The post Makinelerin Dişlilerine Sıkıştırılan ” Tahta Pabuç “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Otuz yılı aşan bir süre içerisinde kuşaktan kuşağa, kişiden kişiye aktarılan bilgi ve deneyimlerle kolektif; çok defa kapanmanın eşiğine gelse de, tarihinde bir ciddi faşist saldırı ve iki tane büyük yangın olsa da ayakta kalmayı başarabilmiştir. Bugün de, farklı yöntemlerle de olsa, anlatılan hikayedeki geleneği devam ettiriyor. Wooden Shoe duruşu, işleyiş biçimi ve yaptığı çalışmalarla, bugünkü “tüketim makineleri”nin dişlilerinin arasına tahta pabuç atıyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kolektif özyönetimle işliyor; burada çalışan herkes işleyişte aynı derecede sorumluluk alıyor ve burada bulunan herkesin işleyiş hakkında sonsuz söz hakkı bulunuyor.
Kolektifin gönüllüleri amaçlarını açıklarken şöyle diyorlar: “Wooden Shoe, gönüllü emeğe dayanan ve tamamıyla kolektif işleyen bir mekan. Biz burada, toplumsal adalet için mücadele veren anarşizmin ve diğer toplumsal hareketlerin ilkelerini somutlaştırmak için uğraş veriyoruz. Biz buradaki yerel topluluğu, radikal ve ticari olmayan yazılı, dijital ve sözlü kaynaklarla desteklemeye çalışıyoruz. Eylemsellik, örgütlenme, bilginin paylaşımı, sanat, iletişim ve anti-kapitalist mücadele için kaynakları güçlendirmek istiyoruz!”
Wooden Shoe, aslında kitapçı ve müzik market olmakla beraber, baskılı giysilerin ve çeşitli aksesuarların da satıldığı bir mekan. Aynı zamanda, çeşitli etkinliklerin gerçekleştiği, insanların buluşup tartışabildiği ve sohbet edebildiği bir sosyal merkez gibi de çalışıyor. Bir çok süreli yayına ve fanzine ev sahipliği yapan kolektifte, anarşist dokümanların yanı sıra radikal özgürlükçü diğer mücadelelerinin dokümanlarına da rastlamak mümkün.
Sonuç olarak Wooden Shoe, devrimlerini bugünden gerçekleştirmek isteyen anarşist toplulukların ve halk hareketlerinin giriştiği ekonomik ve yaşamsal çabalardan biri. Bu çabalar, umut verici olmanın ötesinde, bir tohum niteliği taşıyor. Bugünden çok önce atılan ve kabuğunu kırıp bugün Arjantin’in özyönetimli fabrikalarında, her türlü saldırıya rağmen yaşamını yeniden yapılandırmakta ısrar eden Rojava’da, Yunanistan’daki küçük bir kafede ya da Chiapas’ın köylerindeki kahve tarlalarında büyümeye devam ediyor!
Amerika’da Öz-yönetimli Kolektifler:
Amerika’da öz-yönetimle işleyen, bir çok kolektif mekan vardır. Bu mekanlar, kafeden, kitapçıya, kitapçıdan ücretsiz kliniklere kadar geniş bir yelpazeye yayılmışlardır.
Bu hareketlerin kökeni ise, 1800’lerin sonu, 1900’lerin başına, radikal işçi hareketlerinin yükseldiği döneme kadar götürülebilir. O süreçte IWW International Workers of The World – Endüstriyel İşçiler Birliği) gibi radikal ve özgürlükçü sendikalar ve işçiler arasında oldukça etkin olan Johann Most, Emma Goldman ve Alexander Berkman gibi anarşist figürlerin; “öz-yönetimci, kolektif ve yatay” örgütlenmeleri bugünkü, sosyal merkezlerin ve kolektiflerin esin kaynağı olmuş hatta bu geleneğin temellerini atmışlardır.Bugün Amerika’da aktif olan anarşist Kolektif ve Sosyal merkezlerden bazıları şunlardır: A – Space, Bluestocking, Boxcar Books, Firestorm Cafe&Books, International Books, Lucy Parson’s Center ve Red Emma’s Bookstore & Coffeehouse…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Makinelerin Dişlilerine Sıkıştırılan ” Tahta Pabuç “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap: Sinema ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Ey şairler, ressamlar, heykeltraşlar, müzisyenler bize katılın! Kalemini, fırçanı ve fikirlerini devrimin hizmetine sun! Halkın ona zulmedenlere karşı onurlu mücadelesinde emeğinle gençliğimizin yüreğinde bir ateş yak.”
P. A. Kropotkin
Ocak 2015’te Agora Kitaplığı, Amerika’da College of Staten Island adlı okulda sinema dersleri veren akademisyen Richard Porton’un “Sinema ve Anarşizm” adlı kitabını, Osman Akınhay’ın türkçesiyle bastı.
“Anarşizm ve Sinema: Temsil ve Kendini Temsil Etme”, “Sinema, Anarşizm ve Devrim: Kahramanlar, Şehirler ve Ütopyacı Anlar”, “‘Çalışmaya İsyan Etme’ye Karşı Anarko-Sendikalizm”, “Sinema ve Anarşist Pedagoji”, “Yakalanması Zor Anarşist Estetik”. olmak üzere beş bölümden oluşan kitaptaki bölümler iç bütünlüğe sahip oldukları için, ayrı ayrı da okunabilir.
Sinema ve Anarşizm; anarşist felsefenin, anarşizm tarihinin ve bir düşünce olarak gündemleştirdiği bazı tartışma konularının, sinema sanatıyla gerçekleştirdiği etkileşim ile anarşist düşüncenin pratiğinin işlendiği belli başlı filmleri inceliyor. Griffith ile René Clair’in erken dönem sinemalarından Godard, Lina Wertmüller, Lizzie Borden ve Ken Loach’ın filmlerine kadar sinemada çizilen anarşizm portrelerini irdelerken; “Aşk ve Anarşi Üzerine Bir Film”, “Hal ve Gidiş Sıfır”, “Her Şey Yolunda”, “Ülke ve Özgürlük” gibi klasik filmlere dair yorumları ve eleştirileri ele alıyor.
Ayrıca Bakunin, Kropotkin ve Emma Goldman’dan Murray Bookchin’e, Paris Komünü’nü saran tarihsel mirastan İspanya Devrimi’nin anarko-sendikalistlerine ve 1968’in öfkelilerine kadar farklı anarşist geleneklere dair, sinema üzerinden bütünlüklü bir panorama çiziyor.
Kitap, anarşist sinemacıların, yönetmenlerin çektiği filmlerin konusunun yanında; deyim yerindeyse kamera kullanımından diyaloglarına, karakter seçimlerinden çekildiği mekanlara kadar anarşist bir süreç pratiklermişçesine üretilmesini, bunun deneyimlenmesini de aktarıyor.
Anarşizmi toplumsallaştırma sürecinde bu yolu aydınlatacak sinema dahil sanat yaratımlarının oluşması, bu toplumsallaşmadan sonra yaratılacak ürünlerle ilgili tartışmaları da beraberinde getirecektir. Tabi ki burada ortaya çıkarılan beyin fırtınası bir tanımı kavramlaştıracak güce sahip değildir, zaman geçtikçe izleyeceğimiz filmler, geliştirilecek yeni perspektifler alanın kendini gerçeklerken karakterize etmesini sağlayacak ve aslında kendi sürecini kendi dinamiklerine uygun bir şekilde kuracaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap: Sinema ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Osmanlı’da Anarşizm(2) – Osmanlı Döneminde Bulgar Ve Ermeni Hareketlerinde Anarşizm Etkisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Aynı imparatorluğun farklı coğrafyalarındaki bu iki hareketin birbiriyle nasıl ilişkide olduğunu, dönemin ses getiren olayları Yıldız Suikastı, Osmanlı Bankası’nın Bombalanması, Selanik Bombalamaları gibi olayların çok da bilinmeyen yanlarını farklı bir açıdan ele almaya çalışıyoruz. Özellikle ilk yazıda yararlandığımız kaynakların başında yakın zamanda Tarih Vakfı Yayınları’ndan çıkmış İlkay Yılmaz’ın Serseri, Anarşist ve Fesadın Peşinde kitabı geliyor. Kitap, dönemi ve olayları oldukça devletçi bir üslupla ele alıyor olmasına rağmen, kitabın kaynakça kısmından ulaşabildiğimiz metinler, öte yandan kitap içerisinde yer verilen kişiler, mekanlar ve olaylar daha detaylı bir araştırma yapmak adına bir kılavuz niteliği taşıyor.
Bu bölümde yer verdiğimiz ikinci yazı, Bulgaristan Anarşist Federasyonu’ndan Zlatko F.’nin yazısı. Yaşadığımız coğrafyada köklerini aramaya giriştiğimiz anarşizmin enternasyonel karakterini anlamak adına önem taşıyan bu yazı, hareketin bütüncüllüğünü anlamak adına önem taşıyor. Osmanlıcılık-yeni osmanlıcılık tartışmaların gündemde giderek daha fazla yer ettiği, mevcut iktidarın imparatorluk mazisiyle taktis etmeye çalıştığı şu günlerde yazı dizimizin giderek daha anlamlı hale geldiğini düşünerek sizlerle paylaşıyoruz.
28 Nisan 1903’te Selanik Limanı’ndaki gemiler Selanik Olayları’nda katledilen Bulgar halkıyla dayanışmak için patlatıldı.
Balkan halklarının, devletlerin (imparatorlukların) katliamlarına ve sömürü aygıtlarına karşı kendi koşullarında geliştirdiği mücadele yöntemlerini değerlendirirken yine aynı dönemde etkileşimde olduğu diğer coğrafyalardaki hareketlilikleri de göz önünde bulundurmak gerekir. Özellikle Bakunin’in halkların özgürlük mücadelesi fikirlerinin ve Slavlara Çağrı metninin Bulgarcaya çevrilmesi ile Slav halklarında, yönetimi altında bulundukları imparatorluklara karşı bir hareketlenme başlamıştır. Bu hareketlenmenin en büyük yansımalarından biri olan İç Makedonya Devrimci Örgütü (IMRO) 1893’te bağımsız bir Makedonya Federasyonu oluşturma amacıyla kurulmuş ve Bulgaristan, Sırbistan ve Trakya’dan da devrimcilerin içinde yer aldığı Cenevre grubu ile de çok yakın ilişki kurmuştur.
İlerleyen yıllarda Bakunin’in “eylemle propaganda” fikri ile ilgili metinlerin Bulgarcaya çevrildiği ve Balkan halklarının mücadelesinde oluşan yaratıcı yöntemlerin gelişmesinde anarşizmin önemli bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Bu dönemde Paraskev Stoyanov isimli bir cerrahın, öğrencilik yıllarında anarşizme ilgi duymasıyla birlikte Pyotr Kropotkin ve Errico Malatesta gibi anarşistlerle tanışarak birçok metni ve bildiriyi Bulgarcaya çevirdiği, Balkanlarda ve IMRO’da aktif mücadele ettiği bilinmektedir. 1895 yılında gerçekleşen IMRO’nun örgütlediği Melnik Ayaklanması’nda Osmanlı Devletinin ayaklanmayı önceden öğrenip hazırlık yapması nedeniyle ayaklanma başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bu gelişmelerin ardından örgüt isim değiştirerek Makedonya-Edirne Devrimci İç Örgütü adını alır. IMRO anarşist bir örgütlenme olan Selanikli Gemiciler ile toplantılar yaptığı ve birlikte gerçekleştirecekleri birçok eylemin kararı alır. Devletin yoğunlaşan saldırılarına karşı Selanik’te Gemiciler’le birlikte eylemler organize edilir. Nitekim 6 Mayıs 1904’de devlet tarafından ortaya atılan, Bulgarların camileri havaya uçurduğu söylentileri ile Bulgarlara yönelik bir kıyım başlar. Kıyıma karşı, Makedonya-Edirne Devrimci İç Örgütü 2 Ağustos 1903’te İlinden İsyanı’nı başlatır. Bu ayaklanma, Manastır’dan, Edirne ve Selanik’in bazı köylerine sıçrar ve Osmanlı devletinin isyanı bastırmasıyla 2.000 kişinin katledildiği bir başka kıyıma dönüşür. Ayrıca Osmanlı, ayaklanmayı bastırmak için çeşitli bölgelerden birlikler getirir ve özel yetkili mahkemeler oluşturur.
Balkanlardaki devrim hareketleri bu coğrafyadaki tek örnek değildi. Osmanlı devletinin ağır vergileri, baskı ve katliam politikaları Balkanlarda olduğu gibi coğrafyanın dört bir yanında da isyanlar ve ayaklanmalarla cevap bulmaktaydı. Balkanlarda bunlar yaşanırken Anadolu ve Kafkaslarda ise Ermeni halkı devlet zulmüne karşı örgütlenerek mücadele ettiğini görüyoruz. Bu dönemde maruz kaldıkları ağır sömürü politikaları sonucu Ermeniler, dönemin en ucuz iş güçlerinden biri haline dönüştüğünü ve yaşam alanlarını bırakıp İstanbul, Batum, Avrupa hatta Amerika gibi uzak coğrafyalara işçi olarak göç etmek zorunda kaldığını söyleyebiliriz. Anarşizmin Avrupa’da büyük bir etkiye sahip olduğunu görebildiğimiz bu dönemde “eylemle propaganda”nın Ermeni hareketini ve örgütlerini de etkilediği düşünülmektedir. Anadolu’da anarşizmden ilk etkilenen ve kendilerini anarşist olarak adlandıran ilk örgütlenmenin ise Pavlusçular (Bağvikyanlar) olduğu söylenmektedir. Anadolu ve Kafkaslardaki anarşist mücadelelerden bahsederken, yaşamı boyunca verdiği aktif anarşist mücadele ve anarşizmin Ermeniler arasında yayılmasında büyük etki sahibi olduğu söylenen Alexander Atabekyan’dan bahsetmeden geçemeyiz. A. Atabekyan, anarşizm ile tıp eğitimi için taşındığı Cenevre’de tanıştığı bilinmektedir. Pyotr Kropotkinin 1885 yılında, Reclus tarafından derlenen ‘’bir asinin sözleri’’ adlı yayını 1890 yılında Atabekyan’ın eline geçmiş ve onun düşünsel dünyasını derinden etkilediği ve ilk tanıştığı anarşistler olan Errico Malatesta, Merlino, Galeani ve Ettore Molinar gibi isimler ile kurduğu ilişkilerin aktif bir mücadeleyi benimsemesini sağladığı söylenebilir. Aynı tarihte (1890) büyük Paris 1 Mayısı’ndan sonra Cenevre’de birçok anarşistle ilişkilenmiştir. Ayrıca uzun süre Kropotkin ile mektuplaştığından bu yolla P. Kropotkin’in, A. Atabekyan’ın anarşist kimliğinin gelişmesinde önemli isimlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Aynı dönemde Max Netlau ve P.Stoyanov gibi isimlerle ile mektuplaştığı da söylenmektedir. 1891 yıllarında anarşist yayınları Ermeniceye çevirerek, Ermeniler arasında yayınlamaya başlamış, yine aynı yıl Kropotkin ile ilk kez Londra’da buluşmuştur. Bu buluşmadan sonra ise Güney Rusya’da varlık göstermeye başlayan anarşist hareketlere gönderilecek Rusça bildirilerin basım ve ulaştırma faaliyetlerini de üstlendiği bilinmektedir. Bu yıllarda Ermenilere yönelik yaptığı çalışmaları da hızlanmıştır. Ermeni göçmenler arasında broşür ve bildiriler dağıtması, Anadolu halklarında ve Ermeni Devrimci Federasyonu içinde anarşizm konusunda büyük etki uyandırdığını düşündürmektedir. Bu dönemde Paris’ten sınır dışı edilen P. Stayanov’un Bulgaristan’a taşınmasıyla, gerek Atabekyan’ın çevirdiği yayınları Anadolu’ya ulaşması, gerek Bulgaristan’a gelen genç anarşistlerle çalışmalar yapması hasebiyle Ermeni anarşizminde dayanışma alanında pay sahibi bir isim olduğunu söylenmektedir.
Özellikle Ermeni hareketleri arasında ön plana çıkan Ermeni Devrimci Federasyonu içinde anarşistler ve liberterlerin yer almasında yaptığı çeviriler ve dağıtımını üstlendiği bildirilerle etkili olan önemli isimlerden biri olarak karşımıza çıkan Atabekyansa, bir diğer isim ise federasyonun kurucularından olan Krisdopar Mikaelyan’dır. Kendini Bakunin yanlısı olarak nitelendiren, eylemle propaganda ve öz yönetim kavramlarını savunduğu açıkça anlaşılan Mikaelyan, 1905 yılında Yıldız Suikastı öncesinde, test edilirken patlayan bir bomba yüzünden hayatını kaybetmiştir ve bu kaza nedeniyle de ertesi gün gerçekleştirilen eylem başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Atabekyan, 1895 yılında çevirilerini yaptığı ve dağıttığı Rusça makalelerini yaymak için Hamanykh (komün) adlı yayını basmaya başladı. Dergide Rusçadan çevirdiği bildirilerin, Avrupa’daki anarşistlerin makalelerinin yanı sıra Osmanlı Devleti’nin Ermenilere yönelik uyguladığı katliam politikaları, Anadolu ve Kafkasya’daki Ermenilerin yaşadığı sorunlar ve Ermeni devrimci hareketleri hakkında yazıların olması nedeniyle Ermeni halkı arasında ciddi bir okuyucu kitlesine sahip olmuştur.
İsyanlar büyüdükçe Osmanlı Devleti de Ermeni hareketlerine ve anarşistlere karşı olan baskısını arttırdığı ve coğrafyanın sert bir hal aldığı bilinmektedir. Osmanlı isyanlara hem karşı güç kullanmış hem de Roma Konferansı’nın da etkisiyle Ermeni devrimci hareketlerine ve özellikle Ermeni anarşistlere karşı anti propaganda yapmıştır. Burjuva ve koltuk sahibi Ermenilerden oluşan bir Ermeni cemiyeti kurulup bu yolla Ermenilerin refah içinde ve isyandan uzak yaşadıkları yönünde propaganda yapıldığı bilinmektedir. Devrimci örgütlenmeler için ise İç Makedonya Devrimci Örgütü’ne yaptığı gibi fişleme çalışmaları yürütülmüştür. Bunların yanında anarşizm, şiddet ve düzensizlik ile özdeşleştirilip karalama devam etmiştir.
Bir yandan ise saldırılar devam etmiş ve 1893-1895 yılları arasında Ermenilere karşı Sason, Samsun, Zeytun gibi bölgelerde büyük katliamlar gerçekleştirmiş yani Osmanlı Devleti’nin Ermenilere karşı tutunduğu katliam geleneği sürekli hale gelmiştir. Ermeni devrimci hareketlerinin ise bu zulme karşı büyük isyanlar ve eylemler organize ettiği ve hızlı bir dönem başlattığı bilinmektedir. İlk olarak Taşnaksutyun’un 1895‘te Sason’da katliama karşı silahlı direniş başlattığını, ilerleyen yıllarda ise katliamlara karşı direniş ve isyanların devam ettiğini söyleyebiliriz. Bir sene sonra da Van ayaklanmasını başlatması ile eylemlerin giderek büyüdüğü görülmektedir. Bu dönemde Osmanlı Devleti’nin halk isyanlarını bastırmak için yaptığı kanlı saldırılar Ermeni devrimcileri yıldıramamış, Rusya ve Osmanlı Devletine karşı isyan hareketleri giderek büyütmüştür. 1896’da ise 26 Ermeni eylemcinin İstanbul’da Osmanlı Merkez Bankası binasına gelerek güvenlikle çatışması sonucu bankayı işgal etmesi, sağ kalan 17 eylemcinin önce banka müdürünün yatıyla denize açılması ve daha sonra bir Fransız vapuru ile Marsilya’ya kaçması yönünde bilgiler bulunmaktadır. Taşnak gerillalarının 1893 yıllarından 1914’lü yıllara dek hız kesmeden devlet zulmüne karşı direndiği ve 1912 Van’ın Ermeni asıllı belediye başkanına yaptığı suikastı gibi birçok silahlı eylem daha gerçekleştirdiği, öte yandan Hınçakların ise Kumkapı İsyanı ve Bab-ı Ali İsyanı gibi isyanların örgütlenmelerinde rol aldığı bilinmektedir.
Ermeni devrimci hareketleri coğrafyanın dört bir yanında olduğu gibi devletin imha ve sömürü politikalarına karşı büyük bir direniş göstermiştir. Dünyanın her yerinde olduğu gibi yaşadığımız coğrafyada da devletin katliam ve sömürü geleneği sürekli var olmuştur. Her zaman olduğu gibi Balkanlardan Anadolu’ya bu topraklarda yaşayan halklar zulme karşı boyun eğmemiş ve tarih boyunca her zaman örgütlenmiş ve mücadele etmiştir. Bitmeyen halkın bitmeyen özgürlük mücadelesi, temel dayanak noktası “Halkların Özgürlük Mücadelesi” ve “Eylemle Propaganda” olan, anarşizmin doğrudan etkisiyle kendi coğrafyasında ve kendi özgül koşullarında tüm yaratıcılığıyla kendi geleneğini de bünyesinde barındırarak, örgütlü, devrimci ve iktidarın bütün yeni biçimlerine karşı kalıcı faaliyetlerde ve söylemlerde bulunarak anarşizmin en önemli özelliğini yansıtmıştır.
Kaynakça için www.meydan1.org’a bakınız.
Miraç Bilge & Okan Özduman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Osmanlı’da Anarşizm(2) – Osmanlı Döneminde Bulgar Ve Ermeni Hareketlerinde Anarşizm Etkisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Osmanlı Döneminde Bulgaristan’daki Anarşistler” – Zlatko F. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu topraklarda devlet gücü iyice yerleştikten sonra, ezilenlerin mücadelesi çoğunlukla dini tarikatlar biçiminde olmuştur. Bunların en güçlüsü olan Bogomilizm; yasaları, vergileri, devleti ve dini otoriteyi reddetmesiyle anarşist düşünceye yakın düşer.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise, ezilenlerin toplumsal mücadelesi hajduk (haydut) gruplar biçimini almıştır. Bunların çoğu, eşkıya olsalar da, yoksul halkla iyi ilişkilenmiş ve takdir edilmişlerdir.
Hajduklar, adalet ve özgürlük savaşçıları olarak o kadar ün kazanmışlardır ki, Bulgar “rönesansı” döneminde (19. yüzyılın ikinci yarısında), milliyetçi hareketin eğitimli özgürlük savaşçıları için bir model ve örnek olmuşlardır. Bütün baskıların öyle ya da böyle İmparatorluk eliyle gerçekleştirildiği bu zamanlarda, İmparatorluğu yok etmekle, Bulgar halkı adına bağımsız bir ulusal devlet kurmak arasındaki farkı anlayan çok insan yoktu. Yine de özgürlük savaşçılarının hareketi içinde Balkan Halkının Federasyonu için, hatta devletsiz bir toplum kurulması için, güçlü bir eğilim vardı.
Bulgaristan’daki devrimcilerin ve uluslararası örgütlü anarşizmin ilk teması 1869 Nisanında oldu. “Genç Bulgaristan” örgütünden iki temsilci, Cenevre’de Mikhail Bakunin ve Sergey Neçhaev’le buluştular. Aynı yıl Bakunin, dergisinde “Bulgar Devrimi İçin Bir Taslak” yazdı; Neçhaev de “Kolokol” dergisinde, Türk ve Romanya devletlerine karşı Bulgar özgürlük davasını desteklediğini belirtti; Romanya’da bulunan Bulgaristanlı devrimcilerle ve özellikle, Neçhaev’in “Devrimcinin El Kitabı”nı dağıttığı için birkaç ay boyunca tutsak edilen Hristo Botev’le kalıcı bir ilişki kurdu. Nikolay Meledin ve Nikolai Sudzilovsky gibi Rusya’da bulunan başka anarşistler de Bulgaristan’daki devrimcilere yabancı değildir, ama bunlar resmi Bulgar tarihinde geniş ölçüde görmezden gelinir.
Bağımsız Bulgar krallığının (1880’lerde) kurulmasının hemen ardından, ideolojik olarak modern anarşizme çok yakın olan “Pauperlikers” adında özgür bir toplumsal hareket ortaya çıkmıştır. Çoğunlukla güncel metinlerin Bulgarcaya çevirilerini yapmışlardır. Hareket, 15 yıl içinde kapitalist toplum ve yerel Marksist parti liderlerinin cadı kazanında erimiştir.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Bulgaristan halkı için en popüler politik mesele Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında kalanların kurtarılmasıdır. Bu yüzden (1890’ların sonunda) oluşan ilk anarşist çevreler daha çok bu meseleye yoğunlaşmışlardır.
Bugün, bunların en bilineni “Tayfalar”dır. Cenevre’de Bulgarca anarşist metinler yayınlayıp dağıtan küçük bir öğrenci grubu olan “Cenevre Atölyesi”nden başlamış; Bulgaristan’a dönmeleriyle birlikte daha geniş bir grup oluşturarak kendilerine “Gemiciler” adını vermişlerdir. Grubun faaliyetlerinin çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na karşı olmuştur. En büyük eylemleri II. Abdülhamit’e karşı suikast girişimi, İstanbul’daki Osmanlı Bankası’nı bombalama girişimi ve başarıya ulaşan, Selanik’teki Osmanlı Bankası’nın bombalanmasıdır (1 Mayıs 1903). Bu eylemler, İmparatorluğun içindeki Batı kapitaline yöneliktir, yani İmparatorluğun kendisine.
“Gemiciler”in fedakar ve yürekli eylemleri, özellikle Bulgaristan’da, örgütlü özgürlük hareketleri üzerinde anarşist düşüncenin etkili olmasını sağladı. Fakat aynı yılın sonunda gerçekleşen Ilinden-Preobrazhenie Ayaklanması’nı hazırlayan süreçte yer alan başka yüzlerce anarşist vardır. Ayaklanma ile birlikte bir toplumsal devrimin yaşandığı Stranca’da halkı örgütleyen Mihail Gerdzhikov, önemli bir anarşist ve (örgütün öncülü) FAKB’nin kurucularındandır. Ayaklanmayı örgütleyenlerin, katılanların, ünlü şarkılarda anılanların çoğu iyi bilinen anarşistlerdir ama bunlar sonradan, insanların kendi tarihinin bilgisi tümüyle devlet propagandası egemenliğine girmeye başladığında, rahatça unutulmuştur.
Balkan Savaşları’ndan sonra Bulgaristan sınırları dışındaki Bulgaristan halkının özgürleştirilmesi davası tamamen devlet propagandasına ve devlet-güdümündeki hareketlere dönüşmüştür. Anarşist hareket de faaliyetlerini sınırların içindeki mücadeleye ve Bulgaristan devletine karşı yönlendirmiştir. Bu yıllar, gittikçe yayılan devlete karşı harekete geçmenin birçok insana doğal geldiği, hareketin en güçlü yıllarıdır. Fakat bu başka bir hikaye.
Zlatko F.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Osmanlı Döneminde Bulgaristan’daki Anarşistler” – Zlatko F. appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (13): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür- Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan gazetesinin Anarşist Ekonomi Tartışmaları dizisine, Kuzey Amerika IWW üyesi, Scott Nappalos’un yazısıyla devam ediyoruz. Yazının odağında güncelliğini koruyan bir tartışma olan teorinin pratikte somutlaşması ve teorinin pratikten üretilmesi yer alıyor. Yazı aynı zamanda birçok anarşist komünist ekonomi deneyiminden örnekleri dönemlerinin politik bağlamı içerisinde ele alarak güçlü bir perspektif sunuyor. Uzunluğu nedeniyle iki bölümde yayınlayacağımız yazı, libcom’un dışında birçok uluslararası anarşist sitede yayınlanmış olma ve daha önceki yazı dizilerimizde içerisinden yazılarına yer verdiğimiz The Accumulation of Freedom: Writings on Anarchist Economics kitabındaki bölümlerden biri olma niteliği taşıyor.
Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi
Sınıf ilişkileri günümüz toplumlarının çekirdeğini oluşturur. Birbirine kenetlenmiş, kapitalist-devlet güç ilişkileri ağı toplumlarda her seviyede bulunur ve sınıf sömürüsüyle yeniden üretilir. Sınıf sömürüsünün ortadan kaldırılması, gelecekteki herhangi bir toplumcu ekonominin temelini oluşturur. Bu tür bir ekonomi ile birlikte herkes ve her toplum kendi kendine, kapasitesinin tümünü geliştirebilecektir. Sınıf, bütün özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerinde insanlık olarak olanaklarımızı geliştirmemizi engellemiştir. Sınıf, karşı-devrimlerin temelini hazırlamış ve daha da tehlikelisi, eski aktörler, yani kapitalistler kaçıp ortadan kaybolduklarında bile kapitalizmin sınıf ilişkilerini yeniden üretmesini sağlamıştır. Yeni sınıflar yükselip eskilerinin yerini alırlar. Böylelikle sınıfın tümüyle yok edilmemesi, özelikle eski Sovyet ülkelerinde ve çeşitli ulusal kurtuluş mücadelelerinde insanlığın en kötü trajedilerine yol açmıştır.
Sınıf sömürüsünü yok etmeye çalışan herhangi bir insan grubu bir problemle karşılaşır: Başka bir ekonomik faaliyet biçimi nasıl mümkün olabilir? Bunun basit bir cevabı kapitalizmin ezelden beri var olmadığıdır. Kapitalizm, birkaç yüzyıl önce Batı Avrupa’dan başlayıp tüm dünyada egemen hale gelene kadar yayılmış ve geçtiği yollarda ekolojik ve insani katliamlar yapmış olsa da, insanlık tarihinde gerçekten marjinal bir ekonomik örgütlenme biçimidir. Tabii istediğimiz sadece farklı bir ekonomi değil, zorbalık, eşitsizlik, israf yaratmayan ve yoksunlaştırmayan, daha iyi bir ekonomi.
Özgürlükçü komünizm böyle bir imkan yaratabilir, ama öncelikle bir itiraz yapmak gerekir: Sözde “komünist ülkelerin” hiçbirinin komünizme benzer bir tarafı yoktu. Hepsinin işçisi, müdürü, ücret sistemi olan sınıf sistemleri vardı. İşçilerin iş ve ürünler üzerine hiçbir sözü ya da hakkı yoktu. Bu yüzden bu ülkeler, ücretli emeğin kaldırıldığı demokratik bir toplumdan ziyade kapitalizmi andırıyordu.
Benzer şekilde, bugün adları komünizmle anılan birçok insan, komünizmi kendi itirazlarıyla birlikte savunmuşlardır. Marx, Lenin ve takipçilerinin çoğu komünizmi alt ve üst aşamalarına ayırmış, devrim yayıldıkça ve proleter devlet küçüldükçe alt aşamadan üst aşamaya geçileceğini savunmuşlardır. Birçok Marksist bu alt aşamanın sosyalizm olduğunu düşünürler. Bu nedenle ana akım Markist teori devrim-sonrası toplum meselesini ele aldığında, her seferinde vurgulanan komünizm öncesi alt aşamadır. Marx’ın bir geçiş dönemi olarak tanımladığı alt aşama, onu doğuran kapitalist toplumun bazı özelliklerini taşır. Örneğin bir kolektivist ücret sistemi içinde çalışmak zorunludur. Bu ücret sistemi emek karnesi ya da başka şekillerde olabilir. Bu yüzden de Marksist komünist ekonomik literatürün çoğu gerçekte komünizm değil kolektivist ekonomi hakkındadır. Marx külliyatından birkaç açıklayıcı yorum dışında üst aşama komünizm tartışması devrim sonrası işçi sınıfına bırakılmıştır.
Fakat özgürlükçü komünist ekonominin birkaç tanımlayıcı özelliği vardır:
Özgürlükçü komünist ekonominin temel özellikleri, kuralcı ekonomiler ile karşılaştırıldığında onu güçsüz gösterebilir. Kuralcı ekonomiler, bazı temel değerlere dayanan kapitalizm-sonrası bir ekonomik sistem vizyonu çabasına girişir. Ancak fikirlerin ve vizyonun, somut pratikler ve mücadelelerle ilişkili olması gerekir. Tarihsel olarak, anarşist komünistler sınıfsız toplum meselesini ele almışlar, problemi somut olarak çözmek için mücadele içinde sıradan insanların liderliğini ve yenilikçiliğini kabul etmişler ve bu süreçten güçlenerek çıkmışlardır. Kuralcı ekonomi üzerine çalışmaların az olmasının nedeni kısmen, anarşizm ve özgürlükçü komünizm içinde somut pratiğe bağlılıktır.
Özgürlükçü komünist ekonomi kuralları, hem işçi ve halk sınıflarının mücadele içindeki deneyimlerine dayanır, hem de bu yoldaki stratejiyi içerir. En parlak düşünceler de zaten yoğun sınıf mücadelesinin verildiği dönemlerde ortaya çıkmıştır. Kropotkin, Berkman, Bordiga, De Jaques, CNT ve Cafiero, hepsi de katıldıkları devrimci hareketlerin güçlü ve zayıf yanlarını tartışarak kuralcı ekonominin önemli meselelerini ele alırlar. Bu tartışmalara ulaşmak konusunda İngilizce konuşanların dünyası için tanıdık bir zorluk vardır. Özgürlükçü komünist gelenekte kuralcı ekonomilerin büyük çoğunluğu Slavca, Romence ve Doğu Asya dilleri konuşulan bölgelerden çıkmıştır. Yakın zamana kadar bu metinlerin çok azı çevrilmiştir. Birçoğunun baskısı yoktur ya da sadece kolay bulunamayan dergilerde yayınlanmıştır.
Bazıları, Bordiga gibi İngilizcede neredeyse hiç yoktur ve genelde sadece İtalyanca, Fransızca ve kısmen İspanyolca’dan okunabilir. Özgürlükçü komünizmin dünya çapında yeniden doğuşu yolunda bu metinlerin çalışılması, çevirisi ve tartışması önemlidir.
Yaşanan Özgürlükçü Komünizm
Deneyimlerimiz İspanya devrimi gibi bölgesel ya da geçici deneyimlerle sınırlıdır: 1956 Macar işçi konseyleri, İsrail Kibbutizm, Makhnovchina döneminde Ukraynalı komünler; ve otonom Zapatista toplulukları, Arjantin’de 2001 ekonomik çöküşü sırasındaki fabrika işgalleri, Şili’de Allende hükümetinin kamulaştırmalarına karşı gelen işçiler gibi güncel özgürlükçü girişimler; ve açık kaynak kodlu yazılımlar, kütüphaneler, işgal evleri ve işgal edilip kolektifleştirilmiş sağlık ve eğitim gibi daha sınırlı uygulamalar. Paris Komününden beri hem özgürlükçü hem otoriter sosyalistler, devrimci dönemlerde yaşananlardan geleceğe dair öngörüler yapmışlardır. Bakunin ve Marx, Paris Komünü üzerine önemli ölçüde çalışmışlar ve o dönemin devrimci düşüncesinde yön değişikliğine neden olmuşlardır. Amacımız burada böyle bir çalışma yapmak değil ama bu faydalı tarihsel çalışmaları kısmen tekrar edeceğiz. Bu deneyimler, devrim-sonrası toplum hakkında kesin yargılara varmaya yetmese de bazı genel sonuçlara varabiliriz. Anarşizmin tohumlarının bir eylem bütününde yaşandığını görmek, gelecekte bir toplumun bugünkü baskı ve sömürünün ötesine geçebileceğini kanıtlar.
Tüm dünyada süren köylü mücadelelerinde kolektif üretim ve paylaşımın örnekleri görülebilir. 1905 Rus Devrimi sırasında Gürcistan’da, anarşist komünist köylüler toprakları ele geçirmiş ve ücretsiz üretilenleri parasız paylaştıkları bir komün yaratmışlardır. Bir benzeri kısa süre sonra Ukrayna’da yaşanmış, köylü ve işçi konseyleri bölgede bir anarşist komünist ekonomi oluşturmuşlardır. Bu ekonomi, Bolşevik ordular bölgeyi kuşatıp yok edene kadar sürmüştür. Meksika devrimi sırasında Emiliano Zapata’nın direnişiyle örgütlenen ve ayaklanan yerli topluluklar da toprağı komün olarak kullanmışlardır. Yerli geleneğinin bir parçası olan toprağın komün olarak kullanılması, silahlanan halk tarafından yayılmıştır.
I. Dünya Savaşı sonrasında İtalya’da işçi sınıfı direnişleri patlamıştır. İşçiler ekonomik baskılara karşı bağımsız militan sendikalar, anarko-sendikalist USI ve işçi meclisleri ile birlikte mücadele ettiler. Direniş en üst seviyesine ulaştığında genel grevler, fabrika işgallerini ve komün tarzı üretimi onaylayan işçi meclislerine yol açtı ve bastırılana kadar devam etti. Örneğin demiryolları sendikası, İtalya’da 1919-1920 arasındaki dönemde militan ve anarşistlerin etkisindeki sendikalardan biriydi. Demiryolları sendikası işgalleri ve işçi meclislerini destekledi ve meclisleri ezmek için gönderilen askerleri taşımayı reddetti. Sendika daha sonra bu direnişi işgalden komünist üretime doğru genişletti.
Demiryolları sendikası İtalya’daki bütün işgalleri destekleyen bir pozisyona gelirken, demiryolu işçileri yük vagonlarıyla işgal fabrikaları arasında yakıt ve hammadde taşımaya başladı. Bu faaliyet sayesinde işçiler üretime devam edebildi.
1956’da Macaristan’da, Stalin’in ölümünden sonra Sovyet Bloğu çapında işçi direnişleri ve SSCB baskısı devam ederken öğrencilerin ve gizli sol grupların başlattığı protestolar vahşice bastırılınca genel bir isyan dalgası yükseldi. İşçiler kısa süre içinde bir işçi meclisleri sistemi yaratarak ekonomiyi kolektif olarak idare etmeye başladılar, komünist partiyi fiilen feshettiler ve devrimin savunulması için askeri meclisler oluşturdular. İşçiler mücadeleyi askeri bir savaşın ötesine taşıdılar, üretimi durdurup ekonomiyi toplumun ihtiyaçları doğrultusunda çalıştırdılar. Devrimci durumlar belirsizlikler ve çelişkilerle dolu olsa da, Macaristan’da ayaklanan işçilerin üretimi ve paylaşımı yeniden örgütlediği deneyimlerde komünist ekonominin cevherini görebiliriz.
Köylüler ve tarım işçileri örgütlenerek şehirlerdeki işçilere yiyecek gönderdiler. Kolkhoz (devlet tarlaları) müdürlerini kovdular. Bazı bölgelerde toprağı tekrar dağıttılar, bazılarında ise kolektiflerin idaresini kendi ellerine aldılar.
İşçiler kolektif olarak idare edilen endüstrilerde üretmeye devam ederken paylaşım birçok yerde komünist temelde yürütülüyordu. Bunun temelinde mücadele içinde olan toplumun ihtiyaçları vardı. Bir ücret sistemi ya da bireylere katkılarının algılanan değerine göre pay veren bir sistem yoktu. O dönemde Observer ‘dan bir yazıda:
Durumun inanılmaz yanı, genel grevin devam etmesine ve merkezden örgütlenen hiçbir endüstri olmamasına rağmen işçiler kendi belirledikleri ve destekledikleri amaçlar için temel hizmetleri ayakta tutuyorlar. Endüstri bölgelerinde işçi meclisleri yaşamsal gıda ve temel ihtiyaçların halka dağıtımını üstlendiler. Kömür madeni işçileri sadece elektriği ve Budapeşte ve diğer büyük şehirlerdeki hastanelere yetecek kadar kömürü günlük olarak çıkarıyorlar. Demiryolları işçileri trenleri onaylanan amaçlarla, onaylanan yerlere gidecek şekilde örgütlüyorlar. Bu tam olarak anarşi ortamında kendi kendine yeterliliktir.
Demokratik işçi hareketinin yayılmasından korkan Stalinci ve kapitalist güçlerin birleşerek hareketi izole etmesiyle Macaristan’daki durum kısa kesildi ve sonunda Rus tankları Macaristan özgürlükçü deneyimini susturdu. İşçi meclisleri sisteminin doğrudan demokrasiyi sadece işyerinin ötesine taşıması halinde ücret sisteminin ve toplumun yönetiminin nasıl bitirileceği konusunda ancak tahmin yapabiliyoruz. Yine de tarih boyunca yinelenen bu deneyim, kolektif yönetilen ve ücret sistemi olmayan bir paylaşım ekonominin potansiyelini ve dağıtım sistemini yansıtır.
Tarih, başka birçok örnekle doludur. 60’lar ve 70’lerde İtalya’da işçi hareketleri ve toplumsal hareketler yükseldi ve mücadeleyi fabrika duvarlarının dışına taşıdılar. Kadın hareketi ve işçiler, işgal edilen binalarda ücretsiz hizmetler örgütlediler. Ulaşım ücreti grevlerinde sürücülerin dayanışma göstererek para almadığını ve bazı durumlarda (elli yıl önce) ulaşım işçilerin araçları halkın kullanımına sunduğunu gördük. Alanların işgal edilerek (squat) yeniden örgütlenip yeniden yaratılması deneyimleri Almanya, Hollanda, Avusturya, İtalya ve Fransa’da ve Avrupa’nın başka yerlerinde oldukça yaygındır. Ulaşım ücreti grevleri, gıdalara kolektif el konulması ve paylaşılması ve işgaller, devrimci durumlar dışındaki komün ekonomisi algısının sadece ilk bakışta görebileceğimiz örnekleridir.
1936’da köylülerin ve işçi sınıfının faşist darbeye karşı toplumsal direnişi ile yaratılan İspanya devrimi, derinlik ve genişlik açısından benzersiz bir özgürlükçü deneyime yol açtı. Bu karmaşık deneyimin çok derinine dalmadan da İspanya devriminin komünist ekonominin olanaklarını görebiliriz. İspanya ekonomisi ve hareketleri bu dönemde yüksek oranda bölgeseldi. Aynı şekilde devrimin ilerleyişi de bölgeler arasında hareketleri, hakim güçleri ve üretim kapasiteleri açısından farklılık gösterdi. Katalonya’da devletin devam etmesine izin verilirken Aragon’da anarşist militanlar ve köylü örgütlenmeleri devletin ve yerel yönetici sınıfın egemenliğini yok etti. İspanya’da birçok devrimci kolektife katılmış ve üzerine çalışmalar yapmış olan Gaston Leval, ücreti ve parayı kaldırarak emeğin değerini toplumsal paylaşımdan ayıran kolektif ve komün deneyimlerini belgelendirmiştir. Burada uzunca bir alıntı yapmaya değer:
Fakat —ve özellikle Aragon’da— devletin egemen olmadığı yerlerde birçok özgün çözüm doğaçlamayla bulundu; ve “çok” derken abartmıyoruz çünkü her köy ve küçük bölge kendi çözümünü geliştirdi.
Başlangıçta, adaletsizliğin, toplumsal eşitsizliğin, zenginin yoksulu ezmesinin ve diğerlerinin yoksulluğu pahasına bazılarının refahının sembolü olan paranın kaldırılması dışında örtük bir anlaşma yoktu. Yüzyıllardır, paryaların çilesi nesilden nesile aktarıldığı zamanlardan beri, tüm sömürü araçlarının en büyüğü olarak ortaya çıkmıştır. Lanetli metale ve kağıt paraya karşı sıradan insanların öfkesi o kadar büyüktür ki devrimcilerin akıllarına koyduğu ilk ve en önemli şey onu ortadan kaldırmaktır.
Aragon’da sözlerini tuttular. Fakat her şeye rağmen “bol olanlardan istediği kadar” ilkesi ya da ekonomik terimlerle serbest tüketim uygulanmadı. Bol miktarda olan ürünlere, ki bu her köyde aynı ürün değildi, kontrolsüz erişimin olmamasına ek olarak ilk günlerden başlayarak gerekli hallerde üretim ve diğer işler düzenlenmişti. Çünkü devrim en başından beri çok önemli bir yaratıcı girişim olarak kabul ediliyordu. Özellikle kırsalda bir devrim cümbüşü yoktu. Olayları öngörüp kontrol etmenin gerekliliği ilk günden anlaşılmıştı.
Deneyimler mücadelenin pratiğine ve koşullarına göre değişiyordu. Örneğin Naval köyünde:
…Para yok, yerel para bile yok, karne yok. İlk günden itibaren serbest ama denetimli tüketim vardı. Gerekli olduğunda yerel özgürlükçü grubun danışmanlık yaptığı “Antifaşist komitede” herkesin söz hakkı vardı. Genel dağıtım için doğaçlama yaratılan kooperatif 1 den 100 e kadar numaralandırılmış kupon defterleri hazırladı ve verilen ürünleri ve talep edenin ismini günlük olarak işledi.
Muhasebe sistemi daha da basitleşti, aşırı tüketim ya da israf görülmedi. Bu sistem muhasebeci, yönetici ya da bürokrat olmak üzere eğitim görmemiş insanlar tarafından savaş koşullarında yaratıldı. Üstelik üretim ve paylaşım bağımsız bölgelerde yalıtılmış değildi; bu parasız komünist deneyler, faşizmle mücadele etmenin ve özgürlükçü komünizmi yaratmanın kolektif çabası içinde ekonomilerini koordine ve federe etme arayışına girdiler.
En azından dağıtım konusu olduğunda, hangi biçim ya da yöntemin benimsendiği fark etmeksizin örgütleyen bir inisiyatif her zaman bulunuyordu. Yüzlerce köyde, değişik boy ve renklerde libretas de consumo (tüketici kitapları) oluşturuldu. Stoklar ya da üretim azaldığında karne kullanmak gerektiği için karne tabloları eklendi. Bunun başka bir nedeni de cepheye ve çoğu zaman durumun ciddiyetini kavrayamayan kentlere de gıda göndermenin gerekli olmasıydı.
İspanya’da kolektiflerin çoğu üretimi yeniden örgütledi, üretimi artırdı ve —işçilerin öz-örgütlülüğü ile— gerileyen ve sıkıntıdaki bir ekonomiyi yükselttiler. İşçiler kaosa sürüklenmek yerine öz-örgütlülüğün gücünü göstermiş ve sıradan insanların kara dayanan bir ekonomiyi görece kısa bir zamanda toplumsal ihtiyaçlara dayalı bir ekonomiye dönüştürme potansiyelini göstermiştir ve bütün bunları dışarıdan-desteklenen vahşi bir savaş altında yapmışlardır.
Bu komünist ekonomiyi genişletme denemeleri politik durum nedeniyle sınırlandı. Devrimci işçi sınıfının devlet kurumlarını yok etmemesi kırılgan bir yapıya yol açtı. Bu durum, devletin ve kapitalin tekrar örgütlenmesine ve Stalinci komünist partinin devrimin kazanımlarını yok etmesine zaman tanıdı. Karşı-devrimin arifesinde Aragon köyleri deneyimlerini isyana katılan bölgelerin hepsine genişletmeye çalışıyorlardı. Stalinci ordular Barcelona’ya yürüdü, milis sistemine saldırdı ve daha öncesinde soldaki ve sağdaki düşmanlarının üzerinde halkın egemenliğini kurmayan devrimi somut bir şekilde bastırdı. Leval burada aşırı nettir. Özgürlükçü komünizmin temellerini ve yaratıcılığını pratiği üzerinden, teorisini de mücadeleden çıkarılan dersler üzerinden oraya koyar.
Ancak yine de şu sonuçları çıkartabiliriz: Anarşist kolektifler, belli açılardan bakıldığında üretimden daha büyük bir mesele olan paylaşım meselesini yenilikçi bir ruhla çözerek, çok yönlü bakışları ve pratik sağduyuları ile hayranlığımızı kazanırlar. Taban militanlarının kolektif yaratıcılığı, merkezi devlet örgütlenmesinin nasıl çözüleceğini bile bilemeyeceği sorunları çözmekte başarılı olmuştur. Buldukları pratik çözümler yetersiz kaldığında ya da bazı durumlarda çelişkiler yarattığında ve sağlam olmadığı görüldüğünde bu çelişkileri gidermek amacıyla geliştirmeler hızlıca yapılıyordu (sekiz ayda ya da bazı yerlerde daha kısa sürede yapısal kararlar alınmıştı). Kolektif geliştirmelerin birleştirici özelliği ve kararlılığı gittikçe artıyordu. Aynı dönemde resmi paranın geçerli olduğu bölgelerde, hükümet fiyatların yükselmesini engelleyemediği için ve spekülasyonlar gittikçe arttığı için peseta sürekli değer kaybediyordu.
Mücadele deneyimleri bize özgürlükçü komünist ekonominin bir taslağını çizer: Toplumsal ilişkilerin yeniden örgütlenmesi ve ekonominin dönüştürülmesi yoluyla ezilenlerin geliştirip kolektif işlettiği yeni bir dünya yaratmak. Bu ekonominin ete kemiğe büründüğünde nasıl işleyeceğini görmek için elimizdeki kısmi deneyimlerden ortaya çıkan bir komünizm teorisi gerekir.
Scott Nappalos
Çeviri : Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (13): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür- Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Belediye İşçileri CHP’yi İşgal Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu haber Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Belediye İşçileri CHP’yi İşgal Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Batılılar ve Diğerleri ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>18 aylıktan büyük çocuklar için tasarlanan ve tamamen aynı özelliklere sahip oyuncak bebeklerden beyaz bebek Maria’yı 34.99 sterline satarken, Asyalı Yang ve siyahi Namia’yı 24.99 sterline satışa sunan Argos, The Sun, Independent gibi gazetelerde bile ırkçılığıyla gündemleşince, sosyal medyada da tepkiler yağdı. Boykot çağrıları ve binlerce yorum yapıldı. Çoğunluk “Çocuklara böyle bir travmayı nasıl yaşatırsınız? Düpedüz ırkçılık!” gibi yorumlarla durumdan rahatsızlığını dillendirirken, kimileri “Bu kadar tantana yapılacak bir mesele değil, ben o pis kokan zenci bebeğin canlısını alırım o fiyata Afrika’dan!” diyebildi. Siyahiler ve Asyalılar batılı değildi.
Geçmişten günümüze “batılılar ve diğerleri” denilince; ne sadece yönleri işaret eden birer kavram, ne de coğrafyaya ait terimler kastedilir. Kastedilen, bir algıdır. Günümüzde bu algı, oryantalizm tarafından da beslenir. Oryantalistlere göre diğerleri, batılılar için, korkulacak ya da efendisi olunacaklar anlamına gelir. Batılılar ve diğerleri denilince, aralarındaki mutlak ve sistematik farklar konuşulur; farklı dillerin, farklı kültürlerin, farklı yaşamların bir aradalığından, dayanışmasından ziyade. Batılı olmayanların kültürünü ve değerlerini de batılılar şekillendirir. Çünkü batılının, -oyuncak bebek örneğindeki gibi- kendisi kadar değerleri de, diğerlerinden ve diğerlerinin değerlerinden daha değerlidir. Gerçek özgürlük batılınındır mesela; eşitlik, adalet batının kavramlarıdır. Diğerlerine batılılar tarafından lütfedilir bu değerler. Batılı insan, diğerlerinden daha bir insandır; batının köpeği, daha soyludur. Bu batılılık ve diğerleri algısının ortaya çıkışıysa, bir kıtanın keşfiyle ve o kıtaya getirilip köleleştirilen diğerleriyle ilişkilendirilebilir.
Amerika’nın Keşfi ve Köleleştirilen Afrikalılar
Yüzyıllar önce, yeni bir kıta keşfedildi. Tüccarların ve kaşiflerin gözdesi olan bu yeni kıtanın, bir de zorunlu konukları vardı. John Hawkins adında bir İngilizin sahip olduğu ilk köle gemisi, 1562 yılında Amerika sularına girdi. Afrikalı siyahiler, çiftliklerde çalıştırılmak üzere Amerika’ya getiriliyordu bu köle gemileriyle. O zamanlarda kölelik, efendilere göre yasal ve çoğunluğun gözünde meşruydu. Siyahilerin insan olup olmadıkları bile ciddi bir tartışma konusuydu. Bu konuda, batılıların en ılımlı fikri, Afrikalı kölelerin eğitilmesi gereken barbar insanlar olduklarıydı.
Aradan yıllar geçti… Köle ticareti, büyük şeker kamışı çiftliklerinin arttığı 1630’larda yoğunlaştı, Amerika’daki kötü koku da yoğunlaştı. Hatta gemilerin yaklaştığı, karadakilerin burnuna gelen kötü kokudan anlaşılır hale geldi. Çünkü bu gemilerin sahipleri, gemiye daha fazla mal ve köle yükleyebilmek için siyahi köleleri ellerinden ve ayaklarından birbirlerine zincirleyip balık istifi gibi diziyordu. Bir aylık yolculuk boyunca köleler, boğazlarından akıtılan çorbalarla beslenip bunları oldukları yerde alttan ve üstten çıkardıkları için kötü kokuyorlardı. Büyük ihtimalle, siyahilerin kötü koktukları yalanı; geçmişin bu kirli gerçeğine dayanır. Ki zaten “iyi” olan herşey batılıya mahsus olduğundan, “kötü” kokmaları normaldir.
20. Yüzyıl Amerikası’nda Siyahiler
Asırlar geçti… Otobüslerde oturacakları yerler, su içecekleri çeşmeler bile beyazlardan ayrıydı hala. Bir siyahinin otobüste bir beyaza yer vermesi gerektiği, kanunlarda yazılıydı mesela. 1940 yılında Amerika’da kanunlarla yasaklandı ırkçılık adındaki bu ayrımcılık. Ancak diğer ayrımcılık biçimleri gibi, o günden bugüne, fırsatını bulunca günyüzüne çıkmayı sürdürdü -ki batı, fırsatlar diyarıydı.
1958’de Belçika’da, Afrikalı bir kız çocuğu hayvanat bahçesinde “evrimin kayıp halkası” olarak sergilenebiliyordu hala. Batılı olmadığı için, insan olup olmadığı bile muammaydı.
2014 yılının Kasım ayında, ABD Federal Araştırma Bürosu FBI, bir rapor açıkladı. Bu rapora göre, Amerika’da her hafta iki siyahi, beyaz polisler tarafından “haklı görülebilecek gerekçelerle” öldürülüyordu. “Haklı görülebilecek gerekçeler” kısmını, elbette katil polislerinin katliamlarını meşrulaştırmaya çalışan katil devlet dolduruyordu.
“Diğerleri” denilenler, siyahilerden ibaret de değildi; batılı olmayan ya da bir türlü olamayanlar da vardı.
Batıda Batılı Olamayan Göçmenler
Savaş, zulüm ve yoksulluktan kaçan göçmen ve mültecilerin, sınırlardan güvenli bir şekilde geçme ihtimali neredeyse yoktur. Batılıların AB’sinde, 2007 – 2013 arasında sınır tellerine, ileri düzeyde geliştirilmiş gözetleme sistemleri ve sınır devriye araçlarına harcanan para yaklaşık 2 milyar euro iken, aynı dönemde AB’deki sığınmacı ve mültecilerin durumunu iyileştirmek için harcanan para sadece 700 milyon eurodur.
Sınır telleri kadar değer verilmeyen ve batıya karadan ulaşmakta gittikçe daha büyük engellerle karşılaşan diğerleri, Yunanistan ve İtalya’ya denizden, genelde sağlam olmayan balıkçı tekneleri aracılığıyla geçmeye çalışır. Her yıl diğerlerinden yüzlercesi, batının kıyılarına ulaşmaya çalışırken ölür. 2014’ün sadece ilk altı ayında bu göçmenlerin 200’den fazlası, Akdeniz ve Ege Denizi’nde hayatını kaybetti; yüzlercesi de kayboldu ve muhtemelen öldü.
Hedefe varabilenlerin durumları pek parlak sayılmaz; batıda olsalar da, batılı olamazlar. Öncelikle yakalanır, derme çatma toplama kamplarına atılır çoğu; ait oldukları yerlere gönderilmek üzere. Batıda diğerlerinden biri olmak; siyahi olmak kadar tehlikelidir. Batılı ırkçılar, göçmenlerin yaşamları için tehdittir. Çünkü bu ucuz yaşamlar, batının iyi kültüründe kötü huylu parazitler olarak görülür. Yaşamları ucuz olduğundan, patronlar da neredeyse bedavaya çalıştırır göçmenleri, çok çalıştırır. Devletlerin yaptığı zulümlerse saymakla bitmez.
Batıda Olmayan “Diğerleri”
Batıdan uzakta yaşayan ve batılılıkla yakından uzaktan ilgisi olmayan bu “diğerleri”, medeniyetten en uzak olan “diğerleri” çeşididir. Batılının biraz ilgisini çeker; mistiktir, değişik alışkanlıkları, gelenekleri, baharatları, dansları vardır. Biraz da korkutur; dizginlenmesi gereklidir. Barış götürülmelidir Irak Savaşı’ndaki gibi medeni topraklardan bu çorak toprakların insanlarına, bedeli diğerlerinden binlercesinin katli anlamına gelse de… Ucuz görülürler ne de olsa batıdan bakınca, değersiz.
Yakın tarihte, bu tespiti kanıtlayan bir örnek daha yaşanmıştır. 7 Ocak 2015’te, Fransa’da IŞİD üyesi Cezayirli iki kardeş tarafından gerçekleştirilen ve 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan Charlie Hebdo katliamı, tüm dünya tarafından lanetlenir. Katledilen 12 batılı için, ana haber bültenleri dahil, saatlerce canlı yayınlar yapılır, ki böyle olmalıdır. Büyük eylemler, cenaze törenleri, anmalar gerçekleştirilir. Davutoğlu’ndan Merkel’e, Mısır’ın liderlerinden Rusya’nın liderlerine kadar devlet erkanları bile bu eylemlerde boy gösterir. Katillerin yakalandığı operasyonları, bütün dünya canlı yayında nefesini tutarak izler.
Aynı hafta içinde Boko Haram, Nijerya’da 2000 kişiyi katleder. Bu katliam, aynı ana haber bültenlerinde birer cümlelik altyazılardan ibaret kalır. Olması gereken olmaz.
Bu iki olayın art arda sıralanmasındaki amaç da, katliamlar arasında hiyerarşik bir sıralama yapmak ya da birini diğerinden önemli görmek değil; ikisi de benzer sebeplerle gerçekleştirilen katliamlarda bile, katledilenlerin batılılardan ya da diğerlerinden olmasının yarattığı etkilerin boyutları arasındaki uçuruma vurgu yapmaktır.
Batıda olmayan diğerlerinin ölümü normaldir; barbarlar birbirini yiyordur. Normal olmasa da normalleştirilir. O kadar ki; “Suriye’de bir günde hiç kimsenin ölmemesi”, değerli bir istatistiki veri olarak görülür, çokça haber yapılır buna dair.Batılı bir çocuk öldürülünce, tüm dünyada gündemleşir de; diğerlerinden binlerce çocuk öldürüldüğünde pek gündem olmaz. Devletlerin ve devletlerin kendi rantları uğruna yarattığı IŞİD gibi şiddet çetelerinin Şengal’de, Kobanê’de katlettiği çocuklar mesela; batılı oryantalistler için, sümükleri akan çıplak ayaklı sevimli birer çocukken haber değeri taşırlar, en fazla foto haber bölümlerinde.
Geçmişten günümüze “batılılar ve diğerleri” denilince; ne sadece yönleri işaret eden birer kavram, ne de coğrafyaya ait terimler kastedilir. Kastedilen, bir algıdır. Batılının üstün ve iyi sayıldığı bu algıda, diğerlerine haddini bilip susmak, sessizce ölmek düşer!
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Batılılar ve Diğerleri ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Katleden Devlet Roboski İçin Reddet! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Vicdani Ret Derneği, Roboski Katliamı’nın üçüncü yıl dönümünde, İstanbul’da Galatasaray Meydanı’nda bir açıklama düzenledi. Devrimci Anarşist Faaliyet ve Lise Anarşist Faaliyet de, VR-DER’in düzenlediği yürüyüşe ve açıklamaya katıldı, düzenlenen açıklamada birçok devrimci anarşist vicdani reddini açıkladı.
İHD İstanbul Şubesi’nin, Tünel’den Galatasaray Meydanı’na düzenlediği ve Roboski’de katledilenleri temsilen 34 tabutun taşındığı yürüyüşün ardından, VR-DER’in Galatasaray Meydanı’nda gerçekleştirdiği eylem “Em Roboski ji Bîr Nakın” sloganlarıyla başladı.
“Em ji Bîr Nakın Roboski Vicdanımızdır- Vicdani Ret Derneği” yazılı pankartın taşındığı eylem boyunca “Katleden Devlet Roboski İçin Reddet”, “Askere Gitme Kardeş Kanı Dökme”, “Savaşta Barışta Militarizm Öldürür” sloganları atıldı. VR-DER’i temsilen, dernek eş başkanı Merve Arkun’un yaptığı basın açıklamasında katliam üçüncü yılında da lanetlenirken, katliam mekanizması ordunun bir parçası olmamak için vicdani ret çağrısı yapıldı.
Basın açıklamasının ardından, Deniz Atay, Gürkan Kalmaz, Muhammet Ekinci ve Serkan Demir’in de aralarında bulunduğu toplam 11 kişi vicdani reddini açıkladı.
Miraç Bilge: “… Ben, devrimci bir anarşist olarak militarizmin ölüm kokan dünyasını reddediyorum; ne emir alıp Atina’da, Amed’de, Kosova’da tetiğe basan, ne Roboski’de, Hiroşima’da bomba atan parmak olmayacağım…”
Zülfikar Alp: “…Ez dewleten kujer u arteşen kujer red dıkım, wek anarşistek şoreşger, red a xwe ya wijdani u tevdeyi diyar dıkım.”
Oğuzhan Arıcan: “…Katliamcı orduların bir parçası olmamak, halkların özgürlük mücadelelerini büyütmek, özgür bir dünyayı yaratmak için vicdani reddimi açıklıyorum.
Yaşasın devrimci anarşizm, yaşasın reddeden vicdanlar!”
Atakan Polat: “… Ben, devletlerinin sınırlarının ve katliamlarının olmadığı özgür bir dünya için mücadele eden devrimci anarşist bir birey olarak, devletlerin katliamlarının, bu katliamların sürdürücüsü ordularının bir parçası olmayacağım…”
Günce Akpınar: “… Bundan tam 3 yıl önce Roboski’de katledilenleri, bugün Kobane’de aynı katliamcı geleneğe karşı direnenleri yok saymayı reddediyorum.
Devlet; bireyi, yaşamı, özgürlüğü katleder. Ben bu ilişki biçiminin içinde yer almayı reddediyor, paylaşma ve dayanışmayla örülü bir yaşam için mücadele ediyorum. Devrimci anarşist bir birey olarak vicdani reddimi açıklıyorum. Biliyorum ki, tüm devletler terörist, tüm ordular katildir!”
Murat Gökkabak: “… Ben vicdan sahibi bir insan, kendi halkının özgürlüğü için mücadele eden insanlara silah doğrultmak istemiyorum. Devrimci anarşist bir birey olarak vicdani reddimi açılıyorum.”
Orhan Alim Kaya: “… Ben Roboski’deki ”KAÇAKÇILARI” öldürmek istemiyorum, Ben katil olmak istemiyorum ve devletin zorunlu tuttuğu askerliği reddediyorum.”
Roboski Katliamı’nın üçüncü yıldönümünde, katledilenlerin mezarları başında yapılan anmada Mervan Encü ve Sekvan Encü vicdani reddini açıkladı.
“Kürdistan topraklarında kan akıtan bir sistemin kölesi ve askeri olmayacağız” diyen Mervan Encü ve Sekvan Encü, “… Propagandalarında sürekli olarak, ‘bin yıldır bir arada yaşıyoruz ve et ile tırnak gibiyiz’ diyen TC Devleti Şengal ve Kobane’de halkımıza karşı katliamlar gerçekleştiren, bebek katili IŞİD çetelerine destek veren Türkiye devleti utanmadan kalkıp Kürt halkının çocuklarını askere çağırıyor” sözleriyle devletin “kardeşlik” yalanı ardına gizlediği düşmanlık politikasından bahsetti.
“Bu coğrafyayı halklar mezarlığına çeviren bu cinsiyetçi yapının silahını almayı ret edin, eğer silahını almışsanız bir an önce bu yanlıştan dönün diyoruz. Buradan bir kere haykırarak ‘savaş oyunu’ bitti diyoruz. Bundan sonra bu cinsiyetçi ırkçı militarist sistemin hiç bir koşulda ne asker olarak, ne korucu olarak asla parçası olmayacağımızı buradan tüm kamuoyuna deklare ediyor, savaşın parçası olup kardeş kanı dökmeyi ret ediyoruz.” şeklinde konuşan Mervan ve Sekvan Encü de, Roboski Katliamı’nın üçüncü yıldönümünde vicdani reddini açıkladı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Katleden Devlet Roboski İçin Reddet! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Vicdanlar Reddediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir yandan devlet eliyle bedelli askerlik hizmetinin propagandası yapılır, bir yandan kışlalarda “kaza, intihar, şakalaşma” adı altında şüpheli ölümler sürerken, vicdanlar tüm baskılara karşı zorunlu askerlik hizmetini, ölmeyi ve öldürmeyi reddediyor.
Vicdani Ret Derneği’nde düzenlenen basın toplantısında vicdani reddini açıklayan Bilgesu Sümer, “… Gücümü militarizme ve silah sanayisine dönüştürmeyeceğim. Beni ve tüm vicdani retçileri yalnız bırakmayın. Her canlının sözü olduğu, tüm dünyaların içine sığdığı bir dünyada, tek silahın söz olduğu bir yaşam istemek suç değildir ve bir haktan çok insanlık ödevidir” diyerek vicdani reddini ilan etti. Ardından, derneğe mail yoluyla vicdani ret açıklamalarını ileten Şervan Erin ve Emrecan Demir’in vicdani ret açıklamaları okundu.
Şervan Erin açıklamasında, “… ’1.80 boyundaki oğlumun parçalanmış bedenini küçük bir poşete sığdırdım’ diyen annenin acısını gördükten sonra bu fotoğrafı meydana getiren bir kurumun parçası olmayı reddediyorum’’ dedi. Emrecan Demir ise yaptığı vicdani ret açıklamasıyla, zorunlu askerlik hizmetini reddettiğini belirtti. Açıklamasında “NATO üyesi bir ülkenin ordusunda yer almayacağım. Kardeş kanı dökmeyeceğim, savunmasız insanlara zarar vermeyeceğim.” şeklinde konuşan Demir, tüm haksızlıklara karşı çıkarak vicdani ret hakkını kullandığını vurguladı.
1991 doğumlu Harun Dikmen de yakın zamanda “… Vatan-namus borcu diye adlandırılan şeyin, parası olana 18.000 liraya satıldığı bir ülkede, askerliğin vatan-namus borcu değil, birilerinin çıkarları için maşa olmak üzerine kurulu bir düzene ait olamam” diyerek vicdani reddini açıkladı. Ağrılı Muhammed Yaşar da “Kendi şahsımda Türkiye Cumhuriyeti’ne bir Kürt olarak askerlik yapmayı onursuzca bir davranış olarak görüyorum” sözleriyle zorunlu askerliği reddetti. “Yasadışı bırakılmış bir halkı yasalaştırmaya çalışan bir halk mücadelesine ve üstelik kendi halkım olan bu halka karşı elime silah alıp savaşmam onursuzca bir yaşam, bir duruş, bir düşünce olur” diyerek vicdani reddini ilan etti.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Vicdanlar Reddediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Rant İçin Yeni Hamle “Hassas Alan” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Rant İçin Yeni Hamle “Hassas Alan” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Her Teferruat “İsyanımızdır” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>7 yıldır olduğu gibi 8. yılında da 19 Ocak’ta, devletin “söz konusu vatansa” deyip katlini vacip gördüğü TEFERRUATLAR, Taksim‘den Hrant Dink’in vurulduğu Agos Gazetesi önüne bir yürüyüş gerçekleştirdi. Yürüyüş öncesi ve sonrasında, her yıl 19 Ocak özel sayısı çıkan TEFERRUATLAR ANISINA gazetesini dağıttılar. Hrant’ın susan soluğu, yiten sesi oldular…
Geçen yılların ardından davada yaşanan gelişmeler; katilleri, katillerin adaletini ve adaletsizliğini tekrar tekrar gösterdi. Sanıkların yeniden yargılanmasına karar verildi, emniyet müdürleri “şüpheli” olarak ifade verdi… Tetikçilerden biri olan Erhan Tuncel’le yaptıkları konuşmalarının dava dosyasında delil olarak sunulduğu polisler, önce serbest bırakıldı; cinayetin yıldönümünden birkaç gün önce ise tutuklandı… Davada yaşanan her bir gelişme, en başından bu yana tanığı olduklarımızın bir benzeri oldu; önce katledenler, şimdi yine katliam senaryolarını sürdürdü.
“Hala gelmeyen adalet”, şaşkınlığın aksine benzerliğe döndü hafızalarda. Hrant’ın davasını sürdüren, katilleri bazen suçlayan (suçlarmış gibi yapan) ama her zaman aklayan devlet; teferruat ilan ettiği her bir kimsenin ardından, aynı adaletsizliğin yaratıcısı, uygulayıcısı, sürdürücüsü olmaya devam etti.
8 yılın ardından değişen bir şeyler de elbet oldu; eklenen yeni isimlerle büyüdü teferruatlar listesi. Son bir yılda erkekler tarafından katledilen 294 kadın, Kobanê Direnişi sürecinde yaşamını yitiren yaklaşık 50 insan, Cizre’de devlet tarafından katledilen 6 çocuk, patronların kar hırsıyla katledilen 1886 işçi; giderek uzayan listelerde, giderek artan rakamlara sıkıştırılan yaşamlar…. Son bir yılda asker-polis terörüyle, erkek şiddetiyle, kapitalist sömürüyle, devletin yarattığı binbir türlü adaletsizlikle yaşamını yitirenlerin listesi yine uzadı. Listeye eklenen her yeni isim, bir rakama; yitirilen yaşamlar istatistiki verilere dönüştü. Uzayan listeler, yükselen istatistikler olarak sunulsa da her bir yaşam; rakamların ardında nice teferruat olduğunu unutmadı bazıları. Eklenen her bir rakam yüreklerde öfkeye döndükçe, yankılandı teferruatların sesi sokaklarda. Aynı sokağı, aynı kenti paylaşan; aynı otobüste yolculuk yapan; aynı gökyüzüne bakıp aynı inançla mücadele eden niceleri; aynı devletin askerinin hedefinde, polisinin karşısında, namlusunun ucunda ucuz yaşamlar oldukça büyüdü teferruatların listesi de sesi de. Yiten her bir can, yerini öfkeye bırakınca; yenisi geldi karşı koymaya, direnmeye, katledilenlerin hesabını sormaya.
Şimdi, her bir can, rakamlara sıkıştırılıp değersizleştirilmek istense de; uzayan listeler, artan istatistiklerle ölüm kanıksatılmaya çalışılsa da; teferruatların sesi yankılandıkça sokaklarda büyüyecek katledilenlerin ardından öfke de isyan da. Her bir TEFERRUAT isyanımız olacak ve yaşam bulacak dört bir yanda.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Her Teferruat “İsyanımızdır” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Filistin İşgali’ni Eleştiren 43 İsrail Askeri Ordudan Atıldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>43 asker, İsrail Başbakanı Netanyahu, İsrail Ordusu Genelkurmay Başkanı Benny Gantz ve istihbarat birimlerinin başkanlarına yazdıkları mektupta, “İşgal altındaki topraklarda, askeri diktanın derinleştirilmesine araç olmayacaklarını” vurgulamış; görevli oldukları birimin, masum insanlara zarar verdiğini ve “Filistinlilere yönelik siyasi zor kullanma ve işbirlikçiler edinme yolu ile Filistin toplumunu bölme yolunda kullanıldığını” belirtmişlerdi.
Yazdıkları mektupta, “Vicdanımız, bu sisteme hizmet etmeye ve milyonlarca insanın haklarını ihlal etmeye el vermiyor” diyen 43 askerin, yakın zamanda ordudan atıldığı belirtildi. İsrail ordusu yaptığı açıklamada, “İsrail ordusunda hizmet etmeyi reddetmek gibi bir durum söz konusu olamaz. Mevcut durumda da kendilerinden beklenen görevleri yerine getirmeyen 43 askerin görevine son verilmesine karar verilmiştir” dedi. ABD Ulusal Güvenlik Ajansı(NSA)’na benzeyen, dinleme ve izleme gibi istihbarat faaliyetleri yürüten, ismi açıklanmayan bir tuğgeneral tarafından yürütülen Urim Üssü’nde görevli 43 askerin, işgalci ordu karşısında gerçekleştirdikleri bu tutum küresel anlamda çokça ses getirirken, işgalci orduyu reddedenlerin başına başka neler gelebileceği ise merak konusu oluyor.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post Filistin İşgali’ni Eleştiren 43 İsrail Askeri Ordudan Atıldı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>