The post Anarşist Yayınlar Dizisi (7): Tarihteki Anarşist Kadın Yayınları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün yaklaştığı şu günlerde; yazı dizimizin bu sayısını, anarşist kadınlar tarafından çıkarılmış yayınlara ve anarşist kadın mücadelesinin önemli isimlerinden kadınların yer aldıkları yayınlara ayırdık. Anarşist yayınlar tarihinde oldukça yer edinmiş bu yayınları, siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
The Woman Rebel
Margaret Sanger’in 1914 yılında yayınlamaya başladığı The Women Rebel, Amerika’da kadın mücadelesinin önemli yayınlarından. Emma Goldman’ın etkisiyle verdiği kadın mücadelesinde pek çok yayın çıkarmış olan Margaret Sanger, açtığı doğum kontrol kliniğiyle de bu mücadelenin pratiğini yansıtmış kadınlardandı. Dergide ağırlıklı olarak doğum kontrolü ve devlet baskısı konularına değinilir. 20. yüzyılın işçi kadınlarının sorunlarına dair yazılara da derginin ağırlıklı konularındandı.
Aylık olarak yayınlanan The Women Rebel yalnızca sekiz sayı çıkarılmasına rağmen, devleti oldukça rahatsız etmişti. 7 sayısı gizli şekilde yayınlanan ve dağıtılan The Women Rebel’in çoğaltılması devlet tarafından engellenince, Margaret Sanger’ın tüm yayınları, 1999 yılında Margaret Sanger Paper Project (Margaret Sanger Kitap Projesi) adıyla bir internet sitesinde bir araya getirildi.
Seitō
Japonya’daki kadın özgürlük mücadelesinin önde gelen isimleri olan Raichō Hiratsuka, Yasumochi Yoshiko, Mozume Kazuko, Kiuchi Teiko ve Nakano Hatsuko tarafından temelleri atılan Seitō’nun ilk sayısı, 1911 yılının Eylül ayında yayınlandı. Aynı zamanda Seitō-sha grubunun üyesi olan kadınların çıkardığı bu yayın, hızla yaygınlaştı. Bilinen edebiyatçılardan işçilere, öğrencilere kadar toplumun birçok kesiminden kadının desteğini alan Seitō’nun, binlerce kopyası basıldı. Seitō-sha üyesi olan ve kendilerini “Yeni Kadın” olarak tanımlayan bu kadınlar; cinsiyet rollerinden sıyrılmış ve özgüvene sahip özgür kadınları tanımlıyordu.
Yalnızca kadınların hazırladığı ve kadınların sorunlarını anlatan Seitō’nun ilk sayılarında edebiyat ağırlıklı yazılar yayınlanırken, sonrasında kadın özgürlük hareketine dair yazılar belirginleşmeye başladı. Kadınların köleleştirilmesini, kürtajı ve sosyal alanlardaki adaletsizlikleri temel konu başlıkları edinen dergi; kapitalizme ve devletlere yöneltilen sert eleştirilerin bulunduğu bazı yazıları gerekçe gösterilerek toplatıldı. 1916 yılının başlarında çıkan son sayısıyla birlikte dergi projesi sona erdi ama Seitō-sha üyesi kadınlar yazmaya ve eylemeye devam etti.
La Voz de la Mujer
1896 yılında Arjantin’de “Ne Tanrı, Ne Patron, Ne Eş” diyerek bir araya gelen kadınlar dünyanın ilk anarşist kadın örgütü La Voz de la Mujer (Kadınların Sesi)’i kurdular. Dergide Recidence Law mahlasıyla yazan Virginia Bolten ve kadın arkadaşları, aynı adla yayınladıkları dergiyi Buenos Aires’te basmaya başladıklarında, anarşizm Latin Amerika’da henüz biliniyordu. “İntikamcı Kadınlar” ve “Burjuvanın İblis Kadınları’nı Bir Çırpıda Bitirmek” gibi yazıların yayınlandığı derginin en öne çıkan konularından biri “kurumsal olarak evlilik”ti. La Voz de la Mujer’in, kadınların çıkardığı diğer yayınlara nazaran en belirgin özelliği, derginin her bir sayfasının kadınlar için yazılıyor oluşuydu. 8 sayı devam edebilen La Voz de la Mujer’in her sayısı, 1000-2000 kadar basıldı.
“Kadının özgürlüğüne kavuşması… Nedir? Bizim özgürlüğe kavuşmamız ilk olarak erkeklerin egemenliğinden kurtulmak olacak, sonra da ‘biz kadınlar’ olmak….” Anarşizmin kadının özgürleşmesi için en güzel fikir olduğunu söyleyen kadınlar, aynı zamanda, bugün yeryüzünün tüm coğrafyalarında devam eden anarşist kadın mücadelesinin meşalelerini yakanlardandır.
Anarşist Yayınlar yazı dizisinin ilkinde de yer verdiğimiz Mother Earth, Amerika’nın en ünlü anarşist yayınlarından biri olmanın yanı sıra, anarşist kadın mücadelesinde de önemli bir yer tutar. Oldukça geniş bir anarşist yazar yelpazesine sahip olan dergi, 1906’dan 1917’ye yılına kadar yazılarıyla Amerika’da ve anarşist harekette geniş yankılar oluşturmuştur. Kadınların kurtuluşuna ve aile kavramına dair pek çok yazıyı barındıran derginin doğum kontrolüne dair bir yazı yayınlanan sayısı, Emma Goldman’ın aynı başlıkta yaptığı bir konuşması sonrasında evinin basılması ve gözaltına alınması sonrasında, yasaklanmıştır.
1937 yılında Aragon Kolektifleri Federasyonu’nda, İspanya Devrimi’nin kadınlarının onu oldukça etkilediği söyleyen Goldman, kadın mücadelesine dair neredeyse tüm yazılarını bu dergide yazmıştır.
Anarşist kadın mücadelesinin önemli isimlerinden Emma Goldman’ın “gözbebeği” Mother Earth, ABD’nin engellemelerine rağmen, yayınını durdurmak zorunda kaldığı 1917 yılında bile, 10.000 dağıtılmayı başarmıştır.
Mujeres Libres
1933’te Lucia Sanchez Saornil ve Mercedes Comopasada, cinsiyetçilikle olan kavgalarını büyütürken, anarşist mücadelede içerisinde “kadın”ı da belirginleştirmek istediler ve kadının özgürlüğüne kavuşması için çalışmalar yapmaya karar verdiler. Bu karar doğrultusunda, 1935 yılında birçok kadına ve farklı kadın gruplarına mektuplar göndererek başlattıkları serüven; Mayıs 1936’da -asıl mesleği doktorluk olan ama kendini özgürlük için Barcelona’da mücadele etmeye adamış bir anarşist kadın Amparo Poch’un da yardımıyla- aylık çıkacak bir yayın olan Mujeres Libres’e dönüştü.
İspanya Devrimi süresince, faşist Franco’nun rejimine karşı mücadele eden kadınlar, içinde bulundukları kadın örgütüyle aynı ismi taşıyan Mujeres Libres’i 14 sayı boyunca çıkardılar. Aylık olarak yayımlanan bu dergi; ağırlıklı olarak işçi kadınlardan, toplumsal yaşam içerisinde kadının ezilmişliğinden söz ediyor ve kadınları özgürleşebilmeleri için mücadeleye çağırıyordu. Her sayısı binlerce basılan ve başta Barcelona olmak üzere tüm İberya’ya yayılan Mujeres Libres’in son sayısı Barcelona’da basılmıştı ve bu sayı, faşist Franco birliklerinin yoğun saldırıları nedeniyle yalnızca Barcelona’da yaygınlaştırabilmişti.
Anarşizm tarihi içerisinde ve anarşist kadınların mücadelesinde oldukça geniş yer etmiş Mujeres Libres; Lucia Sanchez, Pepita Carpena gibi kadınların yazılarıyla, kadının özgürlüğünün nasıl yaratılacağına dair pratiklerini aktardıkları oldukça değerli bir yayın olarak bugün de hatırlanmaktadır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (7): Tarihteki Anarşist Kadın Yayınları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bolivya’nın Yaratıcı Kadınları Mujeres Creando – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1992 yılında Maria Galindo, Monica Mendoza ve Julieta Parades’in kuruculuğunu yapmış olduğu Mujeres Creando (Yaratıcı Kadınlar) kadın kolektifi, kurulduğu yıllarda, Bolivya’da lezbiyen kadınları bünyesinde barındıran ve mücadelede ortaklaştıran tek kolektif olma özelliğine sahipti. Kolektif, özellikle kuruluşundan bu yana bir eylem yöntemi olarak kullandığı sokakta propaganda, sokak tiyatrosu ve doğrudan eylemle, Bolivya’nın tümünde sesini duyurabildi.
Mujer Publica (Halk Kadını) ismiyle çıkarttıkları ve Bolivya’nın bütün şehirlerinde dağıttıkları dergilerinin yanı sıra, haftalık olarak yayımlanan bir radyo programı da Mujeres Creando’nun sesini duyurmasında hayli önem taşıyor. Kolektif bünyesinde birlikte mücadele etmekte olan kadınların aynı zamanda Virgen de los Dedeos isimli, kolektif bir şekilde işlettikleri kafeleri de mevcut.
Mujeres Creando’nun kurucularından Julieta Parades, iki yoldaşıyla beraber çıktığı bu yolda kurdukları örgütlemelerini, özellikle 1980’lerin Bolivyasında, kibirli, homofobik ve totaliter sol hareketin kadın özgürlük mücadelesini ayrılıkçı olarak tanımladığı bir ortamda, her şeye rağmen ortaya çıkması sebebiyle “deli”ce bir hareket olarak tanımlıyor.
Aslında Mujeres Creando’nun, küresel çapta ilk ilgiyi 2001 yılında Bolivya’da, Bankacılık Denetleme Kurumu’nun “borçlu”lar tarafından işgal edilmesiyle duyurmaya başladığını belirtmek gerekir. Borçlular Hareketi, bankalara borcu olanların borçlarının tamamen silinmesi için başlatılan bir hareketti ve işgalcierin söz konusu kurumu işgali sırasında kullandıkları yöntemler kimi zaman “sertleşebiliyordu”. Hareket Bolivya’da hatrı sayılır bir etki yaratmış ve başarı elde etmişti; Mujeres Creando’dan Julieta Ojeda ise durumu şöyle özetliyordu: “Aslında tüm finans kurumları, tefecilik ve gasp yapmak için oluşturulmuş kurumlardır. İnsanları kandırıyorlar, anlamadıkları sözleşmelere imza attırıyorlar.”
90 gün boyunca süren işgal süresince Mujeres Creando, borçluları bir araya getirip örgütlü bir şekilde hareket etmelerini sağlamış ve işgal sürecinin en hareketli kolektiflerinden birisi olmuştu. İşgal hareketi, sadece bankalara değil, devlete de bir dizi geri adım attırmıştı. Mujeres Creando da, borcu olan insanların banka gibi kurumlara karşı da, devlete karşı da örgütlü olarak yan yana geldiklerinde korkmamalarını sağlayacak ruhu yaratmış ve doğrudan eylemin gücünü göstermişti.
Mujeres Creando, kuruluşundan bu yana, bir eylem biçimi olarak kurguladığı görsel ve teatral dilini, halka açık alanlarda (sokaklar, devlet binaları, pazarlar…) gerçekleştirdiği yaratıcı eylemlerle sıklıkla kullanıyor. Kolektif eylemlerinde yalnızca adaletsizliği üreten kurumları değil, aynı zamanda ırk, cins ve ekonomi boyutlarıyla da doğrudan ilintili sembolik şiddetin gündelik yaşamın bir parçası haline gelmesini ve normalleşmesini de eleştiriyor. Bu bakış açısı ve pratiklerle birlikte kolektif, politik, toplumsal ve cinse ilişkin ağlar oluşturarak özel ve kamusal alan arasındaki sınırları silerken, resmi olarak “kabul edilen”i ve rejim tarafından “normal addedilen”i sorguluyor.
Mujeres Creando’nun yapmış olduğu, siyasi ve toplumsal adaletsizliklere karşı yaratıcı eylemler üretirken, bir yandan da bu adaletsizliklere karşı örgütlenen direnişe kadın katılımını arttıracak yeni teorik parametreleri inşa etmek. Bu bağlamda, La Virgen isimli mekanları, kolektifin uzun süreden bu yana hayalini kurduğu kadın dayanışmasının tam olarak somutlaşmış bir örneği olarak değerlendirilebilir. Tamamıyla kadın yaratıcılığıyla tasarlanan La Virgen’de bulunan kütüphanede, Arjantin’deki toplumsal hareketlere ilişkin kitaplardan kadın kitaplarına, cins eğitiminden anarşizme, Bolivya’daki kitapçılarda ya da kütüphanelerde bulunmayacak kadar çeşitli kitaplar muhafaza ediliyor. Kolektiften Maria Galindo’nun kaleme almış olduğu “İnşa Etmek İçin Kaçmak” makalesinde de bahsettiği üzere La Virgen, bir “ev” olmasının dışında, toplumdaki baskıcı yapılara ve patriyarkaya karşı kadınların dayanışmasını somutlaştıracak bir alan ve “birlikte bir karşı çıkış ve isyanın yeri”.
Mujeres Creando, La Virgen’i, kütüphanesinden restoranına, hostelinden eczanesine kadar küçük kooperatifler aracılığıyla işletiyor. Kooperatifler aracılığıyla hem büyük “ev” ayakta tutuluyor hem de kolektif kendi giderlerini bu alanlardan karşılıyor. Tabi ki, tüm kooperatiflerde çalışan kolektif üyeleri için, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı oranında” ilkesi uygulanıyor. La Virgen’de internet erişimi olan bilgisayar odalarından, eğitim çalışmalarının yapıldığı sınıflara, kadın filmlerinin gösterildiği film odalarından, kitap okuma odalarına, politik ve toplumsal başlıkların tartışıldığı salonlardan, isteyenlerin bir sağlık sigortasına dahi ihtiyaç duymadan hizmet alabileceği küçük bir kliniğe de yer veriliyor. Ev içi şiddete maruz kalan kadınlara da açık olan La Virgen, Mujeres Crendo’nun kadın dayanışmasını örmesine ve daha da büyütmesine dair gerçekleştirdiği en iyi çalışmalarından biri.
Kadınların meclis salonlarında tecavüzlere uğradığı, sokaklarında diri diri yakıldığı Bolivya’da kadınların özgürlüğü için mücadele eden Mujeres Creando, kadınların vazgeçilemeyecek bir şekilde ihtiyacını hissettiği dayanışmanın temellerini birçok farklı alandan ve oldukça temelden atan bir kadın kolektifi olarak bugün hala karşımızda. Kendini “yerli ve beyaz, lezbiyen ve heteroseksüel, yaşlı ve genç, inançlı ve ateist, şişman ve zayıf, asi kadınların bir arada ve farklılıklarıyla aynı anda” oluşturduğu bir kadın kolektifi olarak tanımlayan Mujeres Creando, “cenneti şimdi ve burada gerçekleştirmek istiyoruz” derken; kadınların özgür dünyasını bugünden yaratmanın pratikleriyle mücadelesini sürdürüyor.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bolivya’nın Yaratıcı Kadınları Mujeres Creando – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post YALINAYAK : Trans Tutsak Esra Mücadeleye Çağırıyor – Esra Arıkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Önce ben, sonra biz diyerek başladık mücadeleye. Bugün, yeni bir güne merhaba diyen, doğan güneşi görmeyi başaran bütün şanslı kadınları canı yürekten selamlarım.
Yeni bir güne merhaba diyen şanslı kadınlardan biri olarak, ufacık bir tecrit odasından, beton duvarların ve demir yığınlarının arasından yazıyorum şanslı olan, kendini şanslı hisseden kadınlara. İçimde buruk bir sevinçle sesleniyorum, sesimin ulaştığı her kadına. Sesime kulak verin, bir sorum var siz kadınlara.
Bugün, erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü bu topraklarda, kendin için, kendi özgürlüğün için ne yaptın? Yazılı olanlar kadar yazılı olmayan kanunlara; örf, adet, namus adı altında kadını köleleştiren, esaret altına alan erkek egemenliğine karşı ne yaptın? Sen hala nefes aldığın için şanslısın. Peki, güneşi her defasında yeniden görebilmek için sadece şansa mı inanacaksın, yoksa şansını kendin mi yaratacaksın?
Eğer sen şansa inananlardansan, seninle benim aramdaki farkı bulabilir misin? Bulamazsın, çünkü sen yazılı olmayan kurallarla esaret altındasın; bense yazılı kanunlarla esaret altındayım. Tutsak, trans bir kadınım; dış dünyam 56 ekran bir çerçeveden ibaret. Sense, bugün de hayatta kalışını şansa bağlayıp seviniyorsan; bunu yapma. Çünkü “şans her zaman gülmez” bir insana. Kadınlar için zaman farkındalığını yaratma, özgürlüğünü ortaya koyma, özgür olduğunu ilan etme zamanıdır.
2016 yılının ilk ayında, sadece bir ayda, 37 kadın erkekler tarafından katledilmişken; her yerde erkek terörünü konuşuyoruz. Örf, adet, kıskançlık, namus adı altında 37 kız kardeşimiz ailesi, babası, eşi ya da sevgilisi tarafından katledilmişken, biz kadınlar artık susamayız.
Ben trans bir kadınım, bir erkek çocuğu olarak geldiğim şu dünyada, henüz 8 yaşımdayken tecavüze uğradım. Dünyaya gelirken bir erkektim, şimdiyse trans bir kadınım. Tüm bunların dışında, toplumun dışladığı bir bireyim. Ancak benim gibi ölüm korkusuyla yaşamak zorunda bırakılan LGBTİ bireylerin yaşadıklarıyla karşı karşıya kaldıkça; korkmamayı öğreniyorum. Buna inanıyorum.
Sen de inan.
Tecavüze uğrayan kardeşlerimizin ardından “saatin kaç olduğu”, “üzerinde ne olduğu”, “hangi yoldan yürüdüğü” tartışılırken; yapmamız gereken bir arada durmaktır. Kadınlar için zaman, dayanışma zamanıdır. Eğer bu satırları tecavüze uğrayan bir kadın arkadaş okuyorsa bilsin ki “yanındayız, yalnız değilsin”.
Ezilenlerin yanında duran, adaletsizliklerle mücadele eden, başkaldıran, anarşist bir trans kadın olarak biliyorum ki; bizler sabırla, nakış nakış, toplumun farkındalığını arttırabiliriz. Artık kapımızı açıp özgürlüğümüzü haykırmalıyız. Biz kadınlar ölüme mahkum değiliz, köle değiliz. Dört duvar arasından sesleniyorum ve kadınların özgür olduğu bir dünya diliyorum. Sen de inan, mücadeleye devam!
Esra Arıkan
Esra’nın mektup adresi:
Alıcı: Salih Arıkan (Esra)
Adres: Menemen T Tipi Kapalı Cezaevi A Blok. Hücre 18. Menemen/İZMİR
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post YALINAYAK : Trans Tutsak Esra Mücadeleye Çağırıyor – Esra Arıkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: CİNSEL SUÇLAR – Cinsel Taciz ve Cinsel Saldırı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Erkek egemen toplumda, kadının ezilmesinin en yaygın görünümlerinden biri de cinsel taciz ve cinsel saldırıdır. Toplumdaki kültürel kodlar ve ataerkil kabuller nedeniyle birçok cinsel suç hiçbir şekilde açık edilmemekte, çoğu zaman suçun mağduru tarafından da değişik korku ve kaygılar yüzünden gizlenmektedir.
Mağdurlar, anlattıklarına insanların inanmayacağını düşünerek ya da insanların düştüğü durumdan kendisini sorumlu tutacağını ve suçlayacağını, iffetsiz damgası yiyeceğini düşünerek uğradığı taciz ve saldırıyı kimseye açıklamamakta. Ya da mağdurlar, hukuki yollardan bir sonuç elde edilemeyeceği, kendisine iddiasını ispat külfeti yükleneceğini ve bu şekilde yaşadığı travmayı tekrar tekrar yaşamak zorunda kalacağı düşüncesiyle şikayet mekanizmasını veya başkaca hukuksal mekanizmaları kullanmamayı seçmektedir. Bazen de saldırgan, teşhir veya şikayet durumunda daha ileriye gitme tehdidinde bulunmakta ya da bu tehdit çoğu zaman hal itibariyle varsayılmaktadır.
Elbette, erkek egemen toplum düzeninin bir sonucu olan cinsel şiddete, aynı sistemin bir parçası ve hatta koruyucusu olan yargı mekanizması ile nihai bir çözüm bulunamayacaktır. Cinsel şiddetle mücadelenin en önemli ayağı, örgütlü mücadele ve dayanışmadır. Ancak hukuk düzeninin tanıdığı imkanların da mücadelenin bir parçası olarak kullanılabileceği akıldan çıkarılmamalıdır.
Kişiye yönelik cinsel yönden rahatsız edici her türlü davranışa cinsel taciz denir. Bu davranış cinsel içerikli sözler, tavırlar, laf atmalar, ısrarcı bakışlar veya sarkıntılık olabilir. Tacizin cezalandırılması için fiziksel temas olması gerekmez. Fiziksel temas durumunda, daha ağır bir suç olan cinsel saldırı söz konusudur.
Telefonla mesaj göndererek, internet üzerinden mail yoluyla, sosyal medya aracılığıyla yapılan taciz de aynı niteliktedir ve aynı şekilde cezalandırılır.
Cinsel saldırı suçu, fiziksel temas içeren ve zorla birlikte olmayı da içeren suç tipidir. Bu suç için ille cinsel birleşme gerekmez. Elle taciz, zorla öpme veya tecavüz teşebbüsü de bu suç tipine girmektedir.
Cinsel suçlarda, ispat sorunu ikincil bir sorundur. Mağdurun beyanı tek başına ciddi bir delildir. Bu beyan, eğer başkaca bazı bulgular veya delillerle uyuşuyorsa, saldırganın mahkum edilmesi bakımından yeterli olmaktadır.
Örneğin, telefonda cinsel taciz suçunda görüşmenin kaydedilmiş olması ya da görüşmeyi başka birinin de duymuş olması ve tanıklık yapması şart değildir. Eğer iddia edilen zamanda şikayet edilen kişinin mağduru aradığı aranma kayıtlarından anlaşılabiliyorsa, bu mağdur beyanıyla uyuşan bir delildir ve iddiayı ispat aracı olarak kullanılabilir.
Aynı şekilde, cinsel saldırı eylemini ispat etmek için, saldırıyı birinin görmüş olması şart değildir. Saldırıdan sonra hemen hastaneye başvurmuş olmanız ya da tanıdığınız/tanımadığınız birine konuyu anlatmış olmanız veya yardım istemiş olmanız da birer delildir.
Saldırgana ait izler önemli delillerdir. Bu nedenle cinsel saldırı veya saldırı teşebbüsü durumlarında, tırnak aralarında ya da vücutta kalan dokular ve dna örnekleri, hem saldırganın kimliğinin tespitinde hem de iddianın ispatında önemli delillerdir. Bu nedenle cinsel saldırıya maruz kalan kişinin yıkanmadan en kısa zamanda ve en geç 2 gün içinde şikayetçi olması ve rapor alması önemlidir.
Unutulmaması gereken, her somut olayın kendi özelliklerine göre atılacak adımlar değişmektedir. Cinsel suçlara maruz kalan kadınların, en önce en yakınındaki kadınlardan ve en yakın kadın örgütlerinden destek istemesi en doğru adımların atılmasını kolaylaştıracaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz: CİNSEL SUÇLAR – Cinsel Taciz ve Cinsel Saldırı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadınların Vicdanı Reddediyor Savaşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız topraklarda aylardan bu yana sürmekte olan savaş, sayısız kız kardeşimizi zorla yerinden etti, bir evin bodrumuna hapsetti; kimi zaman da katlettiklerinin bedenini paramparça edip, sokak ortalarında çırılçıplak teşhir etti.
Savaş, bu satırları yazdığımız sırada tüm şiddetiyle sürerken; direnişse giderek büyüdü. Beyaz tülbentlerini bayrak edinen anneler sokaklarda “artık yeter” diye haykırdı; coğrafyanın dört bir yanından kadınlar bu savaş dursun diye reddetti askerliği, orduyu, militarizmi. Savaş en güleçlerimizi alırken aramızdan; kadınların savaşa karşı direnişi hiç durmadı.
Savaş Amed’de Suriçi’nde; Cizre’de Bostancı Sokak’taki 23 numaralı binanın bodrumunda, Suruç’ta Amara’nın bahçesinde paramparça ederken bedenlerimizi, savaşsız bir dünyanın hayali giderek büyüdü. Vicdani retçi kadınlar, bu hayali elden ele taşıdı…
Aşağıda, coğrafyanın dört bir yanından vicdani retçi kadınların gazetemize yolladığı savaş karşıtı mesajları sizlerle paylaşırken; kadınların savaşsız bir dünyaya dair umudunu da büyütüyoruz. Savaşa karşı direnen kadınların kendi mücadelelerini anlattığı bu satırları, “Bu savaş sadece erkekleri değil kadınları da katletmektedir. Bu sebeple vicdani reddimi açıklıyorum” dedikten üç yıl sonra, aynı savaş politikalarının Amara’nın bahçesine saldığı canlı bombayla katledilen Polen Ünlü’ye ithaf ediyor; Polen’in hayalini kurduğu savaşsız dünyayı hep birlikte kurabilmek için tüm kadınları vicdani ret açıklamaya çağırıyoruz.
Ferda Ülker 14 Mayıs 2005
“Militarist düşünce sadece ‘askeriye’nin sınırları içinde kalmayıp, günlük hayatın içine de yedirilen “militer” bir dünya kurgular. Ki bu kurguda; kadınlık aşağılanır, kadınlar genellikle görmezden gelinir, yok sayılır.“
“Zor” kelimesinin yetersiz kaldığı günlerden geçiyoruz. Kişisel ve toplumsal yasın üst üste geldiği bu günlerde olan bitene tanık olmak ve bu tanıklıkla birlikte nefes almaya çalışmanın kendisi bile bir güç gerektiriyor. Gözümüzün önünde işlenen insanlık suçlarına rağmen halen ayakta durabiliyorsak, bu farklı bir mücadele alanı gibi geliyor bana artık. İnadına ayakta durmak!
Vicdani ret savaşın insan kaynağını ortadan kaldırmayı hedef alan, antimilitarist bir harekettir. Kasıt sadece askere gitmemek değildir. Militarizme doğrudan ve dolaylı bütün desteğin kesilmesi söz konusudur. Bu bir yanıyla ve gerektiğinde, bazıları için silahaltına alınmayı reddetmekse, diğer yanıyla günlük hayatın militarizasyonuna karşı durmaktır.
Bugün tanığı olduğumuz ve yaşamak zorunda bırakıldığımız savaş durumu kadınlar için daha büyük yıkımlara yol açıyor. Devletin savaş politikası şekillenirken ilk elde kadınların doğurganlıkları ve doğuracakları çocuklar üzerinden yapılan pazarlık ve politikalara tanık oluyoruz. Yasal kazanımlar bir bir şekil değiştiriyor. Kadının adı hayattan olduğu gibi yasalardan da çıkarılıp yerine “kutsal aile ve onun korunması” geçiyor.
Kadınlar, savaşın göbeğinde olduğu gibi, sıcak çatışma olmayan yerlerde de sokak ortasında ölü bir beden olarak uzanıyor. Kadına yönelik şiddet hızla artıyor.
Bugün bir şey yapamazsak, yarın nefes almaya devam edeceğiz belki, ama sessiz kaldığımız her dakika yaşamakta olduğumuz travmayı kalıcı hale getirecek.
Kaybedecek zamanımız yok, “hayır” demek zorundayız!
Atlas Arslan 15 Mayıs 2015
“Savaşı yaratanların önünü savaşa çağrılıp gitmeyenler tıkarken, savaşların nedenlerini sözde düşmanlar kaplar. Savaşa çağrılan erkekler gibi görünse de seslendikleri biz kadınlarız, o yüzden bizler savaşları kimlerin yarattığını da biliyoruz, nedenlerini de…”
Vicdani reddimi, 21 vicdani retçi kadınla yaptığım röportajlardan oluşan Kişer Pari Mama’nın ardından açıkladım. Kitap çalışması sırasında kadınların vicdani ret mücadelesinde ne kadar önemli bir ses olduğunu bir kez daha anladım. Önceleri bir gazeteci gözüyle dışarıdan baktığım vicdani ret mücadelesi, kitabımla birlikte beni de içine alan ve sorumluluk hissettiğim bir eylem oldu. ‘Eğer suç ise vicdani ret’ bu suça ortak olmak sorumluluğum oldu. Burada elbette kitapta da sıkça yer verdiğimiz “neden kadınlar reddeder” sorusuna da yeniden bir yanıttı ret deklarasyonum.
Savaşa, ölümlere karşı çıkmak için askere çağrılmak, bir şeylerden sorumlu tutulmak gerekmiyor. Bu ordu, sistem, zorunlu askerlik, dolaysız olarak en çok kadınları ilgilendiriyor. Çünkü kadın, orduya asker üreten bir kuluçka bu sistemde. ‘Kadın kahramanların Kurtuluş Savaşı’nda, savaş topunu sırtında taşımasını’ kutsayan destanlarla büyütüldük. Bu destanların öğrenilmişliği ile günümüze baktığımızda bugün Kürdistan’da süren katliam, batıdan, “devletin yazdığı destan” gibi görünüyor. Destan mitlerinde savaşı ve savaşanı kutsayan öğrenilmişliği ise militarist diliyle medya her gün yeniden üretiyor. Bu anlayışa, kutsanan öğretilere ve militarizme karşı barış için, yaşam için ses verirken kadınlar, ‘neden reddettikleri’ sorgulanadursun; kadınların retleri, vicdani ret mücadelesini büyütmeye devam ediyor.
İnci Ağlagül 15 Mayıs 2004
“Çünkü ben savaşsız, şiddetsiz, sınırsız, sınıfsız, otoritesiz bir dünyada özgür bir birey olarak yaşamak istiyorum.”
Bir kadın olarak vicdani ret hakkımı kullandım çünkü;
Sermayenin koruyucusu devletlerin kendi bekalarını sürdürmek için hep bir düşmana ihtiyacı vardır. Özellikle bizim gibi coğrafyalarda kahramanlık mitleri yaygın şekilde kullanılarak bireylerin aidiyet duyguları sömürülür.
Sürekli düşman paranoyası ile doldurulan erkek egemen düzenin en önemli kalesidir militarizm. Ya bizleri sürekli savaş tehdidi altında yaşamak zorunda bırakır ya da o savaşın doğrudan öznesi haline getirir.
Görüyorum ki kadınlar tüm bu döngünün doğrudan merkezinde ve mağdurudurlar. Savaş; kayıp, acı, gözyaşı, ölüm, tecavüz, kölelik demektir kadınlar için. İşte bu yüzden bireysel bir eylem biçimi olarak vicdani ret, bu zulmün merkezinden bir itirazdır.
Tüm insanları, halkları çocukları düşündüğümde ve gerçekte hiç kimseyi öldürmeyi ya da hiç kimse için ölmeyi istemediğinden emin olduğum birçok kişiyi düşündüğümde, bu itirazı yapmanın önemli olduğuna karar verdim.
Savaş karşıtı mücadelenin sesini yükseltebilecek ve bizler gibi düşünen, hisseden tüm kadınlara, dahası zorunlu askerlik mağduru tüm erkeklere de yalnız olmadıklarını hatırlatacak bir itiraz. 2004 Mayısında vicdani ret eylemimle de ifade ettiğim gibi; bütün savaşlara, militarizme, şiddetin örgütlenerek kullanıldığı tüm yapılara, şiddete, silahlanmaya karşıyım reddediyorum. Ölümü değil; yaşamı ve umudu örmeyi istemek hakkımız.
Ceylan Doğaner Ağustos 2014
“Kutsallaştırdığınız toprak uğruna öldürülen her kadın, her çocuk ve her erkek için reddediyorum.”
Savaşlar, insanlık tarihinden bugüne egemenlerin iktidarlarını güçlendirmek için kullandıkları bir araçtır. Militarizm bizlere çocukluğumuzdan beri erkeklerin asker olması gerektiğini, vatan, millet ve kadınların namusları için kendilerini feda etmeleri gerektiğini öğretir. Erkekliği ve erki yücelten militarizmi, içerisinde vicdani ret ve total ret ile çatlaklar açarak yok etmek zorundayız. Bugün içerisinde bulunduğumuz savaş koşullarında, çevremizdeki erkeklerin sırf cinsiyet kimliklerinden dolayı devletin mülkü olarak görülüp askere alınmasına; askere gitmenin bir erkeklik göstergesi olarak gösterilmesine; erkekliğin şovenizmle harmanlanıp asker karısı, kızı, annesi olmanın bir statü taşıdığı bu coğrafyada her birey savaşın bir parçası olmayı reddetmelidir.
Militarizm erkekler kadar kadınları da hedef aldığı için, kadınlar vicdani retçi olup bu meselede söz sahibi olmalıdır. Anarşist bir kadın olarak devletin tüm aygıtlarını reddettiğim için total retçi, özel olarak da militarizm ilişkisi bağlamında vicdani retçiyim. Kadınların, vicdani ret meselesinde yer alması; savaşa karşı tavrımızı net ifade ederek bu meselenin parçası olması ve vicdani reddi örgütlemesi gerektiğini düşünüyorum. Vicdani reddimde de belirttiğim gibi ”erki ve erilliği kutsayan erkek devlet ahlakınızın gölgesinde pasifize edilmiş ölü kadınlar yaratmamak için reddediyorum. Görmek istemediğiniz, susturduğunuz, taciz ettiğiniz, yok saydığınız KADINLIĞIMLA reddediyorum.”
Nergis Şen 18 Mayıs 2013
“Ben militarizmi; evde annem ve babamdan; mahallede arkadaşlarımla oynadığım oyunlardan; okulda öğretmenlerimden; televizyonda dizilerden, filmlerden ve haberlerden öğrendim. Ve öğrendiğim şey şu ki; militarizm devlete piyon, kapitalizme köle olmamıza; erkeğin orduya, kadının eve kapatılmasına; ölmeye ve öldürmeye yani ona alışmamızı istiyor.”
Vicdani reddimi açıklama kararı aldığımda henüz 17 yaşında, lise son sınıf öğrencisi anarşist bir kadındım. Doğduğumuz anda verilen pembe kimlikle başlayan militarizasyon, toplumsal cinsiyet rollerinin getirisiyle, nasıl giyinmem gerektiğinden nasıl davranmam gerektiğini belirleyene kadar sürdürdü etkisini. İçine atıldığım eğitim sistemiyle, tamamen militarist işleyişin içerisinde, bir özne olmak zorunda bırakıldım. Belli bir kalıba sokulma, tektipleştirilme, kapatılma, aslında en çok da ‘Türkleştirme’yi yaşadım. Tüm bu yaşadıklarımdan ve hissettiklerimden kaynaklı olarak, vicdani reddimi açıklama kararı aldım. Ancak açıklamamı gerçekleştireceğim 15 Mayıs 2012’de, ailemin de bir parçası ve yürütücüsü olduğu otoritenin bir yansıması olarak, evden dışarı çıkmam engellendi ve açıklamamı gerçekleştirmeyi planladığım etkinliğe gidemedim. Bu sebeple vicdani reddimi ancak 15 Mayıs 2013 tarihinde gerçekleşen vicdani ret etkinliklerin ardından yapılan vicdani ret açıklamalarında deklare edebildim. O yıl, Reyhanlı Katliamı henüz yaşanmış olduğundan, benimle aynı gün vicdani reddini açıklayan birçok arkadaşım gibi ben de, vicdani reddimi Reyhanlı’da katledilenlere ithaf etmiştim.
Militarizmin büyük oranda yaratıcısı ve sürdürücüsü olan devletin şiddeti, bugün yaşanan savaşla daha da görünür olmuşken; militarizmin kadının varoluşuna yönelik saldırısı da daha belirgin. Savaşın yaşandığı topraklarda, kadınlar katledilmekte, taciz ve tecavüze maruz kalmakta, kadının bedenine yönelik saldırılar şiddetini daha da artırmakta ve katledilen kadınların bedenleri teşhir edilmektedir. Bu gibi dönemlerde militarizmi reddetmek, yaratılan savaşın bir parçası olmamak ve bu savaşı reddetmek demektir. Ben anarşist bir kadın olarak, devleti, devletin her türlü baskısını, şiddetini ve sürdürücüsü olduğu militarizmi reddettim ve reddetmeyi sürdüreceğim.
Bütün kadınları, vicdani retlerini açıklayarak, yaşanmakta olan bu savaşın bir parçası olmamaya çağırıyorum.
Ece Uzun, 24 Mayıs 2014
“Ölmeyi, öldürmeyi, bu emir komuta zinciri içinde yer almayı ister özne ister nesne konumunda bulunmayı reddediyorum.”
Militarizmin bir politika olarak aşılandığı eğitim sistemine tabi tutulduğumdan, militarizme karşı koymam gerektiğini çok önceleri fark ettim. Sonra, askeri okulda okumuş, rütbeli bir subay olan abimin, devletin savaşının aktif bir parçası olduğunu ve özgürlük mücadelesi veren bir halkı yok etmek, susturmak, asimile etmek için devletin bir parçası olduğunu gördüğümde, vicdani reddimi açıklamaya karar verdim.
Şu anda devletin tüm gücüyle yarattığı savaşta; her ne kadar kadın olarak devletin dilinde bu savaşın öznesi değilmişim gibi gösterilse de, yaşamımın her alanına sızmış militarizmi reddederek savaşın bir öznesi olmayı reddediyorum. Yaşamını yitirenlerin ardından “vatan sağolsun” demeyeceğim gibi, bu vatana feda olacak evlatlar da dünyaya getirmeyecek, devletin benden beklediği görevi yerine getirmeyeceğim.
Birsen Uzun, 15 Mayıs 2015
“57 Yaşında bir öğretmen olarak, çocuklarımızın ölmesine ve öldürülmesine, bu militarist sistemde yer almasına tüm vicdanımla karşı duruyorum.”
Vicdani retçiyim, çünkü bir anneyim. Devletin vatana feda etmemi beklediği çocuklarım var. Vicdani retçiyim, çünkü bir öğretmenim. Eğitimle, militarize edilmek istenen beyinler yetiştirmek görevim. Eğitimle ve askerlikle militarizmi normalleştiren devlet algısının karşısında bir kadın olarak duruyorum, durmaya devam edeceğim.
Şu anda devam eden savaşta, hendekleri, silahları bahane ederek insanları evlerinden, yerlerinden, dillerinden etmek isteyen devletin politikalarına karşılık vicdani ret önem taşıyor. Tıpkı evlatlarını bu savaşta gün be gün yitiren Kürt anneler gibi, devlet tarafından her an katledilebilecek çocuklarım olduğu için, bu kirli savaşın parçası olmamak için, asla “vatan sağolsun” demeyeceğim. Bu yüzden tüm kadınları vicdani retlerini açıklamaya çağırıyorum.
Buhara Doğan 6 Eylül 2015
“Anaların çığlıkları kulaklarımızda çınlarken, her geçen gün daha fazla kardeşimiz can veriyordu militarizme! Sonra diyorlardı ki; “vatan sağolsun”! Hayır; parası olmayanın öldüğü, parası olanın ölmediği vatan, sağolmasın.”
Devletin “kutsal” adı altında zorunlu kıldığı askerliği kadınlara “layık görmemesi” ve dayatmaması, benim vicdani reddimi açıklamama nedenim olamazdı. Çünkü yukarıdaki sözler her ne kadar bir erkeğe ait olsa da, o erkeğin yaşamında olan ya da olmayan, o erkeği dünyaya getiren ya da yeni erkekler doğurmak zorunda bırakılacak olan kadınlara ve bana da bir çağrıdır.
Devlet hükmetmeye doymayarak, yeni toprak parçalarını da işgal etmek ister. Bu işgali, ordunun “kutsallığı”yla, vatanın “namusu”yla, temelinde milliyetçilikle besler ve kendinden olmayanı “etkisiz hale getirmek” için savaşlara başvurur. Devlet, bizden çaldıklarının yanında bir de savaşmamız gerektiğini söylediğinde, bizim bu savaşı reddetmemiz gerekir.
Devlet, havan topuyla Ceylan Önkol’u, katil polisiyle Dilek Doğan’ı, askeriyle Ekin Van’ı katletti. Aynı devlet, bugün de türlü yollarla, militarizmin kan kusan yüzünü biz kadınlara dayatıyor ve aylardır sürdürdüğü savaşla ölmeye ya da ölüme seyirci kalmaya razı olmamızı dayatıyor.
Ancak biz kadınlar, tüm bu dayatmayı ve ölümü reddediyoruz. Çünkü biz ne ölmek, ne öldürmek ne de bu ölüm politikalarında bir araç haline dönüştürülmek istiyoruz. Yaklaşık altı ay önce, vicdani reddimi açıkladığım günden bu yana, biliyorum ki “Sebepsiz ölüme gitmeyi reddedenler, silahlarını, kendilerine katliam yapmaya zorlayan, katil iktidarlara doğru çevirdiklerinde, İşte o gün savaş ölmüş olacak”.
Zeynep Çiçek 8 Mart 2013
“Savaşın ölümler dağıtıp; devletin erkek kusup erkekçikler yaratması, kutsal toprak, toprağın fethinin ödülü olarak kadının fethini haklı kılar.”
Devlet insan yiyip açlık kusar; benim de kustuğum vicdanın reddi, rengiydi. Reddimi açıkladım; bu topraklarda “vatan sizin anneniz” denildi; toprak kutsaldır denilip, bir avuç toprak için canını feda eden insanlar yıllarca sinemaya yansıtılıp haklı bulundu. “Cennet anaların ayağının altındadır” denilip, öldürülen her gencin şehitliği anasının gözyaşında, annesinin cehennemi oldu. Kadınlığın kutsal yanı annelikle eş tutulup, kadınların erkek çocuk doğurması kutsallığının taçlandırıldığı an olarak belirlendi. Devlet hepimizi adlandırdı, ama erkekleri 20 yaşında askere çağırırken, biz kadınları istedikleri kutsal kadın olmadığımız anda yaftalayarak tekrar adlandırdı, savaş için de gözyaşlarımızı kullandı, savaşın onursuzluğunu kabul ederek bedenimize dokundu, tecavüz etti, göç ettirdi. Reddimi açıkladım; çünkü savaşın asıl öznelerinin kadınlar ve çocuklar olduğunu düşünüyorum. Reddimi açıkladım; çünkü devletin kutsal saydığı kadını reddedip, hiçbir sınır için çocuk doğurmayacağımı söyledim. Doğanın sahibi değil parçası olduğumu savunup, kanla çekilmiş sınırları reddedip, vicdanımın kanla değil, yaşamla beslendiğini savundum.
Şu an bu ülkede bir savaş var ve TC’nin Kürdistan’daki katliamlarına tanıklık yaparken, Ekin Van’ın öldürüldükten sonra soyulan bedenine şahit olduk. Savaşı yaratanlara karşı, biz kadınların ölü bedenlerini ödül ve ceza ikilimi içinde sunan bu devlete karşı, ben reddimi açıkladım ve bedenleri soyulan kadınların yoldaşlığı adına, kadınların açıkladığı her ret bu devlete atılan bir tokattır. Savaşı yaratan değil; bu savaşa karşı direnenleriz. Benim reddim, savaşı yaratanların karşısında direnenlerin elindeki taş içindir, her türlü direnişleri içindir.
Berivan Encü 28 Aralık 2013
“Bu coğrafyayı halklar mezarlığına çeviren bu cinsiyetçi yapının silahını almayı ret edin, eğer silahını almışsanız bir an önce bu yanlıştan dönün diyoruz.”
Kanla sulanmış bir coğrafyada, devletin askerleri tarafından 150 havan topu atılmış bir köyde dünyaya geldim. Doğar doğmaz köyümüzden sürgün edildik, yaşam alanlarımız mayınlarla kaplandı; yani devlet bütün yaşam alanımızı çember içine aldı, tıpkı bir açık cezaevi gibi. Burada, 28 Aralık 2011’de bir katliam oldu. Katliamın üzerinden dört yıl geçse de, adalet asla gelmedi.
Roboski Katliamı’nın ikinci yıldönümünde, askerler tarafından katledilen 34 akrabam için açıkladım vicdani reddimi çünkü görevi “bizi korumak” olduğu iddia edilen askerler, burada 34 insanımızı katletti. Aslında burada, askerler aracılığıyla, doğrudan devlet katletti. Bazen derler ya “nasıl olsa kadınlar askerlik yapmıyor, o yüzden kadınların vicdani ret açıklaması saçma” diye, tam da buna karşı kadınların vicdani ret açıklamalarının çok büyük bir önemi var. Eşlerini, çocuklarını, abilerini, akrabalarını askere göndermeye mecbur edilmek istenen kadınlar buna karşı çıkarsa eğer, bu, birçok insanı askerlik hizmetinden soğutabilir de.
Bugünlerde Silopi’de, Cizre’de, Nusaybin’de üç aylık bebeklere kurşun sıkılıyor, sokak ortasında bedenler çürümeye bırakılıyor ve en çirkini, katledilen kadınların bedenleri çırılçıplak soyuluyor. Savaş üzerinden kin ve intikam üretilirken, bu coğrafyada halklar asimile ediliyor ve düşmanlaştırılıyor. Bu savaşın en çok mağduru olan kadınlarsa, aynı zamanda barışın en büyük temsili haline geliyor.
Eğer biz istersek durdurabiliriz bu savaşı; eğer bir barış varsa, bunu yaratabiliriz. Kürt kadınlarıyla, bütün devrimci kadınlarla ve direnişçi kadınlarla… Eğer kadınlar olarak, tüm önyargılarımızdan arınıp bir araya gelirsek, savaşa karşı hep birlikte direnirsek, bunu başarabiliriz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kadınların Vicdanı Reddediyor Savaşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (20) : Levant Köylü Federasyonu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, “Anarşist Kolektifler, İspanya Devrimi’nde İşçilerin Özyönetimi, 1936-1939” adlı derlemeden bir başka bölümle devam ediyoruz. Bu sayıda, İspanya deneyimi hakkında en çok yazan yazarlardan biri olan Gaston Leval’ın kırsal alanlarda devrim süresince kurulan kolektifleri ve özellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşan Levant bölgesinin kolektif örgütlenmesini anlattığı yazısına yer verdik. Yazarın “Né Franco né Stalin” kitabından (sayfa 143-152) alınan makalesi, tarihsel tanıklığının yanı sıra, kırsal ve kentsel kolektiflerin federasyonlar aracılığıyla nasıl koordine olduğunu göstermesi açısından önemli. Yazının dipnotlarını, editör Sam Dolgoff’un verdiği açıklayıcı bilgileri içerdiği için yazıyla birlikte yayımlıyoruz.
CNT’deki yoldaşlarımızın örgütlediği Levant Bölgesel Federasyonu, savaş başladığında toplam nüfusları 1.650.000 olan 5 ili kapsayan ve İspanya’nın en verimli topraklarının %78’ini içeren bir tarım federasyonuydu. Levant, yoldaşlarımızın yaratıcı ruhu sayesinde, en çok sayıda ve en gelişmiş kolektiflerin örgütlendiği bölge oldu. (1937’de kolektiflerin sayısı 340 iken, 1938’de 900’e ulaştı ve bu illerdeki toplam nüfusun %40’ı kolektiflerde yaşıyordu…)
Bu başarılar bölgenin toplumsal tarihine aşina olanları şaşırtmayacaktır. 1870’lerden beri özgürlükçü köylüler en kararlı ve ısrarcı militanlar arasındaydılar. Belirli dönemlerde hareket, şehirlerde (özellikle Valencia’da) tümüyle bastırılırken, kırsalda canlı kalmıştır. Köylüler devam ettiler. Onlar için Devrim, barikatlarda savaşmakla sınırlı değildi. Onlar için Devrimin anlamı toprağı sahiplenmek ve özgürlükçü komünizmi inşa etmekti…
Genelde Levant kolektiflerin karakteri Aragon’dakilerden farklıydı. Aragon’da CNT-FAI militanlarının üstünlüğü, kolektifleri uzun süre polis, devlet ve siyasi partilerden korudu. Levant’ta ise, cumhuriyetçi İspanyanın geri kalanında olduğu gibi, Askeri Polis, Sahil Koruma ve devrimci ruhtan yoksun subayların emrindeki ordu, özgürlükçü kolektiflerin gelişimine ve hatta varlığına karşı sürekli bir tehdit oluşturuyordu.
Levant bölgesinde kolektifler, köylü sendikaları tarafından hemen her zaman tabanda, “üretim noktasında” örgütlenmiştir. Ancak özyönetimli örgütler olarak kalmışlardır. Sendikaların egemenliğine girmemişler ve sendikayla ilişkilerini resmi düzeyde tutmuşlardır. Sendikalar, “bireyciler” (toprak sahipleri) ve kolektifler arasında gereken bağlantıyı oluşturuyorlardı. Aslında “bireyciler”, işlemlerini sendikalar üzerinden yürütüyorlardı. Yalnızlık politikaları, sendikalara bağımlı oldukları için boşa çıkıyordu. Köylü sendikaları tarımsal üretim için kendi idare komisyonlarını örgütlediler: biri pirinç için, başkası portakal için, üçüncüsü tarım makineleri için, vb… Kolektifler bazı sendika işlerini kendileri yapıyorlardı. Ayrı depoları ve kendi idare komisyonları vardı. Çok sonraları, bu verimsiz çift yapı terk edildi. Depolar birleştirildi ve komisyonlar hem kolektiflerden, hem de sendikanın “bireyci” üyelerinden oluşturuldu. Bu karma komisyonlar kolektiflerin yanı sıra bireysel çiftçiler için de (makine, gübre, tarım ilacı, tohum, vb.) satın alımlarını yapmaya başladı. Aynı kamyon ve araçları kullanıyorlardı. Pratikte gösterilen bu dayanışma, önceden inatçı olan “bireycileri” kolektiflere dahil etti. Bu örgütlenme yöntemi iki işe yaradı: Koordine edilmesi faydalı olan her konuyu kapsadı; ve sendikalar sayesinde, nüfusun farklı katmanlarında kolektif ruhu yaymayı ve algılarını etkimize açmayı başardı.
Devrimci değişimler hızla uygulanıyor, kapitalist kaostan devrimci düzene geçiliyordu. Kıt kaynakların karneyle dağıtılması ve aile ödeneği bütün bölgelerde uygulandı. Daha zengin köylerden yoksul köylere kaynak aktarılması amacıyla komisyonlar kuruldu ve işletildi. Her bir bölge ya da yerel merkez, teknisyenler ve muhasebecilerin yanı sıra bir tarım bilimcisi, bir veteriner, bir bitki hastalıkları uzmanı, bir mühendis, bir mimar ve bir ticaret uzmanından oluşan bir heyet örgütledi. Bu şekilde hizmetler verimli bir şekilde dağıtıldı ve koordine edildi. Mühendis ve veterinerlerin büyük çoğunluğu, birçok tarım bilimcisi CNT üyesiydi. 6 uzman hariç bütün şarap uzmanları ve şarap yapımı CNT sendikasının elindeydi. Kolektif üyesi olmayan, kendi özel çalışan mühendisler ve veterinerler bile çeşitli projelerin planlamasına ve yürütülmesine özveriyle katıldılar.
Tarım bilimcileri, bölgenin jeolojik ve iklim koşullarına uygun ıslah, nakil ve melezleme gibi gerekli ve pratik projeler tavsiye ettiler (özel mülk sahipleri kendi topraklarında izin vermezlerdi). Veterinerler bilimsel çiftlik hayvancılığını kurdular. Teknisyenler ve bilim insanları, birbirlerine zıt amaçlarla çalışmaktansa kolektif olarak çalışıyor, bütün projelerin yapılabilirliği konusunda da, koordinasyonu için de birbirlerine danışıyordu. Örneğin; veterinerler domuz çiftlikleri, ahırlar ve kümesler inşa ederken mühendis ve mimarlara danışıyordu…
Mühendisler, özellikle Murcia ve Cartagena bölgelerinde dönemin en yeni teknikleriyle büyük ölçekli sulama sistemlerini tasarladılar. Villajoyosa’da yapılan büyük barajın getirdiği suyla bir milyondan fazla badem ağacı kurumaktan kurtuldu. Bölge çapında, yapılaşmayı mimarlar tasarladı. Bitki hastalıkları ve ağaç kültürü çalışmaları için bir merkez, tarım okulları, yeni evler ve yeni yollar; bunların hepsi, bütün bölgeyi kapsayan genel plana uygun olarak yapıldı. İşçilerin, teknisyenlerin ve kolektiflerin genel meclislerde aldıkları kararlar ve idari teknik konseylerde yaptıkları kooperatif çalışmalarla gerçekleşti.1
Levant’ın 900 kolektifi, 54 yerel federasyona ve bunların oluşturduğu 5 bölgesel federasyona ayrılmıştı. Federasyonların faaliyetleri arasındaki koordinasyonu bölgesel idari komisyonlar sağlıyordu. İdari komisyon 26 teknik bölümden oluşuyordu. Tarım bölümü şunlardan oluşuyordu: meyvecilik, sebze yetiştiriciliği, şaraplık üzüm, zeytincilik, makineli tarım, pirinç ve çiftlik hayvanları (inek, domuz, keçi, vb.) Endüstri bölümleri şöyleydi: şarap, likör, brendi ve viski yapımcılığı, konserve, yağ, şeker, meyve, bitki özü yağları, parfümler ve diğer tarımsal türevler, tarım makineleri, gübre, yapı inşaatı, taşımacılık, ihracat-ithalat, hijyen, eğitim, vb.
Levant Çiftçi Federasyonu’nun büyük ölçekli faaliyetlerine bir örnek olarak portakal üretimi gösterilebilir: Bölgenin dört milyon kiloluk üretimi, İspanya’nın toplam üretiminin yarısından fazladır. Federasyon ürünün %70’ten fazlasını kendi örgütlenmesi üzerinden (aracısız) nakledip satmıştır. (Federasyonun ticari örgütlenmesi içerisinde kendi depoları, kamyonları ve gemileri de vardı. 1938 başında ihracat bölümü Fransa’da kendi ajanslarını kurdu: Marseilles, Perpignan, Bordeaux, Cherbourg ve Paris.) İspanya’da pirinç üretimine ayrılan toplam 47.000 hektarın 30.000 hektarını Valencia Bölgesindeki kolektifler ekiyordu.
Dikkate değer bir başka yenilik ise geniş çaplı tarımsal yan ürünlerin üretiminde çiftçilerin büyük katkılar sağlamasıdır. Köylü federasyonları, meyve ve sebze konserve fabrikaları ve diğer işleme tesisleri kurup çalıştırdı (en önemlileri Burriana, Murcia, Alfassar, Castilian, Oliva ve Paterna’da bulunuyordu).
Malların taşınmasını kolaylaştırmak için Bölge Federasyonları içindeki dağıtım noktaları ve depoları ana yollara ve tren ikmal istasyonlarına yakın yapıldılar. Bölgedeki her bir kolektif, üretim fazlasını bu depolara gönderiyordu ve ürünler buralarda tartılıyor (ya da sayılıyor), tasnif ediliyor ve saklanıyordu. Bu stok bilgisi farklı Valencia’daki Bölgesel İdari Komisyon’un teknik bölümleri tarafından derlenip koordine ediliyordu. Bölge Federasyonları bu düzenleme sayesinde tam olarak ne kadar fazla olduğunu ve neresiyle takas edilebileceğini her zaman biliyorlardı.2
Ekonomik adaletin örgütlenmesi kolektifin tek başarısı değildi… Her bir kolektif, çocuklar için bir ya da iki özgür okul örgütledi. Yeni düzende Levant bölgesi kolektifleri, tıpkı Aragon, Castile, Andalusia ve Estremadura bölgelerinde olduğu gibi neredeyse bütün halkı okuryazar yaptı (Devrim öncesinde İspanya’nın kırsal nüfusun %70i okuryazar değildi). 1937’de 100 mevcutlu bir muhasebe okulu açıldı. Çiftçi Federasyonu, kolektivistleri ve ailelerini ağırlamak, iyi yemek ve rahat bir uyku sağlamak için Levant’ın merkezi Valencia’da kendi otelini kurdu.
Çiftçi kolektifleri, Levant Bölgesel Federasyonunun İspanya Çiftçi Federasyonu’na açtığı Moncada Üniversitesi’nden özellikle gurur duyuyorlardı. Üniversitede ahır, damızlık ve kümes hayvanlarının bakımı, tarım ve ormancılık vb. konularında çalışma yapılıyordu. Kampüs, şehir dışında, portakal bahçelerinin arasında kurulmuştu…
Sonuç olarak, Valencia kolektifleri arasındaki dayanışma ruhu, Aragon’daki işçi kardeşlerinin arasındaki kadar büyüktü. Levant kolektifleri, Castile’den gelip sığınan, çoğu kadınlar ve çocuklardan oluşan, çok sayıda göçmeni ağırladı. Kolektifler, gönüllü olarak, Madrid ve Aragon cephelerinde savaşan anti-faşist birliklere büyük gıda ve erzak stokları gönderdiler. Beş ufak köy birkaç ayda 187 kamyon dolusu gıda gönderdi. Malaga düşmeden kısa süre önce, Almeria’daki aç göçmenlere yedi kamyon dolusu gıdanın, anında ve her zamanki gibi ücretsiz olarak gönderilmesi için tek bir telefon yeterli olmuştu. Bütün bu katkıları Levant’taki büyün kolektiflerle çarpın -yaşam gibi ışık saçan gönüllülük- ve toplumsal hayatlarının ilham verici karakteri hakkında yeni bir kavrayış elde edersiniz…
1) Özgürlükçü hareket, bürokratik örgütlenmenin tehlikesi konusunda her zaman, özellikle de uzmanlık, bilim ya da idare işleri söz konusu olduğunda son derece duyarlı olmuştur (politikacılardan bahsetmeye gerek yok). Bu bağlamda, Souchy’nin ilettiği gibi, özgürlükçü kolektifler:
… bürokrasi her ortaya çıktığında başlamadan durdurmak için (önlem alıyorlardı).Her çalışma grubunun bir temsilcisi vardı. Kolektifler, ne yapıldığı konusunda iyi bilgi sahibi olmak için idari komisyonlarla düzenli toplantılar düzenliyordu. Bütün kolektifler, altı ayda bir genel kongreye çağrılıyordu. Kongrede, kolektiflerin plan ve projeleri dikkatle gözden geçiriliyordu; bütün önemli konularda, idari komisyona detaylı yönergeler veriliyordu. Yetersiz idarecilerin yetkileri geri alınıyordu. (İspanya’nın Üzerinde Gece, s. 155)- Editör
2) Bu takas, kaynakları kıt olan kolektiflerle yapılıyordu. Souchy’nin gözlemlerine göre: “… ticari işlemler o kadar karışık hale geldi ki Federasyon, içeride ve dışarıda ürünlerin alım satımını hızlandırmak için (sadece bunun için) bir banka örgütledi …” Souchy bunun, tefecilikle kar eden kapitalist bir banka olmadığını vurguluyor. (İspanya’nın Üzerinde Gece, s. 156)- Editör
Çeviri : Özlem Arkun
Gaston Leval
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (20) : Levant Köylü Federasyonu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kung Fu’da Gözlem ve Empati Hayvanı Tekrarlamak (2) – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz sayıda 2008 yılında bir animasyon filmi olarak yayınlanan Kung Fu Panda filminde yer alan “korkusuz beşli” olarak isimlendirilen hayvanlardan hareketle, hayvanların gerçekten birer Kung Fu ustası olduklarından ve günümüze kadar yapılmaya devam edilen Kung Fu’daki hayvan tekniklerini oluşturduklarından bahsetmiştik. Kung Fu’da gözlem ve empati insanların hayvan tekniklerini oluşturmasını sağlamıştır. Yazının ilk bölümünde hayvan tekniklerinden Kaplan ve Turna Kuşu tekniğini paylaşmıştık. Bu bölümde ise Yılan, Maymun ve Peygamber Devesi tekniklerini paylaşıyoruz.
Yılan
Song Hanedanlığında, Emei Dağlarında büyülü yeşil bir yılanla beraber beyaz bir yılanın yaşadığına inanılır.
Beyaz yılan bir gün Xo Xian’ya aşık olur. Güzel bir kadın kılığına giren beyaz yılanla Xo Xian evlenir. Çocukları olur. Bir gün Fa Hoi adında bir rahiple tanışırlar. Rahip kadının beyaz yılan olduğunu fark eder. Xu Xian’a anlatır. Xu Xian rahibin söylediklerini önemsemez. Rahip Fa Hai ruhların ölümlülerin dünyasından gitmesini savunur ve beyaz yılana Leifng Pagoda’ya kadar yılanı esir tutacak büyülü bir şapka verir. Böylece beyaz yılan tutsak edilir. Çocuğunu ise rahipler alır.
Olanları öğrenen yeşil yılan beyaz yılana yardıma gitmeye karar verir. Bu arada beyaz yılanın oğlu büyümüş ve tapınak rahipleri tarafından yetiştirilmiştir. Fakat beyaz yılanın oğlu, tapınağı terk edip yeşil yılanı bulur. Yeşil yılanın öğrettikleriyle ve tapınakta öğrendikleriyle yeni bir teknik geliştirir. Yeşil yılan ve beyaz yılanın oğlu bu yeni tekniklerle beyaz yılanı esirliklen kurtarır. Böylece Kung Fu’da yeni bir teknik doğmuş olur.
Yılanlar elsiz ve ayaksızlardır. Vücutları yalnız kafa ve gövdeden oluşur. Hayatta kalmak için karşısınakini ya dişleriyle ısırırlar ya da bedenleriyle sıkarlar. Yılan stili, bu iki özellik üzerine yoğunlaşır; ani saldırılar ve kilitlemeler.
Yılan stilinin saldırdığı noktalar; gözler, boğaz, kasık ve eklem yerleridir. Ve 5 temel ilkesi vardır:
Orada Olmama: Herhangi bir kavga öncesinde kazanmayı veya kaybetmeyi seçmez (hem fiziksel hemde ruhsal). Kendini savunma temel ilkesidir. Orada olmamaya çalışır.
Mutlakiyet: Orada olmama durumu gerçekleştirilemediğinde (yani saldırı anındayken) karşı taraftakini etkisiz kılmak için ne gerekirse yapılmasıdır.
Üstün Bilgi: Neyin yapılabilir neyin yapılamayabilir olduğunu anlamak. En doğru zamanda saldırmak. Bunları yaparken de kendi yeteneklerini düşünmektir.
Mükemmel Yetenek: Yılanın çok fazla fiziksel yeteneği yoktur. Bundan dolayı var olan yeteneklerini mükemmelleştirmesi gerekir.
Düzen Yaratmak: Yılan tekniğinin başarısı düzen ve özkontrolden gelir.
Maymun
Maymun stili, Büyük Dünyan tekniği sanatının ustalarından Kou Sze tarafından oluşturulmuştur. 1900’lerde hapse giren Kou Sze, hücresinde Kung Fu antrenmanlarına devam eder. Hücre penceresi maymunlarla dolu bir ormana bakan Kou Sze, maymunların ağaçlarla kurdukları bağlarla; yaşamları tehlike altında olduğunda verdikleri tepkiye varıncaya kadar maymunları izleme fırsatı bulur.
Kou Sze, bildiği Kung Fu teknikleriyle maymun hareketlerini harmanlayarak yeni bir Kung Fu tekniği oluşturur. Kou Sze oluşturduğu bu yeni tekniğin adına “Tai Shing Maymun Tekniği” adını verir.
Üç çeşit maymun tekniği vardır. Shaolin maymun tekniği, Wo Sou maymun tekniği ve Tai Shing maymun tekniği. Shaolin maymun tekniği aralarında en eski olanıdır.
Tai Shing maymun tekniği karşı tarafa saldırmayı ve hızlıca geri kaçmayı hedefler. Burada hedeflenen tam bir zafer değil, karşı taraftakini şaşırtarak alt etmektir.Farklı açılardan yapılan saldırı ile karşı tarafın saldırısı etkisiz hale getirilir. Tai Shing maymun tekniğinde diz ve dirsek kullanılır. Sıklıkla kullanılan bir başka teknik ise, karşı tarafa yönelik hızlı el ya da ayak hamleleriyle karşı taraftakini sürekli olarak yere düşürmektir. Tai Shing maymun tekniğini diğer tekniklerden daha güçlü kılan diğer özellik tekme formlarıyla ilgilidir. Birçok teknik farklı şekillerde tekme atmaya yoğunlaşırken Tai Shing tekniği zeminin bir karış üstünden bile tekme atıabilmeye yoğunlaşır.
Shaolin maymun tekniğinde duruş yere yakın değildir ve hareketler bir insanın maymunu taklit etmesini andırır. Shaolin maymun tekniğinin bilinen tek biçimi vardır. Son usta Matsuda, Ark Wonk’un tekniğini de görmüştür.
Wou Sou maymun tekniği ise Çin operası ya da Wou Sou Kung Fu’su için geliştirilmiştir. Çarpıcı ve zarif bir tekniktir. Hareketlerin yere yakın duruşları barındıran bölümleri vardır ama gösteri amaçlı sergilenir.
Peygamber Devesi
Bir Sholin rahibi olan Wang Long, tapınaklar arası düzenlenen bir savaş sanatları turnuvasına katılır. Kung Fu tekniği mükemmel olmasına rağmen turnuvada kaybeden Wang tekniğini nasıl daha iyi geliştireceğine dair kafa yormaya başlar. Bu sırada hayalinde turnuva alanında gördüğü bir peygamber devesiyle ağustos böceğinin kavgası belirir. Peygamber böceğinin kavga tarzına çalışan Wang buradan hareketle peygamber devesi stilini yaratır.
Peygamber devesi stili zamanla ikiye ayrılır. Bunlar; Shanxi Praying Martis ve Shandong Praying Martistir.
Peygamber devesinin temel hareketlerinden biri “chanwan”dır. Bu hareket sırasıyla parmaklar ve ellerin sürekli birbiri etrafında dönmesiyle başlar. Chanwanın pratiği küçük daireler çizerek başlar (daireleri içeri yada dışarı çevirebilirsiniz). Bu çizilen küçük daireler genişleyerek Goushau ve Huashau’ya evrilir. Bu hareketlerle hem üstünüze gelen vuruşları savurabilir hem de karşı atak geliştirebilirsiniz.
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kung Fu’da Gözlem ve Empati Hayvanı Tekrarlamak (2) – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadınların Mücadelesinde Yaşayacaklar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Azime Erdoğmuş / 3 Şubat 2014
Kütahya’da yaşayan, 22 yaşındaki Azime Erdoğmuş, sevgilisinin “kıskançlık tartışması” sonrasında katledildi. Sevgilisi İbrahim Keskin’le otomobilde yolculuk ederken başlayan tartışma sonrasında, Azime aracı durdurtup indi. Kendisiyle birlikte araçtan inen sevgilisi tarafından önce tekme tokat darp edilen Azime, darbelere karşılık olarak, çantasıyla Keskin’in kafasına vurdu. Bunun üzerine aracından pompalı tüfeğini alan İbrahim Keskin, 2 el ateş etti. Yere yığılan Azime’yi ardında bırakarak aracına doğru ilerlerken, geri dönüp bir el daha ateş ederek Azime’yi katletti.
Neriman Aktarmacı / 3 Ocak 2015
Aydın, Söke’de yaşayan gündelik tarım işçisi Neriman Aktarmacı, 3 çocuk annesiydi ve yalnız yaşıyordu. 54 yaşındaki kadının cansız bedeni, elleri ve ağzı bantlanmış şekilde, evinde bulundu. Neriman, ütü kablosuyla boğularak öldürülmüştü. Katillerin kim olduğu hala “belli değil”.
Öznur Bozan / 9 Ocak 2015
İstanbul, Maltepe’de Gülensu Mahallesi’nde yaşayan, 20 yaşındaki Öznur Bozan, eşi Ozan Bozan tarafından çocukları önünde bıçaklanarak katledildi. Daha önce de tartışmaları sırasında eşi tarafından yaralanan Öznur, uyuşturucu almak için kendisinden para isteyen Ozan Bozan’a para vermediği için katledildi. Öznur ve eşinin sabah saatlerinde gerçekleşen tartışmalarının ardından sesler kesilince, komşular endişe edip eve girdiler. Komşular, yerde yatan kadının cansız bedenini ve onun yanı başında, biri 15, diğeri 6 aylık olan iki çocuğunu buldular.
Dudu Çapar / 10 Ocak 2015
Balıkesir Edremit’te yaşayan 59 yaşındaki Dudu Çabar, 60 yaşındaki sevgilisi Hüseyin K. tarafından, “kıskançlık” nedeniyle aralarında çıkan tartışma sonrasında, darp edilerek katledildi.
Hadiye Al Casım / 13 Ocak 2015
Hatay, İskenderun’da yaşayan Hadiye Al Casım, bomba ihbarıyla bulunan bir valizde, bedeni, elleri ve ayakları kesilmiş, vücudu yakılmış şekilde bulundu. Suriyeli bir göçmen olduğu öğrenilen Hadiye, 35 yaşındaki Abdulrezzak Kjahalu’nun ikinci eşiydi. Fuhuş yapmaya zorlanan kadın, kabul etmeyince katledildi, yakıldı, elleri ve ayakları kesilerek valiz içinde bir yere bırakıldı. Katledilen kadının bir eli ve bir ayağı bulunabilmiş değil.
Aysun Altay / 31 Temmuz 2015
Manisa’da yaşayan Aysun, abisi tarafından tecavüze uğradıktan sonra intihar girişiminde bulundu. Daha sonra memleketi Manisa’dan ayrılıp Kütahya Domaniç’te yaşamaya başlayan Aysun’un ailesi, tecavüz şikayetini geri alması kadına için baskı uyguluyordu. Baskılara dayanamayan Aysun kendini öldürdü.
Damla İbru / 2 Aralık 2015
Muğla’da yaşayan 23 yaşındaki Damla İbru, boşanma davası açtığı eşinden ayrı bir şekilde yaşamaya başlamıştı. Mahkeme, eşinin uyguladığı şiddet sebebiyle genç kadına koruma verdi, ancak koruma uygulamaya geçmedi. Çocuklarını görmek için üç günlüğüne İzmir’e gelen Damla, Menemen Açık Cezaevi’nden kaçan eşi tarafından, uyurken bıçaklanarak katledildi.
Güler Subaşı / 11 Ocak 2016
Artvin Hopa’da hemşirelik yapan Güler Subaşı, 11 Ocak Pazartesi günü çocuklarını okula bıraktıktan sonra ortadan kayboldu. Günler sonra apartman boşluğunda cesedi bulunan kadını, imam eşinin katlettiği ortaya çıktı. Borsada para kaybeden ve çevresindekilere borçlanan Yaşar Subaşı, borçlarını ödemek için Güler Subaşı’nın bileziklerini istedi. Yaşar Subaşı, bu isteğini reddeden kadını apartman boşluğuna atarak katletti.
Serap Çınar / 20 Ocak 2016
Serap Çınar, kendisini aldattığını öğrenen eşi Ali Çınar’a boşanma davası açtı. Boşanma davasını öğrenen Ali Çınar eve gelip Serapla tartışmaya başladı. Çevik polis olan Ali Çınar’ın, kendisine “kötü” bir şey yapmasından endişe eden Serap, üst kattaki komşusuna çıkıp durumu anlattı. Komşusunun evine çıkıp eşine boşanmak istemediğini söylemesinin ardından Ali Çınar, boşanmakta kararlı olduğunu söyleyen Serap’ı 4 yaşındaki çocuğunun yanında beylik tabancasıyla vurarak katletti.
Türkan Sarıkaya / 15 Şubat 2016
Türkan Sarıkaya, Adana’da platonik aşığı tarafından katledildi. Bünyamin F., Türkan’ı, yakınlarını ve sözlüsünü öldürmekle tehdit edip alıkoydu. Saatlerce işkence gören kadın önce iple boğuldu, sonra kafasına defalarca sert bir cisimle vuruldu. Katil, kadını saatlerce o şekilde tuttuktan sonra teyzesinin evine bıraktı. Türkan, bir hafta süren mücadelesinin ardından, yaşamını yitirdi. Katil Bünyamin F.’ye, kardeşi Utku’nun ve bir arkadaşının yardım ettiği ortaya çıktı.
Katledilen kadınları resmi rakamlara indirgemek, yaşam öykülerine bakıp hayıflanmak katledilen kadınları geri getirmiyor. Çünkü her kadının kendisi için yazmak istediği yazgı, erkek egemenliği tarafından paramparça ediliyor. Kadınların yaşamlarının sonlanmaması ve hayallerinin gerçekleşmesi için direnen kadınlar bu yazgıyı değiştirmek için mücadele ediyorlar.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kadınların Mücadelesinde Yaşayacaklar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Toplumsal Ekoloji ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Anarşizm, insanın, insan ve doğa ile, doğada ki canlılar ve varlıklar ile arasındaki ekolojik uyumdan bahseder. Sosyal Ekoloji kavramı ise Murray Bookchin ile dünyadaki Anarşistlerin gündemine girmiş ve tartışılmıştır. Yaşadığımız coğrafyada ise sosyal ekoloji kavramını sahiplenen sadece Anarşistler değil, farklı tToplumsa hareketler de olmuştur. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin teorisine ve Rojava devrimi gibi gerçekleşen pratiklere bu kavramın etkisi ve yansıması büyüktür. Özyönetim, doğrudan demokrasi, konsensusa dayalı karar alma süreçleri, federasyon-konfederasyon, yerellerdeki merkezi olmayan işleyişler, halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılımı gibi Anarşizmin etkisiyle tartışılır hale gelen bu kavramlardan biridir Sosyal Ekoloji. Son dönemlerde yükselen toplumsal hareketlenmelerde açığa çıkan, uygulanır hale gelen bu kavramlar anarşist düşüncenin gelişmesine katkıda bulunmuş, öte yandan devletsiz bir toplumsal organizasyonun nasıl olabileceğine yönelik örnekler oluşturmuştur.
18 Şubat’ta, Paylaşma ve Dayanışma Derneği-Tayfun Benol Kitaplığı’nda Meydan Gazetesi olarak düzenlediğimiz “Toplumsal Ekoloji ve Anarşizm” başlıklı söyleşimizde, anarşizm ve toplumsal ekoloji arasındaki ilişkiyi Uluslararası Sosyal Ekoloji Enstitüsü’nde çalışmalar yapan anarşist yoldaşımız Federico Venturini ile beraber konuştuk. Söyleşi sonrasında gerçekleştirdiğimiz röportajı buradan paylaşıyoruz.
Meydan Gazetesi: Toplumsal ekoloji yeni bir ideoloji mi, yoksa eklektik bir teori mi?
Federico Venturini: Toplumsal ekolojinin 60’lardan başlayarak geliştirildiğini söyleyebiliriz. Yeni ortaya çıkmadı, yaklaşık 50 yıldır var. Esas olarak Murray Bookchin tarafından geliştirilmiştir, ama başka yazarların da önemli katkıları vardır. Çok fazla teorik materyalin yanında bazı pratikleri de deneyimlenmiştir. Toplumsal ekolojiyi birkaç kelimeyle tanımlamak zor, fakat bilgimizin farklı dallarını kapsayan politik felsefe olduğunu söyleyebilirim.
Bookchin, toplumsal ekolojiyi anarşist gelenek içerisinde başlatmıştır. Tam olarak söylemek gerekirse; Bookchin bir anarşist komünist ve ekolojist anarşistti. Toplumsal ekoloji, bütünüyle bu gelenekte gelişti. Bookchin 1999’da anarşizmle bağını kopardı. Ama toplumsal ekolojinin (ben de dahil) diğer bir çok takipçisi kendini hala anarşist olarak tanımlıyor.
Sonuç olarak, toplumsal ekolojinin bir geleneği olduğunu düşünüyorum, ama dediğim gibi anarşizmin bu gelenekteki etkisi açıktır.
Toplumsal ekoloji ve Anarşizm ilişkisi neden önemlidir?
Bence bu sadece önemli değildir, aynı zamanda doğalında gelişen bir ilişkidir. Anarşizm, toplumsal ekoloji için doğal bir ailedir. Temel düşünce olarak, bütün tahakküm biçimlerine karşı olmak; partiye ihtiyacımız olmadığı, öncüye ihtiyacımız olmadığı fikri; gelecekteki toplum tahayyülünün ekoloji temelinde, merkezsiz yapılanması; ayrıca toplumsal ekoloji pratikleri, doğrudan demokrasi ve doğrudan eylem, bütün bu açılardan anarşizmle ilişkilidir.
Politik açıdan ise, temel anlayış olarak devlete ihtiyacımız olmadığını savunan toplumsal ekoloji; devletin halkı kontrol ettiği ve her konuda devlet idaresini gerektiren, tepeden inmeci yaklaşımı tümüyle tersine çevirir. Toplumsal ekoloji halkın ihtiyaçlarından, tabanın ihtiyaçlarından başlar. Örgütlenme, sadece halkın örgütlenmeye ihtiyacı varsa gereklidir ve aşağıdan yukarı doğru inşa edilmelidir. Örgütlenme -merkezsiz olarak- mahalleler ve mahallelerin konfederasyonlarıdır. Bunlar şehir seviyesinde ya da bölge seviyesinde olabilir, daha üst seviyelerde de olabilir ama sadece gerektiğinde.
Toplumsal ekolojiden bahsettiğimizde gördüğümüz ilk isim Bookchin. Peki ya diğerleri?
Daha birçok yazar var. Birkaç isim saymak gerekirse; Janet Bial, Hannah Heller, John Clark, Brian Tucker, Dan Chodorkoff… Maalesef, yeterince yazmadılar. Bookchin çok güçlü bir karakterdi. Aynı zamanda çok iyi ve üretken bir yazardı. Etraflıca düşünülmüş bir teori var ve bu insanların çalışmaları çok geçerli. Buna ek olarak toplumsal ekolojiyi dünyada daha fazla öne çıkarmalıyız ve araştırma yaparak dünyadaki olaylardan yeni devinimleri, yeni dinamikleri anlamaya çalışmalıyız. Ve bunları yazmak görevimizdir.
Bir kavram ve ideoloji olarak toplumsal ekoloji, yaşadığımız coğrafyada çok popüler. Bunun nedeni belki de Rojava’da gerçekleşen pratiklerdir. Başka coğrafyalarda toplumsal ekolojiden etkilenen hareketler var mı?
Bütün dünyada örnekler var ama maalesef küçük çaptalar. ABD’de ve Avrupa’da bulunan toplumsal ekoloji Enstitüleri var. Ayrıca radikal görüşlü aktivist ve araştırmacıların bilgi paylaşımı ve yeni pratikleri keşfetmek için kurdukları bir ağ var. Sonra İskandinavya ve Kanada’da belediye seçimlerine katılma deneyimleri var. Ayrıca İtalya’da seçimlere katılmayan anarşist kolektifler de var. Ve ben de onlardan birinden, Ateneo Libertario Friulano’dan geliyorum.
Bence önemli olan katıksız bir toplumsal ekoloji projelerinin olması değil, etkilenmelerin olması ve toplumsal ekoloji ilkelerinin kullanılmasıdır. Toplumsal ekoloji ilkelerinin farklı birçok toplumsal hareket tarafından kullanıldığını ve geliştirildiğini söyleyebilirim. Örneğin toplumsal ekolojistler, 1999’da gerçekleşen Seatle Mücadelesi’nin ana örgütleyicileri arasındaydı. Yani mesele sadece toplumsal ekolojist bir yapı, proje ya da örgüt yaratmak değil; düşünceyi yaymak ve “bulaştırmak”.
2013-2014 arasında Brezilya’da bulundun. Oradaki hareketler üzerinde toplumsal ekolojinin etkisi nedir?
Toplumsal ekoloji Brezilya’da fazla bilinmiyor. Toplumsal ekolojiye olan ilgi daha çok ekoloji ve doğa temaları etrafında. Halk meclisleri, gücün merkezsizleştirilmesi ve örgütlerin konfederasyon yapısı gibi pratikler, Brezilya’daki hareketlerde görülüyor ancak bu yetersiz; çünkü toplumsal ekoloji, şimdiye kadar birkaç örnek dışında sadece ABD ve Avrupa’da var oldu. Yeni pratikler inşa etmemiz ve Avrupa/ABD dışındaki pratiklerden öğrenmemiz gerekiyor. Örneğin Rojava, toplumsal ekoloji ilkelerini kullanan, içinde bulunduğu coğrafya ve kültüre uygun olsa da tümüyle yeni bir yapının inşa edilebileceğini gösteriyor.
İçinde yer aldığın barış heyeti, TC devletinin yürüttüğü savaş sürecinde Abdullah Öcalan’ı ziyaret etmeye geldi ve devlet tarafından reddedildi. Gözlemlerin neler?
Buradaki durumu tümüyle anlamak oldukça zorlayıcıydı. Heyet daha çok akademisyenlerden oluşuyordu. Bu oluşuma katılmak bana, buraya gelip neler olduğunu anlama fırsatı verdi. Niyetimiz, önce adalet bakanıyla toplantı yaparak barış sürecinin önündeki engelleri sormak, daha sonra Öcalan’la görüşerek aynı soruyu ona sormaktı. Maalesef bu görüşme taleplerimize yanıt alamadık.
Bu heyetin başka etkileri de oldu. Sadece bu görüşmeler için gelmedik. Öncelikle yerel ve uluslararası medyada, devletin barış sürecini devam ettirmeye niyeti olmadığını göstermek istedik. En önemlisi, heyetteki insanlarla burada bulunmak ve döndüğümüzde burada öğrendiklerimizi, burada olanları yaymaktı. Heyet burada bağlantılar kurmak, uluslararası baskı yaratmak, bilgiyi yaymak ve dayanışma için önemliydi.
Bence sorun Erdoğan ve Erdoğan’ın arkasındaki politik-ekonomik güçler. Çünkü Erdoğan bir iç savaşa sürüklüyor. Tahammülsüz bir vizyonu var ve herhangi bir görüşmeye tümüyle kapalı.
Bu noktada, toplumsal muhalefetin dinamiklerini daha fazla harekete geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Sadece yerel düzeyde değil tabi ki. Sınırları aşan dayanışmalar örgütleyebilmeliyiz. Ve anarşistler olarak buna, yani sınırları aşan bir dayanışma ilişkisine ihtiyacımız var. Bunu inşa edebildiğimiz ve deneyimlerimizi daha fazla paylaşma imkanı bulduğumuzda, toplumsal devrim için daha somut şeyler yapabileceğimiz kanaatindeyim.
Teşekkürler Federico.
Ben de Meydan Gazetesi’ndeki yoldaşlara, hem söyleşi için hem de bu röportaj için teşekkür ederim. Dayanışmayla.
(18 Şubat’ta gerçekleştirdiğimiz söyleşinin video kaydına Meydan Gazetesi’nin Facebook hesabı üzerinden ulaşabilirsiniz.)
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Toplumsal Ekoloji ve Anarşizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadın Yarattı – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dünya döndü döndü, soğudu ve kabuk bağladı. Okyanuslar ve denizler, bu kabuğun üzerindeki yerlerini aldı. Sığ sularda yaşam kıpırdanmaya başladı. Dünya dönmeye devam etti. Bitkiler, ormanlar, hayvanlar yerkabuğunun üzerinde büyümeye başladı. Milyarlarca yıllık bir dönüşün ardından, iki buçuk milyon yıl önce, yerkabuğu iki ayağının üzerinde duran bir canlıyla tanıştı: İnsan.
Her ne kadar “insanoğlu” diye anılsa da; insanlık başından itibaren hem erkek hem kadındı. Çağlardır süregelen bu macerada, her ikisi de başka bir ucundan tutmuştu yaşam kavgasını. Fakat bu hikaye, insanlık tarihi boyunca gittikçe görünmezleş(tiril)en kısmını; kadının kavgasını anlatacak sizlere.
Kadın ayaklarının üzerinde doğruldu. Artık elleri, içinde sakladığı tüm maharetlerini ortaya çıkarmaya hazırdı. Yürüdü kadın, yabani buğdayların arasında yalınayak. Başaklarını okşadı, tane tane topladı içinde yaşamı saklayan tohumlarını. Toprağa dokundu kadın, parmaklarıyla eşeledi toprağı. Yaşam veren köklerini buldu bitkilerin, topladı… Kuşları, sürüngenleri izledi. Yumurtalarını buldu, topladı. Arıları izledi, balı topladı. Balıkları avladı; kurbağaları, salyangozları izledi ve topladı onları da… Ve bütün topladıklarını hep birlikte yemek için taşıdı. Çünkü her şey birlikte tüketiliyordu ve topluluğun karnını doyuran, avcıya ava gidecek gücü veren onun getirdikleriydi.
Gözlemliyordu kadın, topladığı her şeyi tanıyordu yavaş yavaş. Kabuklu yemişler, tohumlar, mantarlar; hepsini biliyordu. Bazıları hoş kokulu, bazıları acıydı. Bazıları yaşam dolu, bazıları zehirli… Kadın hepsini tanıyordu. Av sırasında hayvanların saldırısına uğrayan erkekler ya da hastalar için gereken şifayı da bulup getiriyordu böylece. Hayvanları ve insanları gözlemleyerek, deneye deneye, yavaş yavaş biriktiriyordu bu bilgiyi.
Konaklanan ya da kışın geçirildiği yerlerde çevreyi gözlemleyen de oydu. Tohumların hepsini birden toplamaması gerektiğini biliyordu. Çünkü tohum toprağa düşüyor, bir sonraki sene aynı yerden yeşeriyordu. Tohum atmayı doğadan öğrenendi kadın.
Kadın toprağa dokunuyor, onu çok iyi tanıyordu. Serin ve yumuşak, kızgın ve sert, ıslak ve yapışkan her halini tanıyordu. Toprak kadına her halini, her sırrını fısıldamıştı nesiller boyunca. Toprağı yoğuruyordu kadın hünerli elleriyle, özenle şekil veriyordu çömleklere. Önceleri su kabağından, kafatasından, deriden yaptığı kapların yerini toprak çömlekler alıyordu. Ve bu çömlekler bir sanata dönüşüyordu kadının ellerinde. Tam bir sessizlik içerisinde yaratıyordu kadın, güneşte demlendiriyor ve kurutuyordu onları. Ve tek seyircisi küçük kızıydı. Böylece kadınlar arasında nesilden nesile aktarılan bilgi, yine nesilden nesile gelişiyordu.
Alet yapmayı öğrendikçe kadın ve erkek, çeşitlendi hayat. Bıçaklar, baltalar, çapalar herbiri birbiri ardına eklendi. Ve bunların arasında iğneyi keşfetti kadın, terzilik de onun işleri arasına girmişti artık. Yine onun parmaklarının arasında birleşmeye başladı deriler, kürkler, boncuklar…
Doğanın bütün nimetlerini inceledi kadın. Pamuğu, keteni yünü fark etti. Bunları ipliğe çevirebileceğini gördü ve kirmanı buldu. Kadınların parmakları arasında dokundu ilk kumaşlar. Kirman, kadın öldüğünde bile onun yanındaki yerinden ayrılmaz, sahibiyle birlikte gömülürdü.
Kadın hayvanları da tanıyordu; gebeliklerine, emzirmelerine, oyunlarına tanıklık ediyordu. Bu yüzden erkeğin yakalayıp getirdiği hayvanlara bakıp onları beslemek de kadının işiydi. Kadının topluluğun doyurulmasında üstlendiği sorumluluk bunu gerektiriyordu. Elbette kadın hayvanın karnını doyuruyor, onun sütünden ve yününden faydalanıyordu. Bu karşılıklı ilişki içerisinde kadın bazen, annesiz kalan yavruları emziriyordu.
Toprağı işleyerek çömlek yapan, yünü ve pamuğu işleyerek kumaş yapan kadın; buğday ve arpayı işleyerek ekmek yapmayı, sütü mayalayıp yoğurt, peynir yapmayı, eti kurutarak saklamayı da biliyordu. Ve kadın bütün bunları birbirine dönüştürürken, bir doğa bilici, şifacı, terzi, dokumacı, çömlekçi gibi meziyetlerinin yanına, aslında mistik bir gücü, bir sihri de ekleyiveriyordu.
Kadın ve doğanın anlaşılmazlığı iç içeydi. Erkeğin doğuma katkısının net bir şekilde bilinmediği bu dönemde, kadın bir bebeğe hayat veriyordu. Bu doğanın mucizevi ve anlaşılmaz olaylarından biriydi. Kadına saygı duyuluyordu, çünkü yeni katılan bireyleri besleyen, koruyan ve onlara zor koşullarla başa çıkmayı öğreten yine oydu. Bu yüzden bu dönemde “baba”nın çocuklar üzerinde hiçbir hakkı ve nüfuzu yoktu. Klanlar hiçbir kadını başka bir klana vermiyor, “evlilik”ler erkeklerin klan değiştirmesiyle gerçekleşiyordu.
Toplumda böylesine etkin bir birey olan kadın, dinsel bir kavrayışta da bir “Tanrıça” olarak yerini alıyordu. Fakat tanrıçalar otoriteyi değil; aydınlığı, üretkenliği, sevgiyi ve koruyuculuğu temsil ediyordu. Çünkü kadın ekonomik olarak baskın olsa da, toplumsal ilişkiler içerisinde baskın ve hükmedici değildi. Her ne kadar anaerkil olarak adlandırılsa da bu dönem, aslında kurumsal bir “erk”in olmadığı bir dönemdi.
Bugün bu tarih; antropolojinin, arkeolojinin, tarihin erkek süzgecinden süzülüp geliyor ve bugün var olan otoriter, adaletsiz, erkek egemen sistem hep varmış ve başka türlüsü de olamazmış gibi anlatılmaya çalışılıyor. Oysa bizler milyonlarca yıldır tohum tohum ektiğimiz yaşamı, ilmek ilmek dokuduğumuz dayanışmayı taşıdık o günden bu güne. Sabırla kardığımız çamuru şekillendirmeyi, bereketle yoğurduğumuz hamuru pişirmeyi unutmadık. Ne doğanın bize verdiklerini, ne de ondan öğrendiklerimizi bir kenara atmadık. Yeri geldi nesilden nesile taşıdık, yeri geldi demlendirdik. Bugün yüzbinlerce yıl sonra bize unutturulmaya çalışılsa da tüm bunlar, doğadan mayaladığımız, içimizde taşıdığımız bu gücün ortaya çıkması için küçük bir çatlak yetiyor.
The post Kadın Yarattı – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadın Bedenine Yönelik İşkence Ritüelleri – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadınlar, tarih boyunca “lanetli, itaat etmesi gereken, cinsel köle” olarak görülmüş; ilkel topluluklardan devletsi topluluklara kadar birçok farklı dönemde, geleneksel öğretilerin birer işkenceye dönüştüğü uygulamalara maruz kalmışlardır. Toplumsal birer ritüele dönüşen bu uygulamalar, bir işkence geleneği olarak, günümüze kadar süregelmiştir.
Tarih boyunca ataerkillik toplumların yapısına öylesine işlemiştir ki çoğunlukla bu işkencelere maruz kalan kadın, nesilden nesile kendi çocuklarına da bu ritüelleri uygulamak zorunda bırakılmıştır.
Böyle düşünüldüğünde, anne ve kızı arasında gerçekleşen bu ritüeller kadını, kadın doğmak ve kadın olmaktan korkar hale getirmiştir. Aşağıdaki yazıda bu işkencelerin birkaçına değinilmiştir.
Evlilik çağındaki kadınlara zorla yedirme, “Gavage” işkencesi
Dünyanın en yoksul topraklarından Moritanya’da, kilo azlığı “yoksulluk”, fazlalığı “zenginlik” göstergesi olduğu için; kadınlar evlenebilmek için 60 ile 100 kilo arasında olmak zorundadır.
Yeterli kiloya ulaşması gereken kadınlar, özellikle anneleri tarafından aşırı yemek yemeye zorlanır. Kadınlar, deve sütü, zeytinyağına batırılmış ekmek ve keçi etinden oluşan bol kalorili bir kilo alma diyetine girip çatlayana kadar yemek zorundadırlar. Böylelikle evlenme çağına gelen kadınların, Moritanya standartlarında “çekici” olmaları amaçlanmaktadır.
Gavage işkencesinde, yemek yemeyi reddeden kadınlar ise ekstra işkencelere maruz kalır. Kimi zaman yemek yemeyi reddeden kadınların ayak parmaklarının kırıldığı bile olmuştur.
“Güzellik” uğruna kırılan ayaklar, Lotus (Zambak) ayak işkencesi
Çin’de, kadınlar çok küçük yaşta bir ritüelle tanışır; işkenceye dönüşen bu ritüel, ömür boyu sürer. Söz konusu coğrafyada küçük ayak daha estetik kabul edildiği için, kadınları erkeklere “beğendirmenin” yolu ve kadının evlenebilmesinin ön koşulu, bu işkencedir. Bu nedenle, ritüel -genelde anne tarafından- zorla uygulanır.
Ortalama 5 yaşında başlayan bu işkencede, ayak açılmamak üzere sıkı bir biçimde bağlanır; bazen küçük kız çocuklarına demir ayakkabılar da giydirilerek, ayak iyice sıkıştırılır. Bu uygulamayla ayak parmakları kırılarak ayağın altına doğru kıvrılır ve ayak giderek üçgenleşir. Yasaklanmasının ardından 100 yılı aşkın bir süre geçmiş olsa da, Çin’in bazı bölgelerinde, zambak ayaklar yüzünden yürüyemeyen kadınlar hala mevcuttur.
Tecavüze karşı “meme ütüleme” işkencesi
Kamerun’da ergenlik çağına gelen kadınların maruz kaldıkları işkencedir. Kadınların yeni büyümeye başlayan memeleri, kızgın taşlar, hindistan cevizi kabukları veya ısıtılmış bıçaklar bastırılarak düzleştirilir.
Bu işkence yöntemi, genç kadınların sıkça taciz ve tecavüze uğraması gerekçe gösterilerek, toplum gözünde meşrulaştırılır. Söz konusu yöntem aynı zamanda, “tahrik unsuru” sayılan memeleri ortadan kaldırarak, kızını koruyabileceği yanılgısına kapılan her annenin uyguladığı bir ritüeldir.
Ütüleme işkencesine maruz kalan birçok kadın, ezilen süt bezleri işlevini yitirdiği için, anne olduğunda çocuklarını emzirememektedir. Memesi ütülenen çoğu kadın, kistten meme kanserine kadar birçok sağlık sorunuyla karşılaşmaktadır.
Regl döneminde kadını tecrit eden Chaupadi işkencesi
Nepal’de, kadınların regl döneminde maruz kaldıkları işkencedir. Kadınların, regl dönemlerinde içlerindeki kötülüğü saldığına inanılması sebebiyle, yaşadıkları bölgeden uzakta mağaralara, hayvan sığınaklarına veya bir metrekareyi aşmayacak kulübelere kapatılmalarıyla uygulanır. Hindu inancına göre “insanın içindeki kötülükten, hücrelerindeki şeytandan, fena fikirlerden arınması için her şeyden uzaklaşıp inzivaya çekilmeyi esas aldığı” anlatılır.
Chaupadi döneminde kadın, sadece ailesinden olan bireylerin onunla konuşmadan, kapısının önüne bıraktığı yiyeceklerle beslenir ve bir hasırın üzerinde yatar. Kadının bu döneminde, akan suya dokunmasının “suyu kirleteceği” düşünüldüğünden, suya dokunması yasaklanmıştır. Ücra yerlerde kapatıldıkları mağara veya kulübelerin etrafında kimse yaşamadığı için yılan soktuğunda, çakallar saldırdığında ya da kadınlar erkeklerin tecavüzüne uğradığında, bu kadınların çığlıklarını kimse duymaz.
Chaupadi işkencesi, dünyanın dört bir yanındaki kadınlardan gelen tepkiler üzerine Nepal devleti tarafından 2005 yılında yasaklanmış olsa da, Nepal’in çoğu köyünde, hala sürmektedir.
Kadını bir “zevk makinesi”ne dönüştüren sünnet işkencesi
Özellikle Afrika’da ve Ortadoğu’daki Müslüman coğrafyalarda yaygın olan bu işkence, çoğunlukla klitorisin ve dudaklarının kesilerek alınmasıyla gerçekleştirilir. Kimi zamansa bu işkenceyle, vajinada sadece menstural kanama ve idrar için küçük bir açıklık bırakılır, vajinanın geri kalan kısmı tamamen dikilir.
Bu işkence genel olarak, kadının cinselliği hissetmemesini ve zevk alma ihtimalini azaltmasını esas alırken; erkeğin, cinsel ilişki sırasında aldığı zevki arttırmayı da amaçlar. Kadını, bebek yapan ve erkeğe zevk veren bir makineye dönüştürme çabasının ürünü olan bu işkence, şimdiye kadar yaklaşık 140 milyon kadına uygulanmıştır ve bu rakama yılda ortalama iki milyon kadın daha eklenmektedir.
The post Kadın Bedenine Yönelik İşkence Ritüelleri – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Küçük Kadınlar Saklı Yaşamlar – Buhara Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir akşamüstü bakkaldan dönerken, bilemezsin başına gelecekleri. Bilemezsin, çünkü daha on bir yaşındasındır. Baban yaşında bir adamın üstüne üstüne geleceğini, adın ne dediğinde aslında içinden neler geçirdiğini. Bilemezsin sana dokunduğu an attığın çığlıkta sana savuracağı tokadı ve o an bacaklarının titreyeceğini, çaresizliğinin nefesini keseceğini. Belki toplamda üç beş saniye bile sürmedi insanların sese doğru gelişi, arkasına bakmadan kaçıp gidişi. Ama o üç beş saniyeyi unutmak mümkün mü? Çocukluğun o güçlü inançları, o umutları, o iyimserliği geri gelebilir mi? Kaç yıl geçse de aradan, kapının önünden her geçişinde, adımlarını hızlandırman unutmana izin verir mi?
Anlatamadık kimseye, hatta kendimizden bile saklamaya çalıştık. Sanki suçlu bizmişiz gibi. Bindiğimiz bir minibüste yanımıza oturduktan sonra “bağcıklarını bağlayan” erkeğin eteğimizi kaldırıp dokunma çabalarını kimseye anlatamadık. Öğretmenlerimizin sadece kadın arkadaşlara yaptırdığı masajı, yapmayı reddedenleri kanaat notuyla tehdit ettiğini kimseye anlatamadık. Yedi yaşındaki bir çocuğa marketin deposunda tecavüz edip, eğer birine anlatırsa, ailesini öldüreceğini söyleyip defalarca tecavüz eden erkeği kimseye anlatamadık. Bambaşka yerlerde vücudumuzun herhangi bir yerinde hissettiğimiz o eli kimseye anlatamadık. Babamız artık baba olmaktan çıktığında, defalarca tecavüz ettiğinde, birine anlatırsak öleceğimizden korktuğumuzdan sessiz kaldık. Zaten sessiz kalmak zorunda bırakıldığımız için ölüyorduk her gün…
Yaşanan acılar hep kalır bir yerlerde. Bazen bir köşe başında, bazen bir durakta, bir asansöre binerken, bir akşam marketten dönerken, evde tek başınayken ya da küçük bir kadın görmüşsen çocukluğuna benzeyen…
Bakmadığımız zaman, görmek istemediklerimizin gerçekleşmediğine inanamayız. Hele de yaşadıklarımızı görmezden gelmemiz daha da imkansızdır. Bizim hikayelerimiz var. Bazı geceler rüyalarımıza giren; içimizde çığlık çığlığa bağıran bir çocuk, hiç büyümeyen!
Bizler küçük kadınlardık, yaşadık, anlatamadık, unutamadık. Çocukluğumuzu bizden çalanların yaşamlarımızı da çalmasına izin veremezdik. Bu hikayelerle gözlerimizi karartıp dişlerimizi sıkıyor ve bambaşka umutlarla bambaşka dünyalarda bir araya geliyoruz. Öyle çok benziyor ki hikayelerimiz, senin benim olmuyor artık, bizim hikayelerimiz oluyor. Bizim çocukluğumuz, bizim umutlarımız, bizim öfkemiz, bizim kavgamız, bizim yarınlarımız…
Benlerden biz olduğumuz vakit, yumruğumuzdaki güç, yüreğimizdeki isyan bambaşka oluyor, daha gür çıkıyor meydanlarda sesimiz, gözlerimizdeki öfkede birbirimizi görüyoruz ve öyle sıkı tutuyoruz ki bir diğerimizin elimizden kopması güç, ayrılmak güç! İşte böyle olduğunda, onlar bizden korkuyorlar. Bizi hayallerimizden, umutlarımızdan vuran; bizi susturan ve korkuyu daha küçücük yaşlarda bize tattıran erkekler korkuyorlar; korksunlar da!
Çünkü biz her ne kadar büyümüş olsak da, biliyoruz ki çocuklukları çalınan küçük kadınlar ve anlatamadıkları saklı hayatları var her yerde. Bu saklı hayatlar, şimdi yeni yaşamlar yaratacaklar. El ele veren kadınlarla…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 32. sayısında yayınlanmıştır.
The post Küçük Kadınlar Saklı Yaşamlar – Buhara Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>