The post Başkanın Sansasyonları – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Filmlerde bize sansasyon olarak sunulan darbe ya da suikast senaryoları, ya birilerinin uygulamaya koydukları planlarının birer parçasıysa?
Sinema her ne kadar yedinci sanat olarak adlandırılsa da, yalnızca Hollywood’a baktığımızda bile, onun devasa bir endüstri olduğu gerçek. Üreticileri ve tüketicileri, arzı ve talebi olan büyük bir pazar. Kapitalizmin serbest piyasa koşullarında kar ve daha çok kar elde etmek isteyen girişimciler için de iyi bir yatırım alanı.
Elbette bu sistemin de kendince rekabet koşulları var ve film yapımcıları yatırdıkları paranın hızlıca ve çoğalarak geri dönmesini istiyor. Yani bu alanda çok da risk almak istenmiyor. Yıllar içinde, sinema izleyicisinin ne tarz filmleri beğendiği, nasıl konulardan hoşlandığı belli ki bir formüle dönüşmüş durumda ve her üretilen filmde bu formül az ya da çok devreye sokuluyor.
Hepimizin kolayca tahmin edebileceği gibi içinde cinsellik, şiddet ve dini motifler olan filmler izleyici bulabiliyor. Ama kimi zaman konusuyla, kimi zaman oyuncularından birinin yaptığı bir davranışla adından çok söz ettiren sansasyonel filmler, bu standart formülün getireceğinin kat be kat üstünde izleyiciyi o filme çekiyor.
Elbette, sinema bir kar alanı olduğu kadar bir propaganda alanı da olduğundan, Hollywood özelinde Beyaz Saray’ın “beyaz perdedeki sesi” de oluyor ve hem iç hem de dünya kamuoyunu Amerika Birleşik Devletleri’nin resmi görüşleri doğrultusunda etkileme olanağı da sunuyor.
Beyaz Saraya Siyah Başkan
Tarihi ırkçılık üzerinden şekillenen bu devlete, günün birinde bir siyahın başkan olacağına kim inanırdı? Ama dünyaya çarpmakta olan bir göktaşını konu alan 1998 yapımı Armageddon filminde bir siyah başkan resmedilerek bu “çarpıcı” etki daha da kuvvetlendirilmiş; izleyici de 2009-2017 arası görev yapacak Barack Obama’ya pekâlâ hazırlatılmış olabilirdi.
İşte 2014 yılı yapımı The Interview (Röportaj) filmi de Kuzey Kore lideri Kim Jong Un’a suikast gibi sansasyonel konusunun yanı sıra, bu konunun gerçek politik arenada yarattığı sorunlarla da kendisinden çokça söz ettirmeyi başarmış bir film.
ABD ile Kuzey Kore arasında var olan gerilim zaman zaman füze denemeleri zaman zaman nükleer silahlar nedeniyle daha da yükseliyor. Tarafların birbirlerini tehdit etmeleri, her an başlayabilecek savaş endişesiyle sürüp giderken ortaya çıkan bu film, her ne kadar komedi de olsa, tarafları birbirine düşürmeye yetti de arttı bile.
Filmin yapımcı şirketi Sony, 44 milyon dolara mal olan bu filmi yalnızca Amerika’da 2 binden fazla sinemada göstermeyi planlarken; sinema salonlarına yapılan tehditler sonucu filmin belirlenen tarihte vizyona girmesi mümkün olmadı.
Siber Savaşa Neden Olan Film
FBI’ın bile dahil olduğu bu süreç şöyle ilerledi: Önce Kuzey Kore hükümeti bu filmin kendisini bir “terör eylemi” olarak niteledi. Ardından siber korsanlar filmin vizyona gireceği sinema salonlarına “11 Eylül 2001’de neler olduğunu hatırlayın. Size tavsiyemiz bu filmi vizyona sokan sinemalardan uzak durmanız” yazan mesajlar gönderdi. Aynı zamanda yapımcı şirket Sony’e siber saldırı düzenlendi ve Sony çalışanlarının maaş bordroları ile henüz vizyona girmemiş 5 senaryo internetten paylaşıldı. FBI, bu engelleme ve saldırılardan Kuzey Kore’yi sorumlu tutsa da olan oldu ve film kendine salon bulamadı.
İşin içine bu kez dönemin ABD başkanı Obama girdi ve Kuzey Kore’yi “terörizmi finanse eden ülkeler listesine koymayı düşündüklerini” söyledi. Kuzey Kore’den yanıt gecikmedi, onlar da “Beyaz Saray’ı patlatacakları” tehdidinde bulundular. Tehdide karşı bu kez ABD Kuzey Kore’ye bir siber saldırı başlattı ve ülkenin interneti 9 saat süreyle kullanılamaz hale geldi.
Balondan Film Dağıtımı
Bu kriz “yaratıcı” eylemlere de yol açmadı değil. Örneğin, Güney Koreli Park Sang-hak, Kuzey Kore lideri Kim’in etrafındaki “idolleştirmenin kırılması” amacıyla içinde Interview filminin DVD’lerinin bulunduğu balonları Kuzey Kore’ye göndereceğini açıkladı.
Neticede Obama, Sony’e geri adım atmaması yolunda destek verince Sony, filmi Google Play, YouTube, Xbox ile iTunes üzerinden belli bir ücret karşılığı izlenebilir halde internetten sunma yoluna gitti. Açıklanan rakama göre film ilk 24 saatte 900 bin kez indirildi. Bu, sadece bir haftada 15 milyon dolar kazanmak demekti. Filmin konusu kadar yaşanan bu sansasyonlar da izleyici için iyi bir reklam olmuştu elbette.
Kuzey Kore Ulusal Savunma Komisyonu Obama’nın devreye girmesi üzerine, “Obama, her zaman tropikal ormandaki bir maymun gibi sözleri ve eylemleriyle pervasızca davranıyor” diyerek o dönem çok eleştirilen bir hakarette bulunmuştu.
Yaşanan bu uluslararası kriz, filmin internette gösterilmesinin ardından salonlarda da gösterilmeye başlanmasıyla sönümlenmeye yüz tuttu. Kuzey Kore “filmi kınasalar da misillemede bulunmayacaklarını” açıkladı.
Suikast Senaryosu Gerçek Oldu
Bu kriz yeni yeni unutulmaya başlamışken 2017 Şubat ayında Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’un üvey ağabeyi Kim Jong-nam’a Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’daki havalimanında bir saldırı düzenlendi ve Macau’ya gitmek üzere beklerken yüzüne zehirli kimyasal bir sıvı püskürtülen Kim Jong-nam, hastaneye kaldırılırken ambulansta hayatını kaybetti.
Akla ister istemez Interview filmini getiren bu olayla ilgili olarak Güney Kore ve ABD, bu suikastın arkasında Kuzey Kore’nin olduğunu savunsa da, bu konuda henüz somut kanıt elde edilmiş değil.
ABD’ye siyah bir başkan seçildiğini ya da Kuzey Kore liderine olmasa da onun üvey ağabeyine bir suikast gerçekleştirildiğini sinemalardan sonra gerçek yaşamlarımızda da gördük. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, belki de tüm bunlar biz “izleyici”lerin davranışlarını belirlemek için önceden hazırlanmış planlardı. Bize sansasyon olarak sunulan şeyler, onların istediklerini elde etmeleri için oluşturdukları senaryolarının parçasıydı.
Bu otoriter sistemler ortadan kalkmadıkça, ABD’de ya da Kuzey Kore’de ya da dünyanın başka coğrafyalarında başkanlar ya da başkanlık heveslileri, yeni yeni darbeler ya da suikastler planlayacaklar ve belki biz de bunları sansasyon olarak görmeye devam edeceğiz.
The post Başkanın Sansasyonları – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tehcirde Geçen Bir Yaşam: Zabel Yaseyan – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sekiz yüz bin ile bir buçuk milyon arası Ermeni katledildi 24 Nisan 1915’te. Bu tarih, devletlerin ve iktidarların tektipleştirme, asimilasyon, inkar ve imha politikalarının unutulmayacak örneklerinden bir tanesi oldu. Yine bu tarihte yüzlerce edebiyatçı, siyasetçi, sanatçı yaşadığı topraklardan çok uzaklara sürgün edildi ve birçoğu sürgünde katledildi. Kendisi de ömrü yollarda geçmiş ve sürgünde yaşamını yitirmiş bir Ermeni devrimci ve edebiyatçı olan Zabel Yaseyan da yukarıdaki sözleriyle betimliyordu Ermenilerin yaşadığı katliamlardan bir tanesini.
Sürgünlerde Geçen Bir Yaşam Zabel Yaseyan
1878’li yılların başında Üsküdar’da dünyaya gelen Ermeni kadın Zabel Yaseyan, öğrencilik yıllarında edebiyata oldukça ilgiliydi. Bu ilgisi onun daha sonraki dönemlerini de belirleyecekti.
Yaseyan’ın, yaşamının ve edebiyat anlayışının şekillenmesinde o dönemde Ermeni halkının yaşadığı zorlukların oldukça etkisi vardı. 1890’lı yıllar, yaşanan isyanlar, politik kargaşalar ve katliamlar nedeniyle Osmanlı’da yaşayan Ermeniler için oldukça zor yıllardı. Bu nedenle Yaseyan, Aralık 1895’te öğrenimine devam etmek üzere Paris’e gitti; böylece üniversiteye giden ilk Ermeni kadınlardan da bir tanesi oldu. Öğrencilik yıllarında da geçimini sağlayabilmek adına edebiyat faaliyetlerine Paris’te devam etti.
1908‘deki Jön Türk Hareketi’nin ardından İstanbul’a dönen Zabel Yesayan, birçok kimsenin aksine Meşrutiyet’e romantik bir şekilde bakmadı. Zabel, Jön Türk’lerin iktidara gelmesinin ardından hiçbir şeyin değişmediğini hatta daha da kötüye gittiğini düşünüyordu. Bu düşünceleri nedeniyle dili her geçen gün biraz daha siyasileşiyordu ve halkı açıkça devrime çağırıyordu.
Yaseyan’ın giderek siyasallaşan düşünceleri onun kadın mücadelesine yönelmesine de neden olmuştu. O kadının toplumdaki rolüne ve uğradığı adaletsizliklere gerçekçi biçimde bakmak gerektiğine inanıyor; kadınların özgürleşmesi için tüm sistemin değişmesi gerektiğini savunuyor ve bu hareketi öncelikle kendi hayatında başlatıyordu.
Nisan 1909’da Adana’da yaşanan Ermeni katliamları Yaseyan’ın Jön Türkler hakkındaki düşüncelerinde haksız olmadığını göstermişti. Olayları yerinde incelemek ve ilk elden bilgi sahibi olmak üzere Adana’ya giden siyasetçilerin ve sanatçıların arasında yer alıyordu. Burada bir süre kalan Yaseyan, gözlemlerini, yaptığı araştırmaları, şahitliklerini ve Adana’daki kurbanların anlattıklarını Averagnerun Meç yani “Yıkıntılar Arasında” ismiyle kitaplaştırarak, 1911 yılında İstanbul’da yayınladı.
24 Nisan 1915’te ise tutuklanarak sürgün edilecek Ermeni siyasetçi, edebiyatçı ve sanatçıların arasından yer alan tek kadın Zabel Yaseyan olmuştu. Katliamların ardı sıra yaşandığı bu dönemde diğerleriyle aynı sonu yaşamak istemeyen Yaseyan, Bulgaristan’a gitmek zorunda kaldı.
İki yıl sonra 1917’de Bakü’de Ermeni göçmen ve yetimlere yardım amacıyla çalışmaya başladı. Aynı yıl Joğovurti Mı Hokevarkı yani “Bir Halkın Son Nefesi” isimli romanını yayınlandı. 1918 yılında ise Ortadoğu’nun dört bir köşesine dağılmış binlerce Ermeni’ye yardım etmek için harekete geçti.
1933’te Ermenistan’a yerleşen Zabel Yaseyan, Ermeni Devlet Üniversitesi’nde Batı Ermeni Edebiyatı dersleri vermeye başladı. 1934’te Gırage Şabig yani “Ateşten Gömlek“ ve 1935’te ise Silahdari Bardeznerı yani “Silahtar Bahçeleri” isimli romanlarını yayınlandı. Zabel, 1937’de Stalin’in “Büyük Temizlik” dediği operasyonu sırasında tutuklandı ve Sibirya’ya sürgün edildi. Yaseyan, 1942-1943 yılları arasında kimilerine göre bir hapishane koğuşunda kimilerine göre de boğularak, yani “bilinemeyen bir koşulda” yaşamını yitirdi.
Zabel Yaseyan Tiyatro Sahnesinde
Yaseyan’ın baskı, sürgün gibi zorluklar ve yok edilme pahasına ısrarla sürdürdüğü mücadeleci yaşamının öyküsü birçok yazının, kitabın konusu oldu. Adı dilden dile dolaştı. Şimdi de bir Ermeni kadın olarak yaşamını mücadeleyle bütünleştiren Yaseyan’ın hikayesi tiyatro sahnesine taşındı. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne ithafen Zabel Yaseyan’ın yaşam öyküsü Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) tarafından sahnelendi. Kadrosu tamamen kadınlardan oluşan oyun, birçok yerde gösterildi. Oyun KHK ile işten atılan tiyatrocularla dayanışma amacıyla daha önce de oynandı. 11, 14 ve 23 Nisan tarihlerinde, saat 20:00’de Boğaziçi Üniversitesi, Demir Demirgil Tiyatro Salonu’nda gösterilecek olan Zabel oyununu izlemenizi tavsiye ederiz.
“Ne bu anlatılanlar, ne o küller içinde debelenen Ermeniler, ne dehşetin sarhoşluğunu üzerinden atamamış, gözlerinde acı ve şaşkınlık okunan çocuklar, ne de kayıplarının acısıyla kıvranan dullar… Bunların hiçbiri yetmez o cehennem günlerinde Adana’da yaşananların karanlık ve gerçek derinliğini tam olarak kavramamıza…”
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.
The post Tehcirde Geçen Bir Yaşam: Zabel Yaseyan – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “EYLEMDE ANARŞİZM” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
FIJL Militanlarının İdamı
1943 yılının Nisan ayında, Faşist Franco iktidarına karşı direnişe geçmiş bir grup anarşist tutuklandı ve Modelo Hapishanesi’ne gönderildi. Dokuz kişiden oluşan bu grup faşizme direnen onbinlerce isimsiz silahlı örgütlenmeden sadece biriydi. Juventudes Libertarias’a (Özgürlükçü Gençlik) bağlı olarak hareket eden grubun üyeleri, 1900’lü yılların başında Primo de Rivera diktatörlüğüne karşı mücadele eden yoldaşlarıyla benzer bir devlet şiddetiyle karşılaştılar. Kazıklara bağlanıp boğularak katledildiler. Hikayeleri yıllar sonra “Unknown Heroes: Biographies of Anarchist Resistance Fighters” (İsimsiz Kahramanlar: Anarşist Direniş Savaşçılarının Biyografileri ) adıyla yayınlandı.
1903 Hollanda Demiryolu Grevleri
İşçi hareketinin, hemen her ülkede örgütlenen genel grevlerle dolu tarihinin yazıldığı yıllarda Hollanda’da sendikalar ve işçi örgütlenmeleri büyük oranda anarko-sendikalizmin etkisindeydi. Bu etkinin bir sonucu olarak 1903 yılında anarşist National Arbeids Secretariaat (NAS) Sendikası’na üye demiryolu işçilerinin başlattığı bir grevler süreci örgütlendi. Örgütlenme ve sendika kurma yasaklarına karşı direniş için başlayan grevler, sendika üyeliğinin serbest bırakılmasıyla zaferle sonuçlandı. Ancak sonrasında devlet, grevleri örgütleyen anarşistlere saldırmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden güç kazanan NAS, farklı isimler altında çalışmalarına devam etti.
1918 Lima Genel Grevi
Dünyanın hemen her yerinde “Günde 8 Saat” iş talebiyle sürdürülen mücadelede anarşistlerin etkisi büyüktü. 1918’in Aralık ayında Lima’daki El Inca fabrikasında kadınlar ve çocuklar için 8 saatlik iş günü yasasıyla başlayan grev bütün bir Peru ekonomisini sarsacak genel bir greve dönüştü. El Inca fabrikasında başlayan grevin sloganı “Sadece kadınlar için değil, bütün işçiler için 8 saat”ti. Grev özellikle tekstil sektöründe geniş bir yankı buldu. Vitarte ve El Inca fabrikalarındaki işçiler, 20 Aralık tarihinde genel grev çağrısı yaptı. İlerleyen haftalarda La Victoria, La Union, ve El Progreso fabrikalarındaki işçiler de greve katıldı. Öğrenci Federasyonu’nun da destek verdiği grev 15 Ocak tarihine dek sürdü ve tüm taleplerin kabul edilmesiyle birlikte zaferle sonuçlandı.
The post “EYLEMDE ANARŞİZM” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (25): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Proletaryanın kökenleri, feodal toplumun kendini ekonomiye dayalı örgütlediği ve kapitalist topluma dönüştüğü tarihsel dönemde aranmalıdır. Bu dönüşüm, emtia dolaşımına egemen olan sermayenin, teknoloji ve uzmanlaşmanın başrol oynadığı bir “sanayi devrimi” vasıtasıyla üretim alanını işgal ettiği zamana denk düşer. Emtia, yani parayla değiş tokuş edilen ürün, tarih boyunca çeşitli dönemlerde, her seferinde ticaret ile bağlantılı olarak ortaya çıktı, ancak daha önce hiçbir zaman toplumda merkezi bir yere sahip değildi ve onun mantığı bu nedenle daha önce toplumsal düzeni asla belirlememişti. “Aydınlanma Yüzyılı” denen 18. yüzyılda, devletlerin askeri ihtiyaçları ile ortaya çıkan muazzam talep, yeni bir üretim sistemi doğurdu: Fabrika ve onun bilime ve seri üretime dayanan, tek taraflı teknolojisi. Üretimin mal üretimi haline geldiği gerçeği başlı başına önemlidir çünkü ham maddeye değer katan özel bir emtiayı ima eder: Bu emtia emektir. Kısacası, emtia üretimi, bir proletarya oluşturulmasını gerektiriyordu. Belli bir teknoloji ve devletin amaçladığı belli bir kalkınma planı tarafından yaratılan koşullar altında, sermaye kendi karşıtını, ücretli emekçiyi yarattı. Sanayi proletaryası da bu iki faktörün ürünüdür. Somut olarak, buhar makinesinin olduğu kadar, askeri-endüstriyel modeldeki emek tasnif sisteminin de meyvesidir.
Modern çağ boyunca bu dönüşümü haber veren değişikliklerin öncesinde, düşünce yavaş bir evrim süreci geçirmiş ve dinin yerine akıl gelmiştir. Dünyevileşen adam, göklerden yeryüzüne indi. Dünya, doğru bakıldığında, ruhani rehberler olmadan, kendi terimleriyle açıklanabiliyordu. Gelenek ve otoritenin yerine geçen bilim, en yüksek düşünce biçimi olarak kabul edildi. Yeni bir inanç ortaya çıktı, ilerlemeye olan inanç, bilimsel bilgi ve teknolojik yeniliklerin yayılmasıyla, neredeyse otomatik olarak insanlığın iyileşeceğine dair inanç. Ancak ilerlemeci akıl, bilmenin tatmini ile yetinmedi ve tahakküm burcunda ilerlemek istedi. İlerleme doktrini, doğanın güçlerini tahakküm altına almanın ve onları egemen çıkarlarının hizmetine koymanın yanı sıra, neredeyse bir cennet olarak tasvir edilen geleceği ve sefil bir geri kalmışlık olarak algılanan geçmişin tümüyle yıkılmasını bir amaç olarak ima eder. Bilim ve teknolojinin temel dayanak noktalarından birisi olan sürekli değişim, ahlaki bir görev statüsüne yükseltildi. Değişime karşı çıkmak demek, ilerlemeye karşı olmak, yoksulluğu ve cehaleti savunmak demekti. Güç dengesi, makinelerin ve rasyonelleşen şirketlerin lehine kaydı çünkü doğanın tahakkümü, bir başka deyişle, ilerleme, bilim ve teknoloji altında köleliğe dönüştü. Düşünceyi araç olarak gören bu zihniyet, kapitalizmin önünü açtı ve gelişmesi için elverişli koşullar yarattı. Emtianın dayattığı yeni durumda işçi, endüstriyel mekanizmanın bir parçası, artı değer kaynağı ve makinenin bir kölesiydi. Mal ve dolayısıyla emeğin üretimi, rasyonelleşme ve teknolojik yeniliğe gittikçe daha fazla tabi olacaktır. Gerçek kapitalist tahakküm kişisel değildir çünkü onu uygulayanlar her zaman, kendi koymadıkları kuralları, sonucu ne olursa olsun uygulayanlardır. Bu tahakkümün esası, şeylerin insanlar üzerindeki gücüdür, ya da, daha doğrusu, bu gücün kurbanlarına karşı nasıl kişiselleştiğinden bağımsız olarak, bireyin, şeyler arasındaki aracı, bir mekanizmanın ikincil bir parçası, yabancı yasaların bir oyuncağı olarak gözükmesi sayesinde soyutlamanın sosyal ve ekolojik gerçeklik üzerindeki gücüdür. Bu soyutlama, son derece teknik araçlar vasıtasıyla somut bir biçim alır. Teknolojiye giderek daha bağımlı hale gelir. Tahakküm, somut ekonomik alandan koparak gittikçe daha fazla teknik bir yapıya sahip olurken, teknolojinin kendisi, soyutlamanın kalbindeki ekonomik alanın içinde büyüdüğü için, giderek sınıflar üstü, fütürist bir fetişe dönüşecekti. Bilimsel – teknolojik kriterler içselleştirilerek, özel ve kamu işlerinin yönetiminde ideolojik ve siyasi kriterlerin yerine geçecekti. Son olarak, baskın kültürün ve ekonominin iyiliği için, bilim ve teknoloji, bireysel ve kolektif varoluşu örgütleyen rehberler olarak, bir ideoloji şeklini almaya başlayacaktı.
İlk aşamasında, kapitalizmin temel çelişkisi, sermaye ile ücretli emek arasındaki çelişki, burjuva sınıfı ve işçi sınıfı arasındaki çelişki oldu. Kapitalizmin özü olan, şeylerin bireyler üzerindeki gerçek tahakkümü, başlangıçta kişisel ya da sınıf sömürüsü görünümündeydi. Sınıf mücadelesinin kapitalizmin sınırları içinde devam ettiği gerçeğine ve sermaye ve emeğin birlikte, aynı ilişkinin iki kutbu gibi, özel bir çıkarlar topluluğu teşkil ettiği gerçeğine rağmen burjuvazi ve proletarya arasında mutlak bir uyumsuzluk varmış gibi görünüyordu. Aslında onların aşırı zıtlığı, emtianın topluma hızlı girişinin sonucuydu; Kapitalizm, ona uyumlu olan, oy hakkı, örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkının gibi adli ve siyasi biçimlerin gelişmesinden daha hızlı, onların gelişmesini geride bırakarak büyüdü. Eski rejimin, sınıfları hala etkileyen kalıntıları tarafından engellenen bu biçimler, çatışmayı hafifletmekten acizdi. Bu nedenle işçi hareketi, sadece emek reformlarıyla değil, aynı zamanda siyasi haklar talep etmeye başladı ve aşılması imkânsız engellerle karşı karşıya kaldığında, bu engelleri aşmak için toplumsal devrim dışında hiçbir yol olmadığı sonucuna vardı. Burjuva ihtiyaçlarına uyum sağlayan tarihsel biçimler kuruluş süreci içindeyken, işçi hareketi yöntemler meselesi üzerinde bölündü ve sadece hedefler konusunda birlik oldu. Hem reformistler, hem devrimciler, kullandıkları araçlar farklı olsa bile, aynı amaçların peşinde olduklarını iddia ettiler. Bununla beraber, zanaatkârlığın gerilemesi ve sisteme entegrasyonu ile varoluşu mümkün olan emek bürokrasisi ve onun müşterileri, reformizm ve Jakobenliğin uygulamaları sonucunda yaratıldı. Siyasi-ekonomik gelişmenin bir sonraki aşamasında, işçi partileri, sendika işbirlikçiliği, Fordizm, vb., sermaye ve emek arasındaki çelişkinin daha önce göründüğü kadar mutlak olmadığını ortaya çıkardı. Sosyal reformlar, işçi devletine ya da işçi toplumuna yol açmadı, ama gelişen bir tüketici toplumu meydana getirdi.
Devrimci proletarya gerçekten de, hareketin yenilmeyen bölümünü ve gelecekteki devrimlere bıraktığı mirası oluşturan, komünler, fabrika komiteleri, bölünmez sendikalar, işçi konseyleri, milisleri ve kolektifleri yaratmıştır. Ancak, Rusya’da totaliter devlet kurulması fiyaskosu, bir zamanlar uluslararası işçi sınıfına atfedilen, kapitalizmin mezar kazıcısı şeklindeki tarihi rolün sorgulanmasına yol açtı. Parlamento seçimlerindeki kitlesel katılım, kitlesel tüketim ve eğlence endüstrisi gibi gerçekler, burjuva ahlakını benimseyen bir emekçi nüfusu ortaya çıkardı. Hizmet sektörünün genişlemesi ya da otomasyon gibi gerçekler ise, üretim ve proletarya arasında genişleyen uçurumu ve hepsi birden, çözünme sürecinde olan bir sınıf toplumunun, bir kitle toplumunun varlığı vurguluyor. Nasıl ki sınıflar, olgunlaşmamış kapitalizmin eseridir, kitleler de olgunlaşmış kapitalizmin eseridir. Bunların nedeni, üretimde ve yönetilen tüketiminde teknolojinin baskınlığı karşısında işçi sınıfının düşüşüdür. Sınıfların aksine, kitleler kendilerini özgürleştirmekten acizdir. Köklerinden sökülmüş bireylerden oluşan kitleler, propaganda veya gösteri dolayımı olmayan her tür dayanışma ya da ilişkiden kopmuşlardır. Sosyal düzlemde bunun anlamı, artık tüm hayatın, tüketimin telkin edildiği, gözlemlendiği ve zorlandığı bir özel hayat haline gelmesidir. Kitle toplumunda kumanda teknolojidedir; insan makinenin ham maddesidir, bir sosyal mekanizmanın kendinden daha mekanik bir diğerini inşa etmek için kullandığı bir alettir. Baskın değerler, doğrudan teknik değerler haline gelmiştir çünkü teknoloji, hem sermaye oluşumu açısından, hem de güç aygıtı olduğu için belirleyicidir. Kitle toplumunun aynı anda bir fabrika, bir alışveriş merkezi, bir hapishane ve bir laboratuvar olma eğilimi, ya da diğer bir deyişle, otonom güç aygıtının, iradesiyle, yaşamı bu dört alt sisteme denk düşen kriterlere göre belirleyebilecek hale gelmesi, kapitalizmin gerçek temel çelişkisini ortaya koymaktadır, yani emtianın teknosever mantığının, kendi biyolojik çevresi dâhil, kontrolünü ele geçirdiği toplumsal yaşamla arasındaki çatışmanın ürettiği çelişkiyi. Mesai bittiğinde sömürü sona ermez. Yaşamın tamamına el konulmuş durumdadır ve bunun ekolojik sisteme etkisi göz önüne alındığında, tüm yaşam doğrudan tehdit altındadır. Çelişki, türlerin yaşamını tehdit ederek zirveye ulaşır. Kapitalizm, ileri evresinde, siyasi, ekonomik ve ahlaki ideallerin bir teknolojik ütopyaya yol açacağını ve sonuçta teknolojinin, ya da “ölü emeğin” tüm yönleriyle yaşamı kucaklayacağını iddia eden araçsallaştırma dönemini kapatıyor, çünkü “ölü emek” giderek daha yapay ortamlara yayılıyor. En-son teknoloji, ileri kapitalizmde insanın kaderidir. Böyle bir rejimde, teknolojik yeniliğin yolunda devam etmesi dışında hiçbir umut yoktur. Ancak bu yolda, -adına ister teknokrat oligarşi deyin, ister basitçe mega makine- güç aygıtının talepleri nedeniyle, insani özelliklerin hepsi kaybolacak ve gezegen yok edilecektir.
Miguel Amorós
Çeviri: Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (25): Sermaye, Teknoloji ve Proletarya appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Tastamam Bir Tespih, İmamesi Bile Var…” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bazı hikayeler vardır. Ne yapsanız, ne etseniz bir türlü sindiremezsiniz. Onu bir yere koyamaz, öfkeden ve üzüntüden ne yapacağınızı şaşırırsınız. Duyduğunuz andan itibaren boğazınızda bir yumru; sırtınızda ağır bir yük gibi oradan oraya taşır; bir türlü onu bırakamazsınız. Bırakmamalısınız da, çünkü biz o yüke sorumluluk deriz.
***
Kürdistan’da evleri ve yaşamları bir depremle alt üst olan bir aile… Pılını pırtısını toplayıp, Sakarya’ya gelirler. Evin babası inşaat işçisidir. Baba bir süre çalıştıktan sonra, anlaşılır ki hastadır. Akciğer kanseri olmuştur. Yani artık çalışamayacaktır. Evin küçük kardeşlerinden biri, günlük 50 liraya bir inşaatta çalışmaktadır. Babanın hastalığından sonra, yeni bir iş bulmaya karar verir. Bir “HES” inşaatında günlük 125 liraya kalfa olarak çalışma imkanı vardır. Fakat yaşı 16 olduğu için kuzeninin kimliğiyle başvurur işe, kabul edilir. Daha işin 4. günündedir, 4 arkadaşıyla işlenmektedir. Yerde parlak bir şey görür. İmamesiyle beraber tastamam bir tespihtir bu. Çok beğenir tespihi, hemen arka cebine atıverir. Gün boyu çalışır, akşam vakti işini bitirdiğinde kendisini eve götürecek olan otobüse biner. İyi çalışmıştır; bir cebinde yevmiyesi, bir cebinde parıl parıl parlayan tesbihiyle ve ailesinin ağır yükünü taşımanın gururuyla eve gelir. Hasta bir baba, kardeşler, yeğenler, bacanaklarla beraber yaşadığı bir gecekondudur evi. Yevmiyeyi çıkartıp annesine verir. Sonra arka cebinden yeni bulduğu tespihi çıkartır. Bak anne der “ Tastamam bir tespih, imamesi bile var…” Anne tespihi eline alır, biraz kurcalar, sonra kız kardeş gelir -Yeni bir yeğeni karnında taşımaktadır- o da biraz oynar. Yeğen, bacanak, herkes bir bir elinden geçirir tespihi. Çünkü yoksulların evinde kimse kimseden bir şey saklamaz. İyi olan her şey paylaşılır. Tıpkı kötü olanda olduğu gibi… Tespih kaybolmasın diye bir kağıda sarılır, televizyonun üzerindeki metal çanağın içine konur. Genç yorgundur, biraz bir şeyler atıştırdıktan sonra yatağa girer. Dinlenmesi, yarın işlenmeye devam etmesi gerekir. Kısa günün karı diye içinden geçirir. Bir yevmiye… Bir tespih “hem de imamesi bile var… tastamam…” Gözlerini kapar.
Daha aradan bir saat geçmemiştir ki, kalçasında bir yanma ve sertlik hissiyle uyanır. Bütün vücuduna bir ağırlık çökmüştür. Başı zonkluyor, midesi bulanıyordur. Biraz kusar. Ama çok kafasına takmaz. Ertesi sabah, gün daha ağarmadan tekrar yola çıkar. Çalışırken fenalaşınca revire kaldırırlar. Revirdeki doktor olanlara pek bir anlam veremez. Hastaneye sevk eder. Hastanede bakmazlar ona. Kimliği yoktur. Eve istirahata gönderirler. Ama annesi gencin kalçasında yanıklar olduğunu fark eder. Tekrar hastaneye giderler. İki iğne vurulur, birkaç hap verilir ve nihayetinde tekrar evine gönderilir. Bu gidiş gelişler böyle devam ederken, genç doktorlardan birine bulduğu tespihten bahseder. Sonra her şey çorap söküğü gibi gelir. İşte o tespih, bir tespih değildir aslında. HES inşaatında sızdırmazlığı ölçen bir aletin içinden düşmüş olan bir radyoaktif maddedir.
Hastanede karantinaya alınır. Gencin yaşadığı ev ve mahalle de. Zaten anne, baba ve hamile kız kardeşin de ellerinde yaralar çıkmıştır. Genç ise, artık ayakta duramıyordur. Kalçasındaki etler erimiş, kemikleri ortaya çıkmıştır. Günde iki defa morfin yemeden, yatakta bile duramıyordur.
Valisinden doktoruna herkes durumu kurtarmaya yönelik açıklamalar yaparken, HES şirketi gence dava açmıştır. Çünkü şirkete ait olan bir şeyi almış ve bir nükleer kazaya sebebiyet vermiştir.
***
Bazı hikayeler vardır. Yaşandığı coğrafyanın bütün acısını, bütün kederini, bütün öfkesini içinde taşırlar. Fazla söze gerek yok aslında. Bu hikayeler kendini anlatır. Kapımızda bekleyen daha büyük bir nükleer felaket. On yıllardan beri bitmeyen bir savaş. Suları tutsak eden, insanları susuz bırakan HES’ler. Hastaneler, yoksulluk, adaletsizlik ve bir yaşamı idame ettirmeye çalışmanın dayanılmaz ağırlığı.
“Tastamam bir hayatın peşinde“ hayatta kalmaya çalışanların hikayeleridir. Bizim hikayemizdir. Her gün içmek zorunda olduğumuz acı bir su gibi olan, bizi paramparça eden ama aynı zamanda öfkemizi bileyen keskin bir bıçak gibidir. Başta söylediğimiz gibi Bir yük değil bu yaşananlar, bir sorumluluktur. Öfkemizin coşkun bir sel gibi patlayıp kale duvarlarını aşacağı o güne kadar biriktirdiğimiz.
Aysel Özdemir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Tastamam Bir Tespih, İmamesi Bile Var…” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Çernobil’in Sabahında – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Güneşli, açık bir gün de olabilir bugün, yağmurlu karanlık bir gün de. Kar da yağabilir o gün her taraf bembeyaz olur; belki çiy de düşebilir o gün sabahında.
O günün sabahında, kahvaltımızı yapmış evden çıkmış olacağız. Kimimiz çocuğunu okula bırakacak. Kimimiz apar topar metroya, otobüse, vapura yetişmeye çalışacak. Kimimiz sofrayı toplayıp, ev işlerine girişecek.
Kimimiz vapurda ekmek atacak martılara, kimimiz otobüste koltuk altını burnumuza yaslayan adama söylenecek. Kimimiz kilitlenip kalmış trafikte donuk donuk bakarak her günkü bıkkınlığa dalacak. Gündelik meseleler, kredi kartı borçları, ev kiraları, ailevi ya da özel problemler ile meşgul olacak belki kafamız. Belki de akşam eve giderken kızımızın doğum gününde ona ne alacağımıza kafa yoracağız.
Dükkânın kapısı açılacak. Bir gökdelenin içindeki asansöre binilecek. İş güvenliği için kask takılacak. Sıkıcı bir dersi en az 40 dakika dinlemek için sıraya oturulacak.
Önce bir ışık göreceksin. Vakanın yaşandığı yere ne kadar yakınsın bilmiyorum ama çok çok yakın değilsen ve eğer hayatta kalabilirsen, bu ışık seni 45 dakika boyunca kör edecek. Vakanın yaşandığı yere çok yakın olanlar “Ani Nükleer Radyasyon”a maruz kaldıkları anda, oracıkta korkunç bir şekilde ölecekler.
Hemen ardından 300.000 °C’lik bir ısı dalgası yayılacak. Fakat buna ısı dalgası demek facianın boyutunu küçümsemek olur. Bir alev rüzgârı, inanılmaz bir güçle vakanın yaşandığı çok geniş bir alana yayılırken, bizimle beraber ilk 5 kilometredeki binalar, ağaçlar ve hayvanlar anında kül olacak. Mesafe arttıkça hızı saatte 470 km olan alev rüzgârı yavaşlayacak ve saatte 260 km’ye düşecek. Sırasıyla vücudumuzda 1., 2. ve 3. dereceden yanıklar oluşacak. Işığın kör edemediği gözlerimiz ısı ve radyasyon yüzünden kör olacak.
İlk alev rüzgârı geçtikten sonra, emme safhası denen bir basınçla karşılaşacağız. Kazara ayakta kalmış binalar köprüler, insanlar ve hayvanlar bu safhada açığa çıkan basınç nedeniyle yok olacak.
Hala hayatta mısın? Ailen, eşin, çocukların, iş arkadaşların, sınıf arkadaşların, ya onlar? Sakın! Olduğun yerde kal! Telefonuna, televizyona ya da bilgisayara davranman anlamsız. Hiçbiri çalışmayacak. Eğer hala yapmadıysan, ağzını ve burnunu bir mendille ya da kumaş parçasıyla kapat. Bir sığınak bulmak için 30 ila 60 dakikan var. Vücudunun açıkta kalan her yerini kapat ve sığınak aramaya başla!
Bazılarımız bunların hiçbirini yaşamayacak. Belki vakadan haberimiz olacak, belki de olamayacak -Böylesine büyük bir vakayı ne kadar gizleyebilirler bilmiyorum, ama bir yerlerde bunun günlerce, hatta kimilerinin yıllarca gizlenebildiğini okumuştum.
Daha önceden söylediğim gibi. Ne kadar yakınsın bilmiyorum, fakat hala ölmeyecek kadar uzaksan, ölümün seni es geçtiğini düşünme! Yüzlerce kilometreye yayılacak bir nükleer serpinti hepimizi bekliyor olacak. Bu dakikadan sonra aldığımız nefes ve içtiğimiz su bile ölüm kokacak!
Tahliye otobüsleri, koşuşturma, korku, panik, gaz maskeleri… Sonraki birkaç gün böyle geçecek. Radyoaktif serpinti anbean çok geniş bir çembere yayılırken, ilk hissettiğimiz şeylerden biri bulantı ve kusma olacak; sonra yavaş yavaş katarakt, saç kaybı, kan hücresi kaybı gibi belirtilerle karşılaşacağız. En nihayetinde, ölümcül hastalıklar ve vücut deformasyonları başlayacak.
“Tavukların ibikleri, kırmızıdan siyaha dönüşecek”, “Süt hiç ekşimeyecek; kuruyup, bembeyaz bir pudraya dönüşecek”. Her yeri keskin bir iyot kokusu kaplayacak. Ne yazık ki bununla da kalmayacak. Hayatta kalanların çocukları bu vakaya hiç şahit olmasalar dahi, bunun acısını yaşayacaklar. Sakat doğan çocuklar, deforme olmuş bedenler, nesilden nesile aktarılan genetik hastalıklar…
Günün hiç bitmediği, herkesin vızır vızır koşuşturduğu kentler, hayvanların otladığı meralar, köy kahveleri, mesire alanları her şey; her yer büyük bir sessizliğe gömülecek… Yıllar sonra bilimciler, buralarda 900 yıl boyunca tekrar yerleşimin olamayacağını ve radyasyonun hala çok yüksek olduğunu söyleyecekler. Şehirlerin ve köylerin bu terk edilmişliği; bu ıssızlığı, yıllar sonra insanları hüzünlendiren ya da içlerinde bir boşluk duygusu uyandıran bir “facebook albümüne” dönüşecek.
Belki de bir eş, bir anne yıllar sonra yaşadıklarını şöyle anlatacak gelecek nesillere:
“…her şeyden çok sevdiğim insan, onu kendim doğurmuş olsam daha fazla sevemeyeceğim insan gözlerimin önünde bir canavara dönüşerek öldü. Lenf bezlerini aldıkları için dolaşımı bozulmuştu, burnu bir yana kaydı, üç misli büyüdü. Gözleri iki yana bakmaya başladı, içlerinde farklı bir ışık vardı. Daha önce görmediğim ifadeleri görüyordum. Artık burada değildi sanki, yine de gözlerinde bakan birileri vardı. Sonra bir gözü tamamen kapandı. Tek korktuğum şey kendi halini görmesiydi. Sonra benden el işaretleriyle aynayı istemeye başladı. Unutmuş gibi yapar mutfağa kaçardım. İki gün boyunca onu atlatmayı başardım. Üçüncü gün not defterine “Aynayı getir” yazıp sonuna üç ünlem işareti koydu. Fısıldamayı bile başaramadığı için kalemle anlaşıyorduk… Sonunda en küçük aynayı getirdim. Kendine baktı ardından kafasını yatağa vurmaya başladı. Onu avutmaya çalıştım… Sıradan bir kanser değildi bu, Çernobil kanseriydi. Doktorların dediğine göre, tümörler vücudunda metastaz yapsaymış kısa sürede ölürmüş. Oysa yavaş yavaş vücudu boyunca, yukarıya yüzüne doğru ilerlemiş. Yüzünde siyah bir şey oluştu. Çenesi kayboldu, dili dışarı çıktı. Damarları dışarı çıktı, kanamaya başladılar. Boynundan, yanaklarından, kulaklarından, her yerinden… Soğuk su getirip onu ıslak bezlerle sarardım, ama hiçbir faydası olmazdı…”
Vakadan herkes etkilenecek, ama olan yine bizlere olacak. Devlet adamları ve zenginler özel jetlerine atlayıp oradan uzaklaşacaklar. En korunaklı elbiseleri giyip en az kirli olan yemekleri yiyecekler. Ama sen ben ve diğer tüm öteki ezilenler, ölüm için daha kolay lokma olacağız.
Bir keresinde bir yerde okumuştum. Bu tarz vakaların yaşandığı yere ilk gönderilenler robotlarmış. Fakat robotlar bozulunca, evsizler, itfaiyeciler, işçiler gönderilmiş hep buraları temizlemeye.
Bu özel jetleriyle buralardan kaçanlar, halihazırda uzak olan zenginler ve devlet adamları yüzleri hiç kızarmadan kürsülere çıkıp, alçakça konuşmayı sürdürecekler. Belki olağanüstü hâl ilan edecekler. Günah keçileri bulup, onları suçlayacaklar. Evsiz, yersiz, yurtsuz kimsesiz kalan insanlar sokaklara döküldüğündeyse, sanki soludukları zehir yetmiyormuş gibi, bir de onları gaza boğduracaklar.
Bu yaşam düşmanları bir bir televizyona çıkıp, üzüntülerini belirtecekler. “Kader…”, “fıtrat…”, “takdiri ilahi”ler havada uçuşacak… Ve gözlerimizin içine baka baka “kaza” diyecekler. KAZA… Bu bir nükleer KAZA… Ölülerimize bakıp bakıp, can çekişen hastalarımıza bakıp bakıp, KAZA diyecekler. BU BİR NÜKLEER KAZA…!
***
O günün sabahında ya da ertesi günün sabahında güneşli açık ya da yağmurlu kapalı bir güne uyanabilmek için. Yağan karı ve her yerin bembeyaz olduğunu görebilmek için. Çimenlerin üzerindeki çiy tanesini görebilmek için…
Bu coğrafyanın en güzel sesli çocuklarından birini saçları dökülmüş bir şekilde uğurlamamak için, çocukların, hayatın, arkadaşların, sevgilin ve tanımadığın bir dolu insan için…
Ağaçlar, kuşlar, kediler, köpekler dahası tüm bir yaşam için…
Koşullar ne kadar kötü olursa olsun ertesi gün uyanabilecek gücü sana veren yaşama sevgin için…
Ne Mersin’de Ne Sinop’ta ne de dünyanın herhangi bir yerinde nükleere izin verme, yaşama yapılan bu saldırıya baş eğme!
NOT: Tırnak işareti içine alınmış bölümler Svetlana Aleksiyeviç’in “Bir Nükleer Felaketin Sözlü Tarihi: Çernobil’den Sesler” kitabından alınmıştır.
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 38. sayısında yayınlanmıştır.
The post Çernobil’in Sabahında – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Su, Savaş Silahı Değil; YAŞAMDlR – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir insan, sıcak bir odada bir saat antrenman yaparsa vücudundaki suyun %2’sini kaybeder. Böbrekleri mesanesine daha az su göndermeye başlar; idrarının rengi koyulaşır. Daha az terler; vücut sıcaklığı artar. Kanının kıvamı koyulaşır, nabzı hızlanır.
Bir insan, iki gün su içmezse vücudundaki suyun %4’ünü kaybeder. Kanı o kadar yoğunlaşır ki kan dolaşımı azalır, bu da teninin buruşmasına sebep olur. Tansiyonu düşer. Çok az terlediği için aşırı sıcaklamaya başlar.
Bir insan, sıcak havada 8 saat antrenman yaparsa vücudundaki suyun %7’sini kaybeder. Hayatta kalmak için, hayati olmayan organlara (böbrek, karaciğer, bağırsaklar vs…) kan akışı yavaşlar, organ hasarları başlar.
Bir insan, beş gün hiç su içmezse vücudundaki suyun %10’unu kaybeder ve ÖLÜR. Hava sıcaksa hayati organlar aşırı ısınır; muhtemelen karaciğer yetmezliğinden ölür. Sıcak değilse, kanda toksik maddelerin birikmesi sonucu böbrek yetmezliğinden ölür.
70 kiloluk bir insan için, 7 litrelik su kaybı ölümcüldür. Sadece 7 litre su…
Su, doğanın ve yaşamın olmazsa olmazıdır. Ancak tarih boyunca egemenler kimi zaman su uğruna savaşlar çıkarmış; kimi zamansa suyu politik bir argüman olarak, hatta bir savaş silahı olarak kullanmıştır.
MÖ 595 yılında Yunan kabilelerinden Amfiktyon Birliği’nin Kirra şehrini alabilmek için şehrin suyunu zehirleyip binlerce Kirralıyı katletmesi, bilinen ilk örneklerdendir. MÖ 51’de Galyalıları bugün Fransa olan yerden kovmak isteyen Roma İmparatorluğu direnen kaleye su sağlayan pınarı kurutarak Galyalıları susuz bırakıp teslim olmaya zorlamıştır. MS 30’da ise Romalı vali Pontius Pilate, Kudüs’te bir su kemeri inşa etmek için Yahudi tapınaklarının ödeneğini çalmış, buna karşı sokaklara çıkan halkın arasına hançer taşıyan casuslar yollayarak sayısız Yahudi’yi katlettirmiştir.
680 yılında Kerbela’da Emevi Devleti Halifesi Yezid, iktidar ve daha fazla güç uğruna Muhammed’in torunu Hüseyin bin Ali’nin bulunduğu yaklaşık 70 kişilik kampı kuşatmış, Fırat nehrine yakın olmalarına rağmen neredeyse susuz geçen 10 günün ardından teslim olmayan kampa saldırarak katletmiştir.
1648 yılında Çin İmparatorluğu’nda isyancı köylüler Ming hanedanını yenilgiye uğratınca, Sarı nehir üzerindeki en önemli kent olan Kaifeng’in zaptedilmesini önlemek isteyen Ming generalleri, nehrin bentlerini parçalayarak tüm isyancıları katletmiş, kenti de yok etmiştir.
Amerikan İç Savaşı sırasında 1863 yılında Konfederasyon ordusu, hayvanları tatlı su göllerine götürerek vurmuş, su kaynaklarını bu şekilde zehirleyerek “düşman” askerlerine içecek su bırakmamıştır. 1964 yılındaysa yine aynı coğrafyada, ABD Kübalı balıkçıları alıkoyunca, Küba devlet başkanı Fidel Castro ABD’nin Guantanamo Körfezi’ndeki Donanma üssüne giden suyunu kesmiştir. 1980’de Guetemala Chioxoy’a yapılan HES, binlerce Maya-Achi’yi topraklarından etmiş; köylüler direnişe geçince saldıran devlet, en az 177 kadın ve çocuğu katletmiştir.
1997 yılında Singapur devleti yöneticileri, politik bir anlaşmazlık sırasında (eskiden parçası oldukları ve Singapur’un en önemli su kaynağı olan) Malezya devletini eleştirince, Malezya muslukları kapatmış, Singapur halkı, arıtma tesisleri kurulana dek su sıkıntısı çekmiştir.
2014’te IŞİD, Irak Ordusu’nun ilerleyişini engellemek için, Felluce yakınlarındaki Naime Barajı’nı ele geçirerek orduyu susuz bırakmış, suyun yönünü değiştirmiş ve kendisine biat etmeyen köyleri sular altında bırakmıştır.
2017’nin Mart ayında, TC devleti Fırat Kalkanı Operasyonu ve Minbic Hamlesi’ni güçlendirmek, Rojava’yı zayıflatmak için Fırat’ın suyunu kesti. TC’nin bölgede elektrik üreten santralleri durdurma ve “düşman” güçlere ekonomik – politik zorluklar çıkarmayı amaçladığı söylendi. Evet, Minbic başta olmak üzere Rojava’da birçok bölgenin o süreçte elektriksiz kaldığı doğrudur. Ancak asıl eksik kalan elektrik değil; sudur.
Su, politik ve ekonomik olarak 21. yüzyılın en önemli gündemlerinden biri olacaktır. Dünyanın artan nüfusu, şirketlerin ve devletlerin kâr hırsı, zaten sınırlı olan içilebilir su kaynaklarının hızla kirletilmekte olması, HES ve baraj inşaatlarıyla gerçekleşen ekolojik yıkım ve benzeri sebepler ile suyun önemi giderek artmaktadır. Milyonlarca insanın temiz suya ulaşamadığı ve kirli sudan bulaşan hastalıklar yüzünden her gün ortalama 1000 çocuğun yaşamını yitirdiği dünyada -bütün bunlar yetmezmiş gibi- devletler çıkarları uğruna milyonlarca insanın 7’şer litre suyunu, doğanın ve yaşamın can suyunu kesmeyi sürdürmektedir.
Özlem Arkun
The post Su, Savaş Silahı Değil; YAŞAMDlR – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Mısır’da Anarşizm – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Göçmen İşçilerin Gelişi
1805-1849 yılları arasında Mısır hükümdarı Muhammed Ali askeri yapılanmayı, ekonomiyi ve devlet yönetimini modernize etmeye çalışmıştı. Geniş kentsel yapı projeleri, Süveyş kanalı projesi, altyapı projeleri ve demiryolu ağı projelerinin yapılması; İtalya, Yunanistan, Suriye ve Dalmaçya kıyılarından işçilerin Mısır’a gelmesine neden olmuştu. Böylece Mısır iş olanaklarıyla göç eden işçilerin yanı sıra İtalya’dan politik olarak sürgün edilen anarşistlerin de uğrak yeri haline gelmişti.
1860’lı yılların başlarında İskenderiye’de içerisinde anarşistlerin de bulunduğu işçiler İtalyan İşçi Birliğini (Societá Operaia İtaliana) kurdular. 1872’de Yunanistan’ın Korfu adasından gelen işçiler, İşçi Kardeşliği örgütünü kurarak politik hareketliliği sağladılar. Mısır’da anarşistlerin çıkardığı ilk yayın 1877’de İtalyanca olarak basıldı. Yayının adı olan II Lavoratore bir işçi gazetesiydi.
1878’de Errico Malatesta’da, Napoli’de kolluk kuvvetleri tarafından aranınca İskenderiye’ye geçmiş, burada yeni oluşan işçi örgütlenmeleri içerisine katılmıştı. Aynı yıl Mısır’daki İtalya Konsolosluğu önünde bir eyleme katıldığı için de gözaltına alınarak sınır dışı edilmişti.
I. Enternasyonel Ayrışması’nın Mısırdaki İzdüşümü
1871-72 Lahey kongrelerinde Enternasyonel’den ayrılan anarşistlerin Anti-otoriter Enternasyonel’i kurmasıyla dünyanın birçok yerindeki işçi örgütlenmeleri de Anti-otoriter Enternasyonel’e katılmaya başlamıştı. Mısır’da da bunun izdüşümü görüldü. 1876’da Anti-otoriter Enternasyonel’in ilk temsilciliği İskenderiye’de açıldı. Akabinde Port Said’te, Kahire’de ve İsmailia şehirlerinde de temsilcilikler açıldı. Anarşist Enternasyonel’in diğer coğrafyalar ile yazışmalar yapan Mısır şubelerinde İtalyan işçiler ağırlıklı olmasına rağmen Akdeniz’deki diğer işçilere ulaşabilmek adına İtalyanca, Yunanca, Türkçe ve Arapça broşürler hazırlandı. Bu da Mısır’daki anarşist hareketin tüm Akdeniz coğrafyasında örgütlenme amacını açıkça gösteriyordu.
Aynı yıllarda Mısır’da bulunan Errico Malatesta 1881’de, Londra’da düzenlenen Kara Enternasyonel’de hem Mısırlı işçilerin hem de Osmanlı’daki işçilerin delegesi olmuştu. 1914 yılında Londra Konferansı’nda Mısırlı işçilerin delegesi olarak Francesco Cini seçilecekti. Fakat I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle konferans iptal edilmişti. İskenderiye’deki anarşistler, İtalyan Anarşist Birliği’nin (Unione Anarchia Italiana) 1920 yılında Bologna’da yaptıkları konferansa katılmışlardı. Bu konferans, İtalya’da ki FAI’nin başlangıcını oluşturacaktı. 1 Nisan 1882’de anarşistlerin de içerisinde bulunduğu kömür işçileri Süveyş kanalındaki Port Said şirketine karşı grev başlattılar. Bu grev hem Anarşistler için hem de Mısır’da ki işçi sınıfının ilk grevlerinden biri olduğu için önemliydi.
Avrupa’nın Arka Bahçesi Mısır
Avrupa’daki devletlerden sürülen, göç etmek zorunda kalan anarşistler hem Avrupa’ya hem de Ortadoğu’ya yakınlığı nedeniyle Mısır’ı seçmişlerdi. Mısır’daki anarşistler Lübnan, Filistin, Türkiye, Yunanistan ve Tunus’taki anarşistlerle de görüşüyorlardı. Bu da yakın coğrafyadaki anarşistlerin fikir birlikteliklerinin oluşmasını sağlamıştı. Amilcare Cipriani 1860’larda İtalya’dan sürüldüğünde Mısır’ı iki kez ziyaret etmişti. Élisée Reclus 1884’de, Errico Malatesta 1878 ve 1882-83’te, Luigi Galleani 1900-1901’de ve Pietro Gori 1904’te bir konferans turu sırasında Mısır ve Filistin’den geçerek burada bulunmuştu. Mısır’daki anarşistlerin okuduğu gazeteler arasında Il Libertario (İtalya), Il Grido della Folla (Milan), Sosialistis (Atina), La Rivoluzione Sociale (Londra), Le Réveil (Cenevre), L’Operaio (Tunus), La Libertà (New York), La Protesta Humana (San Francisco) ve La Nuova Civiltà (Buenos Aires) gibi gazeteler bulunmaktaydı. Bu hareketlilik sadece Mısır’da değil dünyanın birçok yerinde vardı. Pratikten teori üretmeyi iyi bilen ve beceren anarşistler dünyanın farklı yerlerinde edindikleri deneyimleri birbirleriyle paylaşma fırsatı buluyor anarşizme yeni deneyimler katıyorlardı.
Anarşistler 1881 yılında İskenderiye’de Avrupa Sosyal Çalışmalar Çevresi’ni (European Social Studies Circle) kurdular. Gizli bir matbaada kendi çıkardıkları afişlerini ve yayınlarını bastılar. Aynı yıl Sidi Gaber bölgesinde düzenlenen anarşist konferansa Mısır’da bulunan yüzlerce anarşist katıldı.
Mısır’ın Osmanlı’dan İngiltere İşgaline Geçişi
Kanal projesi, İsmail Paşa’nın lüks yaşamı, ekonomik çöküntü ile beraber İngiltere ve Fransa devletlerinin baskısıyla Osmanlı İmparatorluğu Büyük Vezir İsmail Paşa’yı valilik görevinden almıştı. Kanunlara göre ise oğlu Tevfik Paşa Büyük Vezir ünvanıyla Mısır’ın başına geçmişti. Tevfik Paşa’nın, Mısır’dan elde edilen gelirlerin yarısının İngiltere’ye olan borçlara ödenmesi kararı milliyetçileri oldukça rahatsız etmişti. Bunun etkisiyle Arabi (Urabi) Paşa ordusuyla Tevfik Paşa’yı devirmek için harekete geçmişti. Tevfik Paşa da İngilizlere sığınmış, bunun üzerine İngilizler Temmuz 1882 İskenderiye’ye hava bombardımanı ile saldırmış sonrasında kara birlikleriyle Mısır’ı işgal etmiştir. İngiliz kuvvetlerinin korumasında olan Tevfik Paşa böylelikle tekrar yönetimi devralmıştır. Anarşistler bu dönemde göçmen işçilerin dışında yerel marangozlar, ayakkabı tamircileri, taş kesiciler, terziler ve ressamlar arasında örgütlülerdi; gizlice yaptıkları toplantılarını da marketlerde yada eğlence yerlerinin gizli bölmelerinde gerçekleştiriyorlardı. 1900’lü yılların sonrasında ise tütün işçileri ve demiryolu işçileri arasında örgütlenen anarşistlerin hareketliliği İngiltere ve Mısır’daki yetkilileri fazlasıyla rahatsız etmekteydi.
Mısır’da Anarşizmin Yerel Değerlerle Etkileşimi
Göçmen Avrupalı anarşistler Mısır’ın yerel değerlerini önemseyerek hareket etmişlerdi. Hiçbir zaman parlamenter bir yolda yürümediler, zaten babadan oğula geçen yönetimde “Demokratik Partiler”in de bir yasallığı yoktu. Bu yüzden anarşistler devlet ve kapitalizm karşıtlığının Mısır’da çok daha iyi anlaşılacağını düşünmüşlerdi. İslam dininin toplumdaki kurumsal baskısına karşı çıksalar da doğrudan bir İslam karşıtlığı veya din karşıtlığını savunmadılar. Mısır’daki etnik çeşitliliğe rağmen geniş bir yelpazede tüm ezilenleri birleştirmeyi hedeflediler.
Anarşistler Avrupa’da “Eylemle Propaganda” döneminde birçok kral, imparator ve yöneticinin eylemle öldürülmesini olumlasalar da, Mısır’da “Eylemle Propaganda”yı tercih etmemişler; dergi ve gazete dağıtmak, kitlesel protestolar örgütlemek, halk toplantıları yapmak gibi sözlü propaganda yollarını seçmişlerdi.
Özgür Halk Üniversitesi
Mısır’daki anarşist hareketin en önemli çalışmalarından biri olan Özgür Halk Üniversitesi (Università Popolare Libera) 1901 yılında İskenderiye’de açılmıştır. Üniversitede Fransızca, İtalyanca ve Arapça dillerinde konuşmalar yapılıyordu. Bilim ve felsefe alanında tartışmalar yürütülüyordu. Katalan anarşist Francisco Ferrer Guardia’ın Modern Okul çalışmasından etkilenen üniversite, 1900’ün ilk yıllarında bilginin özgür paylaşımı konusunda önemli deneyimlerden birini oluşturmuştur. Ferrer’in 1909 yılında tutuklanmasına karşı Mısır’daki Özgür Halk Üniversitesi de geniş bir kampanya başlatmıştı. İbranice, Arapça bildiriler dağıtarak Ferrer için küresel bir kampanyanın parçasını oluşturmuşlardı. Fakat Ferrer İspanyol Krallığı tarafından 1909 Ekim ayında yargılanmadan idam edilecekti. Aynı yıl Mısır’da gerçekleşen 1 Mayıs’ta on binlerce işçi meydanları şu sloganlarla yankılatmıştı “Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın Özgürlük, Yaşasın Francisco Ferrer!”
Yunanistan’dan Gelen Göçmen İşçiler Hareketleniyor
18 Mart 1894’te Paris Komünü’nün yıldönümünde Yunanistan’daki işçiler komünü selamlamak için “Yaşasın Anarşizm” adlı bildiriyi dağıtmışlardı. Mısır Gazetesi El Hilal’a göre, bu bildiriyi dağıtan birçok anarşist gözaltına alınmıştı.
1 Ekim 1894’te Süveyş Kanalı şirketinde çalışan Yunanyalı işçiler bir grev başlattılar. Uluslararası Sigara Üreticileri Birliği de, aynı yıl Yunanistan ve İtalya’dan gelen işçiler tarafından kurulmuştu. 1899’de büyük bir tütün grevi başlamış, akabinde taleplerin kabul edilmesi sonucu bitirilmişti. Grevde Yunanyalı anarşistlerden Vourtzonis Kardeşler, Nick Giannis ve Yiannis Mavros oldukça aktif olarak yer almıştı. Anarşist işçilerden Sakellaridis Yannakakis ise ayakkabıcılar arasında bir örgütlenme oluşturmuştu. Bir diğer anarşist işçi Skouphopoulos ise 1908’de “Karşılıklı Kardeşlik” adlı bir işçi örgütlenmesinin oluşumuna katkı sağlamış, 1923’te “Eski ve Yeni İdeallerim” adlı çalışmasını yayınlamıştı.
1878’de İstanbul’da doğan Yunanyalı anarşist Stavros Kouchtsoglous; yaşamı boyunca gemi ve tütün işçisi olarak çalışmıştı. İspanya’da geçirdiği kısa sürede anarşist konferanslara katılmış bunun etkisiyle anarşist fikirleri belirginleşmişti. İstanbul ve İskenderiye arasında sürekli mekik dokuyan Stavros, Malatesta’nın Mısır’da bulunduğu süreçte kendisiyle tanışmış ve görüşmüştü. Stavros, 1912’de Kahire’de “Maskeleri Düştü” adlı anarşist-komünist içerikli bir bildiri yayımlamıştı. 1920’li tarihlerde Mısır’da göçmen anarşistlere yönelik baskıların artmasıyla Yunanistan’a geçen Stravros burada da “Oy Kullanmıyorum”, “Hırsız kim? Toprak ağası kim?”, “Bir Dönem Hakkında” bildirilerini yayımladı. Bildiriler Mısır’da anarşist dergiler aracılığı ile basıldı.
Mısır’da örgütlenen anarşizm, kıtalararası bir geçiş noktası olarak başlasa da, bir süre sonra yerel örgütlemelerle etkisi görmezden gelinemeyecek bir şekilde yayılmıştır. Mısır bir yandan işgal edilip diğer yandan sömürülürken, anarşistler öncelikli olarak işçiler arasında örgütlenmiş ve belirginleşmişlerdir. Bu örgütlenmeler sadece Mısır’da değil Akdeniz’deki birçok farklı ülkede etkileşimlere neden olmuştur.
The post Mısır’da Anarşizm – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “ALTERNATİF MEDYA” MÜMKÜN MÜDÜR?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bugünün küresel iletişim sistemleri içerisinde “alternatif medya”nın varlığı, gerçeğe ve bilgiye erişim konusunda birçok farklı olanağı beraberinde getiriyor. İktidarların tekelinde bulunan ana akımın karşısında alternatif medya, saklanmak istenen bilgiye, manipüle edilmek istenen gerçeğe erişimi mümkün kılıyor. Ancak söz konusu bu “alternatif”lik, kimi zaman şirketlerle ya da şirketleşmiş STK’larla olan bağlar da açığa çıktığında sorgulanabilir hale geliyor.
Dünyanın farklı coğrafyalarında dağıtımı yapılan, farklı coğrafyalardan yazarları olan ve farklı coğrafyalardaki toplumsal hareketlenmeleri yazan, anlatan, tartışmaya açan ROAR da, sıkıştırılmak istendiğimiz bu “ana akım” medya çağında bir alternatifi açığa çıkartıyor. ROAR Dergisi’nin editörü Joris Leverink ile gazetecilik, alternatif medya ve ROAR deneyimi üzerine gerçekleştirdiğimiz röportajı siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
Meydan: Gazeteciliğin tarafsızlığı bir yalan mı?
J. Leverink: Bir bakıma evet, ama ben ona bir mit demeyi tercih ediyorum. Tarafsızlık, gazeteciliğin temel değerlerinden biridir ve gazetecilerin siyasi, ideolojik ve dini etkilerden bağımsız olarak gerçeği temsil etme çabalarını göstermesi açısından önemli bir role sahiptir. Bu çabalamak için önemli bir hedeftir, ama bunun aynı zamanda neredeyse imkansız olduğunun farkına varmak çok önemli. “Gerçeğin” gazeteciler tarafından gösterimi, görüşülen kişilere, bu kişilerin konumlarına, kamu alanında olmayan bilgilere erişimlerine, vb. bağlı olarak, tanım gereği sınırlıdır.
Ana akım medyada, haber bültenlerine ayrılan sınırlı yer veya zaman hesaba katılırsa, her tür haber metni, zorunlu olarak gerçeğin bir versiyonudur; asla tümüyle temsil edilemeyecek olan daha büyük bir hikayenin küçük bir parçasıdır. İster gazeteci, ister siyasi veya dini lider, isterse de herhangi başka biri olsun, gerçeğin tek temsilcisi olduğunu iddia herkese karşı şüpheli olunmalıdır.
Davası olan gazetecilik nedir? Ve ana akım gazetecilikten nasıl ayrılır?
Benim de aralarında olduğum, davası olan gazeteciler, tarafsızlığa inanmaz. Davası olan gazeteciler olarak inandığımız şey, gazetecilerin gerçeği nesnel olarak temsil etmeye çabalaması gerektiği. Ama sözde tarafsızlığın ve nesnelliğin duman perdesi arkasına saklanmak yerine, nereden geldiğimiz ve nereye gitmek niyetinde olduğumuz konusunda açık olmamız, okuyuculara, izleyicilere ya da dinleyicilere karşı daha dürüst ve saygılı bir tutumu beraberinde getirir. Bu konuyu açıklığa kavuşturduktan sonra, dinleyiciniz neden belirli bir siyasi gündemi öne çıkarttığınızı, neden belli bir toplumsal mücadeleyi ele alıp desteklediğinizi ve onun neden önemli ve dikkate değer olduğunu anlayacaktır. Okuyucularınız sizinle aynı fikirde olmak zorunda değildir; ama onları durduğunuz yer konusunda haberdar ederek düşünmek ve tartışmak için bir zemin açarsınız ve onları sözde nesnellik örtüsüyle kaplı ana akımın yanlı haber bültenlerini pasif bir şekilde sünger gibi içlerine çekmek yerine, kendi fikirlerini oluşturmaya davet edersiniz.
Alternatif medya, STK’lar aracılığıyla onları fonlayan büyük şirketlerle bağlarını düşündüğümüzde, ne kadar alternatif olabilir?
Tıpkı ana akım medya gibi, hiçbir alternatif medya kanalı, sosyal ve politik bir boşlukta var olmaz. Ana akım medya kanallarını kontrol eden büyük şirketlerin bazıları gibi STK’ların da siyasi veya ekonomik bir gündemi olabilir.
Alternatif medyayı alternatif kılan şey bence diğer medyanın maruz kaldığı türden baskılara ve baştan çıkarmalara karşı bağışıklı olmaları değil; uygulama ve örgütlenme konusunda çevrelerindeki dünyada görmek istedikleri ile aynı etiği ve değerleri korumak için çalışmalarıdır. Çoğu alternatif medyanın amacı para kazanmak değil, halkı bilgilendirmek ve eyleme telkin etmek olduğundan; ana akım medyanın, onları destekleyen şirketlerin gündemine aykırı olduğu için uzak durmak zorunda kaldığı belirli rahatsız edici gerçekleri veya konuları ele almak konusunda genellikle daha özgürler.
Senin de içerisinde bulunduğun ROAR deneyiminden bahseder misin? ROAR ne amaçlıyor ve başarıyor?
ROAR kendini, “radikal hayal gücünün dergisi” olarak tanımlıyor ve amacımız gerçek demokrasi için verilen küresel mücadelenin ön saflarından, tabandan perspektifler sunmak. ROAR, “Bir Devrim Üzerine Düşünceler”’in kısaltılmışıdır. Mısır’dan ABD’ye, Brezilya’dan Türkiye’ye, Yunanistan, Suriye ve ötesine, dünyayı sarsan kitle ayaklanmalarının aynı mücadelenin parçası olduğuna inanıyoruz; bu yüzden devrimler yerine tek bir devrime atıfta bulunuyoruz. Genel olarak geçmiş birkaç yüzyıl boyunca ve özellikle son elli yılda küresel kapitalizm, finansal, politik ve sosyal krizlerin dünyamızı şekillendiren sistemde temel yırtılmalar yarattığı kritik bir aşamaya ulaştı.
ROAR, dünya çapında toplumsal mücadeleler, toplumsal protestolar, ekolojik sorunlar, ekonomik krizler ve siyasi gelişmeler hakkında yazarak, bir yandan bunların hepsinin bir şekilde birbirlerine ne kadar bağlı olduğunu okurlarına göstermeye çalışıyor; diğer yandan da toplumumuzu ve ekonomiyi düzenlemenin alternatif yolları hakkında bilgilendirerek, okuyucumuza eyleme geçmesi için esin vermeye çalışıyor.
Herhangi bir sabit siyasi görüşümüz yok; ama Rojava’dan Zapatistlere, “Siyah Yaşamlar Değerlidir”den “Wall Street’i İşgal Et”e, Arap Baharı ve Gezi protestolarına, geniş bir yelpazedeki toplumsal hareketlerden ve demokratik mücadelelerden ilham alıyoruz. Yayın çizgimize rehberlik eden belirli temel değerlerimizin olmasının büyük önem taşıdığına inanıyoruz, ama dar bir ideolojik çerçeveye uymayan bireyleri veya grupları dışlamanın amaca zarar verebileceğini görmemiz gerekir.
The post “ALTERNATİF MEDYA” MÜMKÜN MÜDÜR?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (13): “Küba’da Anarşist Yayınlar” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşizmin, bir düşünce ve hareket olarak kendini var ettiği dünyanın bütün topraklarındaki yayıncılık faaliyetlerini bölge bölge incelediğimiz ve söz konusu topraklardaki mücadelenin tarihi paralelinde bir anarşist yayınlar külliyatı çıkardığımız yazı dizimizin bu bölümünde hem Batista hem de Fidel Castro diktatörlüğüne karşı mücadele etmiş Küba’lı anarşistlerin yayınlarını inceliyoruz.
1800’lü yılların sonu; dünyanın dört bir yanında işçiler kendilerini sömüren patronlara karşı örgütleniyor, topraklarındaki mücadelenin temellerini atıyordu. Özellikle Birinci Enternasyonal’in etkisiyle sendikalar kuran, denizaşırı bir dayanışma ağı yaratan işçi sınıfının gücü Latin Amerika’nın tiranlarına korku salıyordu. Küba anarşist hareketinde İspanyol anarşistlerinin etkisi büyüktü, bundan dolayı sendikaların yapısı anarko-sendikalist eğilimdeydi. İspanyol göçmen anarşistler 1860’lı yıllarda ülkedeki ilk anarşist grupların kuruluşunda yer aldılar. Arjantin’e gitmek üzere yola çıkan ve yol üzerinde Küba’da mola veren Bueanaventura Durruti ve Francisco Ascaso işçi hareketinin anarşist karakterinden etkilendiler ve burada bir süre kaldılar. Restorant İşçileri Sendikası ve Tütün İşçileri Sendikası’nın kuruluşuna destek oldular, çalıştıkları fabrikada işçilere zulmeden patrondan hesap sordular ve Küba işçi sınıfının hafızasında asla silinmeyecek izler bıraktılar.
Ezen ezilen ilişkisindeki sınıfsal boyutun yanı sıra; Küba, Peru, Porto Riko gibi ülkelerin halklarının başında bir de kolonyalizm belası vardı. Yaşadıkları toprakların tiranlarına karşı verdikleri mücadeleyi, İspanyol Krallığı’nın sömürgecilerine karşı verdikleri mücadeleyle birlikte yürüttüler. O yıllarda dünya devrimci hareketinin büyük bir çoğunluğunda olduğu gibi işçi hareketini örgütleyenler anarşistlerdi. La Alianza Obrera’nın devrimci anarşistleri, Küba’nın ilk 1 Mayıs eylemlerini örgütledi, ülkenin ilk sendikası olan Tütün İşçileri Birliği’nin kurulmasını sağladı ve sonrasında daha da alevlenecek olan mücadelenin tohumlarını attı. 1900’ler ise bağımsızlık mücadelesinin alevlendiği yıllardı.
Küba devrimi ve anarşist mücadele üzerine yazılmış en kapsamlı çalışmalardan biri olan “Küba Devrimi: Eleştirel Bir Perspektif” isimli kitapta Sam Dolgoff, anarşistlerin bağımsızlık mücadelesi içindeki tutumunu şöyle açıklıyor:
“Anarşistler propaganda ve her şeyden önce eylemle siyasi bağımsızlık mücadelesini toplumsal devrime yöneltmeye çalışmışlardır.”
Küba halkının özgürlük mücadelesiyle dayanışmak için bu topraklara gelen isimler arasında Errico Malatesta da vardı, El Mundo Ideal (İdeal Dünya) isimli anarşist derginin davetiyle Havana’ya geldi. Bu mücadelenin küresel ölçekteki propagandası da anarşistlerce yapılıyordu. Devlet isyan dalgasını bastırmak için harekete geçti. 1915 yılında sendikalarda ve çeşitli yeraltı örgütlerinde faal birçok anarşist katledildi.
Küba’da anarşist yayıncılığın izleri 1800’lü yılların ortasına dek sürülebilir. 1865 yılında Saturnine Martinez’in editörlüğünde haftalık periyotta yayınlanan La Aurora’da (Şafak) Pierre Joseph Proudhon’un özgür birlikleri savunuluyordu. Bu dergi daha sonrasında kurulacak tütün işçileri, dizgiciler ve zanaatkarlar arasında kurulacak ilk işçi birliklerinin de temellerini attı. 1885 yılında Küba’nın belki de en etkili anarşist yayınlarından biri olan El Productor (Üretici), Enrique Roig de San Martin’in editörlüğünde yayınlandı. Bunların yanında yasaklandıktan sonra ABD’de yayın hayatına devam edecek olan El Gastronomico (Gıda İşçisi) ve La Batalla (Muharebe), Espartaco (Spartaküs), Via Libre (Özgürlükle), Voz Rebelde (İsyancının Sesi), Solidaridad (Dayanışma), El Boletin Tabacalero (Tütün Bülteni) isimli yayınlar dağıtıldı.
Ek olarak beklenmedik bir şekilde Kübalı sosyalistlerin teorisyeni Jose Marti’nin çıkardığı gazete olan Patria’da da anarşizme dair izler görülür. Takipçileri daha sonrasında tıpkı Batista rejiminin yaptığı gibi anarşistleri katledecek olsa da Marti, gazetesi Patria’da Elisee Reclus’nun yazılarını yayınlamış ve anarşist düşüncelere yakın bir hatta propaganda yapmıştır.
Küba’da anarşizm, daha önceden gazetemizde yer verdiğimiz Çin gibi sosyalist iktidarlar tarafından yok edilmeye çalışılmış mücadelelerden biri. Ancak insanların içindeki hiçbir iktidarın yok edemeyeceği özgür bir yaşama inanan anarşistler fikirlerinin propagandasını yapmaya, yazmaya ve eylemeye devam ediyor.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (13): “Küba’da Anarşist Yayınlar” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Tedavi” Cinsel Şiddete Cinsel Şiddet “Tedavi”ye Dönüşürse – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadınlar tarih boyunca erkek egemenler tarafından çeşitli sıfatlarla anıldı; vahşi, tehlikeli, ölümcül ya da pis olmakla yaftalandı. Kadının bedeni de benliği de sürekli olarak erkeğin birkaç adım gerisine hapsedildi. Erkek egemenler kadının bedenini, kendi hakimiyetleri doğrultusunda şekillendirdi, kullandı. Kadının bedeni tehlikeli ya da uysallaştırılamaz olarak görüldükçe; türlü yollara başvuruldu. Bu, her alanda olduğu gibi, tıp tarihi boyunca da kendini gösterdi.
Duygusal tepkilerde aşırılık, geçici kişilik değişiklikleri, kısa süreli hafıza kayıpları gibi bulgularla kendini belli eden ve bugünün en bilinen psikolojik rahatsızlıklarından olan histeri hastalığı da kadının tarihinde böyle bir geçmişle yer aldı; ayrımcılık, baskı, şiddet…
Bir Hastalığın Tanımı:”Uterus”
Yunanca’da rahim anlamına gelen “uterus” sözcüğünden türetilen histeri, tıp tarihinin en bilinen ismi (bugünün tıp biliminin de üzerine yeminler edilen alimi) olan Hipokrat tarafından ilk olarak kadınlarda gözlemlendiğinde; kadın rahminin yarattığı bir buhran olarak açıklanmıştı. Hastalık bu tanımlamayla birlikte, Antik Mısır’dan 19. yüzyıla kadar kadın rahminden kaynaklanan bir hastalık olarak bilindi; hastalığın mağduru olan kadın bedeninde de sayısız “tedavi yöntemi” denendi.
1. yüzyılda yaşamış tıp düşünürleri Soranus ve Galen, özellikle jinekoloji alanında araştırmalar yaparak kadın rahminin anatomisi ve kadın hastalıkları üzerine çalışmıştı. Hipokrat ve onun dönemcileri, tıpkı Platon gibi, kadının rahminin “yer değiştirdikçe ağrılara neden olan vahşi bir hayvan olduğunu” söylerken; Soranus ve Galen bunun dışında bir gerçeği ararcasına, rahim üzerindeki çalışmalarını sürdürdü. İkili, rahmin “başıboş bir varlık olduğunu reddetse de” aradıkları gerçeği ancak buraya kadar “bulabildi”; kendilerinden önceki tıp erkeklerinin iddia ettiği gibi, histerinin psikolojik kökeninin rahimle ilgili bir rahatsızlığa dayandığı konusunda hemfikir olmayı seçti.
“Tedavi” Cinsel Şiddete, Cinsel Şiddet “Tedavi”ye Dönüşürse
Histeriye dair düşünceler kadın bedeni üzerinden şekillendikçe; kadının “tedavi” adı altında maruz kaldığı tarifsiz şiddet yöntemleri de arttı. Histeri, 14. yüzyıla gelindiğinde de kadın hastalığı olarak tanımlanmaya devam etti. Kadının cinselliğinin olamayacağına ve dolayısıyla cinsel doyuma asla ulaşamayacağına ilişkin düşünceler, hastalığın “tedavisi”nin bu doyumu arama üzerine şekillenmesine sebep oldu. Bazı erkek tıpçılar histerinin tedavisinin kadınların orgazm yaşamasıyla mümkün olduğunu iddia etti. Kadının vajinasına tazyikli su sıkılması, histeri hastalığı tarihinde en bilindik “tedavi” yöntemlerinden biri olurken; tedavinin cinsel şiddete cinsel şiddetin de sözde “tedaviye” dönüştüğü başka örneklere tıp tarihi boyunca rastlandı…
Soranus’un “Gynaecology” (Jinekoloji) kitabında bahsettikleri de, söz konusu bu cinsel şiddetin boyutlarını anlamaya yardımcı olabilir: “…Yanık tüy, sönmüş lamba fitili, yakılmış geyik boynuzu, yanmış yün, yanmış çaputlar, deriler ve paçavralar, kulaklara ve burna sürülen kunduz yağı, zift, sedir reçinesi, katran, ezilmiş tahtakurusu ve berbat koku saçabilecek daha ne varsa hepsi kullanıldı… Hippokrates rahmin bağırsaklar gibi serbestçe salındığına inanıyordu, küçük bir boru ile tıpkı bir demirci körüğü gibi vajinaya hava üfledi ve şişmesine neden oldu…”
Ortaçağ’da da histeriye dair düşünceler neredeyse hiç farklılaşmadı; kadınların sözde “tedavi” aşamasında maruz kaldıkları cinsel şiddet, Ortaçağ’da yerini “doğrudan katletme” politikasına bıraktı. Bu dönemde histeri hastalarının -tıpkı cadılar gibi- doğaüstü düşüncelere sahip olduğuna inanılmaya başlandı ve hasta olduğu iddia edilen kadınlar -tıpkı cadılar gibi- yakılarak katledildi.
“Kadın merkezli” olarak anılan Viktoryan Dönemde de kadınların “histeri” bahanesiyle maruz kaldıkları şiddetin yalnızca biçimi değişmişti. Dönemin bilinen jinekologlarından olan Isaac Baker Brown “kadınlara özgü hastalıklı haller”in kaynağını aşırı uyarılmış sinir sistemi olarak açıkladı. Bu açıklamayla birlikte Brown, kadının klitorisinin bağlı olduğu sinirin kadın sağlığı üzerinde büyük bir stres kaynağı olduğunu belirtti; bu sinirin histerik nöbetlere, deliliğe ve hatta ölüme yol açabileceğini iddia etti. Brown bu iddiasıyla birlikte “tedavi” yönteminin açığa çıkarttığı cinsel şiddeti bir adım daha öteye taşıdı; histeri hastalığına karşı kadınların klitorisinin makasla kesilip alınması, yaranın afyonla temizlenmesi yöntemini “geliştirdi”, bu yöntemi rızaları olmaksızın kadınlar üzerinde denedi.
Kadının cinsel yaşantısının olamayacağına yönelik düşüncelerin sürmesiyle histeri, tıp dünyası için bir “sorun” haline gelmeye başlamıştı. “Bir tedavi yöntemi” olarak bizzat erkek doktorlar tarafından kadınlara mastürbasyon yapılması ya da yine erkek doktorlar tarafından kadınlara elle pelvik masaj yapılması elleri yordukça; Dr. Mortimer Granmille bu sorunu çözmek için kollarını sıvadı. Granmille histeriye karşı bir tedavi aracı olarak vibratörü icat etti. 2011 yılında Hysteria ismiyle beyaz perdeye aktarılan hikaye, söz konusu dönemde özellikle “tedavi” aşamalarında yaşananları “gülünç” olarak yansıtsa da, vibratörün bir tedavi aracı olarak kadın bedenlerinde kullanıldığı zamanları anlatmakla kalmadı, histeri hastalığının sözde tedavisinin kabulünü de sağlamış oldu.
“Erk’in Histeri”si Kadının Talan Edilmesi
Erkek egemenler, kadının bedenini “incelenmeye değer” görüp acımasız deneylerle tarih boyunca talan ederken; kadını kimi zaman hastalıkların mağduru ilan etti, kimi zaman da bu mağduriyetleri ortadan kaldırmak iddiasıyla kadının bedenine yönelik doğrudan saldırılar gerçekleştirdi. Histeri hastalığının teşhisi de, tedavisi de kadınların yüzyıllar boyunca maruz kaldığı bu şiddete yalnızca bir örnek olarak gösterilebilir. Ancak kadın bedenine yönelik yüzyıllardır süregelen bu tarz düşünce ve uygulamalar bugünde kendini farklı şekillerde göstermektedir.
The post “Tedavi” Cinsel Şiddete Cinsel Şiddet “Tedavi”ye Dönüşürse – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Otoriter Kapitalizm – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Terörokrasinin ekonomik işleyişini anlamak, kapitalizmin bugün içerisine girdiği sıkıntıyı anlamak için önemlidir. Kapitalist işleyiş, farklı dönemlerde dayanak noktalarını değiştirirken; yeni süreçte otoriter bir temelin üzerinde kendini belirginleştiriyor.
Devlet Müdahalesine Karşı Kapitalizm
1929 Ekonomik Krizi nasıl ki John Maynard Keynes’i dönemin en önemli ekonomisti yaptıysa, 1970’li yıllarda başlayan ekonomik kriz de Friedrich Hayek’i ön plana çıkarttı. Devlet müdahalesi ve merkezi planlamanın popüler olduğu bir dönemde, bu tarz müdahalelerin ve planlamanın, piyasanın “kendiliğinden doğan düzeni”ne karşı geldiği için başarısızlığa mahkûm olacağını savundu. Hükümetlerin ekonomi planlarının dayatma ve baskı getireceğini düşünen Hayek, hükümetlerin mümkün olduğu durumlarda yalnızca piyasanın kendiliğinden olan düzenini muhafaza etmek için harekete geçmesi gerektiğinin altını çiziyordu.
1962 yılında yazdığı Özgürlüğün Anayasası adlı kitabında, özel mülkiyet ve sözleşmelerin yasal olarak dokunulmazlığına, devlet de dâhil olmak üzere tüm tarafların bağlayıcı kuralları yerine getirmesi gerektiğini vurgular. Ve devletlerin ihtiyaç dâhilinde hukukun üstünlüğünü tehlikeye sokan kolektivist güçlere karşı müdahalede bulunabileceğini söyler.
Hayek’in görüşleri, özellikle 1970’lerden sonra birçok ekonomist tarafından kullanışlı görüldü. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber, dünya çapında yaygınlık kazandı. İngiltere İşçi Partisi -ki Hayek’in Özgürlük Yolu kitabının doğrudan hedefidir- bile Hayekçi fikirlerin uygulanabilir olduğundan bahsediyordu.
2008’deki küresel finans sisteminin çöküşü ve bunu takiben batan bankaları kurtarma operasyonları “devlet müdahalesi”ni yeniden gündeme getirmişti. Hayek’in fikirleri yeniden, banka kurtarma fonlarına karşı çıkan ekonomistler tarafından dillendiriliyordu. Bunu dillendirenlerin başında Serbest Bankacılık Okulu geliyordu. Okul, temel olarak Hayek’in 1976 tarihli, Paranın Ulussuzlaştırılması adlı makalesinden yola çıkıyordu.
Devlet Müdahalesini Savunan Kapitalizm
2000’li yıllara kadar devam eden küresel ekonomik işleyiş, Hayek’in 1976’daki öngörüsünü neredeyse gerçekleştirmek üzereydi. Paranın ulussuzlaşması tabiri, her ne kadar paranın kazandığı küresel niteliği anlatır olsa da, iddia aslında özünde ulus-devlet kavramının yeni küresel kapitalist düzen içerisinde erimesi anlamına da geliyordu. Böylelikle piyasaya müdahale edebilecek -özellikle de küresel ekonomiyi dengeleyici, devletler üstü kuruluşlar varken- bir devlet mekanizması uzun bir süreçte ortadan kalkacak gibi görülüyordu.
Ancak, küresel kapitalist bakış açısının (belki klasik kapitalist düşüncenin de) göz önünde bulundurmadığı birkaç durum, kapitalizmin varoluşuyla ilgilidir.
Aslında Hayek’in “özgürlüğün anayasasını” yazdığı kitabında bahsettiği gibi, “istisnai durumlar” dâhilinde kapitalist işleyişin varlığını tehlikeye sokan güçlere karşı “devlet müdahalesi” talep eden mantık, tam da kapitalizmin özünde yatar. Kapitalist işleyişin “özgür irade”ye dayanan sözleşme mantığı (patron-işçi arasındaki sözleşme), özünde tabi ki bir dayatmadır. Ancak bu dayatma sadece ekonomik bir zorunlulukla açıklanamaz. Devlet, bu işleyişin garantörüdür. Devletin zor kullanma gücünün garantörlüğü dışında “özgür sözleşme” düşünülemez. Devletin zor kullanma gücü, sadece korkutucu ve caydırıcı özelliğiyle açıklanmaz, aynı zamanda “meşruluğuyla” açıklanır. Devlet nasıl ki tek meşru güç kullanma tekeline sahip mekanizmadır, kapitalizm de bu meşruluktan yararlanmak ister/zorundadır. Devletin bu meşruluğu, her ne kadar muğlak ve toplumsal sözleşme hikayeleriyle temellendirilmeye çalışılmasına rağmen aslında toplum üzerindeki en büyük baskı ve şiddet mekanizması olsa da; kapitalizm için bu tarz meşruluk bile işleyiş için kullanışlıdır. Ona, yeri geldiğinde devletin bu meşruluğunu sorgulama, yeri geldiğinde bu meşruluğu kullanma esnekliği verir.
Kapitalizmin varoluşuyla ilgili bir başka devlet zorunluluğu, merkeziyet meselesiyle ilgilidir. Sermaye, mantığı gereği merkezileşme eğilimindedir. Siyasi, toplumsal ya da ekonomik iktidarın merkezileştiği organizasyon olarak devletle bu merkezileşmenin çarpışması ya da kesişmesi kaçınılmazdır. Küreselleşme olgusuyla beraber, yerelleşen ve küreselleşen yani merkezileşmeden uzak sermaye hareketliliği çok dillendirilmiştir. Ancak küresel kapitalizm, sermayenin küresel çapta, ihtiyaç olan kesimlere dağıtılması değildir. Belli ekonomik işleyişlerin (üretimin ucuz hammadde ve ucuz işgücü ile gerçekleşebileceği yerler, farklı pazarlar…) dünya üzerindeki farklı alanlara yayılması, kapitalizmin merkezi varlığından bir şey kaybettirmemiş aksine merkezi varlığının hâkimiyet alanının gelişmesine olanak vermiştir.
11 Eylül’ün Bir Gün Öncesi
“Sadece bir kriz, gerçek değişim yaratır.” diyor Milton Friedman, serbest piyasaya ve hiçbir şeye karışmayan minimal devlet mekanizmasına olan inancıyla. Ancak bu tarz bir krizin de, devlet eliyle yaratılabilme potansiyelini belki gözden kaçırıyor ünlü ekonomist.
11 Eylül 2001, devletin rolünün her alanda kendini yoğun bir şekilde hissettirdiği bir dönemin başlangıcıydı. 2001’de New York’ta gerçekleşen saldırıların ilk etkisi korku, panik ve endişeydi. Ekonomik olarak önemli pozisyonda bulunan bir ticaret merkezi vurulmuştu. Siyasetin merkezi Beyaz Saray hedef alınmıştı, saldırı başarısız olmuştu. Küresel istihbaratın merkezi, Pentagon vurulmuştu.
İlk etkinin sona ermesi beraberinde senaryoları getirdi. “El-Kaide’nin ustaca planlayıp gerçekleştirdiği saldırı senaryosu” temel kabul gören senaryoydu. Bunun ışığında, ABD Afganistan-Irak-Suriye harekâtlarını başlatmış oldu. “War on Terrorism/Terörizme Karşı Savaş” hem dış hem de iç politika haline geldi.
Temel kabul gören senaryo dışında başka senaryolar da mevcuttu. ABD’nin kendi kendini vurması; bir petrol ailesinin savaş fırsatçılığını kara dönüştürmek için ABD’yi savaşa sokması gibi. Bu senaryoların ortaya çıkması şaşırtıcı değildi, çünkü ABD’de yaşayanlar Tonkin Körfezi Olayı, Vietnam Savaşı, Kore Savaşı gibi bir dizi gerçek olmayan saldırıların ardından savaşa girildiğine tanıklık etmişlerdi. Hatta bunun için bir terminoloji bile oluşmuştu; false flag operations (sahte bayrak operasyonları).
Ancak bu senaryoları, özellikle de 11 Eylül’ün sahte bir saldırı olduğunu kanıtlamak oldukça zor. Özellikle de haberleri servis eden medya şirketleri, petrol şirketleri ve finans şirketleri arasındaki ilişkiyi düşündüğümüzde.
Yine de, saldırıların gerçekleşmesinin hemen ardından konuşulan önemli bir olayı hatırlamak önemlidir. 10 Eylül 2001’de Bush hükümeti Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Pentagon’da “eve yakın düşmanlara”, Pentagon bürokrasisine savaş ilan eden konuşmasını yapmıştı. Çünkü ortada 2.3 trilyon dolarlık bir bütçe açığı vardı ve bundan Savunma Bakanlığı sorumluydu. Rumsfeld, buna benzer bir sıkıntıyla bir daha karşılaşılmayacağını, sorumlularının hesap vereceğini vurgulayan bir ajitasyon çekmişti. Aslında büyük bir skandal ortaya çıkmıştı. Belki de ilk kez bu kadar büyük meblağda bir para kaybı halka açık bir şekilde konuşulmuştu. Ertesi gün 11 Eylül!
Rumsfeld, aynı meseleden (ve ABD’nin askeri taşeronluğunu üstlenen DynCorp’un Sek Ticareti suçundan) 2005 yılında sorgulanmıştı. 2.3 trilyon dolar açığın arkasından yapılan bütçe dengesizliklerine de cevap veremiyordu. Bu durumun açığa çıkmasındaki en büyük etmenlerden biri, Pentagon’un para transferlerinin takibinin yapılamamasıydı. ABD hükümetinin 1947-49 yılları arasında imzaladığı güvenlik ve CIA anlaşmaları, istihbarat teşkilatları topluluğunun herhangi başka devlet birimine haber vermeden para çekebilmesinin önünü açıyordu. Yani Rumsfeld’in veremediği hesabın temeli birkaç on yıl önce atılmıştı.
11 Eylül Saldırıları, büyük bir skandalın açığa çıkmasını engellemişti.
Terörokrasinin Ekonomisi
Rumsfeld’in veremediği hesap, güvenlik başlığı altında devlet ve kapitalizmin bu iç içe geçmişliğiydi. 11 Eylül’de güvenlik nedeniyle artan “devlet rolü”, daha sonra 2008’de yaşanan küresel finans krizinde de batan finans şirketlerini kurtarırken kendini göstermişti. Kamu-özel iştirakları, bu tarihten sonra artmaya başladı. Ekonomik büyümenin yavaş, işsizliğin fazla olduğu bir durumda, devlet şirketlere garantör oldu. Atılan her ekonomik adım, devlet teşvikiyle gerçekleşti.
11 Eylül’ün yarattığı ortamda, kendisine fırsat gören özel ordu ve güvenlik şirketleri “içerde ve dışarıda terörizmle savaşırken” ve sermayelerini arttırırken, finans şirketleri devlet güvencesiyle büyümeye devam etti. Bütün bunlara (yani kapitalist krizden iflas eden şirketlerin vergiler dolayımıyla halktan çıkarılıyor oluşuna, bakanlık merkezli yolsuzluklara vb.) haklı olarak tepki verenler, bugün de devlet şiddetiyle bastırılmaya devam ediyor. Finans krizinden bugüne, ABD’deki toplumsal hareketlere yönelik devletin şiddet kullanma oranı her geçen gün artıyor. Ekonomik ve toplumsal baskıyı merkeze alan politikalarla şekillendirilmeye çalışan halk, savaş-terör-kapitalist kriz üçgeninde sıkıştırılmaya devam ediyor.
Anlatılanlar bize de tanıdık geliyor, değil mi? İşte kapitalizmin küresel etkisi bu olsa gerek.
Suriye Savaşı ve ardından OHAL’le beraber, otoriterleşen devlet mekanizması, içerisine girdiği ekonomik krizden çıkma yollarını, birebir aynı şekilde “teröre karşı savaş” söylemleriyle, kapitalizmin vahşi dönemindeki uygulamalara geri dönerek bulmaya çalışıyor. Sadece içerisinde bulunduğumuz coğrafyada değil, kapitalist işleyişin devam ettiği her yerde…
Bilginin ve teknolojinin yaygınlaştığı, ulus-devletlerin sınırlarının sermayenin dolaşımında eridiği, ekonomik birlikteliklerin önem kazandığı, fırsat eşitliğinin herkes için olduğu bir kapitalizm rüyası, kapitalistler için bile sona erdi. Yeni otoriter dönemde, yaratılan adaletsizliklerin yol açacağı toplumsal reaksiyonlarla, içinde bulunulan krizlerle baş etmenin kapitalistler için tek yöntemi var; terörokratik devlet.
The post Otoriter Kapitalizm – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>