The post Hayallerini Sanatla Buluşturan Lorca – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Karadır atları, kapkara/ Nalları kapkara demir/ Pelerinlerinde parıldar/ Mürekkep ve mum lekeleri/ Ağlamak nerede, onlar nerede/ hepsinin de kurşundan beyni/ Yoldan ağır çıkageldiler/ gönülleri cilalı deri./ O çılgınlar, o gececiler/ boğarlar geçtikleri yeri/ Zamk karası bir sessizliğe/ ve bir dehşete kum incesi…”
Yüzlerce insan hep bir ağızdan bu şiiri söylüyor. Granada sokakları bu şiiri söyleyenlerin sesiyle yankılanıyor. Granada sokaklarından ardı sıra kamyonlar geçiyor ve şimdi bu ses o kamyonların içinden geliyor. Bu kamyonlar sadece bu şiiri söyledikleri için ölüme taşıyor insanları. Bir sokak ortasında askerler tarafından kurşuna diziliyor hepsi. “Tüm insanların kardeşiyim. Politikacı değilim ama her gerçek şair gibi devrimciyim. Siyasal sınırlara inanmıyorum” bu sözler, yukarıdaki dizeleri yazan ve o gün orada katledilen Garcia Lorca’ya ait.
Lorca düşüncelerini, hayallerini sanatıyla bütünleştiren bir şair, yazar ve tiyatrocuydu. Önce ailesinin isteklerine başkaldırarak, kendi doğal eğilimlerini gerçekleştirerek başladı yaşamına. Şiirler yazıp okuyor, İspanyol halk şarkılarını piyanoya uyarlıyor, besteler yapıyor, sahnelerde şarkılar söylüyor, resim yapıyor, desenler çiziyordu. Lorca’nın şiirlerini bilir ve okuruz birçoğumuz. Oysa tiyatro onun bütün yaşamında başköşeyi tutar. “Dünyanın yaşamakta olduğu şu dramatik anlarda sanatçı halkıyla gülmeli, halkıyla ağlamalıdır. (…) Ben yoksullarla bütünleşmek istiyorum. İşte o yüzden gelip tiyatronun kapılarına dayandım ve bütün yeteneklerimi de bu sanata adadım” diyor bir söyleşisinde.
Kuklalara yaşam katmanın onun için ayrı bir tadı vardır. Kendi evinde, kukla gösterileri düzenleyip sahneler; dekorları, kuklaların giysilerini, takılarını hep kendisi hazırlar; üstelik kuklaların iplerini de kendisi kullanırdı. 1920’lerdeki birkaç oyun denemesi ve kukla oyunlarından sonra; Fernando’ya başkaldıran Granadalı bir kadının, Mariana Pineda’nın öyküsünü anlatır bize. Dekorlar, kostümlerin çizimi, ressam arkadaşı Salvador Dali’nin eseridir.
“Pervanenin Nazarı Değdi” isimli oyun Lorca’ nın ilk oyunudur. Oyun pek ilgi görmez ama devamı gelir ve bayrak üzerine özgürlükçü sözler söylediği için ölüme mahkûm edilen bir kız için yakılmış türküye bir oyun hazırlar. Çocukken söyledikleri bir türküdür bu ve şiirde olduğu gibi tiyatroda da kalıpları hiçe sayan bir tarzı vardır. Ezilenlerin safındadır Lorca. “Tiyatronun gücü onun toplumsal sorunlara bakış açısıyla ölçülebilir yalnızca” der. Toplumsal sorunları açık açık tiyatro ile anlatmaya çalışır. Lorca için tiyatro, yaşamın bir aynasıdır. “Dona Rosita Bekâr Kalıyor” ya da “Çiçeklerin Dili” isimli oyunlarında hayatın önünde engel, baskı aracı olan gelenekleri eleştirir. “La Zapatero Prodigiosa (Kunduracı Güzeli)”, “El Sacrificio de İfigenia (İfigenia’ nın Kurban Edilişi)” gibi onlarca oyuna imza atar. Lorca yoksullukların, adaletsizliklerin, ataerkinin yaşama etkilerini yazdığı birçok oyunda konu etmiştir. “Kanlı Düğün (Noces de Sang)”, “Yerma”, ve “Bernarda Alba’nın Evi” günümüze kadar etkisini sürdürmüş en önemli oyunlarındandır.
Lorca 1932-1935 arasında tiyatroya gidemeyenlerin kendi düşüncelerine ortak olabilmesi adına gezgin bir tiyatro topluluğu oluşturdu. La Barraca uzak köylere dek gidip oyunlar sergileyecek bir tiyatro topluluğuydu. Dört yıl boyunca Calderon’dan, Cervantes’ten, Molina’dan oyunlar sahnelediler. La Barraca, İspanyol tiyatrosunu gelenekçiliğinden, tutuculuğundan kurtarmak ve halkın toplumsal adaletsizlikleri içselletirmesini sağlamak fikrini sırtına yükleyip yola çıkıyordu.
Lorca hor görülen bir eşcinsel, Faşist Franco diktatörlüğünün karşısında tehdit unsuru bir yazar fakat en önemlisi düşlediklerini eylemekten çekinmeyen cesur bir kişiydi. Bu yüzden kamyon sırtında çıkarıldığı bir yolculuk sonrasında kurşunlanarak katledildi. Lorca’nın mezarı bilinmiyor birçok faili meçhul gibi. Ama 1936’dan bugüne düşledikleriyle, eyledikleriyle, yazdıklarıyla biz Lorca’yı tanıyor ve biliyoruz.
“Ölmüştür ay, ölmüştür ama/dirilecek bahar olunca…”
The post Hayallerini Sanatla Buluşturan Lorca – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yalınayak: “Tek Tip İşkencedir” – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşanan bu gelişmelerin ardından, son birkaç aydır tutsaklara dayatılmak istenen yeni, ama tarihi eski bir uygulama gündeme geldi: Tek Tip Elbise.
Tek Tip Elbise Nasıl Gündeme Geldi?
Geçtiğimiz aylarda, bir 15 Temmuz sanığı, mahkemeye üzerinde “Hero” (kahraman) yazılı bir tişörtle çıktı. Bu olayı hemen ardından Erdoğan “Artık bunları mahkemeye çıkarırken Guantanamo’da olduğu gibi tek tip elbiseyle çıkaralım” dedi ve Adalet Bakanlığı hemen çalışmaları başlattı. Tek tip elbiselerin nasıl olacağı da tabi ki Erdoğan tarafından belirlenmişti. “Bu, tek tip elbise, renk olarak badem içinin koyusu bir renk olacak. İki tip olacak. Biri tulum olacak. Bir de ceket pantolon olacak. Darbeciler, tulum giyecek; diğerleri de yani diğer teröristler ceket pantolon giyecek.”
Erdoğan’ın tek tip elbiseyi gündeme taşımasının ardından, içeride devrimci tutsaklar, dışarıda tutsak aileleri, arkadaşları ve yoldaşları tek tip elbise dayatmasına izin vermeyeceklerini söyleyerek birtakım eylemlikler gerçekleştirdiler. Tutsaklarla Dayanışma İnisiyatifi “Tek Tip Elbise Dayatmasına İzin Vermeyeceğiz” diyerek Galatasaray Meydanı’nda, Bakırköy Kadın Kapalı Hapishanesi’nde ve Gebze Hapishanesi önünde eylemler gerçekleştirdi.
Peki, Tek Tip Elbisenin Bu Coğrafyadaki Tarihi Neydi?
Tek tip elbise uygulaması deyince akıllara 12 Eylül 1980 darbesi gelir. Darbenin ardından, devrimcileri “teslim almak” adına devletin uygulamaya çalıştığı bir yöntemdir tek tip. Ancak biraz daha araştırdığımızda, tek tip elbise dayatmasının Osmanlı’ya kadar uzandığı görülür. 1902 tarihli bir tezkere ekinde, “hapishanelerin tanzim ve ıslahı, tutsakların silah tedarik edememeleri ve firarları halinde kolayca aranarak yakalanabilmeleri için tek tip elbise giydirilmesi ve bu işlemin hapishanenin ıslahı konusunda alınacak en önemli tedbir” olduğu belirtilmektedir.
1902’deki tek tip elbise girişiminin ardından, 1916 tarihinde çıkarılan Nizamname ile birlikte, tek tip elbise uygulaması resmi hale gelmiştir. Çıkarılan bu Nizamnameye göre, hakkında 6 aydan fazla hapis cezasına hüküm verilenler tek tip elbise giymek zorundadır. Ancak bir süre sonra, mali sebepler gerekçe gösterilerek tek tip elbise uygulamasına son verilir.
12 Eylül’ün ardından 1983 yılında, Cezaevleri Tüzüğünde hapishanelerdeki tüm tutsakların tek tip elbise giymelerini zorunlu hale getiren bir değişiklik yapılmış ve ağustos ayında bu uygulamayı hayata geçirmek üzere hapishanelerde tutsakların tüm eşyaları giysileri toplamaya başlamıştı. Zorla tek tip elbise giydirilmeye çalışılmış, giymeyen tutsaklar aylarca iç çamaşırlarıyla kalmış ve mahkemelere de öyle çıkmış, baskıların son bulması ve tek tip elbise uygulamasından vazgeçilmesi amacıyla günlerce süren birçok açlık grevi yapılmış, 11 Nisan 1984 tarihinde 75 gün süren ölüm orucu sonrasında 4 devrimci tutsak yaşamını yitirdikten sonra 1988 yılında tek tip elbise uygulamasından tamamen vazgeçilmişti.
Tutsakların hapishaneye girdikleri andan itibaren karşılaştıkları işkencenin devamı niteliğinde olan tek tip elbisenin yegane amacı, tutsakların iradesini teslim almaktır. Bireyin düşüncesini yok edemeyen devlet, tek tip elbiseyle iradesini yok etmeyi amaçlar. Devletin terörist ilan ederek hapishanelere kapattığı devrimciler, bu coğrafyada tek tip elbise dayatmasına karşılık hep direnmişlerdir. Devrimci tutsakların bundan sonra da yapacağı, daha önce olduğu gibi direnmek olacaktır.
Abdülmelik Yalçın
Tutsaklarla Dayanışma İnisiyatifi
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Yalınayak: “Tek Tip İşkencedir” – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (15): Arjantin’de Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Arjantin’de Anarşizm
Arjantin’de anarşist hareket -aynı dönemde dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi- dönemin toplumsal mücadelelerine şekil veren sendikalar içerisinde kendi karakterini buluyordu. 1922 yılında Bakunin’in düşünceleri etrafında bir araya gelen Arjantinli işçiler, Birinci Enternasyonal’in ilkelerini benimsedi. Daha sonrasında anti-otoriter saflarda kalarak St. Imier Kongresi’ne katıldılar.
Arjantin’in anarşist-sendikalist işçi örgütlerinin hepsi temelde “devrimci sendikalizmin” karşısındaydı.*
Anarşist Yayıncılık
Arjantin’de anarşist yayıncılık iki başlıkta sınıflandırabileceğimiz bir doğrultuda ilerlemiştir. İtalyan göçmen işçileri örgütlemek ve bölgede yaşayan işçilere hitap etmesi hedeflenen, yine göçmen işçiler tarafından çift dilli yayınlanmış dergi ve gazeteler bir yanda, Arjantin’de yaşayan anarşist örgütlenmelerin çıkardığı İspanyolca yayınlar diğer tarafta.
Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü (IISH), “Latin Amerika’da Anarşist Gazeteler” başlığı altında oldukça kapsamlı, zengin bir arşive sahiptir. Bu arşivin büyük bir kısmı Max Nettlau’nun arşivinden aktarılmıştır. Bu arşivin Arjantin kısmında -ve hatta Güney Amerika’nın genelinde diyebiliriz- çok fazla yayın bulunmaktadır. Broşürler, bildiriler, elyazmaları dışarıda tutulduğunda 971 ayrı anarşist gazete ve dergi bulunmaktadır. Bunların içinde en geniş kısmı 413 adet yayınla Arjantin kaplıyor. Bu yayınların hepsini anlatacak yerimiz olmadığından dolayı bu çalışma özelinde başlıca olanlara yer veriyoruz.
Anarşist yayıncılığın başlıca ilkelerinden olan, herkesin rahatça anlayabilmesi ve özgürlükçü fikirlerin işçiler arasında rahatça tartışılabilmesi için sade ve anlaşılır bir dil kullanma kaygısı, burada yayınlanan yayınların da genel karakterini oluşturuyordu. Gazetelerin isimlerini ve mizanpajını da bu amaca uygun bir şekilde belirlediler.
Arjantin’de yayınlanan anarşist gazetelerin çoğu, yazılardan oluşuyordu. Ancak gazetelerinde bazılarında -orantısı değişmekle birlikte- ezen ezilen ilişkisindeki çarpıklıklara dikkat çeken politik karikatürler de yoğunluktaydı.
Aynı şekilde Arjantin’de yayınlanan anarşist gazetelerde din karşıtlığı yoğunluklu işlenen temalardan biriydi. Özellikle politik karikatürlerde dini figürler, karikatürlerde özgürlüğün ve gelişimin düşmanı olarak resmediliyordu. İçeriğinin önemli bir kısmını çizimlerin oluşturduğu yayınlara en büyük iki örnek, 1918 ve 1930 yılları arasında yayınlanan haftalık El Burro (Eşek) ve iki haftalık El Peludo’ydu.
Yazıların ağırlıkta olduğu anarşist yayınlarda ise anarşizmin ideolojisi geniş bir yer tutuyordu. Bu yayınlar -özellikle La Protesta (Protesto)- çalışma grupları örgütlüyor; propaganda materyallerinin hazırlanması sürecinin örgütleyici yapısını kullanıyorlardı. Anarşizmin toplumsallaştığı topraklarda bu önemli bir ayrıntı olarak karşımıza çıkar. Bu topraklarda yüzlerce gazete, dergi, bildiri ve broşürler bulunmasının açıklaması, insanların kendini gerçekleştirdiği özgür alanları yaratmasıyla ve zihinsel özgürleşmesini sağlayacak materyalleri kullanması arasındaki paralellikte yatar.
La Protesta
1897 ve 2015 yılları arasında aralıklarla yayınlanmış La Protesta, resmi anlamda olmasa da karakteri itibarıyla Arjantin’in en büyük anarşist örgütlenmesi olan FORA’nın (Federación Obrera Regional Argentina) sesi olmuştu. Gazetede anarşist tarihin bilinen simalarının yazıları yayınlandı. Bunlardan bazılarına örnek vermek gerekirse; Pietro Gori, Antoni Paraire, Alberto Grihaldo gibi yerel karakterleri ve Errico Malatesta, Magon Kardeşler gibi bilindik isimleri bir çırpıda sayabiliriz. La Protesta’da makalelerin yanı sıra yayınlanan anarşist kitapların tanıtımları, kültür sanat yazıları da kendine yer buluyordu. Dünya çapında örgütlenen “Sacco ve Vanzetti’ye Özgürlük” kampanyasının Arjantin ayağı da yine La Protesta gazetesi üzerinden örgütleniyordu. FORA bünyesinde ortaya çıkan La Organización Obrera (İşçi Örgütü) isimli gazete daha sonra farklı anarşist gruplarca çıkarılmaya devam etti.
“Bugün bizi baskı altında tutan bütün tiranlar evrensel adaletin zafer kazandığı gün işçilere hesap verecek. Sosyal devrim ile adalet kazanacak ve proletaryanın düşmanları olan burjuvazi, devlet, kilise ve ordu kaybedecek!”
La Protesta’dan
La Questione Social
Errico Malatesta’nın 1884’te Firenze’de yayın hayatına başlayan La Questione Social (Sosyal Soru) isimli gazetesi, sonrasında 1895 yılında Arjantin’de almanak şeklinde yayınlandı. Malatesta’nın bölgeden ayrılmasıyla 1899 yılında Arjantin’deki yayın hayatı sona eren La Questione Social’in içeriğini anarşist düşünürlerin yazıları, şiirleri ve işçi hareketi için önemli tarihleri içeren bir ajanda bölümü oluşturuyordu. İtalyanca/İspanyolca yayınlanan gazetelere bir örnek olan bu yayın ve diğer İtalyanca yayınlara ulaşmak için gazetemizin 27. ve 39. sayılarında yayınlanan yazıları inceleyebilirsiniz.
Acción Libertaria
İspanya, Fransa ve Arjantin’de olmak üzere 3 ayrı ülkede yayınlanan Acción Libertaria (Özgürlükçü Eylem), yayınlandığı ülkelerdeki anarşist-komünist örgütlenmelerin yayın organı olarak hareket etti. Arjantin’de önce CRRA (Anarşist İlişkiler Bölgesel Komitesi) sonra FACA (Arjantin Anarşist Komünist Federasyonu) ve en son FLA (Özgürlükçü Arjantin Federasyonu)’na bağlı editörler tarafından yayınlandı. 1933’te yayın hayatına başlayan gazete, 1971’te 14 yıllık bir ara verdikten sonra 1985’te tekrar yayınlanmaya başladı.
La Voz de la Mujer
Dünyanın ilk anarşist kadın yayını olmasıyla da özel bir yerde duran La Voz de la Mujer (Kadınların Sesi), “Ne Tanrı, Ne Patron, Ne Eş” alt başlığıyla yayınlandı. Virginia Bolten’in editörlüğünü yaptığı gazetede Louise Michel ve Emma Goldman gibi tanınmış anarşistlerin yazıları yayınlanıyordu. Yayın hayatı boyunca bütün yazıları kadınlar tarafından yazıldı. 1896–1897 yılları arasında Buenos Aires’te, 1899’da ise Rosario’da yayınlanan gazete yazarları kendilerini ideolojik olarak anarşist-komünist olarak nitelendiriyordu.
Diğerleri…
Arjantin’de yayınlanan ve en çok bilinen bu yayınların yanı sıra istikrarlı bir şekilde yayınlanmış ve ismini anmadan geçemeyeceğimiz diğer yayınlara da Centro de Propaganda Obrera’nın(İşçi Propaganda Merkezi) yayın organı El Descamisado (Gömleksizler), Mobilya İşçileri Sendikası tarafından yayınlanan ve “Sendikayla Güçlüyüz” mottosuna sahip Acción Obrera, “Yöneticiler ve rahipler sınıfına doğru yükselmiş bir bıçak” alt başlığıyla yayınlanan El Azote (Kırbaç), 1 Mayıs 1909’da Alberto Grihaldo’nun editörlüğünde yayınlanmaya başlayan Ideas y Figuras ve La Voz del Campesino (Köylü’nün Sesi), L’amico del Popolo (İt. Halkın Arkadaşı), Solidaridad Obrera (İşçi Dayanışması), El Emancipado (Özgürleşmiş), Idea Libre (Özgür Düşünce), Juventud Libre (Özgür Gençlik), Libre Iniciative (Özgür İnisiyatif), Tierra Libre (Özgür Yeryüzü), Liberacion (Özgürleşme), Claridad (Berraklık), La Antorcha (Meşale), La Aurora (Şafak), Adelante (İleri), Despartar (Uyanmak), El Pervenir (Gelecek), La Nueva Era (Yeni Çağ), Voluntad (İrade) gibi gazeteleri örnek gösterebiliriz.
* |
Bu tartışmayla ilgili daha ayrıntılı bilgi için; bkz. Meydan Gazetesi Sayı 28, Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Halil Çelik |
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (15): Arjantin’de Anarşist Yayınlar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Everest: Tırmanışın Diğer Tarafı – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Everest, dünyanın en yüksek dağıdır. İsmi Tibetçe’de, “Evrenin Tanrıçası” , Nepal’de de “Gökyüzünün Tanrıçası” anlamına gelir ve Everest, 60 milyon yaşındadır.
Everest’e ilk tırmanış 1953 yılında yapıldı. Edmund Hillary ve Tenzing Norgay, Everest’in zirvesinde yan yana durdular. Edmund, Everest’in doruğuna ilk ayak basan kişi olarak tarihe geçer. Bu yüzden “Sir” ünvanını alır. Tenzing, Sir Edmund’a rehberlik eden şerpadır. Bir ünvan almaz,tarihe geçmez.
Şerpa’nın (Sharwa) Shar’ı doğu anlamına gelmektedir, wa ise insan. Şerpa, Tibet kökenli dağ halkına verilen isimdir. Nepal’in dağlık kesimlerinde, Himalaya’larda yaşayan Şerpa’lar bugün dağcılık ve tırmanış dediğimizde akıllara gelen bütün isimlerin o tırmanışları gerçekleştirmesini sağlayan kişilerdir.
Everest’e tırmanmak isteyenler zirveye ulaşmayı hedefleyerek yaklaşık 40 gün sürecek bir tırmanışa başlar. Şerpalar, Vücut yapıları düşük oksijen seviyesinde yaşamaya uygun olduğu için zirveye yaklaştıkça herkesin yaşadığı sıkıntıyı çekmezler ve bu 40 günlük tırmanışta dağcılara hem rehberlik ederler hemde Onların bütün kamp malzemelerini tırmanış boyunca sırtlarında taşırlar. son yıllarda Şerpa’ların hamallık yaptığı yüklerin niteliği oldukça düşündürücüdür çünkü Espresso makineleri, ısıtmalı halılar ve ana kamplarda sergilenecek plastik çiçekler gibi gereksiz eşyalarda bu yüklerin arasında.
Everest’in zirvesi bir çok açıdan tehlikelidir.
Dağcılar 70 bin dolar karşılığında biraz macera, biraz heyecanla gelirler Everest’e. Şerpa’larsa macera aradıkları için değil, ailelerine bakmak zorunda oldukları için geliyorlar. Tırmanışlarda onlarca insan yaşamını yitirmekte. 2014 yılında Nepal Depremi yaşandı ve Everest’te etkisi büyük oldu.Çığ altında kalan 61 kişi yaralı olarak kurtarılırken, 17 kişi yaşamını yitirdi. Daniel Fredinburg ve onun gibi dağcı olanların ölümleri herkesi sarsarken, ölen şerpalarla ilgili herhangi bir gündem olmadı. Ölen 17 kişi kuşkusuz yüreklerde aynı acıyı yaşattı fakat Daniel Fredinburg, Google yöneticisi değil de bir şerpa olsaydı ismi haberlerde geçer miydi diye sormadan edemiyor insan.
Önce şerpaların varlığını öğrenince, sonra Everest’te tırmanış yapan dağcılardan başka kimseyi göremeyince bütün başarı hikayelerinin kahramanı değişiyor. o pahalı kıyafetler, çantalar, kamp malzemeleri ile Everest’in doruğunda elinde herhangi bir ülkenin bayrağı ile verilen pozların anlamsızlığı büyüdükçe büyüyor.
Şerpalarla dayanışma için çok geç kalınmış belli, Sir Edmund’un 1953’te yapması gereken yapılmamış, dayanışmayla tırmanılmamış. Belki de tırmanışlardan birinde, bir dağcının yorgunluk ve halsizlikle oturup kaldığı yerde ölmek üzereyken yanından geçen diğer dağcıların onunla bir kaç kelime konuşup, yani hayatta olduğunu bilecek kadar zamanı geçirip sonra, O dağcıyı orada, öylece soğuğa ve ölüme terk etmelerinin sebebi bu bencillik, bu dayanışma eksikliğidir. Şimdi yapılması gereken, bütün sporlarda, bütün insanlarla, omuz omuza vermek. Dağların doruğunda yan yana durmak. Dayanışmayla hayatta kalmak. Birlikte hayatta kalmak.
Gizem Şahin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Everest: Tırmanışın Diğer Tarafı – Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Gezi Hüseyinlerin Değil Halkın Direnişi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>15 Temmuz darbe girişiminin ardından başlayan tutuklama-yargılama süreçleri algı operasyonlarını da beraberinde getirdi. Bunlardan biri İstanbul eski Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun ve İstanbul Emniyet eski Müdürü Hüseyin Çapkın’ın “FETÖ”den tutuklanması oldu. Devlet Hüseyinleri tutuklamıştı ancak görev yaptıkları dönemde patlak veren Taksim Gezi direnişini de unutmadı. Coğrafyanın her yerine sıçrayan direnişi “FETÖ” ile ilişkilendirerek hem yapılan eylemlerin altını boşaltmak istedi, hem de işlediği cinayetlerin faturasını kolay yoldan kesti. Direnişi “FETÖ” örgütlemişti, eyvah kandırıldık!
Hüseyinler haklarında 3’er kez ağırlaştırılmış müebbet ile yargılanıyorlar ve haklarında daha bir dolu suçlama var. Bunlardan bizi ilgilendireni Gezi Parkı ile ilişkilendirdikleri kısım. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın “eylemcilerin sokakları ele geçirmesine göz yumması” ve aynı dönemde İstanbul Valisi olan Hüseyin Avni Mutlu’nun “Gençler, Gezi parkında kuş sesleri, ıhlamur kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış doğru mu? Aranızda olmak isterdim” şeklinde tweetler atması eylemcileri meşru gösterdiği suçlamalarıyla Gezi Parkı eylemlerinin önünü açtığı dillendiriliyor. Bu suçlamalar “havuz medyasında” büyük bir algı seçiciliği ile servis ediliyor. Neden mi? Gezi Parkı olaylarının arkasında “FETÖ”var!
Hafızalarımızdan silinmeyecek direnişe değinmeden önce eski dostlar yeni düşmanlar Hüseyinlerin sabıkalarına bir bakmak gerek. Çapkın Hüseyin’in İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne kadar yükselişi boşuna değildi. Gittiği her ilde devletin bekası için çalıştı. Halka yapılan işkence ve zor kullanmalarda bireysel inisiyatifini fazlasıyla kullandı. 1995 yılında Manisa’da 16 yaşındaki lise öğrencisi bir genç operasyonla gözaltına alındı. 11 gün boyunca Manisa Emniyet Müdürlüğü’nde işkence gördü. Raporlar, ifadeler vs… İşkence kanıtlandı. Genç kurtuldu kurtulmasına ama işkenceci polisleri kollayan, mahkeme kararlarını dahi geçiştiren, işkencecilerin görevlerine devam etmelerini sağlayan görevine henüz yeni artanmış olan Hüseyin Çapkın’dı. İzmir’de başka bir genç, Baran Tursun, polisler tarafından “dur” ihtarına uymadığı için vuruldu. Olay, tutanaklara “trafik kazası” olarak geçirilmişti ama hastanede Baran’ın kafasının arkasında belirgin kurşun yarası vardı. Baran Tursun cinayetinin peşini bırakmayan ailesi dava süreci boyunca polisler tarafından tehdit edildi, haklarında polise hakaretten bir dolu dava açıldı. Olayı örtbas etmek isteyen, katil polisleri kollayan dönemin İzmir Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’dı.
Bugün “güven timi” olarak sokaklarda terör estiren sivil polis anlayışının “sokak timleri” ve “huzur timleri” olarak projelendirilmesini sağlayan ve esnafın polise bilgi vermesi için bu timi kullanmayı savunan da Hüseyin Çapkın’dır. Polislere GBT (Genel Bilgi Tarama) üzerinden ödüllü puan sistemi getirerek halkın yol üzerinde saatlerce bekletilip aranması talimatını getiren de bilin bakalım kim?
Gelelim diğer Hüseyin’e. Hüseyin Avni Mutlu’ya. Kürt halkına yönelik yoğun saldırıların olduğu dönemlerde Kürt illerinde görevini “layığı” ile yerine getirdi. Tarih 28 Eylül 2009. Diyarbakır-Bingöl sınırı Lice’nin Şenlik köyü. Bir mezrada 12 yaşındaki Ceylan isimli kız çocuğu parça parça edildi. Mayın olsa yerde çukur olur, patlayıcı olsa eli yüzü harap olur. Ama öyle değildi. Doğrudan tepeden inme bir bombayla parça parça edildi. Yıllarca katliama ilişkin ne soruşturma açıldı ne de dava. Yetkililer göz göre göre sessiz kaldılar. O zamanın Diyarbakır Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ydu. Tarih 1 Mayıs 2013. 1 Mayıs Emek ve Dayanışma gününü Taksim Meydanı’nda kutlamak isteyen 17 yaşındaki Dilan arkadaşlarıyla beraber Tarlabaşı’ndan Taksim Meydanı’na gitmek istiyordu, istediği buydu. Taksim Meydanı’na ulaşan her sokak polisler tarafından abluka altına alınmıştı. Meydana ulaşmak isteyenlere polis saldırıyordu, o sırada isabet etti Dilan’ın başına gaz bombası. Aylarca komada kaldı, ölümle pençeleşti Dilan. Emri veren de, “ne yapacaktık ya?” diyen de İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’ydu. AKP döneminin savaş politikasına hizmet etmek için sıkça bölgeye giden Hüseyin, “barış” sürecine uygun vali imajı ile Diyarbakır Valiliği’ne atanmış ancak devletin sözde barış altındaki savaş politikasını eksiksiz yerine getirmişti. “Barışçıl” olmaktan zerre anlamadığını son olarak Gezi eylemlerinde de gördüğümüz, yüzlerce insanın yaralanmasına, ölüme sebebiyet veren kişi de Hüseyin Avni Mutludur.
Gelelim “Hüseyinler”in arkasına saklanan algı operasyonuna, yani Taksim Gezi Direnişi’ne. Taksim Gezi Direnişi’nin patlak verdiği dönemde Hüseyinler’den biri İstanbul Valisi diğeri İstanbul Emniyet Müdürü’ydü. Ne büyük rastlantı değil mi? Değil aslında, her ikisi de bu dönemde iktidarın sadık ve güvenilir iki dostuydu.
Hafızalarımızdan silinmeyecek direnişin ilk günlerinde gerçekleşen zabıta-polis iş birliğindeki saldırılar Hüseyinler tarafından koordineli bir şekilde gerçekleştirildi. 31 Mayıs günü İstanbul’un farklı semtlerinden Taksim’e gelen yüz binlerce insan, başta İstiklal Caddesi olmak üzere, tüm ara sokakları, Tarlabaşı’nı, Dolmabahçe’yi, Halaskargazi Caddesi’ni, Gümüşsuyu yokuşunu doldurup dört bir yandan Taksim’e yürümek istiyordu. Bu muazzam kararlılığa karşı devlet güçleri bir meydanı sadece 24 saat tutabilecekti. 31 Mayıs akşamüstü polisin yoğun saldırısı ile İstiklal Caddesi kontrol altına alınmıştı, fakat ara sokaklarda eylemciler sabaha kadar bekleyerek sokakları tutmaya devam etti. Sokaklardaki inat “sık bakalım sık bakalım” diye slogan atarken polisler yorgun ve aptallaşmış bir şekilde ambulanslarla oradan oraya biber gazı nakletmekle uğraşıyordu. Taksim’deki kararlılığa destek için aynı anda coğrafyanın her yerinde başlayan eylemler oldu. Gündüz gece demeden süren bu eylemler iktidarı fazlasıyla korkuttu. Sadece 48 saat içinde Türkiye genelinde 5 bin 685 kişi gözaltına alındı. Yüzlerce kişi polis saldırılarında yaralandı. 7 devrimci genç katledildi. 4 yıl oldu ancak Taksim Gezi Direnişi hafızalarımıza öyle bir kazındı ki, bizler unutturmamak; düşman algı operasyonlarıyla unutturmak için hala çabalıyor.
Unutmamak gerekir; çünkü örgütlü bir halkın gücü karşısında hiçbir güç duramaz. Hatırla, polis Taksim meydanından nasıl da kaçmıştı, arkasına bile bakmadan. Arkasında onlarca ekipman ve polis aracını bırakarak… Dönemin başbakanı Reis Tayyip, aniden yurtdışı gezisi organize edip “durumları” ülke dışından yutkunarak izlemişti. Zenginler sofrasında “Geziciler” iftar bile açmışlardı, unutma.
Unutmamak gerekir; Ethem Ankara’nın göbeğinde silahla, Filistinli Lobna Allani Taksim’in ortasında fişekle vuruldu. Okmeydanı’nda Berkin, 1 Mayıs Mahallesi’nde Mehmet, Eskişehir de Ali İsmail, Hatay’da Ahmet Atakan, Abdocan… Unutma Taksim’de yanan ateş sokak sokak sıçradı, her yere yayıldı. Biz kazandık unutma.
Tüm bu süreçte “polise emri ben verdim”, “polisimiz destan yazdı” diyen Tayyip, şimdi emir verdiklerini “FETÖ”cü diyerek attı içeri. Bir algı operasyonunun, Taksim Gezi Direnişi’nin ardında “FETÖ” var diyebilme uğraşıdır Hüseyinler.
Hafızalarımız gerçekleri unutmuyor, unutmayacak! Ethem’in, Berkin’in, Ahmet’in, Ali İsmail’in ve diğer kardeşlerimizin katillerinin kim olduğunu unutmadığı gibi, “emri veren”leri unutmadığı gibi, Hüseyinler’in kim olduğunu unutmadığı gibi!
The post Gezi Hüseyinlerin Değil Halkın Direnişi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erdoğan Medyası’nda Oyuncu Değişikliği – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Balzac 1843’te, “Basın var olmasaydı, onu hiç icat etmemek gerekirdi!” der. Bugün medya aracılığıyla neler olup bittiğini takip ediyor, küresel güncelin bilgisini basın ve yayın kuruluşlarından kolaylıkla alıyoruz. Balzac’ın sözü işte bu bilginin niteliğini tartışmaya yöneliktir. Medyanın hem güncelin bilgisinin üretiminde önemli bir araç olması, hem de ekonomik-siyasal-toplumsal önemli bir güç olmasıyla ilişkilidir bu durum.
Bu gücün devletle ne kadar ilişkili olduğunu, 1920’lerde gazeteci Walter Lippmann, Kamuoyu isimli kitabında güzel bir şekilde çözümlemiştir. Lipmann, propagandanın çoktan beri “hükümetin düzenli bir organı” haline geldiğini ve gelişmesi ile öneminin düzenli olarak arttığını savunmuştur.
1920’lerden bu yana, ana akım medya ve devlet arasındaki ilişkinin ne boyutlara ulaştığı az çok ortada. Batılı medya kuruluşları bu ilişkiyi gizlemekte başarılı. Bizde son beş yıldır olup biten ise medya tarihinde tersine bir evrim… Medya patronları da onları destekleyen siyasi yapılar da ilişkilerini açık bir şekilde göstermekte beis görmüyor. Özellikle OHAL süreciyle beraber, Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin rızasını alan medya kuruluşu olmak, bu alanda bir statü kabul ediliyor.
Geçtiğimiz ağustos ayında, ana akım medyada gerçekleşen oyuncu değişikliğini buradan okumak gerek.
Savaş sanayisinin önde gelen isimlerinden biri haline gelen Ethem Sancak, ES Medya’yı Hasan Yeşildağ’a bıraktı. ES Medya bünyesinde bulunan Akşam, Star, Güneş gibi gazeteler; 360 ve Kanal 24 gibi TV kanallarına bundan sonra Yeşildağ patronluk edecek.
Kim bu Hasan Yeşildağ?
Hasan Yeşildağ’ın kim olduğunu aramaya başlayan araştırmacı-gazetecilerin ilk karşılaştığı yazı, 2006 yılında Mahmut Övür’ün yazdığı “Kim şu Hasan Yeşildağ?” yazısı. Övür, bu yazıyı, yazdığına yazacağına pişman olmuş olabilir. ES Medya gibi Tayyip Erdoğan ve AKP ile ilişkisini açık bir şekilde ortaya koymaktan çekinmeyen Turkuvaz Medya’ya bağlı Sabah gazetesinde yayınlanan yazı, yaşadığımız coğrafyadaki medya-devlet ilişkilerinin evrimini anlamak açısından önemli. 2006’da açık bir şekilde Erdoğan’ı ve derin ilişkilerini gündem eden ve eleştiren Övür artık, Sabah gazetesinde de, yorumcu olarak konuk edildiği A Haber programlarında da Tayyip Erdoğan’a ve onun siyasi çizgisine övgüler dizmekten geri kalmıyor. Doğal olarak, Hasan Yeşildağ’ı da sevecek!
Övür’ün bir zamanlar, “derin” ilişkilerinin açığa çıkarılması için yetkilileri sorumluluğa davet ettiği Hasan Yeşildağ kimdir?
1970’lerin sonunda, Üsküdar’da Şehir Tiyatrosunun bombalanmasında ismi geçen, katledilenlerin arasında devrimcilerin de olduğu birçok cinayetin faili, azmettiricisi, silah tedarikçileri arasında yer alan, Üsküdar ÜGD örgütünün başı bir ülkücü. İşlediği cinayetlerin birinden idam cezası istenerek tutuklu yargılanan, hapishanede Mehmet Ali Ağca’yla tanışıp devletin “derin” işlerini yapacak kadrosunun içine alınan ve vakit kaybetmeden beraat ettirilip İsviçre’ye kaçırılan kişidir. İsviçre’den dönünce, Tayyip Erdoğan’ın güvenliğini almak üzere bir “suç işleyerek” onunla aynı hapise giren, kaldığı süre boyunca hapishane müdürlüğü yapan şahıstır. 2000 yılında Abdi İpekçi cinayeti de dahil olmak üzere hakkındaki tüm suçlar hakkında takipsizlik kararı verilen, hakkında İGDAŞ ve İstanbul Belediyesi ile ilgili birçok soruşturma bulunan isimdir.
Kardeşi İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis üyesi Zeki Yeşildağ, Tayyip Erdoğan’ın farklı coğrafyalarda protestocularla yaptıkları kavgalarla ünlenen korumalarının başında bulunan; belediyenin ağaç dikme işleri, trafik sinyalizasyon araçlarının satımı, güvenlik kameraları ve gizli kamera tekniklerini belediyelere pazarlaması işi gibi “karlı” işlerini yapan eski ANAP, Refah Partisi yani anlayacağınız her dönemin siyasetçisidir. Aynı zamanda Eski Emlak Bank Genel Müdürü Civangate yolsuzluk skandalının baş ismi Engin Civan’ın kardeşinin eşidir.
Böyle bir CV’ye şimdilerde bir de Tayyip Erdoğan’dan önce İslamcı gençliğin liderlerinden Metin Yüksel’in ülkücüler tarafından katledildiği bilgisi eklendi. Ülkücülerin Tayyip Erdoğan’ın önünü bu cinayetle açtığı iddia ediliyor. O da ülkücülerin önünü açmayı seviyor, her şey karşılıklı! Bu bilgilerin birbiriyle ilgisi ise büyük ve derin planlar!
Ethem Sancak ile kıyaslandığında, daha “vefalı” ve daha “derin” konumda bulunan Yeşildağ’ın medya patronluğunda, kendinden öncekileri aratmayacağı açık. Balzac, medya patronları ve onların iktidarlı ilişkilerini öngörmüş herhalde!
Nedim Ciran
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
https://seninmedyan.org/category/nedim-ciran-yorumluyor/
The post Erdoğan Medyası’nda Oyuncu Değişikliği – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Genç İşçinin Sorunu: Gerontokrasi – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Okul harçlığı, etüt parası, kişisel ihtiyaçlar, ev geçindirme derdi derken bir bakmışsın bir iş yerinde çalışır bulmuşsun kendini. Çalışacağın işin okuluna engel olmasını istemiyorsan part-time, okulun yoksa full-time çalışmayı tercih edersin.
Genç işçi tercih edilen AVM’ler, süpermarketler, mağazalar, iş sözleşmesinin içinde madde olarak geçirilen esnek çalışma saatleriyle, işçiyi daha fazla sömürmek içindir. Esnek çalışma saati, “çalışanın çalışma zamanını ve süresini dilediği şekilde belirleme olanağının bulunduğu çalışma düzenidir” diye tanımlansa bile aslında işçiyi iş yoğunluğu sürecinde daha fazla çalıştırmak için çıkarılmış bir tanımdır. Fazla Çalışma Yönetmeliği’nin 4. maddesinde “Günlük çalışma süresi her ne şekilde olursa olsun 11 saati aşamaz.” olarak geçse de bu saat 17 saati bile bulabiliyor. Her şeye kılıf uyduran patronlar, tabi bunun da yöntemini bulmuşlar. İşe başlarken parmak okuma sistemi ile işe giriş yapıyorsun. Mesai saatin bittiğinde ise işten çıktı anlamında tekrar parmak okutuyorsun böylece mesai saatin bitmiş oluyor. Ama mesai saatini bitirmek istemeyen işveren vekili (diğer adı ile şef) parmağını okuttuktan sonra seni tekrar çalıştırmaya devam ediyor, böylelikle sistemde işten çıkış yaptığın görülse bile çalışmaya devam ediyorsun. Yani prosedürler onlar için işlemiyor hiçbir zaman.
Böylesine boğucu bir sosyal ve ekonomik tahakkümün yanında bir de gerontokrasi ile yani “yaşça büyük olanın yaşça küçük olana” uyguladığı tahakkümle uğraşırız biz genç işçiler. Oldukça kadim bir anlayıştır gerontokrasi, feodal anlayıştan hatta belki de daha da eski bir anlayıştan beslenir bu kavram. Çeşitli tahakküm anlayışlarının içerisine sızar, bazen ona dönüşür; bazen kendince davranır. Ama her adaletsizliğin içinde vardır. Küçük susmalı, büyük konuşmalı! Büyük söylemeli ki, küçük yapmalı!
İş yerinde genç işçilerin karşılaşacağı gerontokratik ilişkiler hayatının her alanında olduğu gibi karşımıza çıkıyor. Genç olduğun için tabiri caizse tüm ayak işleri sana yaptırılır. Çünkü onların gözünde hiyerarşik anlamda en alttasındır. Eğer genç iseniz ve hizmet sektöründe çalışıyorsanız, işte karşılaşacağınız bazı durumlar;
Genç olduğun için daha atik, daha güçlü olman beklenir ve senin işin olmayan çoğu iş sana yaptırılır.
Depodan poşet taşınması gerekir, genç olduğun için bunu bile sen yaparsın.
Yemek molasına en son senin çıkman sorun yaratmaz, zaten gençsin ve her şeye dayanabilirsin.
Üstüne vazife olmayan birçok işe koşturursun. Sesin çıkmayana kadar (ki hiç çıkmadığı da olur) bu böyle gider. Çünkü “şef ablalar ve abiler” tatlı dilleriyle yılanı deliğinden çıkaracak kabiliyette olduklarından her zaman düşünceli gibi görünürler. Oysa gerontokratik bir ilişkinin tam içindesindir. Gel gelelim işsizlik oranları her geçen yıl yükselirken, her beş gençten biri işsizken, işin olduğu için şükretmen gerektiği söylenirken nasıl olur da fazla mesaiye, düşük ücrete, yoğun iş saatlerine ve gerontokratik bu tahakküme direnmekten bahsedebilirsin?
Ekonomik kriz onları teğet geçerken bize çarpıyor. Cirosu 14.463.059.000 olan küçük bir süpermarketin, işçisine verdiği aylık maaş 1600’dür. Peki bu adaletsizliğin matematiksel olarak hesaplamasının zorluğu yanında sosyolojik olarak tanımsız olması aslında gerçekle yüzleştiriyor biz genç işçileri. Verdiğim bu rakamsal veri doğruluğu ispatlanabilir bir veri. Bu rakamları her yıl üstüne biraz daha ekleyerek yani daha fazla tükettirip daha fazla çalıştırarak kazanan şirketler; reyonlarda, kasalarda, temizlikte ya da market/ mağazanın herhangi bir bölümünde çalışan bir işçinin aldığı maaşın ona yetip yetmeyeceğini hiç düşünmemesi, kapitalizmin ta kendisidir. Sınıfsal farklılığı toplumda belirginleştiren bu sistemken (kapitalizm) buna karşı koymamak sömürüye baş eğip kabullenmektir. Biz genç işçiler ne gerontokratik ilişkilere ne de aldığımız üç kuruş maaşa razı gelmeliyiz.
Yaşça büyüklerin yaşça küçükler üzerinde uyguladıkları tahakkümün doğal karşılandığı bir düzene hizmet etmemek için, genç işçiler örgütlenin!
Merve Demir
Genç İşçi Derneği
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Genç İşçinin Sorunu: Gerontokrasi – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Dersim, Hasankeyf, Sur… – Vahap Güler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin, kendi egemenliğine tehdit olarak gördüğü halklara yönelik yürüttüğü operasyonlar ve katliamlar yalnızca askeri alanda ve yalnızca silahlar kullanarak olmuyor. Örneklerini özellikle Dersim, Hasankeyf ve Sur’da gördüğümüz gibi, devlet, inşa ettiği barajlar ve çıkardığı orman yangınları gibi ekolojik tahribatlarla da bu bölgeleri insansızlaştırma ve kendince sorundan kurtulma planlarından vazgeçmiyor. Ama devletin tüm bu yaptıkları yalnızca insanlar üzerinde değil, çimeninden ağacına, arısından ceylanına kadar, bütün bir doğa üzerinde geri dönüşü mümkün olmayacak yıkım ve felaketleri de beraberinde getiriyor. Bu örneklerin çoğalması, devletin, ekolojiyi de bir savaş aracına dönüştürmüş olduğunu göstermesi bakımından önemli.
Dersim
Osmanlı’dan günümüze devletin sayısız katliamlarına karşı “Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz” demiş Dersimliler. 1938’de de sefer olmuş, o zaman da uçaklardan bombalar yağdırmış, binlerce kişiyi katletmişti devlet ama yine de kazanamamıştı. Devlet bu kez de 1990’larda köyleri yakarak bölgeyi insansızlaştırmaya çalışmış ama bunu da tamamen başaramamıştı. Yakın dönemde ise Munzur üzerine kurmak istediği barajlarla Dersim’i Dersim olmaktan çıkarmaya gayret ediyor.
Ama devletin saldırıları bununla da kalmıyor. Son aylarda neredeyse her ovasında, her vadisinde yangınlar çıkartılıyor Dersim’in. Bu bölgelerin askeri operasyon yapılan bölgeler olması hiç de tesadüf değil. Üstelik ilin valisi, kendisine sorulduğunda “öyle büyütülecek bir şey yok, yalnızca kuru otlar yanıyor, çatışmalar bitince söndürme çalışmalarına başlayacağız” diyerek yangınların özellikle çıkarıldığını gizlemiyor bile. Eskiden duymaya alışık olduğumuz “örgüt yaktı” gibi bir ifade kullanılmıyor bile. Bu, aslında yangının karakolların “güvenlikleri için” çıkarıldığının itirafı. Ama kimi kime şikayet edeceksin? OHAL ile birlikte belediyelere atanan kayyumların itfaiyeyi görevlendirmemesi bir yana halkın kendi imkanları ile söndürmesine de izin verilmiyor.
Dersim yanıyor, Dersim’in Merkez ilçesiyle beraber Xozat (Hozat), Qisle (Nazımiye), Pulur (Ovacık), Pilemûrîye (Pülümür) ilçeleri ile Çewlig’in (Bingöl) Xorxol (Yayladere), Gêğî (Kiğı) ve Xarpêt’in (Elazığ) Depe (Karakoçan) ilçeleri yanıyor. Bütün bir bitki örtüsü bu yangından tamamen etkilendi. Bir çok canlı varlık yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Toprak yeniden kullanılamaz halde. Sağ kalmayı başarabilen hayvanlar için yaşam bu bölgede neredeyse olanaksız. Yalnızca ekolojik bir yıkım söz konusu değil. Bu yangınla Dersimlilerin yaşam alanları, kültürel mekanları da alevlere karışıyor. Bu kez devlet hem insansızlaştırma hem de toplumsal belleği silme gayretinde.
Hasankeyf
20, bilemedin 30 yıllık enerji uğruna 12 bin yıllık yerleşim yeri Hasankeyf sular altında kalacak. Ilısu Barajı için su tutulmaya başlandı bile. Şimdi mağaralar betonla dolduruluyor, kayalar “tehlike arz ettiği” bahanesiyle dinamitle patlatılıyor. Oysa mağaralar yumuşak bir dokuya sahip olduğundan suyun sızması bu dökülen betonla engellenmesi mümkün değil. Amaç bu mağaraları tamamen kullanılamaz hale getirmek. Daha önce baraj inşaatı için dinamitlerle havaya uçurulan Darphane Kalesi’nin kalan parçaları da iş makineleriyle ortadan kaldırılıyor. Zaten hafriyat kamyonlarının geçişi için Dicle üzerine inşa edilen köprü yüzünden suyun akışı değişmiş, binlerce balık kıyıya vurmuştu. Bakan Veysel Eroğlu’nun haziran ayındaki ziyaretinden sonra hız verilen dinamitlemelerle ve barajın tamamen suyla dolmasıyla, 5 binden fazla mağara, 250’ye yakın höyük, 199 yerleşim yeri sular altında kalacak. Çok sayıda kültürel varlıkla beraber Dicle Vadisi’nin ekosistemi de tahrip edileceğinden hali hazırda bölgede yaşamlarını sürdüren canlılar da tamamen ortadan kaybolacak. Üstelik bu yıkımın etkileri yalnızca 331 km karelik baraj bölgesinde değil Dicle boyunca güneye indikçe de görülmeye devam edecek. Hasankeyf’in bütünüyle sular altında kalmasıyla 10 binden fazla insan da göç etmek zorunda kalacak.
Kalkınma ve enerji diye başlayan bu baraj macerasının ekonomik olarak çok bir şey kazandırmayacağı ortada iken bunu yapmaktaki ısrar, baraj bahanesiyle bölgedeki nüfus dağılımını değiştirmek. Ama barajda su tutulmaya başlamasıyla daha şimdiden ısı ve nem oranlarındaki değişiklik, zaten ekilmeye elverişli olmayan toprakların çölleşmesi tehlikesini de beraberinde getiriyor.
Sur
Amed deyince Sur, Sur deyince dar sokaklar, küçeler akla gelirdi iki yıl öncesine kadar. Şimdi bu sokakların bulunduğu mahalleler polis ablukası altında ve giriş çıkışa izin verilmiyor. Tahir Elçi’nin 4 ayaklı minare önünde 28 Kasım 2015 günü vurulmasının ardından başlatılan sokağa çıkma yasakları bugün hala pek çok yerde devam ediyor. Tahir Elçi, “operasyonlar durdurulsun, bu tarihi simge zarar görmesin” diye yapmıştı eylemini, ama bugün neredeyse eski Sur’dan hiç eser kalmamış durumda. 98 gün süren çatışmaların ardından polis ve jandarma ilçeden çekilmediği gibi daha da yerleşti. Üstelik devlet, direnişle karşılaştığı için giremediği Sur için “acele kamulaştırma” kararı çıkardı ve daha şimdiden 6 bin 300 parsel zorla kamulaştırıldı bile. Özellikle Alipaşa ve Lale Bey mahallelerinde “kentsel dönüşüm” adı altında yıkım sürüyor. Ama Sur halkı ne pahasına olursa olsun evlerinden çıkmamaya kararlı.
Sur’un dar sokaklarında ilerlerken eskiden karşımıza çıkan avlulu evler, kiliseler, hanlar, hamamlar artık yerle bir olmuş durumda. Pek çok camiinin de hasarlandığını, operasyonlar sürerken özel harekatçılarca taranıp “örgüt”e yıkıldığını biliyoruz.
Evlerini terk etmemekte ısrar eden halka devletin baskısı daha da ağırlaşıyor. Evlere elektrik verilmiyor, caddeden boşa akan su eve sokulmuyor. Bazen de evin içinde yaşayanlar varken yıkıma geliniyor. Yıkıntılar altında kalan fotoğrafların alınmasına bile izin verilmiyor. Unutulsun isteniyor, hatırlanmasın! Asıl yıkılmak istenen de bu.
Üstelik tüm bunlar, Sur, dünya mirası listesinde iken yapıldı. Yani korunması dünyanın ortak kültür değerleri adına da zorunluluk olan bu yerleşim gün be gün katlediliyor. Nice devletlerin nice zorba hükümdarlarına dayanan Sur, şimdi rantsal dönüşüm projeleriyle ortadan kaldırılmak isteniyor. Toledo olacağı söylenmişti Sur’un. Oysa şimdi yıkıntılara baktığımızda akla Toledo’dan çok IŞID’in havaya uçurduğu Palmira geliyor.
Devletin, kendi egemenliğine tehdit olarak gördüğü halklara yönelik yürüttüğü operasyonlar ve katliamlar yalnızca askeri alanda ve yalnızca silahlar kullanarak olmuyor. Örneklerini özellikle Dersim, Hasankeyf ve Sur’da gördüğümüz gibi, devlet, inşa ettiği barajlar ve çıkardığı orman yangınları gibi ekolojik tahribatlarla da bu bölgeleri insansızlaştırma ve kendince sorundan kurtulma planlarından vazgeçmiyor. Ama devletin tüm bu yaptıkları yalnızca insanlar üzerinde değil, çimeninden ağacına, arısından ceylanına kadar, bütün bir doğa üzerinde geri dönüşü mümkün olmayacak yıkım ve felaketleri de beraberinde getiriyor. Bu örneklerin çoğalması, devletin, ekolojiyi de bir savaş aracına dönüştürmüş olduğunu göstermesi bakımından önemli.
Vahap Güler
The post Dersim, Hasankeyf, Sur… – Vahap Güler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Çember Kapanırsa Çıkış Yok – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geleceğe sınır, dur durak yoktu. Öyle bir duruma gelinecekti ki, mutluluğu sığdıracak yer bulunamayacaktı.
John Steinbeck / Cennetin Doğusu
Dave Eggers’ın 2013 yılında yayınlanan, 2016’da Türkçe’ye çevrilen ve geçtiğimiz aylarda beyaz perdeye aynı isimle uyarlanan romanı “Çember” John Steinbeck’in yukarıdaki sözleriyle başlar. Sosyal medya bağımlılığından yola çıkılarak kurgulanan distopya romanı, internet çağının 1984’ü olarak nitelendirilmiştir.
24 yaşındaki Mae Holland isimli kadın, sıkıcı bir kamu kuruluşundaki işinin ardından dünyanın en güçlü teknoloji şirketi olan Çember’de iş bulur. Devasa bir alan kaplayan şirket kampüsü ve 10 binden fazla çalışanının yanı sıra kütüphaneleri, yemek salonları, hastaneleri, teknolojik donanımı, çalışma birimleri, spor-eğlence-sosyalleşme alanlarıyla bir şirketin ötesindedir; herkesin çalışmak istediği Çember, Mae’yi kısa zamanda etkiler.
Sosyal ağlara katılmanın -zorunlu olmadığı söylense de- zorunlu olması, her hareketinin izlendiğini ve denetim altında olduğunu bilmek Mae için başta rahatsız edici görünse de; bu parıltılı dünya, rahatsızlığını görmezden gelmesini sağlar zamanla, kurallara uymaya başlar.
İlk bakışta günümüzün dev teknoloji şirketlerinin ve popüler uygulamalarının tek şirkette toplanmış hali gibi görünür: Twitter, Facebook, Google, Youtube, Apple, Samsung, aklınıza ne geliyorsa… İnternet aramalarının %90’ı Çember’in uygulamalarıyla yapılır, sosyal medya uygulaması olan GerçekSen, yine toplumun %90’ından fazlası tarafından kullanılmaktadır. Kolay ulaşılabilir ve yenilikçi elektronik ürünler tasarlayıp piyasaya süren Çember’in ilginç bir felsefesi var: “Sırlar yalanlardır. Paylaşmak değer vermektir. Mahremiyet hırsızlıktır.”
DeğişimiGör Kameraları ve Şeffaflaşma
Öyle hizmetler ve ürünler tasarlarlar ki, toplum günden güne gönüllü olarak Çember’in parçası haline gelmektedir. Çember’in kurucusu olan Üç Akıllı Adam’ın en büyük projesi, dünyada olan biten her şeyi herkesini izlemesini sağlayan misket büyüklüğündeki “DeğişimiGör” kameralarıyla donatmak ve şeffaflaşmayı sağlamaktır. Herkesin her bilgiye sahip olma hakkı vardır ve bunun ancak DeğişimiGör kameralarıyla sağlanabileceği savunulur. Şeffaflığı savunan çemberin aslında şeffaf olmadığına dair itiraz edenler ise hızlıca susturulmaktadır; ya o kişinin sabıkası olduğu ortaya çıkar ya da sapık olduğu… Bir şey gizlemiyorsanız niye şeffaflaşmayasınız ki?
Şirkette giderek yükselmekte olan Mae, DeğişimiGör kamerasını üzerinde taşıyarak şeffaflaşan ilk denek olmayı kabul eder, yıldızı daha da parlar; Çember’in yüzü olmuştur, milyonlar onun kamerasını izler. Kazandığı popülerlikle başı döner, tanıştığı gizemli şirket çalışanının ve eski erkek arkadaşının çember kapandığında şirketin herkesi kontrol edebildiği totaliter bir sistem kurulmasının kaçınılmaz olacağı yönündeki itirazlarını umursamaz.
Gönüllülükle, Hatta Tutkuyla Kabul Edilen Faşizm
Çember’de toplumun normalde kabullenemeyeceği faşizm uygulamaları, toplumun korkularından, kaygılarından, arzularından yararlanılarak meşrulaştırılmaktadır. Örneğin hepimiz çocukların kaçırılması ve istismarının son bulmasını isteriz. Bunun için Çember’in yarattığı çözüm, çocukların kemiklerine yerleştirilecek birer mikroçiptir. Böylece kimse hiçbir çocuğu kaçırarak istismar edemeyecek, çocuğun yeri hemen tespit edilebilecektir. Mesele bu kadar basit ve Çember’in kurucuları olan Üç Akıllı Adam iyi niyet timsali midir, elbette hayır. Çember bu teknolojiyi aslında şöyle geliştirmiştir: “Her bireyin her an nerede olduğunu bilecek bir teknolojiye ihtiyacımız var, bunu nasıl meşrulaştırabiliriz?” Çocuk istismarının önlenmesi gerekçesiyle bütün toplum çiplenmeyi kabul edecektir. Kulağa korkunç gelse de, oldukça gerçekçidir.
Demoksiyatif: Senin Sesin ve Senin İnisiyatifinle Yürüyen Demokrasi!
Çemberin tamamlanarak kapanmasına yaklaşılmaktadır. Bu tamamlanma aslında katılınan yeni sosyal ağlar ve tüketilen ürün katmanlarıyla özgürlüğün yavaş yavaş esarete dönüşmesidir. Mahremiyetin hırsızlık olarak tanımlanmasıyla kameraların her şeyi kaydetmesi, bulutun bireylerin her online hareketini yedeklemesi, birilerinin herkesi gözetlemesi…
Mae’nin bir toplantıda yaptığı öneriyle geliştirilen Demoksiyatif uygulamasıyla, aklımıza gelebilecek her toplumsal düzenlemenin Çember üzerinden anket yapılarak oylanması öngörülüyor. Kimse oy kullanmak için seçim sandıklarına gitmeyecek örneğin, Demoksiyatif’le oy kullanacak. İşyerindeki tuvaletlerin cinsiyetsiz olup olmamasına, akşam yemeğinde ne yenileceğine yine Demoksiyatif üzerinden karar verilecek. Bu anketlerden birine dahi katılmayan bireyin Çember hesabı bloke edilecek. Bütün sosyal ilişkilerin Çember üzerinden yürütüldüğü bir dünyada bu, sosyal tecrit anlamına gelecek.
Mae bu öneriyle çemberi tamamlamış, Çember’in yaşamın her alanını kontrol altına almasını sağlamıştır.
Peki Ya Gerçek Yaşamda?
MOBESE kameraları nasıl girdi yaşamlarımıza? Yaşadığımız topraklarda 2006 yılında bütün haber bültenlerinde bir ortaklık vardı; gasp-kapkaç-hırsızlık, sokak saldırıları. 2007 yılında 81 ile MOBESE kameraları takılana dek sürdü bu haberler. Normal şartlar altında gözetleme, fişleme, her anımızı kaydetme gibi işlevleri olan MOBESE’ye toplum, bu altyapı çalışmasıyla alıştırıldı, sokaklarda güven içinde yürüyebilmemiz için ihtiyacımız olan şey MOBESE’ymiş gibi gösterildi.
Peki uçak yolculuklarında kabine 1 litreden fazla sıvı taşınmamasının (O da 100’er ml’lik kaplarda taşınabilir ancak) nedenini hiç merak ettiniz mi? Lars Fr. H. Svendsen, Korkunun Felsefesi adlı kitabında anlatır, yanımızda dolu hali 150 ml alan yarısı boş bir şampuan şişesiyle güvenlik kontrolünden neden geçemediğimizi, uçağa binemediğimizi. Bu düzenlemeler, 2006 sonbaharında Londra’da ortaya çıkarılan, uçakları havaya uçurmak için sıvı patlayıcı kullanmayı tasarlayan “terörist” planların sonucudur. Yani her yıl milyonlarca yolcuyu kısıtlayan yasağın gerekçesi, vuku bulmamış bir terör saldırısıyla teorize edilmiştir. Bu, korku ya da kaygıyla gerekçelendirilen yasakların, eylem alanımızı biçimlendirmede nasıl kullanıldığına dair pek çok örnekten sadece biridir.
Çember Hepimizi İçine Alarak Kapanıyor ve Kaçacak Yer Bırakmıyor.
Eggers’ın kitabında ve kitaptan uyarlanan filmde, klasik distopyaların aksine, sistemle ona karşı çıkan ana karakter arasındaki mücadele anlatılmıyor. Mae’nin sistemle mücadele ya da yıkmak gibi kaygıları yok. Çember’e dahil oluşu, sistemin kölesi haline gelişi ve propagandasını yapmaya başlaması anlatılıyor. İyi bir kariyer hedefiyle girdiği Çember’de sisteme en mühim taşları döşeyen kişilerden, faşizmin kurucularından biri olmayı gönüllülükle yapıyor. Çember’i tamamlıyor.
Gelecekten ziyade günümüzün distopyasını, gidişatın nerelere varabileceğini anlatan Çember, farkında olarak ya da olmayarak parçası haline getirilmeye çalışıldığımız faşizmi yüzümüze vuruyor. Söylemek istedikleri, görmezden gelinemeyecek kadar vurucu:
“Çember kapanırsa çıkış yok!”
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Çember Kapanırsa Çıkış Yok – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ortadoğu’da Haritalar Değişiyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suriye’de 7 Yıllık Savaşın Sonu mu?
21 Temmuz 2015’te dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Yaalon, yaptığı açıklamada, Suriye’de yaşanan savaş nedeniyle ortaya çıkan çok parçalı, karmaşık durumu şu sözlerle özetliyordu: “Biz Suriye’nin omlet haline gelmiş bir yumurta olduğuna inanıyoruz. Omletten de tekrar yumurta yapamazsınız.” Şimdi 2015 yılının ortalarına gidelim ve Yaalon’a, o dönem doğruluk payı olan “omlet” benzetmesiyle bu özgüvenli sözleri söyleten Suriye’deki durumu özetleyelim:
IŞİD’in 2014’ün Haziran ayında Musul’u ele geçirmesi öncesi aynı yılın başında ülkenin 6. büyük kenti Rakka, ileriki süreçte hilafet devleti ilan edecek cihatçı çetenin kontrolüne geçmişti. Rakka’nın güneyindeki Deyr -ez Zor, yine IŞİD tarafından kuşatılmış, bu durum Suriye’nin, Irak ile bağlantısını koparmıştı. Irak sınırındaki El Kaim kapısını ele geçiren IŞİD, olaya ilişkin olarak yayınladığı videoda Sykes-Picot anlaşmasının 100 yıl sonra yırtıldığını vurgulamıştı. Şam’dan sonraki en büyük kent Halep’in ise yarıdan fazlasında cihatçı çetelerin varlığı söz konusuydu. Şam’da da, doğudaki Guta bölgesinde cihatçı çeteler hakimdi. Ayrıca Ürdün ve İsrail sınırlarında bu devletlerin himayelerinde, ABD, İngiltere destekli cihatçı çeteler kontrol alanlarına sahipti.
TC, Körfez ülkeleri ve ABD’nin farklı düzeylerde desteklediği çetelerin bu kontrol alanları arasında, şu sıralarda da gündemde olan İdlib’i ise farklı bir parantez içine almak gerek. 2014 Eylül ayı itibariyle Suriye’deki önceliğini rejim değişikliğinden IŞİD’e yönelik operasyonlara evrilten ABD’yi “savaşa geri çağırmak” şeklinde okunabilecek Fetih Ordusu adlı cihatçı çatı örgüt projesi Türkiye- Suudi Arabistan-Katar devletlerince geliştirilmişti. “Fetih Ordusu” 2015 Mart ayı sonlarında İdlib’i ele geçirerek emirlik ilan etti. Böylece TC-Körfez ittifakının Esad’ı devirme politikası kapsamında bu devletlerce ABD’ye “önceliklerini gözden geçirmesi” mesajı veriliyordu. Bu dönemde ABD’nin Suriye politikasında ise dışarıdan çok da anlaşılamayan bir çift başlılık oldukça belirgindi. ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) ile CIA ekseninde oluşan bu çift başlılığa göre, Pentagon üzerinden SDG benzeri “seküler” gruplara destek verilirken, diğer taraftan Körfez devletlerinin mali desteği ile CIA’nin kurduğu operasyon odaları sonucu cihatçı çeteler destekleniyordu. TC-Katar-Suud ittifakının açıktan desteklediği “Fetih Ordusu” projesi ve İdlib’te kurulan cihatçı emirlik, CIA’in kurduğu bu “operasyon odalarının” sonucuydu.
İdlib’i ele geçiren çatı örgüt “Fetih Ordusu’nun o dönemdeki iki ana bileşeni ise El Kaide kökenli Nusra ve TC destekli Ahrar -uş Şam’dı.
IŞİD ve Diğer Cihatçı Çeteler Sonrası Dönem Daha Büyük Savaşları mı Doğuracak?
Irak’taki topraklarını kaybeden, Suriye’de ise Deyr -ez Zor ve Rakka’yı kaybetmek üzere olan IŞİD’in, muhtemelen yakın bir gelecekte hakimiyet alanı kalmayacak. Böylece toprak hakimiyeti koşuluna bağlı olan “hilafet devleti” özelliği ortadan kalkacak olan cihatçı çetenin, aslına rücu ederek Irak’taki Sünni bölgelere çekilmesi bir ihtimal.
Diğer yandan, şu andaki olası çatışmalarını IŞİD nedeniyle erteleyen sahadaki öznelerin, bu varlık ortadan kalktığında Suriye’de nasıl konumlanacakları ortadaki soru işareti. Suriye’nin, özellikle doğusunda rejim ve müttefiklerinin galibiyetini “sessiz sedasız” kabul etmiş görünen ABD, son olarak Ürdün sınırında eğittiği cihatçı çetelerden silahlarını teslim etmelerini istedi.Buna karşın, ülkenin kuzeydoğusundaki üsleri üzerinden elde ettiği nüfuz alanlarını yitirmek istemeyeceği varsayılan ABD, bu varlığına koşut olarak, Suriye’nin kuzeydoğu ve doğusunda Kürtlerin ve Arapların federatif bölgelerinin oluşumunu savaş sonrası pazarlık konusu haline getirebilir. Rusya’nın da sıcak baktığı bilinen böylesi bir yapı, savaş sonrası konuşulacak önemli gündem maddelerinden olacaktır.
Savaşın kaybedenleri arasında yer alan TC ise, bölgedeki varlığını Rojava karşıtlığına indirgeyerek, tamamen izole olmamak için, kendisine zorunlu müttefikler yaratma yoluna girdi. ABD ile de ipleri “tam koparmadan”, savaş sonrası bölgede siyasal ve ekonomik anlamda oluşması muhtemel Rusya-Suriye-İran ittifakına katılma eğilimi taşıyabilecek olan TC’nin bu ve benzeri zorunlu ittifak girişimlerinin, Halep’ten 82. vilayet yaratma hayallerinden gelinen noktada apaçık bir yenilgi olduğu ortada.
A- Suriye’de Yeni Harita Doğu’da Çizilecek
Suriye’nin kuzey- kuzey doğu sınırları boyunca uzanan ve 2012’den beri varlığını sürdüren Rojava ise Suriye’nin bu çok parçalılığı içinde yer alıyor görünse de, fiilen uyguladığı ve savaş sonrası için de vaad ettiği federasyon projesiyle ayrı bir konumda değerlendirilmeyi hak ediyordu. Temmuz 2012’deki devrim sürecinde henüz sıcak çatışma bölgeleri içinde yer almayan Rojava, ilerleyen süreçte önce Nusra, daha sonra da IŞİD gibi, devletlerin terörizm politikalarının sahadaki fiili uygulayıcılarına karşı sergilediği direnişle savaşın denkleminde kilit bir konumda yer aldı.
Savaşta bugün gelinen noktada , “savaş bitti, Esad kazandı” yorumları paralelinde, batıda Suriye Rejimi’nin hakimiyeti belirginleşirken, Fırat’ın doğusunda ABD/SDG ile Rusya/Suriye eksenleri arasında bir denge oluştu. Bu denge uyarınca Rejim güçleri IŞİD’e karşı operasyonların sürdüğü Rakka’ya müdahil olmayacak, aynı şekilde ABD/SDG ittifakı da Deyr -ez Zor’dan uzak duracaktı. Bu fiili anlaşmanın kırılgan yapısı, IŞİD sonrası dönem için, farklı çatışmaların habercisi niteliğinde. Şimdiye dek bu eksenler birbirleriyle direkt çatışmayarak, benzer fiili anlaşmalar yolunu seçmişti. Bunun nedeni, öncelikle bertaraf edilmesi gereken IŞİD varlığı idi. Savaşın sonunun yaklaştığının konuşulduğu bu süreçte, Fırat’ın doğusundaki bu bölge, savaş sonrası Suriye’nin siyasi haritasının çizileceği coğrafya olacak.
Suriye’de rejimin sonunun geldiğine TC ile birlikte kendisini inandıran bir başka bölgesel aktör olan İsrail ise, savaş sonrası, daha büyük savaşların kıvılcımını çakma potansiyeli taşıyor. Suriye’de rejime karşı savaşan bazı cihatçıları desteklediği gerçeğini ters yüz ederek, “cihatçılardan boşalan bölgelere Hizbullah yerleşecek” bahanesine sığınan İsrail, her fırsatta, Irak-Suriye-Lübnan hattı boyunca oluşabilecek Hizbullah-İran eksenine saldırmaktan geri durmayacağını söylüyor.
IŞİD ve diğer çetelerle çatışma dinamiklerinin orta vadede bitmesi öngörülen Suriye’de, bundan sonraki dönemde, savaşın kazananı ve kaybedenleri arasında yaşanacak gelişmeler, yeni çatışma alanlarının ortaya çıkıp çıkmayacağını gösterecek. Bu olası yeni dinamikleri görmek için ise, tüm bu, devlet, devletsi ve devlet dışı öznelerin Suriye’de yeni oluşacak haritayı önlerine koymaları gerekecek.
B- İdlib – Efrin Gerilim Hattı
Aralık ayı sonlarında Halep’in cihatçılardan Suriye rejiminin eline geçmesiyle, gözler İdlib’e çevrilmişti. Halep’ten ve sonrasında cihatçı çetelerin bulunduğu Hama ve Humus’tan, rejim ile anlaşmalı şekilde çekilen cihatçıların yerleştirildiği İdlib, savaşın son cephesi olarak değerlendiriliyor. Suriye ordusu İdlib’e topladığı cihatçı çetelerle yapacağı bu “son savaşta”, onları geldikleri yere, Türkiye sınırına doğru itmenin hesabını yaparken, TC ise başka bir hesap peşindeydi. Ancak bu hesap, geçtiğimiz ay İdlib’te yaşanan çeteler arası savaşta açmaza girdi. İdlib’e komşu Rojava kantonu Efrin’e, kontrolündeki çeteler üzerinden saldırmayı planlayan TC, Heyet Tahrir -eş Şam (HTŞ) ile Ahrar -uş Şam arasında yaşanan çatışmalar sonrası Efrin’e saldırı politikasında değişikliğe gitmek zorunda kaldı.
Efrin’e saldırı hamlesini boşa düşürecek bir başka gelişme de, Fırat Kalkanı işgal güçlerinin olası bir operasyonunun, Efrin- İdlib’e doğru genişleme bölgesi olarak düşünülen Tel Rıfat’ta yaşandı. YPG ile Rejim arasında varılan mutabakatla Tel Rıfat Suriye Ordusu’na bırakıldı ve TC’nin Fırat Kalkanı bölgesinden Efrin-İdlib hattına açmayı düşündüğü koridor projesi başlamadan bitti.
ABD ile yaşanan gerilim, düşürülen Rus uçağı ve özür sonrası bölgede Rusya’nın fiili bir oyuncusu haline dönüşen TC’nin, İdlib’in “devri” konusunda bölgedeki cihatçı çetelerin “hamisi” vasfıyla Rusya- Suriye ittifakına verdiği teminat, HTŞ-Ahrar savaşında geçerliliğini yitirdi. TC için bu “iç savaşın” kötü sonucu , önceliklerini hakimiyet alanlarını korumaya verecek çetelerin, bu süreçte Efrin’e saldırı planları içinde olamayacağıydı.
Benzer şekilde TC de öncelik politikalarını İdlib’te HTŞ’nin hakimiyet kurmasıyla, Erfin’den bu bölgeye kaydırmak zorunda kaldı. Çatı bir cihatçı örgüt olan HTŞ’deki El Kaide-Nusra ağırlığı ve örgütün İdlib’te kurduğu hakimiyet, ABD’nin tepkisini çekmişti. Genellikle Suriye’nin batısında askeri ve politik bir tasarrufta bulunmayan ABD, bölgenin bu duruma gelmesindeki payını “unutarak”, HTŞ üzerinden, “askeri tedbirlere başvurmaktan çekinilmeyeceği” açıklamasında bulundu. Bu açıklamaların yanına, ABD’nin IŞİD’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk’ün bölgedeki El Kaide varlığına dair TC’yi suçlayan demeci koyulduğunda, TC’nin gündeminin Efrin’den İdlib’e kaymasındaki zorunluluk anlaşılır bir hal alıyor.
Bu zorunlulukta birlikte TC’nin Fırat Kalkanı içindeki çeteleri,yanlarına Ahrar -uş Şam’ı da katarak Efrin’e taşıma planının, rotasını İdlib’e çevirme ihtimali artıyor.
C/ Deyr -ez Zor: Verimli Suriye
Astana Görüşmeleri’nde ilan edilen “çatışmasızlık bölgelerinde” cihatçıların hareketsiz kalması, Suriye Ordusu ve müttefiklerine Deyr -ez Zor ve benzeri bölgelere hareket olanağı sağladı. Böylece Suriye ordusu Deyr -ez Zor’a yöneldi. Kaliteli petrol yatakları ve geniş tarım arazileri nedeniyle Deyr-ez Zor bölgesi “Verimli Suriye” olarak da biliniyor.
Peki Suriye Ordusu ve müttefiklerinin Deyr-ez Zor’a yönelmesi karşısında ABD’nin tutumu ne olacak? ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı açıklamasına göre IŞİD Karşıtı Koalisyon/SDG ile Rusya/Suriye ittifakları arasında -IŞİD faktörü gözetilerek- fiili çatışmasızlık bölgeleri ilan edilmiş durumda. Bu çatışmasızlık bölgelerinin ilanında ise Fırat’ın batı ve doğusu esas alındı. Ancak bu ayın başlarında Suriye’nin Rus Hava Kuvvetleri desteğinde, Fırat’ı geçerek Deyr -ez Zor’a ilerleyişiyle, bu esasın hükmünün kalmadığı, fiili sınırın Deyr -ez Zor’un doğusu olarak güncellendiği anlaşılıyor. Nitekim geçtiğimiz günlerde SDG’nin başlattığı “Cizre’nin Fırtınası” hamlesinin Deyr -ez Zor’un doğusunu kapsadığı duyuruldu.
Savaş Irak’ın Kaderi Mi?
2003’te başlayan ve binlerce insanın yaşamını yitirdiği savaşı yaşamış ve ardından bölgede pek çok örgütün faaliyet sahası olmuş Irak’ta son dönemde IŞİD’in kaybediyor oluşu ve Güney Kürdistan’daki referandum gibi pek çok gelişme yaşanırken bu coğrafyanın siyasi haritasının değişmesi ve yeni çatışmaların yaşanması ihtimali de bulunuyor. Bu sebeple bu coğrafyanın gelişmelerine ve bu coğrafyadaki güçlere bir göz atmak gerekecektir.
Güney Kürdistan’daki Referandum “Bağımsızlık” İçin Mi?
Başur Kürdistanı, bölgedeki her bir yapıyı doğrudan ilgilendiren tartışmalı bir referandum gündemine girdi. Bölgesel ve küresel pek çok devletin ertelenmesi gerektiğini düşündüğü referandum Ortadoğu için yeni diplomatik veya askeri sorunları başlatacaktır. Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde iktidara sahip parti KDP (Kürdistan Demokrat Partisi)’nin aldığı kararla 25 Eylül’de gerçekleşecek olan referandum, Başur Kürdistanı’nda bağımsız bir Kürt devletinin oluşturulmasını öngörüyor. KDP bu kararla iç ve dış siyaset doğrultusunda bir hamle gerçekleştiriyor. KDP/Barzani hem IŞİD’le yapılan savaşın başlarında uyguladığı pratikler (peşmergelerin Şengal gibi bir çok bölgeyi IŞİD saldırısı sırasında terk etmesi) sebebiyle halk üzerinde azalan etkisini böyle “ulusal” bir mesele üzerinden tekrar arttırmak hem de başkanlık koltuğunu bırakması gerektiği düşüncelerinin arka planlara atılmasını sağlamayı planlıyor.
30 Ocak 2005’ten bu yana Irak devletine bağlı özerk bir yönetim olan Kürt yönetimi, bağımsız bir devlet olarak bölgedeki ilk meşru Kürt devleti olma isteğinde. Bölgesel Yönetimin meclisini kapatan, işleyişine engel olan ve bağımsızlığın oylanacağı referanduma karar veren KDP’nin dışındaki Kürt partilerinin ise bu referanduma dair yaklaşımları sorgulanıyor. Duran Kalkan’ın “Bu referanduma kim karar veriyor?” şeklindeki açıklaması ile PKK referanduma açıkça karşı çıksa da bölgesel yönetimde siyaset yapan bölgedeki diğer GORAN (Değişim Hareketi) ve KYB (Kürdistan Yurtseverler Birliği) gibi büyük Kürt partileri şimdilik referanduma ne açıktan destekte bulundular ne de karşı çıktılar. İşlemeyen bir mecliste meclis başkanlığı makamını elinde bulunduran Goran Hareketi KDP’nin meşruiyetini sağlayacak bir oylamada “evet” demek istemese de KDP’nin oylamayı ulusal bir mesele olarak göstermesi nedeniyle “hayır” demeye de çekiniyor. KYB ise oylamanın mecliste alınacak karar sonucu yapılması durumunda “evet” demekten geri durmayacaklarını açıklamıştı.
Ayrıca şimdiden referandumdan çıkacak bağımsızlık sonucunun ardından ilan edilecek bir Kürdistan devletinin bölgede çatışmalar dönemini tekrar başlatıp başlatmayacağı da tartışılmaya başlandı. Irak, egemenlik hakkına ve toprak bütünlüğüne aykırı olan bu durumu savaş sebebi sayarak, IŞİD’i bir çok noktada yenmiş olmanın ve Haşdi Şabi örgütünün merkezi ordu kuvvetlerine kattığı güçle Güney Kürdistan’da peşmerge güçleriyle bir çatışmaya/savaşa girebileceği de konuşuluyor. Ama olası böyle bir savaşta İran ve TC gibi bölgesel, Rusya ve ABD gibi küresel güçlerin tutumu/tarafı ne olur, taraf olurlarsa savaşın boyutu ne olur ve Kürdistan, Irak ve Ortadoğu yeni bir keşmekeşin ortasında nasıl kalır bunları da konuşmak düşünmek gerekecektir.
A- Kürdistan Demokrat Partisi
Kürdistan Demokrat Partisi, Barzani aşiretlerinin Irak yönetimine karşı isyanın ardından 1946 yılında Mustafa Barzani tarafından kurulmuştur. Ağırlıklı olarak Hewler ve Duhok kentlerinde etkili olan ve Başur Kürdistanı’nın hükümeti olan KDP, 1979 yılından beri Mesud Barzani tarafından yönetiliyor.
B- Kürdistan Yurtseverler Birliği
Kürdistan Demokrat Partisi’nden koparak Irak eski cumhurbaşkanı Celal Talabani tarafından 1975’te kurulmuştur. Daha çok Süleymaniye kentinde etkili olan KYB, KDP ile uzun yıllar mücadele etmiş hatta 1994’te taraflar arasında silahlı çatışmalar yaşanmıştır. 1998’de yapılan barış anlaşmasıyla çatışmalar son bulmuş, Irak’ın işgalinin ardından da ilişkiler giderek iyileşmiş, Irak meclisi seçimlerine ortak adaylarla katılmışlardır.
Goran Hareketi
KYB’nin içindeki reformcu kanatta yer alan Noşirvan Mustafa, partisinden istifa edip 2006 yılında Goran Hareketi’ni kurdu. Süleymaniye kentinde etkili olan hareket, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki son seçimde oylarını arttırmış ve KYB’nin oylarını geçerek mecliste en çok oyu alan ikinci parti olmuştur. Goran Hareketi’nin bu yükselişi Güney Kürdistan’daki KDP-KYB eksenine dayalı siyasi yapıyı değiştirmeye başlamıştır. Ayrıca Goran Hareketi, İran ile sıkı bir ilişkiye sahiptir. Tahran KYB ile Goran Hareketi arasındaki sorunların çözümünde aracı olduğu gibi, bu iki partinin birleşmesini de amaçlamaktadır. Aynı zamanda İran’ın Güney Kürdistan’la 6 milyar civarında olan ticaret hacminin 4 milyar dolarını Süleymaniye bölgesiyle gerçekleştirmektedir.
Bölgedeki Kürtlerin yanı sıra referanduma dair tavrı en çok konuşulacak unsur Irak merkezi hükümeti. Irak, kendisine bağlı toprakların elinden çıkmasına ve bağımsızlık sonrasında Kürt devletine geçecek herhangi bir merkezden alacağı ekonomik geliri kaybetmesine neden olacak referanduma karşı duruşunu mecliste aldığı kararla reddetmesiyle kesinleştirdi. Zaten daha önce Irak merkezi hükümeti ve bölgesel Kürt yönetimi arasındaki tartışmalı bölgeler üzerinden var olan gerginlik referandumun tartışmalı bölgeleri de içereceğinin açıklanmasıyla başka bir boyut daha kazanmış oldu.
C- Tartışmalı Bölgeler
ABD’nin Irak işgalinin ardından Irak’ta 2005 yılında yapılan anayasadaki 140. maddede ortaya konan ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Irak merkezi hükümetinin de hak talep ettiği bölgelere tartışmalı bölgeler denilmektedir. Kerkük vilayetinin tamamı, Diyala’nın Hanekin ilçesi ve bazı kasabaları, Selahaddin’in Tuzhurmatu ilçesi ve Musul’un bazı ilçeleri ve kasabaları tartışmalı bölgelere giriyor. Ayrıca 140. maddeye göre 2007 yılında yapılması öngörülen referandum ile bölgeler Kürdistan Bölgesel Yönetimi veya Irak Merkezi Yönetimi’nin olacaktı fakat bu referandum hiçbir zaman yapılamadı. Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Irak Merkezi Yönetimi arasında tartışmalara yol açan bölgelerden Kerkük ise en dikkat çekeni. Sünni, Şii, Kürt, Arap, Türkmen ve Hıristiyan kesimlerin yaşadığı ve petrol yataklarının bulunduğu Kerkük her iki taraf açısında da büyük öneme sahip. Bu yılın ilk aylarında Kürdistan Bölgesel Yönetimi bayrağının İl Meclisi’nin kararıyla Kerkük’teki tüm resmi binalara asılmasıyla başlayan tartışmalar Kerkük’ün bağımsızlık referandumuna katılacağının kesinleşmesiyle had safhaya ulaştı.
IŞİD’in I’sı da Kalmayacak
Musul’un 40 kilometre batısında, nüfusun çoğunluğu Türkmenlerden oluşsa da Ezidi, Arap ve Kürt nüfusun bir arada yaşadığı ve 2014 yılından beri IŞİD’in elinde olan Telafer kasabası Musul ile Suriye’yi bağlayan yol üzerinde bir kavşak konumundadır. IŞİD’in Irak’ın kuzeyinde kontrolünde tuttuğu tek toprak parçası iken 20 Ağustos’ta Irak ordusu ve Haşdi Şabi örgütünün kontrolünde başlayan operasyonlar sonucunda kasaba aşama aşama IŞİD’ten geri alınmıştı.
Telafer’in IŞİD’ten geri alınmasının ardından, IŞİD’in Irak’ın merkezine en yakın olarak varlığını sürdürebileceği tek toprak parçası haline gelen Havice kasabasına da bir operasyon gerçekleştirilmesi Irak’ın gündeminde. Kerkük’ün batısında bulunan bu kasabaya yapılacak operasyonla Havice’nin IŞİD’den geri alınması durumunda Kerkük üzerindeki tehlike kalkmış olacak ve kasabaya bağlı köylerin de geri alınmasının ardından IŞİD’in bölgede sahip olduğu hiç bir toprak parçası kalmayacak.
D- Haşdi Şabi
Halk Seferberlik Güçleri anlamına gelen Haşdi Şabi örgütü, IŞİD’in 2014’te Musul’u ele geçirmesi ve başta Samarra olmak üzere Şiilerin kutsal mekanlarının bulunduğu coğrafyalara yönelmesinin ardından Irak’ın Şii dini lideri Ayetullah Ali El-Sistani’nin “cihad” çağrısı yaparak, bütün Şiileri ve Iraklıları IŞİD’e karşı mücadeleye çağırması ve böylece Iraklı farklı milis güçlerinin bir araya gelmesiyle kuruldu. Bir Şii örgüt olarak tarif edilse de örgütte -yaklaşık 120 bin Şii’nin yanı sıra- 16 bin Sünni Iraklı’nın da bulunduğu belirtilmektedir. Bu örgüt, Irak kolluk güçlerine takviye olarak kurulsa da, IŞİD’le savaşta ön plandaki aktör oldu ve bu bölgedeki kontrolü ele aldı. Irak hükümeti tarafından doğrudan desteklenen ve finanse edilen örgütteki pek çok grubun ayrıca İran’la yakın ilişkisi de bulunuyor.
Kandil’e Operasyon Mümkün Mü?
PKK’nin askeri kamplarının bulunduğu, Irak ve İran arasındaki Kandil Dağları; TC’deki Kürt politikalarına göre tekrar tekrar gündeme geliyor. Kürt düşmanlığını arttırarak milliyetçi oylara talip her iktidar, PKK’nin kamplarına, Kandil Dağları’na operasyon yapacağı vaadini veriyor. 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından uyguladığı şiddeti daha sistematik ve sürekli hale getiren TC, bu dönemde Kürt politikasını da değiştirerek yine PKK’nin merkez üssü Kandil’i tehdit etme refleksini yani TC devleti hükümetlerinin popüler milliyetçi söylemlerini tekrarlıyor. Hatta son süreçte İran’la kurulan yakın ilişkileri referans gösterip İran’la birlikte Kandil’e bir operasyon düzenlenebileceği dahi konuşuluyor. Rojava’ya olan tehditlerini de tam olarak uygulayamasa da Rojava’yı havan topu atışlarıyla taciz eden TC’nin Şubat 2008’de Irak’a yaptığı sınır ötesi operasyonu benzeri bir operasyondan daha kapsamlı ve Kandil’i hedefleyen bir operasyonu gerçekleştirmesi hele de böylesi bir dönemde ne kadar gerçekçi bunu sorgulamak gerekiyor. Pek çok farklı silahlı örgütün, bağımsızlık referandumunu gündemine alan bir yönetimin, topraklarındaki hakimiyeti yeniden sağlamaya çalışan bir hükümetin ve bu kesimlerin birbiriyle savaşını yakından takip eden bölgesel ve küresel devletlerin dolaylı ya da doğrudan içerisinde bulunduğu coğrafyaya, yani Irak’a, TC’nin geniş bir operasyon planlamasının gerçekliği bulunmuyor.
Irak’ın referandum ve bağımsızlık sebebiyle Güney Kürdistan’a; TC’nin PKK’ye yönelik düzenleyeceğini iddia ettiği kara ve hava harekatlarıyla Kandil’e doğru yönelmesi coğrafyanın Ortadoğu olması sebebiyle sadece Irak devletini ve tarafları ilgilendiren meseleler değildir. Bu sebeple bölgede IŞİD’in yenilişinden, Goran Hareketi’nin, KYB’nin ve küresel devletlerin referanduma ve bağımsız kürt devletine bakışı, Haşdi Şabi örgütünün etkisinden TC’nin operasyon düzenlemeyi düşündüğü Kandil’in konumuna kadar her gelişme teker teker üzerinde durulması gereken konular olmaktadır.
E- Kandil Dağları
Kandil, en büyük parçası Irak tarafında olan Hewler il sınırı içindedir. Kandil Dağı üzerindeki en önemli yerleşim birimleri ise dağın doğu tarafındaki -İran’a bağlı olan Piranşehir ve batı tarafında bulunan -geçtiğimiz günlerde PKK’ye yönelik operasyon hazırlığında olan bazı MİT elemanlarının PKK tarafından alıkonulduğu yer olan- Süleymaniye’dir. TC’nin Kandil Dağları’na kuş uçuşu uzaklığı 89,5 km iken kara yolu ile bu uzaklık 100-110 km’yi bulmaktadır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ortadoğu’da Haritalar Değişiyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Küba’da Anarşizm (2) – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İspanyol Kolonisinden, ABD Arka Bahçesine
1899’da ABD müdahalesi sırasında anarşist gazete !Tierra! çevresinde örgütlenen İnşaat İşçileri Birliği, grev hazırlığındaydı. ABD saldırısı sonrasında grev sert bir biçimde bastırıldı. Küba, Canovas canisinden ve İspanya’dan kurtulmuştu ama bu sefer ABD gibi büyük bir bela bu adaya göz dikmişti.
Küba’daki şeker kamışı üretiminin büyük bir bölümünün ABD ve İspanya şirketlerinin elinde olmasına karşı, anarşistler şeker üreticileri arasında bir dizi grev başlattılar. Grevler Havana’da Başkan Garcia Menocal hükümeti tarafından sertçe bastırılmaya çalışıldı. Bu dönemde anarşist hareket oldukça güçlendi. Birçok yayın çıkarıldı. Yayınların bazıları Malatesta ve Pietro Gori, bazıları Kropotkin ve Reclus, bazılarıysa Bakunin’in fikirlerini temsil etmekteydiler. Ama tüm anarşistler İspanya’da yeni filizlenen CNT’nin anarşist-sendikalizmini örnek alıyordu.
1922 yılında anarşist-sendikalist Alfredo Lopez, sendikaların ve işçi örgütlerinin bir araya gelmesiyle Havana İşçi Federasyonu’nun (Federacion Obrera de La Habana – FOH) kurulmasına ön ayak oldu. Alfredo Lopez, uzun soluklu bir toplumsal dönüşümün ilk adımlarını attı; emek birliklerinin, özgürlükçü okulların, işçi merkezlerinin, doğa derneklerinin ve José Martí Halk Üniversitesi’nin (Universidad Popular José Martí) kurulmasını organize etti. Bu sıkıntılı ve fırtınalı yıllarda anarşistler, ekonomik kaynaklardan ve herhangi bir destekten yoksun bir halde olmalarına rağmen, kırsalda ve kentlerde ülkedeki işçilerin büyük çoğunluğunu bir araya getirdiler ve örgütlediler.
1925 yılında CNT örnek alınarak Küba Ulusal İşçi Konfederasyonu (Confederacion Nacional Obrera de Cuba – CNOC) kuruldu. İlk başta 128 kolektif ve işçi örgütüyle, toplamda 200.000’den fazla işçi üyesiyle açılan konfederasyonun ana ilkeleri, seçimlere katılmamak, bürokratik olmamak, 8 saatlik iş günü ve grev hakkının mücadelesinin verilmesiydi; bu işçilerin ortak kararıydı.
Durruti ve Ascaso Küba’da
İspanyol anarşistler Ascaso ve Durruti İspanya’dan sürüldükleri dönemde Arjantin’e gitmek için Güney Amerika’ya gelmişlerdi. İlk olarak Küba’ya ayak basıp burada diktatör Gerardo Machado’nun halkı nasıl yoksullaştırdığını ve kendisinin nasıl zenginlik içerisinde yaşadığını görünce, burada bir süre kalıp işçileri örgütlemeye çalışmışlardı. Başta liman işçileri arasında çalışıp burada polis tarafından aranınca, Kübalı anarşistlerin desteğiyle Santa Clara’da bir köyde şeker çiftliklerinin birinde işe başlamışlardı. Burada patronun grev yaptıkları için 3 Kübalıya işkence edişini görmüşlerdi. Ascaso ve Durruti, patronu öldürme kararı alıp harekete geçti. Artlarında bıraktıkları notta “Gezginlerin Adaleti” yazmışlardı. Bu eylem, Küba’nın birçok bölgesinde büyük yankı oluşturmuştu. Herkes isimleri bilinmeyen gezginlerden bahsediyordu. Kübalı anarşistler, Durruti ve Ascaso’yu “Sabırsız Eylemciler” olarak görseler de, yaptıklarının Küba anarşizmi için önemli olduğunu düşünüyorlardı. Daha sonraları, Durruti ve Ascaso Arjantin’e vardıklarında, bir gazetede “Gezginler” adında bir grubun hala patronları öldürerek eylem yaptıklarını okuyunca yüzlerinde ufak bir tebessüm belirecekti.
Küba’nın yeni devlet başkanı Gerardo Machado, işçilerin politik tavırlarını “vatansever” bulmamıştı. Bu yüzden Küba Ulusal İşçi Konfederasyonu üyelerine yönelik bir tutuklama dalgası başlattı. Demiryolu işçilerini örgütleyen Enrique Verona’nın, Fabrika İşçileri Sendikası’nın sekreteri Margarito Iglesias’ın ve İşçi Konfederasonu genel sekreteri Alfredo Lopez’in katledilmeleri emirini verdi. Anarşist-sendikalistleri tutukladı ya da sınır dışı etti. Anarşistlere yönelik başlatılan bu devlet terörü, yaklaşık 8 sene sürdü. Bu süreçte Komünist Parti, Konfederasyon bileşenlerini kendi yelpazesi altına almaya çalıştı. İlerleyen süreçte Machado iktidarı ile masaya oturarak anlaşma bile yaptılar.
Machado iktidarının anarşistlere yönelik saldırıları anarşist hareketi güçsüzleştirse de, 1924’de Küba Anarşist Grupları Federasyonu (Federacion de Grupos Anarquistas de Cuba -FGAC) adında yeni bir örgütlenme oluşturuldu. FGAC Küba’nın bağımsızlık kazanmasından sonraki en kanlı dönemde mücadele etmeye çalışmıştı. Otomobil ve Nakliye sektöründeki genel grevler ve halkın sokakları çıkmasıyla 12 Ağustos 1933’te Machado iktidari devrildi. Ardından Komünist Parti’nin de desteklediği Batista Rejimi iktidarı ele geçirdi. Bu süreçte güç kaybeden anarşistler, Batista Rejimi’ne karşı kurulan devrimci muhalefet içerisinde hareket etmeye başladılar.
1936’da İberya Devrimi patlak verdiğinde, Kübalı anarşistler Havana’da Enternasyonal Anti-Faşist Dayanışma adında bir topluluk oluşturarak İspanya’daki yoldaşlara silah ve sağlık malzemesi göndermeyi organize ettiler. Gönüllü olan Kübalı anarşistler İspanya’ya giderek CNT-FAİ cephesinde faşistlerle savaştı. Bu süreçte birçok Kübalı, İberya topraklarında ölümsüzleşmişti. Sağ kalanlar ise yanlarında İspanyol yoldaşlarıyla birlikte Küba’ya geri döndüler.
1939’da Moskova’nın direktiflerini uygulayan Küba Komünist Partisi, artık General olan fakat ardındaki halk desteğini tümüyle yitiren Batista ile bir anlaşma yaptı. Bunun karşılığında Batista, yeni kurulan ve ülkedeki tüm toplumsal grupları kapsayan Küba İşçileri Konfederasyonu’nun (Confederacion de Trabajadores de Cuba – CTC) yönetimini Komünist Parti’ye verdi. Bu yıllarda Küba işçi hareketi Batista’nın talimatlarıyla legalleşti ve komünistlerin kontrolüne girdi. Anarşistler ise bu dönemde 30’lardan arda kalan anarşistlerin ve anarşist-sendikalistlerin bir araya gelebilmeleri için Küba Özgürlükçü Birliği’ni (Associacion Libertaria de Cuba – ALC) kurdular.
İspanya Devrimi’nden gelen anarşistlerle birlikte İspanya’da kurulan gençlik örgütü Özgürlükçü Gençlik (Juventudes Libertarias) aynı isimle Küba’da da kuruldu.
Darbe ile rejimi ele geçiren Batista, seçimlere girip “demokratik” başkan olarak seçilmişti. Seçimlerde Komünist Parti Batista’yı desteklemişti. Anarşistler ise hem CTC’de işçiler içerisinde örgütlenirken hem de yoksul, topraksız, parasız köylülerin katıldığı köylü birlikleri oluşturmaktaydı. Anarşistlerin eski kalesi olan kuzeydeki Camaguey civarında ve güneyde anarşistlerin yıllarca özgür tarım kolektiflerini kurduğu Oriente’deki kahve üretim bölgelerinde birçok köylü birliği tekrardan oluşturulmuştu.
Kara’dan Kızıl’a Geçiş
Batista, 1940–1944 yıllarındaki Küba başkanlığının ardından 1952 yılının mart ayında Carlos Prío iktidarına darbe yaparak yönetimi tekrar ele geçirmişti. Buna karşı Fidel Castro, bir grup genç devrimciyle birlikte Santiago de Cuba’daki Moncada kışlasına saldırdı. Castro’nun yanında bulunan az sayıdaki arkadaşının çoğu ölü olarak ele geçirildi. Sağ kalanlar hapsedildiler ve birkaç ay sonra affedilerek Meksika’ya gönderildiler. Anarşistler Küba Özgürlükçü Birliği ile bu süreçte şehirlerde Batista rejimine karşı eylemler örgütledi. 1956’da Castro, Oriente’ye geldi ve dağlarda gerilla hareketi başlattı. Daha önce Batista rejimini destekleyen anarşistlerin sendikalarına el koyan Komünist Parti, Castro ekibini siyasi olarak destekleme kararı aldı. 1958 Ağustosu’nda Castro ile bir anlaşma yaptılar. 31 Aralık 1958’de Batista Küba’yı terk etti ve Küba halkı için yeni bir tarihsel dönem başladı.
Castro iktidarı ele geçirdiğinde, Kübalı anarşistler 1917’de Sovyetlerin Mahnovistlere yaptıklarını biliyorlardı. Bu yüzden Castro’ya başından beri hiç güvenmediler. Castro da hızlıca rengini belli etti. Tüm işçi sendikaları devlete bağlandı. Anarşistler de sendikalardan çekilerek illegal konuma geçtiler. Sendikal Eylem Hareketi (Movimiento de Accion Sindical, MAS) adında gizli bir işçi örgütü kurup Nuestra Palabra Semanal adlı haftalık bröşürü çıkartarak Küba halkını Castro rejimine karşı örgütlemeye çalıştılar. Halk komünist değildi, bir günde iktidarı ele geçiren rejimin dediklerini yapmak istemiyordu. Bu yüzden anarşistlerin hareketleri halkta geniş yer bulmuştu.
Castro ise daha fazla güçlenmek için Sovyetler’e yanaşmıştı, Küba’yı Rusya’nın şeker kolonisi haline getirmiş, bu da işçi ve köylüler için günde 14-15 saati bulan çalışma saatleri demek olmuştu. Castro’nun saldırıları, Batista rejimindekinden çok daha ağırdı. Anarşistler infaz ediliyor ya da hapishanelere kapatılıp sürgüne gönderiliyorlardı.
Anarşist hareket yenilmişti. Küba’da hiç olmadığı kadar güçsüz duruma düşmüştü. Fakat kazandıklarını zanneden komünistler, seneler sonra kapitalizme kapılarını savaşmadan açacaklardı. Kübalı anarşistler için savaşıp yenilmek, teslim olarak kaybetmekten çok daha iyiydi.
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Küba’da Anarşizm (2) – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kavga Edenler Kaybetmez Heather Heyer Yaşayacak – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
IWW (Dünya Endüstri İşçileri Sendikası) üyesi Heather Heyer’in yaşamını yitirdiği, dokuz eylemcinin yaralandığı Charlotsville saldırısının üzerinden bir ay geçti. Heyer’in iş arkadaşı Marissa Blair; olaydan sonra verdiği bir röportajda şöyle söylüyordu: “İnandıkları uğruna kavga etmekten asla çekinmedi ve bu doğrular için kavga ederken öldü.”
Yaşadığımız coğrafyada yıllardır şiddetin hemen her tasvirine tanık olduk. Dünyanın farklı yerlerinde, bizler gibi yaşayan ve bizler gibi mücadele eden birçok devrimci için paylaşılan bu acılar bugün daha çok ortaklaşmaya başladı.
Bu ortaklaşmanın odak noktasında, son dönemde dünya genelinde yükselişe geçen “yeni sağ” ve bunun ABD’ye yansıması olan Donald Trump iktidarı yer alıyor. Yalnızca Trump’un seçildiği gün olan 9 Kasım 2016’da 227, sonraki 10 günde ise toplam 867 nefret saldırısı gerçekleşti. Bu saldırıların 315’i göçmenlere, 221’i siyahlara, 112’si müslümanlara ve 109’u ise LGBTİ bireylere yönelikti.
Trump iktidarıyla yükselişe geçen saldırıların yanında gerçekleştirilen birçok anayasal düzenlemeyle bu saldırıların politik hattı da çizildi. Çocuk ve genç göçmenlere yasal statüler tanıyan ve kamuoyunda “Hayalciler” olarak bilinen DACA programı iptal edildi. Göçmenleri sınır dışı etmeyen şehir yerel yönetimlerinin (New York, Los Angeles ve Chicago, Austin, Oklahoma City vs. gibi) bütçeleri kesintiye uğradı. Kızılderililerin yaşam alanlarını yok etme üzerine kurulacak ve eylemler sonucu durdurulan “Keystone XL” ve “Dakota” boru hattı projeleri tekrar başlatıldı. Trump, devletin bu ırkçı ve göçmen karşıtı uygulamalarını, daha önceki iktidarların ikiyüzlü politik doğruculuğunun aksine, aymaz bir göçmen karşıtlığı ve ırkçı söylemle destekledi ve böylece Charlotsville’deki saldırıya zemin hazırlayan faşist ve ırkçı mobilizasyon tamamlanmış oldu.
Heyer’in ve birçoklarının uğruna yaşamını yitirdiği bu kavganın kökleri ise Amerika kıtasının Avrupalılar tarafından işgal edildiği yıllara dek uzanıyor. Heyer’in sembolize ettiği değerler, bugün çeşitli projelerle işgal edilmeye çalışılan topraklarını savunmak için direnişe geçen Kızılderili yerlilerin değerleridir.
1800’lerin başı, 50 yıl içinde 200.000 insanı zincirlerinden kurtaracak kölecilik karşıtı hareketin temellerinin atıldığı yıllar. 1811 yılında New Orleans yakınlarında, 1822’de Güney Carolina’da ve 1831’de de bugün Heyer’in katledildiği yer olan Virginia’da en büyük köle ayaklanmalarından biri gerçekleşir. Nat Turner isimli siyah bir kölenin etrafında birleşen 70 köle, güneş tutulmasıyla (ya da siyah adamın güneşe oturması sonrasında) ayaklanarak kapı kapı gezip köleleri özgür bırakmaya başlar. Bu isyandan sonra Nat Turner ve 55 köle kadın, erkek, yetişkin, çocuk demeden vahşice katledilir. Katliamın ardından bu eylemlerle kölelerin güvenli bölgelere kaçabilmesi için beyazların da içinde bulunduğu bir ağ kurulmuş olur. Heyer’in değerleri Turner ve binlerce isimsiz köle isyancının değerleridir.
Bu yüzyılın sonu tarih kitaplarında kölelikten kurtuluşun zaferi olarak görülürken, ezilenlerin zihnine köleliğin kabuk değiştirmesi olarak kazındı. Dün beyaz efendinin köleleri, bugün beyaz patronun işçileri haline gelmişti. Bu mücadelenin ateşi de ilk kez Haymarket Meydanı’nda yakıldı. “Günde 8 saat” diyerek fabrikalarda iş bırakan, devlete ve silahlı çetelerine karşı mücadeleyi büyütenler katil McCormick Harvester Şirketi’nin kapısı önünde direnişe geçti. Grev kırıcıları ve polisin saldırısını protesto etmek için ertesi gün Haymarket’te toplanan binlerce işçi “Hep beraber olursak, biz kazanırız.” diyordu. Eylemcilere polisin saldırdığı sıralarda, polislerin arasına atılan bir bomba bahane edilerek 7 anarşist işçi katledildi.
Son günlerde Amerika’nın gündemini işgal eden anti-faşist direniş, dün ile bugünü buluşturan bağları bize gösterir. Heather Heyer ve binlercesinin mücadelesi onların mücadelesidir!
The post Kavga Edenler Kaybetmez Heather Heyer Yaşayacak – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>