The post Kadına Şiddetin Hipernormalizasyonu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şiddet, özellikle toplumsal cinsiyet temeline dayanan haliyle, artık yaşamlarımızın bir parçası haline getirilmiş vaziyette. Şiddet olgusunun kendisinin toplumsal cinsiyet normlarıyla olan bu sıkı ilişkisi sürdükçe, şiddetin normalleştirilme süreci de kesintisiz işlemekte. Giderek devam eden bu aşırı normalleştirme, büyük bir duyarsızlığı ve tepkisizliği de beraberinde getirmekte.
Şiddetin Normalleştirilme Süreci
Şiddetin normalleştirilme süreci üzerine yapılan çalışmalar, şiddet olgusunun kendisine ilişkin bütünlüklü bir yaklaşımı da beraberinde sunar. Toplumun her kesiminde iktidar ilişkilerine bağlı olan şiddet, tahakkümü elinde bulunduran kesimin iktidarı sarsıldığında ortaya çıkmaya başlar. Şiddetin kadına yönelik olan boyutu da tahakkümü elinde bulunduran erk’eğin egemenlik kaygısıyla açığa çıkar. Bu kaygı, söylendiği gibi yalnızca eğitimsiz ya da refah seviyesi düşük olan erkeklerde değil; her sınıftan, her kültürden ve her tipten erkekte bulunur.
Toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş roller bağlamında şiddet uygulayan erkekler aslında “anormal” davranmaz, iktidarlı ilişkiler bütününde bakıldığında, erkek “normal” davranmış olur. Dahası bir süre sonra erkeğin “gerçekliği” kadının gerçekliğini baskılamakta ve değiştirmektedir. Kadınlar şiddeti gündelik hayatlarının olağan bir parçası olarak görmeye zorlanmaktadır.
Aşırı Normalleştirerek Başa Çıkma: HyperNormalisation
Yapımcı Adam Curtis’in 2016 yılında yayınlanan HyperNormalisation belgeseli, “hiçbir şeyi değiştiremeyeceği kapanına kısılan insanlığın öyküsü”nü anlatıyor. 1975’ten bugüne kadarki zaman diliminin küresel çaptaki politik ve kültürel tarihine dair yeni bir perspektif yaratmaya çalışıyor.
Hypernormalisation, küresel çapta yürütülen politikalar sonucu iktidarlar tarafından dayatılan gerçekliğin dışında bir ihtimali düşünememe haline sürüklenmeyi ifade eden ve çevirisini “aşırı normalleştirme” olarak yapabileceğimiz bir kavram. Kavram, karşılaşılan herhangi bir olumsuz durumla başa çıkmanın ancak o durumun “aşırı normalleştirilmesiyle” mümkün olacağını ifade ediyor.
Bugün iktidarların tamamı ellerinde bulundurdukları manipülasyon imkanlarını kullanarak kitleleri hareketsiz hale getiriyor. Yürütülen algı yönetimi politikaları sonucu “varolan gerçeklikler” manipüle ediliyor. Her gün kendi yaşamsal gerçekliklerinin dışında iktidarlar eliyle yaratılan “yapay gerçekliklere” maruz bırakılan bireyler, içinde bulundukları sistemi öylesine kaçınılmaz bir parçası yapılıyor ki; artık varolan gerçekliğin dışında ya da ötesinde başkaca bir olasılığı düşünemez hale getiriliyor. Geleceğe umutla bakma ihtimalini günden güne yitiren kitleler, hiçbir şeyin değişemeyeceğine inanmaya zorlanıyor. Bu zorlanmada kendilerine dayatılan “yapay gerçeklikleri” ya da distopyayı giderek normalleştirenler, sürüklendikleri umutsuzlukla ancak bu şekilde başa çıkabiliyor: Hipernormalize ederek yani aşırı normalleştirerek.
Kadına Yönelik Şiddetin Aşırı Normalleştirilmesi ve Tepkisizlik
“Herhangi bir veriyi aşırı normalleştirerek onunla başa çıkabilme” durumu, özellikle kadına yönelik şiddetle alakalı olarak da karşımızdadır. Kadın cinayetleri, kadınlara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüz, artarak süren şiddet… erkek iktidarlar tarafından artık gündelik rutinlerimizin parçası haline getirilmiş durumda.
Yaşadığımız coğrafyada erkekler 2014 yılında 281 kadını; 2015 yılında 303 kadını; 2016 yılında ise 306 kadını katletti. 2017 yılının yalnızca ilk ayında ise erkekler 37 kadını katletti. Birer istatistik olarak konuşmaya zorlandığımız “kadına yönelik şiddet” başlığı; geride bıraktığımız üç yıldan bu yana sürekli olarak artış gösterdi. Her gün gündeme gelen yeni şiddet vakaları istatistiklere, kadın cinayetleri gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine sıkıştırıldı; giderek kanıksandı.
İstisnasız her gün izlediğimiz-okuduğumuz-dinlediğimiz kadına yönelik şiddet haberleri, yaşamlarımızı sonlandıran gerçeklikler olmasının dışında, bugün sadece birer “haber” ya da “istatistik” değerinde. Özellikle medya aracılığıyla sürekli olarak maruz kaldığımız bu “haberler”, durumun vahametini göstermenin dışında çok başka bir amaca, yaşanan bu şiddeti aşırı normalize etmeye ve bu şiddete maruz kalması olası bireylerin bu “gerçeklikle başa çıkabilmesi”ne zemin hazırlıyor.
Bir gün gözaltına alınıp ertesi gün serbest bırakılan tacizciler; önce tutuklanıp ardından serbest bırakılan, sonra yine gözaltına alınan erk’ek katiller; tutuklanıp tutuklanmadığı belli olmayan istismarcılar söz konusu şiddetin failleri olmaktan öte bu şiddetin hipernormalize edilmesinde yani aşırı normalleştirilmesinde sıkça kullanılan etmenlere dönüşüyor.
“Normal” şartlar altında tahammül edilmesi imkansız olan bu gerçekler artık erk’ek iktidarların bitmek bilmeyen manipülasyonlarıyla aşırı normalize edilmiş ve beraberinde çok büyük bir tepkisizliği de getirmiş durumda. Şiddetinin “nedeni”nin “makul” olması, şiddetin failinin (sonrasında kuşkusuz serbest bırakılacak olsa bile) ilk aşamada gözaltına alınması ya da tutuklanması; bu şiddet ögelerinin sürekli yayınlanarak bir “normalleşmeye” yol açması; kadına yönelik şiddetin hipernormalizasyonunu yaratmaya başlıyor. Bir gün bu şiddetin mağduru olabilme potansiyelini taşıyan her kadın da, işte bu aşırı normalleştirme sonucu, günün birinde yaşayabileceği bu gerçeklikle başa çıkmayı “öğrenmeye” zorlanıyor, bu durumun “normalliği”ne ikna ediliyor.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kadına Şiddetin Hipernormalizasyonu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Militarizmin Modası – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Moda, bir süre bir şeye karşı toplumca gösterilen aşırı, yaygın düşkünlük olarak tanımlanır. Moda, kapitalizmin kadınları ele geçirmede en çok kullandığı araçlardan biridir. Gazete sayfalarıyla, televizyon ekranlarıyla, reklam panolarıyla, mağazaların birbirinden şık tasarlanmış vitrinleriyle kadınların algılarını kilitler ve hemcinsleri içerisinde bir “güzellik” rekabetine sürükler. Moda sürekli değişir. Değiştikçe de, sürekli tüketen ve modayı yakalamaya çalışan kadını yaratır.
Militarizm, “bir ülkede ordu gücünün aşırı derecede ağır basması, her tür sorunu askeri yöntemlere başvurarak çözme, bundan dolayı silahlı kuvvetlere öncelik tanıma eğilimi ve savaşı yükseltme” şeklinde tanımlanır ama eksik kalır. Militarizm sadece savaş-askerlik demek değildir. Doğduğumuz andan başlayarak evde, oyunlarda, okulda, işyerinde, dizilerde, filmlerde ve haberlerde varlığını göstererek yaşamın her anına sızmış topyekün bir saldırıdır.
Militarizmin modasıysa, savaşın bir parçası olan ürünleri vitrinlere taşıyarak insanlara pazarlamaktır. Caddelerin ve AVM’lerin mağazalarında alıcılarını bekleyen kabanından pantolonuna, atkısından çantasına, gömleğinden iç çamaşırına kadar kamuflaj desenleriyle karşımıza çıkan militarist kıyafetler, postallar ve rütbe ya da nişanları çağrıştıran aksesuarlar bu savaş modasını açıkça göstermektedir. Vitrinlerde ve sokaklarda yediden yetmişe her yaştan insanın üzerinde görmeye başladığımız bu kıyafetler, modanın saldırısının ne kadar geniş bir kesimi kapsadığına da işaret etmektedir.
Kapitalizm; asker olmayı yüceltmek, savaşı normalleştirmek ve algılarda bu savaşa alışmamızı sağlamak adına, savaşın yükseldiği dönemlerde militarizmi kendi tüketim alanlarında da popülerleştirerek toplumun içerisine sokuyor.
Aynı, 1. Dünya Savaşı döneminde askerlerin yağmur ve çamurdan korunmak amacıyla kullandığı şimdilerde “trençkot” olarak bildiğimiz paltoların, kapitalizm tarafından birçok mağazanın vitrininde alıcısını bekleyen bir ürüne dönüştürülmesinde olduğu gibi. Aynı 2. Dünya Savaşı yıllarında İngiliz General Montgomery’in giydiği kısa ceket “montgomeri/mont” adıyla erkekler arasında başlayarak, kadın ve çocuk reyonlarında da hızlı bir şekilde yerini alması gibi.
Savaşın Modası Olur Mu?
Şimdilerde mağazalarda modalaşmış militarist kıyafetlerin var olması, kadınların algılarında yarın çocuklarını, kardeşlerini, eşlerini, sevgililerini savaşa göndermenin alt yapısını oluşturmakta da oldukça etkilidir. Bu militarist kıyafetler savaşın en önemli malzemesi olan askerlerin (genellikle erkektir) üretiminin içselleştirilmesini sağlar. Yani; savaşın modası bugün etki altına alarak kamuflaj t-shirt giydireceği genç bir kadının, bundan 30 yıl sonra devletlerin ve kapitalizmin rant için yarattığı başka bir savaşa, en yakınlarını asker olarak göndermesini sağlayacak; savaşın hem öznesi hem mağduru haline gelmesine ve kadının, yarattığı şiddetin tam ortasında yok olmasına sebep olacaktır.
Şimdi kapitalizmin bizlere dayattığı bu savaş modasının bir parçası olmayı reddederek, militarizmin yaşam alanlarımızda normalleşmesine ve kapitalizmin bizleri tüketmesine karşı direnelim. Bizleri kendi yarattığı kalıplara sıkıştırmak isteyen kapitalizme ve bizleri kendi şiddetiyle yok etmek isteyen militarizme izin vermeyelim.
Nergis Şen
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post Militarizmin Modası – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Alternatif Okul Mümkün Mü? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>26A Atölyede Şubat ayında gerçekleşen Alternatif Eğitim yöntemleri ve Montessori Metodu üzerine gerçekleşen aktarım öncesinde, bu konulara dair çalışmalar yapan ve çalışmaları Alternatif Okullar sitesinde derleyerek yer veren Eylem Korkmaz’la bir röportaj gerçekleştirdik.
Geçtiğimiz on yıl boyunca yaşadığımız topraklarda daha bilinir hale gelen ve özellikle Avrupa ülkelerinde gittikçe yaygınlaşan “alternatif eğitim” yöntemlerinin devletli kapitalist düzen içerisinde neye ne kadar çözüm olacağı sorusunu saklı tutarak, çocukları daha özgür ve daha bağımsız yetiştirme iddiası taşıyan bu yöntemler ve üretilebilecek farklı pratikler üzerine yaptığımız sohbeti sizlerle paylaşıyoruz.
Merhaba Eylem, öncelikle genel olarak alternatif eğitimden kısaca bahsedebilir misin?
Ana akım eğitimin tarihine baktığımızda, bunun makbul vatandaş ve belirli bir beceride iş gücü yetiştirmek için ortaya çıktığını görüyoruz. Aslında burada çocuk yoktur, insan da yoktur. Alternatif eğitim hareketi ise bunun karşıtı olarak ortaya çıkmıştır. Bu hareketin içinde birbirinden çok farklı yaklaşımlar var. Ancak benim için önemli olan alternatif eğitimin çıkış noktası.
Bu yaklaşımlar arasında en bilinenlerinden birisi Maria Montessori’nin geliştirdiği yöntem. Bize kısaca Montessori yönteminden bahseder misin?
Montessori metodu, 1800’lerin sonunda ana akım eğitim eleştirilerinden yola çıkılarak geliştirilen bir yöntem. Maria Montessori tıp eğitimi almasının yanında psikiyatri kliniğinde çalışıyor, antropoloji, felsefe ve pedagoji eğitimi alıyor ve bu bilgileri sentezleyerek bir yöntem geliştiriyor. Bence Montessori yönteminin en güçlü yanlarından biri bilimsel bir altyapısının olması.
Maria Montessori önce normal zekâ gelişimi göstermeyen çocuklarla çalışıyor. Bu çocukları okuma yazma sınavlarına hazırlıyor ve başarı sağlıyor.
Montessori bu yöntemi açtığı çocuklar evinde, normal gelişim gösteren çocuklarla uygulamaya ve onları gözlemleyerek yöntemini geliştirmeye devam ediyor.
Montessori metodunda bağımsızlık ve özgürlük önemli. Çocuğun bebeklikten itibaren kendi başına hareket edebilmesi için gerekli ortam sağlanıyor. Önemli ilkelerden biri “kendi başıma yapabilmem için bana yardım et”. Bu, gereksiz yardımı ortadan kaldırıyor. Ayrıca bu yöntem çocuğun kararlarına saygı duymayı gerektiriyor, çocuğun seçimlerine olanak veriliyor…
Çocuğu merkeze alan Montessori dışında hangi yöntemlerden bahsedebiliriz? Bu yöntemler arasında nasıl farklar var?
Alternatif yöntemlerin her birinin kendince yaklaşımı var. Örneğin İtalya’da ortaya çıkan ve o bölgenin ismiyle anılan Reggio Emilia yöntemi de çocuk merkezli bir yaklaşım. Reggio, 2. Dünya Savaşı sonrasında bir daha böyle bir savaşın yaşanmaması şiarıyla ortaya çıkıyor. Reggio Emilia yöntemi daha çok sanatsal faaliyetlerle kendini ortaya koyuyor.
Almanya’da Rudolf Steiner’ın geliştiği bir yöntem olan Waldorf yöntemi ise, uzmanı olduğum bir konu olmamakla birlikte diğerlerine göre daha yapılandırılmış bir yöntem. Bu nedenle çok çocuk merkezli diyemiyorum.
Demokratik okullara baktığımızda ise bunlar bütünüyle çocuk merkezlidir. Çocuğun okul içerisindeki karar alma süreçlerine de katılmasıyla çocukların kendi hayatları hakkında kararlar veren aktif bireyler olmasını sağlar.
Yani alternatif yöntemlerin çoğu çocuk merkezli fakat farklı düzeylerde.
Demokratik okullarda çocukların karar alma süreçlerine dâhil olduğunu söyledin, bu okullardaki uygulamalardan bahseder misin?
Dünyada 300 civarında demokratik okul var; nüfus açısından küçük olan bu okullarda doğrudan demokrasi uygulanıyor. Aynı doğrudan demokrasinin var olduğu toplumdaki gibi haftalık bir meclis ya da toplantıda bütün okul bir araya geliyor. Bu toplantılara katılım zorunlu değil bir hak. Bu toplantılar çoğunlukla çocuklar tarafından modere ediliyor. Toplantının gündemi önerilerle oluşturuluyor. Bazı okullarda, öğretmenlerin işe alınması ya da finansal meseleler dahil her şey gündem olabiliyor. Karar alma teknikleri değişebiliyor. Çoğunluk yöntemini kullananlar da var, konsensus yöntemini kullananlar da.
Gerçek bir demokratik okulda çocuklar hiçbir şey yapmak zorunda değiller. Derse girmek ya da okuma yazma öğrenmek zorunda değiller. Bu okullar çocukların kendi hayatları hakkında karar almalarını sağlayan demokratik topluluklar.
Uygulamalardaki farklılıklar aslında bir çeşitlilik ortaya koyarken eleştiriler de ortaya çıkıyor. Örneğin Montessori yönteminin vurgu yaptığı çevre ve materyallerin serbest oyuna izin vermediğine fazla akademik olduğuna dair eleştiriler var. Bu eleştiriler nasıl karşılık buluyor?
Bu konuda şöyle düşünüyorum: Bir yöntemin ne kadar iyi olduğu sizin ihtiyaçlarınıza ne kadar uygun olduğu ile alakalıdır.
Çocuğun neye açlığı varsa bu doyurulmalıdır. Montessori’nin belli yaklaşımlarını kabul ediyorum, çocukların okuma, yazma, matematik öğrenmeye açık olduğu belli dönemler vardır ve bu dönemler bizim okul çağından çok daha öncedir. Eğer çocuk 3-4 yaşında matematiğe ilgi duyuyorsa bunu anlarsınız ve bu açlığın karşılanması gerekir. Evet, Montessori’de oyuncaklar yoktur, ama bana kalırsa çocuk hayali oyunlar oynamak istiyorsa bunu da yapabilmelidir.
Bence hiç bir yöntem kusursuz değil ve olduğu gibi alınıp uygulanmamalı. Her yöntemde eleştirilebilecek ya da benimsenebilecek uygulamalar vardır.
Peki, alternatif yöntemlerle işleyen özgürlükçü okullardan mezun olan bir genç yine kapitalizm içerisinde çalışmaya başlayacak ve niteliklerini yine bu sistem içerinde değerlendirebilecek. Alternatif eğitim yaklaşımlarının bu konuda iddiası var mı?
Açıkçası alternatif eğitim böyle bir iddia taşımıyor. Bu konuyu tartışmak için eleştirel pedagoji yöntemlerine bakmak gerekir. Fransisco Ferrer, Zapatista okulları gibi daha toplumsal dönüşümü savunan yaklaşımları incelemek gerekir.
Yaşadığımız topraklarda farklı ideolojik nedenlerle çocuklarını devlet okullarına göndermek istemeyen aileler var. Bunlardan gelir düzeyi yüksek olanlar, çocuklarını farklı ”alternatif okullar”a gönderebiliyor fakat bir de buna imkânı olmayan, hatta ekonomik nedenlerden dolayı çocuklarını bakıcıya ya da yuvaya bırakamadığı için çocuklarının üzerine kapıyı kilitleyip işe gitmek zorunda olan aileler var. Farklı alternatif yöntemler üzerine çalışmalar yapan biri olarak, buralara dair çözüm üretebilecek yöntem ne olabilir?
Elbette bir ailenin çocuğu için daha özgürlükçü bir yöntem istemesi ve çaresizlikten eve kilitlemesi arasında çözüm açısından çok ciddi farklar var. Bu konuda çözüm üretmek isteyen kişi ya da grupların, içinde yaşadıkları koşullara göre düşünmeleri, olası çözümler üzerine tartışmaları ve kendileri için en uygun yöntemi yaratmaları gerekir. Bunun için örneğin; şehirlerde yaşayan insanların bir araya gelebilecek bir mekâna ihtiyacı vardır. Bu mekân her zaman yasal düzenlemelere göre tasarlanmış bir okul olmak zorunda değil. Daha önce İstanbul ve çeşitli illerde hayata geçirilmiş mahalle kreşleri örneği var mesela. Dünyada da benzer ortak oyun ve öğrenme alanlarının, çok farklı örneklerin olduğunu biliyoruz. Bunları incelemek ve kendi ihtiyaçlarına en uygun çözümü yaratmak gerekir; bunu yaratmak istediğimizde çok zor değil.
Röportaj için teşekkür ederiz.
The post Alternatif Okul Mümkün Mü? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yapay Et – Aysel Özdemir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bundan 10 sene ya da 20 sene sonra marketlerin şarküteri bölümlerindeki fiyat fişlerinde şöyle yazıların yazdığını görmek niçin şaşırtıcı olsun ki: “Yapay Dana: 20 Lira, Gerçek Dana: 60 lira, Organik Gerçek Dana: 100 lira”. Alın size, her cebe, her toplumsal sınıfa uygun yiyecek!
Teknoloji ve genetik bilimi yeni bir tartışma konusunu daha önümüze koydu. Son bir kaç yıldan beri, birtakım bilimciler “Kök Hücreden Yapay Et” üretmeye çalışıtılar ve görünüşe bakılırsa da her geçen gün daha da “başarılı” adımlar atıyorlar.
NASA, 2000’li yılların başlarında uzayda uzun süre kalacak astronotların beslenme ihtiyacını karşılamak için “Yapay Et” üretme projelerinin ilkini başlattı. Birkaç yıl önce de Google’ın kurucu ortaklarından Sergey Brin’in sağladığı 250.000 Euro’luk bir fonla Hollandalı bilimciler tarafından üretilen yapay et daha da geliştirilmek üzere “görücüye çıktı”. Nihayetinde 2016 yılında Memphis Meat adlı şirket, orjinal et hücrelerini kopyalayarak suni biftek yapmayı ve etin maliyetini 18.000 dolara kadar düşürmeyi başardı. Bununla beraber birçok farklı şirket bu meseleye yoğunlaştı ve bu konudaki çalışmalarını hızlandırdı. “Bu şey”in maliyeti şimdilik çok fazla olsa da belki de, beş on yıl içerisinde hem tat hem de maliyet açısından yeterliliğe ulaşabileceği söyleniyor.
Bu gelişmenin kendisi pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi, kimileri bunu “Artık kimse ceset yemek zorunda kalmayacak” gibi bir argümanla müjdelerken, kimileri bunun dünyadaki açlık sorununu çözmek için büyük bir adım olduğunu söyledi. Başka bir kesim yapay etin lezzetinin tutturulup tutturulamayacağının endişesini taşırken, bazısı da bunun ne kadar sağlıklı olabileceği üzerine sorular sordu.
Endüstriyel Çiftlikler mi? Laboratuvarlar mı?
Pek çoğumuzun bildiği üzere, et endüstrisi hayvanlara yapılan işkenceyle, küresel ısınmaya yaptığı katkıyla ve su israfıyla kelimenin tam anlamıyla ekolojik bir felakettir. Fakat yapay et üretmek böyle bir felaketi sonlandırabilir mi? Pek mümkün görünmüyor. Çünkü burada doğayla kurulan o “tek taraflı” ilişki aynı kalırken, sadece onu kullanma yöntemi değişiyor. Yukarıda adını andığımız şirketler ve kurumlar, küresel ısınmayı, su israfını, hayvanların katledilip katledilmiyor oluşunu önemsedikleri için mi bu işe girmişlerdir, yoksa şirketlerinin geleceğini garanti altına almak, kar etmek ve yeni dönemde daha fazla güç kazanmak için mi? Bugünlerde ilkine inanmak en iyi ihtimalle saflıktır. Et endüstrisinin yaptığı şey; bir canlının sırf onu tüketmek ve onun üzerinden kar etmek için “üretiliyor” olması, ikinci durumda da değişmiyor. Yapay et üretme girişimleri, hayvanların ticari bir değer olarak görülmesinin ilk adımı olan endüstriyel et üreticiliğinin bir üst noktasıdır. Önce hayvandan daha fazla verim almak için hayvan şişirilir, daha rahat kontrol edilmesi için kapatılır, daha fazla süt vermesi için yavrusundan ayrılır… Nihayetinde biraz “daha dahası” için, niye hayvanın tümünü yetiştirmenin maliyetine katlanalım ki, sadece ihtiyacımız olan yerlerini yetiştirir, Churcill’in bundan yıllar önce dediği gibi “kanadını ya da göğsünü yemek için bütün bir tavuğu yetiştirme garipliğinden, bu parçaları uygun ortamlarda ayrı ayrı yetiştirerek kurtulacağız” denilir. Yani bu gariplikten doğadaki insan dışı varlıkları korumak kollamak için değil, işine öyle geldiği için kurtulmaya çalışılır.
Her Yapay Pazar, Kendi Organik Pazarını Doğurur
Endüstriyel tarım yöntemleri, endüstriyel hayvancılık, GDO’lu ürünlerin sofralarımızı işgal etmesi, organik/doğal tarım/besicilik gibi işleyişlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Yediği şeyin lezzetsiz, yenilen şeyin kötü koşullarda yetiştiğini düşünen kent soylularının “pazar” olarak görüldüğü bu anlayış, endüstriyel üretimin daha pahalı bir versiyonu olarak hayatımıza iyiden iyiye girdi. Aynı senaryonun söz konusu mesele geçerli olabileceğini düşünüyorum. Bundan 10 sene ya da 20 sene sonra marketlerin şarküteri bölümlerindeki fiyat fişlerinde şöyle yazıların yazdığını görmek niçin şaşırtıcı olsun ki: “Yapay Dana: 20 Lira, Gerçek Dana: 60 lira, Organik Gerçek Dana: 100 lira”. Alın size, her cebe, her toplumsal sınıfa uygun yiyecek!
“Açlık Sorunu Miti”
Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletlerin Güney Sudan’da kıtlık ilan ettiğini hatırlarsınız. 100.000 insanın açlıkla sınandığı ve 1.000.000 insanın kıtlık koşullarında yaşadığı Güney Sudan’da, kimi yardım kuruluşları çocukların ölmemesi için tüm dünyadan yardım talep etmişti.
Sudan örneğinde gördüğümüz gibi, özellikle Afrika Kıtasında, her 3- 5 senede bir kıtlık ilan ediliyor. Vakıflar ve dernekler yardım çağrıları yapıyor. Oyuncusundan, bürokratına; dünyanın önde gelen isimleri Afrika’da açlıktan midesi derisine yapışmış çocuklarla poz veriyor. Fakat midesi derisine yapışmış bu çocuklar açlıktan iki büklüm kalıp başlarındaki akbabanın kendilerini yemesini beklemeye; onlarla yüzlerle binlerle ölmeye devam ediyorlar. Bütün çabalar nedense “sonuçsuz” kalıyor. Sonuçsuz kalıyor çünkü herkes sonuca odaklanıyor, kimse aslında birçoğumuzun bildiği “neden”e odaklanmıyor.
Özetle, dünyada açlık sorunu yoktur, sorun adaletsizliktir! Sorun kapitalistlerin, devletlerin savurganlığında, orta sınıfın konformizm tutkusundadır. Açık ve samimi olalım, eğer dünyada gerçekten bir açlık sorunu olsaydı dünyanın yarısı çok yemek yemekten diğer yarısı da yemek yiyememekten ölür müydü?
Açlık sorununu, laboratuvarlarda değil, sokaklarda bizi açlıkla sınayanlarla kavga ederek çözülebilir. Bunun, laboratuvarlarda, şaibeli kaynaklar tarafından fonlanan bir takım bilimciler tarafından çözüleceğini düşünmek acizliktir. Kaldı ki, tarih bu tür deneylerin başarısızlıklarıyla doludur. Unutmayalım ki GDO’lu gıdalar ve soyadan üretilen et ve kıymanın da açlık sorununa çözüm olacağı söyleniyordu. Şimdi bu ürünler hakkında ne söylendiği herkes tarafından biliniyordur sanırım.
Daha Kökten Bir Eleştiriye Doğru
Yukarıda saydığımız endişelerin dışında, bu meselelere yönelik kökten eleştiriler de bulunmaktadır. Yapay et, yapay deri, yapay organ ve nihayetinde yapay insana evrilmesi muhtemel olan bir sürecin, insanların ve doğanın git gide birileri için robotlaştırılacağına dair endişeleri açığa çıkardığını görüyoruz. Aslında, bu endişeler çok da yersiz değildir. Günümüz teknolojisi ile kapitalizm akrabadır. Atom bombası, envai çeşit hastalık ve buna benzer birçok şey bu ortaklığın ürünüdürler.
Öte yandan herkes bilir ki, en iyi beslenme yerel beslenmedir. Kapitalizmin tarihi, bu beslenmenin kaynaklarını belirli merkezlere çekerek bu en temel ihtiyacı kontrol etmek üzerine kurmuştur. Sebzeler seralara, hayvanlar üretim çiftliklerine ve öteki yiyecekler için kullanılan “hammadeler” de yeni bir ürüne dönüştürülmek üzere fabrikalara toplanmıştır. Gıdanın üretimi tam olarak merkezileştirilemese bile dağıtımı ve işlenmesi belli başlı kişilerin, şirketlerin keyfine kalmıştır. Herhangi bir gıdanın laboratuvar koşullarında üretiliyor olması ise, bu merkezileşme hamlesinin doruk noktasıdır. Artık her şey kontrol altındadır.
Peki kimler kontrol etmektedir bunu? Sen ben ya da bir lisede biyoloji dersinden duydukları ile genetiği tanımlayan sıradan insanlar mı, yoksa genetik biliminin karmaşık yapısına hakim olan bir grup “elit” ve onları bu alanda çalışmaya teşvik eden bir grup kapitalist mi? Halihazırda, gündelik hayatta kullandığı teknolojik aletlerin nasıl açıldığı ve bozulursa nasıl tamir edilebileceğini bilmeyen ve bu yüzden teknoloji şirketlerinin bağımlısı haline gelmiş günümüz insanının; yapılma, işlenme ve üretilme sürecinden bihaber olduğu besinlerin yiyecek olması ve beslenmede ilerleyen süreçlerde bu şirket ve gruplara bağımlı kalacak olması sizleri de endişelendirmiyor mu?
***
Teknoloji ve bilim dünyasında yaşanan bu gelişmeler kapitalizmin dünyayı sürüklediği uçurumlardan bağımsız düşünülemez. Dünyanın sürüklendiği bu yolun taşları da kapitalizm ve iktidarlar tarafından her adımda yaşamın içi boşaltılarak, her varlık teker teker nesneleştirilerek, metalaştırılarak özenle dizilmiştir. Yani kimilerinin iddia ettiğinin aksine, bu tarz çalışmalar bir yaratma ya da can verme eylemi değil, canlının anlamından ve köklerinden kopartılmasıdır. Çünkü canlılık yalnızca bir kas ve sinir dokusuna sahip olmakla açıklanamaz.
Aysel Özdemir
The post Yapay Et – Aysel Özdemir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Amadeus Değil MARiA ANNA MOZART – Deniz Özer appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Virgina Woolf “Kendine Ait Bir Oda” kitabının bir bölümünde, Shakespare’in kız kardeşi olsaydı, onun da adı ve eserlerinin günümüze ulaşıp ulaşamayacağını hayal etmiş; dönem kadınlarının toplumsal ezilmişliğini ve yoksullar ile zenginler arasındaki ayrımı sorgulamıştı. Woolf, Shakespeare’in kız kardeşi hakkında şunları söylemişti; “Shakespeare’in yaşadığı dönemde, onunla aynı dehaya sahip bir kadın olamazdı. Çünkü Shakespeare gibi dâhiler; çalışan, eğitimsiz köleler arasından çıkmazdı. İngiltere’de Saksonlar ya da Brötonlar arasından çıkmadı. Bugün de işçi sınıfının arasından çıkmaz. O vakit, tıpkı Profesör Trevelyan’ın anlattığı gibi çocukluktan çıkar çıkmaz vazifeleri başlayan, aileleri tarafından buna mecbur edilen, gerek yasalar gerek adetler yüzünden bundan kaçamayan kadınların arasından nasıl çıksın?”
Woolf’un bu sorusu, kadınların tarih boyunca sıkıştırıldıkları pozisyonlarını çok iyi özetliyor. Çünkü kadın yüzyıllardan bu yana, hangi sınıftan ya da kültürden olduğu fark etmeksizin, sadece kadın kimliğinden dolayı erkek egemenler tarafından sömürülüyor, eziliyor ve yok sayılıyor.
Shakespeare’den ve hayali kız kardeşinden iki yüzyıl sonraya, günümüzden üç yüzyıl önceye gidelim; Mozart’tan bahsedelim. Ancak herkesin “Mozart” olarak bildiği Wolfgang Amadeus Mozart değil, kız kardeşi Maria Anna Mozart’tan…
Nannerl adıyla da bilinen Maria Anna Mozart, kendileri gibi müzisyen olan babaları Leopold tarafından tıpkı erkek kardeşi gibi bir müzisyen olarak yetiştirilmişti. Nannerl Avrupa’nın birçok şehrine düzenlenen turlara katılmış, “soylu”ların evlerinde konserler vermişti. Nannerl dönemin en iyi müzisyenlerinden olarak bilinirken; yüzyıllar sonra erkek kardeşinin en bilinen eserlerinden bazılarının aslında Nannerl’e ait olduğu konuşulmaya başlanacaktı.
Ancak Nannerl’in müziğe olan tutkusu, yaşı ilerledikçe onun için bazı engelleri de beraberinde getirmeye başladı. Ailesi Nannerl’in turlara katılmasını engellemeye; onu erkek kardeşinin “kariyer turları”nı finanse etmek için kapatıldığı evde piyano dersleri vermeye zorlamaya başladı. Nannerl buna direnmek istese de, her alanında ailesi ve de özellikle babası tarafından baskı altına alınmaya başladı. Aşık olduğu erkekle birlikte olması engellendi; babası tarafından, hakim olan Johann Baptist Franz von Berchtold zu Sonnenburg ile zorla evlendirildi. Nannerl, Sonnenburg’un yaşamını yitirmesinin ardından piyano dersleri vererek yaşama tutunmaya çalıştı ancak tutkusu olan müziğe hiçbir zaman devam edemedi.
Nannerl’in erkek kardeşi Wolfgang’tan övgüyle bahsettiği mektupları yıllar sonra ortaya çıksa da, bu mektuplarda yer verdiği müzik kompozisyonlarından hiçbir zaman bahsedilmedi.
Maria Anna Mozart yaşamının daha sonraki döneminde müzik yapmaktan vaz mı geçti, yoksa bestelerini kimseyle paylaşmadı mı ya da kardeşine mi atfetti bilemiyoruz. Ancak Virginia Woolf’un Shakespeare’in kız kardeşini hayal ettiği gibi biz de bugün erkek kardeşi, erkek babası, erkek egemenler tarafından alıkonulan, engellenen ve tutkusu olan müzikten koparılan Nannerl’in bestelerinin; farklı yerlerde, farklı zamanlarda, farklı kadınların yaşamlarında çaldığını hissedebiliyoruz…
Deniz Özer
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post Amadeus Değil MARiA ANNA MOZART – Deniz Özer appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post BiZiM MARATONUMUZ – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Maraton, sporda uzun mesafeli, sert yollarda yapılan mukavemet koşusu olarak geçer. Diğer bir anlamı da dayanıklılık ve direnç gerektiren uzun süreli bir iştir. “Bizim” yaşamlarımız gibi…
Bir maraton koşusunun her yenisi düzenlendiğinde bir şeylerini değiştirirler. Yeri, zamanı, kazananı, kaybedeni ve kuralları değişebilir. Bir yıl asla değişemeyecek olan bir kural, bir bakmışız değişmiştir.
Sadece bir maraton var; bizim için de, onlar için de. Onlar maratonda her şeyi değiştirebilirler, bizim izlerimiz hariç.
Tarih 1967. Kadınların spor yapmalarının türlü sebeplerle, “kadına göre değil”, “rahmi düşer”, “erkeklerin işi” vs. denilerek yasaklandığı yıllar. Nisan ayının 19’u. Boston Maratonu az sonra gerçekleşecek. 261 numaralı koşucu maratonu koşmak için hazır. Koşu başlar. 3. km’ye gelindiğinde bir şeyler “ters” gidiyordur. 261 numaralı koşucu Kathrine adlı bir kadındır. İsmini gizleyerek K. V. Switzer adıyla maratona başvurmuştur ve kimse onun kadın olduğunu fark etmemiştir. 3. km’de kadın olduğu anlaşılan Kathrine’yi maraton görevlileri arkasından iterek, çekerek maratondan çıkarmaya çalışmış fakat Katherine hızla “koşmaya” devam ederek kendisini engellemeye çalışan erkeklerden kurtulmuştur.
Tarih 1992. 32 yıldır olimpiyatlara giremeyen Güney Afrikalılar var. Sebebi ne hızlı koşamamaları, ne de dallarında ödülleri olmayışları; sebebi ırkçılık. Elena ve Derartu maratonda. Temmuzun 25’i. Barselona Olimpiyatları birazdan başlayacak. Derartu birinci, Elena ikinci olacak. Ama Barselona Olimpiyatları’nda iz bıraktıkları şey bu olmayacak. Şeref turunu el ele koşacak, bitiş çizgisini el ele geçecekler. Irkçılığın karşısında kocaman iki kadının dayanışmacı ruhunu herkese gösterecekler.
Tarih 2014. İran’da 1979’dan beri kadınların, stadyumlarda erkeklerle maç izlemeleri yasak. 2014 yılının Haziran ayında takvimler ayın 20’sini gösterirken bir grup kadın, erkek voleybol maçını izlemek istediler ve tribüne girmeye çalıştılar. Kadınların hepsi gözaltına alındı ve rejime karşı propaganda suçuyla içlerinden birisi 1 yıl hapis cezası aldı. O da tribüne girmek isterken gösterdiği kararlılığını hapishanede 14 gün boyunca açlık grevi yaparak devam ettirdi ve 5. ayında serbest bırakıldı. En zorlu maratonlardan birini koştu Ghoncheh Gavami. Onu engellemeye çalışan “koca” bir devlet vardı. Ama bu maratonun kazananı devlet değil Ghoncheh’di.
Tarih 2015. Zaman geçmiş, kadınların maratonda koşmalarına “izin verilmiş”tir. Artık kimse koşan bir kadını durdurmaya çalışmıyor, kadınların üzerine koşup saldırmıyor. Böyle kurallar yok artık. Başka kurallar var, regl iken yapılacaklar gibi. Nisan ayının 26’sı. Londra Maratonu az sonra gerçekleşecek. Bir kadın maratonda. Biraz sonra regl kanaması başlayacak. “Regl olan kadın kirlidir”. Regl olan kadın ped ya da tampon kullanmalıdır. Ped ya da tampon kullanmaktan başka seçeneği mi var? Hayır, kapitalizm buna izin vermez. Kirli der, sağlıksız der, topluma uygun değil der. Kiran Gandhi o gün maratonda bacaklarının arasından kan akarak koştu. 42 kilometre 195 metrelik maratonu rahatsız koşmasına, hatta koşamamasına sebep olacak bir tamponla yarışa katılmadı. Kanamasını önemsemedi, çünkü her an her yerimiz kanayabilir. Bir kick boks müsabakasında, bir tırmanışta veya bir regl gününde. Her yerimiz kanayabilir. Kiran Gandhi maratona “bizden” bir iz bıraktı. Artık birinci olmasına pek de gerek yoktu.
Tarih 2016. Hep bir yarışta olmak zorunda bırakıldık, beşikten mezara kadar. Okula giderken sıra arkadaşımız, bazen kardeşlerimiz, bazen iş yerindeki arkadaşlarımız. Hepsi rakibimiz olarak tanıtıldı bize. Ve onları yenmek zorundaydık. Ne için? Daha çok kazanmak için, daha çok yükselmek için. Dayanışmaya, paylaşmaya yer vermez içinde yaşadığımız sistem. Çünkü bir yarışa ihtiyacı vardır. Yarışın kurallarını, kazananını, kaybedenini kendi belirler. Yarış adaletsizliklerle, haksızlıklarla doludur. Ama bunlar sistem için önemli değildir. Çünkü yarışta bir kazanan vardır, bir de kaybeden o kadar. Ağustos ayının 5’i. Birazdan Rio Olimpiyatları başlayacak. Yine bir maraton. Yine sert, uzun ve zorlu bir yol. Kadınlar yan yana dizildiler ve koşmaya başladılar. 5 bin metre yarı finalinde bir şey oldu. Nikki ve Abby birbirleriyle çarpıştı. Abby arkadan geliyordu ve Nikki’ye çarptı. Abby’nin önünde iki seçenek vardı. Düştüğü yerden kalkıp koşmaya devam etmek ya da çarptığı Nikki’yi yerden kaldırmak. Maratona devam edebilirdi. Zaten kurallar böyleydi. Onlar rakipti ve Abby’nin önünde kazanması gereken bir yarış vardı. Fakat Abby koşmadı. “Rakibi” Nikki’yi yerden kaldırdı. Birlikte düşmüşlerdi, birlikte kalktılar. Abby, kazada sağ bacağını incitmişti. Birkaç adım sonra sendeledi. Yere düştü. Nikki’nin önünde de aynı iki seçenek vardı. “Rakibi” yerde bırakıp koşmak ya da “hiç tanımadığı birini” yerden kaldırmak. Bu sefer de Nikki, Abby’yi bırakmadı. Sarıldılar. Maratonun bütün kurallarını yıktılar. Rekabeti silip yerine dayanışma yazdılar. Yarışı kaybetmişlerdi. Rio Olimpiyatları öyle söylüyor. Rio Olimpiyatlarını boşverin. Abby ve Nikki kendi maraton koşularını birlikte kazandılar.
Biz kadınların yaşamı, 42 kilometre 195 metrelik maratondan çok daha uzun. Tarih boyunca sırf kadın olduğumuz için önümüze konulan engelleri hep aştık. Her engelde daha güçlü olduk, her kilometrede daha hızlı koştuk. Günün birinde yürümek zor gelmesin diye, biz hep hızlı koştuk.
Gizem Şahin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post BiZiM MARATONUMUZ – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Rana, Emad ve Forushande appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Rana, Emad ve Forushande İranlı yönetmen Farhadi’nin Satıcı/ Forushande filmin hikayesinde hep erkekler önde olsa da geride acıyı yaşayan hep kadınlar oluyor. Yeni taşındığı evde tecavüze uğrayan Rana, kocası ve tecavüzcünün hikayesi.
Hemen her gün bir taciz-tecavüz olayı yaşadığımız bu ataerkil sistemde, biz kadınların durumu ile ilgili gerçekçi filmlere ne yazık ki çok rastlanmıyor. İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin son filmi Satıcı (Forushande) ise anlattığı hikaye ile izlenmeye değer.
Film, Arthur Miller’in “Satı- cının Ölümü” Tiyatro Oyunu ile Paralel Gelişiyor
Tiyatrocu bir geçmişi olan yönetmen Farhadi, Satıcı filmini, yine bir tiyatro metni olan Arthur Miller’in “Satıcının Ölümü” ile paralel gelişen bir biçimde kurgulamış. İran’da sansür yüzünden sahnelenmesine izin verilmeyen oyundan kimi sahneleri filme taşıyan Farhadi, bir anlamda bu sansürü de kırmış oluyor.
“Satıcının Ölümü” oyununu oynamak üzere hazırlık yapan bir tiyatro grubunda olan Emad ve Rana, yandaki inşaat yüzünden oturdukları binada oluşan çatlak yüzünden bir başka yere taşınmak durumunda kalır. Ama bu ev, daha önceden para karşılığı erkeklerle birlikte olan bir kadına aittir. Rana bir gün evde banyo yaparken zil çalar ve Emad’n geldiğini düşünerek bakmadan kapıyı açıp banyoya döner. Ama kapıyı çalan, bu evde daha önce kalan kadınla ilişkisi olan biridir ve Rana o adamın tecavüzüne uğrar.
Tecavüz Edilen Kadın, Mağdur Edilen Yine Kadın
Tecavüz sonrası, Emad’ın Rana’yı anlamadığı ortadadır: “Senin için çok korktum, ya ayağın kayıp başını vursaydın” derken Rana’nın yanıtı nettir: “Keşke öyle olsaydı”
Rana polise gitmek istemez. Komşularının dediği gibi: “Polisten ne fayda gelir ki? En fazla rezil olduğunuzla kalırsınız.” Üstelik “neden kapıyı açtın” gibi sorularla karşılaşacak, gene mağdur edilen kendisi olacaktır.
Emad da bu “olay”ın duyulmamasından yanadır, ama bunu yapan adamı bulup onu cezalandırmak da ister. Tiyatroyla uğraşan, modern birisi de olsa, Rana onun “namus”udur! Emad, apartmanın otoparkında kalan bir kamyonetten tecavüzcünün peşine düşer, sonuçta, arabasıyla eski giysiler satan yaşlı bir adama ulaşır.
Farhadi, Emad’ı filmin başında yıkılmakta olan binadan engelli birini sırtına alarak aşağıya indiren “iyi” bir karakter olarak gösterirken, şimdi, tecavüzcüden intikam alma ve onu cezalandırma planları yapan bir duruma getirmiştir. Yönetmen, bu “çaresiz” dönüşümü, filmde sahnelenen tiyatro oyununda ailesine güzel bir hayat sunamayan Willy Loman karakterinin çaresizliğine paralel ilerletiyor.
Bu Filmde Hep Kadınlar Acı Yaşıyor
Filmlerinde anlattığı öyküleri birer modernizm eleştirisi olan Farhadi’nin bu filmi de taciz, tecavüz, intikam ve adalet ekseninde ilerleyen bir film. İzleyiciyi film boyunca filmdeki farklı karakterlerle özdeşleşmesini sağlamayı deniyor ve karakterlerdeki dö- nüşümler üzerinden sorular soruyor.
Bu filmde hikayeler erkekler üzerinden ilerliyor olsa da, acı çekenler kadınlar oluyor. Evde önceden oturan kadın, eve yeni taşınan ve tecavüze uğrayan Rana ve tecavüzcü yaşlı adamın eşi.
Aslında Farhadi, Rana’nın Emad’a “adamı bırak gitsin” sözüyle adaletin de bu türden bir cezalandırmayla sağlanamayacağını söyler gibi. Gerçekten de, günümüzde yaşadığımız taciz tecavüz olaylarında “zanlı”lara kimi cezalar veriliyor ama saldırılar durmak bilmiyor. Kimileri cezaların azlığından, kimileri hadım gibi farklı cezalandırma yöntemlerinden, kimileri de idamın geri gelmesi gerektiğinden konuşuyor. Oysa biliyoruz ki, bu olaylar münferit ve kişisel değil, bütünüyle biz kadınlara yaşam hakkı tanımayan ataerkil sistemin bir sonucu.
Farhadi, filmde tüm bunlara bir yanıt verip izleyiciyi rahatlatmak yerine, izleyene şu soru sormayı seçiyor: “Rana’nın yerinde sen olsan ne yapardın?”
The post Rana, Emad ve Forushande appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post YALINAYAK – Kadın Tutsaklara Tecrit ve İşkence: Görülmüştür appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devlet hapishanelerdeki devrimci tutsakları yıldırmak için hep yeni uygulamalara, yeni yasaklara başvurmuş- tur. Bu yasakları artırmak istediğinde, süreci kendi fırsatına çevirmiştir; tıpkı içinden geçtiğimiz OHAL sürecinde olduğu gibi.
İçinden geçtiğimiz zamanlarda baskı ve zulüm en üst noktaya çıkmışken, kadın hapishanelerinde artan işkenceler ve tecrit içinde tecrit uygulamaları, tutsakların kısılmak istenen seslerine rağmen dışarıya zor da olsa ulaşıyor. İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Hapishane Komisyonu’ndan Mine Nazeri’nin bilgilendirmesine göre, Tarsus C Tipi Hapishanesi, Gebze Kapalı Kadın Hapishanesi, Bakırköy Kapalı Kadın Hapishanesi, Elazığ E Tipi Hapishanesi ve Şakran (Aliağa) T Tipi Kapalı Hapishanesi devletin kadın tutsaklara karşı baskıyı arttırdığı hapishanelerden sadece birkaçı.
Tutsaklar yaşadıklarını görüşlerle veya yazdıkları mektuplarla dışarıya duyurmaya çalıştıklarında, görüş yasağıyla karşı karşıya kalıyor. Yaptıkları açlık grevleri, görüş protestoları ve diğer direnişleri sayesinde seslerini ancak duyurabiliyorlar.
Birçok hapishanede olduğu gibi Tarsus ve Gebze Hapishanelerinde de hasta tutsakların tedavileri gerçekleştirilmiyor. Kanser sebebiyle göğsünde kist olan kadın tutsak ve diğer hasta kadın tutsaklara çıplak aramaya maruz bırakılıyor; hastaneye ambulansla gitmesi gereken tutsaklar ring araçlarında götürülüyor. Gerçekleştirilmiyor çünkü askerlerin önünde “soyun”, “kelepçeyi açmam”, “çıplak arayacağım yoksa olmaz” deniyor. Gerçekleştirilmiyor çünkü kadınlar ne çıplak arama işkencesine baş eğiyorlar ne de kadın oldukları için bedenlerini, kimliklerini yok sayan diğer uygulamalara.
Çıplak aramalara ve görüş yasakları- na direnen Bakırköy Hapishanesi’ndeki kadın tutsaklar, gardiyanların sayımları bahane ederek koğuşlara kalabalık girmesine karşı ne direnişi bırakıyor ne de seslerini duyurmak için çabalamayı. Kadınlar seslerini tel örgülerle kapatılan havalandırmalarından dışarıya ulaştırmak için koğuşlarını ateşe veriyor, açlık grevi yapıyor, görüşlere çıkmıyor.
Muş E Tipi Hapishanesi’ndeki kadınların koğuşu JÖH ekipleri, maskeli ve silahlı askerler tarafından basılıyor. Bir kadının burnu kırılıyor; 5 yaşındaki Roni olanları izlemek zorunda bırakılıyor.
Aliağa Hapishanesi’nde jandarma ve gardiyanlar odalara arama gerekçesiyle girip kadın tutsakların kitaplarını, dergilerini ve gazetelerini topluyor. Sanki ilk kez hapishaneye girermiş gibi, koğuş giriş ve çıkışlarında kimlik soruluyor. Elazığ Hapishanesi’nde banyolara, tuvaletlere ve koğuşlara kamera takılıyor.
3 yaşındaki çocuklarının önünde tutsak kadınlara işkence yapılıyor. Kadınlar hapishanelerde işkenceye maruz kalıyor, hem devrimci hem de kadın oldukları için. Tüm bunların yanında Tarsus’ta kadınların direnişi kazanıyor. Kadınların eylemleri sonucunda 40 kişilik koğuşta 90 kişi kalan kadınlar için yeni bir koğuş açılıyor iletişim yasağı kaldırılıyor.
Tarsus Hapishane’sinde bir çiçek açıyor. Tecritte çiçek yasaktır. Zaten yoktan bir çiçek yaratmak da zordur. Tıpkı devletin işkencelerine, baskılarına, yasaklarına, bir kitaba bile tahammülsüzlüğüne direnebilmek gibi zordur. Ama çayın demiyle yumurta kabuğunu karıştırırsan toprak yaparsın; toprağa bir fasulye tanesi gömersen bir çiçek filizlenir.
Gardiyan, çiçeği gördüğü ilk anda duvara fırlatacaktır; sanki karşısında yenemeyeceği bir güç varmış gibi ne yapacağını şaşıracak, defalarca tekmeleyecektir. Ama çiçek filizlenmiştir bir kere, toprağı delmiştir. Aynı kadınların direnişi gibi.
The post YALINAYAK – Kadın Tutsaklara Tecrit ve İşkence: Görülmüştür appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadın Başına Tek Başına – Özge Bal/Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Birçok şey yaşarız biz kadınlar. Yedimizde de yetmişimizde de üzerimizden hiç eksik olmaz elleri, dilleri, bizim için yazılmış kaderleri. Yaşamak zorunda bırakıldıklarımızla geçer ömrümüzün büyük bir kısmı. Yaşamak istediklerimizse sorulmaz, bilinmez… Kimsenin derdi eksik olmasa, yine herkesin derdi bize düşer. Acımız, öfkemiz, derdimiz olur bizim ama çoğu zaman laf olur diye anlatamayız dertlerimizi bir başkasına, içinde yaşarız bu dertlerin. Ama bir dert ortağı bulduk mu kendimize, paylaşırız derdimizi de sevincimizi de. Çoğunlukla ortaktır dertlerimiz. Baba, patron, eş, kardeş… Hep “o” erkek vardır hayatımızda. Yaşamımıza kasteder, bizi yok sayar. Bizim de kendimizi yok saymamızı, susmamızı, sinmemizi, çaresiz olmamızı ister. “O”nsuz olmaz, dememizi bekler…
Ancak tek başına kaldığında, yaşamını baştan yaratabilir her kadın. Bir anka kuşu nasıl küllerinden doğar, kadın da tüm direnciyle yeni bir dünya kurar. Üzerine dikilmiş gözlerin, ona her koşulda zorluk çıkaran bu sistemin karşısına kadın başına dikilir. “O”nlar çaresizliğimizi görmeyi beklerken, biz birbirimizin derdini en iyi anlayanlar, farklı hikâyelerimizi aynı dilden konuştuk… Kadının, mücadelenin, direnişin dilinden.
Yalnız kaldığını ilk kez ne zaman düşündün?
Naime: Eski eşim beni terk ettiğinde çocuğumla yalnız kaldım. Önceleri zorlandım. Bilmediğim bir şehirde çocuğumla yapayalnızdım. Çocuğuma bakmam gerekiyordu.
Birsen: Evlendikten sonra kendimi hep yalnız hissettim. Çünkü evde her işe koşturan, her şeyi düşünmesi gereken kişi bendim ama güçlüydüm. Ancak oğlumun ameliyat olması gerektiğinde yanımda kimse olmadı. Maaşımı ameliyat için kullanıyordum ve geriye para kalmamıştı. Son çare ailemden destek istedim ama bana sırtlarını döndüler. O zaman gerçekten tek başıma kaldığımı hissettim.
Asuman: Aslında hep yalnızdım. Evliyken ne bir gün beraber gezdik, ne bir gün çocuklarla ilgilendi. Her dediğini yapardık da niye gözü dışarıdaydı, bilmem.
Ayfer: Evliliğimin ilk aylarından sonra hep yalnız hissettim. Yanıldığımı, sorumsuz biriyle yola çıktığımı anlayınca yalnız kaldım.
Selma: Eşimle ayrı değiliz ama çocuklarımı büyütürken tam anlamıyla yalnızdım.
Nurcan: Evliyken de yalnızdım. “O” ve ailesi hep benim karşımdaydı. Ben ne desem tersini söyler, kavga ederlerdi benimle. Ayrıldım, yine yalnızdım. Kimseye anlatamıyorsun derdini, kimse dinlemiyor.
Seher: Aslında hep yalnızdım, hâlâ yalnızım. Sabah altıdan akşam dokuza kadar çalıştıktan sonra eve geldiğimde herkes uyumuş oluyordu. Eşim öldükten sonra da hayatım çalışmakla geçti.
Yaşadığın büyük zorluklar nelerdi?
Naime: Çocuğum küçüktü, “o” hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Tekstil atölyesinde çalışıyordum, çocuğuma ev sahibi bakıyordu. Aklım sürekli evdeydi; kızım aç mı, üşüyor mu? Bir yanda eş, dost, akraba baskısı bir yanda geçim sıkıntısı. Tam bir sıkışmışlık.
Birsen: Evlendikten sonra belimizi hiç doğrultamadık, hep bir parasızlık. Zaten evde tüm ekonomik yük bendeydi. O yüzden parayı yetirebilmek için tüm pazarı gezer her şeyin en ucuzunu alırdım. Sürekli evden işe, pazara koşturuyordum.
Asuman: Biz hep ezilmişiz. Yalnız bir kadınsan, burnunu evden çıkarınca hemen laf olur. Yalnız olduğunu anlayan daha çok gelir üstüne. Benim üstüme çok gelen oldu o dönemlerde.
Selma: Çokluk içerisinde yalnızlık zordur. Çocuklarımı büyütürken o adamdan ayrı değildim ama tam anlamıyla yalnızdım. Her gün zordu.
Nurcan: Evlenmeden önce kendime güvenim vardı, evlendim özgüvenim tamamen yok oldu. Evden dışarı çıkamadım, dünyayı unuttum. Telefon faturası nasıl yatırılır, unutmuştum. En zoru laf olmasın diye yaşadıklarını içine atmak.
Yaşadıklarınla nasıl başa çıktın?
Naime: Bana yapılan haksızlıklara karşı hayata dört elle sarıldım. Tek dayanağım kızımdı. Baskılardan kurtulmak için ailemin yanına taşındım, orada bir sene kaldım. Sonunda her şeyi bırakıp İstanbul’a döndük. Başımın çaresine bakıp mücadele etmem gerektiğini düşünerek çalışmaya başladım. Ayrıldıktan 3 sene sonra boşanma davası açtı; ben de karşı dava açtım. Davayı ben kazandım ama nafakayı ödemedi, tekrar dava açtım ve tüm nafakayı alabildim. Kadın kararlı oldu mu istediği sonucu alır. Umutsuzluğa kapılmamak gerek.
Birsen: Her doğumumda, yeniden doğdum. Yıllarca çocuklarımı büyütmeye çalışırken dertlerimi unuttum, düşüncelerim, bedenim hep genç kaldı. İnandığım mücadelede yanımda olan arkadaşlarımla hep dayanışma içinde olduk. Düşüncelerimiz umut dolu olduğundan, umudumu yitirmedim.
Asuman: Evliliğimin ilk zamanlarında sanırdım ki “o” gitse yaşayamam. Sonra boşverdim. Kendimi kimseye ezdirmedim. Tüm erkekleri karşıma aldım, korkmadım. Güçlü olmam gerekiyordu.
Sokakta yürürken erkeklerin sataşmalarına maruz kaldım. Hiçbirinde utanıp sıkılmadım. Kimi zaman terlik, kimi zaman sopa geçti elime. Beni korkutmaya çalışanların, cesaretimin karşısında geri çekildiklerini gördüm. Bizim utanacak bir şeyimiz yok.
Ayfer: Geleceğe umutla baktım. Çocuklarıma sevgim, yaşama inancım güç verdi. Tek başıma başarabileceğimi gördüm.
Selma: İyi şeyler olacağına inançla her seferinde yeniden başladım. İnanmak çok önemli.
Nurcan: Aşmak zorundaydım. Herkes çekildi kenara, her şeye yeniden başladım. Evlenmeden önce kendine güvenin oluyor; evlenince özgüvenim yok oldu. Şimdi param olmasa da özgüvenim var. Baskı görüp görmemekle alakalı özgüven.
Seher: Yaşadığım her zorluğu doğrulukla aştım. Doğruluk dediğim, insanın kendinden emin olması ve direnç.
Özge Bal – Havva Kızılay
The post Kadın Başına Tek Başına – Özge Bal/Havva Kızılay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “BES E” DiYORUZ – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>5 metre bir masa, etrafında afilli dönen sandalyeler, herkesin önünde küçük ekranlar, bir bardak su. Bir toplantı masasında olması gereken her şey, olması gerekenler olmasa da alınan bir toplantı. Salonlar değişir, konular değişir, toplantıya girenler değişir. Ancak masa, masanın üzerindekiler ve başkalarının adına alınan kararlar hep benzerdir.
Yine rutin olan gerçekleşti; bir sabah uyandık ve aniden Varlık Fonu’na geçtiğimizi yani ekonomi stratejisinin toptan değiştirildiğini öğrendik. Yine bir gün yılbaşında tüm işçilerin otomatik olarak zorunlu BES(Bireysel Emeklilik Sistemi)’e geçeceğini öğrendiğimiz gibi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken Varlık Fonu’nda üst düzey ekonomi yetkililerinin söylemlerinin tersine kanun gerekçesinin üç ayrı yerinde Bireysel Emeklilik Sistemi fonlarının kullanılacağını öğrendik. Birileri işçinin İşsizlik Sigortası’na ve BES fonlarına göz dikmişti.
Her gün kafamızdaki soru işaretlerine bir yenisi daha ekleniyor. Nereden ve kimlerden gerçek bilgiyi alabileceğimiz konusunda tasalanıyoruz. Çünkü şunu biliyoruz karar verenlerin masasında işçiler yok, biz yokuz.
Peki BES nedir?
Bireysel emeklilik sistemi, “kişilerin çalıştıkları dönemdeki hayat standartlarını emeklilik dönemlerinde de devam ettirmeleri için bugünden düzenli birikim yapma imkanı sağlayan, devlet katkısıyla desteklenmiş bir tasarruf ve yatırım sistemi” olarak tanımlansa da aslında “işçiden ne kadar koparsak kardır”, “biz şimdi alalım sonra kat be kat size dönecek” yalanlarıyla işçinin emeğini gasp eden devletin kendine çalmak için kılıf uydurduğu bir düzen hilesidir.
Peki bize neyi vaat ediyorlar da biz inanarak bu sisteme dahil oluyoruz?
İnanmasak bile bir temenni diyelim biz buna. Çünkü işçinin geleceğini de baskı altına alarak hiçbir güvence sağlamayan patron ve destekçisi devlet “huzur”u ve geleceğe yatırımı vaat ediyor. Bu huzuru ve yatırımı bir şartla veriyor aslında. Yeni ekonomi sisteminde “kamu otoritesi” olarak geçirdiği şartlanma ile işçilere “paranızı bize verin bir süre kadar bu paraya ne olduğunu sormayın” bile diyor.
Zorunlu denilen BES gerçekten zorunlu mu?
Hayır, değil. Çalıştığınız iş yeri bir sigorta şirketi ile çalışıyorsa bu şirket ile anlaşıyor ve siz de otomatik olarak BES’li oluyorsunuz ama iki ay içinde bundan cayma olanağınız var. Şayet iki ay içinde caymazsanız BES’li olarak çalışma hayatınıza devam ediyorsunuz. Yok, illa ki ben BES’li olmayacağım diyorsanız da iki ayın sonunda caymadığınız için sizden kestiği maaşı size geri ödemiyor şirket. Eğer patron anlaşmada ihlal yaparsa Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na sadece 100 liralık bir para cezası ödüyor.
Bizler henüz çalışırken ve işimizin karşılığı olan maaşımızı patronların ve devletin gaspından kurtarmaya çalışırken; “geleceğe yatırım” olarak gündemimize giren BES de zaten gasp edilmekte olan maaşlarımız için “yeni kesinti”ler anlamına geliyor. Hal vaziyet buyken, “haleti ruhiyemiz” de elbette gözler önüne seriliyor.
Patronların ve devletin emeğimizi sömürmesine, maaşımızı gasp etmesine, bizleri köleleştirmesine zaten öfkeliyken; irademiz dışında alınan bu karar bizi daha fazla öfkelendiriyor. Bize dayatılan her karara artık yeter, BES’e de “BES E” diyoruz!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post “BES E” DiYORUZ – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bilim Erkekleri Küfürü Bilimselleştirdi – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Evde, sokakta, trafikte, futbol tribünlerinde, romanlarda, filmlerde… Küfür; yaşamımızın her alanına sızmış, varlığı kabullenilmiş, kadını aşağılamanın algılarda oldukça normalleşmiş halidir.
Bilimciler, geçtiğimiz günlerde küfrün “aslında iyi bir şey “olabileceğini söyleyen bir takım çalışmalar yaptılar. Yapılan son araştırmalara göre, küfretmek daha çok espri yapmak ve samimi olmakla alakalıymış! Cambridge Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Still; ABD, Hollanda, İngiltere ve Hong-Kong’da yaptığı belirli örneklem grupları üzerinde yaptığı çalışmalarının sonucunda; “Küfür ve samimiyetsizlik arasındaki ilişki zorlu bir mesele. Küfür etmek çoğu kez uygunsuz görülebilir, ancak aynı zamanda birilerinin size samimi görüşlerini ifade ettiğinin de kanıtı olabilir. Dillerini daha lezzetli olacak şekilde süzmedikleri gibi görüşlerini de filtrelemiyorlar” şeklinde bir açıklama yaptı ve küfrün “daha samimi ilişki kurmaktan” kaynaklandığını “bilimsel” olarak kanıtlamaya çalıştı.
Sıkışmış bir trafikte, bir erkeğin hiç tanımadığı birine ağız dolusu küfür etmesi, kadını aşağılamayı fanatiklik haline getirmiş ve bu konuda oldukça “yaratıcı” olan taraftarların tribünlerde karşı takımın futbolcusuna veya karşı takımın taraftarlarına cinsiyetçi ithamlarda bulunması, yolda yürüyen bir kadına giydiklerinden dolayı küfür edilmesi ve sayamayacağımız bunun benzeri sayısız örnekler… Tüm bunlar ne kadar da samimi davranışlar değil mi?
Yapılan bir başka çalışmada ise, “küfretmenin sanıldığının aksine düşük değil yüksek zekâ göstergesi olduğu” iddia edildi. New York Marist College’de psikologlar tarafından yapılan araştırmada; “bir kişinin İngilizcesinin akıcılığı ile küfürlü konuşmasındaki akıcılık arasında bir ilişki olduğu” savunuldu. Hatta küfür eden kişinin daha etkileyici bir tarzda ilişki kurabildiği ve tek bir küfrün, bir duruma dair duygu ve düşünceleri en net şekilde ifade edebileceği söylendi. Yani, bu araştırmaya göre, küfür eden insanlar, etmeyenlere oranla hem daha yüksek bir zekâya sahip hem de iletişim becerileri konusunda daha donanımlı!
Bir tartışma esnasında, karşı tarafa verecek bir cevabı kalmadığında küfür etmeye sığınanlar, kendini küfür ederek ifade edenler, üzüntü, öfke, sevinç gibi duygularını bile küfürle dillendirenler oldukça yüksek zekâya sahip insanlar olsa gerek!
Bu araştırmaları yapanların bunlarla neyi amaçladıklarını bilmiyoruz ama bu araştırmaları yapanların “erkek” olduğunu tahmin edebiliyoruz. Küfrün toplumlar içerisindeki meşruluğu yetmiyormuş gibi bu cinsiyetçi davranış bir de erkek bilimciler tarafından “bilimsellik” unvanıyla taçlandırılıyor.
Kadının aşağılanması üzerine kurulu bir sistemde, erkek aklın bu açıklamaları; bu aşağılanmanın pekiştiricisi oluyor. İster samimi olsun ister samimiyetsiz, ister yüksek zekâya sahip olsun ister düşük zekâya; küfür cinsiyetçilik; cinsiyetçilik cinsiyetçiliktir.
The post Bilim Erkekleri Küfürü Bilimselleştirdi – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (3) : Radikal Coğrafya Tartışması – Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bu bağlamda geçtiğimiz sayıda bu bölümde radikal coğrafyacı Simon Springer’in 2004 yılında Dialogues in Human Geography dergisinde yer almış “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” yazısından bazı bölümleri sizlerle paylaşmıştık. Bu sayıda, David Harvey’nin Springer’in makalesine cevap olarak yazdığı “Dinle Anarşist!” Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt adlı makalesini sizlerle paylaşıyoruz. Radikal Coğrafya Tartışmasının son bölümünde de Springer’in Harvey’e verdiği cevaptan bölümleri bir sonraki sayımızda yayınlayarak tartışmayı sona erdireceğiz.
Toplumsal muhalefetin gündemini meşgul eden farklı tartışmalarda ve farklı disiplinlerde olduğu gibi toplumsal muhalefetin gündeminde yaratıcı bir bakış açısı yaratan ve böylece iyi bir eleştirel literatür oluşturan uzam/mekan politikalarında da anarşist bir perspektifin var olması gerektiğini belirtmiştik.
D. Harvey’nin S. Springer’e Cevabı
“Dinle Anarşist!” Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt
Simon Springer, radikal bir coğrafyanın neden köhne bir Marksist yaklaşımdan çok taptaze anarşist bir yaklaşım benimsemesi gerektiği konusunda etkili ve ihtilaflı bir makale yazdı. Bu türden her polemikte olduğu gibi Springer’in makalesinde de bir yanlış bilgi, abartma ve ad hominem eleştiri kotası var ama tartışmaya değer, önemli meseleler de gündeme getiriyor.
Öncelikle kendi konumumu açıkça belirteyim. Son (anarşizmle uzun süredir devam eden bağlantısını kopardıktan sonraki) yazılarında “Solun geleceği[nin], son tahlilde, günümüzde ve ufukta belirmeye başlayan gelecekte, hem Marksizm hem de anarşizm içerisinde geçerli olan şeyleri kabul etme yetisine bağlı” olduğunu düşünen Murray Bookchin’le aynı duyguları paylaşıyorum (ama onunla tamamen aynı fikirde değilim). “Devrimci geleneğin -Marksizmin ve anarşizmin- en iyi yönlerini, bugün karşı karşıya olduğumuz türden sorunlara değinen yollar ve biçimlerde bir araya getirebilecek yaklaşım”ı tanımlamamız gerekiyor.
Makalesine bakarsak Springer böyle bir projede yer almak istemiyor. Daha çok, anarşizmle Marksizm arasındaki ilişkiyi, bu ikisi sanki birbirlerini dışlıyormuş, hatta birbirine düşmanmış gibi kutuplaştırmaya azmetmiş görünüyor. Bence bu anlamsız bir çaba. Kendi Marksist bakış açıma göre, son birkaç yıldır (“Occupy” gibi hareketlerde) epey bir siyasi aktivizmi harekete geçiren otonomist ve anarşist fikir ve taktikler takdir ve analiz edilmeli, uygunsa desteklenmelidir. Gezi Parkı ve Brezilya şehirlerinin sokaklarında olup bitenlerin veya “Occupy”ın ilerici hareketler olduğunu düşünüyorsam ve bunlar ister bütünüyle, ister kısmen anarşist ve otonomist düşünce ve eylemle hayat bulmuşlarsa, neden onlarla olumlu bir ilişki kurmayayım ki? (…)
Toplumsal anarşistler mekan, yer ve çevre sorunlarına tipik olarak çok daha fazla ilgi ve duyarlılık gösterir (bunlar, çoğu coğrafyacının disiplinin merkezinde olduğunu kabul edeceğinin düşündüğüm genel kavramlar). Marksist gelenek bu tür konulara, ne yazık ki toptan ilgisizdir. Ayrıca kentleşmeyi, kentli toplumsal hareketleri, mekan üretimini ve eşitsiz coğrafi gelişmeleri (kuruluşunda Marksist sosyologların belirgin rol oynadığı, 1977’de yayımlanmaya başlayan İngilizce yayımlanmaya başlayan İngilizce-Fransızca International Journal of Urban and Regional Research [Uluslararası Kent ve Bölge Araştırmaları Dergisi] ve Lefebvre gibi aşikar istisnalar dışında) büyük oranda göz ardı eder. Ana akım Marksizm, çevre meselelerinin veya kentleşmenin ve kentsel-toplumsal hareketlerin sermayenin çelişkileri içindeki önemini ancak görece yakın zamanda (örneğin, 1970’lerden beri) görmeye başladı. 1960’larda çoğu ortodoks Marksist, çevre meselelerini küçük burjuva romantiklerin derdi sayardı (1971 tarihli Post-Scarcity Anarchism [Kıtlık Sonrası Anarşizm] içindeki çok okunan makalesi “Listen Marxist!”te [Dinle Marksist!] duygularını açığa vuran Murray Bookchin’i çileden çıkaran da buydu). (…)
1972’de yazdığım etkili bir makaleyle radikal değişimi ben başlatmışım ve Steen Folke de radikal coğrafyanın sadece Marksist olabileceğinde ısrar ederek değişimi tamamlamış gibi gösteriyor Springer. Ardından, eserlerim “takip eden coğrafyacıların büyük çoğunluğu için mihenk taşı” olduğundan, “üretkenliğim” radikal coğrafyayı Marksist saf içine hapsediyor. Anlaşılan Springer radikal coğrafyayı bu baskıcı Marksist güçten kurtarmak, gerçek anarşist kökenlerine dönmesini sağlamak istiyor.(…)
Peki, benim sözde (ve sık sık şüpheli) Marksizm’im ile Springer’ın anarşizmini ayıran temel fark ve engeller neler? Bu konuda Springer’ın tartışmasını pek doğru bulmuyorum. Springer, bütün Marksistleri, komünizm tarihi sonlandıracak stabil aşamaya gelmeye çalıştığında güya yitip gidecek bir komünist devlet, bir proletarya diktatörlüğü kurması kaçınılmaz olan bir öncü partinin teleolojisine inanan küresel bir proleter sınıf kavramına kapılıp gitmiş, elinde bir tarihte aşamalar teorisi, sokak sokak gezip satmaya çalışan işlevselci tarihçiler olarak karikatürize ediyor. Evet, belirli tarihsel dönemlerde bazı komünistlerin ve bazı durumlarda komünist partilerin parti dogması olarak bu çizgiye paralel bir şeyler (nadiren bu kadar basit bir biçimde olsa da) ileri sürdüğü inkar edilemez. Ama ben şahsen, Marksist eğilimleri olan coğrafyacıyla karşılaşmadım ki bu şekilde düşünsün; ayrıca Marksist gelenekte böyle şeyler söylemeye biraz yaklaşmamış (Lukacs ve Gramsci’den tutun, E. P. Thompson, Raymond Williams, Terry Eagleton’a kadar) yığınla yazar var. Üstelik çağdaş Marksist ekonomi-politiğin büyük kısmı çağdaş sermayenin kriz eğilimlerini anlamaya çalışmakla o kadar meşgul ki, bu saçmalıklarla uğraşacak vakti yok. Ama Springer, (Marksist eğilimleri olan bir coğrafyanın değil) kendisinin seçip tanıladığı, yanlışlığı tarihsel olaylarla son derece açık şekilde kanıtlanmış temalar üzerinden, biz Marksistlerin tek yaptığının köhnemiş temaları ısıtıp ısıtıp kullanmak olduğunu iddia ediyor. Dahası, anlaşılan biz Marksistler anarşistlere her baktığımızda sadece, rakipsiz düşman olarak devleti görüp ona karşı duran insanlar görüyor, dolayısıyla anarşistlerin de anti-kapitalist olduğunu yadsıyoruz. Bütün bunlar paranoyak saçmalıklar değilse, safi karikatür. İki gelenek arasındaki ilişkinin bütün gerçek ve girift karmaşıklığını, olsa olsa 1872’de Paris Komünü’nün acı yenilgisiyle zehirlenmiş siyasi atmosferdeki Marx ile Bakunin kavgasının çizdiği bir ideolojik çerçeveye tıkıştırıyor. Açık fikirli, özgürlük sevdalısı anarşist Springer’ın, şu anda önümüzde açık olan düşünsel ve siyasi olasılıkları haczetmeye çalışması tuhaf. (…)
Kentleri tarihsel-coğrafi açıdan inceleyen bir uzaman olarak, Marksistlerin gündelik yaşam politikaları pahasına üretime öncelik vermesinden her zaman rahatsız oldum, hatta bununla mücadele ettim. Sınıfsal ve toplumsal eşitsizliklerin işyerindeki iş bölümleri kadar, konut farklılaşmasının bir ürünü olduğunu, bir “bütün” olarak kentin hem sınıf mücadelesinin hem diğer toplumsal mücadelelerin başta gelen bir alanı olduğunu ve bu mücadelelerin büyük kısmının gündelik yaşam alanında gerçekleştiğini uzun zamandır savunuyorum. Bu tip mücadeleler değerin üretiminden çok değerlendirilmesiyle ilgilidir. 1984 gibi erken bir tarihte “Halkların coğrafyası halka dayanmalı ve halkın vicdanının kaynağına giden derin köklerle gündelik hayatın kumaşına dokunmalıdır” diyordum.
Kent açısından bakıldığında değer üretimi bile yeniden düşünülmelidir. Örneğin, Marx, taşımanın bir değer olduğunda ve artı değer üretme potansiyeline sahip olduğunda ısrar etti. Hızla yükselen lojistik sektörü değer ve artı değer üretimiyle dolu. ABD’de en büyük işverenlerden biri artık General Motors değil McDonalds iken araba üretmenin değer ürettiğini ama hamburger yapmanın üretmediğini nasıl söyleriz? Manhattan’da 86. ve 2. Caddelerin kesişiminde durduğumda sayısız dağıtım arabası, otobüs ve taksi sürücüsü görüyorum; Verizon ve Con Edison işçileri kablo tamiri için sokakları kazıyor; sokağın aşağısında su şebekesi tamir ediliyor; başka işçiler yeni metroyu inşa ediyor; sokağın bir tarafındaki iskeleyi söküp, diğer tarafındakini kuruyor; bu arada kahve dükkanı kahve yapıyor, 24 saat açık lokantadaki işçiler yumurta çırpıp çorba satıyor. Bisikletle evlere Çin yemeği götüren şu çocuk bile değer yaratıyor. Son zamanlarda dikkate değer oranda artan, geleneksel olarak tanımlanan imalat ve tarımdaki işler değil, bu türden işlerdir ve hepsi de değer ve artı değer üretir. Manhattan koca bir değer yaratım adasıdır. Kent yaşamının üretim ve yeniden üretiminde çalışanların sadece yarısı bu türden değer ve artı değer üretiminde çalışsa, geleneksel imalattaki otomasyondan ve tarımın sanayileşmesinden kaynaklanan kayıpları kolaylıkla telafi eder. İş başındaki çağdaş proleterler bunlardır ve Springer ana akım Marksist düşüncenin büyük kısmının bu yeni durumu (ki aslında tamamen yeni de olmadığı ortaya çıkıyor) anlamakta güçlük çektiğinden yakınmakta gayet haklı. Pek çok toplumsal anarşist grubun içinde yerleşmiş olduğu proleter dünya budur. (…)
Gündelik yaşam perspektifleriyle hiçbir sorunum yok ve bu konudaki toplumsal anarşist duruşu alkışlıyorum. Bununla birlikte bir ikazım var: bireysel veya yöresel perspektiften bakıldığında gündelik yaşam sorunları, bir bütün olarak kentin yaşam sorunlarından farklı görünüyor. Kropotkin’den Patrick Geddes’e, Mumford’a ve anarşizmden esinlenen şehir planlamacılarına geçiş işte bu yüzden benim için önemli bir mesele haline geliyor. Şehirdeki kent yaşamını bir bütün olarak nasıl düzenlemeli ki insanların gündelik yaşamı “pis, hayvanca ve kısa” olmasın? Bu, biz radikal coğrafyacıların üzerinde durması gereken bir soru. Toplumsal anarşist geleneğin bu kısmı -aradaki basamakları atlayıp yerel düzeydeki hırslar ve gayetler ile metropol ölçeğinde meseleleri bütünleştirivermesi- açıkça kusurlu olsa da paha biçilmezdir. Çoğu anarşistin, anlaşılan buna Springer dahil, hiyerarşiden esinleniyor göründüğü veya devlet eliyle müzakere etmeyi ya da devlet erkini kullanmayı gerektirdiği için bunu göz ardı etmesinden, hatta elinin tersiyle itmesinden üzüntü duyuyorum. (…)
Eğer anarşizm Springer’ın dediği gibi birincil olarak “yeni örgütlenme biçimleri yaratma arzusuyla her günü yeniden fiilen icat etmekle” ilgiliyse, yüzde yüz destekliyorum. Eğer çalışma, yaşama, yaratma, eylemde bulunma, düşünme ve kültürel etkinlikleri ayırmıyor, bunları tek parça bir yaşam ağı içinde (bütünlüklü olarak) bir arada tutuyor ve o yaşamı yeniden şekillendirmeye çalışıyorsa, buna ben de yüzde yüz katılırım. Gündelik yaşamı farklı (Raymond Williams’ın ifadesiyle) “duygu yapıları” etrafında yeniden şekillendirme arayışı, Springer ve biyopolitikayla uğraşan otonomistler için olduğu kadar, benim için de kritik öneme sahip.
Ama bence sonuçlar bundan da genel. Hepimizin perspektiflerini birleştiren şey, giderek daha anlamsız görünen bir toplumsal dünyada, bulabildiğim en iyi isimle “bir anlam arayışı”dır. Bu, giderek daha da yabancılaştırıcı hale gelen bir dünyada olabildiğince yabancılaşmamış bir yaşam sürmek için gerçek bir girişimde bulunmayı gerektirir. Tanıdığım toplumsal anarşistlere bu girişime duydukları derin kişisel ve düşünsel adanmışlıktan dolayı hayranlık duyuyorum. (…)
Springer isyancı politikaları devrimci politikalara tercih ediyor. Sebebini, devrimciler hiçbir zaman gelmeyen devrim için durmadan planlar yaparak “tarihin bekleme odası”nda sonsuza kadar otururken asilerin “bunu şimdi yapmasına” dayandırıyor. Eh bazen yapar, bazen yapmazlar.
Bağımsız eylemlerle kendiliğinden doğan, “amaçtan yoksun bir araç” olarak görülen ve “birbirimizi özgürleştiremeyiz, ancak kendimizi özgürleştirebiliriz” fikri üzerine temellendirilen sürekli isyanlara ben şahsen güvenmiyorum. İsyan yoluyla bireysel özgürleşme iyi güzel de diğer herkes ne olacak?
Bookchin’in bütün bu konulardaki çizgisini eksik olsa da ilginç buluyorum. Islah edilemez birer baskı ve insan özgürlüğünü yadsıma araçları olarak gördüğü devlete ve hiyerarşilere kararlılıkla karşı durmakla birlikte Bookchin, iktidarı alma zorunluluğu konusunda naif değildi:
Her devrim, hatta temel değişime yönelik her girişim, iktidardaki elitlerin direnciyle karşılaşacaktır. Devrimi savunma çabaları -hem fiziki hem kurumsal ve idari – iktidarın toplanmasını, yani hükümet yaratılmasını gerektirecektir. Anarşistler devletin ilgasını isteyebilir, ama burjuva devletin doludizgin terörle topyekun geri dönmesini önlemek için bir şekilde zor kullanmak zorunlu olacaktır. Zira liberter bir örgütün, devrimci kitlelerin de desteğiyle iktidarı alabilecekken yersiz “devlet” yaratma korkusu yüzünden bundan kaçınması en iyi ihtimalle kafa karışıklığı, en kötü ihtimalle toptan bir cesaret iflasıdır.
(…) Springer’ın “dünün harcanmış fikirler denizinde havanda su dövmek” olarak gördüğü işte bu! Buradaki sorun, Springer’ın mutabakata dayalı yataylığı tek kabul edilebilir örgütlenme biçimi olarak fetişleştirmesidir. Uygun ve etkili çözümlerin incelenmesi önünde duran tek ve dışlayıcı dogma budur. Son yıllarda farklı çizgiden anarşistlerin benimsediği (bazılarını yerli pratiklerden uyarladığı), Graeber’in ifadesiyle, “zengin ve büyüyen bir örgütsel araçlar gösterisi”ne evet diyorum. Olası sol örgütlenme biçimleri repertuarına çok büyük katkıları oldu. Ve elbette demokrasiyi yeniden icat etme kritik amacının temel bir mesele olması gerektiğinde hemfikirim (kim olmaz ki). Ama kanıtlar açıkça gösteriyor ki, bir yandan tutarlı bir anti-kapitalist politika peşinden koşarken bir yandan da demokrasiyi yeniden icat edeceksek, bugün pek çok anarşist ve otonomistin kendini içine hapsettiğinin ötesine geçen örgütlenme biçimlerine ihtiyacımız var. Örneğin, Negri ve tanıdığım birkaç Yunan anarşisti gibi ben de Syriza’yı ve Podemos’u destekliyorum; devrimci oldukları için değil, farklı bir siyaset türüne ve farklı bir toplumsal ilişkiye yer açılmasına yardım ettikleri için. Siyasi gücün harekete geçirilmesi esastır ve devletin bir radikalleşme alanı olabileceği göz ardı edilemez. Otonomist ve anarşist meslektaşlarımın pek çoğundan ayrıldığım noktalar işte bunlar.
Ama bu katıldığımız diğer pek çok anti-kapitalist mücadelede işbirliği yapmamıza ve birbirimize yardım etmemize engel değil. Gerçek fikir ayrılıkları verimli işbirliklerine engel olmamalı. Velhasıl, ulaştığım sonuç şudur: bırakın radikal coğrafya neyse o olsun: radikal coğrafya; bütün “izm”lerden bağımsız, ne daha az, ne daha çok.
İngilizce’den Çeviren Erkan Ünal’ın Cogito dergisinin 84. sayısında yer alan çevirisinden yararlanılmıştır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları (3) : Radikal Coğrafya Tartışması – Simon Springer’in “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmak Zorundadır?” Makalesine Kişisel Bir Yanıt appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>