The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, Zabalaza dergisinin 2009 Nisan tarihli sayısından, iki bölüm halinde yayınlayacağımız bir yazı ile devam ediyoruz. Zabalaza Anarşist Komünist Cephesi (ZACF)’den Stefanie Knoll imzalı yazının ilk bölümünde Kropotkin’in karşılıklı yardımlaşma kavramını tanıtılırken, bu kavram üzerinden Güney Afrika ekonomisinde önemli etkileri olan bağış kültürüne ve uluslararası STK yardımlarına eleştiri getiriliyor. Yazının bu ilk bölümü ayrıca, Kropotkin’in çalışmasından verdiği örneklerle, kapitalist ekonomi teorilerinin temel ilkesi olan rekabetin, insan ve hayvan toplumlarının hayatta kalmasında temel ilke olmadığını gösteriyor.
Stefanie Knoll
Karşılıklı yardımlaşma önemli ve geçerli bir anarşist kavramdır. Bu kavram, daha iyi bir dünyaya dair olguları, Güney Afrika dahil her yerde görebileceğimizi ve bu yeni dünyanın, mevcut kültürel pratiklerin üzerine ve genişleterek nasıl inşa edilebileceğini gösterir.
Kropotkin’in Çalışması Hala Geçerlidir
Piotr Kropotkin sadece önemli bir anarşist militan ve düşünür olmakla kalmayıp iyi bilinen bir coğrafyacı ve bilim insanıydı. En ünlü kitabı olan “Karşılıklı Yardımlaşma”, Sosyal Darwinizm’e [1] ve insan doğası hakkındaki genellemelere [2] sağlam bir eleştiri getirir. 19.yy’dan başlayarak insan doğasının özünde iyi mi yoksa kötü mü olduğu hakkında bir tartışma süregelmiştir. İdealistler insanın aslında iyi olduğunu ve savaşların uygarlık yüzünden olduğunu savunurlar. Diğer yandan -dünya çapında egemen politik düşünce olan- gerçekçiler, insanların özünde kötü olduğunu ve devlet araya girmediğinde her zaman birbirlerini öldüreceklerini (Hobbes’un herkesin herkese karşı savaşını) savunurlar ve böylece devleti, barışı getirmek ve sürdürmek için gerekli, çatışmaları çözümleyen bir kurum gibi gösterirler. “En güçlü olan hayatta kalır” teorisi böylece devletin varlığını meşrulaştırdığı gibi, devletle iç içe olan felaketleri, kolonileştirmeyi, emperyalizmi ve kapitalizmi de meşrulaştırır; her zaman devlete bağlı olmayan (ama çoğu zaman dine bağlı) ırkçılık, cinsiyetçilik [3], heteroseksizm [4] ve engelli ayrımcılığı [5] da yine bu teori ile meşrulaştırılan felaketlerdir. Fakat ilk defa Kropotkin’in kapsamlı biçimde gösterdiği gibi, insan doğası diye bir şey yoktur ve bu gerçek artık antropolojide[6] genel geçer kabul görmektedir. İnsanlar, ne doğası gereği iyi, ne de doğası gereği kötüdür; iki doğaya birden sahiplerdir. Bu yüzden mesele, bugün toplumda ortaya çıkan çatışmaları, yoksulluğu ve diğer sorunları nasıl çözeceğimizi bulmaktır.
Karşılıklı Yardımlaşma Nedir?
Karşılıklı Yardımlaşma, insanların birbirine yardım etmesi kavramı, ilk olarak Kropotkin tarafından kapsamlı bir şekilde incelenmiş ve aynı adlı kitapta 1902’de yayımlanmıştır [7]. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşmanın insan evriminde önemli bir etken olduğunu düşünür ve çalışması “en güçlü olan hayatta kalır” düşüncesine önemli bir eleştiri getirmiştir. Bu kitabında Kropotkin, çeşitli hayvan ve insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın önemini gösterir. Karşılıklı yardımlaşmaya dayalı toplumların nasıl daha barışçıl olduğunu gösterirken verdiği örnekler, yine antropologlar tarafından dünya çapındaki barışçıl toplumların ortak özellikleri olarak kabul edilmektedir. Modern antropoloji Kropotkin’in insan doğası diye bir şeyin olmadığını söyleyen teorisini onaylamıştır. Kropotkin, bu büyük tartışmada herhangi bir tarafı tutmak yerine, insanlarda ve hayvanlarda hem karşılıklı mücadelenin, hem de karşılıklı yardımlaşmanın olduğunu, ama türlerin hayatta kalması için, karşılıklı yardımlaşmanın daha önemli olduğunu göstermiştir. İnsanlar arasında çatışmadan daha fazla yardımlaşma vardır.
Karşılıklı yardımlaşma, insanların bireyci davranmak ya da daha kötüsü çatışmak yerine yalnızca maddi olarak değil, manevi olarak da yardımlaşması demektir. Yaşamın birçok alanında insanların rekabet etmek yerine herkesin yararına olacak şekilde beraber hareket etmesi demektir. Toplumsal dayanışmanın herkes için daha iyi olduğunun ve çatışmak yerine birbirimize yardım ettiğimizde yaşam kavgasını daha iyi vereceğimizin farkına varmak demektir. Diğer insanları düşman olarak değil, yoldaşların ve arkadaşların olarak görmek demektir. Karşılıklı yardımlaşma, eşit bir karşılık beklemeden paylaşmak demektir. Karşılıklı yardımlaşma ayrıca, birbirimizle savaşmak yerine ahenk içinde yaşamanın bir örneğidir. Karşılıklı yardımlaşmanın en genel örnekleri, daha iyi sonuçlar için beraber avlanmak, tehlikelerden korunmak için beraber yaşamak, her tür işte birbirine yardım etmek, ihtiyaç zamanlarında birbirine destek vermektir. [Güney Afrika kültüründen somut örnekler, yazının devamında tartışılacaktır.]
Karşılıklı yardımlaşma, yardımın tamamen eşit olmasını ima etmez. Karşılıklı yardımlaşma daha çok “herkesten yapabildiği kadar, herkese ihtiyacı kadar” şeklinde bilinen komünist prensibe göre işler. Bunun prensibin kökeni, hepimizin bir olduğu, bütün insanlığın birbirine ait olduğu ve hepimizin her birimiz için çalışmamız gerektiği düşüncesidir. Kropotkin, karşılıklı yardımlaşma pratiği sayesinde insanların bazı gerçeklerin farkına vardıklarını yazar: Bu deneyimler, insanların birbirlerine bağlı olduklarını, her birinin mutluluğunun herkesin mutluluğuna bağlı olduğunu ve herkesin eşit olduğunu fark etmelerini sağlar. Bunlar, birazdan detaylıca tartışacağımız, Afrika’daki Ubuntu kavramına çok yakındır. Ancak karşılıklı yardımlaşma, bu yardımın tek yönlü olduğunu da ima etmez. Tek yönlü yardımlaşma başka bir şeydir, onun adı hayırseverliktir.
“Kilise” ve Hayırseverlik
Tıpkı devlet gibi, kilise de insanların arasına girerek karşılıklı yardımlaşmayı yok etmeye çalışır. Genelde kiliseler, camiler, sinagoglar ve tapınaklar [9] imeceyi yok eder ve yerine hayırseverliği koyarlar.
Hayırseverlik karşılıklı değildir. Sahip olanın olmayana vermesi, bir bağımlılık durumu yaratır. Hayırsever kişi, insanları güçlendirmez, onların tekrar ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak şekilde yardım etmez. Kropotkin’e göre hayırseverin “yukarıdan esinlenir bir havası vardır ve bu yüzden yardımı alan insana karşı belli bir üstünlük ima eder” [7]. Muhtaç insanlara yiyecek ve giyecek dağıtan bir örgüte para vermek, hayırseveri suçluluk duygusundan kurtarır. Meşhur tabirle, hayırseverler gizlide çaldıklarının bir kısmını ortalık yerde geri verirler. Tabii ki, kıtlık gibi büyük kriz durumlarında, yetersiz gıda yüzünden insanlar açlık çekiyorsa, aç olanlara yemek verilmelidir. Fakat genelde yemek vermek, dışarıdan bedava yemek ithal etmek bağımlılık yaratır ve yerel ekonomiyi yok eder. İnsanların bağımsızlığını ve kendine yeterliliğini yok eder.
Hayırsever yardımlar sadece kiliseden gelmez. Aynı nedenlerle, STK yardımları da herkesin eşit ve özgür olduğu yeni bir dünyanın yaratıldığı süreçlere zarar verir.
Güney Afrika’da 2003’den beri örgütlü olan ZACF’nin ismi, Zulu ve Xhosa dillerinde mücadele anlamına gelir. Daha önce ZabFed ismiyle, çoğu Soweto ve Johannesburg’da bulunan anarşist kolektiflerin, 80 ve 90’larda verdiği ırkçılık karşıtı mücadele sonrasında, Platformist-especifista düşüncesine yakınlaşması ve birleşmesi ile başlayan ZACF, işçi mücadelesinin yanı sıra Gauteng’da Özelleştirme-Karşıtı Forum ve Topraksız Halk Hareketi gibi toplumsal hareketlerle birlikte çalışmıştır. ZACF’la ilişkili ve 1990’larda bir yeraltı kolektifi olarak başlamış olan Zabalaza Kitapları, anarşizm, devrimci sendikalizm ve kadın özgürlüğü konusunda klasik ve güncel kitaplar, kitapçıklar ve müzikler yayınlamaktadır.
Hayvanlar ve İnsanlarda genel olarak karşılıklı yardımlaşma
Kropotkin, kitabında böceklerin ve diğer hayvanların arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı uzunca betimler. Hayvanlar arasındaki karşılıklı yardımlaşmayı anlatmak, Kropotkin’in evrimsel gerçeklere dayanan tezini kuvvetlendirir çünkü nihayetinde insanlar da belli hayvan türlerinden gelirler. Bu örnekler, insanlar insan olmadan önce bile doğal bir içgüdü olarak karşılıklı yardımlaşmanın var olduğunu gösterir.
Kropotkin, çok geniş bir çeşitlilikte örnekler verir ve hayvanlar aleminde genel kuralın rekabet değil karşılıklı yardımlaşma olduğunu gösterir. Şöyle yazar: ‘Karıncalar ve kanatlı karıncalar “Hobbes’cu Savaştan” firar etmişlerdir ve bu sayede durumları daha iyidir.’ [7]
Doğada görebileceğimiz gibi birçok hayvan türü sürüler halinde yaşar. Kropotkin, hayvanların sadece kendi türleriyle değil başka türlerle de yardımlaştıklarını gösterir (örneğin korunma amacıyla beraber hareket eden Zebralar ve Zürafalar). Hayvanların beslenme ihtiyacı ya da potansiyel eş için rekabet ederken birbirlerini öldürdüklerini inkar etmez. Ancak bize anlatılan “öldür ya da öl” olaylarının, hikayenin tamamı olmadığını net olarak ortaya koyar. Bazı hayvan türleri yaşamın akışı içinde ancak belirli durumlarda birbirlerini öldürürler ve bunu en sık yapanlar türlerinin en çok hayatta kalanları değillerdir. Çoğu hayvan türü ise sadece yardımlaştıkları ve birbirlerini gözettikleri için hayatta kalabilirler.
Kropotkin karşılıklı yardımlaşmanın hayvanlarda genel bir kural olduğunu gösterir ve bu kuralı insanlara doğru genişletir. Özellikle insan türünün, yeryüzünde var olduğu zaman diliminin çoğunda (silahları icat edene kadar) çok korumasız olduğu için bu kurala bir istisna teşkil edemeyeceğini yazar. Yani insanlar eskiden beri, birbirlerine yardım etmek ve tehlikelerden korunmak için toplum içinde yaşamışlardır. Kropotkin şöyle yazar: “Dizginlenmeyen bireycilik, modern bir oluşumdur” [7].
Kropotkin, avcı toplayıcı toplumlardan tarım toplumlarına, Ortaçağ Avrupa toplumlarına ve günümüze kadar her dönemdeki insan toplumlarında karşılıklı yardımlaşmanın nasıl var olduğunu gösterir. Karşılıklı yardımlaşmanın, sömüren köle sahiplerine ve patronlara karşı, ya da insanları hem diğer toplumlara hem de kendi toplumlarına karşı savaşa süren otoriter şeflere, krallara ve diğer politikacılara karşı emekçilerin ve yoksulların bir korunma aracı olduğunu gösterir. Bu otoriteler insanları sömürmekle kalmaz, [sömürüyü sürdürebilmek için] vergi ödemeyenleri ya da orduya katılmayı reddedenleri cezalandırırlar. Kropotkin, insanların sadece küçük bir kısmının savaş çıkarmayı sevdiğini, çoğu insanın tek istediği şeyin, ailesi, arkadaşları ve komşularıyla birlikte barış içinde yaşamak olduğunu net bir şekilde ortaya koyar. Şöyle yazar: “Savaş, insanlığın hiçbir döneminde varoluşun olağan bir durumu değildi. Savaşçılar birbirlerini yok ederken ve papazlar bu katliamları kutlarken halklar günlük yaşamlarını sürdürür ve kendi yaşam mücadelelerine devam ederlerdi. [7]
Dahası Kropotkin, yoksul insanların arasındaki dayanışmayı yok edip yerine bürokrasiyi koyan devletin karşılıklı yardımlaşma pratiklerini nasıl yok etmeye çalıştığını gösterir. Otorite, kendi yiyeceklerini yetiştiren yoksulları rahat bırakmak yerine vergi koyarak daha fazla çalışmaya zorlar.
Ancak, kendimizi “kötü” insanlardan korumak için savaşmamız gerektiğini ve insanın kendi kötücül doğasından korunmak için devletlere ihtiyacımız olduğunu söyleyenler sadece politikacılar değildir: tarihçiler de “insan yaşamının savaşlarla geçen kısmını abartmış ve barışçıl zamanları önemsememişlerdir. […] belli ki kitlelerin yaşamına hiç dikkat etmemişler çünkü toplumun çoğu barış içinde yaşamına devam ederken çok azı savaşa katılır” [7]. Bize sürekli, insanların savaşçı yaratıklar olduğu ve doğası gereği birbirlerini öldürdüğü söylenir. Fakat gerçekler tam tersini gösterir ve Kropotkin bunu ilk işaret edenlerdendir. Çoğu insan barış içinde yaşamayı tercih eder. Kropotkin “Gerçekte insan, anlatılan savaşçı varlıktan o kadar uzaktır ki…” [7] der. Toplum içindeki karşılıklı yardımlaşma, kaçımızın barışçı çizgilerde yaşamayı tercih ettiğini, savaşmak yerine yardımlaşmayı tercih ettiğini gösterir.
Dahası, karşılıklı yardımlaşma olmadan yoksullar ve işçi sınıfından insanlar hayatta kalamaz. Kapitalist sistem işçilerin bile kendi başlarına hayatta kalmasını imkansız hale getirir. İşte bu yüzden karşılıklı yardımlaşma kapitalist toplumda hala vardır, bu nedenle büyüyor ve daha iyi bir dünya inşa etmek istiyorsak büyümek zorunda.
Karşılıklı yardımlaşma, devlet ve kilise gibi devletsi yapıların onu yok etmeye çalışmasına rağmen; bireyciliği yaratan, “en uygun olanın hayatta kalması” teorisine yeni anlamını veren ve 100 yıldan fazladır süren kapitalizme rağmen bugün hala varlığını sürdürüyor. Gerçekten de, çoğu zaman kapitalizm içinde geçinebilmek için sömürmek ve bencil olmak gerekliymiş gibi gözükür. Fakat Kropotkin’in yazdığı gibi: “İnsandaki evrimsel gelişimi barış ve bolluk dönemlerine rastlayan karşılıklı yardımlaşma eğilimi o kadar eski bir kökene dayanır ve insan türünün evrimi ile o kadar iç içe geçmiştir ki, tarihin bütün talihsizliklerine rağmen bugüne kadar korunarak kalmıştır. [7]
DİP NOTLAR :
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (16) : Güney Afrika’da Karşılıklı Yardımlaşma – 1 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yalınayak: ” Direnişin Yalınayak Halleri ” – Deniz Tepeli appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidarın inşasında ve sürdürülmesinde en yaygın kullanılan ve en eski yöntemlerden biri, bedene müdahaledir. Hiyerarşinin temel ürünlerinden ve en sağlam dayanaklarından olan tek tanrılı dinlerin söylenceleri iktidar olgusunun temel özelliklerinin kodlanmış, hikayelendirilmiş halidir aslında. Mesela Havva ile Adem, söylencesinde iktidar-beden ilişkisinin de özünü, özetini buluruz: Havva ile Adem cennette özgürce yaşarlarken (ki aynı zamanda çıplaktırlar da), tanrıya (iktidara) karşı suç (itaatsizlik) işleyince cennetten kovulurlar; özgürlükleri ellerinden alınır. Buna “incir yaprağı”, yani istemleri ve iradeleri dışında örtülmelerinin eşlik etmesi ilgi çekicidir.
Özgürlüğe müdahale ile bedene müdahalenin ya da tersten söylenecek olursa, iktidarın oluşması ve kurumsallaşmasıyla bedene dönük dayatmaların paralel gelişmesinin hikayelendirilmesi tesadüf değildir. Bedene hükmetmenin insana ve topluma hükmetmedeki kritik önemini egemenlerin gayet net bir şekilde kavramaları, çok eskiye dayanır.
Beden, hükmetmenin ilk ve en somut alanı olmuştur. Egemenlerin daima bedene dönük müdahaleleri ve politikaları varolagelmiştir. Her bir beden politika sahasıdır ve daima ona şekil vermeye çalışırlar. Buna, Havva ile Adem’de (ki insanlığın tarihinin başlangıcı sayılır) olduğu gibi, çoğunlukla soyarak; ama daima türü, biçimi, rengi, yeri ve zamanını kendileri belirleyip topluma dayatarak yaparlar. Ancak, daima madalyonun bir de öteki yüzü vardır.
Beden, egemenlere ve egemenliğe karşı, direnişin de hem kendisi hem de sembolü, mekanı olur halklar, devrimciler cephesinde. Mesela kadınların Çin’de ayak bağlarını, Doğu’da peçeyi, Batı’da korseleri kaldırıp atmaları, saçlarını kısa kestirmeleri sadece biçimsel bir değişiklik değil; bir direniş, bir isyan, özgürlüğünü eline alma edimiydi.
İktidarların dayattığı önyargılara ve ezberlere direnmek, doğruya-gerçeğe ulaşmak, düşünmek, üretmek ancak çıplak bir zihinle yapılabilir. Zihnin, politik ve ideolojik olan öznenin direnişi, bedende somutlanır. Bu çıplak düşüme bazen küçük bir çocuğun haykırışıyla büyük bir gerçeğin ifadesine, isyana dönüşür. Sadece zihni ve gözü giydirilememiş birisi “kral çıplak!” diye açıkça ve cesurca bağırabilir. Ki, muhtemelen bu çocuk yalınayaktı ve “baldırıçıplak”tı. Ve elbette, bizdendi.
Bir de her şeyin, her iki taratan da dolaysız yapıldığı ve yaşandığı mekanlar vardır. Bunlardan biri de devletin en yoğun ve en saf halinin vücut bulduğu kurumlardan olan hapishanelerdir. Buralarda sistemin karşısına dikilmiş birey ve sistemin şiddet araçları karşılıklı olarak çırılçıplaktır.
Daha hapishaneye adımını attığın an, istisnasız ilk yaptıkları şey, çıplak aramadır. Bunu kanunla (ki asla kanun dışı bir iş yapmazlar!) ve güvenlikle açıklarlar. O konularda bile “ciddi şüphe durumunda” diye bir çerçeve getirilmiştir. Aslında tutuklu ya gözaltından ya da başka bir hapishaneden, yani fazlasıyla “güvenlik” kontrollerinden geçirilmiş olduğundan, asla “ciddi şüphe durumu” olası değildir. Ama “güvenlik”, “kanun” işin kılıfıdır.
Yalın hali ise şudur: Seni giysilerinden değil, aslında bunda somutlanan ideolojinden, direncinden, özgür insan duruşundan soyundurmak ister. Vahşice saldırıp, en dokunulmazın olan bedenine dilediğince dokunup, saldırarak, baştan iradeni, direncini, moralini kırmaktır amaç. “Burada hakim benim” der devlet bununla. Bu aramayı kabul etmeyip direnenlere ise tam bir tecavüzcü gibi saldırıp, zorla soyar. Bu, sadece biçimsel bir benzerlik değildir; özellikle işgalci, soykırımcı güçlerin taciz, tecavüz saldırılarıyla psikolojik, sosyal, moral, ideolojik saldırıyı da içeren “ele geçirme” beyanı açısından da benzerdir.
Bunlara karşı da yine bedenle ve tabii ironiyle gülerek direnilir. “Soyun” derler, soyunmazsın. Hatta “böyle iyiyim” diye dalga geçersin. “Soyunman lazım, kanun böyle” derler eğreti bir tatlılıkla. “Biz kanunları çiğnediğimiz için buradayız. Dışarıdayken tanımadığımıza uyar mıyız sence?!” Tekrar bir “tatlı dil” hamlesi: “Soyunsan ne olacak sanki. Plajda da soyunmuyor musun ki?” “Çok haklısın! Ama burası plaja pek benzemiyor!” Bir diğeri “Soyun, soyun, hepimiz bayanız, çekinme” der. “Eh madem o kadar doğal görüyorsun, öyleyse sen soyun. Hem hepimiz bayanız, çekinme!” dersin. Artık çileden çıkmak üzeredirler. Kim bilir dillerini giydirmek, niyetlerini örtmek için ne çok eğitimden geçmişlerdir ama boş. Kısa sürede sahteliklerinden soyunup gerçek hallerine dönerler: Saldırırlar. Zorla soyarlar. “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!” sloganı ile ve bedeninle direnirsin.
Bazen bu direnç nedeniyle tam soyamadıkları da olur. Sonra “giyin” derler. “Hani arama yapmanız zorunluydu! Niye tam soymuyor, aramıyorsunuz? İşinizi tam yapın!” dersin. Bu tam bir karşı saldırı olur. “Giyin” derler. “Giyinmiyorum! Madem siz soydunuz, siz giydireceksiniz!” Onlar utanç içinde kızarıp yerin dibine geçmiş ve ilk fırsatta elbiselerine giymeye didinen birini görmeyi umarken, bu sözlerle tokat yemiş gibi olurlar. Kimileri “Aaa, giysene, utanmıyor musun, ayıp” demeye kalkar. “Ayıp olduğu yeni mi aklına geldi! İşkenceci, tacizci olduğunuz için asıl siz utanın!” Kimileri de “Biz emir kuluyuz, yapmak zorundayız” der. “Bu ellerle gidip evlatlarınızı mı okşayacaksınız? Onlara işkenceyle kazandığınız lokmaları yedirdiğinizi de söyleyin bakalım ne diyecekler! Ne evlatlarınız ne de Allah razı olur ’emir kulu’ olmanıza”. “Benim vicdanımı sorgulamak sana düşmez” der biri. “Keşke düşmeseydi ama siz sorgulamadığınız için biz sorgulamak zorunda kalıyoruz vicdanınızı” dersin. Sonra, zorla giydirirler. İşkenceleri, irade kırmaları adeta tersine dönmüştür. Usançla bitirirler bir arama mesaisini daha.
İşte tüm bunlardan geriye ne yolunan saçların, tekmelenen, yumruklanan, tırmalanan, sıkılan, ezilen bedenin acısı, sızısı ne de onca şiddetin üstüne hakkında açılacak “görevli memuru darp”, “direnme”, “görevi yaptırmama” gerekçeli soruşturmalarla verilecek cezaların tasası vardır. Yolunmuş saçlarla, çiziklerle, morluklarla dolu şiş yüz, derbeder kılık ve yalınayaklarla (ayakkabıları giydirmemişlerdir) çıkarken oradan, o odadan sana kalan şey, direnmenin verdiği iç huzur, irade, düştükleri komik hallerin gülümseyişi ve “güc”ün güçsüzlüğüne bir kez daha tanık olmanın tazelenen bilincidir.
Hapishanede bedene saldırı ve direniş öykülerimizden en unutulmaz olanlarından biri ayakkabı eylemlerimizdi. F tipleri açıldığından itibaren ayakkabı aramasını protesto etmek için, uzun yıllar boyunca, devrimci tutsaklar hastaneye, mahkemeye vb. ayakkabısız gittiler. Böylece F tipi hapishaneler uzun süreli bir “yalınayak” direnişinin mekanı ve sebebi oldu. Yalınlık direnç oldu tutsaklarda, 12 Eylül’ün tek tip elbise dayatmalarına karşı elbisesiz olarak mahkemelere gidiş gibi.
Mahkemeye giderken, ringden inmeden önce, askerler yerleri ve nezarethanenin içini bol suyla iyice ıslatırlar. Ama bu onları tatmin etmez. Akşama kadar o su olur ki buharlaşır, ılıklaşır diye, ara ara sulamayı ihmal etmezler. Bu kadar mı? Değil. Özellikle duruşmaya çıkacağın ringe bineceğin sırada koridorları bir kez daha ıslatırlar. Bazen hızlarını alamayıp nezarethanedeki oturaklara da su döktükleri olur. “Sayemizde buralar temizlik yüzü gördü” diye espri yaparsın. Vatan savunması için kritik önemdeki bu onurlu görevi büyük bir titizlikle yapan askerlere “Niye böyle az döküyorsun, biraz daha su getir. Bak şuraya dökmemişsin”. “Bravo, hepiniz madalyayı hak ettiniz” dersin. Şaşırırlar hepsi, ezberleri bozulur. O yalınayaklı yolculuklardan geriye onların direnç karşısındaki acizliği, direniş karşısındaki korkularının tanıklığı kalır. Ve tabi mağrur bir gülümseyiş…
Bu kadar da değil, hastanede tanımadığın yoksul bir kadının, asker çemberini yarıp ayakkabılarını sana vermeye çalışması. Nezarethanede adli tutukluların birbiriyle yarışırcasına “Abla al, benim terliğimi giy” ısrarları… Halkımızın yürekten ve yalınayakları kendinden bilmesinden gelen o sıcak sahiplenişleri, paylaşımcılığının yalın güzelliğine bir kez daha tanık olmanın için kaplayan büyük mutluluğu kalır.
İçerde, dışarıda egemenler saldırırken hoyratça, ideolojimize, politik duruşumuza, insan oluşumuza, kadın kimliğimize… en çok bedenlerimizi hedef alırlar. Ve bedenimizle, yalınlığımızla, yalınayaklarımızla direniriz bunlara. Yalınlığın her hali bize aittir, bizim taraftadır.
Sadece biri hariç: Yalnızlık! Egemenlerindir o!
O yüzden içerde, dışarıda, hücreyi, tecridi, tek olmayı, toplumsuz bireyi, bizsiz beni yücelttikçe yüceltir, dayatırlar.
Ama bizler direnişin yalınayaklı haliyle dikenli, taşlı, engebeli yolları, sarp yokuşları hep beraber aşıp, özgür dünyanın ışıklı zirvesine hep beraber ulaşacağız. Mutlaka.
Deniz Tepeli
Sincan Kadın Kapalı Hapishanesi
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yalınayak: ” Direnişin Yalınayak Halleri ” – Deniz Tepeli appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kopya Fanzin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan: Kopya Fanzin’in ismi nereden geliyor?
Aslında çok rahat tahmin edilenecek bir isim fanzin okurları veya fanzinciler tarafından. Herkesin ürettikleri, okudukları bir yığını oluşturur. Bizim ürettiklerimizde bu yığının içinde. Bu yığın, ne kadar büyür, devam eder bilinmez. Zaten bizde bir belirsizlikle çıktık yola. Aynılaşmaya verdiğimiz tepki de diyebiliriz kısaca Kopya için. İlk sayfayı çevirdiğinizde görürsünüz sorularımızı, Frankfurt Okulu’nda olduğu gibi bu aynılaşmanın karşısında yeni bir şey üretebilmek için, etrafımıza sora sora yürümeyi tercih ediyoruz, aynılaşmadan, kopyalanmadan.
Meydan: Kopya Fanzin’in ekibi nasıl oluştu?
2013 sonbaharıydı, bir edebiyat kulübünde tanıştık birbirimizle. Daha sonraki bir senelik süreçte hepimiz kendi yolumuza devam ettik. Grubun bir kısmı başka bir fanzin çalışmasında bir araya gelmişti zaten. Diğer arkadaşlarımızın da geçmişte yaptığı fanzin çalışmaları vardı. Hızlıca bir araya gelip kopya için konuşmaya başladık bile. Hem maddi hem manevi, fikirlerle, pratiklerle beraber bir uyum yarattık.Hiç sorun yaşamadık. Yazı istemek üzerinden başlayan ilişki, kolektif bir ilişki biçimine dönüştü, “patron”un olmadığı bir ekiptik biz ve 6 kişinin kurduğu bu ilişki, fanzin için hepimizi çok heyecanlandırdı.
Meydan: Sizce “fanzin dediğin” nasıl olmalıdır,kopya nasıl bir fanzin?
Ekonomik kaygılar gütmeyen, endüstriyel basıma karşı; içinde öne çıkan ya da çıkmaya çalışan birinin olmadığı bir ekip diyebiliriz kendimize. Öyle ki herkes aynı anda hem editör, hem yazı işleri müdürü, hem tasarımcı hem de çaycı olabiliyor.
Meydan: Koridor adında bir yazı çarpıyor gözümüze.Babaların her gün biraz daha otoriterleştiği ailelerdeki, bir çocuğun gözünden yazılmış bir yazı Koridor. Kopya Fanzin bu yazıya neden yer verdi?
Evet, fanzinlerde gözümüzün alıştığı yazıların dışında ama yaşamın çok içinde bir yazı. İlerleyen sayfalarda “Camerata Serisi” adlı yazıda, hikayenin bir nevi devamıyla karşılaşıyoruz. Yazıyı yazdık, yazıyı koyduk çünkü hikaye çok tanıdık, bizim hikayemiz. Belki okuyucularda bu ortaklığı kurar, “bizim hikayemiz” der, diye yer aldı bu yazı Kopya Fanzin’de.
Meydan: Kopya Fanzin neler okur?
Sırayla söyleyecek olursak; Çehov – Köpeğiyle Dolaşan Kadın, İtalo Calvino – Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Meral Özbek – Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski, Stendhal – Kırmızı ve Siyah, İlhan Berk – Kanatlı At, Edward Said – Paralellikler ve Paradokslar, Kötülüğün Şeffaflığı – Jean Baudrillard
Meydan: Son olarak Kopya fanzin’e yazmak veya edinmek isteyenler nereden ulaşabilirler?
Sosyal Sahaf, Yolda Sahaf, Kadıköy 26A, Mary Jane, Siyah Kafe, İkinci Yeni. İzmir’de Yakın Kitabevi, Ankara’da Dost Kitabevi, Eskişehir’de Aşiyan Sahaf ve başka bir çok yerden ulaşabilirler. Yazı ve yorum paylaşımı için, biz buradayız: [email protected]
Gizem Şahin
[email protected]
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kopya Fanzin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sinema: ” Sıkıyönetim “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Olağanüstü zamanlarda ve durumlarda ülkede güvenliğin sağlanması için ordunun yardımıyla gerçekleştirilen yönetim, örfi idare.”
TDK, Güncel Türkçe Sözlük
“Görünmeyen Ayaklanma” ya da “Sıkıyönetim” adlarıyla Türkçeye çevrilen “Etat de Siege”, 1972 yılında Fransa’da çekildi. Filmlerinde politik suikastlerden, faşist çeteler ve devletler arasındaki işbirliğinden bahsetmesiyle öne çıkan Costa-Gavras’ın, senarist arkadaşı Franco Solinas ile beraber yazdığı film Gavras’ın “Sıkıyönetim Üçlemesi”nin üçüncü filmi. 1963 yılında, Gregoris Lambrakis’in öldürülmesi üzerine çektiği “Z” (Ölümsüz) ve daha sonra 1952 Prag Mahkemeleri döneminde Çekoslovakya’da yaşanılanları konu eden “L’aveu” (İtiraf)’nün ardından yönetmen, serinin bu son filminde 60’lı yılların sonunda Uruguay devletinin şiddetini artırmasıyla başlayan süreci ve sonrasında yaşanılanları anlatıyor.
Film, Ağustos ayında Uruguay’a postallar, tanklar ve uzun namlulu silahlarla gelen kış mevsiminde geçiyor. Otoyollara, sokaklara, caddelere serilmiş yüzlerce kolluk kuvveti, devletin yetiştirdiği yüzlerce ölüm makinesi bütün bir halkı denetimden geçirmektedir.
Uruguay’da Askeri Darbe
Film boyunca hiç yabancı olmadığımız görüntülerle karşılaşırız. Tek suçu yolu kullanmak olan, didik didik aranan şoförler, okullarına polisi sokmadıkları için saldırılan öğrenciler… Toplumun politiğinden, apolitiğine her bireyi darbenin kanlı çizmeleri altında ezilmektedir.
Devlet nereden, ne oranda saldırırsa saldırsın, direniş her daim varlığını sürdürür. Bir yerde iktidar varsa ona karşı direniş de mutlaka oluyor çünkü. Film ilerliyor… Tupamarolar, gerçekleştirecekleri bir eylem için yolda seyahat eden arabalara el koymaya başlıyor. El koydukları arabaların sahiplerini yoksul mahallelerde bir gezintiye çıkarıyorlar. Hemen sonraki sahnede ise bu sefer bir polis şefi, trafikte durdurduğu araçların birinden içeri kafasını uzatıyor ve konuşuyor; “Polis… Özel bir durum nedeniyle arabanıza el koymak zorundayım.” Film, iki el koymanın arasındaki farkları net olarak gösteriyor.
Tupamaros (Tupamaro Gerillaları)
1936’da Uruguay’da kurulan Ulusal Kurtuluş Örgütü’nün yaygın adı. “Söz ayrıştırır, eylem birleştirir” temel sloganlarıydı. İsimlerini Peru köylü direnişinin simgesi Tupac Amaru II’den alan şehir gerillası örgütü, bankaları ve işyerlerini soyup yoksulların ihtiyacını karşıladığı eylemlerle adını duyurdu. 1975’teki askeri darbeyle birçok üyesi zindanlarda tutsak edildi, 300 kadar Tupamaro bizzat devlet tarafından katledildi. 1985 yılında Uruguay’ın sözde “demokrasi”ye dönmesiyle, yasal bir zeminde, parti olarak siyaset yürütmeye başladılar.
Daha sonra Tupamaro’ların, uzun süre takip edip kaçırdıkları kişinin kim olduğunu öğreniyoruz. Philip Michael Santore… 1970’te Tupamaro gerillalarının rehin aldığı Uluslararası Gelişme Örgütü üyesi, Amerikalı Dan Mitrione’dan esinlenilerek yaratılan bu karakter, dönemin Latin Amerika siyasetinde ABD etkisini anlatan kilit rollerden birini üstleniyor. Uruguay polisine, halka gözdağı vermek için işlenen cinayetlerin inceliklerini, işkence tekniklerini öğreten Santore, cezaevlerinde kurşuna dizilen devrimcilerin, eylem yaptıkları için katledilenlerin faili oluyor.
Devletin şiddetini en sert uyguladığı darbe dönemlerinde, devletin propagandası, tetiğe dayalı parmağın sahipleri masum birer kurban, ateş altında olanlar ise “ülkesinin kalkınmasını istemeyen, vatanına milletine saygısı olmayan düşmanlar” olarak sunuyor. Costa-Gavras ise yalın bir hikaye içerisinde bu propagandanın gerçek dışılığını ortaya koyuyor.
Gürşat Özdamar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Sinema: ” Sıkıyönetim “ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz : Gözaltı, Tutuklama, Ceza Davaları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Ezilenlerin, var olan tahakküm düzenini yıkarak yeni bir dünya yaratma mücadelesi, elbette bu tahakküm ilişkilerinin koruyucusu olan devletin “asayiş” mekanizmalarının hedefi olacaktır. Ezilenler zulme karşı seslerini her çıkardıklarında, sokağa her çıktıklarında düzenin koruyucusu olan polisle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu karşılaşma kimi zaman savcıyla veya hakimle tanışma fırsatına da dönüşebilmektedir. (Burada hemen belirtmek gerekir ki, eylemlere polisçe müdahale edilmesi sonucunda gözaltına alınan insanların neredeyse tamamı ya dava dahi açılmadan ya da dava sonucunda beraat ederek suçlamalardan aklanmakta, hatta karşı dava açarak devleti tazminata dahi mahkum etmektedirler.)
Devletler, teorik olarak kendi yasalarına, anayasalarına ve uluslararası sözleşmelere bağlıdırlar, bunların dışına çıkamazlar. Örneğin bir ifade özgürlüğü veya protesto hakkı konusunda belirlenmiş standartlara riayet etmek durumundadırlar. Gazetemizin 26. sayısında toplantı ve gösteri yürüyüşleri ile ilgili kılavuzu yayımlamıştık. Ancak belirtmek gerekir ki ne zaman ezilenlerin mücadelesi yükselse, devlet kendi koyduğu kuralları çiğneyerek, polisi-savcısı-hakimi ile halk üzerinde bir korku yaratmaya ve bu şekilde onları sokaklardan geri çekmeye çalışır.
Adaletsizliklere karşı mücadelede sokağa çıkmak, devlet terörü nedeniyle elbette belirli tedbirler almayı gerektirir. Kitleler, kendi güvenliklerini sağlamak için gerekli tedbirleri almak ve saldırıları püskürtmek için gerektiğinde öz-savunma yapmak durumundadırlar. Ancak bunun ötesinde devletin karakollarla ve adliyelerle yaratmaya çalıştığı korku psikolojisini aşmak önemlidir.
GÖZALTI
Gözaltı, devletin en sık başvurduğu korkutma yöntemidir. Çoğunlukla hukuksal bir amaçla değil, sadece sokağa çıkan insanların dağılmasını ve eylemin sonlanmasını sağlamak üzere başvurulan bir yöntemdir. Gözaltı işlemi -kabaca- polis tarafından alıkonulmayı ifade eder. Bu alıkonulma, eylem yerinde başlar, polis aracında ve karakolda devam eder, bazen de adliyede savcı tarafından ifade alınmasıyla sona erer. Gözaltında yapılan neredeyse tek işlem, ifade almaktır. Ortalama 15 dakika süren bir işlem için kişinin ortalama 15 saat tutulması, bunun hukuksal bir işlem olmaktan ziyade bir yıldırma yöntemi olduğunun en bariz göstergesidir.
TUTUKLAMA
Tutuklama bir ceza değil, soruşturmanın sağlıklı yürümesini sağlamak amacıyla başvurulması gereken bir tedbirdir. Tutuklamanın amacı, bir suç işlediği yönünde kuvvetli şüphe bulunan kişinin suçun delillerini yok etmesini ya da yargılamadan kaçmasını engellemektir. Tabii ki bu yola başvurulabilmesi için, kişinin bu sayılanları yapmaya çalıştığı yönünde delillerin olması gerekir. Ancak söz konusu siyasi soruşturmalar olduğunda tutuklama, “sen biraz içerde kal da aklın başına gelsin” amacıyla başvurulan bir araçtır. Evet, cezaevleri birçok özgürlüğü ortadan kaldıran ya da ciddi anlamda kısıtlayan yerlerdir. Ancak bilinmesi gerekir ki, cezaevinin içerisi ve dışarısı bir bütünün sadece duvarlarla çevrilmiş farklı parçalarıdır. Cezaevinde özgürlüğünden yoksun ama dışarıda özgür olduğunu sanmak, sistemin yaratmaya çalıştığı bir yanılsamadır. Oysa bu düzende dışarısı, sadece büyükçe bir cezaevidir.
CEZA DAVALARI
Devlet mücadele eden insanlara dava açarak, onları yargılamaktan daha çok, dışarıdaki insanlara bir gözdağı vermeyi amaçlar. En ufak bir eyleme katılan insanı, hukuk düzeni karşısında ona ceza veremeyeceğini bilmesine rağmen onlarca yıl hapis cezası istemiyle yargılayan sistem için yargılama süreci, karara varmak için kullanılan bir araç olmaktan çok amacın kendisidir. Böylece, yıllar süren davalarla yargılanan kişilerin, onların ailelerinin ve tanıdıklarının, davayı takip eden kamuoyu ve nihayet bütün bir toplumun, devletin nefesini ensesinde hissetmesi amaçlanır.
Devlet; adaletsizliğe, talana, sömürüye, savaşa ve katliama direnen insanları karakollar, adliyeler ve cezaevleri ile korkutmaya ve yıldırmaya çalışmaktadır. Ancak bizler biliriz ki, mücadele tam da hayatın bir cezaevine dönüştürülmesine karşı direnmenin adıdır. Bu yolda devlet elbette yıldırma politikaları izleyecektir. Ancak diz çökerek kölece yaşamaktansa, ayakta durarak mücadele etmek yeğdir.
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz : Gözaltı, Tutuklama, Ceza Davaları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bakırköy Hapishanesi Özgürlüğe Değil, Ranta Açılıyor! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadın tutsaklara yönelik bu sürgün dayatması nasıl gerekçelendiriliyor? Son aylarda devletin yükselttiği savaş söylemleriyle toplumda yaratılmak istenen korku ortamını da düşünürsek, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devletin son dönemde başlattığı savaş ilanının cezaevlerindeki yansımalarından biri de bu sevk ve sürgünler olarak değerlendirilebilir. İletişim cezaları, hücre cezaları, görüş cezaları yeniden yoğun biçimde uygulanıyor. Özellikle haksız arama yoğunlaşmış durumda. Aslında cezaevindekiler kendilerine esir diyorlar ve savaşın etkilerini birebir yaşıyorlar. 23 Temmuz’ dan sonra ise, A takımı olarak bilinen işkence timlerinin yeniden işbaşında olduğunu biliyoruz. Özellikle çözüm ve diyalog sürecinde pek ortalarda görünmeyen bu A takımının şimdi devreye girmiş olması, devletin bu alandaki politikasını gösteriyor.
Aslında sevkle ilgili resmi bir yazışma ya da açıklanmış bir karar yok. Bunu görüşe gittiğimiz mahpuslardan öğrendik. Tutsaklara idare tarafından sözlü olarak iletilmiş ve nakle hazır olun denmiş. Yani, itiraz edebileceğimiz, bir yerlere başvurabileceğimiz herhangi bir karar yok.
Bir başka neden, şimdiki cezaevinin bulunduğu yerin kentin en merkezi yerlerinden birinde olması. Dolayısıyla arsa değeri olarak paha biçilemez bir rant alanı denebilir.
Sürgünlere karşı elbette direniş de olacak. Sizce bu yeni bir 19 Aralık’a neden olur mu?
Özellikle siyasi tutsaklar her biçimde direneceklerini söylüyorlar. 19 Aralık Katliamını kimse unutamaz. İşte şimdi yapılacak sürgün girişimi buna benzer bir direnişle yanıtlanacak. Elbette tüm tutsaklar direnecek, ama bazı tutsaklar daha farklı bir biçimde direnme konusunda kararlılar. Bir saldırı olursa meşru olarak direniş de olacaktır. Gazlar, bombalar, gerçek mermiler, coplar, sakat kalmalar… En çok korktuğumuz sonuçlar bu. Bunun yaşanma ihtimali çok yüksek.
Bakırköy’de devrimci tutsakların yanı sıra adli tutsaklar da var. Adlilerin sürgüne ilişkin düşünceleri ne? Bu sürgün onları nasıl etkileyecek?
Bakırköy, ailelere daha yakın olma, daha rahat görüş yapabilme açısından olumlu olduğundan, adli mahpusların da Silivri’ye gitmek istemeyecekleri düşünülebilir. Zaten çocukların çoğu da adli mahpusların arasında olduğundan, bu sürgünden yine en çok onlar etkilenecek. Adliler, buna kader diyecek; hükümlü olmayı kaderin bir oyunu olarak görenler için bu daha ağır olacaktır.
Siyasi mahpuslar geldikleri gelenekler, disiplinli olmaları, yaşam tarzları ve hayattan beklentileri bakımından değerlendirdiğimizde; zaten bu tür tecrit koşullarına alışıklar ve dayanabilirler. Üstesinden gelmek için de asgari koşulları oluşturacaklardır. Bunun kolektif yaşamlarına bir saldırı olduğunu biliyorlar. Silivri’ye sürgünle bu kolektif yaşamı dağıtacaklar. Mahpusların asıl endişesi bu kolektif yaşamın ortadan kaldırılacak olmasıdır
Bakırköy’deki kadın tutsakların başka cezaevlerine gönderilmesinin gündeme geldiği şu günlerde birçok kurum ve kişi, bu nakle karşı eylemler yaptı. Bununla kamuoyunun ilgisi yeterince çekilebildi mi?
Bu işin ciddiyetinin farkında olmak gerek. Tutsaklar açısından bakınca, özellikle, kimi tutsakların yanında çocukları da var. Yani doğal olarak özel bir ilgiye gereksinim duyan çocuklar var. Tutsaklar bir de anne kimliğini taşıyorlar.
Bizi tedirgin eden durumlardan biri de içerinin dışarıya yeterince gündem olamaması. Bugün bile açlık grevinde olan tutsaklar var, ama başka gündemlerin arasında kendine yer bulamıyor. Burada da aynı durum var. Siyasi tutsakların sevki de çok fazla gündem olamayabilir. Ama yine de herkesin yapabileceği bir şeyler var.
Söz konusu sürgünlerin hangi tarihte yapılacağıyla ilgili net bir bilgi var mı?
Bu kararın şimdilik buzluğa konduğu söyleniyor. Yenilenecek seçimler öncesi olası bir sürgün ve sürgünde çıkabilecek olaylardan sonra yeni bir 19 Aralık’ın gerçekleşmesi. Açıkçası bu durum, şu an için iktidarın istediği bir şey değil. Ancak iktidar gücünü tekrar toparladığında bir bakacaksınız ki bir sabah panzerler gelmiş, Bakırköy cezaevi yanıyor olacak.
Aslında bu sürgünler yalnızca Bakırköy’le sınırlı değil. Diğer kadın cezaevlerinin taşınması gibi bir durum da söz konusu. Yani her yer sürgün tehlikesiyle karşı karşıya.
Gazetemiz okurlarına aktardıklarınız için teşekkür ederiz.
Röportaj : Vahap Güler
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Bakırköy Hapishanesi Özgürlüğe Değil, Ranta Açılıyor! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Savaşa Karşı Kadınlar Sokağa appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
23 Temmuz
Kadınlar, Kadıköy-Eminönü İskele Meydanı’nda buluşup Beşiktaş İskele Meydanı’na kadar ses çıkartarak yürüyüş gerçekleştirdiler. Basın açıklamasının ardından eylem sonlandırıldı.
29 Temmuz
Kadınlar, eş zamanlı olarak Kartal Meydanı, Bakırköy Özgürlük Meydanı ve Beşiktaş CHP binası önünde oturma eylemi ve basın açıklaması gerçekleştirdi.
1 Ağustos
İstanbul Galatasaray Lisesi önü ve Kartal Meydan başta olmak üzere Ankara, Eskişehir, Adana, Antakya, Antalya, Bursa, Çanakkale, Erzincan, İzmir, Kocaeli, Mersin, Muğla ve Samsun illerinde eş zamanlı olarak oturma eylemi gerçekleştirildi. Katliamlara karşı ses çıkartan kadınlar, gerçekleştirdikleri basın açıklamasının ardından eylemlerini sonlandırdılar.
13 Ağustos
Kadınlar, Kadıköy Khalkedon Meydanı’na açtıkları masada farklı dillerde “barış” yazılı kurdelelerini ve bildirilerini dağıttılar. Sonrasında Khalkedon Meydanı’ndan Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’ne kadar ses çıkartarak yürüyüş gerçekleştirdiler. Basın açıklamasıyla eylem sonlandırıldı.
19 Ağustos
Kadınlar, T.C. devletinin Kürdistan’da gerçekleştirdiği kanlı politikalarına karşı Galatasaray Lisesi önünde basın açıklaması gerçekleştirmek istedi. Ancak kadınlar devletin polis engellemesiyle karşılaştılar. Sonrasında kadınlar eylemlerini yapmak için ısrar etmeleriyle Taksim Mis Sokak’ta oturma eylemlerini gerçekleştirdiler. Katliamlara karşı sürekli çıkardıkları seslerin ardından basın açıklamasıyla eylemlerini sonlandırdılar.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Savaşa Karşı Kadınlar Sokağa appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hapishanenin İyisi Olmaz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İzmir’de LGBTİ bireyler için yeni bir hapishane inşaatı sürerken, şu an çeşitli hapishanelerde bulunan LGBTİ mahkumlar, yaşadıklarını Rosida Koyuncu’nun hazırladığı Voltaçark kitabına anlattılar. Yirmiye yakın LGBTİ mahkum, tutuklanmalarından başlayarak koğuşlara ve hücrelere kadar, hapishanede geçirdikleri günleri, gardiyanların ve diğer mahkumların kendilerine yönelik homofobik-transfobik davranışlarını anlattılar.
Trans mahkumların en çok yakındıkları durumlar, mahkemeye gidiş gelişlerinde erkek gardiyanlara aratılmaları, görüşmeye gelenlerin de tıpkı mahkumlar gibi tacize maruz kalması, saçlarının zorla kesilmeye çalışılması, kendi kabul ettikleri isim yerine kimlikteki isimleriyle hitap edilmeleri olarak sıralanıyor. Sıkıntılar bunlardan ibaret değil. Kitaptaki anlatımlara göre, zorla psikolojik tedaviye gönderilmeleri sorunların başında yer alıyor. Ancak bu sıkıntıların yalnızca kendilerine özel olmadığının farkında olarak “ne olursa olsun hapishanenin iyisi olmaz” diyorlar.
Kitabın bir diğer amacı ise bu yıl yapımına başlanan ve 2017 yılında tamamlanması planlanan İzmir’deki LGBTİ hapishanesine dikkatleri çekmek. Bu da aslında LGBTİ mahkumlara uygulanan ayrımcılığın bir başka örneği.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Hapishanenin İyisi Olmaz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Trans Tutsak Esra Yalnız Değildir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul Şubesi Cezaevi Komisyonu’nun hasta tutsaklar için her hafta Galatasaray Meydanı’nda gerçekleştirdiği F Oturması’nın 179. haftasında, travesti tutsak Esra’nın durumu gündem edildi. Esra’nın resimlerinin taşındığı eylemde son gönderdiği ve yaşadıklarına artık dayanamadığını, yaşamını sonlandırmak istediğini belirttiği son mektubu okundu. Mektubun okunmasının ardından basın açıklaması gerçekleştirildi. Yapılan açıklamada Esra’nın yaşadığı tecrit koşulları, taciz, tecavüz ve psikolojik baskı gündem edildi.
Açıklamanın ardından Travesti Tutsak Esra ile Dayanışma İnisiyatifi masa kurdu. Gündelik yaşamdan çektikleri resimleri kartpostal olarak bastıran inisiyatif üyeleri kurdukları masada, çevrede bulunan herkesi Esra’ya bir şeyler yazmak için çağırdılar. Kartpostallara yazılan notların ardından dayanışma çağrısında bulunarak eylem sonlandırıldı.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Trans Tutsak Esra Yalnız Değildir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Trans Tutsak Esra İçin Dayanışma Sürüyor ” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Travesti tutsak Esra (kimlik ismiyle Salih Arıkan), cinsel kimliğinden ötürü tüm tutsak LGBTİ bireyler gibi zor koşullarda yaşamını sürdürüyor. Yaklaşık 12 senedir cezaevinde olan Esra, ilk 4 sene erkek koğuşunda kaldı. Kendisi mektubunda şu şekilde yazmıştı: “4 yıl erkek koğuşlarında kaldım. 20 tane erkeğin arasında kadın ruhu taşıyan bir erkeğim, kimseye fark ettirmiyor, kendimi saklıyordum.” Daha sonra kaldığı koğuşta, onu kadın olarak tanıyan biri çıkınca durumunu daha fazla saklamadı. Kadın olduğunu idareye söyleyince tek kişilik odada, yani tecritte yaşamını sürdürmeye başladı.
Cinsel kimliği ve işlemediği bir “suç” sebebiyle hapishaneye girmesinin ardından, ailesi Esra ile görüşmek istemedi. Şimdi Samsun E Tipi Kapalı Hapishanesi’nde bulunan Esra, buraya 1 ay önce İzmir Kırıklar F Tipi Hapishanesi’nden nakledildi. Samsun Cezaevinde daha önce de kalmış ve burada birçok kötü muameleye ve tacize maruz kalmıştı. O süreçte yaşadıklarını “Taciz ediyorlar, devamını siz bilirsiniz, anlarsınız beni zaten” diye yazmıştı ve bu cümlelerin altı hapishane okuma komisyonu yetkilileri tarafından kırmızı kalemle çizilmişti.
Sürekli hapishane yetkilileri ve gardiyanlar tarafından tacize ve tecavüze uğrayan Esra, bir gardiyan tarafından uğradığı tacizden sonra sperm örneklerini kendi imkanlarıyla topladı ve şikayetçi oldu. Gardiyan bir sene tutuklu kaldı ancak davaya bakan mahkeme “ilişki zorla değil, gönül rızasıyla olmuştur” şeklinde karar verince gardiyan serbest bırakıldı ve görevine iade edildi.
Esra maruz kaldığı adaletsizliklerden ve çaresizlikten dolayı bileklerini keserek ve hap içerek intihara teşebbüs etti. Hap içmesinden sonra ameliyat edilerek kurtarılan Esra, hem ilaçların etkisi hem de yaşadıklarının stresinden dolayı mide rahatsızlıkları geçirdi. Ülser hastalığı ve ilerleyen sağlık problemlerinden dolayı kolon kanseri riski taşıyan Esra, hastaneye gitmek için bir çok dilekçe yazdı ancak dilekçeleri her defasında görmezden gelindi. Keyfi olarak hastaneye gönderilmediği gibi aynı şekilde tutsaklara sağlanan kütüphane ve spor gibi aktiviteleri de engellendi.
Cinsiyet değişim operasyonu için verdiği dilekçeler sonucunda, şimdi tekrar Samsun’a nakledildi ve aynı saldırılara maruz kalmaya başlayınca çare olarak intiharı gördü. Esra, yolladığı son mektubuna “Umudum kalmadı, artık çok yoruldum.” diye başlıyor ve “Mektup alamazsan, canıma kıymışımdır. Nefes aldığım sürece yazarım.” diyerek son veriyor. Esra’nın son mektubunun ardından birçok kadın ona mektup yazmaya başladı. Esra’ya gönderilen bir mektup bile hayata tutunmasında çok etkili.
Kadınlar Esra’nın sesini duyurmak ve yalnız olmadığını bilmesi için bir kampanya süreci başlattılar. Anarşist Kadınlar’ın çağrısıyla İnsan Hakları Vakfı, İnsan Hakları Derneği, TODAP ve birçok anarşist, feminist, sosyalist kadın örgütlenmeleri, LGBTİ örgütleri ve bireylerin dahil olduğu Travesti Tutsak Esra ile Dayanışma İnisiyatifi oluşturuldu. Bu inisiyatif ilk olarak sosyal medyada başlattıkları kampanya ile herkesi Esra’ya mektup yazmaya çağırdı. İnisiyatifin çağrısıyla farklı kişilerin farklı bakış açılarıyla yazdıkları mektuplar Esra’yı içeride yalnız bırakmayacak.
Öte yandan Esra tutukluluğundan beri vasi konusunda sıkıntılar yaşıyor. Vasi olarak atanan akrabalarının, sorunlarıyla ilgilenmemesi nedeniyle vasinin değiştirilmesi için başvuruda bulunuldu. Anarşist Kadınlar’dan Merve Arkun, vasi olmayı kabul etti ancak mahkeme henüz dosyayı sonuçlandırmadığı için avukat konusunda sıkıntılar yaşayan Esra’nın vasi değişimi de, cinsiyet değiştirme ameliyatı da engellenmiş durumda. Son olarak İHD ile yapılan görüşmelerin ardından Samsun Barosu’ndan bir avukatın Esra’yla cezaevinde görüşmesi sağlandı. İnisiyatif ayrıca, İHD Cezaevi Komisyonu’yla birlikte 179. F Oturması’nda Esra’nın durumu ile ilgili Galatasaray Meydanı’nda bir eylem gerçekleştirdi.
Esra’dan alınan son haberlere göre durumu şimdi, özellikle aldığı mektuplardan sonra, daha iyi. Travesti Tutsak Esra ile Dayanışma İnisiyatifi, Esra’nın yaşadığı adaletsizlikleri, tacizi, tecavüzü ve psikolojik şiddeti gündem etmeyi sürdüreceklerini belirtiyorlar. İnisiyatif herkesi, “dayanışma yaşatır” şiarıyla Esra’ya mektup yazmaya çağırıyor. Ayrıca tüm kadın ve LGBTİ örgütlerini ve bireyleri inisiyatife katılarak Esra ile dayanışmayı büyütmeye çağırıyor.
Mektup yazmak isteyenler için Esra’nın adresi:
Salih Arıkan (Esra)
Samsun E Tipi Kapalı Cezaevi B-4 Koğuşu Canik/SAMSUN
Nergis Şen
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Trans Tutsak Esra İçin Dayanışma Sürüyor ” – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Talan Durmuyor, “Yeşil Yol” Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>11 Temmuz’da “Bölgedeki yaylaları 2500 rakımda birbirine bağlamayı hedefleyen, konaklama ve turizmi geliştirme” adı altında gerçekleşecek hayata geçirilmesi planlanan talan projesi “Yeşil Yol”, Samistal Yaylası’nda yapımına başlanmıştı. İnşaat çalışmalarının başladığını duyan yerel halk, talanın gerçekleştiği bölgeye giderek direnişe başladı.
Geçtiğimiz temmuz ayının başlarında, bölgedeki yaylaları turizme açmak maksadıyla, yaylaları birbirine bağlamayı amaçlayan “yeşil yol” projesi için, Samistal Yaylasında çalışmaya başlayan iş makineleri, yerel halk ve yaşam savunucularının direnişi sonrasında durdurulmuştu.
Öte yandan, 20 Ağustos’ta şirket ağır silahlarla donanmış jandarmanın eşliğinde, tekrar çalışmaya başladı. Bölgeye giderek, makineleri tekrar durdurmak isteyen köylülere ve yaşam savunucularına jandarma saldırdı. Gerçekleşen saldırıda birçok kişi yaralandı. Saldırılara ve talana karşı ise “Fırtına İnisiyatifi”nin çağrısıyla akşam Galatasaray Meydanı’nda basın açıklaması gerçekleştirildi. Talan projesi devam ederken, bölgede halkın direnişi sürüyor.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Talan Durmuyor, “Yeşil Yol” Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Karaburun’da RES İçin Acele Kamulaştırma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz aylarda, Karaburun’da yapılması planlanan ve faaliyete geçen bir çok RES için mahkeme yürütmeyi durdurma kararı almıştı. Fakat, yöre halkı Ağustos ayının sonlarına doğru, devletin acele kamulaştırma kararıyla, adeta şaşkına döndü.
Çalık Holding tarafından Yarımada’da Haseki-Sarpıncık-Kızıldağ Mevkii’nde yapılacak olan 14 rüzgar türbini ile 32 MW gücünde enerji üretimi yapılması planlanıyor. Bakanlar kurulunun aldığı “acele kamulaştırma” kararı gereği bu bölgedeki birçok tarım arazisi, çayır ve mera alanları dev rüzgar tribünleri ile talan edilme tehdidi altındayken, köylüler de, adeta bir RES adasına dönüştürülmüş Karaburun’da yeni projelere izin vermeyeceklerini belirttiler.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Karaburun’da RES İçin Acele Kamulaştırma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>