaprak, geleneksel Çin kültüründen farklı olarak, dövüş sırasında gözetilmesi gereken güçleri temsil ederler. Ateş, toprak, metal, su ve tahta olarak isimlendirilen bu güçler üzerine kurulan Wing Tsun’in temel özellikleri sadelik, farkındalık ve hızlı harekettir. Wing Tsun’un sloganı “gözleri kamaştırmayan parlaklıktır”.
Wing Tsun Prensipleri
Yol Açıksa İlerle
Rakip size dokunabilecek kadar yaklaştığında, ileriye doğru düz bir çizgi üzerinde doğrudan tekme ve yumruklarla hamleler yapılmalıdır. Mıknatısın metali çekmesi gibi güç rakibe dikey bir eksende uygulamalıdır (ileriye akıcı enerji).
Yapışık Kal
Temas kurulduktan sonra kolları hiç geri çekmeden rakibin güç merkezi hattına sürekli hamleler uygulanır. Geleneksel olarak birçok sistemde yumruk atılıp bloke edilmesi durumunda yumruğun geri çekilerek diğer yumruğun atılması düşünülürken, Wing Tsun sisteminde kullanılan zincir yumruk sayesinde hamlelerin sürekli sağlanır ve bu sayede zaman kayıpları engellenerek rakibin karşı atak şansı yok edilir.
Gücü Yönlendir
Rakibinizin sizden güçlü olması durumunda, güce karşı güçle karşılık vermek yerine, gücü serbest bırakmak-yön vermek ve eş zamanlı olarak karşı atak geliştirmek suretiyle rakibimizin saldırısını kendi lehimize çevirebiliriz. Wing Tsun dersleri içerisindeki öğretilerle geliştirilen ve doğal reflekslerden farklı olan refleksler sayesinde bu prensibi hayata geçirebilir ve rakibin gücünü kendisine karşı kullanabiliriz.
Takip Et
Rakip ile ilk temasın kurulması ardından, rakibin orta hattı boyunca ileriye sürekli baskı uygulanması ve bu sayede oluşan boşlukların otomatik olarak fark edilerek akıcı olarak hamleler gerçekleştirilmesi prensibini ihtiva eder.
Odaklanma
Boş ve akıcı olan bir zihin çevreden gelen her türlü tehlikeyi algılama ve tepki verme yeteneğine sahipken, şartlanmış ve dolu bir zihin ise algılama, tepki verme ve reflekslerde azalma sonucunu doğurmaktadır. Savunma yaparken, zihnimizi karşıdaki kişinin yapacağı hamleyi düşünmek ile meşgul etmemiz durumunda, zihnimiz akıcılığını kaybedecek ve bu durumda rakibe karşı doğru tepki doğru zamanlama ile verilemeyecektir.
Zamanlama-Hız
Rakibin saldırısı karşısında zaman kaybetmeden anlık olarak uygulanacak teknik kendimizi korumamıza imkân verecektir. Yani saldırı oluşmadan veya oluşma esnasında hareket geçmek hayati önem teşkil etmektedir. Hamlemiz ne erken ne de geç kalmış olmalıdır.
Mesafe
Tehlike alanımıza girmeyen saldırı ve hamlelere karşı gereksiz karşılama ve bloklardan kaçınılmalıdır. Burada tehlike sınırı olarak düşünülen bölge, bacağımızın öne uzandığı mesafenin yarıçap olarak alınarak çizildiği bir çemberdir. Saldırının bize ulaşamayacağı bu çemberin dışında kalan saldırılara basitçe yana veya geri çekilerek sakınma yapabilir ve hemen ardından karşı atağa geçebiliriz.
Refleksler
Yukarıda bahsedilen “doğru zamanlama-hız ve mesafe” unsurları kullanılarak savunma gerçekleştirildiğinde rakip ile ilk temas kurulur. Bütün bu unsurlar bir bütün olarak doğru uygulanırsa ideal şartlarda rakibinizin hamlesi size ulaşmadan, siz ona yumruk ve tekmeleriniz ile ulaşmış olur ve etkili bir savunma gerçekleştirirsiniz. Bu durumda muhtemelen herhangi bir refleks kullanmanıza da ihtiyaç kalmayacaktır. Ancak rakibin atağı ile sizin ona karşı atağınızın eş zamanlı olarak karşılaşması durumunda refleksler devreye girecektir. Wing Tsun sisteminde refleks dediğimizde; doğuştan var olan refleksler değil, yapılan antrenman ve egzersizler ile kazanılan öğretilmiş refleksler anlaşılmalıdır. Söz konusu refleksler, Chi Sao (yapışık kollar) egzersizleri içerisinde yer alan: “Bong Sao, Taan Sao, Chum Sao ve Cao Sao” tekniklerin çalışılması ile kişiye kazandırılır. Chi Sao egzersizleri bu teknikler kullanılarak rakipten gelen etki sonucu, düşünmeksizin tepki olarak karşılık verilmesini sağlar.
Deniz Benol
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Budist Tapınaklarından Bugüne Direnişin Sporu Wing Tsun” – Deniz Benol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Şiddet Sarmalı”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kasım 1967’de devletin siyasal şiddetinin tartışıldığı ve panelistlerin arasında Hannah Arendt ve Susan Sontag’ın da bulunduğu bir panelde, Noam Chomsky, rasyonel bir devletin, şiddet eyleminin sonunda daha kötü olan yok edilmediği sürece, şiddetin meşru olmadığını savunacağını söyler.
Burada Chomsky’nin vurguladığı, eylemin meşru olmayacağı koşullardan ziyade, bu meşruluk için kötünün yaratılmasıdır. “Meşru” şiddet tekeli konumundaki devletin siyasal şiddeti kullanmasındaki en önemli neden de budur; kötü olarak adlandırdığını yok etmek.
TC devleti, “meşru” iktidarının şüpheye düştüğü zamandan bu yana, meşruluğunun kaynaklarını arttırma niyetiyle “dâhili ve harici bedhahlar” yaratmaya başlamıştır.
Doğrudan Şiddet
Devletin üst düzey kademelerinde yer alanların açıklamalarındaki şiddetle sokakta yaşanan arasında o kadar büyük bir uyum var ki. Devlet, “ürettiği şiddeti” sadece Kobanê sınırındaki sınır köylerinde, sınır dışında kullanmak üzere yaptığı provalarla hissettirmiyor. Bu şiddetin benzer biçimleri TC sınırları dâhilinde kendini belli etmekte.
Kobanê’yle dayanışma eylemlerinde 30’un üzerinde insan katledildi. Gaz bombası ve polis kurşunuyla katledilenler; özellikle Taksim-Gezi İsyan’ı sonrasındaki sürecin “devletin normaline” dönüşü için kullanılan en belirgin yöntemdi. Kobanê dayanışma eylemlerinde ortaya çıkan şiddet bunun birkaç katıydı. Özellikle TC sınırından içeriye girmek zorunda bırakılanların uğradığı şiddete, jandarmanın katlettikleri eklenince, devletin öldürmek için/ siyasal şiddetini dayatmak için neden bulmada çok da sıkıntı çekmediği ortaya bir kez daha çıktı.
Katledilen 30 kişi, sadece devletin polisi, jandarması, askeri ya da Siirt’te katledilenler gibi korucular tarafından vurulmadı. Özellikle Antep’te IŞİD yanlıları ve Hizbulkontra devredeydi. Açığa çıkarılan şiddetten nemalanmaya çalışan iktidar odakları, Kobanê’de niyetlendiği şeylere, farklı şehirlerde girişmeye başlamıştı. Üniversitelerdeki saldırılarla, şiddet politikalarını yayanları; ırkçı saldırılarla özellikle İstanbul’da ve Antep’te belirginleşen kesimler takip etti. Okyanustaki köpekbalıkları gibi kan kokusunu alan, iştahla kana doğru yüzüyordu.
Şiddet Ortamının Hazırlanması
Tayyip Erdoğan’ın “Artık polisin kalkanıyla yaşanan durumun önüne geçilemeyecek, bedeli ne olursa olsun, devlet olarak herkesin anladığı dilden konuşacağız” sözleri, devlet şiddetinin nedeni değil bir parçasıdır. Tabi ki bu, devletin cumhurbaşkanıyla, başbakanıyla, iç işleri bakanıyla, valisiyle buna benzer bir ağız yaptığı açıklamaların devlet eliyle yönlendirilen şiddette etkisi olmadığı anlamına gelmez.
Şiddet, özellikle son dönemde toplumsal iletişim araçlarıyla oldukça yükseltilerek toplumsal kesimlerin bu şiddet sarmalının içerisine girmesi istendi. Bu durum tabi ki sadece TC devletinin psikolojik politikası değildi. Küresel iletişim ağlarındaki yaygın şiddet görüntüleri, şiddetin normal kılınmasında önemli rol oynadı. Özellikle sosyal ağların hızlı ve yaygın kullanımı düşünüldüğünde, şiddetin bu ağlar üzerinden salıkverilmesinin toplum-devlet ilişkisinde etkisinin ne olacağını anlayabilmek için toplum mühendisi olmaya gerek yok.
Devlet bir yandan kolluk kuvvetleriyle “meşru şiddet” tekelini kullanarak adaletsizliklere karşı tepki verilmesinin önüne geçmeye çalışırken, toplumda bir kendiliğinden devlet kontrolü gerçekleştirebilmek için, şiddet sarmalının içerisine soktuğu (ya da içine girmeye meyilli) kesimlerin yarattığı şiddeti yönlendirmeye çalışıyor. Devletin boşluk bıraktığı alanlarda, bu yönlendirilmiş şiddetin toplumsal adaletsizliklere yönelecek tepkiyi kırmasını bekliyor. Kobanê sürecinden önce de, Suriyeli mültecilere yönelik şiddet; bu durumun ön aşaması konumunda bulunuyor. Kobanê dayanışma eylemlerine yönelik şiddetin yoğunlaştığı şehrin, Suriyelilere yönelik şiddetin yoğunlaştığı şehirle aynı olması rastlantı değil.
Kendini AKP muhalifi diye adlandıran kesimlerin, bu süreçte /faşist söylemleri AKP’ye muhalefet etmek bir kenara; devlet şiddetini besliyor. Bu nedenle artan faşist şiddetin sadece hükümetle ilişkilendirilmesinin bir mantığı yok.
Irkçı/faşist şiddetin toplumun geneline yayılıyor olma durumu, tabi ki bu şiddeti yönlendireceklerin işine yarayacak. Bu toplumsal zıtlaşma üzerinden TC sınırlarının içinde ve dışında kendi politikalarını sorgusuz sualsiz işletebileceği bir zemin bulacak siyasal iktidarın da, genel anlamıyla bölgede bu tarz bir şiddet sarmalını yaratmak isteyen küresel iktidarların da bu durumdan yararlanacağı açık.
Toplumsal Devrim Kobanê’den Yayılacak
Kobanê yaklaşık bir aydır direniyor. Direnen Kobanê meşruluğunu, bir varoluş mücadelesinden alıyor; Rojava Devrimi’nin kaçınılmaz toplumsal gerçekliğinden alıyor. Üretilmiş şiddetin ayrımındayken destek alacağımız ancak böyle bir gerçekliktir.
Kobanê’deki direnişten; Rojava Devrimi’nden korkanlar bu şiddetin üreticileridir. Kobanê ve Rojava Devrimi için dayanışmanın sınırları eritiyor oluşu, devrimin yayılacak olma korkusuyla devlet şiddete sarılmıştır. İspanya’dan Ukrayna’ya tüm toplumsal devrimlerde olduğu gibi…
The post “Devletin Şiddet Sarmalı”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hizmet Sektörü Örgütleniyor Dora Otel İşçileri Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Recep: Ben otelin mutfak bölümünde çalışıyordum. Mesai bitiminde bana sorgusuz sualsiz hiçbir neden söylenmeden “Bugün işten kovuldun, yarın buraya gelme” dendi. Sendikadan arkadaşlar gelene kadar da hiçbir açıklama yapılmadı. Otele tekrar geri döndüğümde personel müdürü polisle birlikte karşıladı beni ve ofisten dosya çaldığım yalanını söyleyerek üzerimde baskı kurmaya çalıştı. Ama ertesi akşam tekrar arayıp “Sen orada beni sinirlendirdiğin için ben öyle söyledim” dedi. Bu konuyla alakalı dava açacağım. Daha sonra asıl gerekçe olarak “telefonla çok oynadığım” şeklinde sudan bir bahane söyledi ama bunun işle alakalı hiçbir gerçekliği yok.
Salih: Ben otelde 15:00-23:00 arası çalışıyorum. Mesai bitiminde gece müdürü beni çağırıyor ve işime son verildiğini söylüyor. Gerekçesini sorduğumda bana bir işten çıkarma tebligatı verildi. Tebligatta “24 Eylül günü iş yavaşlatma eylemine katılıp basına haber verdiğimiz ve böylece otelin prestijini sarstığımız” yazıyordu. Ayrıca amirlerimize haber vermeden görev yerlerimizi terk ettiğimiz söylendi, ama aslında beni zaten departman amirim dışarı çıkartmıştı ve olaya tanık çalışanlar da var.
Turizm sektöründeki işçilerin sorunları ve çalışma koşulları; taşeronlaşma sektörde ne kadar kendini hissettiriyor?
Muhammed: Ben meslek hayatım boyunca taşeron firma çalıştırmayan herhangi bir otel görmedim. Küçük işletmelerde sigortasız ve uzun saatler çalıştırmak çok yaygındır. Büyük işletmelerde ise taşeron firmalar otellerin her çalışma alanında yüksek oranda vardır. Servisinden mutfağına, kat görevlilerinden güvenliğine, teknik servis vs. hep taşeron firmadır. Taşeron firma içerisinde çalışan insan şunu çok iyi biliyor: “Ben buraya gelip işimi yapıyorum ama yarın emeğimin karşılığını alıp alamayacağım ya da kapının önüne konup konmayacağım belli değil.”
Dora Otel’de direnişin şu anda geldiği nokta nedir? Sürecin geleceği için nasıl bir öngörüde bulunuyorsunuz? Bundan sonraki sürece dair neler düşünüyorsunuz?
Zafer: Şu ana dek 11’i sendikalı olmak üzere, toplam 13 arkadaşımız işten atıldı. Benim de bu süreçle alakalı şöyle özel bir durumum var: İşveren beni işten çıkarmadı ama mevcut direnişe destek vermemem ve içeriden bilgi sızdırmamam için beni rızam olmadan izne çıkardılar. Ama öncesinde, Muhammed’in ilk iş yavaşlatma eylemi başlattığı gün, genel müdür yardımcısı tek tek isim vererek hangi bölümden kaç kişinin “kafasının kopacağını” söyledi. Genelde işten çıkarılma gerekçeleri iş disiplinine uymamak ve bir kişi için de “tacizde bulunmak” olarak belirtildi. Ama ne ilginçtir ki bu arkadaşımız hakkındaki “taciz” iddiası ispatlanamadığı gibi, işverenin bu iddiasını çürütecek şekilde kendisine işten çıkarılırken tazminatı verildi! İşten çıkarılanlar hakkında böyle sudan bahanelerle gerekçeler üretilirken, benim hakkımda da genel müdür, genel müdür yardımcısına müşterilere kaba davrandığım şeklinde bir gerekçe üretilmesi telkininde bulunmuş. Bu telkin karşısında ise bizi işverene muhbirleyen genel müdür yardımcısı ise “o kadar uzun boylu değil!” diyerek böyle bir gerekçe üretemeyeceğini söylemiş.
Aslında işin özü, işveren kendisini her ne kadar Aydınlık okuru bir muhalif(!) olarak tanımlayıp sendikalaşmanın işçiler için bir hak olduğunu söylese de, onun asıl sıkıntısının işçilerin sendika üzerinden örgütlenmesi olduğunu çok iyi biliyoruz. Keza eylemin yapıldığı 6 Ekim sabahı çevik kuvvet amirlerine kahvaltı verirken o sırada orada bulunan bir işçi arkadaşımız, Gezi Parkı direnişi sürecinde “Buraya polisleri almayın diyen siz değil miydiniz” diyerek kendisinin nasıl bir muhalif olduğunu ortaya koymuştur.
Uzun zaman sonra turizm sektöründe yaşanan ilk örgütlü direniş olan Dora Otel sürecine Tüm Emek Sen nasıl dâhil oldu?
İbrahim Akseloğlu (Tüm Emek Sen Genel Sekreteri): Sendikamız Dora Otel’de yaklaşık 1 yıldır sendikal örgütlenme faaliyeti yürütmekteydi. Yaklaşık 54 kişinin çalıştığı ve 13 kişinin işten atılarak bir işçi kıyımının yaşandığı bu işyerinde halen üyelerimiz var. Bu anlamda sendikamızın işyerindeki örgütlülüğü olarak var olan direnişi sürdürme ve hatta ileriye taşıma potansiyeline sahibiz. Ayrıca biz sendika olarak sürecin hukuksal takibini sürdürmekteyiz.
Dora Otel’de 25 Eylül’de başlayan iş durdurma eylemiyle, otelin sektörde çok önem verilen prestijini de sarsma potansiyeli taşıdığımızı gördük. Şimdi bundan sonraki süreçte içerideki örgütlülüğümüzle bunu daha ileriye taşıyabileceğimizi biliyoruz. Çok küçük bir örnek; resepsiyonist bir arkadaşımız müşterilere otelde aksayan hizmetlerin işverenin mevcut işten çıkarma, mobbing vb. uygulamalarından kaynaklandığını söyleyerek ilgili internet sitelerine otel aleyhine bu yönde yorumlar yapmalarını istiyor. Bu da işverenin sektörde çok önem verdiği prestijini önemli ölçüde etkiliyor.
Dora Otel direnişinde bundan sonraki süreçte de daha önce de olduğu gibi gerek halen işyerinde çalışan ve faaliyet yürüten arkadaşlarımızla, gerekse de işten atılan arkadaşlarımızla öz örgütlülük ilkeleri dâhilinde ortak karar mekanizması işleteceğiz. Biz sendika olarak işçi arkadaşlarımıza “öncü sendikacılık” değil, dayanışma ve deneyim aktarımında bulunuyoruz.
Uzun yıllar sonra turizm sektöründe yaşanan bu direniş, işçilerin öz örgütlülüğüyle daha önce neredeyse bir direniş yaşanmamış bir alanda süreç başlatılabileceğini ve bu sürecin kazanıma doğru evriltilebileceğini gösterdi. Ayrıca sendika olarak kurduğumuz iletişim sonucunda Dünya Sendikalar Birliği (DSF-WFTU) işten atılan Dora Otel işçilerine destek ve dayanışma mesajı yolladı.
Tüm Emek Sen nedir, nasıl ortaya çıktı, hangi ihtiyaçtan doğdu?
İbrahim: Sermaye sınıfının yaşadığı dönemsel krize çare bulmak amacıyla hayata geçirilen 24 Ocak 1980 Kararları sonrası turizm sektörü sermayedarlar için yatırım yapılacak oldukça kârlı bir alan olarak ortaya çıktı. Sermaye sahipleri bu muazzam kârın kesintiye uğramaması doğrultusunda yılladır bu alanda her türlü örgütlenme çabasını engellemek istiyor. Bu sektörde uzun yıllardır on binlerce işçi güvencesiz, sigortasız, sendikasız olarak zor şartlarda çalıştırılıyor. Mesai saatleri oldukça belirsiz, örneğin mesaisi biten bir arkadaşa emrivaki olarak fazla mesaiye bırakılabiliyor ve bu sektörde oldukça yaygın. İki ya da üç kişinin yapabileceği işler bir kişinin üzerine yıkılıyor ve herhangi bir ücret farklılığı ödenmiyor. Turizm sektörüne baktığımızda, diğer sektörlere nazaran iş yoğunluğunun oldukça yüksek olduğunu görüyoruz.
2009 yılı sonunda spor sektöründe örgütlenmek amacıyla Spor Emekçileri Sendikası (Spor Sen) adıyla ilk kuruluş başvurumuzu gerçekleştirdik. Kuruluşumuzun başından beri savunduğumuz, barajsız, işkolları sınırlaması olmadan her işçi-emekçinin istediği sendikaya üye olabileceği “Özgür Sendikacılık” ile İş Yasası, Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası, İş Kolları Yönetmeliği gibi sermaye yanlısı yasalara karşı adım atılmasının daha bugünden koşullarını yaratmak için şimdilik ve zorunlu olarak işkolu alanında bulunan tüm sektörleri kapsayan bir örgütlenme içerisine girdik.
2013 yazında aldığımız karar sonrası aynı yılın Ekim ayında sendikal örgütlenme faaliyetimize Turizm Otel Spor Emekçileri Sendikası (Tüm Emek Sen) olarak devam kararı aldık. Tüm Emek Sen olarak hizmet sektörünün bütün alanlarında örgütlenme hedefimiz var. Sendika olarak İstanbul dışında somut çalışma anlamında Ankara ve İzmir’de örgütleniyoruz. Bu iller dışında, Antalya’da da ilişkilerimiz bulunmaktadır. Dora Otel direnişiyle birlikte sendika olarak hizmet sektöründe çok fazla olumlu geri dönüşler aldık ve almaya devam ediyoruz.
Sendikanın örgütlenme tarzı ve işleyişi nasıldır?
İbrahim: Bizim sendika olarak bu sektöre dair iki tip örgütlenme anlayışımız var. Birincisi yatay örgütlenme diye tabir ettiğimiz “alan örgütlenmesi”. Bu örgütlenme tarzına göre genellikle oteller, eğlence yerleri vb. işyerleri şehirlerin belli yerlerinde toplandığı için bu bölgelerde yatay alan örgütlenmesini baz alıyoruz. Bar, lokanta vb. işyerlerinde çok yüksek miktarda işçi çalışmadığı için, bu işyerlerinin bulunduğu (örneğin bir caddedeki kafe, bar, lokantalar) alanları örgütleyerek oranın sermayedarlarına karşı daha güçlü bir duruş sergilemek mümkün oluyor. İkinci tip örgütlenme modeline gelirsek, buna da işyeri örgütlenmesini örnek verebiliriz. Kafe, bar vb. işyerlerine nazaran tatil yörelerinde (Akdeniz, Ege gibi bölgeler) bulunan otellerde çalışan işçi sayısı çok daha fazla. Doğal olarak bu bölgelerde bulunan işyerlerinde işyeri örgütlenmesi modeli oldukça etkili oluyor.
Meydan Gazetesi olarak Dora işçilerinin direnişini dayanışma ile selamlıyor, Tüm Emek Sen’e de sınıf mücadelesindeki sendikal örgütlenme faaliyetinde başarılar diliyoruz.
Dora Otel İşçileri ve Tüm Emek Sen: Biz de Meydan Gazetesi’ne göstermiş olduğu ilgiden ve dayanışmadan ötürü teşekkür ederiz.
Röportaj: Serhat Yaşar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post Hizmet Sektörü Örgütleniyor Dora Otel İşçileri Direniyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Köleliğin Şekil Değiştirmiş Hali HİZMET SEKTÖRÜ – Serhat Yaşar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Günde 8 ila 14 saat arasında değişen bir iş yaşamında garson, komi, tezgahtar, aşçı, bulaşıkçı, çırak ve benzeri sıfatlar ile çalıştırılan hizmet sektörü işçilerinin büyük bir çoğunluğunu genç nüfus oluşturuyor. Bu genç nüfus çalıştığı süre içerisinde şef, sorumlu, patron baskısının ötesinde performans, müşteri memnuniyeti gibi sektörel sorunlar ile de karşı karşıya kalıyor. Öte yandan, günün çok büyük bir kısmını geçirdiği iş yerinde bir fabrikadan, bir atölyeden farklı olarak, gözle görülür herhangi bir üretim de gerçekleştirmiyor. Tam da bu sebepten dolayı, hizmet sektörü işçilerinin sömürülen emeği başlarda yok sayılmış; ardından görünmeyen emek olarak nitelenmeye başlanmıştır. Ancak bu, hizmet sektöründe çalışan işçilerin sömürüldüğü gerçeğini değiştirmemiştir.
Görünmez emek ve somut bir üretimin olmaması, elbette hizmet sektörü patronlarının yararınadır. Çünkü ne kadar çalışılırsa çalışılsın patronları memnun etmek imkansızdır. En azami miktarda (8 saat) çalışılan iş yerlerinde dahi “daha ne yaptın ki?”, “ hadi hadi” gibi zorlamalarla işçinin daha hızlı çalışması istenmektedir. Mesela bir restoranda en iyi garson en hızlı garsondur. Böylesi bir hızlandırma ile beraber 8 saatlik çalışma süresinde yapılan iş ise neredeyse iki katı zamanda yapılacak iş miktarındadır. Yani işçiden 4 saatte yapılacak işin en az 1 veya 2 saat içerisinden yapılması istenmektedir. Böylece 8 saatlik çalışma süresince işçi, nerdeyse 15-16 saatlik bir çalışma performansı sergilemek zorunda ve daha kötüsü neredeyse tüm hizmet sektöründe işçilerin bu denli hızlı çalışması ve böylesi bir iş yoğunluğunun olması normalleşmiş durumdadır.
Sektör içerisinde hangi alandan çalışılırsa çalışılsın bu normalleşme ile karşılaşmamak mümkün değildir; tıpkı yüzyıllar öncesinde tüm yaşamlarının sömürülmesi normalleşmiş olan, alınıp satılması dışında bir değeri olmayan köleler gibi.
Serhat Yaşar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post Köleliğin Şekil Değiştirmiş Hali HİZMET SEKTÖRÜ – Serhat Yaşar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>