The post Meslek Hastalıkları (8): Raynaud Hastalığı – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Raynaud Hastalığı Nedir?
Raynaud Hastalığı; genel olarak el parmaklarında meydana gelse de kulak, burun veya ayak parmaklarında da oluşabilen bir kan dolaşımı bozukluğudur. Tarım, inşaat, ormancılık, dökümcülük, mobilyacılık, demir-çelik, metal, maden, gemi inşa, tekstil, ayakkabıcılık gibi pek çok iş alanında görülen bir tür meslek hastalığıdır. İş yerlerindeki titreşimli el aletleri veya titreşimli makinelerden kaynaklı olduğu gibi soğuk ve stresten de meydana gelen hastalık, “beyaz parmak hastalığı” olarak da bilinir. Ayrıca sürekli titreşime maruz kalmak Raynaud hastalığı dışında el ve koldaki sinirlere, kaslara, kemiklere ve eklemlere de zarar verecek başka hastalıklara da sebep olabilir.
Raynaud Hastalığının Belirtileri Nelerdir?
Raynaud Hastalığı üç evreden oluşmaktadır. Soğuğa, titreşime veya strese maruz kalma durumunda, damarların daralmasından dolayı kan akışının aniden ve geçici bir süre yavaşlar, kan derinin yüzeyine çıkamaz ve etkilenen bölgenin rengi soluklaşır, beyaza döner. Belli bir süre sonra parmaklar soğur ve hissizleşir. Daha sonra kan akışı tekrar başladığında, bölgenin rengi bu sefer kırmızıya döner ve karıncalanma yaşanır. Bu değişimlerin ardından bölge tekrar normale döner. Meydana gelen bu ataklar bazen bir dakika, bazen ise saatlerce sürebilir.
Genellikle el parmaklarında görülen bu hastalıka, ellerde renk değişimiyle önce beyazlama, sonra morarma ve kızarma meydana gelmektedir. Renk değişimiyle birlikte bazı hastalarda uyuşma, karıncalanma, hafif his kaybı ya da iğne batması gibi semptomlar yaşanırken ağrı da belirtiler arasındadır. Hastalığın ilerlemesi durumunda parmaklarda yaralar oluşmaya başlar, hatta kangren belirtileri görülebilir.
Raynaud Hastalığı Tedavisi Nasıldır?
Raynaud Hastalığı’nın başlangıç aşamalarında, yani kan damarlarında kalıcı hasarların oluşmasından önce, titreşime maruz kalma durumu ortadan kaldırılırsa tedavi mümkündür. Ancak hastalık ilerlemiş ve kalıcı hasar meydana gelmişse, iyileşme oranı çok düşüktür. Soğuğa maruz kalan bölgede hastalığın atağının meydana geldiği sırada, bu bölge sıcak suya sokulmalıdır. Bu mümkün değilse, olabildiğince sıcak tutulmalıdır. Karıncalanma ya da uyuşma yaşanan bölgeyse yine aynı şekilde sıcak tutularak hafif hafif masaj yapılmalıdır.
Hastalığın ayrıca bir tedavisi yoktur fakat ilaç tedavisinde olumlu yanıt verme ihtimali yüzde ellidir. İlaç tedavisinde amaçlanan beyaz parmak ataklarının sıklığını ve şiddetini azaltmaktır. Hastalığın daha fazla ilerlememesi için, titreşime maruz kalma durumunun en aza indirilmesi, çalışan ortamda soğuktan korunmak için kalın giysi giyilip eldiven kullanılması gerekir. İş molalarında egzersiz yapmak ve parmaklara masaj yapmak da oldukça önemlidir.
İşçilerde çalışılan işten kaynaklanan pek çok hastalık meslek hastalığı olarak kabul edilmese de Raynaud Hastalığı Sağlık Bakanlığı tarafından meslek hastalığı olarak kabul edilmektedir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
Nergis Şen
[email protected]
The post Meslek Hastalıkları (8): Raynaud Hastalığı – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (16): Rusya’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Farklı coğrafyalardaki özgürlük mücadeleleri içerisinde gelişmiş anarşist yayıncılık üzerine yaptığımız araştırmanın on altıncı bölümündeyiz. Anarşizm tarihinde yazıları ve mücadeleleriyle hepimizin için belki de en büyük ilham kaynakları olan Mihail Bakunin ve Peter Kropotkin’in doğup büyüdükleri, daha sonrasında Bolşevik Parti tarafından yozlaştırılan ancak ezilenlerin mücadele tarihine hala ışık tutmaya devam eden Rus Devrimi’nin yaşandığı topraklardaki anarşist yayıncılığı inceliyoruz. Devrimin 100. yıl dönümünün konuşulduğu bu günlerde, sosyalist bir devletin sansürüyle baskılanmış anarşist yayıncılığın tarihini anlatmak bizim için tarihsel bir önem taşıyor.
Rusya’da Anarşizm
İşçi hareketinin karakterinde, doğmaya başladığı ilk yıllardan günümüze dek süregelen, biri otoriter diğeri anarşist olmak üzere iki karşıt eğilim olmuştur. Enternasyonal İşçi Birliği’nin içerisinde mücadele eden devrimciler arasında belirginleşen bu ayrışma, daha sonrasında mücadeleyi toplumsallaştırmak adına dünyanın farklı yerlerine dağılan bu insanların bulundukları yerlerdeki örgütlenme biçimlerine ve ideolojilerine doğrudan etki etmiştir.
Tabii ki söz konusu etki bu topraklardaki alışkanlıklar ve yaşam biçimleriyle de paralel bir form kazanır. Yıllarca Obşçina ismini verdikleri dayanışma ilkesine dayanan komünal topluluklarda yaşayan, Mir ismindeki köy konseyleri aracılığıyla kendi yaşamları üzerinde söz sahibi olan bir halkın devrimci geleneği tabii ki anarşizm geleneğiydi.
Ruslardan oluşan ilk anarşist örgüt Uluslararası Kardeşlik örgütünün bir parçası olarak İsviçre’de kuruldu. Rusya’da kurulan ilk örgütler ise 1890’lı yıllarda ortaya çıkmaya başladı.
O dönemde Bakunin, işçi birlikleri ve köy komünlerinden oluşan bir federasyon kurmak için farklı farklı yerlerde isyanlar örgütlüyor, Cenevre’deki Devrimci Rus Anarşistleri Topluluğu’nun Narodnoe Delo (Halkın Davası) isimli gazetesine yazılar yazıyordu. Kropotkin ise sürgündeydi, Khleb i Volya (Ekmek ve İrade) gazetesine yazılar gönderiyordu.
1917 yılına kadarki süreçte anarşistler Rusya ve çevresinde özellikle sendikalar içerisinde örgütlendiler, Şubat Devrimi’ne bu sendikaları ve öz örgütlenmeleriyle katıldılar. Volin ve birçok anarşist, devrimin etkisiyle Rusya’ya döndü. İlk sovyetlerin kuruluşunda yer aldılar. 1918 yılında Harkov’da kurulan Nabat Konfederasyonu’yla birlikte anarşist örgütler bir federasyon çatısı altında birleşmiş oldu.
Bolşeviklerin iktidarı ele geçirdiği dönemden itibaren anarşistlere yönelik büyük bir şiddet dalgası başladı. Sadece 11-12 Nisan baskınlarında 500’den fazla anarşist tutuklandı. 40 kişi yaralandı; birçoğu sürgün edildi, direnenler ise infaz edildi. 1925 yılından sonra Sovyet iktidarının egemen olduğu yerlerde hiçbir anarşist faaliyete izin verilmedi.
Anarşist Yayınlar
Rusya’da anarşist yayıncılığın tarihine bir başlangıç noktası belirlemek güçtür. Kropotkin ve Bakunin’in ilk dönem yazıları biliniyor, kitap formatında ise 1873’te Bakunin’in “Devlet ve Anarşi”si ve birçok broşür basılıp dağıtılmaya başlandı.
1917’ye kadar elden ele dağıtılan yasaklı yayınlar, bu yıldan itibaren devrimci dönüşümün etkisiyle daha rahat dağıtılmaya başlandı. Anarşist yayınlar içerik anlamında geniş bir çeşitliliğe sahipti. 1918 yazında Rusya genelinde 130 bölgede faaliyet yürüten örgütler ve gruplar tarafından çıkarılan 55 gazete ve dergi bulunuyordu. Özellikle Kiev, Kharkov ve Krasnoyarsk’ta geniş bir dağıtım ağı vardı.
Golos Truda (İşçi Sınıfının Sesi)
1911 yılında ABD’de yaşayan göçmen Rus anarşistleri tarafından yayınlanmaya başlayan Golos Truda ilk yıllarında New York’ta Anarko-Sendikalist Propaganda Birliği’nin yayın organı olarak kullanılırken, Rus Devrimi’nin etkisiyle yazar kadrosu politik aftan yararlanarak Petrograd’a gittiğinde politik alanda da kendi ismiyle hareket etmeye başladı. Anarko-sendikalizm; fırıncılar, nehir ulaşım işçileri, dok ve tersane işçileri, posta/telgraf işçileri, metal işçileri, tekstil işçileri, matbaacılar ve demiryolu işçileri arasında önemli bir etkiye sahipti.
Golos Truda, Rusça yayın yapan anarşist yayınlar arasında en geniş okur kitlesine ulaşmış gazetelerden biri olarak sayfalarında bölge anarşizmi üzerinde etkili isimlere yer verdi. G.P. Maksimov, A.M. Shapiro, Anna Vladimirova, N.I. Pavlov, Gregory Rayva gibi isimlerin yazıları düzenli olarak yayınlandı. Amerikalı anarşist çizer Robert Minor’ın toplumsal adaletsizliklere dair çizimleri de gazetenin görsel gücünü artırıyordu.
Golos Truda gazetesi ve yayın kolektifi, 1911 ila 1917 yılları arasında New York, 1917–1918 yılları arasında Petrograd ve 1918 yılında Moskova’da farklı zamanlarda aylık, haftalık ve günlük periyotlarda olmak üzere üç ayrı bölgede yayın yapmış dinamik bir ekibe sahipti. Birkaç yıl Sovyet iktidarının baskısı altında anarşist propagandanın diğer yayın organları gibi el altından dağıtıldıktan sonra 1929 yılında Stalin tarafından yayın hayatına tamamen son verildi.
Volin 1917’de gelecek günleri öngörüyor; “Devlet sosyalistleri, yani merkezi ve otoriter liderliğe inanan insanlar olan Bolşevikler; bir kez kendi güçlerini pekiştirip yasallaştırdıklarında ülkenin hayatını ve halkı tepeden yönetmeye başlayacaklar. Sizin Sovyetleriniz zamanla merkezi hükümetin basit araçları haline gelecek. Kısa süre içinde her türlü muhalefeti demir yumrukla ezecek otoriter bir siyasetin ve devlet aygıtının kurulduğunu göreceksiniz… -Bütün iktidar sovyetlere- sloganı bir süre sonra -bütün iktidar parti önderliğine- sloganına dönüşecek…”
Golos Truda’dan
Nabat
Yayın hayatı boyunca Nabat Anarşist Örgütler Konfederasyonu’nun sesi olan Nabat, Mahnovist hareketin siyasi çizgisini belirginleştirdiği bir yayın organıydı. Nabat’ın yayın ekibinde E. Zaidner-Sadd, Volin, P. Moglia gibi isimler inisiyatif aldı. Nabat’ta Ukrayna’nın Özgür Toprakları’ndan haberler, Anarşist Gençlik Kongresi bildirileri, döneme dair farklı örgütlenmelerin siyasi tartışmaları da içerikte önemli bir yer tutuyordu. Nabat Konfederasyonu’nun dağıtılmasıyla birlikte bu yayın da sona ermiş oldu. Yayın yönetmeni Aaron Baron tutuklandı.
“Biz Ukrayna gençliği, kendimizi çeşitli çevrelerde örgütleyerek, etkili bir üretici çalışma uğrunda birleşmeliyiz. Karşılıklı yardım ve dayanışma -insanlığın ilerlemesinin güçlü motorlarıdır bunlar- adına böyle bir birlik zorunludur. Ve buna ulaşmak için Ukrayna’daki tüm anarşist gençlik gruplarının kongresini toplamalıyız.
Varsın altında toplandığımız kara bayrak, bizleri köleleştirmiş olan eski ve çürümüş tüm kurumların yıkımı ve ölümü anlamına gelsin! Varsın sözlerimizin ve ortak özlemlerimizin gücü, şimdi dağılmış ve devrimci yaratıcılıktan yalıtılmış olan tüm gençliği birleştirsin. Dünya gençliği, devrimci ve kültürel çalışma için birleşelim!”
Nabat’tan
Burevestnik (Fırtına Kuşu)
1917 ve 1918 yılları arasında yayın yapan günlük gazete Burevestnik, kardeş gazetesi Anarhiya (Anarşi) ile birlikte Moskova Anarşistler Federasyonu’nun yayın organı oldu. Maksim Gorki’nin “Fırtına Kuşunun Şarkısı” isimli şiirinden esinlenerek bu ismi aldı. Apollon Karelin, Iosif Bleikhman, Abba Gordin ve V. L. Gordin, A.A. Karelin, Ya Masalski ve Viktor Triuk’un yazılarının yayınlandığı gazetenin yoğunluklu olarak Vyborg, Kronştad, Kolpino ve Obukhovo bölgelerinde olmak üzere 25.000 civarı bir tirajı vardı. Başkentin Petrograd’dan Moskova’ya kaydırılmasıyla Anarhiya ve Burevestnik merkezi yerlerde yayın yapan iki büyük anarşist yayın haline geldi. Gazetenin ideolojik hattını geliştirdikleri Pan-Anarşizm teorisiyle bilinen Gordin kardeşler ve Bakunin takipçilerinin radikal görüşleri belirliyordu.
“Her şeyi kendi ellerine almadığı sürece, şimdiye dek olduğu gibi, köle kalacağını bil. Ancak özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, ancak evleri, fabrikaları ve dükkanları kendi eline alarak köleliğin baskısından kurtulacaksın.
Tüm üretim işçilere! Kahrolsun Kurucu Meclis! Kahrolsun Otorite! Yaşasın Anarşist Komün; Barış, Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!”
Burevestnik’ten
Vol’ nyi Kronstadt ve Svobodnaia Kommuna
Svobodnaia Kommuna, Petrograd Anarşist-Komünistler Federasyonu’nun yayın organıydı ve bölgedeki anarşist eğilimler arasında anarşist-komünizmin temsilcisiydi. I. S. Bleikhman ve E.Z. Dolinin gibi yazarların yazıları yayınlandı. Vol’nyi Kronstadt ise özgür Kronştad denizcilerinin yayınlandığı bir gazeteydi. Ne yazık ki uzun süre yayınlanamayan bu gazetede N. Petrov, Stepan Stepanov gibi yazarların ağırlıklı olarak edebiyat ve anarşist propaganda ağırlıklı metinlere yer verildi.
Sovyet iktidarı döneminde Rusya’da 1980’li yılların sonlarına kadar anarşist hareket büyük bir baskı ve yok etme politikasıyla karşı karşıyaydı. İlk kez yıllar sonra 1987’de Moskova’da Anarko-Sendikalist Obşçina kuruldu, sonrasında 1989’da öğrenci ve öğretmenler tarafından Anarko-sendikalistler Konfederasyonu (ASK) ve daha sonra Anarşist Komünist Birlik (AKRU) faaliyete geçti. Günümüzde hala irili ufaklı yayıncılık faaliyetleriyle söz konusu örgütlenmeler ve gruplar Rusya’da anarşizmin propagandasını yapmaya devam etmektedir.
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (16): Rusya’da Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Azerbaycan’da Anarşizm – Mammad Azizov appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>20. yüzyılın başlarında Rusya’da halk ile iktidar arasında gerilimin artması çar hükümetinin daha baskıcı bir tutum takınmasına yol açıyordu. Polisin, askerin ve çarlık bürokrasisinin gücü arttırılırken daha önceden yerel yönetimlere tanınan ayrıcalıklar ve siyasal haklar geri alınıyordu.
1905-1907 tarihlerinde anarşizm Rusya gerçekliğinde teorik yönden pratik-siyasi bir harekete dönüştü. Kafkasya’da anarşist fikirlerin yayılması 1905 yılında Kutaisi, Groznı, Elisavetpol, Tiflis’te başladı. Fakat 1904’te ortaya çıkmış ve en gelişmiş anarşist hareketin merkezi Bakü’ydü.
OHAL’de Bakü
Ocak 1902’de Bakü’de “olağanüstü hal” ilan edildi. Polis yargı düzenini aşarak işçi hareketleri ve siyasal ajitasyonla uğraşabilme olanağı bulmuş oldu. Şubat 1905’de Bakü’de sıkıyönetim ilan edilerek geçici genel vali atandı. O yaz Bakü’nün “kuşatma altında” (na osadnom polozhenii) olduğu ilan edildi. Birinci Dünya savaşının başlamasına kadar çar her altı ayda bir Bakü’de olağanüstü halin sürdüğünü bildiren kararname yayımlıyordu, savaşın başlamasıyla birlikte Bakü’de sıkıyönetime dönüldü.
Anarşist düşüncenin Bakü’de ortaya çıkması ve bir harekete dönüşmesi tam da devletin en saldırgan döneminde gerçekleşti. 1906-1907 yıllarında, Bakü’deki anarşist örgütlerin sayısının belirli bilgilere göre 13 ila 40 arasında olduğu ve bu dönem Bakü’de anarşist geleneğin en militan çağı olarak biliniyor. Anarşizm saflarında 1906 yılı için Bakü’nün sadece “Balahanı” ve “Kara Şehir” ilçelerinde 2800 işçi-militan bulunuyordu. 1905’te ortaya çıkan en etkili örgütler, anarko-komünist gruplar şehir merkezinden “Anarşi” ve Bibi-Eybettan “Borba” (Mücadele) idi. Aynı dönemde Balahanı’da “Bunt” (İsyan) ve Kara Şehirde “Enternasyonal” kuruldu. İlginçtir ki, “Anarşi”nin oluşumunda Bakü’de bir fabrikadan sosyal-demokratlar ve anti-parlamentaristler de katılmıştı.
1 Temmuz 1906’da “Anarşi”den ayrılan bir grup “Krasnaya Sotnia” (Kızıl Yüzlük) isimli örgüt kurdu. “Krasnaya Sotnia”, “Anarşi”de bürokrasizmin var olduğunu belirtip kendilerinin daha “etkili” mücadele yöntemi uygulayacaklarını düşündüler.
Daha sonralarıysa, “Anarşist-bireyciler”, “Kara Karga”, “Anarşistler-Bombacılar”, “Kızıl Yıldız”, “Khlebovoltsı” (Ekmek ve Özgürlükçüler), “Terör”, “Toprak ve Özgürlük”, Azeri anarşist örgütü “Azad” ve diğer daha küçük anarşist örgütler ortaya çıktı. Örgütlerde çoğunlukta olanlar Ruslar, Ermeniler, eski Gınçakistler, Taşnaklar, Yahudiler Azeriler, Gürcüler ve diğer Kafkasya halklarından insanlardı.
Anarşistlerin Taşnaksutyun ile Çatışması
Fabrika patronu olan Mantaşev – İ. Doluhanov’un anarşistlerce öldürülmesinden sonra “Anarşi”nin önde gelen isimlerinden ve aynı zamanda 1906’nın başlarında “Mücadele ve Anarşiye” başlıklı broşürde (A. Sevuni takma adıyla) yazan eski Gınçakist S. Kalaşyants 5 Eylül 1906’da taşnaklar tarafından katledildi. Ondan sonra örgüt faaliyetini F. Yatsenko, H. Zaharyants ve A. Ter-Sarkisov gibi isimlerle devam ettirdi. Yine aynı sene içerisinde “Krasnaya Sotnia”nın en bilinen isimlerinden V. Zeynts ve A. Stern ise hapisten kaçarken devlet tarafından katledildi.
Taşnaklar, parti üyelerinden intikamını almak maksadıyla S.Kalaşyants’ı öldürdüler. Bunun üzerine anarşistler “Taşnaksutyun” partisine savaş ilan etti, bunun sonucunda 1906-1907 yılları arasında 17 taşnak ve 11 anarşist işçi öldü. Başlangıçta savaş Taşnaklar ile doğrudan yapılıyorsa da, 1907’de Ermeni sanayicilerin anarşistlerle savaşmak ve de kendilerini korumaları amaçlı oluşturduğu “Yeşil Yüz” ile yapılıyordu. Aynı Ermeni sanayiciler hem “Yeşil Yüz”ün hem de Taşnak çetelerinin tasfiyesi iddiasıyla savaşın yürütüldüğünü söylüyordu.
1906’da kurulan, sadece Azerilerden oluşan “Azad”, Bakü’deki küçük anarşist örgütler arasında en büyüğü olarak biliniyordu. Ağa-Kerim ve Ağa-Sanguli kardeşlerin aktif çalışmalarıyla ün kazanan örgüt daha çok Bakü’deki Azeri şehir mafyası olan ve Teymur Aşurbeyov’un başını çektiği goçulara karşı savaş verdi. Her iki kardeş 1907 yılında tutuklandı. Bakü’deki anarşist faaliyetlerin bir istikameti de anarşizmin fikir babalarının düşüncelerini propaganda ve ajitasyon yollarıyla yaymak, broşür ve bildiri yayınlamaktı. Bunun için bir yayınevi de kurulmuştu. İtirazlar, bildiriler ve broşürler büyük anarşist örgütler “Borba” (“Valerian”, V. Gorbunov, D. Kulikov, K. Lubomudrov, G. Kostina ve R. Pişçik), “Anarşi” ve “Kızıl Yüzlük” (V. Seitz, M. Zayachenkov ve P. Studnev) tarafından yayınlanıyordu.
Sevastopol Toplantısı Olayı
Zaman zaman anarşistler tarafından farklı grupları bir örgütte birleştirmek ve ortak bir taktik ve hareket planı hazırlamak için genel toplantılar düzenleniyordu. Genellikle bu toplantılar bir kural olarak, ya katılımcıların kendi hatalarından dolayı, ya da polisin baskınlarının bir sonucu olarak dağılırdı. Ses getirmiş olaylardan biri, 11 Eylül 1906’da Bakü’de “Sevastopol” restoranında meydana gelmişti; burada farklı cephelerden anarşistler toplanmıştı. Restoran polis ve Tüfek Taburu askerleri tarafından ablukaya alınmıştı. Buyük çatışmalardan sonra 38 kişi gözaltına alındı ve polis komşu evlerin birinde yüklü miktarda silah ele geçirdi. Çok sayıda anarşist kaçtı, bazılarıysa şehir dışında gözaltına alındı. Bu olayda toplam 88 kişi tutuklandı. Kaçanların bir kısmı, yerel anarşistlerle birleştikleri Batum’a giderek, ünlü anarşist David Rostomaşvili (“Kara Datiko”) ile birlikte Batum anarko-komünistlerinin işçi sendikası “Enternasyonel”i örgütledi. “Enternasyonal”, “Ne Tanrı, Ne Efendi” sloganıyla “Yoldaş Devrimciler” başlığı altında bir bildiri yayımladı ve bu bildiri Transkafkasya anarko-komünistlerinin programları haline geldi ve Bakü’de de yaygın bir şekilde tartışma konusu oldu.
Bildiri, Rusya’da yaklaşmakta olan parlamentonun ve karanlık ve ihtiyaç içindeki halka yaranmak için hayırsever kılığına girecek olan, büyük sözlerle konuşan gelecek milletvekillerinin çaresiz olacakları ile ilgili uyarıyla başlıyordu. Fakat anarşistlerin yeri, devrimi aşağıdan hazırlayan halk kalabalığının içindedir. Bildiride “devletsiz komünizm bir amaç olarak, toplumsal devrim araç olarak!” – deniyordu.
“Ancak bu bakış açısıyla yaklaşarak, büyük bir özgürlük fikrini anlayabilir ve bugünün ekonomik ve politik köleliğine son verebilirsiniz … ancak eğer liberaller ve ya iktidarı elinde tutan başkaları, bize köleliği daha zarif ve ince yollarla sunarsa, bunu bir tarihi zorunluluk olarak görürüz ve anarşist hareketi genişleterek, devrimi bitmemiş, ölümsüz, kronik biçimini almış ilan ederiz…”
“Anarşi” ve “Krasnaya Sotnia”nın bildiri ve broşürleri hep ya M. Gorkinin “Yaşamın bilgeliği çılgınların cesurluğundadır” ya da Bakunin’in “Yıkıcı ruh yaratıcı ruhtur” kelimeleri ile başlıyordu ve burada anarşistlerin halkın kurtuluşu ve mutluluğu için verilen mücadelelerden bahsediliyordu.
“Krasnaya Sotnia”nın taktikleri, sonunda silahlı isyana yol açacak ajitasyon ve konuşmalardı. Katledilen A. Stern ve V. Seitz’in anısına ithaf edilen “Anarşi” bildirisi, düşen yoldaşların kahramanlıklarını anlatıyordu. Yoldaşların bizlere vasiyetleri “başlatılan büyük işe, devrimci anarşizmin parlak ideallerinin ezilen insanlar arasında yayılmasına devam edilmesi” ve “halkların kurtarıcılarının, mücadele biçimi ve anarşizm inancı ile uluslararası devrimci proletarya olacağı” düşünceleriydi.
Anarşistlerin eylemleri elbette ki, sadece yayınlar ve teorik tartışmalarla sınırlı değildi. “Kafkasya ve Merkür”-“Tsesareviç” adlı topluluklarının posta gemisinin sansasyonel soygunu, bilindiği gibi yalnızca bir grup sosyalist-devrimci’ye atfedildi. Bununla birlikte sonradan bulunan bazı belgelere göre, “Krasnaya Sotniadan” anarko-komünistler I.Mdinaradze, N. Beburaşvili, S. Topuria, G. Gobirakhaşvili de soyguna katılmıştı. Para daha çok örgütlerin ihtiyaçlarına ve işçilere yardım için paylaşılıyordu. Bu eylemlerden biri, 1906’da, katliamlardan sonra arda kalanlara yardım etmek için hükümet tarafından 16 milyon ruble tahsis edildiğinde gerçekleşti. Paranın dağılımı için Manganez endüstrisi anonim şirketleri görevlendirilmişti, onlarsa parayı vermeyi reddediyordu. Bu vesileyle, Manganez endüstrisindeki işçiler iki ay süren bir greve başladı. Grev süresince işçileri finansal açıdan da destekleyen “Anarşi” çok aktif rol oynadı. Bununla yetinmeyerek, fabrikanın İngiliz toplumu müdürü (hem de baş konsolostu) Urguhart’a ve ayrıca Mantaşev fabrikasının direktörü I. Doluhanov’a karşı suikast eylemi gerçekleştirerek cezalandırdılar. Bu, hissedarları işçilerin haklarını vermeye mecbur etti.
En çok sayıda doğrudan eylemi “Kızıl Yüz” örgütledi. 1906’dan 1908 yılına kadar onlar tarafından polis şefi Jgenti’nin asistanı, Zavgorodnı ve Kudryaşov’un bölge güvenlik görevlileri, polis ajanları Doljnikov ve Levin, polis memuru Prokopoviç, cezaevi korucusu Prokopenko, polis müdürü Rihter, polis memuru Pestov, Nobel şirket müdürü Eklund, Nobellerin fabrikasının mühendisi Tuasson, dedektif B.Raçkovski ve diğerleri öldürüldü. Bu eylemleri yapan ünlü anarşistler Abram Stern, Şişkin kardeşler, Poliakov, Şlimak, Ter-Galustov, Staroverov ve diğerleriydi.
1906 senesinde Bibi-Eybet Sanayi bölgesinin yöneticileri ve işçilere karşı zalim tavırlarıyla bilinen Urbanoviç ve Slavskiy, aynı zamanda provokatör Tavmisiants “Anarşi” ve “Borba”dan (Mücadele) anarko-komünistler tarafından öldürüldü.
Anarşist hareketin en çok önem verdiği şeyler arasında “ekonomik doğrudan eylemler” de vardı. Anarşistlerin sanayicileri, özellikle de petrol sanayicilerini işçilerin taleplerine uymaları için bombalamalar, yağ ve petrol tankerlerinin yakılması yolları ile dize getirdikleri birçok vaka var. 1906-1908 yılları boyunca polis defalarca anarşistlere ait silah depoları, patlayıcı madde imalatı için laboratuvar ve atölyeler bulmuştur. Ekonomik doğrudan eylemler ile “Anarşi”, “Anarşist-bombacılar”, “Anarşist-bireyciler” ün kazandılar.
Son yıllarda tutuklamalar, baskınlar, örgütler arası savaşlar anarşistleri çok zayıflattı. Anarşistlere göre, Bakü’de “sadece Marksizmin fanatikleri anarşist hareketi baltalamaya çalıştı”, fakat sadece Marksistler yapmıyordu bunu. Hükümet ve liberal basının tamamı, anarşistlere karşı makale ve tefsirle doluydu. Baskılar düzenleyen ve anarşist grupların tutuklanmasını sağlayan polis de durmadı. 1908 yılına kadar hapis ve sürgüne mahkum bırakılan anarşistler genellikle dışarı çıkamadı. 1908-1909’da Bakü’de meydana gelen tepkilerle bağlantılı olarak, tutuklamalar kitlesel bir nitelik kazandı. Sadece Mart 1908’de “Kızıl Yüz”ün 50 üyesi tutuklandı ve hepsi Sibirya’da sürgüne mahkum edildi. “Krasnaya Sotnia” üyelerinin tutuklanması 1909’da da devam ediyordu. D. Veselov ve E. Rudenko’nun evinde bombalar, patlayıcılar, matbaanın parçaları ve anarşist edebiyat bulunmuştu.
1908-1909 kitlesel baskınlarından sonra anarşistler yüzyılın sonuna kadar toparlanamadı.
Gınçakist: Sosyal Demokrat Hınçak Partisi üyeleri
Goçular: Bakü’nün kabadıyları, dönemin mafyası.
Taşnaksutyun: Ermenice’de Federasyon anlamına gelir. Ermeni Devrimci Federasyonu örgütünün kısaltmasıdır.
Mammad Azizov
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Azerbaycan’da Anarşizm – Mammad Azizov appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sistemin Çirkinleştirdikleri – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Korkulan ya da ürkülen” anlamına gelen “çirkin” kelimesinin kökeni Orta Çağ dili eski Norsça’ya aittir. “Çirkin” kelimesi günümüze kadar pek çok kelimeyle ilişkilendirilmiş ve geride canavarca, deforme, ucube, dejenere, engelli gibi anlamlar bırakmıştır. Çirkinliğin hikayelenmiş tarihi; kadınları “deforme” erkekler olarak tanımlayan Aristoteles, cadıdan güzele dönüşenlerin anlatıldığı Orta Çağ hikayeleri, 18. yüzyıl karikatürleri ve 19. yüzyıl “ucube” şovları gibi pek çok kaynağa kadar uzanır. Çirkinlik uzun zamandır estetiğe ve beğeniye meydan okumuştur, güzel ve değerli olmanın anlamını karmaşıklaştırmıştır.
19. yüzyılda, yüzünde ve vücudunda aşırı tüylenme olan Meksikalı Julia Pastrana “Dünyanın En Çirkin Kadını” olarak “ucube” gösterilerinin afişlerinde yer aldı. Avrupa’ya getirilip Viktoryan kurallarına uygun şekilde performanslar sergiledi: Şarkı söyledi, dans etti, yabancı dillerde konuştu, halka açık bir şekilde tıbbi muayenelere tabii tutuldu. Hem yaşarken hem de ölümünden sonra “çirkin” olarak adlandırıldı.
Her değişen zamanda değişmeyen bir şey vardır. Bu şey nasıl göründüğüdür. İçinde yaşadığımız sistem nasıl göründüğümüzle oldukça ilgilidir. Bu sistemin belli güzellik sınırlamaları vardır. Bu sınırların altında kalıyorsan bir ucube, bir çirkinsindir. Alman yazar Marius Von Mayenburg, 2007 yılında kaleme aldığı “Çirkin” isimli oyunda kapitalist sistemin içerisindeki insanın, güzellik algısıyla savaşını anlatmaktadır.
“Çok Çirkinsin, Bu Suratla Hiç Bir Şey Satamazsın”
Lette, geliştirdiği yeni projesinin sunumuna hazırlanırken, “direktör”ü Scheffler, sözü edilen sunumu, konuyla ilgili hiçbir niteliği olmayan yardımcısı Karlmann’a veriyor. Lette, “Direktör”e bunun nedenini sorduğunda aldığı yanıt: “Çok çirkinsin, sen bu suratla hiçbir şey satamazsın” oluyor. Fiziksel görünüşünün, uluslararası başarısının önüne geçebileceğini aklının ucundan bile geçirmeyen Lette, kendisini ne kadar çirkin olabileceği konusunda inandırmak istiyor. Karısı Fanny’nin yanında soluğu alan Lette, ona ne kadar çirkin olduğunu soruyor. Ve karısının evlendiğinden beri onun yüzüne bakamadığını ve sadece sol gözüne baktığını öğreniyor. Ardından aynanın karşısında geçirdiği uzunca zamanın ardından “son derece çirkin olduğuna” ikna olup estetik cerrahına gidiyor.
Lette, geçirdiği operasyonla bakanın gözünü alamadığı yakışıklılıkta biri oluveriyor. Kariyeri, karısı ile olan ilişkileri, sosyal yaşamı operasyon sonucunda tamamen değişiyor. Lette, güzelliğine erişilebilmek için herkesin pek çok şeyi feda edebileceği bir kişiye dönüşüyor.
Lette’de değişen sadece dış görünüşü olmuyor, karakteri de bir o kadar değişmeye başlıyor. Karısından başka bir kadına bakmayan Lette, operasyon sonucunda üçü-beşi aşan sevgilileriyle Fanny’i aldatıyor ve bu durumun -hala onunla olmak istiyorsa- karısı tarafından kabullenilmesini istiyor. Böylelikle Lette efsanesi başlıyor.
“Bu Yüz Senin Değil”
“Çirkin” olan herkes Lette’nin doktoruna gidiyor ve onda olan “güzel şeye” sahip olmak istiyor. Lette, yeni başladığı güzel gününde ilginç bir şekilde kendisi ile karşılaşıyor. Bunun şaşkınlığının etkisinden kurtulmamışken bir, iki, üç, dört … her yerde bir Lette görüyor. Lette soluğu doktorunun yanında alıyor. Doktordan bu olanlar konusunda hesap soruyor. Lette’yi ciddiye almayan doktor, ona kızarak “O yüz benim. Onu ben yaptım” diyor. Lette’nin artık bir farkı kalmıyor. Eski yüzü onu daha farklı kılmışsa da, artık eskiye dönüşü de onun için imkansız oluyor.
Mayenburg’un bu kara komedisinin konusu Lette’de vücut buldu. Peki bu oyun bir hayalden ya da yaşamdan çok uzak birinden, bir şeyden mi bahsediyor?
Aslında bahsettikleri bize çok yakın. Sokakta, iş yerlerinde, televizyonlarda hemen yanı başımızda. Anlatılan bazen bizzat gördüğümüz, bazen gazetelerden okuduğumuz, bazen de televizyonlarda anlamsız bir şaşkınlıkla izlediğimiz. Bunlar; kepçe kulaklarını japon yapıştırıcısıyla yapıştırmak, kavisli olan burnunu duvara kafa atarak kırıp ardından estetik olmak, fazla yağlarından kurtulmak adına hasta olup yaşamdan olmak…
Aslında bunlar bize çirkinliğin insanda değil, güzellik algısını yaratan ve bu algı uğruna insanların yaşamlarından olmasına neden olan “ucube” sistemin kendinde olduğunu göstermez mi? Ne dersiniz?
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sistemin Çirkinleştirdikleri – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Piyasanın Kanunu İşe Gitmek, Mecburen – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hatırlarsanız, daha önceki aylarda “Zerre” isimli filmle ilgili yazdığımız yazıda “kapitalizmde zerre kadar değerimiz yok” ibaresini kullanmıştık. Elbette bu durum yalnızca bize özgü değil, dünyanın hemen her yerinde “piyasanın kanunu” bu. İşte, her ne kadar Türkçe’ye “İnsanın Değeri” olarak çevrilmiş olsa da 2015 yapımı “La loi du marché” (Piyasanın Kanunu) filmi, Avrupa’nın göbeğinde, Fransa’daki çalışma yaşamı üzerinden kurduğu öyküsüyle kapitalizmin hallerini yalın bir şekilde izleyiciye aktarıyor.
Film, çalıştığı fabrikanın “küçülüyoruz” şeklindeki açıklamasının ardından atılarak işsiz kalan Thierry’nin iş arama serüveni üzerinden ilerliyor. Thierry neredeyse emeklilik yaşına gelmiştir ama engelli oğlu ve eşine bakabilmek için çalışmak zorundadır. Ayrıca mortgage sistemiyle aldıkları evin daha beş yıl sürecek ödemeleri vardır. Ödemezlerse evleri de ellerinden alınacaktır. Ancak işsiz kalmasının üzerinden 15 ay geçmesine rağmen bir iş bulamamıştır.
Thierry başvurduğu iş-işçi bulma şirketlerinin birinin yönlendirmesiyle gittiği ücretli vinç operatörlüğü kursunu başarıyla tamamlamasına rağmen çeşitli bahanelerle hala bir işe kabul edilmemiştir. Üstelik başvurduğu yerlerde eski konumundan daha düşük konumda olmayı ve dolayısıyla daha az maaş almayı kabul etmek zorunda kalmasına rağmen, yazdığı CV’nin yetersiz olması gerekçesiyle ciddiye bile alınmaz.
Gittiği bankadan bir bankacı, ay sonunu başka türlü getiremeyeceğini söyleyerek evini satışa çıkarmasını önerir. Bankacının söylediğine göre evi satarsa daha düşük kiralı bir eve geçmeleri mümkün olabilecek, ileride yine ev alma imkanları olabilecektir. Thierry çaresizdir, bankacıya evi satmayı düşünmediğini söylese de bir sonraki sahnede evi almaya talip olan bir çifte evi gezdirirken, fiyat üzerinden pazarlık yaparken görürüz.
Filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Stéphane Brizé, tüm bu olayların yalnızca Thierry’nin başına gelmediğini, kapitalizmde sıradan olduğunu göstermek istercesine filmi durgun bir biçimde ilerletmeyi seçmiş. Ayrıca, iş-işçi bulma şirketinde de, bankada da, gittiği iş görüşmesinde de Thierry’ye aşağılayıcı biçimde davranıldığını, ona hiç “değer” verilmediğini görüyoruz.
Bu anlatımın izleyiciye geçmesinde kuşkusuz Thierry karakterini oynayan Vincent Lindon’un başarılı performansının payı büyük. Nitekim Lindon bu oyunculuğuyla Cannes Film Festivali’nde en iyi erkek oyuncu dalında Altın Palmiye ödülü kazandı. Filmin sadeliğini ve dolayısıyla vuruculuğunu sağlayan bir diğer etmen ise, diğer rollerde amatör oyuncuların görev alması sayılabilir.
Film, farklı işlere başvuran, mülakatlara giren Thierry’nin bir süpermarkette güvenlik görevlisi olarak işe alınmasıyla yeni bir evreye girer. Thierry düzenli maaşa kavuştuğu için bankadan kredi çekebilir duruma da gelir. Ama kapitalizmde huzur beklemek nafiledir. Süpermarkette işe başladığı gün emekli olan bir çalışan için yapılan bir törende patron tarafından yapılan “her şeyden önce işini düşünen, tatillerde bile işinin başında olan” şeklindeki konuşma aslında ayrılandan çok diğer çalışanlara yapılmış gibidir. İş yerinin kriterleri bellidir, önce iş! Bu piyasanın da kanunu değil midir zaten!
Artık mağazanın güvenliğinden sorumlu olan Thierry gün boyunca kameralardan müşterileri takip etmekte, “şüpheli” davrananları marketin bodrumunda bir odaya götürerek “işlem” yapmaktadır. Örneğin, bir şarj cihazının parasını ödemeden marketten çıkmaya çalışan bir genç sorgulanır burada. Emektar bir kasiyerin müşteriler için hazırlanan indirim kuponlarını kullandığının ortaya çıkması üzerine sorgulanması, o kasiyerin işinden olmasıyla sonuçlanır. Ama bunu gurur meselesi yapan kasiyer, ertesi gün işe gelip kendi masasında intihar eder. Patron çalışanları toplayıp intiharın iş yeriyle ilgili olmadığını, onun iş dışında da bir yaşamı olduğunu, özel hayatındaki sorunlardan dolayı intihar etmiş olduğunu söyleyerek kendini ve şirketini aklar. İnsanlar geçici, iş daimidir ne de olsa!
Thierry bu intihardan oldukça etkilenir, ama onun için asıl kırılma başka bir olayda gelir. Bu kez siyah bir çalışan, bir müşteri için kendi indirim kartını kullandığı için “sorgulanır”. Kadının “Bunun için işten atılacak değilim herhalde” sorusuna Thierry “Bilmiyorum” diye yanıtlar: “Bilmiyorum”! Oysa bu yanıt kendine verilen yetkiyi kullanmak istememekle ilgili verilen net bir yanıttır. Bir itaatsizliktir, işsiz kaldığında neyle karşılaşacağını bile bile sistemin kendisinden bekleneni yapmaması üzerine bir isyandır.
Biliyoruz ki, kapitalizm nüfuz ettiği her yerde insanları çaresizleştiriyor, onları sorgulamayan, her şeyi kabullenen robotlar haline getirmek için örüyor. Ama bu sistem ne kadar güçlü olduğunu düşünse de Thierry gibileri çıkıp bu işleyişe dahil olmamayı seçebiliyor. Her gün farklı farklı Thierry‘ler sistemin baskısını daha da fark eder, daha da sorgular hale geliyor. Sorguladıkça da yükselme ve başarı üzerine kurulu bu sistemin dişlilerinden sıyrılmayı daha çok başarıyor. İşte ancak o zaman yaşamın gerçek değerinin farkına varılabiliyor.
The post Piyasanın Kanunu İşe Gitmek, Mecburen – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizme “Davranışsal Ekonomi” Yaması – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist ideologların iddialarının tersine, insanlar her zaman, tek başlarına kalsalar da güçlü olana boyun eğmeyecek “irrasyonellikte” ama örgütlenerek zorbaları başından atacak kadar da “rasyonelllikte” olacak.
Kapitalizmin krizi derinleştikçe ona dair söylenmiş “parlak” teoriler yalnızca tartışılmakla kalmıyor, bugüne dek vazgeçilmez addedilen varsayımların temel taşları da birer birer yerlerinden oynuyor. Çıkarını bu ideolojide bulanlara da bu sistemin açıklarını yamamak, can çekişen kapitalizme soluk aldırmaya çalışmak kalıyor.
Ekonomi alanında verilen Nobel’in bu yıl “Davranışsal Ekonomi” olarak tabir edilen bir çalışmaya gitmesi de, Adam Smith’ten beri insanın rasyonel olması teorisi üzerine kendisini var eden “ekonomi bilimi”ni ve dolayısıyla kapitalizmi kurtarmaya yönelik hamlelerden birisi.
Yazdıklarıyla kapitalizmin insan ve doğa üzerindeki tahakkümünü meşrulaştıran Adam Smith, ezen ve ezilen ayrımını da “toplumların gelişmesi için olmazsa olmaz” gibi gösteriyordu. Ona göre ekonomik gelişimin en temel koşulu sermaye birikimiydi ve yine kendince “ileri” diye tanımladığı toplumlarda “homo economicus” denen birey kendisini işe vererek hem kendini hem de içinde bulunduğu toplumu zenginleştirecekti. Adam Smith’e göre bu kolaydı çünkü ona göre insanlar rasyoneldi, akılcıydı, öyleyse önce kendi çıkarlarını düşünürlerdi.
Kapitalistler, yıllar boyunca Adam Smith’in bu ön kabullerini esas aldılar. Kar için her şeyin mübah sayıldığı bu ortamda, tek amaç kolay paraya kavuşmak, köşeyi dönmekti. Bunun için kimsenin gözünün yaşına bakmadılar, zirvede olmak uğruna ezebildiklerini ezip geçtiler. Sonuçta ne mi oldu: İnsanların bir kısmı gerçekten de zenginleştiler ama içmek için bir damla su bile bulamayanların sayısı milyonları aştı.
Her şey “kitabına uygun” ilerliyordu ama patronlar “kriz”lerden de bir türlü kurtulamıyordu! Formül doğruysa, bir yerlerde bir yanlışlık yapıyor olmalıydılar!
Aslında bu “yanlışlık” başından beri hep vardı. Bilimsel olmak adına insanı yalnızca akılla tanımlamak, sosyolojik ve psikolojik etmenleri göz ardı etmek tam da o dönemin ruhuna uygundu. İnsan akılcı olsa kapitalizm ne de güzel sürüp gidecekti!
Richard H. Thaler, aslında ta başından beri var olan “yanlışlık”la ilgili çalışmalar yaptı ve kapitalistlere bundan kurtulma imkanı sunan “Davranışsal Ekonomi” hizmeti sayesinde Nobel ile ödüllendirildi.
Thaler, Smith’in aksine, insanların belli kararları alırken her durumda rasyonel yani “akılcı” davranışlar sergilemediklerini, kararlarının o anki duygu durumlarına, psikolojilerine, sosyal etkileşimlerine ve hatta o anki hava durumuna bağlı olarak bile değişkenlik gösterebildiğini söylüyor. Yani insanı irrasyonel olarak niteliyor. Ekonomi politikalarının da bu faktörler dikkate alınarak yeniden oluşturulması gerektiğini savunuyor. Üstelik yalnızca şirket politikaları değil, devletlerin ekonomi politikaları da bu kapsama giriyor. Belki bu durum, sürekli temel gereksinimlere yüksek oranlarda zam yapan bir hükümetin nasıl ardarda seçim kazandığını açıklamaya da yarayabilir.
Davranışsal Ekonomi düşüncesi, satışları (ve dolayısıyla karları) neden bir türlü yükselmiyor diye üzülen kapitalistlerin ve bize ihtiyacımız olmayan mal ve hizmetler satmakta zorlanan reklamcıların imdadına yetişmiş gibi görünüyor. Daha şimdiden bu yeni duruma uygun satış ve pazarlama taktikleri geliştirildiğini söyleyebiliriz. Adam Smith yanılmış olsa da kapitalistlerin kapitalizmden vazgeçmeyecekleri aşikar.
Thaler, irrasyonel bulduğu insanları tüketime sevk etmek için yeni yöntemler de sıralıyor. Örneğin çalışanların türlü kampanyalara rağmen bireysel emeklilik sistemine yönelmemesine çözüm olarak, her çalışanı otomatik olarak BES sistemine dahil etmeyi öneriyor. Ayrıca bu sisteme ek olarak SMart adını verdiği “yarın için daha fazla biriktir” mottosuyla yeni bir plandan söz ediyor. Bu planda çalışanın önümüzdeki yıllarda maaşındaki olası artışın yarısınında BES sistemine -zorunlu olarak- dahil edilmesi öngörülüyor. Yani bu düşünceye göre birey, rasyonel karar verip kendini düşünmediğinden onu doğrudan özel emeklilik sistemine dahil etmek “daha karlı” olacaktır!
Oysa Thailer de yanılıyor, Smith’in de yanıldığı gibi. Emeğini satmayacak, emeği üzerinden tahakküm kurmayacak, elindekini ihtiyacı olanla paylaşacak, belli bir karşılık beklemeden bir diğeriyle dayanışacak insanlar hep vardı ve gelecekte de var olmayı sürdürecek. Üstelik bu yalnızca insanlar arasında değil doğada yaşayan diğer türler arasında da zaten başından beri mevcut.
Anarşist Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma isimli kitabında onlarca hayvan türünü örnek vererek, türler arasında olduğu gibi bir türün bireyleri arasında da bencillik ve rekabetten çok dayanışmanın olduğuna dair sayısız örnek sıralıyor. Türlerin dayanışma ile zorlu iklim koşullarına dayanabildiklerini, dışarıdan gelen saldırılara yine bu şekilde karşı durabildiklerini, varlıklarını böylelikle sürdürebildiklerini belirtiyor ve konuyu insana getiriyor: “Karşılıklı yardımlaşma eğiliminin insanın içinde öylesine uzak geçmişe giden bir kökeni vardır ki, (…) tarihte olup biten her şeye rağmen, insanlık tarafından günümüze dek korunmuştur. İnsanların başına en büyük felaketler geldiğinde, tüm ülkeler savaşlarla tahrip edildiğinde (…) bile aynı eğilim köylerde ve şehirlerdeki fakir sınıflar arasında yaşamaya devam etmiştir, insanları bir arada tutmuş ve uzun vadede de, karşılıklı yardımlaşmayı duygusal bir saçmalık olarak gören tahakkümcü, savaşçı ve yok edici azınlıkların üzerinde bile etkili olmuştur.”
Kapitalist ideologların iddialarının tersine, insanlar her zaman, tek başlarına kalsalar da güçlü olana boyun eğmeyecek “irrasyonellikte” ama örgütlenerek zorbaları başından atacak kadar da “rasyonelllikte” olacak. Kapitalizmin renkli rüyalarına kanmayan, ama yüreklerinde taşıdıkları özgür dünya hayalini büyüten insanlar, patronların ya da kapitalist ekonomistlerin formüllerini de, planlarını da bozacak.
Gürşat Özdamar
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kapitalizme “Davranışsal Ekonomi” Yaması – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İktidarların Tribün Korkusu – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>On bin insan. Gözlerini dikmiş sahaya bakıyor, sahadakiler de birbirlerine. Koluna girdiğin kişinin adını bilmiyorsun. Yaşını belki tahmin edebilirsin ama nerede oturur, işi nedir, cebinde parası var mıdır? Aç mıdır, tok mudur? Annesinden azar yiyip mi gelmiştir buraya, arkadaşlarının yanından kaçıp mı? Bilemezsin. Gördüğün seninle aynı renk atkıyı boynuna doladığı. Hep bildiğin gol kaçınca bağrını sıktığı, gol atınca sımsıkı sarıldığı. Hele ki hakem hata mı yaptı? Başka hangi konuda böylesine hemfikir olabilirdiniz ki zaten?
90 dakika bitti mi, bazen inanılmaz mutlu bazen hayatın anlamını sorgularcasına çıkış kapısına yürürken 90 dakika boyunca sımsıkı sarıldığın bu insanı kaybedersin. Belki üzüntünün sebebi de budur…
Futbol çok keyifli bir oyundur. Ama oyun sadece sahada oynanmaz. Tribün de oyunun içinde bir parçadır. Futbol kulüpleri şirketleşmeye başladığından bu yana tribünün etkisiyle sahaya, sahanın etkisiyle tribüne müdahale başlamıştır. Yani oyun olan futbolun kalabalıklar tarafından izlenmesi, futbol kulüplerinin de bu kalabalığı kar elde edebilmek için kullanması, hem futbolu hem de tribünü bir endüstriye dönüştürmüştür. Artık futbol kulüplerinin tek amacı tribünlerin istedikleri “hiza”ya gelmesidir. Endüstriyel futbol var olduğundan beri bu böyle olmuştur…
Şimdilerde bir fabrika veya ağır sanayi işçisini futbolla çok bağdaştıramasak da bildiğimiz tanıdığımız birçok futbol takımı, işçilerin bu oyunu oynama “arzusuyla” kurulmuştur. Mesela Arjantin’de demiryolu işçilerinin kurduğu Boca Juniors, Türkiye’de 500 işçiden fazla işçi çalıştıranlara spor kulübü kurma zorunluluğu gelmesiyle kurulan demiryolu işçilerinin takımı Adana Demirspor… İngiltere’de West Ham-Millwall rekabetinin nedeni ne sanıyorsunuz? Green Street Hooligans filmindeki gibi bireysel bir kin değil. İki liman işçilerinin kurduğu takımın bir grev sürecinde anlaşamaması, futbol takımlarının birbirine “düşman” olmasına neden olmuştur. Almanya’da zengin Hamburg’un köşede kalmış mahallesinde kurulan St.Pauli de işçi takımı olmasa da duruşuyla zenginlik karşıtı bir tavırdadır. Liverpool, Arsenal, Livorno, Schalke, Karabükspor, Zonguldakspor… diye listeyi uzatabiliriz.
Bu saydığım işçi kulüpleri de dahil olmak üzere futbolun oyun olarak ilgi görmesiyle tüm kulüpler ticari hamleler yapmışlardır. Yoğun ilgi “para kaynağı” olarak görülmüş, eski yüzyıllardan kalan gladyatör arenaları yerini devasa stadyumlara bırakmaya başlamıştır. 40, 60, 80 hatta 100 bin kişilik stadyumlar kulüplere yüksek gelir sağlarken kapitalizmin tüketim çılgınlığından da nasibini almıştır.
Bu dönüşüm için pilot bölge olarak İngiltere Premier Ligi seçilmiş, tüm ülke liglerinde İngiltere ligi örnek gösterilerek olası dönüşümler meşrulaştırılmıştır. Türkiye’deki e-bilet uygulaması da yine Avrupa’da seneler önce kendisini “Endüstriyel Futbol”un beşiği haline getiren ligler örnek alınarak devreye konulmuştur. Tabi Türkiye’deki bu dönüşüm belki de 5-10 sene sonra olacakken, hızla devreye konulmasının belki de başlıca nedeni 2013 yılında Taksim’de başlayan Gezi İsyanı, sonraki süreçte bu isyanın tribünlerde yer bulmasıdır.
Hatırlarsanız 2013 Mayıs ayında başlayan Gezi İsyanı sonraki sene tribünlerde 34. dakikada “Her yer Taksim Her yer direniş” sloganıyla yer bulmuştu. Bu slogan takımın renklerinin ne olduğu fark etmeksizin her tribünde aynı coşkuyla söylenmişti. Gezi isyanını sokakta “kontrol altına” alan iktidar, tribünlerde alamayınca 2014 yılında Passolig uygulamasını devreye koyma kararı almış ve hızla bu sisteme geçmeyi zorunlu hale getirmişti. İktidar tribünlerin kontrolsüz bir yer olmasından o kadar rahatsızdı ki “Çarşı” grubunu darbe teşebbüsü ile yargılaması da bunun en açık göstergesiydi.
Passolig’in futboldaki şiddet olaylarını önleme bahanesi kısa bir zamanda çökmüş, şiddet ve holiganlık devam etmiş, tribünler muhalif ses olmayı sürdürünce de tüm taraftarlara “6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlemesine Dair Kanun uyarınca” passoligleri iptal edilerek, para cezaları verilmiştir. Passoligle tribünlerde geliştirilen gözetleme sistemleri iktidarın her koltuğa ulaşmasını sağlamış, böylelikle tribünün sesinin kesilmesi beklenmiştir.
Bazı durumlarda para cezası vermek ve passolig iptali de yeterli görülmemiştir. Gözdağı vermesi açısından “Nuriye Semih Yaşasın” pankartı açan Beşiktaşlılar tutuklanmış, hukuki bir karşılığı olmadığından itirazlar sonrası kısa sürede serbest bırakılmıştır.
Bu durum sadece Türkiye’de değil Türkiye futbol liginin örnek aldığı liglerde de görülmektedir. İskoçya ligindeki Celtic taraftarları İrlanda’nın bağımsızlığını savunan İRA (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) yanlısı bayrak ve pankartlar açması nedeniyle tespit edilip defalarca kez tribünlerden uzaklaştırılmıştır. Bu gibi tepkisel pankartların Şampiyonlar Ligi gibi UEFA’yı ilgilendiren maçlarda açılması durumunda da UEFA kulübe baskı yapan bir kurum rolünü fazlasıyla yerine getirmiş ve kulübün bu “zararlı” taraftarları uzaklaştırması için her türlü yaptırımı uygulamıştır.
Geçtiğimiz senelerde Avrupa’daki anarşist hareketin, sokak eylemlerinin yükselmesiyle UEFA anarşizmin sembolüne benzerliğinden dolayı Şampiyonlar Ligi maçlarında Beşiktaş tribünlerinde “çarşı” yazılı veya “A” harfi yuvarlak içine alınmış pankartları maç öncesinde toplatmıştı. Bu da korkunun UEFA’yı paranoyaklaştırması gibi görülebilir.
Gelinen noktada tribünlerdeki birçok çatlak, futbol yöneticileri ve gözetleyicileri tarafından kapatılmıştır. Yeni çatlaklar patlak verse de, tribünlerden kısık da olsa muhalif sesler duysak da, futbol endüstrisinin daha da kötü bir noktaya gideceği ve tüm sesleri kısacağı aşikardır. Tribünlerin yaşanan bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı kendi renkleriyle yorumlayıp ürettikleri sloganları, ıslıkları, pankartları, koreografileri yasaklayarak futbolu sadece izleyip tüketebileceğimiz, Umberto Eco’nun dediği gibi “Pazar günü maç varsa devrim yapamazsın” sözü gibi karalamak ve bir oyun olmaktan çıkarmak istiyorlar. Ancak gün gelir, sessizlik bozulur, herkesin alışık olduğu üçlünün ardından bir ıslık sesi duyulur; korkuyla kapatılmaya çalışılan çatlaklar derinleşir ve oyun yeniden kurulur.
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post İktidarların Tribün Korkusu – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Neden Sürekli Yorgunuz?
İngiltere’de bir üniversitenin (Royal College of Psychiatrics) yaptığı bir araştırmaya göre, her beş insandan biri günün belirli bölümlerinde kendisini aşırı yorgun hissediyor, her on kişiden biri ise tükenmişlik derecesinde yorgun hissediyor. Bir başka istatistik ise 2006-2014 yılları arasında enerji içeceği satışlarının yüzde 115 oranında arttığını ve doktora gidenlerin yüzde 20’sinin “yorgunluk” gerekçesiyle gittiğini söylüyor.
Dünya çapında yaşanan bu sıkıntı, elbette beraberinde birçok çalışmayı ve çözüm arayışını getirdi. Bu çalışmaların birçoğu, yorgunluğun ve uykusuzluğun sebebi olarak, vücudun mitokondrinin etkin çalışmasını sağlayacak hormonları yeterli salgılayamaması olduğunu öne sürüyor. (Hücrelerimizde bulunan mitokondri organelleri oksijen, şeker, yağ ve proteinleri “ATP” adı verilen kimyasal enerjilere çevirir. Yani mitokondrinin yeterli çalışmaması enerji üretiminin azalmasına sebep olur.)
Buradan hareketle, son yıllarda “Sirkadiyen Ritim” kavramı, uykuya ve bedenin gündelik diğer faaliyetlerine olan etkisi daha çok konuşulur oldu.
Sirkadiyen Ritim Ne Demektir?
Sirkadiyen Ritim kavramı, Latince “circa” (yaklaşık) ve “dies” (gün) kelimelerinden türetilmiştir ve aslında yalnızca uyku ile alakalı bir kavram değildir. Bitkilerin, hayvanların, insanların ve siyanobakterilerin -yaklaşık- 24 saat içinde gerçekleştirdiği biyokimyasal ve psikolojik davranışlarının bütünü anlamına geliyor. Sirkadiyen Ritim, dünyanın hareketleriyle oluşan gece-gündüz döngüsünün canlılar üzerindeki etkisini araştıran “kronobiyoloji” bilim dalının inceleme alanlarından biridir. “Biyolojik ritim” ya da “vücut saati” de denilebilir.
2017 Nobel Tıp Ödülü’nü kazanan araştırmacıların bile konusu olan sirkadiyen ritim meselesinin ilk kez gündeme gelmesi, 1972’de sinirbilimcilerin hipotalamustaki küçük bir bölgenin vücudun ana saati olduğunu bulmasıyla gerçekleşmişti. “Suprakiazmatik çekirdek” denilen, yaklaşık 20.000 sinir hücresinden oluşan bu bölge, 24 saatlik döngümüzün işlemesi için gerekli sinyalleri yolluyor, enerjimizi 24 saatlik döngüler halinde açıp kapatarak yüzlerce yaşamsal faaliyeti düzenliyor ve bunları yaparken, zaman hesabını güneş ışığına göre yapıyor.
Bu çekirdek, gözden gelen ışık sinyallerini işleyip; uyku döngüsü, büyüme hormonu sentezi gibi pek çok görevi yerine getiriyor. Hava kararıp gözümüze giren ışık azaldıkça bu bilgiyi epifiz bezine iletiyor ve epifiz bezi uykumuzun gelmesini sağlayan melatonin hormonunu salgılıyor. Bu süreç eğer ortamda -özellikle mavi- ışık yoksa gün doğana kadar olağan seyrinde ilerler. Gündelik yaşam normal kabul edilen seyrin dışında işlediğindeyse, işte o zaman sırasıyla birincil ve ikincil sirkadiyen ritimlerimizde bozulmalar başlar.
Sirkadiyen Ritimlerimiz Nasıl Bozuluyor?
Yapay ışıktan sıcaklığa, yediğimiz yemekten egzersiz yapıp yapmamamıza ve sosyal etkileşimlere kadar sirkadiyen ritmimizi bozabilen pek çok dış etken olsa da, gündelik yaşamda yapay ışığın en etkilisi olduğunu söyleyebiliriz.
Gün boyunca kapalı alanda maruz kaldığımız yapay aydınlatma, izlediğimiz televizyon, çalıştığımız bilgisayar, gece uyumak için yatağa girdiğimizde dahi sosyal medya hesaplarımızı kontrol ettiğimiz tablet ya da akıllı telefon; farkında olsak da olmasak da sirkadiyen ritimlerimize karşı geliyor. Çünkü bu ekranlardan, öğle saatindeki gün ışığı olarak algıladığımız mavi ışık yayılıyor. Mavi ışık, -amiyane tabirle- saatimizin ayarıyla oynayıp duruyor.
Elektriğin bulunmasından bugüne, ritmimizi bozma konusunda büyük bir deneyin hem sürdürücüsü hem de deneği konumundayız, risk altındayız.
İnsandaki Sirkadiyen Ritmin Keşfi
Kronobiyolojinin tarihi aslında 60’lara kadar gidiyor. O dönemde bazı sürüngenlerin ve memelilerin sirkadiyen ritme sahip oldukları biliniyordu. Bir mağarabilimci olan Michel Siffre, ilk deneyini 1962’de yaptıktan sonra, 1972 yılında uyku ve sirkadiyen ritmi araştırmak için 6 ay boyunca karanlık bir mağarada zamandan izole bir şekilde yaşam sürmüştü. Tek ışık kaynağı, ihtiyaç duyduğunda kullandığı kamp lambası olan Siffre için zaman farklı işlemiş ve alışkın olduğumuz 24 saatlik uyku-uyanıklık döngüsü yerine, bir süre sonra vücudu 48 saate adapte olmuştur.(36 saat uyanıklık-12 saat uyku) Bu deneyler neticesinde insanların da sirkadiyen ritimleri olduğu açığa çıkmıştır.
En Güvenilir Saatlerimiz Bozulunca…
Sirkadiyen ritimlerimizi düzenleyen genlerin hepsi metabolizmaya bağlıdır, dolayısıyla biri bozulduğunda diğeri de etkilenir. Bir örnekle anlatacak olursak, gece geç saatte -metabolizmamız savunmasının gardını indirdikten sonra- yediğimiz yemek, obeziteye yakalanma riskimizi arttırıyor. Karaciğerimiz yağlanıyor, iltihap ve kanser olasılığı yükseliyor.
Risk altında olan, sadece birbiriyle etkileşim halinde olan organlarımız değil; aklımız tehlikenin tam ortasında. Normal zaman kabul edilen zamanda uyumayı engelleyen hastalıklardan muzdarip bireylerin %70’inin ciddi depresyon ve anksiyete gibi rahatsızlıklarının da olduğu söyleniyor. Bipolar bozukluktan yakınan bireylerinse üçte ikisinin anormal uyku döngüsü var.
Sirkadiyen ritim bozukluğunun tetiklemesiyle uykusuzluktan obeziteye, karaciğer yağlanmasından pankreas iltihabına, şeker hastalığından kansere ve hatta kalp hastalıklarına varan sonuçlar doğabiliyor.
Sirkadiyen Ritim Bozukluğu Hastalık mı, Uyumsuzluk mu?
Sadece insanlarda değil, hayvanlarda da işlediği bilinen sirkadiyen ritmin “bozulması” belirlenimine dair çeşitli eleştiriler de bulunuyor. Her bireyin uyuma, uyanma ve başkaca yaşamsal faaliyetlerinin yakın zamanlarda olmayabileceği, güneş ışığının davranışları belirleme konusunda bu kadar etkili ilan edilmemesi gerektiği iki çeşit kuş (baykuş ve tavuk) üzerinden anlatılıyor. Elbette bu iki hayvanın gündelik yaşamı eş zamanlı değildir.
Bu tartışmalarda, kronobiyoloji araştırmalarının, ancak bireylerin yaşamlarının tektipleştirilmesine faydasının olacağını, sistemin “uyumsuz” dediği bireylerin “hasta oldukları” ön kabulüyle yapıldığını iddia edenler bile var.
Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda, bu eleştirilerin haklılık payını gözardı etmesek de bir kenarda bırakarak meselenin çok da bahsedilmeyen boyutuna vurgu yapmak istiyoruz.
Bozukluk Bizde mi?
Kimilerimiz vardiyalı işlerde çalışıyor, haftanın belirli günlerinde gece vardiyasında oluyor. Bazılarımız masa başında bilgisayarla çalışıyoruz. Çoğumuz gün boyu okulda ya da işyerinde kapalı alanlara hapsedilip rutin bir işle uğraştığımız için geceleri televizyon izleyerek yaşantımıza renk katmaya çalışıyoruz. Yine çoğumuz güneşi pek görmüyor ve sağlıksız besleniyoruz. Neredeyse hepimiz -gün boyu zaten elimizden düşürmediğimiz- tablet ya da cep telefonumuzla her gece son bir kez sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyoruz… Her gün sirkadiyen ritimlerimizi daha da bozacak hareketler yapıyoruz.
Bütün bunları yapmak zorunda mıyız? Aslında hayır! Ama bunları bize dayatan sisteme uyum sağlamak zorunda hissettirildiğimiz için “evet” diyoruz.
Peki bozukluk, bu koşullarda yaşadığı için sirkadiyen ritimleri bozulan bizlerde mi?
Yoksa başlangıçta uykusuzluk, zamanla yorgunluk ve bitkinliğin getirdiği sosyal ölüm; şeker, tansiyon, böbrek yetmezliği, karaciğer yağlanması gibi rahatsızlıklarla yavaş yavaş ölüm; kanser gibi biraz daha hızlı ama sancılı bir ölüm ya da kalp krizi gibi ani bir ölüm dışında seçenek bırakmayan sistemde mi?
Çeşitli ölüm seçeneklerinden birinde mi karar kılacağız yoksa bizi öldüren sistemi mi yıkacağız? İşte asıl sorumuz bu!
Emircan Kunuk
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sisteme Uyum Sağlamak Bizi Öldürüyor mu? – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bilginin, Paylaşma ve Dayanışmayla Özgürce Öğrenimi Mümkün! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin resmi ideolojisini kabul ettirmek ve kapitalizmin kendi çarkını döndürmek için manipüle ettiği bilgi, aslında yaşamın içinden çıkmıştır. Dolayısıyla bilgiyi arayacağımız yer de yaşamın kendisidir. Edindiğimiz “yaşamın bilgisi”ni elden ele, dilden dile yaymaya…
İktidarın Araç Olarak Kullandığı Bilgiye Karşı:
Bilgiyi hapseden kapitalizm ve devletler; bütün iktidarlar, kurdukları her türlü eğitim merkeziyle sisteme uyumlu köle yetiştirme alanları açıyor. Her an gözetlenen ve denetlenen, dört bir yanını sivil ya da üniformalı polislerin, özel güvenlik görevlilerinin sardığı bu alanları, özgürlük alanları olarak göstermeye çalışıyor. Tek bir kesimin tekelinde toplanan bilgi, bu özgürlük alanı olarak gösterilen üniversitelere hapsedilerek bir anlamda elitize ediliyor. Herkesin ulaşamayacağı kampüs duvarlarının ardına saklanıyor. Öğreten ve öğrenen ayrımının keskinliğiyle, hiyerarşi ve itaati içselleştirmemiz sağlanıyor.
İktidarların değiştirdiği, manipüle ettiği ya da ortadan kaldırarak yerine yenisini koyduğu bilgiyle, gerçekle yalanı ayırt edemez hale geliyoruz. Beyinlerimiz, ezberci eğitimle öyle bir hal alıyor ki, farklılık ve yaratımdan gittikçe uzaklaşıyoruz. Böylece bilgi birey için ulaşılamaz bir iktidar aracına dönüşüyor.
Yaşamın Bilgisi İçin:
Yaşamın bilgisini aramak, var olanın tüm ayrıntılarıyla yeniden keşfine yapılan keyifli bir yolculuk gibidir. Bilgiyi edinen, bilmeyene aktarır. Diller, kültürler aktarılır. Farklılıkların zenginliğiyle bilgi paylaştıkça yayılır. Bütün bunlar, aktarılmayınca, bilinmeyince kaybolur.
Bizlere düşense hapsedilen, elitize edilen, tahakküm ve iktidar aracına dönüştürülen, bazen de yok edilmeye çalışılan bilgiyi dayanışmayla yeniden keşfederek, paylaşmayla çoğaltmaktır. Bu koşullarda ihtiyacımız olan, bilginin özgürce aktarımı sürecinin gerçekleşebileceği alanlar yaratmaktır.
Bilgiyi bir kesimin tekelinde bıraktığımız, itaatin aracı haline getirilmesine göz yumduğumuz, hapsedilmesine duyarsız kaldığımız bir durumda; bilgi ne kadar “yaşamdan” olabilir ki?
26A Atölye: Vazgeçmeyenler Oldukça!
26A Kolektifi, kurulduğu yıldan bu yana, yaşamın bilgisini esas aldı. Yaşamsal bilgiyi aradı, yeniden keşfe çıktı, birlikte üreterek ve uygulayarak yol aldı.
O günden bu güne kolektif deneyimini büyüten 26A, 2016 yılında, tam bir yıl önce, bu bilgiyi çoğaltmak ve yaygınlaştırmak için yeni bir alan daha yarattı. İçerisinde kütüphane ve kitap okuma bölümleri, kesme biçme atölyesi, bilgi paylaşımı için farklı konulardaki aktarımların gerçekleşeceği kara tahtası ile birlikte üretmek ve yeni deneyimler oluşturmak için 26A Atölye’nin kapısını açtı. Devlet ve kapitalizmin rantsal dönüşümlerinin baskısıyla sıkıştırılan Taksim’de, serüvenin ilk başladığı yerde 26A Taksim’in üst katında.
Atölyede bir yıl içerisinde farklı diller ve farklı kültürlerden anarşizmin tarihine, kadın mücadelesinden halkların özgürlük mücadelelerine ve ekolojiye, tiyatrodan sinemanın ötekilerine, şiirden türküye, spordan oyuna, ritüel ve performansa, geçmişten günümüze devlet anlayışlarından alternatif öğrenim metodlarına, felsefeden arkeolojiye hatta mitolojiye dair yüzü aşkın aktarım gerçekleştirildi.
Bilginin her yerde, yaşamın her alanında olduğu farkındalığıyla, yaşamın her alanından, en ince detaylardan seçilen konu başlıklarıyla gerçekleştirilen aktarımlar, 26A Atölye’nin “Kara Tahta” bölümünde yapıldı. Kara tahta, çoğunluğun okulundan hatırladığı bilginin otoriter biçimde zorla empoze edildiği bir araç olarak görünebilir. Ancak atölye katılımcılarına bir dersliği, bir sıkışmışlığı, bir korkuyu, bir bilememe cezasını hatırlatmıyordu artık; tüm bunlara karşı koymanın bir yolu olmuştu. Tebeşirle yazılıp silindi ve bilgi sohbetle elden ele, dilden dile yayıldı.
Aktarıcı, seçtiği konuda akademisyen, yetkili, otorite olduğu için değil; o konuyu merak ettiği, araştırdığı, deneyimlediği ve paylaşmak istediği için aktarıcıydı. Eksik bıraktığı konu, başka bir aktarımda başka bir aktarıcı tarafından tamamlandı. Aktarımlara isteyen herkes, ücretsiz bir şekilde katıldı ve katılanlar, sadece dinlemek, o alanı tüketerek terk etmek için katılmadı; aktarılan bilgiye kendi bilgilerini de kattı.
Kolektif 26A senelerdir yarattığı anlayışı “Önce pratikle ve sonra o pratikte teoriyi bul!” sözüyle oluşturmuştur. Bir yıldır yine yeni bir pratikle, bilginin paylaşma ve dayanışmayla özgürce aktarımının mümkün olduğunu gösteren 26A Atölye, kapısını aralayan herkesi birlikte düşlemeye, düşünmeye, düşündüğünü de beraberce eylemeye çağırıyor. Kasım ayı itibariyle yeniden açtığı kapısının ardında, 200’ü aşkın kitaptan oluşan anarşizm kitaplığını okumaya ve tartışmaya, kesme biçme atölyesinde birlikte üretmeye, kara tahtasında özgür bilgi paylaşımlarına çağırıyor herkesi.
Dünyada alternatif olabilecek farklı modellerin yer aldığı gazetemizin bu sayısında, özgürlüğün yaratıldığı böyle zeminlerin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Bizler de Meydan Gazetesi olarak, herkesi bu zeminlere davet ediyoruz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bilginin, Paylaşma ve Dayanışmayla Özgürce Öğrenimi Mümkün! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ucuz İş Gücü Tutsak İşçiler – Murat Çıkrıkçıoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>16. yüzyıla kadar bütün iktidarlar tutsak ettiklerine fiziksel zararlar verir veya idam ederdi. Tüm bunları da toplumun yaşadığı alanlarda birer meydan gösterisine dönüştürerek yapar buna da suçu ve suçluyu “ıslah etme” derlerdi. Tutsak işçilik denilen yöntemin temelleri de 16. Yüzyılda atıldı. İşçilerden ve köylülerden daha düşük ücretle zorla çalıştırılan tutsaklar, iktidarların zenginliğini arttırmak için kimi zaman sürgün edilerek başka kıtalarda köleliğe zorlandı, kimi zaman madenlerde çalıştırıldı, kimi zaman taş kırdı, donanma gemilerinde kürek çekti.
Spor salonlarından bildiğimiz yürüyüş bantlarının hikayesinde bile tutsak işçilerin izleri var. Yürüyüş bantları ilk kez 1800’lü yıllarda yapıldı. Tekerleğe benzeyen bu alet elleriyle asılı demirlere tutunan tutsakların adımlar atıp bantları döndürmesiyle çalışıyordu. Tutsaklar yürüyüş bantlarında 6-7 saat aralıksız adım atıyorlardı. Tutsakların avluda “boş boş” durmasından etkilenerek geliştirilen bu alet sayesinde tutsak işçiler bir bir ölmeye, yaşam süreleri kısalmaya başladı. İşte ıslah etmek denilerek tutsakları köleleştiren bu tarz uygulamalar, geçmişten günümüze zaman zaman hafifleyen ama genellikle sertçe uygulamalar olarak varlığını bugünlere dek sürdürdü. Son birkaç yüzyılda devletler zorla çalıştırmayı tutsakları “hapis sonrası hayata alıştırmak” için yaptığını iddia etse de gerçeğin bu olmadığı ortada.
Şayet zorla çalıştırma, iddia edildiği gibi tutsakların yaşamını iyileştirseydi, bu kadar hapishaneye de bu kadar tutsağa da ihtiyacımız kalmazdı değil mi? Peki neden var? İktidarların dışarıda yaptığını içeride sürdürmek için olmasın yani daha fazla sömürmek için.
Tutsak işçilik yaşadığımız coğrafyada Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak cumhuriyetin ilanıyla beraber hız kesmeden devam etmiş bir uygulama. Her ne kadar TC Anayasası “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz, angarya yasaktır.” dese de maddenin devamı şu şekilde ilerler: “şekil ve şartları kanunla düzenlenmek üzere hükümlülük veya tutukluluk süreleri içindeki çalıştırmalar (…) zorla çalıştırma sayılmaz”. Yani devlet yine yasalarıyla sömürüyü kılıfına uydurmuş durumda. Bu durum tabi ki sadece TC için geçerli değil, BM ve Uluslararası Çalışma Örgütü’de (ILO) zorla çalıştırmayı onaylıyor. Şart ise şu: Bir mesleğiniz veya hastalığınız yoksa, çalışmak zorundalıktır.
Belirtilen işlerde çalışmak istemeyen tutsaklara yönelik uygulamalar ise oldukça sert. Zaten ekonomik olarak zor durumda olan tutsaklar yemek ve aydınlatma hariç her şey ücretli olduğundan gelirlerini bu yolla elde etmek zorunda. Elde ettikleri gelir de günlük 7-8 lira. Çalışmak istemeyenlere ise disiplin cezası uygulanıyor, ziyaret saatleri iptal ediliyor veya kapalı hapishaneye yollamak bir tehdit olarak sunuluyor. Üstelik devlet resmiyette tutsak işçilere aylık olarak 330 lira vermiş görünse de, 150-200 liradan fazlasını alabilmeleri mümkün değil. Haftada 5 gün 8 saat çalışması gereken işçiler, hafta sonu da çalışmak zorunda. Sigortaları ise sadece sembolik olarak var. Bir tutsak işçi 20 yıl çalışsa bile, tutsaklığı sona erdiğinde herhangi bir işçi gibi emekli de olamıyor. Devlet aslında tutsak işçilerin çalışma zorunluluğunu sağlayarak yegane amacını gerçekleştiriyor; ucuz iş gücü.
2006’dan bugüne çalışan tutsak işçi sayısı neredeyse üç kat artmış durumda. 1997’de 3214 olan tutsak işçi sayısı, 2016 yılında 50.343 olarak açıklandı.
2010 yılında 137/3 sayılı iş yurtları uygulamaları genelgesinin, “kurum dışı çalışma” bölümünde yapılan değişiklikle, artık her patron hapishanede üretim merkezi açabilecek konuma getirildi. Yani demek oluyor ki dışarıdan yetinmeyen patronlar içeride de bir yöneticiyle anlaşarak, düşük ücretle çalışma zorunluluğu olan yüzlerce çalışana sahip olabilecek, üstelik sigorta ödemeden prim vermeden.
Kendisi en acımasız suçlu olan bu kapitalist sistemin, “suç” işlemiş her bireyi ceza ve ıslah diyerek ucuz iş gücüne dönüştürmesinin adıdır tutsak işçilik. Fabrika veya hapishane fark etmeksizin emeğimizi ve yaşamlarımızı çalan kapitalizme ve patronlara karşı yapacağımız tek bir şey var: içeride de dışarıda da hücreleri parçalamak.
Murat Çıkrıkçıoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ucuz İş Gücü Tutsak İşçiler – Murat Çıkrıkçıoğlu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletleri Saran Bölünme Telaşı – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Galyalılar, Kimriler, Vaskonlar ve Ligürler olmak üzere dört farklı soyun yerleştiği Galya; kırktan fazla halk topluluğunun arasında bölünmek sureti ile komşusu Germania gibi bir konfederasyondu. Ona ilk anayasasını tabiat sağlamıştı, özgür halkların anayasası; birlik ise ona fetih ile beraber gelmişti ve sezarlarının eseri idi.”
P.J.Proudhon, Federasyon İlkesi
Proudhon’un Federasyon İlkesi’nde geçen Galya, sınırları Fransa devletinin bugünkü sınırlarından daha büyük bir alanı nitelemek için kullanılan bir isimdi. Kırktan fazla halk topluluğunu barındıran Galya, yerini tek uluslu Fransa’ya bırakmıştı. Son yıllarda artan küresel hegemonya mücadelesinin bir benzerinin yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşanmasıyla beraber Fransa benzeri ulus devletler ortaya çıkmıştı. Ulus devletlerle farklı coğrafyalarda yaşayan binlerce halk görünmez kılınmıştı.
Yakın süreçteki referandumlar, bu görünmezliğe devletlerin neden ihtiyacı olduğunu anlamak adına önemli bir yerde duruyor. Katalonya ve Başur Kürdistan’daki referandumlarda bağımsızlık, İtalya’nın iki bölgesinde de özerklik isteğiyle gerçekleştirilen referandumlar, şu anda dünyanın 80 bölgesinde yaşanmakta olan savaş ve çatışmaların iz düşümü niteliğinde. 21.yüzyılın “refah coğrafyası” olarak tahayyül edilen Avrupa’da da süren ekonomik krizler, söz konusu değişimlerin nedenleri arasında yer alıyor.
Şimdilerde, yaşanan bu değişimlere dair sorulan soruların başında, söz konusu hegemonya savaşının sonuçları olarak belirginleşen bağımsızlık ve benzeri taleplerin, geçen yüzyıldaki gibi mi sonuçlanacağı geliyor.
Küreselleşme ve Terörokrasi Dönemi
Küreselleşme süreciyle birlikte ulus devletlerin yapısında ve işleyişinde, önemli değişiklikler meydana gelmişti. Devletler arası etkileşim ve ilişkiler zamanla sivil topluma ve şirketler arası ilişkilere kaymıştı. Bu süreçte devletler yeniden inşa süreçleriyle, küresel şirketlerin müstakbel pazarlarına uygun olarak dizayn edilmeye çalışıldı.
Kırgızistan, Ukrayna ve Gürcistan’da 2000’lerin ilk on yılında yaşanan “renkli devrimler” bu “yeniden inşa” sürecinin deneyimlendiği örneklerdi. “Demokrasi, insan hakları” gibi kriterlerin temel alındığı bu süreç, daha sonrasında dikkatini, Arap milliyetçiliğinin düşüşe geçtiği Müslüman-Arap coğrafyasına çevirerek, bu ülkelerde var olan seküler-otoriter rejimleri, seçimle gelip seçimle gitmeye ikna olmuş, kapitalizmle barışık ılımlı muhafazakar devletlere dönüştürme hedefiyle “Arap Baharı’na” evrildi.
Ancak “beklenen bahar” bir türlü gelmezken, onun yerini Ortadoğu coğrafyasını 2010’ların başından beridir kasıp kavuran cihatçı terörizm aldı. 11 Eylül 2001 sonrası terörizme karşı başlatılan küresel savaşın sonuçlarından biri olan bu durum, bölgedeki sınırların değişimini tetikleyen dinamiklerden biri oldu. Terörokrasi sürecinde tüm bu yaşananlar, özellikle Suriye ve Irak’ta yaşanan savaşlara devletlerin 2013’ten itibaren daha direkt dahil olması ile Ortadoğu’da siyasal yapıyı değiştirdi. 20. yüzyılın başında belirlenen Irak, Suriye, Libya, Yemen sınırları 2001’den bu yana devam eden savaşlarla 15 farklı egemenlik alanına bölündü.
Birlik Olamayan Avrupa
Ortadoğu coğrafyasının sınırlarında, savaşlar nedeniyle yaşananlardan farklı olarak, ekonomik temelli ve bu savaşlarla dolaylı ilişki içindeki değişimlerin işaretleri Avrupa’da da görüldü. 2016’daki Brexit referandumuyla AB gibi ulus devletler üstü bir birlikten ayrılmaya “evet” diyen İngiltere’de yaşanan süreç, küreselleşme döneminin “parlayan yıldızı” AB’de yaşanan ilk büyük çatlak olarak değerlendirildi.
Brexit Referandumu ile AB’den ayrılma yönünde beliren eğilimde işsizlik, artan vergiler, savaşlar nedeniyle yaşanan göçmen akışı gibi ekonomik arka plana sahip nedenler bulunuyordu. Avrupa’da yaşanan ekonomik temelli ayrılık girişimlerine son olarak İtalya’da yaşanan özerklik referandumu eklendi. İtalya’nın ekonomik açıdan zengin bölgeleri, kuzeydeki Veneto ve Lombardiya’da gerçekleştirilen, ancak yasal bağlayıcılığı olmayan referandumlarda, Roma hükümetiyle vergilerin, iktisadi kaynakların yönetimi ve devri gibi ekonomik maddeler ön plana çıktı.
Küreselleşme, ulus devlet gibi kavramların tartışmaya açıldığı bir “geçiş dönemi”ni andıran bu süreçte, devletlerin bu kavramlarla kurduğu ilişki ve atfettiği anlamların da etkisiyle, farklı coğrafyalarda bağımsızlık ve özerklik talep eden hareketler meydana geldi.
İngiltere’nin yaşadığı Brexit süreci sonrası, İskoçya Bölgesel Hükümeti’nde bağımsızlık ruhu yeniden canlandı. 2014’teki referandumda İngiltere’den bağımsızlığa karşı oy kullanılmasına karşın, bölgesel hükümet 2018 sonbaharında bir kez daha bağımsızlık referandumu için sandık kurmayı planlıyor.
İtalya’daki Veneto ve Lombardiya referandumlarına benzer şekilde, yine ekonomik ağırlıklı nedenlerle Belçika’nın Flaman bölgesinde bağımsızlık düşüncesi dillendiriliyor. Flamanların ayrılması sonrası ise Belçika’nın yarıdan fazlasının ekonomik gücünü kaybedeceği, bu kopuş sonrası Fransızca konuşan Valonya’nın topraklarının Almanya ya da Fransa’ya katılması gündeme gelen ihtimaller arasında yer alıyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrası İtalya’ya katılan ve Mussolini döneminde İtalyanlaştırma şeklinde asimilasyon yaşayan Güney Tirol bölgesindeki bağımsızlık fikri ise, yine ekonomik bir arka plana sahip. AB’de Yunanistan’dan sonra, en yüksek borca sahip olan İtalya’da, ekonomik durumu iyi olan Güney Tirol, bu sorunlarla boğuşmak yerine, bağımsızlığı tercih ediyor.
Avrupa’da Bağımsızlık ve Özerklik Hareketleri
Avrupa’nın doğusunda Hırvatistan, Polonya, Romanya ve Çek Cumhuriyeti’nde özerklik ya da bağımsızlık talebiyle ortaya çıkan siyasi hareketler söz konusu. Bunlardan Hırvatistan-Slovakya sınırında bulunan İstria bölgesinde, merkezi yönetimin yetkilerinin yerele devredilmesi ve ulus-üstü tanınma talep ediliyor. Benzer şekilde Romanya’da Macar azınlığın yaşadığı Sekelistan ve Polonya’nın güneybatısındaki Yukarı Silezya bölgesinde yaşayan ve kendilerini etnik anlamda “Silezyalı” olarak tanımlayanların özerklik talebi var.
Çek Cumhuriyeti’nde ise toplam nüfusun yüzde 30’unu oluşturan Moravya’da Moravane adlı parti aracılığıyla 2005’ten bu yana bağımsızlık mücadelesi sürdürülüyor. Danimarka’nın da Bornholm ve Faroe adalarında özerlik talepleri Katalonya Referandumu’nun da etkisiyle bağımsızlığa evrilmiş durumda.
İngiltere işgali altındaki Kuzey İrlanda’da ise, 1920’den bu yana, bölgenin İrlanda’ya bağlanmaksızın bağımsızlığını savunan siyasi hareket, geçirdiği on yıllar boyunca önemli bir toplumsal destek sağladı.
Avrupa’nın güneyindeki bağımsızlık ve özerklik hareketleri daha çok etnik ve siyasi belirginliğiyle ön plana çıkıyor. Toprakları hem Fransa hem de İspanya devletlerinin sınırları içinde yer alan Bask bölgesinde 19. yüzyıldan bu yana bağımsızlık hedefli mücadele yürütülüyor. Üniter devlet yapısıyla bilinen Fransa’da ise, Korsika adasında 1960’lardan bu yana özerklik talep eden siyasi hareketler söz konusu.
Rusya’nın “Malorossiya’ları”
2014 Başlarında Doğu Ukrayna’da Rusya ile Ukrayna devletleri arasında yaşanan savaş sonrası bu bölgede Rusya Federasyonu etkisinde “devletçikler” kuruldu. Luganks ve Donetsk Halk Cumhuriyetleri aynı yılın 24 Mayıs’ında birleşerek Novorossiya (Yeni Rusya) Federal Devleti adını aldı. Geçtiğimiz yaz aylarında ise Rusya yanlısı ayrılıkçılar, isim konusunda “çıtayı yükselterek” Malorossiya (Küçük Rusya) adıyla yeni bir bağımsız devlet ilan edildiğini duyurdu. Ancak ilan edilen bu yeni devlete Rusya dahi temkinli yaklaşarak, Doğu Ukrayna sorununun çözümü için oluşturulan Minsk Anlaşması sürecine bağlı kalacağını duyurdu.
Aynı bölgede, devletlerin taraf olduğu çatışma ve gerilim noktalarından Kırım ve Sivastopol’da ise Rusya tarafından “hülle” yöntemiyle fiili ilhak gerçekleştirildi. 2014 Mart ayında, Doğu Ukrayna’da yaşanan savaş sırasında Kırım’a asker gönderen Rusya’nın etkisiyle, ileriki süreçte bir referandum yapıldı. Rusya’ya katılma kararının çıktığı referandum sonrası Kırım ve Sivastopol, Rusya’ya bağlı federasyonlar olarak ilan edildi.
Yine Ukrayna ile Moldova sınırları arasında yer alan ve Rusça konuşan Transdinyester bölgesi de Moldova’dan tek taraflı bağımsızlık ilan etti. Yaklaşık 500 bin nüfusunun 200 bininin Moldova ve Rusya olmak üzere çift pasaport taşıdığı Transdinyester, Rusya’ya katılmak istiyor.
Özerklik, bağımsızlık ve benzeri kavramların bütün dünya siyasetinin ana gündemini oluşturduğu bu süreçte, üniter yapıların içine girdiği sıkıntı, bu merkezi iktidar mekanizmalarını zorluyor. Hukuki el çabukluklarıyla aşılamayan sorunlar Katalonya ve Başur Kürdistan’da gördüğümüz gibi devletin şiddet aygıtlarıyla çözülmeye çalışılıyor. Üniter yapıların içerisine girdiği bu telaş, merkezi iktidar konumlarını kaybetmeleriyle ilgili.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletleri Saran Bölünme Telaşı – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-At Kılavuz: Arabuluculuk Düzenlemesi – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kullan-at Kılavuz Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
12 Ekim 2017 tarihinde kabul edilen 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu ile birçok kanunda değişikliğe gidilmiştir. Bu değişikliklerin en önemlisi ise zorunlu arabuluculuğun getirilmesi olmuştur. 25 Ekim 2017 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan kanunun zorunlu arabuluculuk sistemini düzenleyen maddeleri 3 ay sonra yürürlüğe girecek olup diğer maddeler 25 Ekim tarihi itibariyle yürürlüğe girmiştir.
6325 sayılı Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu’nda da arabuluculuk tarafların iradesine bırakılmışken yeni düzenlemeyle birlikte “bireysel veya toplu iş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade talebiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurulmuş olması” dava şartı haline getirilmiştir. Yani arabulucuya başvurulmaması halinde davanın esası incelenmeden usulden reddine karar verilecektir. Bahse konu olan durumları daha somut hale getirirsek kıdem, ihbar, kötü niyet tazminatı ve sendikal tazminatlar, ücret, ikramiye, fazla mesai, yıllık izin ücreti, prim, genel tatil ücreti alacakları, işe iade davaları için önce arabulucuya gidilmesi artık zorunlu.
Belirtmek gerekir ki iş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle açılacak olan maddi ve manevi tazminat davaları ve sigortasız çalıştırılan veya sigortası eksik yatırılan işçilerin açtığı hizmet tespiti davaları için arabulucuya gitmekse zorunlu değil.
İşçinin haklarına darbe vuran bir önemli değişiklik de zamanaşımı konusunda yapılmıştır. Bu kanun değişikliğiyle beraber tazminatlarda 10 yıl olan zamanaşımı süresi, bu yasa ile birlikte 5 yıla indirilmiştir. Yani iş sözleşmesinden kaynaklı istenecek tazminatın 5 yıl içinde (eskiden bu süre 10 yıldı) talep edilmemesi halinde işçi alacağını alabilmek imkansız hale gelmektedir.
İşe iade talebiyle açılacak davalarda iş sözleşmesinin feshinden itibaren bir ay içinde, diğer alacak davalarında ise yeni düzenlemeye göre 5 yıl içinde yetkili arabuluculuk bürosuna veya ilgili mahkeme yazı işlerine başvuru yapılması gerekmektedir.
Arabulucunun, görevlendirmenin yapıldığı tarihten itibaren uzatma süresiyle birlikte 4 hafta içerisinde başvuruyu sonuçlandıracağı hüküm altına alınmıştır. Uyuşmazlığın arabulucuda çözümlenememesi halinde dava açılabilecektir.
Arabulucununsa gerçekte işçinin hak ettiği alacağıyla işverenin teklifi arasındaki oransızlığı engellemeye yönelik nasıl bir eylemi olacak, bunu tahmin etmek zor değil. Diyelim ki kıdem tazminatı alacağınız 18 bin lira. İşverenin bu miktara ne kadar yakın bir miktar teklif edeceği ve işçinin de hak ettiği tutarın ne olduğunu bilmesi -eğer hukuki danışmanlık almıyorsa- çoğu zaman imkânsız olacağı için işveren “meseleyi” oldukça düşük bir miktara “kapatmış” olacaktır.
Hukuki düzenlemeler nasıl olursa olsun önemli olan işçinin, işveren karşısındaki gücü olduğu için bu topraklarda oldukça asgari seviyeye çekilmeye çalışılan örgütlenme oranları da düşünüldüğünde arabuluculuğun getireceği tek şeyin, işçinin uzun yıllar yargı önünde dolaştırılmasıyla gözünün korkutulup hakkının çok daha azına razı olmasına zorlamak olacaktır.
Hükümet eğer işçinin alacaklarına bu kadar değer veriyor olsaydı işçinin zar zor hukuki yoldan giriştiği grevin “ertelenmesi” yoluna giderek işverenin elini güçlü tutmaya çalışmazdı. 3 ay öncesinde devlet başkanının söylediği sözler hala aklımızda: “Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz.” Arabuluculuk düzenlemesiyle OHAL kapsamında olmasa da OHAL’in verdiği rahatlıkla greve gitmeyen işçinin dahi geç de olsa hakkın tam olarak almasının önüne geçileceği açıktır.
Av. Gökhan Soysal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kullan-At Kılavuz: Arabuluculuk Düzenlemesi – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>