The post Otonom Kültür Sosyal Merkez AKSC appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şirketlerin kar hırsından uzak, otorite ve hiyerarşinin olmadığı bir toplumun temellerini atabilmek adına mütevazi bir çaba AKSC. Üsküp’te karşılıklı yardımlaşmayı ilke edinip, kapitalist sistemin değerlerine karşı paylaşma ve dayanışma gibi değerleri toplumsallaştırmaya çalışan kolektif bir çaba. Otonom Kültür ve Sosyal Merkez-AKSC, 2013’ten bu yana öz örgütlülüğe dayalı yöntemiyle Makedonya’daki toplumsal muhalefetin de mekanı…
Meydan: İçinde yaşadığımız sistem sadece ekonomik ve siyasi yaşama değil, aynı zamanda kültürel ve sosyal yaşama da saldırıyor. AKSC varlığını tam da bu saldırıya karşı konumlandırıyor. AKSC ne kadar süredir devam ediyor ve neyi amaçlıyor?
AKSC: Aslında Makedonya’daki siyasi durum Türkiye’dekine benzer. Sanırım şunu söylemek yanlış olmaz; burada da devletin başındakiler Yeni Başlayanlar İçin Neo-Liberalizm dersi alıyorlar. Sağ kanat partiler yıllardan beri siyasi iktidarı elinde tutuyor. Sert neo-liberal politikalarla, toplumsal kesimlerin tümünde, kontrol yavaş ancak sağlam bir şekilde kazanılmaya çalışılıyor. Hal böyle olunca insanlar bir şeylerin değişebileceğini düşünmüyor, giderek umutlarını kaybediyor. Son on yılda nüfusun %10’u başka coğrafyalara göç etti.
AKSC, otonom, kültürel ve sosyal merkez kelimelerinin kısaltması. Burada mütevazi bir şekilde yapmaya çalıştığımız, bu değişim umudunu yeşertebilmek. AKSC, bir grup aktivist tarafından kolektif bir şekilde işletiliyor. Bu kolektif için insanlar bir araya geliyor ve farklı alanlarda ne yapılacaksa bunlar organize ediliyor. Bu planlama aşamasında birçok inisiyatif beliriyor.
Basitçe ifade etmek gerekirse, burada yapmaya çalıştığımız mevcut sisteme muhtaç olmadığımızı hissettirebilecek bir işleyiş ve sistemin değerlerinin yerine kendi değerlerimizi oluşturabilmek. Eleştirel düşünce, tartışma ve eylem… AKSC’nin felsefesinin özünde yatan kavramlar bunlar. Bu mekanda eşitlik, doğrudan demokrasi, dayanışma ve karşılıklı yardımlaşma gibi kavramlar etrafında bir işleyiş oturtmaya ve bunu yaymaya çalışıyoruz.
Mekanın ekonomik yeterliliğini kendimiz sağlamaya çalışıyoruz. Yani bizim etkinliklerimize katılanların dayanışmaları sayesinde işlerliğini devam ettiriyoruz.
AKSC’nin etkinliklerinden ve işleyişinden biraz bahseder misiniz?
AKSC, herkese açık bir mekan. Herhangi biri bize bir etkinlik yapma isteğiyle başvurabilir. Bu noktada neye izin vereceğimizde hemfikir olmasak da, neye izin vermeyeceğimiz de hem fikiriz: parti, dinsel ya da milliyetçi propagandanın yapılacağı etkinlikler. Bunun dışında neyi nasıl yapacağımızı belirlediğimiz haftalık karar alma süreçleri işletiyoruz. Karar alma süreçlerinde dikkat ettiğimiz ilke konsensüs.
Haftalık programımızda, tartışmalar, paneller, söyleşiler, film gösterimleri, şiir dinletileri, atölyeler, sergiler, kitap tanıtımları, ücretsiz dil atölyeleri gibi farklı etkinlikler var. AKSC, Makedonya’daki ilk üretim-tüketim kooperatifine ev sahipliği yapıyor. Bu projemiz daha başlangıç aşamasında olsa da, bu meseleye oldukça heyecanla yaklaşan insanlarla kooperatif projemizi büyütmeyi hedefliyoruz.
Aylık çıkardığımız fanzinle ay içerisinde yaptıklarımızdan ve sonraki aylarda yapmayı planladıklarımızdan bahsediyoruz. Fanzini de kolektif bir şekilde AKSC inisiyatifi olarak çıkartıyoruz.
Bir de ekoloji alanında yapmaya çalıştıklarımız var. Vodno Ormanını Koruma İnisiyatifi olarak ekolojik alanda da faaliyet gösteriyoruz. Sadece toplumsal bir duyarlılık yaratmayı istemiyoruz. Bu alanda ciddi olarak bir hareketlenme yaratmayı düşünüyoruz.
Peki ya inisiyatifler? AKSC’de kaç gönüllü bütün bu işler için koşuşturuyor?
2013 Kasım’ında açıldığı ilk günden bu yana, AKSC farklı inisiyatiflerin ana merkezi konumunda. Makedonya’daki toplumsal eylemlerin büyük bir çoğunluğu burada organize edildi. Kolektifin kendisi, burayı sürekli kullanan 15 gönüllüden oluşuyor. Ancak burayı kullanan ve burada inisiyatif alan diğer insanlarla beraber düşündüğümüzde ortalama 100 kişiden bahsedebiliriz.
Bu tarz kolektif alanlarda dayanışma ilişkisinin önemli olduğunu biliyoruz. AKSC’nin dayanışma içerisinde bulunduğu buna benzer mekanlar var mı? Bu dayanışma ilişkisini siz nasıl anlamlandırıyorsunuz?
Yakın coğrafyalarla güçlü bir dayanışma bağımız var. Örneğin, Sofya’daki Adelante sosyal merkezinden yoldaşlar, Selanik’teki Yfanet kolektifi ve Belgrad’daki Inex Film merkezinden arkadaşlarla güçlü bir dayanışma ilişkisi geliştirdik. Bunun yanında, geçtiğimiz sene, Avrupa’nın dört bir yanından yoldaşlar ziyarette bulundular. Bu bizi daha fazla dayanışma ilişkisi kurma noktasında cesaretlendirdi. Mücadele küreselleşiyor, dolayısıyla biz de küresel bir mücadeleyi yükseltmeliyiz. Mücadelelerimizin birleşmesi bu açıdan önemli.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Geçtiğimiz günlerde, aramızdan birkaçımız geçen aylarda işgal edilen üniversitelerden birinde otonom alanda öğrencilerin düzenlediği derslerden birine katıldık. Miligram’ın itaat üzerine deneyi ile ilgili şu bilgi dikkatimizi çekti. Kendi yorumumla aktaracak olursam, İnsanların %65’i başka bir insanın canını acıtmak için otoriteye boyun eğer. %35’de olmaktan mutluyuz. Güçlü kalın ve direnişi yaşatın. İletişime geçmek isteyenler Facebook/AKSC2’dan bize ulaşabilir.
Meydan Gazetesi gönüllülerine de bu röportaj ve dayanışma için teşekkür ederiz.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Otonom Kültür Sosyal Merkez AKSC appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Direnişin, Dayanışmanın Ligi ÖZGÜR LİG appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Endüstriyel futbola olduğu kadar ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve rekabete karşı Özgür Lig, 5 Nisan’da Ankara Sokullu Ahmed Arif Parkı’ndaki açılış şenliğiyle başladı.“Futbol borsada değil, arsada oynanır” şiarıyla yola çıkan Özgür Lig’le bir röportaj gerçekleştirdik.
Özgür Lig projesi nasıl oluştu, nasıl olgunlaştı?
“Gelengi Keşif” diye bir oluşum var. Bu Gelengiler, politik olmayı pratik yaşantılarımıza nasıl yansıtabiliriz, kapitalist üretim-tüketim bağlarından nasıl sıyrılırız, nasıl çatlak yaratıp kendimize alan açarız derdinde olan bir ekip. Toplantılarında oluşan “İstanbul’da Karşı Lig var, Gazoz Lig var. Biz neden Ankara’da yapmıyoruz?” sorusuyla, yakinen bildikleri ekiplere öneri getirdiler. Kara-Kızıl taraftar, 100. Yıl İnisiyatifi, FC-Bakunin dahil oldu ve fikri güzel bulan diğer takımlar da lige katıldı. Futbolun daha amatör bir ruhla oynanabildiğini göstermekti aslında amaç. “Futbol borsada değil, arsada güzel” şiarıyla başladık işe. Maçları arsada yapmayı düşündük, ancak artık futbol oynayabileceğimiz arsaların tükendiğini fark ettik. Mecburiyetten halı sahada başladık.
Özgür Lig’in işleyişinden biraz bahseder misiniz? Takımlar, kadrolar vs. nasıl oluştu?
Beleştepe, Kara-Kızıl gibi biraz daha muhalif taraftar grupları, zaten böyle bir organizasyon peşindeydi. Öneri gelince, biz Kara-Kızıl taraftar olarak, başlık ve içeriğinde benimsediğimiz şeylere yer verildiği için, lige direk girmek istedik. Diğer taraftar grupları ikili ilişkilerle haberdar edildi, toplantılara çağrıldı. Birkaç hafta içinde 14 takım oluştu. Herhalde böyle bir beklenti varmış, takımını alan geldi.
Takımlar lige nasıl katılır? Şartları nelerdir? Bu şartlar kimler tarafından oluşturulur?
Şartları, yaptığımız toplantılarda beraberce belirledik. İstanbul’daki ligleri de referans alarak, nasıl bir yöntem izleyeceğimize karar verdik. Lig 14 takımla sınırlı gibi görünüyor, ama takımlardan bağımsız biri de oyuna girebiliyor. Mesela Kara-Kızıl’dan biri oynamadığında, başkası onun yerine oynayabiliyor. Yeni bir takım lige dahil olmak istediğinde, toplantılara katılıyor ve anlayışlarımız ortaksa dahil oluyor.
Mevcut futbol anlayışına nasıl karşı çıkar Özgür Lig?
Endüstriyel futbola karşı olduğumuzu beyan ediyoruz. Endüstriyel futbol anlayışı, insanları sömürerek bir piyasa açmak, rekabete zorlayıp zıt kutuplara ayrıştırarak daha çok gelir elde etmek üzerine kurulu.
Biz muhalif taraftar grupları olarak; tam da bu ayrımcılık, bu sömürü noktasında karşı duruş sergiliyoruz ve taraftar gruplarının dışında insanlar da bu mücadelenin bir parçası oluyor.
Kadınların ve LGBTİ bireylerin oluşturduğu takımlar da Özgür Lig’de oynayacak sanırız?
Kaos GL halihazırda var olan takımıyla katılıyor lige mesela. Takımları da, tribünleri de gerçekten çok iyi. Başta konuşurken “futbol bir erkek oyunudur” anlayışının dışına çıkalım, daha karma ve insanların alışık olmadığı görüntüyü sunabilelim istedik.
Son süreçte siyaset dolayımıyla gündemde olan futbolu Özgür Lig nasıl değerlendirir? Siyaset ve futbol arasındaki ilişkiye nasıl bakar?
Bir örnekle anlatayım. Dünkü haberlerde gördüm; cumhurbaşkanı Süper Lig’deki takımların kaptanlarını toplantıya çağırmış. Taraftar gruplarına hep yöneltilen bir eleştiri vardır; futbolu siyasete karıştırıyormuşuz, ideolojimizi tribünlere aktarıyormuşuz. Esasen futbol, siyasetin tam göbeğinde bir şey. Toplumsal olaylara gösterdiğimiz reaksiyonlar, tribüne de yansıyor. Berkin için, Ethem için pankartlarımızla gittik tribüne. Gezi sonrasında, taraftarlara yönelik bir algı açıklığı söz konusu, Çarşı’dan başlayarak. (Başlangıç noktasına Çarşı’yı koyabiliriz.) Dolayısıyla muhalif taraftar gruplarının popülaritesi -aslında o kelimeyi kullanmak istemiyorum- artmış durumda. Bizim duruşumuz Gezi’den önce de böyleydi. Oluşumumuzun çoğu aktivistlerden oluşuyor, bunu da tribüne taşıyoruz, saklamıyoruz.
İstanbul’da da benzer organizasyonlar; Gazoz Ligi, Karşı Lig gibi ligler mevcut. Bunlarla iletişiminiz nasıl? Daha büyük organizasyonlar düşünüyor musunuz?
Doğrudan bir iletişimimiz olmadı bildiğim kadarıyla. Başlangıçta uzlaşıyı hazırlarken manifestolarına baktık, biraz onlardan da beslenmiş olduk, biraz biz bir şeyler ekledik-çıkardık. En son Karşı Lig twitter’dan tebrik mesajı yolladı, şimdilik bağımız bu kadar.
İstanbul’da iki lig var. Ankara’da bizi bir sürü takım sonradan duydu, katılamadı. 25 takım falan olabilirdik iyi duyurabilseydik. Buradaki liglerin çoğalmasını, olursa diğer şehirlere yayılmasını, sonra bu liglerin birbiriyle karşılaşmasını, dayanışmasını sağlayabilsek ne güzel olur.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Biz muhalif taraftar grupları olarak, bir süredir Ankara’daki kent gündemine dair çalışmalar yapıyoruz. Cebeci Stadı’nın yıkılıp yerine AVM ya da otel yapılmasına karşı etkinlik yapıyoruz. Endüstriyel futbolun Passolig’ine karşı duruşumuzu belli eden etkinlikler yapıyoruz. Taraftarı müşteri olarak gören bu zihniyete temelden karşıyız. Passolig alanların bilgilerinin ifşa edildiğini biliyoruz. Bunun için taraftar dernekleri kurduk, dava açtık, hatta bir ara yürütmenin durdurulması kararı alındı ama hukuk sisteminin de nasıl işlediğini biliyoruz. Bunlara karşı bir arada olmak, bir olmak gerekiyor. Özgür Lig’in hem buna olanak sağladığını, hem de dayanışmanın güzel bir biçimi olduğunu düşünüyoruz.
Meydan Gazetesi için bu röportajı gerçekleştiren Taçanka’dan yoldaşlara teşekkür ederiz
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Direnişin, Dayanışmanın Ligi ÖZGÜR LİG appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Resim : “Sanatını İsyanıyla Buluşturan Kadın Artemisia Gentileschi” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Artemisia Gentileschi, 17. yüzyılda yaşamış İtalyan bir barok ressamıdır.
Kadının her alanda yok sayıldığı, eve kapatıldığı, erkeğe muhtaç kaldığı bir çağda yaşayan Artemisia, kilise ve ataerkinin saldırılarına sanatıyla direnmiştir.
Artemisia’nın hikayesi, babasının ona resim eğitimi vermesi için bulduğu ressam Agostino Tassi’nin ona tecavüz etmesiyle başlar. Tassi soylu bir adam olduğu için kilise mahkemesince aklanır, hatta mahkeme Artemisia’yı iffetsizlikle suçlar, bekaret kontrolü adı altında tacize uğrar ve nihayetinde olayın üstü örtülür. Fakat Artemisia yaşadıklarını unutmaya ve unutulmaya hiç niyetli değildir. Sanatla ilgilenen kadınların, kocalarının ya da babalarının adıyla resimlerini imzaladığı bir çağda; Artemisia sanatını silaha dönüştürür.
Roma’da yayılan dedikodular yüzünden evlenerek Floransa’ya taşınmak zorunda kalan Artemisia, çalışmalarına burada devam etmiştir. Academia del Disegno’ya kabul edilen ilk kadın öğrencidir. Sanatı teknik olarak beğenilse de içerik olarak eleştirilir, çünkü resimleri “erk”eklerin hiç hoşuna gidecek cinsten değildir!
Dönemin kadın ressamları, anatomi ve nü çalışmanın engellenmesi yüzünden natürmort resimlere yönelmiştir. Fakat Artemisia dinsel ve mitolojik konuları ele alan çalışmalar yapmıştır. Seçtiği hikayelerin ortak özelliği ise güçlü kadınlar içeriyor olması, örneğin tecavüzcüsünü öldüren ya da düşmanıyla uzlaşmaktansa intiharı seçen kadınlardan bahsediyor olmasıdır.
Susanna ve Yaşlılar
Tevrat’tan esinlendiği bu tablo, Susanna’nın hikayesini anlatır. İsrailoğullarının Babil Sürgünü sırasında zengin bir tüccarın karısı olan Susanna, evinin bahçesinde banyo yaparken kendisini izleyen iki yaşlı adamın tacizine uğrar. Yaşlılar kadının istediklerini yapmasını, yoksa onu genç bir erkekle zina yapmakla suçlayacaklarını söylerler. Susanna karşı koyunca, tehditlerini yerine getirirler. Mahkeme tarafından yargılanan Susanna, zamanın kanunlarına göre ölüme mahkum edilir.
Oysa ki banyo yaparken iki yaşlı erkeğin tacizine uğrayan Susanna, erkek ressamların; Rubens ve Velazquez’in resimlerinde “durumdan rahatsız” yerine neredeyse “kendini teşhir etmekten ve erkekleri kışkırtmaktan hoşlanır” şekilde resmedilmiştir. Artemisia’nın tablosunda ise, çıplak ve savunmasız genç kadının, üzerine gelen iki erkek karşısında duyduğu “tiksinti ve rahatsızlık” açıkça hissedilir.
Tabloyla ilgili bir başka önemli ayrıntı ise, Artemisia’nın resimdeki iki adamı, babasını ve tecavüzcüsü Tassi’yi model olarak çizmesidir. Babasına ve tecavüzcüsüne duyduğu nefreti, tiksintiyi; kendisini model aldığı Susanna’nın yüzünde resmetmiştir.
Holofernes’in Kafasını Kesen Judith
Yahudi bir dul olan Judith, halkını Asurluların saldırısından kurtarmak için Asur komutanı Holofernes’i öldürecektir. Yanında hizmetçisi Abra ile Asur kampına sızar. Zamanla Holofernes’i kendine aşık eden Judith, bir ziyafet sonrasında baş başa kaldığı ve sarhoş olan Holofernes’in kafasını kılıcıyla keser ve şehrin meydanına götürür. Komutanları ölen Asurlular, şehri terk eder.
Bu tablonun esinlendiği hikaye böyledir. Birçok ressamın işlediği bu hikayeyi resmeden tablolarda Judith, elinde kılıç ve kesik başla olay yerini terk ederken görülür. Fakat Artemisia’nın tablosunda etrafa saçılan kanlar ve Judith’in soğukkanlı görüntüsü daha çarpıcı bir sahne ortaya koyar.
Daha önce bu konuyu işleyen Caravaggio’dan etkilendiği söylense de, iki ressamın resimleri karşılaştırıldığında; konuyu ele alış biçimleri oldukça farklıdır. Caravaggio’nun tablosunda elinde eğreti duran kılıcıyla Judith tedirgin gözükmektedir. Yardımcısı Abra ise kenarda elinde boğazına saracağı beziyle öylece beklemektedir. Fakat Artemisia’nın resminde Judith kararlılıkla tuttuğu kılıcıyla Holofernes’in kafasını kesmektedir. Yüzünde soğukkanlı bir ifade vardır. Yardımcısı Abra bu sefer Holofernes’in üstünde, hareket etmesini engelliyor; Judith’e yardım ediyordur.
Artemisia, Susanna ve Yaşlılar tablosunda olduğu gibi bu tablosunda da Holofernes’i, Tassi’yi model alarak çizmiştir. Judith ise kendisidir.
Artemisia’nın bugüne ulaşan 34 tablosu vardır. Ancak sanat tarihinde kimi zaman görmezden gelinmiş, kimi zaman babasının adıyla anılmıştır.
Döneminin erkek sanatçılarının aksine, kadını ruhsuz, anlamsız bakışlı ve en ciddi sahnelerde bile erotik çağrışımlarla işleyen kompozisyonlarda çizen resimler değil; kadının güçlü ve kararlı duruşunu resmeden tablolar yapmıştır Artemisia. Çünkü o, kadınların yok sayılmasının, kendi yaşadıklarının öfkesini akıtmıştır tuvallere. Her türlü kısıtlamaya, toplumsal baskıya, tecavüze, dinin baskısına ve ataerkiye karşı direnmiş, direnişini de sanatıyla buluşturmuştur.
Devrim Varol
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Resim : “Sanatını İsyanıyla Buluşturan Kadın Artemisia Gentileschi” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sinema: “Çernobil’de İlk Önce Yalan Patladı” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Senaryo tamam: Elektrik kesintileri, “enerjide dışa bağımlı olmaktan kurtulmalıyız” demeçleriyle başladı, ana haber bültenlerinde, tartışma programlarında ve hatta sabah kuşağında bile “böyle giderse yatırım azalır, üretim düşer, işsizlik artar, mutlaka yeni enerji gerek” konuşmaları yapıldı, tesadüfe bakın ki, program aralarında gülen, koşan, bisiklete binen mutlu çocuk yüzlerinin kullanıldığı bir nükleer santral reklamı da yayınlanır oldu, bu da yetmezmiş gibi aynı günlerde nükleer anlaşmasına imza atıldığı, hayırlı uğurlu olması temennilerinin haberleri yayıldı.
Karakterler de belli. Bu karakterleri canlandıran oyuncular yıllar içinde değişse de replikleri değişmiyor. Radyasyonlu çay içen bakandan, “birazcık radyasyon iyidir” diyen başbakana, kimler oynamadı ki bu filmde.
Şimdi de filmi anlatalım. “Çok güvenlidir, kaza yapma ihtimali sıfırdır, hiçbir tehlikesi yoktur” denilerek inşa edilen bir nükleer santralde başlayan sızıntı, şirket yetkililerince “üretim durursa kar da durur” denilerek gizlenir. Hükümetten gelen yetkililer de yaptıkları ölçümlerde radyasyon değerlerini normalin çok çok üzerinde bulurlar, ama onlar da, tesisin kapatılarak insanların tahliyesini gereksiz görürler. Üstelik bu patlamanın gizlenmesi konusunda onlar da hem fikirdirler. Ne de olsa nükleer en güvenli enerjidir ve bu tesisin kaza yapması imkansızdır!
Hemen bilim-kurgu demeyin, hayal ürünü demeyin, bu filmde anlatılanlar aynen oldu, 1986 yılının Nisan’ında, Çernobil’de. Okumaya devam ederseniz, nükleerin belası da aynı, şirketlerin ve devletlerin yalanları da aynı diyeceksiniz.
Hükümet/parti ve şirket temsilcilerini oluşturduğu komitenin bu gizlilik kararını konuştukları toplantıya tesadüfen tanık olan müzisyen Valery (Anton Shagin) de bu durumu kimseye söylememesi konusunda uyarılır. Ancak Valery, sevgilisi Vera (Svetlana Smirnova Marcinkevich) ile şehirden ayrılmanın iyi olacağını düşünerek hemen onun yanına gelir. Ancak o da durumun farkında değildir, nükleer sızıntısına da, patlamaya da inanmakta zorlanır. Tehlikenin boyutlarının farkında olmadığından, giydiği topuklu ayakkabının, şehirden trenle gitmek için istasyona koştukları sırada kırılması yüzünden treni kaçırırlar.
Valery, komitenin toplantısında işittikleriyle bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunun farkındadır ama sevgilisi dahil hiç kimse günlük programlarını bozmamış, işlerine, okullarına ya da alışverişe çıkmışlardır. Bu durum Valery’yi daha da gerer. Ama yapabileceği bir şey de yoktur.
Reaktörde sızıntının ilk ortaya çıktığı anı ve sonrasında yaşanan panik anlarını anlatan V Subbotu filmi, adını Çernobil katliamının ilk yaşandığı gün olan Cumartesi gününden alıyor (film Türkçeye Masum Cumartesi olarak çevrilmiş). Alexander Mindadze’nin hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği film, benzer konuda yapılmış filmlerin aksine, nükleer patlamadan sonrasını değil sızıntının başlamasından itibaren ilk 36 saatlik zaman dilimini anlatmayı seçmiş. Bir anlamda nükleer kirlenmeden önce toplumsal kirlenmeye işaret etmeyi denemiş.
Çünkü Çernobil’de açığa çıkabilecek nükleer enerjinin Hiroşima’dakine denk bir radyasyon yayacağını bilmelerine rağmen, yetkililerin bu durumu gizlemesinin katliamın boyutlarını daha da artırdığı ortada. Üstelik nükleer tesisten gece boyunca çıkan kızıllığı izlemeye gelen kasabalıların, nükleer konusunda yeterince fikre sahip olmadıklarını da gösteriyor. Elbette bu konuda devletin, yıllar boyunca, nükleeri öven, onu olumlayan propagandasının ne denli başarılı olduğunun da bir göstergesi. İnsanların da nükleeri olumlu olarak içselleştirmesi yüzünden, nükleeri sorgulamamaları, bu “kaza” yüzünden cumartesi eğlencelerinden vazgeçme gereği dahi duymuyor olmaları korkunç tablonun bir diğer yönünü oluşturuyor.
Vera’nın da kırılan topuğu yüzünden yeni bir ayakkabı almak için gittiği mağazada saatlerce model ve renk seçimi yapamaması, ayakkabının dahi nükleer felaketten daha önemli olmadığı düşüncesine iyi bir örnek sahne diyebiliriz.
Filmin nükleer santraldeki sızıntının gösterildiği başlangıç sekansındaki görsellikte renkler koyu, karanlık seçilmiş, gölgeler yüzünden insan yüzleri de net görünmüyor. Daha sonra şehir hayatının anlatıldığı sekanslar ise parlak, aydınlık ve bol renkli olarak görüntülenmiş. Yine yönetmenin ve görüntü yönetmeni Oleg Mutu’nun bir tercihi olarak filmin büyük çoğunluğunda kameranın elde çekim yapmış olması yüzünden titreyen ve bitip tükenmek bilmeyen düğün sahnesinde bir yakınlaşıp bir uzaklaşan görüntüler, izleyiciyi daha da geriyor. Bu da, filmde var olmayan endişenin -hiç değilse-izleyiciye geçmesini sağlıyor. Bu duygu aktarımı için filmin başından sonuna hiç dış müziğe başvurulmamış olduğunu da hatırlatmakta fayda var.
Filmdeki kimi replikler de, bize benzeri nükleer sızıntı ya da patlamalar ilgili kimi ipuçları da verir. Valery’nin müzisyen arkadaşlarıyla şarap içtiği bir sahnede, “Diyorlar ki Byeloyarkk’da atom aktığı zaman sokaktaki insanları toplayıp kırmızı şarap içirdiler” diye bir söz geçer. Diğerleri de gene kırmızı şarabı kastederek “stronsiyumun üzerine iyi gelir”, “ilaç niyetine içelim” gibi sözler söylerler. Bu sahne, nükleer hakkında doğru bilgilerin devlet tarafından bilerek gizlendiği, halkın da nükleeri, onunla bu sahnede olduğu gibi dalga geçercesine kanıksadıkları ile ilgili iyi bir örnektir. Gerçi televizyona çıkıp herkesin gözü önünde radyasyonlu çay içen bakana, birazcık radyasyon iyidir diyen başbakana inanmamak ne mümkün. Bir de medyanın her gün yaptığı haberlere yedirdiği yalanlarını unutmamalı. Hasılı, devletlerin, şirketlerin ve medyanın yalan patlamasının ardından insanların daha neler neler yapabileceğini tahmin etmek hiç de kolay değil.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesİ’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Sinema: “Çernobil’de İlk Önce Yalan Patladı” – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap: “Erdemin Simya Formülü Korsanlık” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kitap, müzik, film… Korsana hayır! Korsan alma, suça ortak olma!
Devletin yasasında korsan satmak da almak da suç sayılmasına rağmen, yüksek fiyatlarla satılan bir kitabı edinmek için korsan yöntemi sıkça kullanılıyor. Kitabın yazarla okuyucu arasındaki yolunu kesen basım ve dağıtım şirketleri, kitap için emek harcayan yazardan baskıcısına, ciltçisine, hamalından tezgâhtarına kimsenin emeğini önemsemezler. Bu şirketler fiyatları yüksek tutarak, daha fazla kazanmak için yol kesen haramidirler adeta. Korsan ise aradaki bu kazancın seviyesini oldukça “makul” bir seviyeye indiren üretenle, satanın ve alanın arasında özel bir ilişkinin kurulduğu sihirbazlıktır.
Yazar, kitabının hakkını şirketlere verdiğinde -ki vermek zorunda- şirketler kitabın fiyatını kitapla hiçbir alakası olmayan formüllerle belirlerler. Bu nedenle korsan kitap, kitabın hak sahibi olan şirketin daha fazla kazanmasını engeller. Bu, şirketler için büyük bir sorundur. Çünkü kapitalist sistemin bir parçası olan şirket, daha fazla ve daha fazla kazanma refleksiyle oluşmuştur. Günümüzde, bir şirket için kitap korsanlığının anlamı, 1500’lerdeki sömürgeci devletlerin -şirketlerin- sömürge dolu gemilerini, kara bayraklı korsanlara kaptırmalarıyla aynıdır.
Peki, bu nasıl bir sihirbazlık ki eski bir fotokopi makinasında ya da köhne bir matbaada basitçe çoğaltılan bir kitabın okuyucusu, devlet ve şirketler için nasıl bir korsana dönüşür? “Korsan kitap alma, aldırma” kampanyaları korsan kitap alanların açıkça korsan ilan edilmesi değil mi?
Çoğaltılması ve satılması kadar basit bir eylem olan korsan kitabı almak, bizi de sistemin algısında korsan yapıyor. Yazarın kitap başına aldığı %20’yi, kitabın basılmasından raflara dizilmesine kadar çalışan tüm işçilerin aldığı %5’i ve falanı filanı, yani tüm sömürüyü çıkardığımızda, şirketlere kalan %70’i ödemeyi istememek bir suç mu? Bu suç korsanlıksa, bizler de en azından dolaylı korsanlar olmalıyız.
Bütün bu basım ve dağıtım sömürüsüne karşı bizlerin dolaylı korsanlığının yanı sıra doğrudan korsanlaşan bir yazar olursa nasıl olur?
Brazilya-Rio de Janeiro’da doğmuş ve doğduğu bu “sıradan ülkeye” rağmen dünyanın “elit ülkelerinde” bile bilinen bir yazara dönüşmüş Paulo Coelho, bu rant sistemine doğrudan karşı koyan bir korsan yazardır. Bizim gibi “sıradan coğrafyalarda” bile bilinen en ünlü kitabı Simyacı’dır.
Paulo Coelho bu kitapta demiri altına çevirmek için simyacıyı arayan Santiago’nun yolculuğunu anlatır. Santiago’nun yolculuğu boyunca yolunu birçok “harami” keser. Her şeye rağmen simyacıyı arayan genç adam, günün birinde simyacıyı bulur. Simyacı, Santiago’nun beklediği gibi çıkmazken; onun söyledikleri de beklediği gibi çıkmaz. Simyacı ona, demiri altına çevirmenin önemsiz olduğunu; önemli olanın istediği gibi yaşaması yani düşlediklerini eyleyebilmesi olduğunu anlatır. Santiago’ya erdemden bahsederken; simyacı, paylaşma ve dayanışmanın, özgürlüğün önemini anlatır. Bizlerin de korsan tezgâhlardan bildiği bu kitap, belki de dünya üzerinde korsanı en çok basılan kitaptır. Paulo Coelho da Hindistan’da turistlere simyacının İngilizcesini satan korsan bir genç için şunu demiştir: “Bu genç ile onur duyuyorum. Bu çok onurlu bir iş.” Hindistan’daki bu genç belki de kitaplarını on senedir internetten indirilebilir formatta yayınlayan bu yazarın kendisi için düşündüklerini bilmiyordur. Hatta kitapları indirdiği Pirate Coelho internet sitesini de korsan bir site sanıyordur. Genç korsanın, Paulo Coelho’nun bizzat kendine ait olan bu siteyi korsan sanması ise bir sanının ötesinde, kapitalizm için korsanlıktır zaten.
İspanyol Endülüslü Santiago, simyacı kitabının sonunda zengin olmak isteyen İngilizle beraber çıktığı yoldan yine fakir bir çoban olarak döner. Fatıma’nın yanına döndüğünde demiri altın yapan formülleri öğrenememiş olsa da, simyacının ona anlattığı erdemin simya formülleriyle dönmüştür. Düşünmek ve düşlediğini eylemeyi öğrenen Santiago, özgür bir insan olmuştur. Paulo Coelho 1988’de yazdığı kitaptan kendi de etkilenmiş olacak ki zenginliğin kazanmak, daha fazla kazanmak olduğu kapitalizmin simya formüllerinden az biraz da olsa uzaklaşmıştır.
Şimdi Delhi’de ya da Rio de Janeiro’da ya da İstanbul’da bir korsan tezgâhtan alacağınız -ki artık yoktur- Simyacı kitabının korsanları arasında şirketlerle anlaşmayan yazar, polisten saklanan matbaacı, zabıtadan kaçan tezgâhçı ve siz varsınız. Ve belki de bu erdemli korsanlığın simyacısı bir Santiago.
Mine Yılmazoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap: “Erdemin Simya Formülü Korsanlık” – Mine Yılmazoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz : Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Özgürlüğü Rehberi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Kamu idarecilerinin yaptıkları açıklamalarda sık sık “izinsiz gösteri” tarzı ifadeler kullanıldığı görülüyor. Gösteri ya da yürüyüş yapmak izne mi bağlı?
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) göre, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı demokratik sistemin etkili işlemesinde çok önemli bir yere sahiptir ve ifade özgürlüğü ile iç içedir. Bu sayede toplumdaki baskın görüşlere karşı çıkmak, topluma farklı fikirler sunmak, bireylerin görüş ve fikirlerini güçleri, zenginlikleri veya statülerine bakılmaksızın kamusal alanda dile getirmesini sağlamak ve azınlıkların menfaat ve görüşlerini savunmak imkanı bulunur.
Anayasa’ya göre, herkes, silahsız, saldırısız ve önceden izin almadan toplanabilir, gösteri yürüyüşü yapabilir, yapılan toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılabilir. Türkiye’de bu hakkın kullanımı, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda düzenlenmiştir. Buna göre “Herkes önceden izin almaksızın silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı amaçlar için toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahiptir4“. Dolayısıyla toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak için izin almak gerekmez.
Güvenlik güçleri neden “İzniniz var mı?” diye sorar veya “izin olmadığı gerekçesiyle” toplananların dağılmasını ister?
Kanun uyarınca, toplantı ve yürüyüş önceden planlanmış bir etkinlikse 48 saat önceden toplantının yapılacağı yerin bağlı bulunduğu valilik veya kaymakamlığa bildirimde bulunulur. Bu bildirimin amacı hem toplananların güvenliğini sağlamak hem de trafik ve çevre düzenini korumaktır. Ancak bazen ani gelişen olaylar karşısında bir toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenlemek gerekebilir. Sıcağı sıcağına tepki göstermenin gerektiği bu gibi durumlarda bildirim yapılmasının beklenmesi gösteriyi anlamsızlaştırabilir. İşte polisin çoğu zaman “Bildirim yapılmadı” diyerek topluluğa dağılmasına dair ihtarda bulunmasına bu durumlarda rastlanır.
Oysa AİHM, aciliyet olmasa da önceden haber verilmemiş toplantı ve gösteri yürüyüşü barışçıl ise ve kamu düzenine çok ciddi bir şekilde tehdit etmiyorsa, otoritelerin belirli bir hoşgörü göstermesini istemektedir. Böyle bir durumda polisin kuvvet kullanarak topluluğu dağıtması, bu işlemi yapan ülke hakkında ihlal kararı verilmesine yol açmaktadır. Bir başka deyişle, toplantının bildirim koşulu yerine getirilmese de yetkililer toplantının yapılmasına izin vermelidir çünkü gösteri barışçılsa ve kamu düzenini bozmuyorsa bildirim olmaması toplantıyı yasadışı kılmaz. AİHM, Türkiye ile ilgili vermiş olduğu bir kararda bu konunun altını çizmiş ve toplantı öncesinde kanuni gereklilikler yerine getirilmese dahi, katılımcılar barışçıl davranmaya devam ettiği sürece toplantının barışçıl kabul edileceğini ifade etmiştir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma özgürlüğüne müdahale edilebilir mi?
Herhangi bir şiddet davranışı göstermeyen, barışçıl göstericilerin dağılması ancak onların toplanma ve gösteri yürüyüşü hakkından daha ağır basan veya onunla yarışan başka hakları korumak için istenebilir. Dahası, böyle bir toplantıda şiddet olmadığı için polisin yapacağı müdahalenin de orantılı olması gerekir. Örneğin polisin sözlü veya sonrasında bedensel güç gibi yöntemlere kalabalığı dağıtması istenmelidir. Böyle bir durumda polisin gaz, basınçlı su ve cop gibi güç kullanması, kişileri gözaltına alması kural olarak Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) tarafından güvence altına alınmış hakların ihlal edilmesi anlamına gelir çünkü orantısızdır. Nitekim AİHM bu konuda Türkiye’yi mahkum eden kararlar vermiştir.
Göstericiler polis müdahalesi olmaksızın istedikleri kadar gösteri yapabilirler mi?
Toplantı ve gösteri yürüyüşü barışçılsa ve kamu düzenini bozmuyorsa engellenmemelidir. Protesto kampları veya kalıcı olmayan başka yapılardaki gösteriler toplantı özgürlüğü kapsamına girer ve bu faaliyetler birkaç gün boyunca devam edebilir.
Gösteri yürüyüşü gündelik hayatı ister istemez etkileyecektir. Toplantı ve gösteriler, geçici bir süre için günlük faaliyetleri aksatabilir veya durdurabilir. Birçok toplantı günlük faaliyetleri bir ölçüde sekteye uğratır. Sokaklar ve diğer kamusal alanlar her ne kadar araçlar ve yayalar için kamusal geçiş yolları da olsalar, aynı zamanda toplantılar için de meşru alanlardır. Polis, toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılanların eylemlerini sınırlamak yerine kamusal alan kullanıcılarının çatışan ihtiyaçlarını dengelemeyi hedeflemelidir.
Örneğin, bir gösteri veya yürüyüş nedeniyle trafik ister istemez normal halinde işlemeyecek, aksayacaktır. AİHM içtihadına göre bunlar bir toplantı ve gösteri yürüyüşünün doğal sonucudur. Trafik akışının bozulması kamu düzeninin bozulduğu anlamına gelmez ve meşru bir toplantı yapma hakkını ortadan kaldırmaz. Trafikle ilgili gerekli düzenlemelerin kamu idarecileri tarafından yapılması gerekir.
Bu rehber İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından Hukuki Yardım Ağı projesi kapsamında hazırlanmıştır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz : Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Özgürlüğü Rehberi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post YALINAYAK: “Cezaevilerine Faşizm Paketi” – Av. Gülizar Tuncer appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hapishanelere yönelik güvenlik yasalarıyla şiddetin artırılması yeni direnişler, ölümler ve katliamlar anlamına gelecektir.
Her geçen gün biraz daha sertleşen, ülke içinde ve dışarıya yönelik saldırgan politikalarında başarısızlığa uğradıkça şiddeti artıran siyasi iktidar, giderek daha faşizan bir rejimi hedeflemekte ve buna uygun biçimde güvenlikçi yasaları devreye sokmaktadır.
Nitekim kamuoyunda uzunca bir süre tartışılan ve artık yürürlüğe giren “İç Güvenlik Yasası”na paralel biçimde, hapishanelerle ilgili “Ceza İnfaz Kurumları Güvenlik Hizmetleri Kanunu Tasarısı” adı altında hazırlanan ve diğerinden daha tehlikeli hükümler içeren bir yasal düzenleme alt komisyonda kabul edilip TBMM Genel Kurulu’na getirildi. Dışarıya yönelik olan güvenlik yasası nasıl ki her türlü baskıya, haksızlığa, sömürüye karşı sokağa çıkacak olanlara yönelik bir savaş yasası niteliği taşıyorsa, aynı şekilde bu yasanın hapishanelere uyarlanmış hali de, içerideki mahpuslara yönelik bir saldırı yasasıdır ve yıllardır tecride karşı mücadele eden, direnen mahpusların imhasını hedeflemektedir.
Tasarının genel gerekçesinde, mahpusların “iç dünyalarına nüfuz ederek iyileştirilmeleri”nin hedeflendiği ifade edilerek, hapishanelerde bundan sonraki dönemde tümüyle şiddete dayalı bir düzen öngörülmektedir. Cezaevlerinde mahpuslara karşı güvenlik amacıyla eğitimli köpeklerin, kapalı alanda kullanımı yasak olan biber gazının yanı sıra basınçlı su ve daha da önemlisi ateşli silahın temel müdahale aracı olarak kullanılacağının belirtildiği tasarıda yer alan “zor kullanma” hükümleri ise dehşet vericidir. Buna göre, güvenlik görevlileri, kanunlarla verilen görevleri yaparken; isyan, direniş, firar, firara teşebbüs veya asayişi bozan benzeri olayların ortaya çıkması halinde, bu olayların önlenmesi, saldırının veya saldırıda bulunanların etkisiz hale getirilmesi, direnişin sona erdirilmesi amacıyla veya kanuna uygun bir emrin ifası sırasında aktif veya pasif direniş gösterilmesi halinde zor kullanmaya yetkili olacaklardır.
Zor kullanma yetkisi kapsamında asayişi bozan olaylar veya direnmenin kapsamı ve derecesine göre, asayişi bozanları veya direnenleri etkisiz hale getirecek şekilde kademeli ve artan oranda bedeni kuvvet veya maddi güç kullanacağı ifade edilen görevliler, direnmenin niteliği, kapsam ve derecesine göre uyarı yapmadan da zor kullanabileceği gibi acil hallerde kullanacakları araç ve gereç ile zor kullanmanın derecesini kendileri takdir edecekler.
Buna göre, genel anlamda “kurumlarda mevzuat hükümlerine göre uyulması gerekli davranış kuralarına karşı koyma” olarak anlaşılan “direniş” veya “asayişi bozan benzeri olaylar” yaşandığında, örneğin onur kırıcı ve aşağılayıcı çıplak arama uygulamasına karşı çıkmak bile görevlinin takdirine göre silah kullanılmasına neden olacaktır.
Hapishanelere yönelik olarak uygulamaya konulmak istenilen imha politikalarına temel teşkil edecek bu tasarının en önemli hükümlerinden biri de bundan sonraki dönemde hapishanelerde mahpuslara karşı güvenlik amacıyla eğitimli köpeklerin kullanılabilecek olmasıdır. Şüphesiz 12 Eylül faşizminin mahpuslara yönelik en vahşi politikalarının uygulandığı Diyarbakır Cezaevi’ndeki köpekli işkencelere dönüş yapılması tesadüf değildir ve buna karşı cezaevlerinde yeni direnişlerin ve katliamların yaşanacağını göstermektedir.
Görevlilere keyfi biçimde silah kullanma yetkisi verilmesinin dışında, ceza infaz kurumlarında iç ve dış güvenliği bozacak durumların yaşanması veya görevlilere direnilmesi halinde, bedeni kuvvetin yanında kullanılacak maddi güce kelepçe, cop, basınçlı su, göz yaşartıcı gazlar veya tozlar da eklenmiştir. Özellikle F Tipi Cezaevleri’nde, hücrelerde birbirlerinden tecrit edilmiş halde yaşayan mahpusların kalmakta olduğu daracık mekanlara yönelik basınçlı su veya biber gazı ile tasarıda ne olduğu açıkça ifade edilmeyen “tozlar”ın da kullanılacak olması, dışarıdan ve hatta birbirlerinden habersizce zehirlenerek, boğularak öldürülmelerinin önünü açmaktadır.
Tasarıda yer alan hükümler içinde en tehlikeli olanı, ”asayiş ve düzeni önemli ölçüde bozan yaygın direniş ve şiddet hareketleri” örneğin açlık grevlerinin cezaevinde asayişi bozacak derecede yaygın hale gelmesi gibi hallerde kurum iç ve dış güvenlik görevlilerinin yetersiz kalması durumunda mülki amirin talimatıyla kolluk güçlerinin de müdahalede bulunacağıdır. Bu demektir ki bundan sonraki süreçte devlet cezaevlerine yönelik saldırı politikalarında sınır tanımayarak, yeni “hayata dönüş” operasyonlarını mevzuata uygun kurallar çerçevesinde aleni biçimde ve “yasal” olarak gerçekleştirecek.
Yine tasarıya göre cezaevinde çıkan isyan, direniş, silahlı çatışmalara müdahale eden güvenlik görevlileri ile kolluk kuvvetlerinin kimlik bilgileri gizli tutulacak, yasadaki zor kullanmaya ilişkin koşullara bağlı kalmaksızın “meşru savunma” ve “zorunluluk halleri”ne ilişkin hükümleri çerçevesinde savunmada bulunacak görevliler hakkında 4483 sayılı memurların yargılanması hakkındaki kanun hükümleri uygulanmayacak. Üstelik dokunulmazlık zırhına bürünerek hapishanede rahatça adam öldürebilecek bu görevliler, jandarmanın dış güvenlikteki görevine son verilmesiyle birlikte onların yerine geçmek üzere infaz ve koruma memuru kadrolarına atanacak polisler olacak.
Bu kadar geniş yetkilerle donatılan kolluk güçlerinin göstermelik de olsa hesap verme yükümlülüğünden kurtularak cezasızlık zırhına bürünmelerinin yol açacağı tehlike yalnızca hapishanelerle sınırlı değildir. Bu nedenle, bütün bu yasal düzenlemelerle içeride, dışarıda başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlüklerimize daha azgınca saldıracak bir güvenlik devleti oluşturmaya çalışan siyasi iktidara karşı direnmekten başka yol yoktur!
Meydan Gazetesi’nin Mart sayısını gönderdiğimiz tutsaklardan haber var. Şakran Aliağa Kadın Cezaevi’nden Güneş Arduç Eliuygun ve Hacılar F Tipi Cezaevi’nden Resul Kocatürk, gazetemize gönderdiği mektuplarla hem tüm kadınların 8 Mart’ını hem de bütün halkların Newroz’unu kutladılar.
Şakran Aliağa Kadın Hapishanesi’nden Güneş Arduç Eliuygun’un gazetemize gönderdiği mektup Hacılar F Tipi Hapishanesi’nden Resul Kocatürk’ün gazetemize gönderdiği mektup
Av. Gülizar Tuncer
Bu sayı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post YALINAYAK: “Cezaevilerine Faşizm Paketi” – Av. Gülizar Tuncer appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Archoscientia” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1800’lerde Almanya Baden’de nöroanatomist Franz Joseph Gall, kafatasının şeklinden bireyin karakterinin ve bu karakterin düzen dışı olup olmadığının tespit edilebileceğini iddia etti. Bu saçma sapan iddia, bilim dünyası tarafından önce frenoloji adıyla bir bilim dalı olarak kabul edildi; 1850’lere gelindiğinde ise bir bilim dalı olmaktan çıkarıldı.
1900’lerde İngiltere Birmingham’da Francis Galton, İngiliz halkının dünyadaki diğer halklardan daha başarılı ve akıllı olduğunu iddia etti. Galton, İngiliz halkının çoğalmasının insanlık için önemli olduğunu savundu. Bu saçma sapan iddia da Birleşik Krallıkça kabul edildi. 1954’de ABD’li James Watson, İngiliz Galton’u da aşarak farklı coğrafyalarda yaşayan insanların beyinleri arasında farklılıklar olduğunu iddia etti. İddiası, beyaz ırktan olan insanların, diğer insanardan akıllı olduğu savına dayanıyordu. James Watson, DNA’da ikili sarmalı bulan bilimci olarak Nobel ödülü aldı. Nobel ödülü almasıyla beraber Harvard Üniversitesi’nde biyoloji profesörlüğüne getirildi. Irkçı iddiaları eleştirilmedi.
2010’larda, yani günümüzde, ABD Kaliforniya’da Elizabeth Sowell, zenginlerin beyinlerinin, fakirlerin beyninden büyük olduğunu iddia etti. Bu iddia da büyüklük akıllıkla eş değerli tanımlandı. Bu iddiayı bilimsel bir teoriye dönüştürmek için, 2000’e yakın denek üzerinde senelerce araştırmalar yapıldı. Araştırmaya farklı üniversitelerden katılan nörologlar, psikiyatristler ve psikologlar, iddiayı yani “fakirliğin beyin gelişimini olumsuz etkilediği” savını onayladılar. Perinatologlar biraz daha geriye giderek, zenginin ve fakirin beyinleri arasında gebelikten itibaren fark görüldüğünü; fakir annenin zengin anneye göre yaşadığı beslenme bozuklukları ve sürekli stresin, bebeğin beyin gelişimini yavaşlattığını açıkladılar. Genetikçiler daha da geriye giderek, fakirlerin beyninin küçüklüğünün, kuşaktan kuşağa aktarılan genlerle sürebileceğini araştırmaya kalkıştılar.
1840’larda bilimin ilkeleri yeni yeni oluşmaktaydı. İlkelerin içinde kullanılan yeni kavramlar da birer birer açığa çıkıyordu. Pseudoscience kavramı da böyle bir kavramdı. Kelime anlamı “sahtebilgi” olan bu kavram, bilim dünyasınca sahtebilim olarak kullanıldı. Bilim dünyası saçma sapan önermelerle oluşan her tezi, bilimsel kabul etmeyeceğini böylece gösteriyordu. Ama Alman Franz Joseph Gall, İngiliz Francis Galton’un ırkçı tezleri oldukça uzun zaman sonra Pseudoscience olarak kabul edildi. Daha da beteri, ABD’li James Watson’un aşırı ırkçı tezleri, DNA sarmalını bulması ve Nobel ödülü alması sayesinde asla Pseudoscience kabul edilmedi. Çünkü bilim, beyazların uydurma tezlerine “bunlar uydurma” diyemeyecek kadar beyazdı. Bu, ırkçılığın yanı sıra, sınıfsal çelişkinin de bir etkisiydi.
Dünyanın zengin ve fakir ülkeleri arasındaki renk farkı, aynı anlayış için sınıfsal bir farkı da belirginleştiriyordu. Bu, ırkçı ve burjuva bilimcilerle benzer yaklaşımını sürdüren Elizabeth Sowell ve arkadaşlarının yaptığı araştırmadan şunu çıkarabiliriz: “Zenginler akıllıdır fakirler aptal. Ama fakirler de zenginleşirse akıllanabilirler.” Tam da böyle söylüyor Elizabeth Sowell. Fakirlikten tiksinip zenginliğe imrenen her fakir, zengin olmak için daha çok ve daha çok çalışacaktır. Fakirler çalıştıkça zenginler de daha rahat yaşayacaklardır. Bu araştırma, doğuştan eşit olmadığımızı, zenginleşmek için her şeyin mübah olduğu bir dünyayı meşrulaştıran bir araştırmadır. Ve diğerleri gibi bu araştırma da bilim dünyası tarafından bilimsel kabul edilecektir. Bilimsel araştırmalar karmaşıktır ve karmaşalarının arkasında ırkçılık, faşistlik ve sömürgecilik gibi iktidar kavramları saklıdır. Bu araştırmayı anlamamız için bilim dünyasının uydurma bilgilerine ihtiyacımız yok. İhtiyacımız olan iktidarın bencil, rekabetçi, sömürücü davranışlarını yaşayarak bilmektir. Bunu anlamak için de ezerek bolluğuna bolluk katan zenginlerin “aklı” değil; fakirlerin “aptalca” yaptığı paylaşma ve dayanışma ve ezilmişliğiyle artan öfkesini yaşamak gerekir. Elizabeth Sowell ve arkadaşlarının bilimsel araştırmalarla anlayamayacağı – yaşayamayacağı- da budur.
Bilim dünyasının yeni iddialara ve tanımlara ihtiyacı varsa; ben de bilim dünyası için bu makalemle yeni bir kavram tanımlıyorum. İddiam şudur ki; bilim tüm canlılara yani yaşama anlam katamayacak kadar *archoscientik’tir.
Archoscientia: İktidarcıbilim.
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Archoscientia” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Demokrasi Denetçileri” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletli insanlık tarihinde, iktidarlar tarafından söylenmiş en büyük yalanlardan biridir parlamentarizm. Parlamenter sistem, insanların birkaç yılda bir yapılan seçimlerde kullandıkları oy yoluyla yönetime katıldıklarını, buradan hareketle de parlamenter demokrasilerde insanların kendi kendilerini yönettiğini iddia eder.
Parlamentarizme yönelik doğrudan demokrasi eleştirilerini bir kenara bıraktığımızda dahi, seçim sistemleri kendi sınırları ile maluldür. Hiçbir vekil seçmenini temsil etmediği gibi, hiçbir parlamento da halkı temsil edemez. Buna medya ve güç manipülasyonları, seçim sistemlerinin matematiği ve seçim barajları gibi etkenler de dahil edildiğinde seçim demokrasisinin, esasen perde arkasında muktedirler tarafından oynanan bir gölge oyunundan başka bir şey olmadığı görülmektedir.
Muktedirler, her tahakküm mekanizması gibi parlamenter tahakküm sistemini de truva atlarıyla güçlendirmekte, sistemde açılan çatlakları bu yolla sıvamaya çalışmaktadır. “Katılımcı”, “çoğulcu”, “ileri” gibi eklerle yapılan yamaların yanı sıra demokrasi yalanının çatlaklarını sıvayan mekanizmalardan biri de “Demokrasi Denetçiliği”.
Demokrasi Denetçiliği ve Uluslararası Örnekleri
Demokrasi ve yönetim kavramlarındaki liberal anlamda değişimlerle birlikte ortaya çıkan “yönetişim” (governance) kavramının etkisiyle sivil toplum örgütlerinin çeşitli denetleme mekanizmaları aracılığıyla yönetime aktif olarak katılması düşüncesi gelişti. Bu tür sivil toplum kuruluşları da seçimlerin “demokratik” bir şekilde gerçekleşmesi, demokrasinin gelişiminin denetlenmesi, iktidarların hesap verebilir ve şeffaf olması iddialarıyla faaliyet yürütmeye başladı. Uluslararası düzeyde “democratic audit” (demokratik denetim) ve “election monitoring” (seçim gözetimi) kavramları ile çok sık birlikte kullanılan demokrasi denetçiliği, finansal alanlarda uygulanan bağımsız denetim kavramından hareketle, gözlemlerini ve denetimlerini raporlandırma yoluna gitmektedir.
Uluslararası örnekleri olarak da İngiltere’de faaliyet gösteren ‘Demokratic Audit UK’ ve dünya çapında özellikle de “Arap Baharı”nı yaşayan devletlerde ve “gelişmemiş” coğrafyalarda demokrasi için çalışan ‘National Democratic Institute for International Affairs’(NDI) gibi kuruluşları gösterebiliriz.
Demokrasi Denetçileri Derneği
Bu trendin coğrafyamızdaki örneği ise Demokrasi Denetçileri Derneği. T.C Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bulduğu her fırsatta ve gittiği her yerde dile getirdiği 400 vekil isteği üzerine başlayan tartışmalara katılan ve yaptığı seçim anketleriyle ve analizleriyle HDP barajı aşsa da aşamasa da AKP’nin 400 milletvekili çıkaramayacağı açıklamasıyla gündem olan “Demokrasi Denetçileri Derneği” düzenledikleri seçim seminerleri, ayrıntılı seçim analizleri ve sitesindeki seçim simülasyonu ile 7 Haziran seçimlerine büyük önem veriyor. Siyasetçileri ve iktidarları, katılımcı ve çoğulcu demokrasinin ölçütlerine göre denetlemek ve insanlar arasında “demokrasi kültürünü” geliştirmek için yola çıktığını belirten Demokrasi Denetçileri Derneği, iki yılı aşkın süredir faaliyet gösteriyor.
Yaptığı eylemler ve etkinlikleriyle mevcut hükümete karşı muhalif bir tutum sergilemesi, derneğin niteliğinden ziyade, yöneticilerinin ilişkileri ve siyasi görüşlerinden kaynaklanıyor. Derneğin yönetim kurulu üyelerinden Mehmet Özkaya CHP İstanbul Milletvekili Aday Adayı olmuşken bir diğer yöneticisi İbrahim Yayla da MHP Bornova İlçe Başkanı görevinde bulunuyor. Ayrıca dikkat çekici başka bir özellik olarak da dernek, liberal “3H Hareketi”yle birlikte etkinlikler ve eylemler düzenleyip yakın ilişkiler kurmaktadır.
Amaç “Demokrasi”!
Bu tür denetleme kurumlarının tümü ortak olarak bağımsızlık, tarafsızlık ve güvenilirlik iddialarında bulunarak demokrasi vurgusu yapmaktadır. Kendilerini demokrasiyi işler kılacak ve denetleyecek sivil kuruluşlar olarak tanımlamalarına rağmen coğrafyamızdaki örneğinin muhalif partilere yakın kişilerle ve sistem savunucusu hareketlerle kurduğu ilişkilere baktığımızda, pek de bağımsız ve tarafsız olamadıklarını görmekteyiz.
Yine aynı Demokrasi Denetçileri Derneği’nden konuşmaya devam edecek olursak, seçimlere ilişkin analiz ve bilgilendirmeye büyük önem veriyor olduğunu biliyoruz. İnternet sitelerinde seçimlerle ilgili bölümlerde T.C devletinde uygulanan Barajlı d’Hondt Seçim Sistemi’nin en ince ayrıntısına kadar tüm bilgilere ulaşabiliyoruz. Ayrıca özel olarak uygulamaya koydukları seçim simülasyonu, farklı bir uygulama olarak göze çarpıyor. Oy oranlarına karşılık gelen milletvekili sayılarının gösterildiği bu uygulamanın yanı sıra -seçim sisteminin getirdiği bir sonuç olarak- açıkladıkları seçim analizlerinde de kimi bölgelerde partiler arası gerçekleşebilecek son sıra milletvekili çıkarma rekabetine özellikle dikkat çekiliyor. Buna yönelik olarak seçimlere katılmayı, bu bölgelerde aktif olabilecek muhalif partiler lehine salık veriyor.
Demokrasi kavramını seçimlere sıkıştırarak hak arayışlarını ve özgürlük mücadelelerini parlamenter demokrasi kıskacında manipüle eden sivil toplum kuruluşları halkın tümünün iradesini yansıtmayı hedef gözettiklerini söyleseler de, asıl olarak seçimler yoluyla düzeni kendi yakın oldukları partinin lehine tutmayı ya da değişen dönemsel olayları ve değişimleri kendi lehlerine evriltmeyi amaç ediniyorlar.
Ortadoğu’da patlak veren isyanların sonrasında yükselen ve demokrasiyi seçimlerden farklı ve değerli bulan yorumlar, Demokrasi Denetçileri Derneği’nin de dönemsel demokrasi anlayışlarındaki değişimlerden ve “ilerleme”lerden uzak kalmama adına söylemlerine ve açıklamalarına sirayet etmektedir. Ancak bu yorumların sadece söylem bazında kalması ve pratikte bir yansımasının olmaması, demokrasi adına samimi olma isteklerinin olmadığını göstermektedir.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda gelişen ve yaygınlık gösteren demokrasi denetçiliği ve seçim gözetimi kavramları ile var olan düzenin korunmasına yönelik bir şekilde küresel düzeyde demokratikleşme propagandası yapılmaktadır. Demokrasi kavramını, kavramın önüne katılımcı ve çoğulcu gibi sıfatları eklemleyerek, seçimleri gözlemleyerek ve devletlerdeki yönetimleri eleştirerek daha demokratik yapmaya çalışan bu tür örgütler, var olabilecek toplumsal hareketlenmelerin karşısına büyük engellerden biri olarak çıkacaktır.
Demokrasiyi, renk renk zarfları boy boy sandıklara atabilme özgürlüğüne indirgeyen, var olan düzeni tam ve etkin bir şekilde sürdürmek amacında olan bu kuruluşların aksine, ihtiyacımız olan şeyler, her bir bireyin iradesini hür bir şekilde yansıtacağı, karar alma süreçlerinde aracısız, temsilsiz ve etkin bir şekilde söz hakkının olduğu ve doğrudan demokrasinin yaşam bulduğu öz-örgütlü yapılardır. Demokrasi Denetçileri, parlamentarizmi ideal bir yapı olarak sunup demokrasi kavramını seçimlere hapsederek, sistemin kendini ve söylemini yeniden üretmesinin bir aracı oluyor. Bu anlamda da, sistemin truva atlarından biri olarak kendisini görünürde sistemin karşısına konumlandırmakta, gerçekte ise sisteme yaralandığı yerden kendisini yeniden var etme olanağı sağlıyor.
The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Demokrasi Denetçileri” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Seçim Provokasyonu”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Türkiye diye ifade edilen 783.562 km karelik alanda 74,93 milyon insan yaşıyor. Haziran ayında yapılacak genel seçimler sonucunda meclise girecek 550 kişi, 74.93 milyon kişinin iradesi olmakla kalmayacak, yakın, orta ve uzak gelecekte tüm bu insanların ekonomik, siyasi ve sosyal ihtiyaçlarının belirlenmesi, karşılanmasının organize edilmesi noktasında karar verici konumda bulunacak.
Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür. Her seçim döneminde yaşananlar, seçim sonuçlarının açıklanmasıyla unutulur ve bir dahaki seçim dönemine girildiğinde aynı senaryo aynı repliklerle tekrar sahneye konulur. İktidar bakımından “bunlar hep provakasyon” dönemidir. Seçimlere kadar yaprak da düşse kıyamet de kopsa iktidarın tek açıklaması vardır: Provokasyon. Başka cevaplar aramak için zahmet etmeye hiç gerek yoktur.
Son bir ay içinde yaşanan doların tarihi rekor seviyesine ulaşması, Berkin’in katillerinin açıklanması için Çağlayan adliyesinde yapılan eylem, Ağrı’da savaşa karşı canlı kalkan olmak isteyen insanların katledilmesiyle sonuçlanan TSK operasyonu ve son olarak ülke çapında yaşanan elektrik kesintileri dahil her şey, “tam seçim ortamına girilmişken, herkes seçim kampanyasına hazırlanırken gerçekleşen provokasyonlar”dı şüphesiz!
Bugünden Haziran ayında gerçekleşecek seçimlere gelinceye kadar da, bizi daha birçok provokasyon bekliyor. Maden altında yüzlerce işçinin kalıp can vermesi veya onlarcasının inşaattan düşmesi olabilir bu provokasyon. Kardeşlerinin katledilmesine karşı sokaklara çıkan binler ya da katliama karşı direnen bir halk da olsa olsa provokasyondur…
Muhalefet bakımındansa geleneksel “bu seçim çok önemli” dönemidir bu takvim. Hayalciliği bir kanara bırakarak realist olmak gereklidir. Zira bu seçim şimdiye kadarki en kritik seçimdir. Her zaman bir gerekçe vardır, nitekim 2015 seçimleri de “bu coğrafyanın göreceği son seçim olabilir”.
Stratejik bir hamle olarak “boykot” tavrı olmadığı sürece sağından soluna kadar her kesim bir şekilde bu seçim oyununun kıyısında köşesinde bir yerde konumlanacak. Anarşistlerin seçimlere yönelik eleştirileri ise her zamanki gibi “hayalcilik” olarak yaftalanarak çabucak seçim çalışmalarına geri dönülecek.
Anarşizm, bireyin iradesinin temsil edilemezliği; başka bir bireye ya da kuruma devredilemezliği noktasında nettir. Çünkü irade, kişinin düşündüğünü eyleyebilmesiyle yani özgürlüğüyle doğrudan bağlantılıdır. Seçimler, bireylerin irade temsilini değil teslimini amaçlar. Her temsilci, iradesi teslim alınan milyonlarca insan demektir.
Anarşizmin toplumsal karar alma süreci olarak ortaya koyduğu çözüm, bireylerin oluşturduğu toplulukların kendilerine ilişkin kararları kolektif almalarına olanak verecek doğrudan demokratik karar alma süreçleridir. Bireylerin iradelerini doğrudan yansıtabildiği karar süreçleri aynı zamanda alınan kararların doğrudan uygulamaya geçeceğinin de belirlendiği alanlardır.
Tabi ki 74.93 milyon insanın doğrudan demokratik bir yapı oluşturup tüm kararları böyle alacağından bahsetmiyoruz. Anarşizmin teorik yaratımı ve tarihinden deneyimledikleriyle oluşturduğu, farklı bir siyasal biçimdir. Bu siyasal biçimin, devletin birey iradesini yok etmeye odaklanmış merkeziyetçi mülkiyetçi doğasında yer bulamayacağı açıktır.
Anarşizmin parlamenter demokrasiye yönelik eleştirilerine hak veren bir kesimse reel politik durumdan dem vuracaktır. Hadi bir önceki ya da ondan önceki seçim döneminin reel politik durumuna hiç girmeyelim, ama toplumsal muhalefet iddiası bulunanların bu seçimlerde bir beklenti içerisine girmesi gerçekten büyük hayalcilik.
Tayyip Erdoğan’ın seçimler, hükümetler ve meclisler üstü; siyaset, hukuk, anayasa üstü konumunu her geçen gün daha da pekiştirdiği, ve hatta bütün bu kurumları istediği gibi evirip çevirebildiği, başkanlık tartışmaları devam ededursun, cumhurbaşkanı üzerinden merkezileşmenin devam ettiği, güçler ayrılığı anayasal ilkesine rağmen yasama-yürütme-yargı dengesinin cumhurbaşkanı lehine ortadan kaybolduğu bir düzlemde seçimlere bel bağlamak serap görmektir. Zira halihazırdaki devletin işleyiş mekanizmasının, ne seçimle belirleneceği iddia edilen yasama ve yürütme ile, ne de bağımsız olduğu iddia edilen yargıyla hiçbir ilgisi yok.
Erdoğan’ın 12 yıldan beri kadrolaşarak merkezde ve yerellerde kendi ideolojik ve politik yönetimini, aygıtlarını, kurum ve kuruluşlarını güçlendirdiği, bağımsız medyanın kontrolünün “beyefendi”de olduğu, yine ayı kişinin gözetiminde rantın açıktan dağıtımının yapıldığı bu demokratik sistemde seçimleri bir çıkış olarak görmek gerçekten büyük hayalciliktir. Seçimler -hiç olmadığı ya da hep olduğu kadar- çocukların eline verilmiş bir oyuncaktan başka hiçbir anlam taşımıyor.
Şimdiye kadar hep biz gerçekçi olmamakla suçlandık. Şimdi sıra seçimleri çözüm görenlerde. Ne zaman makinesine ne de çok uzaklara gitmeye gerek var; birkaç kulaç atarak bir seçim kandırmacası, birkaç adım atarak da bir toplumsal devrimi görmek mümkün. Neyin gerçekçilik neyinse hayalcilik olduğu ortada, seçim sizin…
The post “Seçim Provokasyonu”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post IWW’nin Sesi: Endüstri İşçisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>ABD’deki anarşist hareketin tarihiyle özdeşleşmiş IWW’nin ( Industrial Workers of the World) yayın organı olan Industrial Worker gazetesi editörlerinden Diane Krauthamer’le yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Meydan: Ezilenlerin özgürlük mücadelesinde IWW’nin, siyahların ve LGBTİ bireylerin ilk örgütlendiği sendika olmak gibi önemli tarihsel özellikleri var. IWW’nin sesi olan Endüstri İşçisi (Industrial Worker) yayın hayatına ne zaman başladı?
IWW: IWW’nin sayısız yayını vardı, ancak IWW’nin resmi yayın organı olan Endüstri İşçisi; ilk olarak 1909’da Spokane, Washington’da yayımlandı ve bugüne kadar gelişerek devam etti. İlk yıllarında haftalık yayımlanan gazete, şimdi yılda 10 sayı yayımlanıyor.
IWW’nin Kuzey Amerika’daki işçi mücadelesini etkilediği bilinen bir gerçek. Mücadelenin geliştirilmesinde Endüstri İşçisi gazetesinin rolü nedir?
Gazetenin hem potansiyel Wobbly*’ler için bir örgütlenme aracı, hem de çalışma yürüttüğümüz çeşitli endüstriler arasında ilk elden bilgi paylaşımını sağlayan bir kaynak olarak kullanıldığını söyleyebilirim. Editörlük yaptığım altı buçuk yılda, birçok Wobbly’den duyduğum şey, bir büfede ya da bir kitapçıda buldukları gazetemizi okuduktan sonra IWW’ye katıldıklarıdır. Çok sık duyduğum bir diğer şey de, işçi arkadaşların bir çoğunun, bir üyemiz ona gazeteyi verdikten sonra sendikaya üye olduğudur. Daha yeni, Boston’daki bir IWW üyesi, Harvard Üniversitesi’nde üç güvenlik görevlisine gazete verdiğini, sonra bu üç kişinin sendikaya üye olduklarını söyledi. Yani gazetenin, daha önce böyle işçi mücadeleleriyle ilgilenmemiş ya da haberi olmayanları, doğrudan ilişkilendirdiğini ve haberdar ettiğini görebiliyoruz.
Endüstri İşçisi aynı zamanda anarşist bir yayın. Endüstri İşçisi’nin diğer anarşist yayınlar arasındaki yeri nedir? Gazetenin en çok insana ulaştığı yıllar ne zamanlardı?
Endüstri İşçisi temelde, anarşizm dahil herhangi bir ideolojiyi desteklemez. Gazeteyi çoğunlukla bütün sendikanın organı olarak, görüşlerimizi savunmak için kullanıyoruz. Maalesef okuyucu sayısını belirleyebileceğimiz kayıtlarımız yok. Ama en çok okuyucunun olduğu zamanlar, tahminen IWW’nin en parlak dönemi olan 1910’larda, sendikanın binlerce ve binlerce üyesi olduğu zamanlardır.
Yazılardan basıma, Endüstri İşçisi’nin her bir sayısını kimler hazırlıyor? İşçi mücadelesinden başka rolleri var mı? Süreç nasıl işliyor?
2009’dan 2014’e kadar tek editör bendim. Şimdi Nicki ile beraber ikimiz, dünyanın birçok yerindeki yoldaşlar ve işçi arkadaşlardan, haber, fotoğraf, değerlendirme, fikir yazıları ve diğer gönderileri teklif edip topluyoruz. Daha sonra yazıları, stil ve imla açısından düzenleyen gönüllü redaksiyon ekibine gönderiyoruz ve bütün bölümlerini dolduracak şekilde bir “bütçe” (ya da taslak sayfa düzeni) oluşturuyoruz. “Uluslararası Haberler”, “Köşe yazıları”, “Eleştiriler”, “Makaleler”, “IWW Haberleri”, vb. bölümler var. Yazılar tamamlanıp düzeltildikten sonra, gazeteyi Indesign kullanarak hazırlıyorum. Gerektikçe Nicki ve redaksiyoncularla çalışarak son düzeltmeleri yapıyorum. Üretim sürecinin tamamı genellikle 2-3 hafta alıyor. Yazarlarımız ve gönüllülerimiz ücret almıyor. Nicki ve ben, yaptığımız iş için sembolik bir ücret alıyoruz. Ve evet, gazeteyle meşgul olan herkes çoğu zaman kendi iş yerlerindeki mücadelelerde, kendi IWW dalları ya da gruplarında faaliyet gösteriyor. Bu faaliyetlerimizin gazetedeki çalışmalarımızı da beslediğini düşünüyorum. Mücadeleye katılmadan mücadele hakkında yazamayız!
Gazete nasıl dağıtılıyor? Okuyucular kimler?
Okuyucuların çoğu IWW üyeleri, ama gazeteyi birçok kitapçıya, akademik kurumlara, kütüphanelere ve örgütlere dağıtıyoruz. Toplumun birçok kesiminden okuyucumuz var ve teknik olarak, gazete aboneliği IWW üyeliği ile beraber geliyor. Bu da demek oluyor ki; Staughton Lynd, Tom Morello and hatta Noam Chomsky gibi bazı ünlü *Wobbly’ler de okuyucularımız arasında! Herkes abone olabilir. Türkiye ve Kürdistan’daki yoldaşlarımızı da abone olmaya davet ediyorum.
Devletlerin, tarih boyunca anarşistlerin seslerini bastırmaya çalıştığı bilinen bir gerçek. Endüstri İşçisi yayıncılık tarihinde ne gibi zorluklarla karşılaştı?
21 Ağustos 1913 ve 1 Nisan 1916 arasında Endüstri İşçisi’nin yayımlandığına dair hiçbir kayıt yok. Washington Üniversitesi’ndeki Emek Yayınları Projesi’nin internet sitesine göre, gazete yayımının neredeyse üç yıl kesilmesinin nedeni; bu dönemde Wobbly’lere uygulanan işkenceler olabilir. Fakat kesin bir bilgi yok. Bu sitede ayrıca, gazetenin yayımlandığı ilk yıllarda editörlerin “tutuklanma ve gazete işlerini yapama” nedenleriyle sık sık değiştiğinden bahsediliyor. Yine kesin olmamakla beraber, 20. yüzyılın başlarında Endüstri İşçisi’nin hükümet baskısından bu şekilde etkilenmiş olması muhtemeldir.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Hareketimizin en güçlü silahlarından biri, uluslararası dayanışmadır. Bilgi, kaynak, araçların paylaşımı ve birbirimizden sürekli haberdar olmanın mücadelelerimize faydalı olacağını düşünüyorum. Bu yüzden Türkiye’de, Kürdistan’da ya da başka yerde bunu okuyan yoldaşları bize birer satır yazmaya, yazı fikirleri ve fotoğraf göndermeye ve iletişimde kalmaya çağırıyorum ki kapitalizme karşı verdiğimiz kavgada beraber çalışmaya devam edelim. Bize [email protected] adresinden yazabilirsiniz. Ve bu röportaja katılma olanağını verdiğiniz için teşekkür ederim!
Wobbly: halk arasında IWW üyeleri için kullanılan isimdir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post IWW’nin Sesi: Endüstri İşçisi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (1): Kuzey Amerika’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Toplumsal bir hareket olarak anarşizm, ortaya çıktığı ilk günden bu yana meydana çıkardığı yazınsal çabayla da toplumsallaşmaya çalışmış ve bu vesileyle farklı yazınsal deneyimlere girişmiştir. Anarşist hareketin etkili olduğu farklı coğrafyalarda yayınlanan gazeteler ve dergiler aracılığıyla düşünce kendini geliştirmiş, farklı yorumlara kavuşmuştur. Meydan Gazetesi’nin bu sayısıyla beraber giriş yaptığımız anarşizmin yayıncılık tarihini, bölge bölge, yayın yayın inceleyecek, anarşist yayıncılık geleneğini inatla yaşatan yoldaşlarla yaptığımız röportajlara yer vereceğiz.
İlk bölümde, 1 Mayıs’ta Haymarket’te devletin katlettiği yoldaşlarımızın mücadelesinden süzülen metinleri inceleyebilmek adına, bu ay Kuzey Amerika’da çıkan yayınlara öncelik verdik. İlk bölümde Mother Earth’ten The Blast’a, ABD tarihinde ön plana çıkmış süreli yayınlara yer verirken, bir sonraki bölümde yine ABD’deki anarşist hareketin tarihiyle özdeşleşmiş IWW’nin (International Workers of the World) yayın organı olan International Worker gazetesi editörlerinden Diane Krauthamer’le yaptığımız röportajı sizlerle paylaştık.
The Alarm
Haymarket’te devlet tarafından katledilene kadar, editörlüğünü Albert Parsons’un yaptığı gazetenin ilk sayısı, 1884’ün Ekim ayında, Amerika’nın Chicago kentinde yayınlandı. Gazete “Kara Enternasyonal” olarak bilinen, Haymarket’te katledilen yoldaşların da bir parçası olduğu The International Working People’s Association (IWPA) isimli örgütlenmenin sözcülüğünü yapıyordu. Dört sayfa yayınlanan ve sürekli devlet baskısıyla mücadele eden gazete, 15.000 tiraja kadar ulaştı. The Alarm, yayında kaldığı süre boyunca kendini zor finanse ediyordu. Albert Parsons ve üç yoldaşı idam edildikten bir sene sonra, gazetenin yazarlarından Dyer D. Lum, Nisan 1888’e kadar ara vermeden gazeteyi yayınlamaya devam etti.
Amerika’nın emekçileri!
Ekmek için mücadele, yaşam için mücadele etmektir. Erkekleri, kadınları ve bin bir zahmetle büyütülen çocukları köleleştiren, onları ezen sisteme ve yardakçılarına ölüm!
The Alarm’dan
Freiheit İngiltere’de sürgündeyken anarşist olan Johann Most ve yoldaşı Wilhelm Hasselmann tarafından yayınlanan Freiheit (Özgürlük), 1879 yılında yayın hayatına başladı. The Alarm gibi Freiheit’da da eylemle propagandanın koyu savunuculuğunu yapıyordu. Gazete ajitatif diliyle, yayınlandığı her yerde, işçileri en çok etkileyen yayınların başında yer aldı. Özgürlük şiarını yükselten her yayında olduğu gibi, Freiheit’ın da sesi sürekli kısılmaya çalışılıyordu. Büroları basılıyor, gazete sürekli kapatılıyordu. Çar II. Alexander’a karşı gerçekleştirilen suikastı öven başyazı nedeniyle, Johann Most on altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Most, Amerika’ya sürgün edildiğinde de Freiheit’ı çıkarmaktan vazgeçmedi. 1882 yılından itibaren New York’ta yayınlanmaya başlanan gazete, daha çok Almanya ve Avusturya’dan göç eden işçiler üzerinde etkili oldu. Freiheit, Emma Goldman’ın anarşist olmasında oynadığı rol ile de ABD’deki önemli anarşist yayınlardan biridir. Goldman’ın yoldaşı ve hayat arkadaşı Alexander Berkman’ın işadamı Henry Clay Frick’e düzenlediği suikast girişiminin ardından, Most ve Goldman fikir ayrılığına düşene dek Freiheit gazetesinin yayınlanması için en çok çaba sarf eden isimlerden olmuşlardır. Adeta kendisiyle özdeşleşen gazetenin en büyük emektarı Johann Most öldükten sonra Freiheit’ın da enerjisi tükenmiş, Most’un ölümünden 4 sene sonra, yani 1910 yılında son sayısını yayınlamıştır.
Liberty
Josiah Warren ve Pierre Joseph Proudhon’un fikirlerinden etkilenip kendi anarşizm düşüncesini oluşturan Benjamin Tucker’ın, Ağustos 1881’de yayınlamaya başladığı Liberty, o yıllarda bireyci anarşizmin temel yayın organıydı. Proudhon’un “Özgürlük düzenin anası değil, kızıdır” sözünü logosunun altında barındırmış, kadın özgürlük mücadelesinin önemli isimlerinden Voltairine de Cleyre’i derinden etkileyerek, onun anarşist olmasını sağlamıştır. Liberty gazetesinin eylemle propagandayı eleştiren yönü, onu The Alarm ve Freiheit’dan ayırıyordu. 1907’de Tucker’ın matbaası yanana kadar yayında kalan Liberty, Laurence Labadie’nin 1974’te diriltme çabasıyla “The Revival of Liberty” ismiyle devam ettirilmeye çalışılsa da başarılı olamadı.
Free Society
Henry Addis ve Isaak ailesi tarafından çıkarılan gazete, 1895-97 yılları arasında Free Society, 1897-1904 yılları arasında ise The Firebrand ismiyle yayınlandı. Yoğunluklu olarak anarşist-komünist bir çizgide duran gazetede kadın hakları, özgür aşk gibi meselelerin üzerinde durulan yazılar da yayınlandı. Amerikalı şair Walt Whitman’ın “A Woman Waits For Me” (Bir Kadın Bekliyor Beni) isimli şiirinin gazetede yayınlanması sonucunda Firebrand yasaklandı. Gazetenin emekçilerinden A.J. Pope, Abe Isaak ve Henry Addis tutuklandı. Gazetenin destekçileri arasında Emma Goldman, Voltairine de Cleyre gibi isimler de yer almaktaydı.
Mother Earth
İlk sayısı 1906’nın Mart ayında yayınlanan Mother Earth dergisi, ABD’nin en ünlü anarşist yayınlarından birisiydi. Sıklıkla cinsiyet özgürlüğü, doğum kontrolü konuları üzerine propagandanın yürütüldüğü dergide, anarşist fikirler ve tartışmaların yanı sıra Ibsen, Strinberg, Hauptmann, Thoreau, Nietszche ve Oscar Wilde gibi yazarların tanıtıldığı yazılar da bulunuyordu. Editörlüğünü Alexander Berkman’ın yaptığı Mother Earth; Emma Goldman ve yoldaşları için sadece bir dergiden ibaret değildi. 9 Mayıs 1916’da askere gitmeyi vicdanen reddedenleri bir araya getirmeyi amaçlayan “Zorunlu Askerliğe Karşı Birlik”in temelleri, Mother Earth dergisinin bürosunda atılmıştı. Mother Earth, doyurucu içeriğiyle geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştı. Bunun sebebi Gorki, Tolstoy gibi edebiyatçıların eserlerinin yanında Magon kardeşlerden Malatesta’ya, Elisée Reclus’tan Rudolf Rocker’a kadar anarşist devrim mücadelesine katkıda bulunmuş birçok yoldaşın dergiye katkıda bulunması olmuştu belki de.
Mother Earth, dergiye emek veren herkes için büyük anlamlar ifade ediyordu kuşkusuz ama Emma Goldman’ın fırtınalı yaşamında yelken oluşuyla, kalbinde ayrı bir yer edinmişti. Ondan “hiçbir anne çocuğunu benim onu emzirdiğim gibi emzirmemiştir” diye bahsediyordu. Mother Earth projesi, Alexander Berkman ve Emma Goldman sınır dışı edilene dek sürdü.
The Blast
Köklerini Mother Earth’ten alan The Blast’ın ilk sayısı, 1916’nın Ocak ayında yayınlandı. Önceden Berkman tarafından “devrimci işçi gazetesi” olarak tasarlanan The Blast, sonradan tamamen anarşist bir karaktere büründü. Haftalık olarak çıkan dergi, belirli bir süre sonra aynı düzenlilikte çıkamadı. Bunda The Blast’ın (her anarşist yayında olduğu gibi) büro baskınlarıyla, yasaklamalarla, yazarlarının tutuklanmasıyla geçen bir serüveni olmasının payı olduğu aşikar. The Blast’ın anarşist teorisinin yanında güncel politikanın önemli konularına dair bilgilendirici içeriği de epey güçlüydü. Derginin kapak çizimlerini çoğunlukla Goldman ve Berkman’ın arkadaşı, karikatürist Robert Minor üstlendi. Alexander Berkman mücadeleci ruhunu ve yetenekli kalemini özellikle doğrudan eylem çağrısı yaptığı metinlerde hissettiriyordu. Bir senede 29 sayı çıkan The Blast, az zamanda çok yol kat etti. Dergi, Haziran 1917’de yayınlanan son sayısıyla okurlarına veda etti.
Harekete geçmenin zamanı geldi. Şimdi bu zaman. Memnuniyetsizliğin soluğu bu geniş ülkenin üzerine ağır ağır çökmüştür. İmalathane ile madene, tarla ile fabrikaya sinmiş bu soluk. Kör bir başkaldırı cadde ve sokaklarda sezdirmeden ilerliyor. Onu umudun kıvılcımı ile ateşlemek, görüşün ışığında tutuşturmak ve soluk bir memnuniyetsizliği bilinçli bir toplumsal eyleme dönüştürmek; işte günümüzün haykıran sorunu budur. Tamamlanması için çağıran yüce görev budur. Çalışalım o zaman; yeniden doğmanın önündeki bütün engeller infilak etsin!
The Blast‘tan
Cronaca Sovversiva
Luigi Galleani’nin Haziran 1903’te ilk sayısını çıkardığı Cronaca Sovversiva, sekiz sayfadan az olmasına rağmen, militan üslubuyla 5000 aboneye kadar ulaşmıştı. Genellikle göçmen İtalyan işçileri arasında etkili olan Cronaca Sovversiva’da, halkın düşmanları olarak nitelendirilen patronlar, grev kırıcılar gibi kişilerin ayrıntılı adresleri yayınlanıyordu.
Cronaca Sovversiva, Galleani ve diğer editör yoldaşlarının tutuklanması sonucunda, Temmuz 1918’de yayın hayatını noktaladı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (1): Kuzey Amerika’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>