The post Anarşist Yayınlar Dizisi (14): “Sicilya’da Anarşist Yayınlar” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Sicilya’da Anarşist Yayınlar (1848-2017)
Anarşistler herhangi bir otoriteyi tanımaz. Öğrenecekleri ve propaganda yapacak kutsal metinleri yoktur; hürmet edecekleri şefleri, emirlerini uygulayacakları ya da politik davranacakları sekreterleri ya da komiteleri yoktur. Anarşistler, var olduklarından bu yana, düşüncelerini ve toplumsal deneyimlerini en doğal araçlarla ifade ederler; yazılı ve sözlü olarak. Anarşist ve liberter dergiler, devletin, kilisenin ve patronların yüz elli yıldan beri süren düşmanlığına rağmen –faşist, liberal, komünist ya da demokratik bütün hükümetlerin uyguladığı sansür ve baskıya rağmen– her dönemde, özgürlük ve eşitlik temelinde yeni bir toplumsal örgütlenme yolundaki bastırılamayan talebinin ifade araçları olarak yükseldiler.
Anarşist gazetecilik, adanın siyasi ve kültürel özelliklerini kendi düşüncesiyle harmanlayarak Sicilya tarihini belirleyen başlıca olayları, kopukluk olmaksızın birleştirir. Anarşist hareket içindeki rolü nedeniyle ve aynı zamanda daha geniş ve radikal toplumsal mücadelelere olan etkisi nedeniyle, bazen ulusal ve uluslar üstü düzeyde önemli olmuştur.
İlk radikal gazeteler 1848 Liberal Devrimi sırasında doğdu ve aralarında en önemlisi olan “La bomba” (Bomba) parlamentoya olan düşmanlığı, ruhbanlık karşıtlığı ve otonomcu federalizm vurgusuyla diğerlerinden ayrılıyordu. Bundan birkaç yıl sonra, 1863’te toplumsal muhalefetin Sicilya’daki ilk gazetesinde, farklı gazetecilik deneyimleri buluştu: Saverio Friscia ve Lattanzio Tedaldi’nin yönettiği “Arturo” (Calatafimi savaşından önceki gece ortaya çıkarak Garibaldi’ye yardım eden yıldız). Aspromonte trajedisinden sonra doğmuş olan Sicilya toplumsal muhalefetinde farklı siyasi amaçlar harmanlandı ve aynı zamanda Bakunin çizgisinde bir anarşizmin yolu açıldı. Sonraki yıllarda, “L’eguaglianza” (Eşitlik), “La Giustizia” (Adalet), “Beccaria” (Ölüm Cezasına Karşı), “Il Vulcano” (Volkan), “Il Povero” (Fakirler) gibi enternasyonalist harekete bağlı ya da devrimci “emekçi” “Gli operai” (Emekçiler), “Il Vespro” (Akşam Yıldızı), “Il Grido del Popolo” (Halkın Haykırışı) “La Riforma Sociale” (Toplumsal Reform) ve diğer pek çok gazeteyi görebiliriz.
Kendisini açıkça anarşist olarak ilan eden ilk Sicilyalı gazete, 11 Haziran 1885’te Palermo’da Anacleto Conti Arcuri tarafından kurulan “Il Proletario” (Proleter) idi. Aynı yıl, iki kaçak eylemcinin çıkardığı “Barbarets” (Barikatlar) ve “Monarchia” (Monarşi) öğrenci hareketlerinde önemli bir işleve sahipti. Bunlar Sicilya’da uzun süre devam edecek olan bir dizi anarşist gazete ve derlemenin başlangıcıydı. Bunların arasından kısa bir seçki veriyoruz: “Il Riscatto” (Fidye), “La Riscossa” (Ceza) “Il Piccone” (Kazma), “Pensiero e Dinamite” (Düşünce ve Dinamit), “Il Proletariato” (Proletarya), “La voce Proletariato” (Proletaryanın Sesi) ”L’anarchista” (Anarşist) “L’uguaglianza Sociale” (Toplumsal Eşitlik). Tüm bu yayınlar, farklı miktarlarda yayımlanıyor ve bazıları yabancı okuyuculara kadar ulaşıyordu ancak normalde yaşamları birkaç yıldan fazla olmuyordu.
Anarşist yayıncılık faaliyetleri yirminci yüzyıl boyunca devam etti, doğal olarak faşist sansürle çatıştı ve güneyin yoksulluğuyla, göç sorunlarıyla karşı karşıya kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, adanın anarşist basınında “sicilyacı” bir itiraz ortaya çıktı ve 1947’de FAS’ın (Sicilyalı Anarşist Federasyon) kurulması yeni bir yayın dalgasını teşvik etti: “Terra e Libertà” (Toprak ve Özgürlük, Mayıs 1947 – Nisan 1949 arası) ve “L’agitazione del Sud” (Güneyin Ajitasyonu, Mart 1957’den Ekim 1971’e kadar) bu döneme ilişkin sadece iki örnektir.
70’li ve 80’li yıllarda devrimci şiddet meselesi, İtalyan anarşizmin politik ve ideolojik tartışmaların başında yer alır. Sicilya’da, Alfredo – Maria Bonanno ve Franco Leggio tarafından 1975 yılında kurulan iki ayda bir yayınlanan “Anarchismo” (Anarşizm) dergisi, özellikle radikal dili ve içeriğiyle anarşizmin isyan ve yakınlık ilkelerine dayanan, tartışmalı bir yenilenmesine neden olacak yeni mücadeleleri yakından takip eder.
Günümüzde devam eden yayınlardan “Sicilia Libertaria”, 1977’de derleyicisi Pippo Gurrieri’nin o dönemde yaşadığı Torino’da siklostil ile çoğaltılarak doğdu. Kırk yılın ve çıkan yüzlerce sayının ardından “Sicilia Libertaria”, sadece Sicilya’da yayınlanan en uzun ömürlü anarşist gazete olmakla kalmıyor, aynı zamanda İtalya’nın her yerinden aylık okurlarıyla, hala adadaki en yüksek etkiye sahip anarşist bakış açısını oluşturuyor.
On dokuzuncu yüzyıldan bu yana, gazeteler anarşist ilkelerin yaygınlaştırılması için temel araç olmuştur. Bu özgürlük fikirlerini benimseyenler arasında en iyi tahayyül, yüzleşme ve polemik şansını temsil ediyorlardı ve hala etmeyi sürdürüyor. Gazete, her daim sadık kaldığı, bütün anarşistler tarafından paylaşılan ilkeler çerçevesinde (otoritenin ve delegasyonun reddedilmesi; devletlere, kiliselere, ordulara, sermayeye ve ona bağlı kurumlara karşı sürekli mücadele; toplumun yatay, öz-örgütlü ve federalizm temelinde yeniden örgütlenmesi), sözü olduğu grupların ve eğilimlerin özgün “kimliklerini” yaratmalarına da katkıda bulundu.
Gazeteler, ithamlarıyla isyana çağırarak, yöntem ve hedef göstererek devrimci mücadeleye aktif bir şekilde katıldılar; tüm bunlar devletin otoritesi tarafından birçok toplatılma, celp ve baskı getirdi. Anarşist gazetecilik, anarşizmden besleniyor olsa da, (gerçekte, tarihi boyunca birçok dönemde basın olmadan yaşayan) hareketin tüm potansiyellerini tüketmediği gibi, kendisi de hareket tarafından tamamen işgal edilmez; her zaman sosyal ve kültürel gündemle belirli bir “köprü” işlevini sürdürür.
Bu yüzden, bu kısa sunumla, Sicilyalı anarşistler olarak Sicilyalı anti-otoriter basının zenginliğine sahip çıkmak ve böylece geçmişimizin deneyimlerinden gelen ve her zaman geleceğe bakan bir siyasi ve toplumsal faaliyetin sürekliliğine tanıklık etmek istedik. Mücadelenin içinde yürürken yazmak, okumak, öğrenmek ve anlamak üzere…
Şino, Archivio Storico Degli Anarchici Siciliani (Sicilya Anarşistlerinin Tarihsel Arşivleri)
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (14): “Sicilya’da Anarşist Yayınlar” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post OHAL’in 3 Maymunu – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir yanda, basımı ya da dağıtımı engellenen gazeteler, haklarında soruşturma açılan gazeteciler, “devlet büyükleri”ne hakaret etti iddiasıyla hedef gösterilip işten çıkarılan muhabirler, yayını durdurulan televizyon kanalları, programdan uzaklaştırılan haber spikerleri, paylaşımları yüzünden trollerin saldırısına uğrayan sosyal medya kullanıcıları…
Diğer yanda da, birbirleriyle aynı manşeti kullanan havuz gazeteleri, ziyafet ve davetlerden eksik olmayan yayın yönetmenleri, köşelerinden kan kusan yazarlar, ırkçı ve nefret dolu paylaşımlarıyla gündem oluşturmak için maaşa bağlanmış trol hesaplar…
15 Temmuz’a yaklaşırken medyanın genel hali az çok böyleydi.
Darbe planlı mıydı, kontrollü müydü tartışmaları hiç kesilmiyor; ama şu artık bir gerçek ki, böylesi bir “yetki devri” kimilerince arzulanan bir şeydi. İşte yandaş medyanın 15 Temmuz öncesi bir görevi de bu algının oluşmasını sağlamaktı. 15 Temmuz’un sonuçlarına bakılırsa, bunu ne kadar iyi yerine getirdiğini görmek mümkün.
Yandaş medyaya OHAL’den sonra verilen görevse, gün geçtikçe şiddetini artıran devlet zulmünün ve toplumun özellikle ezilen ve muhalif kesimine yansıyan adaletsizliklerin üzerini örtmek için sayfalarını ya da ekranını seferber etmek oldu. Gerçekten de seferber edildiler, çünkü artık her haber “darbecilere” karşı tam bir askeri zafer kazanılmış edasıyla sunuluyor, her bir sözcük kendinden olmayanı nefret ve düşmanlıkla linç ediyordu.
Bu kadarla da sınırlı değil. Gündemi yandaş medyadan takip edenlerin, ekonomik başarılar içinde yüzüldüğü, 1000 odalı sarayı kıskananların olduğu, ABD’ye ve Rusya’ya posta konulduğu, Fırat Kalkanı ile Suriye’nin ta ortalarına kadar ilerlendiği yanılsamasına kapılmış olmaları kuvvetle muhtemel! Zaten medyanın muhalifleri susturmaktan daha çok başarılı olduğu yer de burası; gerçeği tahrif ederek hiç de azımsanmayacak bir kesimi “resmi haber”lere inandırmak.
OHAL’in “başarılı” bir biçimde uygulanmasında doğrudan tetikçilik yapan yandaş medya kadar, doğrudan siyasi baskıyla muhalefet edemez, farklı bir yorum getiremez hale sokulmuş medya organlarının da payı var kuşkusuz. Oysa çok değil, daha bir önceki seçimde “OHAL kalktı, oyum AKP’ye” propagandası bu gazetelerin sayfalarını, televizyonların ekranlarını dolduruyordu. Şimdi ise OHAL’in ne kadar da zorunlu olduğu yineleniyor her an.
OHAL koşullarında referandum
Yandaş medya, geçtiğimiz referandumda da, kamuoyunu belirleme konusunda kendinden beklendiği gibi davrandı ve yayınlarını “evet” propagandasına çevirdi. Hemen her kanalda yer alan açık oturumlarda cevabı önceden belli sorularla zihinler bulandırıldı, oy vermeye işte bu tek kale maça dönen şovların etkisinde gidildi. Sonuçlar malum.
Özellikle bu dönemde medya patronları ve yayın yönetmenleri ile yapılan kahvaltılı toplantılar, aslında medyanın hareketlerini kontrol etmesine yönelik bir dizi talimat vermenin bir aracı oldu. Böylelikle yandaş medyada ne hayırcılara yönelik saldırılara yer verildi, ne de diğer OHAL baskılarına. Mecliste grubu bulunan HDP’nin grup toplantıları bile yayınlanmadı. HDP’liler çare olarak cep telefonu ile yayın yapma yöntemine gittiler.
OHAL adı altında topluma karşı bir savaş yürütülüyor
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesiyken KHK’yla ihraç edilen Funda Başaran, Sokak Akademisi’nde verdiği “OHAL’de Medya” dersinde, işte bu gidişe “topluma karşı savaş” diyor, ‘OHAL adı altında topluma karşı bir savaş yürütülüyor’. Peki, bu nasıl bir savaş? Funda Başaran devam ediyor: “İktidarın kendi çıkarlarını sürdürmesi üzerine kurulu bir savaş. Üstelik AKP’nin iktidara geldiği ilk günden itibaren medyayı kendine ilişkilendirmesinin bir sonucu olarak ve yasaklar, baskılar, sansür ve değişen sahiplik ilişkileri ile oluşturulan ortamda, bugün medya gerçek bir savaş aracına dönüşmüştür.”
OHAL medya havuzunu büyüttü
OHAL’le birlikte ardı ardına açıklanan KHK’larla kapatılan gazete ve tv’ler, yandaş medya patronlarının eline geçti. Daha önce Gülenci şirket ya da vakıflara ait olan bu kuruluşlar, çok küçük bedeller karşılığında, yandaşlıkta kusur etmeyen iş çevrelerine devredildiler. Böylece havuz medyası büyüdükçe büyüdü. Bu devirler sonrası ya çalışanların yeni yönetime biat etmesi istendi ya da topluca işten çıkarmalar yapıldı. Son bir yılda medya kuruluşlarından çıkarılanların toplam sayısı, KHK’larla doğrudan açığa alınan medya çalışanlarıyla beraber 10 bini aşıyor.
Sosyal Troller
Darbe gecesi Tayyip Erdoğan’la yapılan ve canlı yayınlanan görüntülü telefon görüşmesinin, hiç bir plandan haberi olmayan insanları sokağa çıkarmak için yetmiş de artmıştı. Ama darbe taşları yerlerine oturup bir de OHAL ilan edilince, sosyal medya da yasaklama ve engellemeyle karşı karşıya kaldı. Üstüne, trol hesaplardan yayılan yalan bilgilerle sosyal medya da devletin propaganda alanı haline geldi. Özellikle Reina saldırısı öncesi ve sonrası IŞİD’i öven sosyal medya paylaşımlarının serbest olması dikkat çekiciydi. Burada yapılan hedef göstermeler mahkemelerde delil olarak kabul edilip gözaltı ve tutuklanma gerekçesi yapıldı.
Kürtler için her gün OHAL
Yazılı ve görsel medyada az da olsa gerçeği dillendirme çabaları, yine AKP’ye bağlı yargının hakimlerince daha başından engellenmeye çalışıldı. TCK kapsamında “örgüt”, “terör” veya “devlet büyüklerine hakaret” bahaneleriyle haklarında dava açılan gazeteci sayısında artış yaşandı. Rakamla vermek gerekirse, OHAL sonrası soruşturmalar ve davalar sonucu 778 gazetecinin basın kartı, 46 gazetecinin pasaportu iptal edildi; 3 gazeteci “devletin güvenliğine ilişkin belge yayınlamak”tan 12 yıl 6 ay; 2’si “örgüt üyeliği”nden 55 yıl hapse mahkum edildi. 2016 sonu itibariyle 73 gazeteci (38’i Özgür Gündem dayanışmasından) toplam 547 yıl 6 ay hapis istemiyle yargılanıyordu.
Geçtiğimiz Ocak ayında, Ankara’da yapılan Uluslararası Hukuk Konferansı’nda bir konuşma yapan DİHA editörlerinden Kenan Kırkaya, Sur, Cizre ve Nusaybin’deki katliamlara hep birlikte karşı çıkılabilseydi, OHAL’in batıdaki etkileri bu kadar şiddetli olmayabileceğini ifade etti. Bunu söylerken pek de haksız değil. Kısacası, Kürt olmak hele de Kürt bir gazeteci olmak bu topraklarda hiç de kolay olmadı. 30 yıldır geleneğini sürdüren Kürt basını ve Kürtler için her gün OHAL’di desek yanlış olmaz.
Ağıta da tahammül yok!
Hepsi bununla da kalmıyor. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan bir KHK’yla televizyon yayınlarına yeni bir OHAL tehditi getirildi. Bu kararnamedeki “terörün amaçlarına hizmet edecek sonuçlar doğuracak yayın” ifadeleri ile yeni bir suç daha yaratıldı. Bu yasağa uymayan televizyonlar kapatılacak. Bu KHK’ya göre, oğlunu ya da eşini kaybetmiş annelerin ağıtları ya da iktidarı eleştiren feryatları televizyonlardan yayımlanamayacak.
Devlet hep ölümden, acıdan, katliamdan yana. Medyası da öyle. İktidar, kendi isteği dışında bir sesin çıkıp ezberleri bozmasını istemiyor. Elinde tuttuğu onca medya desteğine rağmen bir ananın feryadına bile tahammül gösteremiyor. Onu bu feryatların yıkacağını biliyor ve korkusu da, OHAL’i de bundan.
Nedim Ciran, Medyan Haber Ajansı
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post OHAL’in 3 Maymunu – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İşte OHAL, İş’te İŞSİZLİK – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz ay gerçekleşen MÜSİAD toplantısında yaptığı konuşmada “OHAL’le birlikte grev tehdidini engelledik, terörist olmayan için OHAL yok hükmündedir.” diyen Erdoğan’ın eski bir fotoğrafı düştü sosyal medyaya, çoğumuz görmüşüzdür. 1988 yılında bir işçi grevinde, grev önlüğü giymiş, fotoğraf çektiriyor ve “Zulüm bitene kadar işçinin yanındayız!” açıklamaları yapıyor. Gözlerine inanamıyor bugün fotoğrafı gören işçiler; “Madem o kadar işçi dostuydun, bizi neden işsiz bıraktın?!”
Grev “Yasak”, İşçi “Kiralık”, Milyonlar “İşsiz”
Son bir yıla baktığımızda, OHAL uygulamaları, işçiler açısından örgütsüz ve güvencesiz istihdamın meşrulaştırılmasını sağlarken, patron teşvikleri artarak devam etti. “Milli güvenlik” gerekçesiyle grevler yasaklandı; Asil Çelik, EMİS Grup, Akbank, Şişe-Cam, Mefar… Grev yasaklarını, esneklik politikalarının “terörle mücadele” aracı haline getirilmesi takip etti. Toplu sözleşmelerde işten çıkarma ve üç yıllık sözleşme saldırısı sürüyor. Öyle ki, geçtiğimiz günlerde Petkim’de direnen işçiler ve sendika yönetimi yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı. Fabrikaya TOMA’lar getirildi ve üç yıllık sözleşme zorla imzalatıldı.
Toplumsal muhalefet içinde diğer işçilerden daha fazla gündem olan akademisyenlerin yaşadığı durum da pek farklı sayılmaz. İhraç edilen kadrolu kamu çalışanlarının yerine sözleşmeli ya da geçici statüde çalışanların ikame edilmesiyle sömürü çarkı dönmeyi sürdürdü. Taşeron işçilere verilen kadro sözü gündemden çıkartıldığı gibi, taşeron çalışmayı mumla aratacak olan “kiralık işçilik” yasalaştı.
TC %5 Büyüdü, Ama Nasıl?
Cumhurbaşkanı Erdoğan yaptığı bir konuşmada TC ekonomisinin 2017’nin ilk altı ayında %5 oranında büyüdüğünü açıkladı. Nasıl mı olmuştu bu büyüme? 2017’nin ilk 6 ayında 164 işçi iş cinayetlerinde katledildi. Katliam, grev yasakları, sendikal baskılar, işsizlik fonuna bile dikilen gözler, her gün daha da artan sömürü ve azalan nefes alma alanı oldu işçilerin büyümeden aldığı pay…
Bütün bunlara rağmen ekonomide olumlu bir hava estirmek isteyen iktidar, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) hesaplarında revizyona gitti. Revizyondan sonra yapılan açıklamada, milli gelirin şimdiye dek %20 eksik hesaplandığı iddia edilerek büyüme oranı %5’e çıkarıldı.
İşsizlik Artışı 20 Kat Hızlandı
Devletin şişirme rakamları bırakıp gerçek verilere bakacak olursak; 2016 yılını OHAL öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye böldüğümüzde, OHAL sonrası dönemde işsizlik artışı, OHAL öncesi dönemin neredeyse 20 katı oldu. TÜİK iş gücü istatistiklerine göre, 2016 yılının ilk 6 aylık döneminde 34 bin kişi artan işsizlik, 21 Temmuz tarihinden, yani OHAL sürecinin başlangıcından itibaren tam 668 bin kişi arttı ve son 30 yılın rekor seviyesine, 3 milyon 872 bin kişiye ulaştı.
TÜİK verileri elbette dar tanımlı işsizlik sayılarına göre belirleniyor ve kayıt dışı çalışan işçileri kapsamıyor. DİSK-AR’ın verilerine göreyse geniş tanımlı işsizlik 6 milyon 917 bine ulaştı. Sadece bu yılki artış sayısının bile TC sınırlarındaki birçok ilin nüfusundan fazla olması, yaklaşık Elazığ nüfusu kadar insanın bir yılda işsiz kalmış olması, durumun vahametini gözler önüne seriyor.
Yine OHAL sürecinde gündemleşen “Kıdem Tazminatının Fona Devri” meselesi de, iş güvencesinin ortadan kalkması yani patronlar için işten çıkarmanın kolaylaşması anlamına geliyor. Yaklaşık 7 milyon işsiz varken işten çıkarmaların kolaylaştırılmasının kimin yararına olacağı da apaçık ortadadır.
İşsizlik Artarken İstihdam Azaldı
OHAL sürecinde işsizlik oldukça arttı, bir de üzerine istihdam sürekli azaldı. 2008 krizini anımsatan ancak etkileri o süreçten katbekat fazla olan OHAL sürecinde çıkarılan KHK’lar ile kamuda çalışan en az 121 bin kişinin işine son verildi. 179 medya kuruluşu kapatıldı ve bu kuruluşlarda çalışılan en az 10 bin kişi işsiz kaldı. İhraç edilen akademisyenler, tutuklanan gazeteciler, kapatılan eğitim kurumları, dernek-vakıf vb. STK ve çeşitli iş yeri çalışanları da işsizlik rakamlarını etkiledi. Bu kişilerin istihdamı için yaratılacak alanların ise bahsi bile geçmedi, istihdam oranında %4’lük düşüş yaşandı.
TC İlk 10’a Girdi: İşçiler İçin En Kötü Çalışma Koşulları Kategorisinde!
Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) tarafından her yıl hazırlanan raporun bu yılki sonucunda, TC, işçiler için en kötü çalışma koşullarına sahip 1ısında yayınla0 ülke arasına girdi. Önceki yıllarda kağıt üzerinde yapılan fason yasal düzenlemelere karşılık, işçi haklarının fiilen kullanılamadığına dikkat çekiliyordu.
Bu yıl, yani OHAL sürecinde ise, kağıt üzerindeki düzenlemelerin dahi aşındırıldığı, özellikle sendikal haklar konusundaki fiili ihlallerin gerek yargı kararları gerekse çıkartılan KHK’larla resmiyet kazandığı vurgulandı.
Bu süreçte sendikaların üye sayılarını ve aidat gelirlerini arttırma çalışmaları, “hapis cezası gerektiren bir suç” olarak tanımlandı. Yargıtay tarafından onandı. Ankara Bölge İdare Mahkemesi’nin “Bildiri imzalamak ihraç gerekçesi olamaz” kararı, çıkartılan KHK’larla iptal edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan -işçilerle dalga geçercesine- engellenen grevlere atıfla, patronların OHAL itirazlarını anlamakta zorlandığını açıkladı.
The post İşte OHAL, İş’te İŞSİZLİK – Rıfat Güven appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Her Hali İşgal Rojava’nın Her Hali Özgür – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Küresel düzeyde bir OHAL’in yaşandığı günümüzde Ortadoğu coğrafyası, Suriye ve Rojava yeni keşmekeş durumların ortasındadır. Devletlerin çıkarları doğrultusunda, siyasi ve ekonomik sorunlarına da çözüm olarak terörokrasi* uygulamalarını etkin bir araç olarak kullandığı şu günlerde bölgede artan bu karmaşıklığın, Rakka operasyonu sürerken Rojava’yı etkilememe ihtimali bulunmuyor.
ABD’nin Suriye’de daha etkin bir pozisyon almaya dönük politikalarının işaretleri olarak Rakka Operasyonu için Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’ne silah yardımını arttırması ve Suriye uçağını düşürmesi, Suriye’de taraflaşmayı ve savaşı yeniden arttıracak emarelerdendir. Aynı zamanda Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Yemen’in Katar hükümetini teröre destek vermekle suçlayarak Katar’la tüm diplomatik ilişkileri kesmesiyle başlayan krizde; Türkiye’nin ve İran’ın Katar’ı destekleyen, Rusya’nın ise taraf tutmaktan ziyade krizin çözülmesine dönük tutumu, Ortadoğu’da yeni ve çok da kolay açıklanamayan ittifakları ve girift ilişkileri beraberinde getiriyor. Yine bölgede etkili olmaya çalışan TC de Rojava’yı tehdit eden girişimlerde bulunuyor. Böylece bunların hepsi giderek ısınan bir bölgenin parçası olan ve yeni bir operasyonu gündemine alan Rojava için belirleyici olma ihtimalini güçlü bir şekilde taşıyor.
TC’nin Rojava Düşmanlığı Sürüyor
Ortadoğu’yu da Rojava’yı da etkileyecek bu küresel keşmekeşin – yani küresel OHAL’in – bir yansıması da TC’de vuku buluyor. TC’nin OHAL’i de Rojava’yı etkileyen bölgesel gelişmelerden biri.
TC Rojava’ya olan düşmanlığını OHAL’de de arttırarak sürdürüyor. TC’nin Rojava’ya karşı düşmanca tutumu, savaş halinde olan Suriye’de yaratmak istediği nüfuza karşı Kürt halkının direnişi olduğu kadar, Kürt halkının Bakur Kürdistanı’ndaki direnişi ve TC’nin tarihsel Kürt düşmanlığıyla da bağlantılıdır. Kobanê Direnişi süresince TC’nin IŞİD’in insani ve lojistik kaynak bulmasında kolaylaştırıcı olması ve cihatçı örgütlerle yakın ilişkiler kurarak ortaya koyduğu düşmanca tutumu OHAL’in ardından içeride yarattığı milliyetçilik dalgasının da etkisiyle artmaktadır.
Fırat Kalkanı operasyonu öncesi ve sırasında kırmızı çizgi olan Fırat’ın batısına YPG’nin geçişi hakkında esip gürleyen TC, Fırat Kalkanı’nın bir başka hedefi olan Menbiç konusunda da başarısız olmuş ve TC’nin Rojava’daki her başarısızlığı da Rojava’ya olan düşmanca tutumunu daha da arttırmıştır. Yine operasyonun olduğu dönemde ve sonrasında TSK’nın Rojava’nın Tel Abyad ve Serekaniye şehirlerine girerek Kobane ve Cizire kantonlarının bağlantısını keseceği bir operasyonun olacağı iddia edilmekte; son zamanlarda ise TC’nin İdlib’in boşaltılması konusunda Rusya ile anlaşıp Afrin’e saldırı planları yaptığı iddialarının medyada genişçe yer alması TC’nin düşmanca tutumunun pratiklerini oluşturan tehditler olmaktadır.
TC, Fırat Kalkanı Operasyonu’nun ardından bölgede tekrar etkin görünmeyi amaçlamıştı. Rakka’ya yönelik operasyonların başarılı olduğu bir dönemde SDG güçlerinin güvenlik oluşturmak için kuzeye çekilerek operasyona ağırlığını verememesini hedefleyerek Nisan ve Haziran aylarında Şengal’e ve Afrin kantonunun köylerine havan toplarıyla saldırılarda bulunmuş, yine Haziran ayında da Afrin sınırına tank sevkiyatı gerçekleştirmişti.
Rakka’ya sahip olan ya da Rakka’da etkili olan bir YPG, TC için hem enerji sahası olan bu bölgelerde etkili olamamak hem de oldukça güçlenmiş ve IŞİD’e karşı savaşta politik “meşruluğu” iyice kanıtlanmış bir YPG anlamına geliyor. Bu yüzden TC; Rakka Operasyonu’nda YPG’nin var olmamasını, etkin olmamasını veya YPG’nin Rakka’yı ele geçirmemesini istiyor. Aynı zamanda psikolojik veya politik açıdan güçlenen ve “meşruluğu” artan bir Kürt siyasetinin de kendi iç siyasetiyle doğrudan ilgili olduğunu biliyor.
Keşmekeşin Kıyısında Rojava
YPG/SDG’nin son birkaç aydır ağırlığını verdiği operasyonlar ile her geçen zaman Rakka şehir merkezine giderek yaklaştığı görülüyor.
Aylardır etkili bir mücadele veren YPG, TC’nin de saldırıları göz önünde tutulduğunda operasyonu bir an önce bitirmeye çalışıyor. TC ise ABD ve diğer güçlerle YPG hakkında süren anlaşmazlığında, ABD’nin operasyonun tamamlanmasına yönelik isteği ile doğrudan ilgili olarak YPG aleyhine büyük bir politika yürütebilmiş, buna cesaret edebilmiş değil.
Rakka operasyonuna dönük olarak var olan bu olumlu gelişmelerin yanı sıra operasyonu etkileyecek bölgesel ve küresel kaynaklı olumsuz gelişmeler de bulunuyor. TC’nin ciddileşmesi muhtemel saldırıları, küresel OHAL’in getirdiği şekliyle devletlerin şiddet kullanımını arttıran politikaları, ABD-Rusya gerilimleri ve yeni oluşan/oluşacak girift ilişkiler de göz önünde bulundurulmak zorunda.
Rojava’yı ve bölgeyi etkileyecek bir başka önemli mesele ise IŞİD’in geleceğinin ne olacağıdır. Musul Operayonları’yla Irak’ta, Rakka Operasyonu’yla da Suriye’de IŞİD’in giderek güç kaybetmesi; IŞİD’in bitip bitmeyeceği, biterse topraklarının nasıl paylaşılacağı sorularını akla getiriyor. Tabi bu sorular sorulurken terörokrasi süreciyle şiddeti daha da meşrulaştıran devletlerin IŞİD’i bitirip bitirmeyeceği, bitirecekse bunu nasıl yapacağı sorularının da göz önünde bulundurulması gerekiyor.
Artacak terörokrasi uygulamalarının bölgedeki şiddetin yükselmesine neden olacağı ya da üretilmiş şiddet aygıtlarını cesaretlendireceği gibi; karmaşık ilişkilerin kurulması da çıkarlara ve meselelere göre taraflaşmaların olduğu, IŞİD’e karşı koalisyonun ve birlikteliklerin bulunduğu bir coğrafyada daha fazla karmaşa demek. İşte tüm bu gelişmeler de öncelikle Rojava operasyonun seyrinde ve hızında etkili olacağı gibi bölgenin ve Rojava’nın geleceği için de önemli dış belirleyicilerden olacak.
*Terörokrasi: 11 Eylül saldırıları sonrasında, devletlerin güvenliği sağlama bahaneleriyle küresel düzeyde baskı politikalarını arttırdığı, “demokratik yöntemlerin” ortadan kalkmaya başladığı, şiddet araçlarının ve otoriterliğin artarak süreklileştiği yeni siyasal işleyişin ismidir.
Bu kavrama ilişkin daha ayrıntılı bilgiye Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanan “Terörokrasi” adlı yazıdan ulaşabilirsiniz.
The post Devletin Her Hali İşgal Rojava’nın Her Hali Özgür – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Nuriye ve Semih Yalnız Değilsiniz – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Ankara’da Yüksel Caddesi’nde elinde dövizi, gözlerindeki kararlılığıyla direnişe başlarken tek başınaydı Nuriye Gülmen. Coğrafyayı kana bulamış iktidarın ilan ettiği OHAL’in ardından yayınlanan KHK’lardan biri ile işine son verilmişti. Nuriye’nin kararlılığı ve hazırladığı “açığa alındım, işimi geri istiyorum” yazılı dövizi binlerce insanın dahil olacağı dayanışmayla büyüyen bir direnişin başlatıcısı oldu.
“FETÖ” iddiasıyla açılan soruşturma gerekçe gösterilerek açığa alındığı sırada Konya Selçuk Üniversitesi’nde bir akademisyendi Nuriye Gülmen; işine geri dönmek istedi ve gerçekleştireceği eylemin daha fazla ses getirmesi için Ankara’ya geldi. O andan sonra artık Yüksel Caddesi yeni adresi, çantası da -kendi deyimiyle- eviydi.
9 Kasım’da İnsan Hakları Anıtı önünde gerçekleştirdiği ilk oturma eyleminde polisler Nuriye daha açıklamasını bitirmeden gelmiş, onu gözaltına almıştı. “Ben açığa alınmış bir akademisyenim…” sözleriyle başlattığı direniş de o günden sonra büyüdü. Her gün yılmadan usanmadan, kar, soğuk, yağmur, çamur dinlemeden Yüksel Caddesi’ne gelerek gerçekleştirdiği oturma eylemlerinin ilk başlarında her gün gözaltına alınıyor, ertesi gün tekrar orada oluyordu Nuriye; kararlıydı. Gerek caddedeki esnaflar gerek caddeden geçenler onunla dayanışmaya başladı. Desteğe gelenlerin sayısı gün geçtikçe arttı. Yeni direnişçiler de eklendi Nuriye’nin başlattığı Yüksel Caddesi Direnişi’ne: Semih Özakça, Acun Karadağ, Veli Saçılık, Esra Özakça ve Mehmet Dersulu. Teker teker her birinin kararlılığı büyüttü her birinin inancını.
Dayanışmaya destekler ve direnişin kazanımına yönelik inançlar büyürken Nuriye ve Semih, Mart ayında direniş 100 günü aşmışken gerek devlet gerekse medyası tarafından görmezden gelinmelere karşı açlık eylemlerine başlayarak direnişleri için daha hareketli bir dönemin başlangıç adımını atmış oldular. Bu günden sonra görmeyeni duymayanı kalmadı direnişin. Açlık eylemleri sürdükçe dayanışmacılar arttığı gibi devletin dikkati de üzerlerine çevrildi.
Ezilenlerin dayanışmasından ve birlikteliğinden korkan devlet de Mayıs’ın son haftasında açlık eylemlerinin 75. gününde evlerine düzenlenen operasyon sonucu Nuriye ve Semih’i gözaltına aldı. Açlık grevi eylemleri sebebiyle ciddi sağlık problemleri yaşamaya başladıkları bir dönemde Nuriye ve Semih’e yapılan gözaltı ve iki gün sonra verilen tutuklama kararları devletin Nuriye ve Semih’in direnişlerini kırma amaçlarıyla gerçekleştirdiği saldırılardı.
Devlet, Yüksel Caddesi Direnişi’nin simgesi olan ve açlık grevine başlayan Nuriye ve Semih’i tutukladığı gibi caddede İnsan Hakları Anıtı önünde eylemlerine devam eden direnişçilere yönelik saldırılarını da arttırdı. Sayısız gözaltı ve şiddet uygulayan polis çareyi çaresizce anıtın etrafını kapamakta aradı.
Devletin polisi Yüksel Caddesi’nde copuyla, kalkanıyla saldırdı, gözaltına aldı. Bu saldırılara karşı da özgürlük ve adalet isteyen herkes dayanışma açıklamaları ve eylemleri gerçekleştirmeye başladı. Direniş Yüksel Caddesi’nden taşarak, İstanbul’da İstiklal Caddesi’ne ve Kadıköy’e, İzmir’de Alsancak’a ve pek çok şehirde pek çok alana yayıldı. Nuriye ve Semih’in başlattığı direniş şimdi her yerde.
Devletin direnişe, dayanışmaya karşı saldırıları kolluk kuvvetleriyle bitmedi. Devrimcilere ve kürtlere yönelik nefreti ve düşmanlığıyla bilinen içişleri bakanı Süleyman Soylu karalayıcı söylemlerle; devletin medyası ise yine karalayıcı söylem ve çirkin ithamlarla Nuriye ve Semih’e saldırdı. Bakanı, medyası, yandaşı emeği ve özgürlüğü için direnenleri teröristlikle suçlasa da asıl terörist; özgürlük mücadelesi veren halkları katledenler; daha çok güç ve daha çok kazanç için işçileri sömürenler yani Nuriye ve Semih’e terörist diyenlerin ta kendisi değil miydi?
Devlet tarafından Nuriye ve Semih’in yemek yedikleri yalanları da uyduruldu bu süreçte. Devlete göre 120 günü aşkın açlık eyleminde olan Nuriye ve Semih aç değildiler. Peki aç olan kimdi? Açıkça söylemek gerekirse asıl aç olanlar, bedenleri aç kalan Nuriye ve Semih değil; gözü aç olanlar, daha fazla güce, servete, iktidara aç olan ezenler, asıl aç olan, ezilenlerin ekmek, adalet ve özgürlük mücadelelerine karşı rahatsız olanlar, onlara saldıranlardır.
Şimdi dışarıda, gerçekten aç olanlara, teröristlere karşı Nuriye ve Semih’in mücadelesini sürdürenler olarak hep birlikte sesleniyoruz: “Nuriye ve Semih Yalnız Değilsiniz!”
The post Nuriye ve Semih Yalnız Değilsiniz – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suruç’u Unutmayacağız, Katilleri Affetmeyeceğiz – Caner Delisu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Her eylemde omuz omuza olduğumuz, aynı sloganları aynı kararlılık ve cesaretle attığımız, aynı ekmeği, yer yatağını paylaştığımız yoldaşlarımızı patlattıkları bombayla aldılar aramızdan. Onlar Yunanistan’da polis tarafından açılan ateş sonucu kalbinden vurulan 16 yaşındaki anarşist Alexis’in tişörtüyle katledilen Vatan, “Militarizm bizi yok etmeden, biz militarizmi yok edelim” diyen Alper, Amed’ de Kara-Kızıl bayrağıyla Evrim, Kadıköy barikatlarında Medali, Gezi’de Vendetta maskesiyle Serhat’tı.
Onlar, “düştü düşecek” denilen, IŞİD’in talan ettiği fakat Rojava halklarının dayanışması ve direnişiyle bir “yaşam”ın kazanıldığı Kobane’nin yeniden inşası için, çocuklar için zar zor aldıkları, kapı kapı dolaşıp topladıkları oyuncak ve kitaplarla yola çıktılar. Kobane için, umudun ve mücadelenin büyüyüp sınırları aşması için kurulan dayanışma köprüsünden korkanlar ve bu dayanışmaya tahammül edemeyenler ise 20 Temmuz 2015’te Suruç (Pirsus)’ta patlattılar bombayı sinsice, korkakça. 33 devrimciyi katletti bu bomba; Polen’i, Murat’ı, Ece’yi, Ezgi’yi… Fakat devrimle çarpan yüreklerin, ölümle susmayacağını bilmiyorlardı. Sandılar ki, yüreğimizde taşıdığımız yeni bir dünyaya olan umut yok olacaktı.
Yürekleri susturmak, umudu yok etmek amacıyla yapılan bu saldırıyı planlayıp bombayı patlatan şahsın emniyette bulunan “terör nitelikli kayıp” kaydı ve katliama ilişkin olarak geçtiğimiz ocak ayında dönemin Suruç Emniyet Müdürü’ne “görevini ihmal” gerekçesiyle verilen 7.500 TL’lik ödül gibi ceza ve hatta bu cezanın taksitlendirilmesi devletin bu katliamın faili olduğunun kanıtlarıydı aslında.
4 Mayıs 2017’de Urfa’da görülmeye başlanan Suruç Katliamı davasının ilk duruşması sanıksız olarak 21 aylık gizlilik kararından sonra başladı. Adaletsizlikler üzerinden var olan devletin Suruç’a olan kini bu patlamayla bitmedi. Devletin kinini geçen süre içerisinde Suruç yaralılarının farklı farklı bahanelerle gözaltına alınıp tutuklanmasında, duruşma günü yaralılara ve ailelere yönelik yapılan düşmanca tutumlarda gördük.
Suruç katliamının ardından yoldaşlarımızın özgür yaşama inançları, umutları, mücadeleleri unutulmadı, anıldı; onlarca eylem ve etkinlik gerçekleştirildi. Gençlik örgütlerinin düzenlediği eylemlerle yitirdiklerimizi, yoldaşlarımızı andık sokaklarda, unutmadık onları. Katledenleri ve katilleri kollayanları ise affetmeyeceğimizi haykırdık gür seslerimizle. Aynı zamanda katledilenlerin aileleri, katliamın olduğu gün olan her ayın 20’sinde Kadıköy Halitağa’da oturma eylemleri yaptı. 10 Ekim Aileleri’yle, Gezi Anneleri’yle, Cumartesi Anneleri’yle tek yürek olup acılarını paylaştılar, vazgeçmediler. Meydanlarda yıllarca direnen, 6 ay önce de yitirdiğimiz “çocuklarımın kemiklerini bulsam gömmeyip sırtımda taşıyacağım” diyen Cumartesi Annesi Fatma Morsümbül’ün kararlılığı vardı onlarda da.
Suruç Katliamı devletin halklara karşı topyekun savaşının bir başlangıcıydı. Devlet bu tarihten sonra gerek doğrudan gerekse tırlarla silah gönderip eğittiği çeteciler eliyle patlattığı bombalarla aldı içimizden yüzlerce insanı Ankara’da, Antep’te, İstanbul’da… Yine bu katliamın ardından artan baskı ve zulüm uygulamaları Kürdistan’da şehir savaşlarına ve halkın direnişine yönelik katliamlara ve infazlara dönüştü.
Antep, Sur, Silopi, Cizre ve 10 Ekim Ankara Katliamları bizlere gösterdi ki korkuyorlardı. Ama bu basit bir korku değildi. Devlet, halkların öz-örgütlülüğünden, direnişinden, dayanışmasından korkuyor, katliamların da unutulacağını sanıyordu.
20 Temmuz yoldaşlarımızın bizden koparıldığı bir gün olarak kaldı. Suruç Katliamı ile o gün Kobane’ye oyuncaklar ulaşamasa da, Kobane’li çocukların Suruç’ta yaşamını yitirenleri anması ve onlar için fidanlar dikmesi yaşamını yitirenlerin hayallerinin Kobane’ye aktığının ve Kobane için taşıdığı anlamın bir göstergesi oldu.
Devlet-IŞİD iş birliğiyle patlatılan bombanın üzerinden 24 ay geçti, fakat yitirdiklerimizin acısı ve katillerine duyduğumuz öfke ilk günkü kadar taze. Geçen zamana ve başka başka katliamlara rağmen inancımız ve kavgamız büyüyor. Katledilenlerin düşlerindeki özgür dünyayı yaratana kadar da bu kavgadan vazgeçmeyeceğiz!
The post Suruç’u Unutmayacağız, Katilleri Affetmeyeceğiz – Caner Delisu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Suruç’ta Bir Anka” – Şoreş Haki appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şimdi kaç parçayım ben
Tutuşmuş ağacın dalına bakarken
Tenimde kavrulan düş
kaç parça?
Savrulmuş yoldaşlarıyla bir bildiriye
Gözlerimizdeki neşe
Coşkusu umudun
Tek bir yürek oluşumuz kaç parça?
Çığlığını duyuyorum birinin
Rüzgarın kollarında zaman
Dönüp bakamıyorum
Oysa ben paramparça olan ben
Ellerimi uzatamıyorum
Ezberlediğim şiirler yok
Bildiğim şarkı sözleri
Bu katıksız acıda konuşmak
öfke
Neşe hüzün her neredeyse
Seyreliyor her şey
Kokusunda yanmış etimin
İniltilerden bir cehennem
Hiç bilmediğim korku
Uğulduyor
Çığlığını duyuyorum birilerinin
Şimdi kaç parçayım ben
Tenim ruhuma soyunurken
Düşte düş
Aşta aş
Savrulmuş yoldaşlarıyla bir ankaya dönüşen
Yok oluşumdaki matem
Söyle
Kaç insanım ben?
Şoreş Haki
Bu şiir Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Suruç’ta Bir Anka” – Şoreş Haki appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sınırı Aşan OHAL: Suriye- Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Özür Sonrası Bahşedilen Kalkan
24 Kasım 2015’te düşürülen Rus uçağı sonrası Rusya ile gerilen ilişkiler, 15 Temmuz’dan kısa bir süre önce, diplomatik yollarla dilenen özür sonrası düzelme yoluna girmişti. Bu görece düzelmenin ilk karşılığı ise 24 Ağustos’ta başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu oldu. IŞİD’in kontrolündeki Cerablus’tan başlayan işgal operasyonu, bu bölgeye yaklaşmakta olan SDG/YPG güçlerinden önce burayı kontrol altına almayı amaçlarken; TC’nin, Kürt karşıtlığı eksenine oturttuğu yeni politikasının sahadaki ilk pratiği olarak belirginleşti.
IŞİD’in savaşmadan terk ettiği Cerablus’a girdikten sonra, yönünü Menbiç’e çeviren TC’nin bu girişimi, 20 Ağustos’taki Antep Katliamı’nı neden göstererek başlattığı Fırat Kalkanı’nda asıl amacın IŞİD olmadığının itirafı niteliğindeydi. Zira Menbiç, kısa süre önce SDG/YPG tarafından özgürleştirilmişti.
TC’nin, sahadaki vekilleri ÖSO çeteleriyle birlikte yürüttüğü Fırat Kalkanı Operasyonu’nun, Menbiç’te SDG/YPG’ye yönelik bir dizi provokasyonu, hem yerel öz savunma güçlerinin direnişiyle hem de, operasyon için TC’ye küresel devletlerce “çizilen sınırlar” çerçevesinde boşa çıktı. Söz konusu sınırlar ise TC’ye, IŞİD’e karşı “göstereceği performans” çerçevesinde çizildi.
Sahada oyun kurabilen değil ama, oyun bozmaya çalışan bir bölgesel güç olarak TC’nin, Fırat Kalkanı adı altındaki işgal harekatının, “sınır ötesi OHAL” uygulamalarını ise, bu işgal ile askeri nüfuzu altına aldığı 1900 km’lik Cerablus – Azez cebinde hayata geçirdi. Askeri nüfuzunu, “şimdilik” kalıcılaştırdığı üslerle, gerektiğinde yeni nüfuz alanları için garanti altına aldı. İşgalin siyasi ve sosyal yanında ise Bakur’daki koruculuk uygulamasının bir benzeri kendi eğittiği yerel polis güçleri ve okullarda verilen eğitim müfredatı gibi kolonyalvari uygulamalar yer aldı.
Savaşta Bir Serseri Mayın: Fırat Kalkanı
ABD ve Rusya başta olmak üzere, IŞİD’e karşı mücadeleyi merkezine alan uluslararası kamuoyu nezdinde “rüştünü ispatlama” yolunda, karnesi kırıklarla dolu olan TC için El-Bab’a yönelik operasyon, bir fırsata dönüştürülebilirdi. Bu amaçla, Menbiç’te yolu kapanan Fırat Kalkanı, yönünü bu kez -operasyonun varlık nedenine dair yapılan telkinler sonucu zorunlu olarak- batıya, El-Bab’a çevirdi. Ancak, IŞİD de dahil olmak üzere cihatçı çetelerle, savaşın belli dönemlerinde ilişkileri ayyuka çıkan TC için bu fırsatın ne derece kullanılabildiği tartışma götürür durumda.
Birincisi, TC’nin terörizm tanımına getirdiği ve IŞİD’i tek başına bir terör öznesi olarak anmaktan imtina eden tutumu çerçevesinde kullandığı “kokteyl terör” tanımıyla ilgili bir durum. Buna göre IŞİD’i gösterip Rojava’ya vurmak isteyen TC, “Fırat’ın batısı kırmızı çizgimizdir” söylemiyle, fiilen sahada IŞİD’e kalkan olma pratiğini sergileme eğilimi taşıyor ve fırsat buldukça da bunu hayata geçirmeye çalışıyor.
İkinci olarak ise, El-Bab’da IŞİD karşısında uğranılan yenilgi TSK-ÖSO’nun IŞİD’e karşı mücadelede yeterliliğini sorgulatır hale geldi. En nihayetinde, Halep’in bir ilçesi olan El-Bab’daki yenilgi tablosu, IŞİD’i Rakka, Musul gibi kentlerden atmak için verilecek şehir savaşlarında, kara gücüne ihtiyacı olan ABD için güven telkin etmiyordu. Bu anlamda ABD’ye yönelik “Bizi neden Rakka Operasyonu’na almıyorsunuz?” serzenişlerinden önce, El-Bab’daki pratiğe ve IŞİD de dahil olmak üzere cihatçı çetelerle ideolojik ve söylemsel “hassasiyetlere” bakmak yeterli olacaktır. Bu yanıyla da, Fırat Kalkanı’nın, IŞİDleşme eğilimi barındıran cihatçı çetelerle, IŞİD’e karşı mücadele adı altında girdiği Suriye’de, önüne ilk çıkan Rojava kazanımına saldırmak ve eline fırsat geçtiğinde bu niyetini ortaya koymak dışında bir pratiği olmadı.
OHAL sonrası Suriye Savaşı’nda TC’nin, 15 Temmuz sonrası milliyetçilik-militarizm konsepti çerçevesinde, Fırat Kalkanı ya da şu sıralar İdlip – Afrin hattı üzerinden gündeme gelmesi beklenen Fırat’ın Kılıcı benzeri operasyonlarla, bölgesel ağırlığı olan güç izlenimini devam ettirmeye çalışması beklenebilir. Her ne kadar bu güç, iç politikada Neo-Osmanlıcı söylemlerle abartılsa da, yaşadığımız coğrafyada bir yıldır varlığını sürdüren OHAL’in sınır ötesi etkisinin de bir sınırı olacaktır. Bu sınır da, söz konusu abartılı gücün, dış politikadaki gerçek ağırlığıyla paralel biçimde, ABD, Rusya gibi devletler ve sahadaki müttefiklerinin nüfuz alanlarına gerçekleşebilecek olası bir saldırısında, ama daha önemlisi TC’nin sınır ötesi OHAL ve işgaline karşı, yaşamlarını savunacaklarını ilan ederek sokağa çıkan on binlerce Afrinlinin direnişiyle yeniden tanımlanacaktır.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sınırı Aşan OHAL: Suriye- Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Bask’ta Bir İşgal Mahallesi- ERREKALEOR BiZiRiK appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1950’lerde diktatör Franco’nun emriyle gerçekleşen sanayileşme hamlesinden en fazla etkilenen coğrafyalardan biri de Bask’tı. Bask’ın Vitoria şehrinde, bu sanayileşme hamlesinin bir uzantısı olarak işçilerin konaklaması için kurulan ve ardından büyük işçi grevlerine sahne olmuş bir mahallenin, emlak krizinden sonra boşalması ve 2013 itibariyle bölgedeki gençlerin de girişimiyle işgal edilip eski ruhunu tekrar kazanmasını Errekaleor Bizirik kolektifiyle konuştuk.
Özyönetim, antikapitalizm, konsensusa dayalı karar alma süreçleri gibi işleyişleri kendisine ilke edinen Errekaleor Bizirik, Avrupa’nın en büyük “işgal yeri/mahallesi” olma özelliği taşıyor. Mayıs ayında gerçekleşen devlet saldırıları ve buna karşı mahallenin yaşlı-genç tüm yaşayanlarının direnişi, sadece İberya’da değil, tüm Avrupa’da büyük ilgi uyandırdı. Errekaleor Bizirik ile onbinlerce insanın katıldığı dayanışma eylemleri gerçekleştirildi.
Biz de Meydan Gazetesi olarak Errekaleor Bizirik kolektifiyle bir röportaj gerçekleştirdik.
Meydan Gazetesi: Öncelikle bize Errekaleor Bizirik’in amacı ve başlangıç sürecinden bahseder misiniz?
Errekaleor Bizirik: Errekaleor Bizirik bir öz yönetim projesidir. Burada modern yaşamın sömürü için bizlere dayattığı yabancılaşma ve bencillik duygusunu reddediyoruz. Burada her gün yeniden ürettiğimiz şeyleri paylaşarak komünal bir yaşam oluşturuyoruz. Projemiz, bilginin, eşyanın ve yapılması gerekenlerin, sorumlulukların, paylaşılması projesidir. Bu paylaşımlar, hayatlarımızı daha iyi hale getirip, aramızdaki ilişkileri ticari olmaktan çıkarıp kardeşçe kılıyor. Bu sayede kapitalist sistemin tutarsızlıklarına ışık oluyor. Yüzyıllardan beri elimizden alınmış bu paylaşma ve dayanışma sistemini tekrar tüm yeryüzüne yaymak istiyoruz.
Bu proje Vitoria-Gasteiz Üniversitesi bağlamında başladı, 2013’te üniversiteden bir grup öğrenci, konutları işgal etmeye ve yarı boş olan mahalleyle tanışmaya karar verdi.O zamanda mahallenin yıkılıp burjuvalar için yeniden inşa edileceği söylentileri ortalıkta dolaşıyordu. Yine o dönemde, gayrimenkul balonu patladı, büyük bir emlak krizi açığa çıktı ve bu yüzden yıkım sürecinin uzamasıyla beraber, geriye terk edilmiş bir mahalle kaldı. Mahalle işgaline gelen ilk grup, hala orada yaşayan bazı mahalle sakinlerinin de isteğiyle ilk evleri işgal etmeye başladı ve ardından yaşam, yavaş yavaş yeniden kazanılmaya başlandı.
Avrupa genelinde en büyük işgal yerlerinden birisi olduğunuzu biliyoruz, bize işleyişten bahseder misiniz? Örneğin komün yaşamı nasıl yaşanıyor? Bununla birlikte ekonominin işleyişi nasıl gerçekleşiyor? Mesela tarlanız ve çiftliğiniz ihtiyaçları karşılayabiliyor mu?
Bu proje, özellikle bazı hatlarda derinleşiyor. Tüm bir mahalle düşünüldüğünde içerdiği birçok olanak var. Konutların dışında ise etrafı toprakla çevrili birçok ortak alan var. Bu yüzden, derinleşen hatlarımızdan birisi gıda bağımsızlığı, 30 dönüm tarla, bir kümes, ekmek fırını ve başka yiyecek ürünlerimiz var. Öte yandan, faşist Franco rejiminin 1975’e kadar süren diktatörlüğünde, yasaklı olan birçok dilden biri olan Euskara (Bask dili)’nın kullanımının yeniden iyileşmesi için öncelik sağlanıyor. Bunun için ise bedava dil dersleri veriyoruz. Başka bir çalışma ise, bir grup kadının mahallede canlandırdığı kadın mücadelesi kültürüdür. Özgür kültürlere dair her şeyi paylaşıyoruz. Bunlara bağlı olarak, yerel müzik stüdyosu, konser mekanı, basımevi, kütüphane, sinema salonu vb. yerlerimiz var.
Bütün ürettiklerimiz ihtiyaçlarımız doğrultusunda ve ürünlerimiz depoya toplandıktan sonra herkes istediği kadarını depodan alabiliyor. Burada ortak olan bir ekonomik yapımız var. Şu anda mahallede o kadar çok çocuk yok, ama yeni yeni çocuk sayısı artıyor. Öğrenim üzerinde ilerleyen zamanlarda derinleşmeye gidip kolektif olarak bu meseleye ilişkin yapacaklarımızı konuşacağız.
Öğrendiğimiz kadarıyla mahallenin işçi mücadelesiyle tarihsel bağları var, bunları anlatır mısınız?
Genel olarak, Vitoria-Gasteiz ve Bask ülkesinin işçi mücadelesinde tarihsel olarak önemli bir yeri var bu mahallenin. Bunlardan en önemli olanı, 3 Mart 1976’da, faşist Franco rejiminin kurduğu patron sendikasının görmezden geldiği işçi haklarını talep eden ve farklı firmalarda çalışan 5000’e yakın işçinin büyük bir genel grev örgütlemesi. Eylemci işçilere faşist rejimin yolladığı polis kuvvetlerinin silahlı ve gaz bombalı saldırıları sonunda, bir kilise içinde sıkıştırılıp kalan binlerce kişi teslim olmayıp direnince, içeriye ateş açan polis 100 kişiyi yaralayıp ve 5 kişiyi de katlediyor. Bizim Errekaleaor bölgesinden de 19 yaşında Romualdo Barroso isimli bir işçi katledilenler arasında.
Mahallenin dışındaki insanların bu projeye bakış açısı nedir? Ve nasıl bir ilişki içerisindesiniz?
Büyük bir bölümün muhafazakar karakterine rağmen, mahallede ne yapmak istediğimizi hem mahallede hem de çevredeki insanlara iyi anlatabildik. Şehrin unuttuğu bu atıl alanı canlandırdık. Hem de bunu paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle yaptık. Bu durumun yarattığı etkiyle farklı biçimlerde dayanışma göstermeye çalışıyorlar. Malzemeler temin edip birçok alanda bizi savunmaya çalışıyorlar.
Biz Errekaleor’ u yalnız, toplumun kalanından ayrı izole bir ada olarak görmüyoruz ve bu yüzden, mahalle olarak kadın mücadelesi, öğrenci hareketleri, devrimci tutsaklara özgürlük, ekoloji vb… alanlarda çalışmalar içerisinde oluyoruz. Sonuç olarak Errekaleor bizim için çok daha genel bir mücadelenin büyük bir parçasıdır.
18 Mayıs’ta büyük bir devlet baskısıyla karşılaştınız. Bu olayı anlatabilir misiniz?
Belediye tarafından yollanan çok sayıda çevik kuvvet polisinin sert bir saldırısına uğradık. Bu arada elektrik tesisat kablolarını bizden çaldılar ve şu anda elektriksiz kaldık. Bunun yanı sıra belediye mahalleyi yıkmak istediğini söylemeye başladı. 3 Haziran’da destek için çok büyük bir eylem gerçekleşti. Avrupa çapında 10.000 kişiyi ve onlarca örgütü bir araya getiren bir yürüyüş gerçekleştirdik. Yolda öne çıkan traktörler ve Joaldunak’la(Bask kültüründe dansçıların yürüyüşü) birlikte, 15 koldan yüründü ve mahalle sakinlerinin havai fişek, meşale ve bayraklarıyla çatılarda yerlerini almış olduğu mahalleye girildi. Binlerce kişi mahallede saatlerce kaldı, bazıları ilk kez mekanı tanımış oldu, bu büyük dayanışmanın somutlaştığı yere herkes ulaşmış oldu. Çok farklı geçmişlere sahip aileleri, gençleri ve yaşlıları burada yanımızda gördüğümüzde, bu bize projemizin değerini ispat etti. Artık eskisinden çok daha güçlüyüz.
Başka bir şey eklemek veya okuyucularımıza bir mesaj göndermek ister misiniz?
Projemizi yaygınlaştırmak için Errekaleor’u her yerde anlatmaya çabalıyoruz. Bu çabamıza herkes destek olabilir. Ve tabii ki, Vitoria’ya gelirseniz Errekaleor’u mutlaka ziyaret etmenizi dileriz. Paylaşma ve dayanışma ilişkilerinin, dünyanın her yerinde bizim yarattığımıza benzer deneyimler oluşturması bizi mutlu eder. Kapitalist bir dünyaya karşı yapmamız gerekenin bu olduğunu düşünüyoruz. Bir de bu fırsat için Meydan Gazetesi’ne teşekkürler. Antikapitalist duygularla, tüm okurları selamlıyoruz.
Röportaj: Murat Çıkrıkçıoğlu
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Bask’ta Bir İşgal Mahallesi- ERREKALEOR BiZiRiK appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Olağanüstü Sömürü Olağanüstü Kar – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kredi Derecelendirme Şirketleri Objektif Değil Bunlar Faiz Lobisi
15 Temmuz’da yaşanan darbe ve ardından 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL sonrasında gelişen süreçte, TL’nin dolar karşısında sürekli değer kaybetmesi, “ekonomik kriz” söylemlerini de beraberinde getirdi.
Moody’s, Fitch, S&P gibi uluslararası kredi derecelendirme şirketleri, 2016 yılının son çeyreğinde TC’nin kredi notunu negatife çekti. Yatırım yapılabilir seviyesi negatife düşen TC’ye yabancı yatırım gerçekleşmemesi sonucu büyük oranda bir döviz çıkışı gerçekleşti. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere AKP iktidarı bu kredi derecelendirme şirketlerini objektif olmamakla suçladı, bu tutumun yükselen yeni Türkiye’nin önünü kesme çabaları olduğunu, bunların “faiz lobisinin” oyunu söyledi. Dolar karşısında TL’nin değer kaybının önüne geçebilmek için “Dolarınızı altına çevirin” çağrısı bile yaptı.
Ekonomik kriz söylemlerinin artmasının en büyük etkenlerinden biri FED (Amerikan Merkez Bankası)’in faiz artışı yapmasıydı. FED’in faiz artırımına karşılık TCMB faiz artırımı şart olmasına karşılık bu artışı yapmadı, böylelikle doların sürekli yükselişi biraz yavaşlamış oldu.
2008’den Sonra İlk Ekonomik Daralma
2016’nın üçüncü çeyreğinde açıklanan ekonomik büyüme verilerine göre, TC 2008’den beri ilk kez ekonomik daralma yaşadı. Devletin nihai tüketim harcamalarının %23.8 artmasına rağmen gerçekleşen %1.8’lik daralma, oldukça yüksek bir orandı. AKP iktidarında 2008’den beri ilk kez yaşanan bu ekonomik daralma, her ne kadar hissettirmemeye çalışsalar da motivasyon düşüklüğüne neden oldu. Bu motivasyon düşüklüğünü toparlamak uzun sürmedi, TÜİK hesaplamalarda değişiklik yaptı.
Motivasyon Düşüklüğünü Toparlama Çabası: TÜİK Revizyonu
2016 yılının ekonomik olarak en önemli gelişmelerinden biri de TÜİK’in yaptığı hesaplama değişikliği oldu. TÜİK hesaplama değişikliğinden sonra yaptığı açıklamada, milli gelirin şimdiye dek %20 eksik hesaplandığını iddia etti. Yeni hesaplamalara göre TC ekonomisi %5.3 büyüdü. Üstelik tasarruf milli gelire oranla %10 oranında artış gösterdi. Bu sonuçlar, TC’nin Avrupa devletleri kadar tasarruf ettiğini gösterir. Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)’in zorunlu kılınması, tasarruf eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bu kadar tasarruf edildiği hale BES zorunluluğunun olması hayli ironik. Yapılan bu hesaplama değişikliğiyle yaratılan “suni büyüme”nin amacı, kredi derecelendirme şirketlerinin TC lehine not artırımı yapmalarıydı, ancak bu sonuçsuz kaldı.
Referandumun Ardından: Siz Kredi Verin, Kefil Benim
16 Nisan’da yapılan referandumun ardından, 2016’nın son çeyreğinden itibaren ekonomide krize doğru uzanan gidişat, beklendiği üzere, durağan pozisyona geçti. Aslında, 6 aylık bir süre zarfında yaşanan kriz; devletin müdahaleleriyle ertelenmiş oldu. Ocak ayında doların TL karşılığındaki rekor değeri 3.94 iken, temmuz ayının ilk haftası itibariyle 3.50-3.60 arasında seyrediyor.
Son süreçte, ekonomik krize dair konuşmalar azalmış olsa da, TC ekonomisinin bir çıkmazda olduğu ortada. Özellikle referanduma hazırlık sürecinde hükümetin kendini teminat göstererek dağıttığı krediler, bankalarda telaş uyandırmakta. Bir oy stratejisi olarak başta devlet bankaları olmak üzere pek çok bankanın bol keseden dağıttığı krediler, şu an başlarına bela olmuş durumda.
Kredi Garanti Fonu: Devlet tarafından kurulan Kredi Garanti Fonu, krizden sıyrılmak için geliştirilen bir diğer model. Küçük ve orta ölçekli işletmelere kefalet sağlayarak banka kredisi kullanmalarını sağlamaktadır.
Küçük ve orta işletmeye verilen krediler bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından teminatlandırılmıştı ve bankalara “Verebildiğiniz kadar kredi verin, kefil benim.” çağrısı yapmıştı. Ancak 2017 yılının haziran ayında gelinen nokta faizin %15 civarında olması. Hükümet ve bankalar arasındaki gerginlik ise devam ediyor. Daha önce “Faiz indirimi yapın” çağrısı yapan Başbakan, geçtiğimiz günlerde ise “Tren kalkıyor. Hareketten önce son çağrıyı yapıyorum. Ya adam gibi bir faiz oranını benimsersiniz, ya da biz bunun da tedbirini alırız. Bunu bankacılarımız tehdit olarak algılamasın. Ellerinden paralarını alacak değiliz. Elimizde araçlarımız var. Nasıl ki tedbirlerimizle sanayicilerimizi rahatlattıysak, bankacılar için de gerekeni yaparız.” diyerek gözdağı vermekten de geri durmadı. Bankaların bu denli yüksek faiz oranları vermesinin nedeni, devlet hazinesinin iç ve dış borcunun çok fazla olması. Hazine piyasaya borçlanmış bir şekilde girince, banka faizleri de iyice arttı. Hükümet ve bankalar arasındaki bu gerginlik, bir süre daha devam edecek gibi görünüyor, ancak hükümet bir atak yapıp verdiği gözdağını hayata geçirebilir.
TÜİK’in Gayri Safi Milli Hasıla hesaplamalarında yaptığı değişiklikle, büyümede gösterilen TC ekonomisinin aslında ne durumda olduğu iktidarın bankalarla süren gerginliğinden belli. Hesaplama değişikliğiyle -ne kadar gerçek olduğu tartışılır olan- veriler manipüle edildi, suni bir ekonomik büyüme yaratıldı. Hiç istihdam artışı olmadan gerçekleşmiş olan bir büyümenin ne denli “gerçek” olduğu ortada. Varlık Fonu ve Kredi Garanti Fonu gibi devlet müdahaleleri, krizin istatistiksel olarak etkilerini azaltmış olsa da, gündelik yaşama yansımaları hala sürüyor.
Varlık Fonu: Başbakanlığa bağlı, ana faaliyet konusu fonların kurulması ve yönetimi olan, sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurt içinde kamuya ait varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek için kurulduğu söylenen Varlık Fonu, kriz çıkmazında olan TC’nin ilan ettiği büyük altyapı projelerine finansman sağlamak amacıyla kurulmuştur. Ziraat Bankası, PTT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklıkları ve Türk Hava Yolları gibi kuruluşlar Varlık Fonu’na devredilmiş, böylelikle Kanal İstanbul, İstanbul’a 3. Havalimanı gibi projelere kaynak sağlanmış oldu. Son günlerde ise Varlık Fonu’na devredilen PTT’nin satılacağı konuşuluyor.
Patronlar Korunuyor, Halk Sömürülüyor
Yaşanan bir yıllık süreçte ekonomik kriz ister “teğet geçmiş” olsun, ister sürüyor olsun; krizin faturasının kimden çıktığı belli. Devlet Varlık Fonu ve Kredi Garanti Fonuyla sanayi, inşaat ve enerji sektörlerinde yaşadığı büyük kayıpları ve borçlanmaları aşmakla meşgul. Patronlara verdiği sözler nedeniyle de her tür yatırım maliyetini hazineden karşılıyor. Halktan alınan vergilerle, el konulan arazilerle hazineye “teminat” sağlayan Varlık Fonu, geleceğe teminat sağladığı yalanıyla işçilerin maaşından kesilen BES payıyla kazancına kazanç katıyor. Varlık Fonu’nu, BES’i yürürlüğe sokan KHK’lar patronları korumaya, halkı sömürmeye devam ediyor.
Geçirdiğimiz bir yıla göz gezdirecek olursak; yüksek enflasyon oranları en çok çarşı pazarı etkiledi. 2016’nın aralık ayında 1 adet yumurtanın fiyatı neredeyse 1 liraydı. Patlıcandan domatese, nohuttan pirince kadar pek çok gıda ürününde rekor zamlara ulaşıldı. 3 yıldan sonra benzin fiyatları ilk kez 5 tl’yi aştı.
BES (Bireysel Emeklilik Sistemi): 1 Ocak 2017’den itibaren zorunlu hale getirilen BES, aktif çalışanların, çalışma hayatları süresince kazançlarının bir kısmını biriktirerek emekli olmalarının ardından mevcut refah seviyesinin korunmasının amaçlandığı bir sistem olarak sunulmaktadır.
İşsizlik rekor seviyelere ulaştı. Resmi işsizlik oranı % 11.8 olarak açıklanırken, DİSK’in verdiği gerçek oran %18.9. İŞKUR’un önündeki kuyruklar her geçen gün büyüyor.
OHAL’de ekonominin gidişatı bu şekilde seyrediyor. Her geçen gün olabilecek yeni zamlar, yeni bir KHK ile kurulabilecek olan fonlar, satılabilecek şirketler, toplu işten çıkarılmalar, haftalık iznin kaldırılması… OHAL’de devletin ekonomik stratejisi hep bildiğimiz gibi: Patronları koruyacak yeni yöntemler geliştirmek, patronların kazancını da halktan çıkarmak!
Yüksek enflasyon oranları, ürünlere gelen zamlar, işsizlikte rekor oranlar, vergi indirimleri, devlet teminatlı krediler… OHAL ilan edildiğinden bugüne her alanda yaşanan “değişiklikler” ekonomiyi de kapsadı. OHAL’in birinci yılını doldurmak üzere olduğu şu günlerde, ekonominin de hali kriz oldu.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Olağanüstü Sömürü Olağanüstü Kar – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletin Bakur’daki Kürt Düşmanlığı OHAL’de de Sürüyor – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>15 Temmuz ve OHAL Öncesi Bakur
7 Haziran 2015 seçimleri sonrası Bakur coğrafyası, 30 yıldan fazladır süren savaşta en sıra dışı görüntülere sahne oldu. Bakur’da şimdiye dek görülmedik şekilde, tankların sokak aralarında yürütüldüğü şehir savaşları, Sur, Lice ve Nusaybin gibi ilçelerde 15 Temmuz’dan kısa süre önce ardında devasa bir yıkım ve katliam bırakarak sonlandırılmıştı. Tüm bu yıkım ve katliam görüntüleri ise, “sürecin” kağıt üzerinde devam ettiği Eylül 2014’te hazırlandığı ortaya çıkan “Çöktürme Planı” çerçevesinde kurgulanarak hayata geçirilmişti.
Söz konusu yıkım ve katliam sürecinin, devlet tarafından hazırlanan bir başka cephesi ise 2015 yılı başlarında çıkarılan “iç güvenlik yasası” idi. Bu yasa ile, kolluk kuvvetlerine sınırsız ve fütursuz bir katletme yetkisi ve bunun karşılığında da devletin adaletsizliğinden yararlanarak herhangi bir kovuşturmaya uğramama garantisi verilecekti.
15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL, Bakur’da 2015 yılından bu yana sürmekte olan bu durum düşünüldüğünde bir farklılaşmaya tekabül etmese de, darbe girişimini “Allah’ın lütfu” olarak addeden devlet için bir fırsatı işaret ediyordu. Bu fırsat, darbe girişiminin “dumanı” henüz soğumaya başladığında, Kürt siyasi hareketinin Bakur’daki kazanımlarına saldırmak olarak kendini gösterdi. Başkanlarının hepsi tutuklanan 82 belediyeye kayyum atamak ve HDP eş başkanları dahil, 13 milletvekili ve 2360 partilinin tutuklanması şeklinde, siyasi kazanımlara yönelik başlayan bu saldırılar zamanla belediyelere atanan kayyumlar aracılığıyla, Bakur coğrafyasında yaşayan Kürt halkının sosyal, kültürel ve ekolojik değerlerine de yöneldi.
OHAL’in Ardından
OHAL’in getirdiği KHK’lar, adeta iktidarın dilediği konuda dilediği kararları kolayca hayata geçirebildiği fermanlar oldu. KHK’larla öncelikle, Kürt siyasi hareketinin önemli mücadele alanı olarak gördüğü belediyeleri hedef alan devlet, 1 Eylül’de çıkarılan 672 sayılı KHK ile belediyelere kayyum atanabilmesinin önünü açtı. 15 Temmuz’un bir atlama tahtası olarak araçsallaştırıldığı rejim değişikliği için, coğrafyanın genel siyasetinde de hedeflenerek gerçekleştirilmeye başlanan gücün merkezileşmesi, tek elde toplanmasının yerel yönetimlere de sirayetinin göstergesi olarak belediye başkanları gözaltına alındı, tutuklandı, yerlerine ise o belediyenin bulunduğu ilin kaymakamları ya da valileri kayyum olarak atandı.
Belediyelere atanan bu kayyumların bir işlevi de, söz konusu merkezileşme yolunda, Kürt siyaseti başta olmak üzere muhalefet tarafından önemli bir mücadele alanı olarak görülen belediyelerin kaybedilerek, yerel siyasetteki etkinliğin kırılması oldu.
Devlet, 15 Temmuz’da önemli bir aşamasını geride bıraktığı yeni rejim inşasında, Bakur’daki belediyelere atadığı kayyumlarla bu inşanın önemli bir sembolünü de kurumsallaştırmaya girişti. 1930’ların tek partisi CHP’nin il başkanlarının, hem vali-kaymakam hem de belediye başkanı görevini yürüterek, o dönem yeni inşa edilmeye başlanan ulus-devletin merkezi otoritesini, yerellere sirayet ettirmeyi amaçlayan bir semboldü bu. Bu sembolün, o dönemdeki gibi katliam, sürgün ve asimilasyon gibi tüm “enstrümanlarıyla” günümüze uyarlayarak güncellenmesinde kayyumlar, bir devlet geleneğinin sürdürücülüğünü yaptılar OHAL ile birlikte. OHAL sonrası Bakur’a atanan kayyumlar, bir yanıyla 1930’lar TC’sinin bu karakterini yansıtırken, donatıldıkları yetkilerle de 1990’ların “süper yetkili” OHAL valilerini anımsatarak, devlet geleneğinden “ tarihsel bir sentez” olarak cisimleşiyordu.
Bakur’da atandıkları il, ilçe ya da belde belediyelerinde ilk icraat olarak kayyumlar, binalardaki çok dilli tabelaları “tek dile” indirirken, tek ve mutlak otoriteye bağlılık çerçevesinde, “yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” misali, ileriki süreçte farklı siyasal ve sosyal konularda yapacaklarının işaretini verdiler.
Kayyumlar icraatlarına, tabelalar üzerinden Bakur halkının bellek ve değerlerini hedefleyen uygulamalarıyla devam ettiler. Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Roboski gibi fail-i devlet katliamlarının davalarında avukatlık yapan ve 2015’te Sur’da katledilen Tahir Elçi’nin adının verildiği bir parkın tabelası Van’ın Çatak ilçesine atanan kayyum tarafından değiştirildi. İlçe kayyumu, parka Elçi’nin yerine bir korucunun adını verirken, bu uygulamasını yukarıda bahsi geçen bağlılığı paralelinde, militarist ve elbette fetihçi saiklerle hayata geçirmişti. Sur, Lice, Nusaybin ve Bakur’un diğer bölgelerinde katliamlar gerçekleştirip, kentleri yıktıktan sonra, ilk iş olarak, yıkımdan geriye kalabilen ilk yükseltiye TC bayrağı asan kolluk güçlerinin, burayı “fethettiklerini” ilan eden ruh halinin bürokraside vücut bulmuş haliydi kayyumların bu ve benzer icraatları.
2004 yılında Mardin Kızıltepe’de polis kurşunuyla 12 yaşında katledilen Uğur Kaymaz’ın annesini, oğlunun katledilişinin yıl dönümünde OHAL KHK’si ile işten atmak gibi bir “zulüm fantezisine” imza atan merkezi ve mutlak otoritenin bu uygulamasını ise Kızıltepe kayyumu, Uğur’un ilçe meydanında bulunan heykelini TOMA eşliğinde kaldırarak tamamlayarak “selamlayacaktı.” Uğur Kaymaz’ın, elinde barış güvercini tutan ve üzerinde “biz Mezopotamya çocuklarıyız, barış güvercinleriyiz, yüreğinizde yer açın bize” yazan heykelinin yerine ise Kızıltepe halkının tarihsel belleğinde hiçbir anlam ifade etmeyen, estetikten yoksun bir saat konduran kayyum, Bakur halkının belleğini silmeye çalıştıkça zavallılaşan o mutlak gücü simgeliyordu.
Sadece Amed il ve ilçe belediyelerinde 969 işçiyi işten atan kayyumlar, bu uygulamalarıyla işçi düşmanlığı konusunda da devlete sadakatlerini ispatladılar. Bu işçilerin önemli bir kısmının kadın olması ve bir başka kayyum icraatı olarak Bakur genelinde 43 kadın merkezinin kapatılması, düşman olunan ve ötelenen bir başka toplumsal kesim olan kadınlarla ilgili olarak merkez-kayyum “uyumunu” ortaya koyuyordu.
Van Erciş’te ise, Van Gölü kenarına binlerce ton molozu dökerek, lokal bir ekoloji katliamı gerçekleştiren Erciş kayyumu, “merkezin” termik, nükleer, HES, kentsel dönüşüm gibi projelerinin benzerlerini, Bakur halkının ekolojik değerlerini katlederek gerçekleştireceğinin işaretini veriyordu.
Devletin Beka Stratejisi: Kürt Düşmanlığı
Türklük üzerine kurulmuş ve kuruluşundaki değerleri geçen süre boyunca muhafaza etmiş bir devlet olan TC, tıpkı 1994 yılında Kürt siyasetçileri/vekilleri gözaltına alıp tutukladığı gibi bugün de “beka”sını/“istikbal”ini dış politikasının önemli bir kısmı dahil olmak üzere genel siyasetinde, aynı strateji üzerinden kurguluyor. Adı Kürt düşmanlığı olan bu strateji iktidarlar değişse de devletin baki kalan politikası.
7 Haziran seçimleri sonrası ulusalcısından, milliyetçisine kurduğu yeni ittifaklarla devlet, Kürtlere karşı geleneksel bakış açısına geri döndü. Bu ittifakın sonuçlarından biri olarak, devlet Kürtleri, siyasi arenada itibarsızlaştırma/etkisizleştirme politikalarına hız verdi. Bu doğrultuda gerçekleştirilen ilk adım ise Mayıs 2016’da dokunulmazlıkların kaldırılması olmuştu. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ile birlikte devleti, cemaatçilerden ayıklama bahanesiyle gerçekleştirilen siyasi ve idari adımlarla çok sayıda muhalif ve devrimci işlerinden atılmış, gözaltına alınmış ya da tutuklanmıştı. OHAL’in ve KHK’ların nimetlerinden yararlanan iktidar, kendisini durduracak sistem içi hiç bir mekanizma bulunmadığı için de Kürtlere karşı gerçekleştirdiği düşmanlık politikalarını daha kolay ve hızlı uygulama imkanı buldu.
Devletin, geleneksel Kürt düşmanlığının yarattığı şekliyle Kürtleri politik alanın dışına itme ve yok saymayı amaçlayarak hayata geçirdiği bu politikaların devam edeceğini düşünmek yanlış olmaz. CHP milletvekilinin dahi tutuklandığı ve iktidarın her türden baskıyı sürdürdüğü bu süreci daha da sertleştireceğine ilişkin sinyalleri verdiği bir ortamda Kürtlere yönelik daha fazla milletvekilinin tutuklanması, vekillere siyasi yasakların getirilmesi gibi siyasi adımlar dahil olmak üzere yaşamsal, toplumsal ve kültürel baskı süreçlerinin artması kaçınılmaz olacaktır.
Fuat Çakır
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletin Bakur’daki Kürt Düşmanlığı OHAL’de de Sürüyor – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suruç’tan Kobanê’ye Gözyaşına Yer Yok appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TC – Suriye sınırının sıfır noktası. Asırlardır akrabalık ilişkileriyle birbirine bağlı olan iki komşu yerleşim yeri: Mahser köyü ve Kobanê. Savaş. Mahser’de köy halkı ve direnişle dayanışmaya gelenler; Kobanê’de yaşamı yeniden inşa için yaşamlarını ortaya koyup IŞİD’e direnenler. Bombardıman, doçka, kalaşnikof sesleri… Hangi sesin kimin silahından geldiğini ayırt edebiliyor artık herkes… Sesler bazen umut, bazen hüzün getiriyor… Ama gözyaşına yer yok! “Ofsayt” ve “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” belgesellerinin yönetmeni Reyan Tuvi’nin yeni belgeseli “Gözyaşına Yer Yok”, tüm dünyada yakından izlenen; devlet ve kapitalizmin ürettiği şiddetin, savaşın, bunun karşısında sergilenen destansı direnişin ve dayanışmanın filmi. Bizler de Meydan Gazetesi olarak Reyan Tuvi ile bir röportaj gerçekleştirdik.
Meydan Gazetesi: Merhaba. Öncelikle filmin ilk yarısında Mahser’de, ikinci yarısında Kobanê’de çekilmiş görüntülere yer verilmiş. Her iki kısımda da savaş doğrudan verilmemiş. Yaptığın belgesel filme bir savaş filmi diyebilir miyiz ya da sen nasıl tanımlıyorsun?
Reyan Tuvi: Savaş belgeseli yapmak üzere yola çıkmadım, hatta ben kendimi bildim bileli savaş karşıtıyım. Ama zaman zaman insan sorguluyor; “Savaş hangi noktada meşru olur?” Sosyal medyaya çok yansıyan bir savaştı bu, “halkla ilişkileri” güçlü, görsel bombardımanı ve şiddet pornografisi yüksek bir savaştı. Bense bu savaşın pornografisi denilen şeyin medyanın ilgisini çektiğini görmüştüm, birçok insanın savaş bittikten sonra o coğrafyalardan çekilip artık ilgi duymayacağını düşünerek -insan hikayelerine ilgi duyan bir insan olarak- bir köyde doğan dayanışmayı ve bir kentte yaşanacak olan yeniden inşayı ele almak istedim.
Film bir anlamda çocuklar, kadınlar ve yaşlılar üzerinden ilerliyor, bu senin özellikle yaptığın bir seçim miydi?
Özellikle yapmadım, ama savaş sırasında kadınlar ve çocuklar öne çıkıyorlar. Hem en çok acı çeken gruplar olarak, hem de kadınlar söz konusu olduğunda en çok irade gösteren, en büyük dayanışmayı gösterenler olarak. Belgeselde yaşlılar var, barış anneleri var, parçalanmış hayatlar var, bu parçalanmış hayatlar içinde oradan oraya sürüklenen çocuklar var. Savaş en acımasız yüzünü onlara gösteriyor.
Elbette savaş sürerken görüntü çekmek, röportaj yapmak hiç de kolay olmamıştır. Bu süreç boyunca seni en çok zorlayan neydi?
Hayatımda hiçbir savaşa bu kadar yakın olmamıştım, sesleri bu kadar yakından duymamıştım. En zoru; insanların, gençlerin ölmekte olduğunu bilerek gazeteciliğe, belgeselciliğe, belgelemeye devam etmekti sanırım. Kendime yabancılaşmama, yaptığım işi sorgulamama neden olan buydu.
Savaştan sonra %70’i yıkık bir kentte dolaşmanın tehlikesi değil (ki tehlikeliydi, patlamamış bombalar vardı; o bombalarla oynayıp yaşamını yitiren çocukların haberini alıyorduk sürekli), zor koşullarda kalmak da değildi yani.
Bir gün çekim sırasında birden yere çöktüm ve ağlamaya başladım. Bir Barış Annesi koştu yanıma, bana sarıldı. Ağlamamı anlayışla karşıladı ama dedi ki; “Biz burada ağlamıyoruz!” Sonradan, bu hikayeyi hatırlarken filmin ismi çıktı ortaya. Hakikaten, bu mücadelede ağlamaya ne vakit var, ne de yer…
En kötüsü de, bu zorlu koşturmacadan sonra filmi bitirdiğin halde gösterecek salon bulamamak. Filmin bu coğrafyada sadece Documentarist Film Festivali’nde salon bulabildi bugüne dek. Bu engellemelerle ilgili ne düşünüyorsun?
Aslında henüz hukuki bir engelleme yok, fakat zor günlerden geçiyoruz. Antalya Film Festivali’nin de zamanında hedef gösterdiği bir belgeselci olarak, birçokları gibi, gerek durduğum yer, gerekse ele aldığım konulardan dolayı ben de bedel ödüyorum. Son süreçte oldukça tanıdık durumlar bunlar.
Filmin dünyanın birçok yerindeki en iyi festivallerde izleyicilerle buluşması ayrı bir deneyim. Ama belgeseli öncelikle bu topraklar için yapıyorum; paylaşmak, birlikte sorgulamak, tartışmak için. O yüzden “Uluslararası ödüller alıyor filmin, mutlu musun?” dersen, buruk bir duygu, tamamlanmamış bir yolculuğu var henüz filmin.
Aradan geçen 2 yılda, gözlemlediğin kadarıyla Mahser’de ve Kobanê’de neler değişti? Mesela röportaj yaptığın kişiler şimdi ne durumdalar; bilgi alabiliyor musun onlara dair?
Belgeseldeki küçük çocuk Botan, evine dönemedi. Ailesi Türkiye’de, çünkü ekonomik durumları geri dönüp evlerini inşa edecek kadar iyi değil. Ape Nemir’in Kobanê’de olduğunu biliyorum ve kolunun kesileceğini.
Savaşın yıkımı, savaş bittikten sonra da yıllarca devam ediyor; Kobanê’de ve birçok savaş bölgesinde… “Özgürleşince” her şey bir anda yoluna girmiyor. Ama Kobanêliler çabucak kentlerine döndüler, yaşama dört elle sarıldılar. Hatta şehrin bir kısmını müze yapıyorlar, ibret olsun diye. Sonuçta Kobanê bütün dünya için bir sembol haline geldi, IŞİD’e karşı koyabilen yegane kent. Bir halkın direnişiyle ve enternasyonel dayanışmayla oldu bu.
Mahser köyüyse sakin hayatına geri döndü, tekrar gitme imkanım olmadı köye ama irtibat halindeyim tanıştığım insanlarla.
En başa dönersek, oraya gitme nedenin neydi?
Başlangıçta Suruç’a Kolektif Yaşam İnisiyatifi’yle çadırlarda kalan göçmenlerle dayanışmaya gittim. Film çekmeyecektim. Erzak toplayıp depoda çalıştım; siz de oradaydınız, biliyorsunuz. Çadırkentlerdeki çocukları eğlendirmeye gidiyorduk, erzak götürüyorduk. Göçmenlik, uzaktan gördüğüm gibi değildi hiç.
Mahser köyüne giderken sınırın ötesinde ilk gördüğüm şey; karanlığı yırtan dev bir ateş topuydu. Birden kendime geldim, orada bir savaş olduğunun farkına vardım. İnsanların ateş yakıp şarkı söylemeleri, sınırın ötesine gönderdikleri dayanışma hisleri, o dört gün beni çok etkiledi. Savaşın bu kadar normalize olmasını, dürbünle karşı tarafın izlenmesini algılayamadım. Sonra yeniden gittim, orada yaşananlara dikkat çekecek 5 dakikalık bir video yapacaktım; 5 dakika oldu 84 dakika, bu film böyle çıktı ortaya.
Röportaj için, daha da önemlisi filmin için çok teşekkür ederiz.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post Suruç’tan Kobanê’ye Gözyaşına Yer Yok appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>