The post WAL-MART: Seni Tüketmeye Çağırıyor – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>-Soru şu, kalp nerede?
Pekala, Wal-Mart’ın kalbini mi görmek istiyorsun, şuradaki plazma televizyonun yanında.
-Bu bir ayna.
Evet görmüyor musun? Wal-mart’ın kalbi bu, siz müşteriler.
Birçok şekle girebilirim Wal-mart, Kaymart, Target…
Ama ben tek bir şeyim: Arzu.
Southpark, Bir şey Wal-Mart Yönünden Yaklaşıyor
Wal-Mart dünyanın en büyük perakende satış devi. İlk marketini açtığı 1962’den bu yana giderek büyüyen bu dev, gıdadan giyime, eczadan silaha, kimyasal gübrelerden fotoğrafa kadar birçok ürün ve hizmeti bünyesinde barındırarak pazara girdiği her bölgede küçük üreticileri ve marketleri ortadan kaldırarak daha da büyüyor. Piyasaya girdiği her bölgede hem ekoloji mücadelesi veren grupların hem sendikaların hem de yerel halkın hedefinde olmasına rağmen, yaptığı hak ihlalleri ve yarattığı doğa tahribatı nedeniyle birçok kez ceza alıp milyonlarca dolarlık tazminat ödemek zorunda kalsa da, hala kar etmeye devam ediyor. Ford ve General Motors’un sanayide gerçekleştirdiği dönüşümü perakende satış alanında gerçekleştiren bu şirket, kurulduğu ilk günden bugüne “ilkelerinden” ödün vermeyerek büyüdükçe büyüyor. Wal-Mart’ın kurucusu Sam Walton ve haleflerinin bu “ilkeleri”ne şirketin internet sitesinde ulaşmak da mümkün, bu “ilkelerin” kime yaradığını görmek de.
Bütün Fırsatlar Wal-Mart’ta
“Dünya çapında 2.3 milyon çalışanı olan Wal-Mart hem kişiler hem de tedarikçiler için sonsuz fırsatlar sunmaktadır… Kadınların ekonomik bağımsızlığı… Küçük işletmelerin büyümesi gibi programları desteklemektedir.” *
Wal-Mart’ın kuruluşundan itibaren kullandığı “Her Zaman Düşük Fiyat” sloganını, 2017 yılında “Tasarruf Et, Daha İyi Yaşa” sloganıyla değiştirmişti. Slogan değişti, çağa ayak uydurarak “yaşadığımız hayatların aslında yeterince iyi olmadığını” bize hatırlattı ama aslında kuruluş ilkesini terk etmedi. Bünyesinde barındırdığı yaklaşık 1.4 milyon çeşit ürünü, piyasa fiyatının ortalama %15 daha altında satmaya devam etti. Böylece Amerika’da 1962’de Wal-Mart’ın açılmasından 2002’ye kadar, zincir market olmayan küçük işletmelerin sayısı %55 azaldı.
Kurucu Sam Walton bir keresinde şöyle demişti; “Düşük ücretler veriyorum, başarılı olacağız. Ne var ki bu işçi maliyetini düşürerek, düşük ücret modeli temeline dayanıyor.” Wal-Mart, Amerika’nın en düşük saat başı ücretine sahip; ama çalışanlarına %10 indirimle satış yapıyor, böylece onlara koklatarak verdiği parayı geri almayı da garantiliyor! Wal-Mart’ın bir tam zamanlı çalışanı, haftada 34 saat çalışıyor (yöneticiler tarafından keyfi olarak uzatılan ve kayıt dışı bırakılan saatler hariç) ve buna rağmen devlet destekli programlardan faydalanmak zorunda kalıyor. Böylece Wal-Mart işçilere vermediği parayı devlete ödetiyor.
Bu arada, Wal-Mart’ta işe girenlerin %70’i, ilk yılını doldurmadan ayrılıyor. ABD’de yaşayan her iki kişiden biri, hayatının bir döneminde Wal-Mart’ta çalışmış. Wal-Mart aynı zamanda kaçak göçmenler ve çalışma izni olmayanlara da kapısını açıyor, fakat sonra üzerlerine kilitliyor. Şirketin bu uygulamaları gündeme geldiğinde ise bazen ceza alıyor, bazen almıyor.
Wal-Mart ABD dışında Çin, Bangladeş ve Meksika’da da tedarikçiler aracılığıyla birçok iş olanağı sunuyor. Saati 1 dolar, günde 14 -15 saat! Elbette tüm bunlar Wal-Mart gibi işçiyi bedavaya getirmeye çalışan bir şirket için kaçırılmaz fırsatlar.
Her zaman düşük fiyatla, tasarruf etmeye çağıran Wal-Mart’ın bu ucuzluğunun nasıl mümkün olduğunu anlamak da zor olmasa gerek. Kurulduğu günden bu yana, bünyesinde sendikal faaliyetlere izin vermeyen şirket ABD yasalarına göre defalarca cezalandırılmış olsa da, hem verilen cezaların ailenin serveti karşısında mikroskobik olması hem de dava süreçlerinin yıllarca sürmesi Wal-Mart’a kazandırıyor.
Tüm bunların yanında Wal-Mart, işçilere “ancak hayatta kalmaları için yetecek para”yı verdiğini düşünerek; işçilerin faydalanabileceği bir kriz fonu oluşturmuş, böylece işçiler maaşlarının bir kısmını bu fona bağışlayarak herhangi bir işçi arkadaşının başına gelen bir kaza/felakette onunla dayanışma gösterebiliyor. 2004 yılında bu fonda işçilerin bağışlarıyla 5 milyon dolar toplanmış, Walton ailesi ile 6000 dolarlık bonkör bir bağış yapmış!
Sürdürülebilir Tüketim, Sürdürülebilir Sömürü
“Yaklaşımımız sıfır atık üretimi, %100 yenilenebilir enerji, kaynakları ve doğayı koruyan ürünler satmak…”*
-1999: Pensilvanya eyaletindeki Wal-Mart inşaatı, doğa tahribatı nedeniyle tamamen durduruldu.
-2001: EPA (Doğayı Koruma Derneği) Wal-Mart’ı Texas, Oklahoma ve Masachusetts’te Temiz Su Yasası’nın ihlalinden dolayı 1 milyon dolar para cezasına mahkum etti.
-2004: yine 9 eyalette Temiz Su yasasını ihlal etmekten 3.1 milyon dolar cezaya mahkum edildi.
-2005: Conneticut’ta EPA, 22 mağazadaki ihlallerden dolayı 1.15 milyon dolar cezaya çarptırıldı.
Bu cezaların yanı sıra farklı zamanlarda, Wal-Mart’ta satılan bazı aksesuar ve oyuncaklar içerisinde toksik maddeler olduğu açığa çıkmış, bu ürünler toplatılmıştı.
Küçük Kararlar – Büyük Zararlar
Amerikalı ekonomist Alfred Kahn 1966’da yayınladığı “Küçük Kararların Tiranlığı” kitabında; bireysel olarak, küçük ölçekli, kısa vadeli kazanç sağlama amacıyla alınan kararların toplamda -kümülatif olarak- ne ölçüde büyük ve topluluğun tamamını etkileyecek ölçekte zararlar yaratabileceğini örnekliyordu.
Kahn’ın iddiasının bir başka örneği gibi Wal-Mart’ta piyasaya girdiği her yerelde türlü türlü direnişlerle karşılaşıyor, fakat eylemlere, eleştirilere rağmen büyümeye devam ediyor.
Ürünlerin çok ucuza satılması, uzun saatler (bazı yerlerde 24 saat) açık olması, ürün çeşitliliği gibi avantajlarla rakiplerini fersah fersah geride bırakan Wal-Mart, kişilerin küçük çıkarları doğrultusunda aldığı, zararsız gibi görünen, küçük kararlarla varlığını sürdürüyor.
Wal-Mart’ın 1962’de perakendecilikte yeni entegre bir model kurması olağanüstü bir pazar başarısı olarak görülmüştü. Oysa bugün “Ucuz Fiyatın Yüksek Bedeli”, “Wal-Mart Çağı” gibi belgeseller, rüşvet skandalları, doğa katliamı cezaları, ırkçı ve ayrımcı uygulamalarıyla ipliği pazara çıkan bu şirketin “ilkeleri”nin geçmişi ve bugünü de sorgulanıyor.
Peki şimdi bu zincire her gün yeni bir halka eklenirken tüketen toplum, küçük kararlarıyla bu tiranlığı yeniden üretmeye ve büyütmeye devam mı edecek, yoksa aynaya bakıp bu devi ayakta tutanın kendisi olduğunu görerek bu devin çöküşünü mü izleyecek?
*Wal-Mart resmi internet sitesinden alınmıştır.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post WAL-MART: Seni Tüketmeye Çağırıyor – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hırsıza! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>20 yaşında, çaldıkları yaşının onlarca katında, ihtiyacı olanlara dağıttıkları da…
Yaşamın her alanındaki adaletsizlikler var ya, bu hırsızı 20 yılda öyle bir bilemiş ki, korktuğunu dahi eyleyebilenlerden olmuş. Başka şansı var mıymış ki? Yokmuş.
Yoksul bir mahallede doğmuş. Rezidansların gölgesinde, ne kadar tamir edilse de akıtan dökük çatıların altında, rutubeti eksik olmayan evlerde büyümüş. Büyüdükçe babasının sorumsuzluğunu, genç annesinin onca yükün altında bükülen belini, gerilen sinirlerini görmüş. Abileri desen her biri ayrı telden…
Okul desen; hoca döver, üst sınıf alt sınıfı ezer; gelemezmiş bizimki böyle şeylere. Başlamış erken yaşta çalışmaya, sömürünün dibini görmüş. Şiirdeki gibi “Çalışmış 15 saat, tükenmiş 15 saat. Yorulmuş, acıkmış, uykusamış. Babasına sövmüş patron, sıkmış dişlerini. Islıkla söylemiş umutlarını…” milyonlarcamız gibi. Hiçbir işte iki aydan fazla çalışamamış; fazladan çalıştıran patrona, oturup emir veren şefe, emeğini çalanlara hep arıza çıkarmış. Kavgasız ayrıldığı iş yokmuş yani. İşsizken parası yokmuş haliyle; parasız binmeye çalıştığı metronun-metrobüsün güvenlikleri tarafından tartaklanmış kaç kere, açken marketten cebine attığı çikolata başına -çorabı geç- kazak örmüş, su alan ayakkabısını bırakıp yenisini ayağına geçirerek çıkmaya çalıştığı mağazanın kapısındaki alarm ötmüş.
Bu arada, sıkılmış umutlarını yalnızca ıslıkla söylemekten, haykırmak istemiş; kendi gibileri bulmuş. Asıl hırsızı tanımış bizimki; devleti ve kapitalizmi iyi tanımış. Sokaklara çıkıp isyanını haykırmış kendi gibilerle. Kaldığı ev yine soğukmuş ama yüreği sıcakmış artık. Hırsızlığı da bırakmamış, sürdürmüş asıl hırsızlardan çalmayı; kendisinin ve kendi gibilerin ihtiyacı kadarını.
Önce neyle başlamış derseniz, pantolonunun bel kısmına sıkıştırdığı bir kaşarmış muhtemelen ya da cebine tıkıştırdığı bir çorap. Sonra büyütmüş işi biraz, kendi gibilere battaniyelerden elektrik süpürgelerine kadar birçok şeyi dağıtmış da dağıtmış. Kendi gibilerin çocuklarına oyuncaklar almış bir de, kendi çocukluğunda oynamak isteyip oynayamadıklarından; en afililerinden.
Yani bu hırsız zenginden alıp yoksula verenlerden, paylaşmayı ve dayanışmayı sevenlerdenmiş. Ee, bunlar da tutsak edilmek için yetmez mi? Yetmiş, tutsak düşmüş bizimki.
Onu dışarıdan içeriye iten nedenleri, içeride yeniden yaşıyormuş; şimdi de koğuş ağalarına kafa tutuyormuş aklınca. Bu kadar yazdık diye “kahraman” mıymış bu hırsız? Kahraman değilmiş, kahramanları da sevmezmiş zaten. Başta söylediğimiz gibi, adaletsizliklere karşı “korktuğunu dahi eyleyebilmeyi” öğrenenlerdenmiş, yani cesurmuş. Senmiş, benmiş, bizmiş; yani sıradanmış bu hikaye, bizdenmiş.
Hırsızı ve kendi gibileri çok güldüren videodaki gibi konuşuyormuş şimdilerde: “Yaptıklarımdan pişman değilim ha, aklım hala yapmadıklarımda!” Hırsıza selam olsun…
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Hırsıza! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletten Taşeron İşçiye Kadro Yalanı – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Partilerin her seçim öncesi vaatlerinden biri olan “taşerona kadro” vaadi, önceki genel seçimde AKP tarafından da dillendirilmişti. Bu vaadin üzerinden bir hayli zaman geçse de Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta “taşeron işçilere müjde” olarak duyurduğu düzenleme hakkındaki ilk bilgiler, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu tarafından açıklandı.
Tabi ki devlet yine şaşırtmadı. Yüz binlerce taşeron işçiyi ilgilendiren düzenlemenin beklentileri karşılayıp karşılamadığını ise, bakanın düzenlemeyle ilgili açıkladığı bilgileri biraz incelersek anlayabiliriz.
Sadece merkezi yönetimlerde çalışan yaklaşık 450 bin taşeron işçinin, son aldıkları ücret ve mali haklarla kadroya geçişini öngören düzenleme, nasıl bir müjde olabilir ki?
Kadroya geçmek isteyen taşeron işçilere hem güvenlik soruşturması hem de sınav şartının konması, maruz bırakılacakları bir başka zorluk olmakta.
Bu düzenlemede mevsimlik işçilere yönelik de maddeler yer alıyor. Bir yılda çalışma süresi 5 ay 29 günü geçmeyen mevsimlik işçilerin azami çalışma sürelerinin 9 ay 29 güne çıkarılması hedeflenmiştir. Ancak bu maddeyle mevsimlik işçilere bir garanti verilmemiştir ve mevsimlik işçiler daha kısa sürelerle de çalıştırılabilecektir.
Ayrıca belediyelerde çalışan taşeron işçiler, belediyeler tarafından kurulan şirketlere, yani belediye iktisadi teşekküllerine (BİT); il özel idarelerinde çalışan taşeron işçiler ise il özel idarelerinin iktisadi teşekküllerine geçirilecektir. Yani kadro sorunu yerel yönetimlerde de var. Özellikle HDP’li ve BDP’li belediyelerde çalışanların çoğu bu durumda. AKP’li belediyelere belli dönemlerde kadro açılsa da, partidaşlık yüzünden bu imkan diğer parti belediyelerine verilmiyor.
Yine bu düzenlemeyle Devlet Memurları Kanunu’nun 4. Maddesinin c fıkrasında tanımlanan “geçici personel”ler, 4-b’de tanımlanan “sözleşmeli personel” statüsüne alınacaktır. Ancak bu statüler, 657’ye tabi memurların hak ve ücretlerinden farklı ve düşük statüde oldukları için, bir kadro anlamına gelmemektedir. Yani kadro sorunu, yalnızca taşeron işçilerle sınırlı değil. Zaman zaman bu çalışanlara kadro açılacağı haberleri çıksa da bu henüz gerçekleşmiş değil.
Bir diğer kadrosuz kesim ise ek ders karşılığı çalışan sözleşmeli öğretmenler. Öğretmenlerin sorunu bununla da sınırlı kalmıyor. Öğretmen olmak üzere KPSS’ye giren ve sınavı geçen öğretmen adayları, yıllardır atanabilmek için bekliyorlar. Durumlarını bir çok kez yaptıkları eylemlerle dile getirmeye çalışan öğretmenlere devlet kadro ile değil çevik kuvvetle, gözaltılarla yanıt veriyor.
Tekrar altını çizmekte fayda var ki, devletin “taşerona kadro” söylemi sadece kamu personeli olarak çalışan işçilerle ilgili. Devlet kendi bünyesinde (merkezi yönetim ve yerel yönetim) çalıştırdığı işçilerin tanımını ve çalıştıkları yerleri değiştiriyor. Ekonomik sömürü ve adaletsizlikleri en derinden hisseden kesimlerden olan taşeron işçilerin sorununu, elbette tümüyle ortadan kaldırmıyor. Özel sektörde çalışan milyonlarca taşeronu ilgilendirmiyor bu düzenleme.
Sözün özü, devlet “taşerona kadro” vermiyor. Seçimlere yönelik bir ön çalışma olarak ortaya atılan “taşeron işçilere kadro verdik” vaadi, bir yalan olmaktan öteye gidemiyor.
Fırat Binici
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletten Taşeron İşçiye Kadro Yalanı – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post GİDER’den Öğrenci İşçi Anketi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Genç İşçi Derneği (GİDER), geçtiğimiz yıl AVM’lerde çalışan genç işçilere yönelik bir anket çalışması yapmıştı. Yapılan anket çalışmasının sonuçları muhalif basın da olduğu kadar ana akım basında da gündem edilmişti. Genç İşçi Derneği (GİDER), bu yıl yeni bir anket çalışması daha yapıyor; bu kez üniversiteli genç işçilere yönelik. Bizler de Meydan Gazetesi olarak yapılan anket çalışmaları hakkında GİDER ile sohbet ettik.
Meydan Gazetesi: Anket çalışmanız için neden bu kez üniversiteleri seçtiniz, neyi amaçladınız?
GİDER: Üniversitede okuyan, bir işte çalışan ya da çalışmayan -nüfusun %16,3‘ünü oluşturan- gençler; patronların ucuz iş gücü, geçici işçi, vasıfsız eleman olarak gördüğü, genç oldukları için en ağır işleri yükledikleri, hatta “ayak işlerini” yaptırdıkları kesimdir. Bir saatte yapılan bir işi yarım saatte bitirebilecek dinamiklikte oldukları için hep daha fazlası istenir genç işçilerden. Ne yapsa, ne kadar çalışsa da patronlar beğenmez işini. Çünkü senin gibi işçi olmak (iş bulmak) isteyen, “sırada bekleyen çok”. Bu yüzden hep en iyisini yapmak “zorundasın”. Sıkıntın sadece bu da değil. Hem okula gidiyorsun, hem harçlığını çıkarmaya çalışıyorsun; bunu elbette kimse gözetmiyor. İşe birazcık geç kalsan kesiyorlar yevmiyenden. Bunu yaparken de kovulmadığın için minnet etmeni bekliyorlar.
Anket çalışmamız sürüyor ama şimdiden çok fazla veri elde ettik. Topladığımız veriler bizi çok şaşırtmadı, aynı şeyleri yaşadığımız için anketi cevaplayan arkadaşların çoğu bizim düşüncelerimizi yansıtıyor: “Kendimize vakit ayıramıyoruz ve çok yoğun çalıştırılıyoruz.” Bunlar en büyük sorunlarımız. Zamanımızı sattığımız patronlar, şefler bizleri “daha verimli” kullanabilmek için vardiyaları en yoğun saatlere programlıyorlar. Aslında herkes bunun farkında. Bu yapılan o kadar meşru görülüyor ki; kimse ses çıkaramıyor, çözüm üretemiyor.
Biz de bu anket ile önce bir durum tespiti yapmak istedik. Neden üniversite? Kendimizden yola çıkarak bu anketi yapmaya karar verdik. Aynı sorunları yaşadığımız ve aşmaya çalıştığımız için, çözümleri de birlikte yaratmayı amaçladık.
Daha önceki anket çalışmanızı AVM’lerde gerçekleştirmiştiniz. Bu tercihinizin sebebi neydi peki?
AVM’leri seçmek çok zor olmadı aslında, zaten hepimizin aklında varmış; kolektif şekilde alınan bir karardı. Tüketim çılgınlığıyla kendini kaybetmiş tüketicileri ve çalışmaktan kendini kaybetmiş işçileri varken, en uygun yerlerden biriydi AVM’ler.
AVM’de mağazası olan her şirket, kurumsal kimliğiyle hareket ediyor. Ve kendi ürettikleri sistemde yollarını buluyor, işçiyi nereden nasıl sömüreceklerini profesyonelce biliyorlar. Her şey prosedürüne uygun işliyor yani.
AVM’lerde çalışan biz genç işçiler de “maaşım günü gününe yatıyor, sigortam kesintisiz ödeniyor, vardiyalarımı ayarlayabiliyorum” diyerek yapılan adaletsizlikleri görmezden gelebiliyoruz. İşe başlarken iş tanımında olmayan işler bize yaptırılmaya çalışılıyor ve bu durum olağanmış gibi gösteriliyor ama değil.
İşçi sayısının fazla olması da AVM’leri seçmemizin sebeplerinden biriydi. Bir anda birçok kişinin sorununu dinleyip dertlerinin ortağı olmak ve çözüm arayışına girmek nihai amacımızdı.
Anket sonuçlarınız ana akım ve muhalif medyada oldukça fazla ilgi gördü. Sanki böyle bir şeye ihtiyaç varmış. Siz de böyle düşünüyor musunuz?
Evet, böyle bir ankete ihtiyaç vardı. Yeni anketimize de aynı şekilde ihtiyaç var. Her yıl genç nüfusun yükselmesi için hamleler yapılıyor, daha fazla ucuz iş gücü ve sömürü istiyorlar. Yeni iş alanları açıldığı söyleniyor, TÜİK’in açıklamalarında istihdamın %44 arttırıldığı açıklanıyor, ama genç nüfusta (15-24 yaş) işsizlik oranı %20’ye yükseliyor ve her geçen gün yükselmeye devam ediyor. istihdam, iş gücü, işsizlik gibi bilgilere ulaşabileceğimiz neredeyse tek adres TÜİK, medya da TÜİK’in bilgilerini kullanıyor. Neden TÜİK’in tutarsız bilgilerine mahkum kalalım, doğru bilgiye ulaşmayalım, bu bilgileri yaymalım ki? İşte böyle başladık anket çalışmalarına.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bütün arkadaşlarımızı adaletsizliklere karşı birlikte hareket etmeye çağırıyoruz. Hepimiz mobbinge, düşük ücrete, yoğun işe maruz bırakılıyoruz. Derdimiz ekmeğimizi kazanırken adaleti bir kenara koyanlara karşı adaleti savunmak, birlikte mücadele etmek ve yaşadığımız bütün sıkıntılarımıza birlikte çözümler yaratmak.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post GİDER’den Öğrenci İşçi Anketi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Torbadayız – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Toplumun büyük kesimini etkileyecek olan yeni torba yasa, yani “7061 sayılı Bazı Vergi Kanunları İle Diğer Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” geçtiğimiz günlerde Resmi Gazete’de yayımlandı. 124 maddeden oluşan bu torba yasanın -uzun tartışmalarla da olsa- yürürlüğe girmesinin ardından, devlet, bütçe açığının 28 milyar liralık bölümünü bu düzenlemeler ile kapatmayı planlıyor. Olan, torbaya kapatılan ve nefessiz bırakılan biz ezilenlere oluyor.
Torbanın Dibinde Ne Var?
Tek tek yasalaştırılmaya çalışıldığında infial yaratacak meseleleri torba yasalarla oldu-bitti’ye getirmeyi rutinleştiren AKP iktidarı, daha önce de “öğrenci affı” geliyor diyerek gündem ettiği torba yasayla affın yanı sıra birçok zam maddesini sorunsuz bir şekilde geçirmiş, yaşamlarımızı zorlaştıran düzenlemeler yapmıştı. Ve bu tek örnek değildi, defalarca bu yöntemi kullanmıştı.
Kurnaz bir pazarcı edasıyla tezgahın önüne parlak elmalar dizen iktidar, çürükleri tezgahın ardına saklayıp torbanın dibine çürükleri, üste bir kaç tane de sağlam elma koyuyor. “Çalışanların ücretlerinin 2017 yılının son dört ayında bin 404 liranın altına düşmemesi için ilave asgari geçim indirimi sağlanacak.” maddesinin altına bol bol zam, yepyeni vergiler, özelleştirme ve ekolojik yıkım doldurarak çevirdiği tezgahını daimi kılmaya çalışıyor. Hoş, bu öyle bir tezgahtar ki, kimilerinin sağlam elma sandığının içi de çürük çıkıyor, “1404 liranın altına düşmemek”i lütfediyor.
Şurası açık ki, devleti devlet yapan şey çıkardığı yasalar ve bu yasaları uygulama biçimidir. Toplumu daimi bir şekilde kontrol etmenin yegane aracı yasalardır. Fakat amacı insanları kontrol altında tutmak olan yasaların bile, bu yasalara mahkum edilenlere az çok mantıklı gelecek şekilde düzenlenmesi usuldendir. Devletler işin bu kısmı için düşünmüş taşınmış, hukukçular bu konu üzerine tartışmalara girmişlerdir. Ki onlara göre bile torba yasanın elle tutulur yanı yoktur. Evet, yasa toplumların üzerinde bir zor aracıdır fakat torba yasa dedikleri şey; bu zorun en çıplak, insanın zekasını en fazla aşağılayan zor aygıtı olsa gerek.
Yasaların az da olsa akla yatkın olmasını bekleyen Quintus Caecilius Metellus Nepos ve Titus Didius isimli iki Roma konsülü Lex Caecilia Didia (Caecilius ve Didius Yasası) diye bir şey bulmuşlardır: “Aynı yasa tasarısında birbiriyle yakın ilişkisi olmayan konuların yer alması yasaklanmıştır. Bu şekilde, halkın kabul edeceğine inanılan teklifler, tek başına oylanırsa reddedileceği kesin olan tekliflerle beraber aynı yasa tasarısında yer alamaz.” demişler ve Roma Hukuku’ndan bu yana kullanılan bir ilke ortaya atmışlardır.
Fakat hukuk, tarih boyunca devletlerin keyfiyeti doğrultusunda kesip biçtiği bir şey olduğu için, bu tarz kurallar da devletin ihtiyaçları doğrultusunda bazen kullanılmış bazense kullanılmamıştır. Bugün bu topraklarda bu devleti yönetenler de, her alanda sürdürdükleri keyfiyeti, bu alanda da sürdürüp torba torba yasayı elimize tutuşturmuş; bizleri evimize doğru yollamıştır. Eve gidip boş buzdolabıyla, bekleyen kiralar ve keyifsiz bir yaşamla karşılaşan bizler ise elimizdeki torbaya bakıp torbanın içinde yasalar değil de kendi yaşamlarımızı görmüşüzdür.
Başka bir açıdan bakıldığındaysa, devlet tam da bu ilkeye uygun hareket etmiştir. Çünkü ezilenlerin torbaya tıkılması ve ezenlerin önünün açılması, torba yasalardaki her bir ayrı yasanın ortak konusudur.
İktidarın el çabukluğuyla geçirdiği torba yasalara, geçtiğimiz 5 Aralık’ta bir yenisi daha eklendi. Bakalım bu torbadan ne kadar çürük, ne kadar dışı sağlam içi çürük elma çıkmış?
Bu Kez Torbadan Neler Çıktı?
5 Aralık’ta Resmi Gazete’de yayımlanan torba yasa ile; Motorlu Taşıt Vergileri, aracın niteliklerine göre yüzde 10 ile 15 zamlandı. Kurumlar Vergisi 2018, 2019 ve 2020 yılları için yüzde 22’ye yükseltildi. Özel İletişim Vergisi yüzde 7.5’a çıkarıldı. Şans oyunları, yarışma ve çekilişlerde kazanılan ikramiyeler için veraset ve intikal vergisi yüzde 10’dan yüzde 20’ye çıkarıldı. Toplumun her kesimini ilgilendiren onlarca zam daha geldi.
Elbette indirimler de oldu. Mesela büyük inşaat şirketlerinin patronları sevindirildi. İmalat Sanayi yatırım kapsamındaki inşaat harcamalarında KDV iadesi uygulamasının, 2018 yılında da devam etmesine karar verildi. Türkiye Taşkömür Kurumu (TTK) ile Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) “özelleştirildi”. Böylece hem kömür patronlarının karına kar katıldı, hem de işçi katliamlarında devletin suçu şirketlere atarak kendini aklamasının önü açıldı. Madenciler içinse bu yasa, daha fazla ölüm demekti.
ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) izinleri ve ormanlarla ilgili olan iki madde ile, orman sahasında yer alan madenlerin kullanımında “ağaçlandırma bedeli” ve “orman arazi bedeli” başta olmak üzere herhangi bir bedelin, işletmenin açılışından itibaren ilk on yıl alınmayacağı kesinleşti. Dolayısıyla madenler artacak, ormanlar hızla yok olacak.
“FETÖ izlerini silme” bahanesiyle bütün ders kitaplarının toplanacağı açıklandı. MEB’in (Milli Eğitim Bakanlığı) açacağı ihalelerle, 2019 yılına kadar yeni kitaplar bastırılacak. Yani 518 derse ait milyonlarca kitap çöpe atılacak, yeni kitapları basanların cepleri dolacak.
124 maddeden oluşan torba yasanın sadece on maddesinden bahsettiğimiz halde içiniz sıkıldı, değil mi? Bizim de öyle. Kaldı ki, o kadar ağır yükün altındayken bir de bir torbaya tıkılan insanlar olarak içimizin sıkılması, hatta ve hatta nefesimizin kesilmesi çok şaşırtıcı olmasa gerek.
Oksijensizliğe Ne Kadar Dayanabiliriz?
Nefesimizi kaç dakika tutabiliriz ki? Çok değil, ortalama bir-iki dakika. Sağlıklı ve genç bir insan, nefesini üç dakikaya kadar tutabilir. Solunum aleti olmadan dalan dalgıçların durumu biraz daha iyi. 214 metre derinliğe dalıp 4,5 dakika nefes almadan duran Herbert Nitch adlı dalgıç, rekor kırmıştı. Dalgıçlar suyun derinliklerinde aşırı basınç koşullarında bu kadar süreyle nefessiz kalırken daha olağan koşullarda daha uzun süre nefes almadan durmak da mümkün. 2012’de Danimarkalı dalgıç Stig Severinsen bir yüzme havuzunda tam 22 dakika su altında kalarak rekor kırmıştı. Yani çok değil, torbayı yırtarak oksijeni yeniden ciğerlerimize doldurmak için yeterli değil. Yeniden rahatça nefes alabilmek, yaşamayı sürdürebilmek için başka bir yönteme, savunmaya ihtiyacımız var.
Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında Deniz Benol, “Kung Fu’da Gözlem ve Empati: Hayvanı Tekrarlamak” yazısında budist rahiplerin, savunmayı temel alan Kung Fu’daki teknikleri, gözlemleri sonucu hayvanları tekrarlayarak öğrendiğini anlatmıştı. “…Rahipler, saygı gösterdikleri bu canlıları gözlemlemiş ve onların nasıl kavga ettiklerini, nasıl yemek bulduklarını ve bir tehdit altındayken kendilerini nasıl savunduklarını dikkatle incelemişlerdir. Bu gözlemler sonucu, ilk olarak Kung Fu’daki beş hayvan (kaplan, turna kuşu, peygamber devesi, yılan, maymun) tekniğini oluşturmuş; sonraki zamanlarda yine hayvanları gözlemleyerek bu tekniklerin arasına sayısız teknik eklemişlerdir…”
Nefes Alamıyorum Deme, Tüysüz Köstebek Faresi Ol!
Bilinen tüm memelilerin beyin hücreleri oksijen açlığına maruz kaldığında, vücutları enerji kaybetmeye başlar; hücreleri ölmektedir. Ama tüysüz köstebek farelerinin her zaman bir yedek planı vardır.
Tüysüz köstebek farelerinin beyin hücreleri, sadece bitkiler tarafından kullanılan metabolik yol vasıtasıyla oksijensiz halde enerji üreten fruktozu yakmaya başlar. Kolay bir şekilde metabolizmanın bazı temel yapı taşlarını düşük oksijen koşullarına uygun hale getirmek için yeniden düzenler. Dakikalar içerisinde bir insanı öldürmeye yetecek düşüklükteki oksijen seviyesinde hareket durumunu koruyup, enerji tasarrufu için solunum hızını ve nabzını hatırı sayılır derecede yavaşlatırlar ve ortamdaki oksijen seviyesi tekrar solunum için yeterli olana kadar fruktoz kullanımını sürdürürler.
Bizler de bu oksijensiz ortamdaki sıkışmışlıkta paniklemek, korkuya ve hatta umutsuzluğa kapılmak yerine torbadan çıkabilmek için tüysüz köstebek faresini tekrarlayalım. Yaşamayı, torbayı kemirerek geçirdiğimiz sürede hayatta kalmayı ve torbadan çıkmayı becerebilirsek kaplan tekniğini kullanarak devleti parçalamasını iyi biliriz. Yani dört yanımızı baskılar, dayatmalar, yasalar, yasaklar sarsa da; umut hala var!
Mercan Doğan
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Torbadayız – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sanal Da Olsa Para Paradır – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“000000000019d6689c085ae165831e934ff763ae46a2a6c172b3f1b60a8ce26f”, yani “Maliye Bakanı Alistair Darling, bankalar için ikinci iflastan kurtarma paketini hazırlıyor”. Bu şifre, bitcoin veri tabanında bulunan ilk kaydı oluşturuyor. Yarattığı yeni para birimi için İngiltere’deki Sunday Times Gazetesi’nin 3 Ocak 2009 tarihli manşetini kullanan Satoshi Nakamoto lakaplı mühendisin aslında kim olduğu, bugün hala kesin olarak bilinmiyor. Ancak Satoshi’nin bugünkü değeri 20 milyar ABD dolarına yakın olan 1 milyon “bitcoin”e sahip olduğu hesaplanıyor.
İngiltere’de 2007’de başlayan finansal krizin ardından, adı zaten yolsuzluklara karışan İşçi Partili maliye bakanının, bankalara milyonlarca sterlin daha hibe etmesinden memnun olmadığı anlaşılan Satoshi, bitcoin’i duyurduğu makalesinde, kredi kartlarıyla zaten günlük yaşamda kullandığımız elektronik para için, banka gibi bir aracı gerektirmeyen, bireyden bireye aktarılabilen bir sistem olması gerektiğini anlatıyor ve bunun için gereken yazılım kodunu paylaşıyor. Blockchain denilen ve bugün bitcoin ve benzeri yüzlerce para biriminin temelini oluşturan bu teknoloji sayesinde, para transferi için sadece bankalar değil, herhangi bir aracı ihtiyacı ortadan kalkıyor.
Blockchain Teknolojisi
Para transferinde aracıyı ortadan kaldırmak için, bütün transferler, “A’dan B’ye 0.0001 bitcoin” gibi kayıtlarla, herkese açık bir veri tabanına kaydedilir. Bu kayıtta A ve B’nin kime ait olduğu bilinmez ve bu kaydı ancak A, kendi şifresini kullanarak yazabilir. A bu kaydı yazdıktan sonra, bu kaydı herkes görür ve kayıt değiştirilemez. A hesabında para kalmadıysa, bu sefer A’dan C’ye transfer yapmak mümkün değildir.
Bitcoin hesap numarası da bir merkezden alınmaz, sadece kendi belirlediğimiz bir şifreden ibarettir. Her işlem için yeni bir hesap numarası kullanılabilir.
Mevcut bitcoin sistemlerinde 10 dakikada bir yeni bir kayıt oluşturulur. Bu yüzden işlem kapasitesi saniyede 14 gibi çok düşük bir sayıdır ve örneğin bakkaldan ekmek almak için kullanılamaz. Ancak önümüzdeki yıllarda bunun değişeceği tahmin ediliyor.
Blockchain’in en önemli özelliği internet erişimi kısıtlanmadığı sürece durdurulamamasıdır. Veri tabanı tek bir merkezde değil, binlerce bilgisayar tarafından ortak yazılır. Bu kayıtları yazmak için bilgisayarda uzun süren şifreleme işlemleri yapılması gerekir. Bu işlemleri yapıp kaydı yazan bilgisayara ödül olarak birkaç kuruş verilir. Kayıt yazıldıktan sonra, onu değiştirmenin maliyeti, harcanan elektrik hesaba katıldığında ödülünden çok daha fazladır. Bu yüzden binlerce bilgisayar 10 dakika içinde yeni bir kayıt yaratmanın peşinde koşar. Bu bilgisayarlara madenci denir.
Bitcoin ilk ortaya çıktığında, herkes kendi bilgisayarında madencilik yapabiliyordu, şimdi onlar milyoner oldular. 10 dakikada bir veri tabanına kayıt yazmak için rekabete giren bilgisayarlar gittikçe güçlendi ve özel donanım kullanmaya başladılar. Bugün bitcoin madencisi olmak, bir bilgisayardan çok daha fazla yatırım gerektiriyor.
Ucuz elektriği sayesinde dünyanın en büyük bitcoin madenleri Çin’de bulunuyor. Dünyanın en büyük madencisi olan ve işlem gücünün %30’unu sağlayan şirket, Pekin merkezli “Bitmain”. Ancak Çin, kendi blockchain para birimi üzerinde çalışıyor ve Yen dönüşümü yapan siteleri kendi vatandaşlarına engelledi. Şirketin 23 milyon dolarlık elektrik ve diğer harcamalarına karşılık 77 milyon kar ettiği tahmin ediliyor. Dünyadaki bütün bitcoin madencilerinin 9 yılda yaptığı ciro, 2 milyar dolar değerinde.
Bitcoin ve Kirli İşler
Bitcoin’i ilk kullananlar arasında, para transferini devletten gizlemek isteyen mafya, silah kaçakçıları, uyuşturucu satıcıları da vardı. Karanlık işlerin pazarı Silk Road’da kullanılması ile birlikte bitcoin bunlarla birlikte anılmaya başladı. Bilgisayardaki dosyaları kurtarmak için fidye isteyen virüslerin mağdurları bir yılda 18 milyon dolarlık bitcoin ödediler.
Ancak ilk yıllarda sanıldığı gibi, bitcoin kullanıcıları tamamen gizli kalamıyor. 2015’te, Silk Road’un yaratıcısı Ross Ulbricht, çalıntı bitcoin’leri aklayan Tomáš Jiříkovský, saadet zinciri kuran Trendon Shavers, FBI tarafından yakalandı.
Bitcoin’in Değeri
Bugün neredeyse tüm para birimlerinde olduğu gibi, bitcoin’in değeri de, ona olan arz ve talep üzerinden hesaplanıyor. Değeri sürekli yükselen ve çoğu uzmanın balon olarak tanımladığı bitcoin, bir yandan CME gibi dev finans kuruluşları tarafından riskli ve yüksek getirili bir fon olarak satılıyor.
Çoğu devlet ve banka, bitcoin’e para olarak değil, altın ya da hisse senedi gibi bir yatırım aracı olarak bakıyor. Bu yüzden, örneğin ABD vergi kuruluşu IRS, kazançlar üzerinden vergi alacağını açıkladı ve alım satım sitelerinin en büyüklerinden biri olan Coinbase’den 10 bin hesabın bilgilerini mahkeme yoluyla aldı. Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya’nın açıklamalarına göre dijital paralar üzerine çalışması için bir grup oluşturuldu ve yakında TC devleti de buradan vergi toplayabilir.
Bitcoin Rüyası
İlk ortaya çıktığında bankalardan, hatta devlet kontrolünden kurtulacaklarını söyleyenlerin şimdi pek sesleri çıkmıyor. Elektronik para, ne takipten, ne vergiden, ne de sermayenin spekülasyonlarından kaçabiliyor. Belki de bankalardan kurtulmanın en iyi yolu parayı tamamen reddetmektir.
Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sanal Da Olsa Para Paradır – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Mülkiyet Hırsızlıktır – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Şayet ‘Kölelik nedir?’ sorusuna ‘kölelik cinayettir’ deseydim, ne kastettiğim anlaşılırdı. Bir insandan düşünme yetisini, iradesini, şahsiyetini almak kudretinin hayat memat meselesi olduğunu ve bir insanı köleleştirmenin onu öldürmek olduğunu göstermek için uzun söze gerek olmayacaktı. Öyleyse ‘Mülkiyet nedir?’ sorusuna, niçin ‘hırsızlıktır’ diye cevap veremeyeyim; ne de olsa ikinci soru ilkinin şekil değiştirmiş halinden ibaret değil mi?”
Proudhon, o ünlü “Mülkiyet, hırsızlıktır” cevabını sona bırakmak yerine daha kitabın başında vermektedir. Mülkiyet üzerine o döneme kadar yazılmış en derinlikli çalışmasıyla Proudhon, “Genel kabul gören ve siyasal inanç sistemimizi özetlemek gibi tartışılmaz bir meziyete sahip bir ilkeyi yıkmak, davayı kazanmaya yetmez; onun zıddı olan olguyu tesis etmek ve bu ilkeden çıkacak sistemi formüle etmek de gerekir” diyerek “derhal uygulanabilir bir sistem” olarak tarif ettiği kendi önerisine de yer vermektedir. Proudhon, kitap boyunca mülkiyeti birçok yönden inceleyerek mülkiyetin birinci sonucunun (hırsızlık) yanı sıra ikinci sonucunu da dillendirmektedir: “Mülkiyet, despotluktur”. Ve 1840 yılında yayınlanan bu kitabın çok önemli bir başka özelliği de Proudhon’un “hangi hükümet sistemini tercih ettiğine” yönelik soruya verdiği cevaptır: “hiçbirisine, Ben anarşistim”.
Hakkında bilgi verilen kaynaklarda siyasi kimliğinden bahsetmeden Fransız ekonomisti olarak adlandırılsa da Proudhon “Mülkiyet Nedir?” kitabında olduğu gibi birçok kitabında hayatın her alanına ilişkin söyledikleriyle bir ekonomistten fazlası olarak belirmektedir. Özellikle içinde bulunduğu zaman diliminde entelektüel tartışmaların odak noktasını oluşturan siyasal iktisatçıların tartışmalarından da bu yönüyle ayrılmaktadır. “Mülkiyet Nedir?” kitabında sadece mülkiyetten veya zilyetlikten bahsedilmemekte; emek, adalet, toplum, ahlak ve birçok başat konu, enine boyuna tartışılmaktadır.
Proudhon konuya yaptığı girişle okuyucuyu şaşırtarak verdiği örneklerle akıllarda kalan soru işaretlerini silmektedir. Bu yüzden okuyucunun ön yargıyla değil Proudhon’un söylediklerini değerlendirerek hareket etmesi gerekmektedir.
Mülkiyeti savunanların yazdıklarını da alıntılayarak savunma noktalarını açığa çıkartan Proudhon, kitap boyunca mülkiyeti savunmak için getirilen her akıl yürütmenin (eşitlik, ihraz hakkı, emek…) mülkiyetin yadsınmasına götüreceğini ve mülkiyetin olanaksızlığını belirtmekte ve bunu da birçok örnekle kanıtlamaktadır. Mülkiyeti savunanların dahi başvurmak zorunda kaldığı temel kavram adalettir. Adaletin önemini şöyle tarif etmektedir Proudhon: “İnsanların arasında olup biten her şey hak hukuk namınadır, içine adaletin karışmadığı hiçbir şey yoktur. Adalet hiç de yasanın hizmeti değildir. Tersine yasa, insanların çıkar ilişkileri içinde bulunduğu her durumda hak olanın ilanından ve tatbikinden öte bir şey olmamıştır asla.”
Hırsızlığın ve despotizmin koruyuculuğunu üstlenmiş olan yasalar, yüzyıllardan beri yoksulluğun temel nedeni olan mülkiyeti korumaktadır. Sistem, günümüzde de gözleri bağlı adalet tanrıçalarının süslediği sarayların içine adaleti tıkarak işlemektedir. Mülkiyetin neden olduğu yoksulluk, “adalet”in şu anki görünümüdür.
Toplumun adalete olan açlığının yine toplum tarafından giderilebilmesi için öncelikle mülkiyetin kaldırılması gerekir ve bunu derhal yapmak gerekir. Mülkiyetin savunmanın devrimi reddetmek olduğunu vurgulayan Proudhon, bu kitapta onun için mülkiyetin zıddı bir olgu olan zilyetliği tartışmaya açmaktadır. Formülün ne olduğu tabi tartışılabilir ama tartışılmayacak olan şey mülkiyetin bir an önce kaldırılmaya başlanması gerektiğidir. Proudhon’un söyledikleri, gerçeklerden uzakta aranacak birtakım hayaller değil, bir an önce uygulanmaya başlarken dikkat edilmesi gereken şeyler olmaktadır.
Evet, mülkiyet hırsızlıktır. Sistem hırsızların sistemidir. Herkese ait olan şeyleri ve insanların iradelerini çalmak üzerinden yükselen sistem, kendisine yönelik saldırıya da polisiyle, hukuk mekanizmasıyla ve hapishaneleriyle karşılık vermektedir.
Sistem, mülkiyete saldıranları “hırsız” diye yaftalayarak insanı toplumdan soyutlamaktan başka bir amacı olmayan hapishanelerine atmaya çalışmaktadır. Ancak özgürlük, ne süslü sarayların içerisinde kaybolabilecek bir şeydir ne de hapse atılabilir. Aslında kendileri hırsız olan mülkiyet savunucuları, kendi kutsallıklarına karşı yöneltilen her adalet talebini yasalarıyla yönetmelikleriyle hapishanelerde boğmaya çalışabilir. Çalışacaktır. Tarihten hiç almadığı bir ders varsa, o ders, ezilenlerin dayanışması ve direnişi karşısında tankıyla, tüfeğiyle, hapishanesiyle de olsa hiçbir biçimde duramayacağıdır.
Gökhan Soysal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Mülkiyet Hırsızlıktır – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yolsuzluk Yarışı – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>2019’dan önceye alınacağına dair yorumların arttığı seçimler öncesi, muhalefet ve onun tarafından “köşeye sıkıştırılmaya” yönelik adımlarla karşı karşıya kalan iktidar arasında, geçtiğimiz ay içinde karşılıklı hamleler yapıldı. Bu hamlelere, ABD’nin açtığı “Zarrab Davası” da eklendiğinde, AKP’nin “iç ve dış düşmanlar” söyleminin kaçınılmaz olarak yükseldiğini gördük.
AKP’nin retoriğinde 2015’ten bu yana ağırlığını arttıran “yerli ve milli” vurgusuna karşı, bu söylemi boşa çıkarmaya dönük olarak -önce Paradise, sonrasında Man Adası belgelerinde- Erdoğan, Yıldırım ve aile bireylerinin vergiden muaf off-shore hesapları ifşa ediliyordu. Paradise ve Man belgeleri açıklanmadan önce yapılan vergi zamlarına yönelik muhalefet tarafından gerçekleştirilen bu “nokta atışı” belgelerin sahteliği-gerçekliği üzerine odaklanan tartışmalar, meselenin bağlamından koparılarak bu “hamlelerin” boşa düşürülmesi, iktidarın hanesine “artı” olarak yazıldı.
Zarrab Davası’nda ise yine yerlilik-millilik vurgusunu içeren “anti-ABD’ci” söylemin, 16 Nisan’da oluştuğu varsayılan Hayır Bloku’nun bölünmesine yönelik bir strateji taşıdığı söylenebilir. Kaldı ki, devletin Rıza Zarrab tutuklandığında “bizi ilgilendiren bir konu değil”, davanın başlamasına yakın Zarrab için ABD’ye nota vermeye varan, itiraflara başlayınca ise aynı şahsın “ajan” ilan edilmesi şeklinde gelgitler içeren bu “tavrı” Saadet ve Vatan Partisi gibi “Hayır Bloku’nun” farklı cenahlarınca sahiplenildi.
Ancak, iktidarın iç ve dış düşman tanımlarında belirginleştirdiği öznelerden gelecek “salvoları” salt siyasi hamlelerle geçiştirmesi, Zarrab Davası söz konusu olduğunda mümkün olmayabilir. Dava sonuçlandıktan sonra, ABD’nin İran’a yönelik ambargosunun delinmesinde kullanılan Halk Bankası üzerinden TC’ye uygulanabilecek bazı ekonomik yaptırımlar, halihazırda kırılgan olan ekonomi üzerinde önümüzdeki süreçte daha da olumsuz etkiler yaratabilir. Keza geçtiğimiz günlerde açıklanan kağıt üzerindeki “ekonomik büyüme” raporu, olası bir mali krizi gerçeklikten kopuk bu rakamsal verilerle savuşturmaya yönelik bir hamle olarak okunabilir. Bu da, ABD’de Trump’ı bile koltuğundan etme potansiyeline sahip olduğu söylenen Mike Flynn gibi bağlantıları nedeniyle, New York’ta görülen davayı, iç politika getirilerine mal ederek hukuksal zeminden -“Türkiye’nin hedeflendiği” söylemiyle- siyasi bir zemine çekmeye çalışan iktidarın, ciddi bir strateji hatası yaptığına işaret ediyor.
Zarrab Davası, ilk günlerdeki sıcaklığını yitirmeye yüz tuttuğu sırada, devletin -henüz tasfiye edilmemiş- tek muhalefet partisi konumundaki CHP’ye yönelik gerçekleştirilen, belediye başkanının görevden alındığı “Ataşehir” hamlesi ise, hem ufuktaki seçimler, hem Ataşehir gibi yükselen bir rant merkezinin kontrolünü ele geçirme, hem de gücünü belediyeler dahil tahkim etmeyi hedefleyen parti-devlet rejiminin inşası bağlamında değerlendirilmeli. Önümüzdeki günlerde başka bazı CHP belediyelerine uzanması beklenen Ataşehir benzeri soruşturmalar, söz konusu belediyelerde yolsuzluk yapıldığına dair bir kamuoyu algısı yaratmayı hedefliyor. Böylece Man Adası, Zarrab Davası gibi açıkları nedeniyle iktidarın “üzerine gelen” muhalefet partisi, yaklaşan seçimler öncesi, “yolsuzlukların odağı” olarak gösterilirken, diğer taraftan “tonunu düşürmediği” taktirde kendisini, el konulan HDP belediyeleri benzeri bir akibet beklediği imasıyla tehdit ediliyor.
Şu anda kendisini CHP ve benzeri siyasi odaklarda belirginleştiren muhalefet algısının, bunun gibi şantaj siyaseti karşısında geri adım atması da önümüzdeki süreçte kimse için şaşırtıcı olmasa gerek. Halihazırda resmi ve resmi olmayan iki denetleme mekanizmasının (meclis-medya) iktidarın kontrolünde olduğu bir siyasi atmosferde, Paradise- Man Adası belgeleri- Zarrab Davası üzerinden iktidarı “yıpratmaya” girişen söz konusu muhalefet, devletin yolsuzluklarının ayyuka çıktığı ve medyanın da bu denli kontrolde olmadığı 17-25 Aralık sonrası, iktidar tarafından davet edildiği “seçim minderine” çıkmakta sakınca görmemiş, hatta yolsuzlukların ve öncesinde Gezi’de katledilenlerin “hesabının” orada sorulacağı illüzyonuna kapılmıştı. Ancak önümüzdeki süreçte Man belgeleri, Zarrab davası ve benzerlerinin, iktidarın yükseltmeye çalıştığı duvarı aşındıracağını da göz ardı etmeden, başka bir direniş hattı kurmak gerektiği, bu illüzyonun karşısında bir gerçeklik olarak duruyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Yolsuzluk Yarışı – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Şüpheliyiz – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Suçsuz Olduğu İspatlanana Kadar Herkes Suçludur”
Tiyatro eğitimlerinde kullanılan bir yöntem vardır. Buna “güven oyunu” denir. Ekipten iki kişi karşılıklı dururlar, ortalarına bir kişi geçer ve gözlerini kapatarak kendisini arkaya ve öne doğru bırakarak diğerlerinin onu tutmasını bekler. Ötekiler onu tutmazlarsa yere düşecektir. Ortadaki, diğerlerine güvenmek zorundadır. Aslına bakılırsa bu bir güven testidir. Gözlerini kapatarak içindeki bütün şüpheyi silip kendini arkadaşlarının kollarına bırakabilen kişi sahnede rahattır, rolünü artık özgürce ve güven içinde kotarabilecektir. Aksi durumda ise hem oyuncular hem de seyirciler keyifsiz, tutuk, ahenkten uzak bir performansla zamanlarını ziyan etmiş olacaklardır.
Her ne kadar düşünce tarihi açısından önemli bir enstrüman ve kişinin gerçeğe ulaşması konusunda ısrarcı bir yardımcı olsa da “şüphe” insan ilişkileri açısından oldukça yıpratıcı bir duygudur. Çevresindekilerle bir güven ilişkisi oluşturamamış, her şeyden işkillenen, bir yerden geleceği kesin olan ama ne zaman belireceği belli olmayan bir tehlikeler yumağının arasında kalmış kişiler ya da kimsenin kimseye güvenmediği, her şeyin potansiyel tehlikelere göre düzenlendiği toplumlar; tıpkı yukarıda bahsettiğimiz oyunda olduğu gibi keyifsiz, tutuk ve ahenkten uzak bir yaşamın mimarı olacaklardır.
Şüphelenmek isteyen için her şey bir şüphe kaynağı olabilir. Dünyadaki her şeyin sahip olanlar ve sahip olunanlar olarak ayrıldığı bir uzamda ise en çok “sahip olunan şeyi kaybetmek” şüphesi hakimdir. Kimi sevgisini kaybetme, kimi servetini kaybetme kimisi de gücünü kaybetme şüphesi içinde hem kendini hem de çevresinde olup biten her şeyi kurutur. Tarih ve söylenceler böyle hikayelerle doludur.
Bu hikayelerden en bilineni Caligula’nın hikayesidir. Asıl adı Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus olan Caligula, M.S 37-41 yılları arasında Roma’ya hükmetmiş ve insanlara yaptığı ve yaptırdığı işkencelerle, katliamlarla adı “deli kral”a çıkmıştır. Marifetleri arasında, kendisine hakaret ettiğini sandığı bir aileyi babalarından başlayarak, en küçük çocuğuna kadar herkesin gözü önünde, işkenceyle öldürtmesi, kel olduğu için kendisine yukarıdan bakılmasını yasaklaması ve Roma İmparatorluğu’nda yaşayan tüm erkeklerin zorla saçının kesilmesi gibi absürt ve korkunç örnekler sayılabilir. Caligula’nın en büyük tedirginliği ise üzerinde oturduğu tahtı ve gücünü kaybetmekti. Bu şüpheyle kıvranan kral bir suikaste uğrayacağı endişesiyle birçok kişiyi öldürtmüştür. Ama bu 4 senenin sonunda “kendini gerçekleştiren kehanet” vuku bulmuş, en yakınındaki adamlar tarafından öldürülerek cesedi köpeklere verilmiştir.
İsveç Kralı 14. Eric de Caligula ile aynı kaderi paylaşmıştır. Onun insanlardan şüphesi öylesine derindir ki, kendisine uzaktan gülümseyen veya çevresinde fısıldaşan herkesi kendisine komplo kuruyor endişesi ile öldürtmüştür. O çok sevdiği tahtını kaybetmesine neden olan şey ise arsenik zehirlenmesidir.
Dikkat ederseniz yukarıdaki hikayelerin ortak noktasını kaçırmazsınız. Tarihte şüphe ile anılan birçok şey, belki de her şey “gücünü yitirmeme” ya da en kötü ihtimalle sahip olunan bir şeyi kaybetmeme endişesini taşır. Sahip olunan şeyin kudreti büyüdükçe şüphe oranı artar, karısını kaybetmek istemeyen bir erkek bir kişiyi, iktidarını kaybetmek istemeyen bir devlet adamı binlerce kişiyi öldürebilir. Dükkandaki küçük kasasını korumak için kapının önüne demir parmaklık yaptıran esnaf için sadece “hırsızlar” şüpheliyken, bankalara balya balya para aktaran bir iş adamı için herkes “hırsız”, en iyi ihtimalle şüphelidir.
İşte tam da bu yüzden, şüphe denilen şeyin tohumları en fazla şeye sahip olanlar tarafından atılır. Parasıyla, askeri gücüyle ve güçlü propaganda yöntemleri ile toplumlara yön verme kabiliyeti sahip muktedirler, kendi hastalıklarını topluma bulaştırırlar. Yazının başında da söylediğim gibi, herkesin birbirinden şüphelendiği bir toplum ahenkten yoksundur. Bu toplumlarda ortaklıklar azalmış, değerler yok olmaya yüz tutmuş, binlerce yıldan beri yaşamını beraber ören insanlık birbirine düşman kesilmiştir. Bu ağır şüphe sarmalı toplumlarda güvenlik kaygısını arttırmış, devlet tarafından eklenen her bir yeni güvenlik önlemi çevreyi daha da güvensiz hale getirmiştir. Tıpkı Caligula’nın ve diğerlerinin hikayelerinde olduğu gibi “kendini gerçekleştiren” kehanet vuku bulmuş, günümüz toplumları devlet ve kapitalizmin attığı şüphe tohumlarıyla bir güvenlik krizinin içine sokulmuştur.
Yaşadığımız coğrafyada ve dünyanın devlet sınırları içerisinde kalan her noktasında “güvenlik” en önemli ihtiyaç haline getirilmiştir. Adım başı MOBESE’ler, çipli kimlik kartları, yüz tanıma sistemlerine sahip güvenlik gözlükleri, parmak izi bankaları, muhbirler, toplum destekli polisler, sanal ayak izlerinin takip edilmesi gibi uygulamalar günden güne artmakta; şehirler ve tüm yaşam alanları bunaltıcı bir denetime tabi tutulmaktadır. Fakat bu bunaltı tek taraflı değildir. Artan güvenlik kaygısı muktedirlerin sahip oldukları şüphelerin artması ile doğru orantılıdır.
Yaşadığımız coğrafyada da iktidar sallantılı bir süreçten geçmektedir. Darbe girişimleri, davalar, küresel güçlerle yapılan anlaşmaların çökmesi gibi tedirgin edici birçok vakayla karşılaşan iktidarın “şüphesi” günden güne artmakta, sahip olduklarını koruyabilmek için denetim mekanizmalarını güçlendirmekte ve şüphelerini topluma aktararak güvenlik paranoyasını büyütmektedir.
* * *
Her Sokağa Bir Kamera
Geçtiğimiz Kasım ayında halkla emniyet birimlerinin ilişkilerinin sıkılaştırması için yapılan bir toplantıda konuşan Esenler Belediye Başkanı Mehmet Tevfik Göksu, iktidar tarafından bir denetim aracı olarak kullanılan MOBESElerin yaygınlaştırılacağını ve bunun da Esenler’in güvenliğini arttıracağını söylemişti.
Bu ve benzer uygulamalar, özellikle birkaç yıldır farklı yereller tarafından uygulanıyor olsa da işin ilginç yanı “suç” oranlarında bir azalma olmadığı gibi ciddi bir artış gözlenmektedir. Demek ki, sokakları kamerayla donatmak huzur ve güvenliği sağlamamaktadır. Hal böyle olunca insanın aklına şu soru gelmektedir: Bir sonraki adım ne olacak? Meydanlar ve kalabalık noktaları gözetlemek içi kurulan MOBESE’ler işe yaramadığı için her sokak başına yerleştirilen kameralar da işe yaramazsa, evlerimize de mi kamera koyacaklar? Belki sonra yatak odaları, kim bilir?
7 Milyon Kişi Şüpheli
Yine geçtiğimiz Kasım ayında Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit iş yükünden yakınarak şöyle demiş: “2016 yılı adli sicil istatistiklerine göre 80 milyonluk ülkemizde yaklaşık 6 milyon 900 bine yakın şüpheli vardır. Demek ki Türkiye’de nüfusa oranladığımız yüzde 8 civarında kişi şüphelidir…”
Ama Cirit eksik söylemiş, çünkü ne demiştik; kaybetme korkusu arttıkça şüphe de artar, şüpheli de. Dolayısıyla bu sayı 7 milyon değil 80 milyon, belki daha da fazlasıdır. Çünkü devletlerin gözünde “aksi ispatlanana kadar herkes suçludur.”
Önce Çipli Kimlik Kartları, Şimdi Tek Kart Uygulaması
Geliyor, gelmek üzere derken bir anda hayatlarımıza giren yeni çipli kimlik kartları bir başka denetim hamlesi olarak görülebilir. Farklı noktalara entegre edilmesi ile beraber hayatı kolaylaştıracağı söylenen kimlik kartları için damar, parmak ve avuç içi izi gibi kişisel verileri ve biyometrik verileri de bir merkezde toplayan devletin, bunlarla ne yapacağı bir tartışma konusu… Aslına bakılırsa tartışmanın konusu şu: Devlet yaşamlarımızı kolaylaştırmak bahanesiyle denetim mekanizmaları kurmak için kendi işini kolaylaştırıyor.
Öte yandan geçtiğimiz günlerde yeni bir uygulamadan bahsedilmeye başlandı. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan, 2018 yılında tüm coğrafyada kullanılması planlanan Türkiye Kartı anlattı: “Kredi kartıyla yapabildiğiniz her şeyi yapabileceksiniz. Bununla sınırlı değil, İstanbul başta olmak üzere tüm belediyelerle anlaşmalar yapıyoruz. Otobüsünden metrosuna, her yerde geçecek. İl değiştirdiğinizde ayrı bir kart almanız gerekmeyecek. Milli parklarda, müzelerde, uçaklarda -her yerde- geçecek.”
Kişiye özel olarak verilecek bu kart, başta zorunlu olmasa da ileride zorunlu hale getirilebileceği ya da çipli kimlik kartları ile birleştirilebileceği söyleniyor. Burada anahtar sözcük ise bu kartın “kişiye özel” olması. Acaba bununla yapılmak istenen kişinin bütün hareketlerini takip etmek olmasın? Çok mu şüpheci oldu? Sanmam, diğer hamlelerle beraber düşünüldüğünde akla yatkın geliyor.
Takbul: GBT Yapan, Suçluları Tespit Edebilen Gözlük
ODTÜ’den kimi akademisyenler ve eski askerlerce tasarlanan bu gözlük, distopya filmlerinden çıkma bir icat gibi gözüküyor. Kişinin kimliğine bakar bakmaz bilgileri algılayan gözlük, kişinin bütün bilgilerini gözlüğü takan görevlinin ekranına anında yansıtıyor. Üstelik gözlüğün marifeti bununla da bitmiyor. Yüz tanıma teknolojisine sahip olan gözlük, kalabalık bir grup içerisinde “aranan şahısları” otomatik olarak tespit edebiliyor. Sahte plaka, sahte kimlik… Bunların hiçbiri gözlüğün gözünden -afedersiniz devletin gözünden- kaçmıyor.
* * *
Adını andığımız örnekleri çoğaltabiliriz. Yine yakın zamanda, binlerce bekçinin işe alınması ve alınacak olması, cezaevlerinin kapasitelerin arttırılıp sadece 2018 yılında 45 cezaevi daha açılacak olması gibi hamleler iktidarın neyi hedeflediğini açık seçik gösteriyor. İktidarlarını, zenginliklerini, toplumdan çaldıklarını koruyabilmek için güvenliklerini arttırıyorlar; sahip olduklarının başkalarının eline geçeceği endişesiyle herkesten ve her şeyden şüpheleniyorlar.
Burada bize düşen ise iktidarların aramıza ekmeye çalıştığı şüphe tohumlarının filizlenmesini engellemek ve güvenlik paranoyasıyla ezileni ezilenden korkutmaya çalışan devletin denetim mekanizmalarına karşı çıkmaktır. Devletin güvenliği kendi güvenliğidir, toplumları kapsamaz; aksine onların güvenliklerini tehdit eder. Biz ise sadece bizim gibi olanlara güvenebiliriz. Bizim gibi ezilenler, bizim gibi her gün devlet ve kapitalizmin saldırılarına maruz kalanlardır.
Bu bir güven testidir. Komşumuza, arkadaşlarımıza, ailelerimize gözlerimizi kapatıp kendimizi bırakabiliyor muyuz?
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Şüpheliyiz – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İyi Ki Varsın Kadın – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kasım ayında 27 kadın erkekler tarafından katledildi.
39 kadın erkekler tarafından taciz ve tecavüze maruz bırakıldı.
29 çocuk erkekler tarafından tacize ve tecavüze uğradı.
2017 yılında -aralık hariç- 366 kadın katledildi.
Kadına yönelik şiddetle ilgili açıklanan rakamlar bunlarla sınırlı değil elbette. Kayıtlara geçmeyen yüzlerce şiddet, taciz, tecavüz, katliam hikayesi var; üstelik bu rakamlar yalnızca bu coğrafyada olanları kapsıyor. Rakamlar dünya genelinde yayıldığında binleri aşıyor.
Kadın olmak, hayata değil bir adım onlarca adım geri başlamak demektir. Daha çocukken öğretilenler vardır “sen kız çocuğusun, edebinle oturmayı öğreneceksin”, “bir kız çocuğuna yakışacak şekilde davranacaksın”, “erkek çocuklarıyla oynamayacaksın” ve benzeri onlarca cümle…
Çocukluğu geride bırakan ama kadın değil “genç kız” olan kadının artık utanması gerekir. Genç bir kız olmanın getirileri vardır; çok konuşmayacak, ulu orta yerlerde gezmeyecek, erkeklerle dolaşmayacaktır.
Büyüdükçe işler daha da sertleşir. Kılık kıyafetine, sokakta yürüyüşüne, eve geldiği saate dikkat etmesi gereken kişidir artık. Kadın dediğin “elinin hamuruyla” her işe karışmamalı, ona verilen “anne” ve “eş” sıfatıyla var olmayı kabul etmelidir. Ne olursa olsun çocuk doğurmalıdır, çocuk doğurmazsa “yarım” kalır. Çocuk doğurmakla da bitmez iş, o çocuğu layığıyla büyütmesi gerekir. Çalışırken patronun mobbingine ses çıkarmaması, her zaman erkeklerin gerisinde olmayı, erkeklerin baskısıyla çalışmayı kabullenmesi gerekir.
Kadın olmak, bitmek bilmeyen çilelerin sahibi olmaktır. Dayak yiyip susmak zorunda olmak, “ne olursa olsun o senin kocan” cümlelerine maruz kalmak, yolda yürürken tacize uğramak, kısa etek giydiği bahanesiyle tecavüze uğramak, namus denilerek katledilmek; susmayı tercih etmeyip de mahkemeye gidersen tahrik etmekle suçlanmak, her gün sistematik şiddet uygulayanların aklanmasını seyretmek zorunda kalmaktır.
Her 25 Kasım’da olduğu gibi bu yıl da şiddete, tacize, tecavüze, kadın katliamlarına sessiz kalmayan kadınlar, itaat etmeyeceklerini bir kez daha haykırdılar. “Kadınlar öldürülüyorsa biz ne yapalım?” diyenlere inat, polis ablukasına ve yürüyüşü engelleme çabalarına rağmen sokaklardan, meydanlardan vazgeçmeyeceklerini söylediler.
Kadın olmanın erkeğin gerisinde durmak olduğunu dayatanlara inat “iyi ki kadınım” dediler. “İyi ki kadınım erkek egemenliğe karşı mücadele etmeyi öğrendim; adaletsizlikler karşısında susmamayı, kadın dayanışmasını büyüterek kazanmayı öğrendim. Yaşamı yaratan olduğum için benden korktuklarını, iyi ki kadınım diyenlerden korktuklarını gördüm. Kadın olmak yaşamdı, kadın olmak mücadele etmekti.”
İyi ki varız! Erkek egemenliğine, sömürüye ve adaletsizliğe karşı, savaşlara ve yıkımlara karşı, bizi görmezden gelmeye ve yok etmeye çalışanlara karşı varız. Tacize, tecavüze, yaşamlarımızın her alanına sızan şiddete karşı; iyi ki varız.
İyi ki varım, iyi ki varız, iyi ki varsın kadın!
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post İyi Ki Varsın Kadın – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak bir kenara, yaşamlarını idame ettirme noktasında dahi sıkıntılar içerisinde oldukları bir zamanda; sadece kapitalizmin vahşiliği ile değil, devletin zorbalığı ile uğraşıyor olduğu bir çağda; 19. yüzyılın ilk yarısında, Pierre Joseph Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır” önermesi sadece içinde bulunulan yüzyıla değil, önceye ve sonraya yönelik bir tespitti.
Önceye yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizm ulaştığı aşamaya uzun bir tarihsel süreç içerisinde gelmişti. Ve bu geliş yıkımın, sömürünün ve katliamın tarihiydi. Sonraya yönelik bir tespitti, çünkü kapitalizmin varlığı ve büyümesi arasında doğrudan bir ilişki vardı. Büyümeden, yani daha çok yıkmadan, sömürmeden ve katletmeden varlığını devam ettiremezdi.
Proudhon’un şiarı kapitalist düzene ilk karşı çıkış değildi ve sözü önceki yüzyılların kapitalizm karşıtı mücadele geleneğini de içinde barındırıyordu. Ama şiarı radikaldi, mülkiyeti ve mülkiyet sisteminin ekonomisini tarihsel bir zorunluluk olarak gören tüm “muhalefete” bir yanıttı.
Proudhon mülkiyeti “zorunlu bir tarihsel aşamanın gereklilikleri” diye meşrulaştırmadı. Tarihsel bir olumsuzlamaydı. Tıpkı, bu sözle beraber yer alan “Kölelik cinayettir.” şiarında olduğu gibi… Kıta Avrupa’sında liberaller ve sosyal-demokratlar, toplumsal refahlarının kaynağı olan köleliğe ve mülkiyete tarih yazmakla, felsefik köken aramakla meşgulken; o, her zaman ve her mekan için genelleştirmekten kaçınmadığı siyasal düşünceleri toplumsallaştırmaya çaba gösteriyordu.
“Mülkiyet hırsızlıktır” bir iddia ya da tez değil, bir tespittir. Sadece modern kapitalist bir ekonomik işleyişe yönelik değildir. Mülkiyet ilişkilerinin ilk ortaya çıkışından başlayan ve içinde bulunulan dönemde karmaşıklaşan bu ilişkileri kendine sorun edinir. Mantıksal önermelerle, iddia kanıtlamaya çalışan “bilimcilik oyunu” değil, ezilenlerin içerisinde bulunduğu koşullardan kurtulmaya yani özgürleşme sürecine yönelik bir şiardır.
Kapitalizm Hırsızlıktır
“Mülkiyet yoksun bırakma hakkıyla eşitliği, despotizmle özgürlüğü ihlal eder ve hırsızlıkla tam bir özdeşliği vardır.”
“Mülkiyet Nedir?”- Proudhon
Kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişki, sadece ücretli emeğin ortaya çıktığı bir dönemle sınırlandırılamaz. Bunun bir öncesi vardır. Ancak modern kapitalizm ve mülkiyet arasındaki ilişkiyi irdelemek, bu önceki kısmı anlamak açısından da kullanışlıdır. Modern kapitalizmden önceki ilişkileri değerlendirmeyi sonraya bırakıp, kapitalizmin modern kısmına baktığımızda bir nedensellik gözümüze çarpar.
Ücretli emeğin yani işçinin varlığını zorunlu kılan nedensellik özel mülkiyet (ve devlet mülkiyeti) ile kavranır. Mülkiyete sahip olan ve mülksüz arasındaki ayrım, sadece üretim araçlarının mülkiyetinin sahipliği ile açıklanamaz. Çünkü üretim araçlarının özel (veya devlet) mülkiyeti, şiddet mekanizmaları ve zor yöntemleri kullanılmadan var olamaz. Özel mülkiyete dayalı bir ekonomi, ekonomik iktidarı elinde bulunduran sınıfın ayrıcalığının kaynağıdır. Bu ayrıcalık sadece baskıcı ve otoriter bir şekilde kendini var edebilir. Bu baskı ve otoriter yöntemden, modern kapitalizm öncesi dönemden bahsederken değineceğiz.
Özel Mülkiyet Devletin Özel Biçimidir
“Bugünkü biçimiyle mülkiyet nedir, sermaye nedir? Kapitalist ve mülk sahibi açısından bunlar, devletçe güvence altına alınmış, çalışmadan yaşama gücü ve hakkı demektir. Bir başkasının çalışmasını sömürerek yaşamını sürdürme gücü ve hakkı…”
Kapitalist Sistem, Bakunin
Özel mülkiyet, mülk sahibinin kendi mülkiyeti üstünde bir yönetici olarak davrandığı küçük bir devlet gibidir. İşçi onların mülkiyetini kullanırken onların emirlerine, yasalarına ve kararlarına itaat etmek zorunda olan kapitalistin vatandaşları gibidir.
Özel mülkiyet, devletin özel biçimidir. Sahip olan kişi “sahip olduğu” alan dahilinde neler olduğunu belirler. Bu nedenle bunun üzerinden iktidar tekeline sahiptir.
Ancak bu durum, yani liberallerin “iradi iş sözleşmeleriyle” olumladıkları ilişki biçimi, tam anlamıyla özgürlüğün reddidir. Aynı liberallerin, özel mülkiyeti “mutlak bir hak” olarak tanımlayarak yaptıkları, ihtiyaçların karşılanması hususunda adaletsizliklere neden olmaktır. Ekonomik adaletsizlikler, özel mülkiyet aracılığıyla meşrulaştırılmış olur. Ve aynı adaletsizlikler yüzünden mülksüzler, mülk sahiplerinin emrinde çalışmaya zorlanır.
Mülkiyet bir iktidar kaynağıdır. Proudhon “Mülk sahibi ya da hırsız” der, “kendi iradesini yasa olarak dayatır; yani hem yasama hem de yürütmeymiş gibi davranır.” Böylece mülkiyetin despotizmi ortaya çıkardığını vurgular. Yani mülk edinmek için, zor kullanma, diğerlerinin iradelerini yok sayma yöntemleri kapitalizmi bir zorbalık ve hırsızlık olarak tanımlamamıza olanak verir.
İlk Tartışma
Mülkiyet ve ekonomik sistemi olan modern kapitalizmin bu zora dayalı ilişkiler ağı, temellerini ilk mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıktığı zamanlarda ve coğrafyalarda bulur. Bunları nasıl isimlendirirsek isimlendirelim (erken kapitalizm, ilkel kapitalizm, mülkiyet ilişkilerinin ilk çıktığı zamanlar), ortada olan durum Errico Malatesta’nın “Jandarma olmadan, mülk sahibi var olmaz.” diye altını çizdiği bir ikiliktir. Biri olmadan diğeri var olamaz.
Tam da bu kısım, tarihsel okumalar açısından önemli bir yerde duruyor. Tüm tarihsel okumayı mülkiyet ilişkilerinin gelişimi üzerinden yapan liberalizm ve sosyalizm; iktidarı ekonomik sömürünün, toplumsal adaletsizlikleri ve siyasal şiddetin merkezine koyan ve buna bağlı tüm gelişimlerde iktidar ve onun merkezileşmesinin önemini vurgulayan anarşizm…
Mülkiyetin mi yoksa iktidarın mı önce var olduğu sorusuna ilişkin verilecek bir cevabın, muhakkak iyi bir tarihsel verilendirme yapması gerekecektir. Öte yandan, Malatesta’nın ortaya koyduğu zorunlu ikilik; “mülkiyet sahibi olduğunu” iddia edenin, “her şeyin herkesin olduğu” bir durumda, meşruluğunu sağlayabileceği yegane unsurun şiddet ve zor olabileceğini göstermek açısından önemlidir.
Keza, M.Ö. 4000’lerin hem mülkiyete dayalı merkezi bir ekonominin ortaya çıktığı hem de siyasal iktidarın merkezileştiği dönemler olması rastlantı değildir. Mülkiyete dayalı ilişkilerin sistematikleştiği coğrafyaların ilk devletlerin ortaya çıktığı coğrafyalar olması da bize “meşru şiddet tekelini” elinde tutan güç olmadan mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkamayacağını göstermektedir.
Bu açıkça şu demektir; mülkiyet ve ilişkilerinin siyasalı belirlemesindeki rolü, siyasi iktidarın mülkiyet ilişkilerinin belirlenmesindeki rolünden daha azdır. Dolayısıyla tarihin bu dönemindeki en büyük hırsızlar da mevcut siyasal iktidarlarını, yani şiddet kullanma tekelini emirlerinde bulunan kolluklarla uygulayarak mülkiyet sistemini yaratanlardır. Üretim-tüketim-dağıtım ağını kontrol eden merkezi devlet yapılanmalarıdır.
Sömürgecilik ve Çitleme
Tarihteki özellikle iki büyük sürecin mülkiyet ilişkilerinin şimdiki altyapısını oluşturmasında önemli etkisi olmuştur.
15. yüzyılda başlayan sömürgecilik hareketleri, bir yanda devletlerin siyasi sınırlarını genişlettiği ve sömürge altına alınan coğrafyanın bir merkez tarafından kontrol edildiği yeni bir uluslararası siyaset ortaya çıkarırken; öte yanda sömürgeleştirilen coğrafyalardaki tüm varlıklar sömürülmüş ve modern kapitalizmin en büyük birikimi elde edilmiştir. Avrupa dışında kalan neredeyse tüm coğrafyalar, bu süreçte bu siyasi ve ekonomik saldırıya maruz kalırken sömürü, köleliğin yaygınlaştığı ve her şey gibi insanın da metalaştığı bir biçim halini almıştır. Yüzyıllar boyunca devam eden (ve hala daha etkilerini sürdüren) bu süreç, Sanayi Devrimi’ne ilk kaynaklık eden sermayenin oluşturulmasında kullanılmıştır.
Modern kapitalizmin oluşmasında bir milat niteliğinde bulunan Sanayi Devrimi’ne etki eden diğer büyük gelişme, 18. yüzyılda İngiltere’de başlayıp yaygınlık kazanan topraksızlaştırma hareketi; çitlemeydi.
“Çitleme kanunları, tarımsal nüfusu sefalete itti ve onları toprak sahiplerinin insafına terk etti; işçiler olarak imalatçıların insafına terk edilecekleri kentlere büyük sayılarda göç etmeye zorladı.”
Pyotr Kropotkin
Çitleme hareketi, toprağın yeniden örgütlenmesi süreciydi. Ortak kullanımda olan topraklar, krallık tarafından özel şahısların mülkiyetine verildi ve toprağa dayalı ekonominin zora girmesine yol açtı. Yani köylülerin ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları toprakları ellerinden alındı. Çitleme hareketi sadece zengin toprak sahipleri yaratmadı, aynı zamanda bir süre sonra ihtiyaç hissedilecek olan işçilere topraksız köylülerden hammadde sağlandı.
Toprak, ihtiyaçlarını karşılamak için kullananların elinden alındı ve toprak sahipleri tarafından kar için üretim yapacak şekilde kullanıldı. İnsanları, ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları topraklardan “yasal” olarak men edebilen toprak sahibi bu sınıf, modern hırsızların kökeni konumunda.
Tarihteki tüm bu zor girişimleri, yaratılan “zenginlik”in temelini oluşturan önemli olaylar. Bu tarihsel süreçlerin yarattığı yeni sınıf tarih sahnesine çıktı ama, tabi ki devlet korumasında. Kapitalizmin gelişim süreci, bu kaba hatlarıyla bile düşünüldüğünde şu sonuca ulaşmak çok da yersiz değil: Kapitalizm hırsızlıktır.
Devlet Hırsızlıktır
Devletin, mülkiyet ilişkilerinin kapitalist evrimi içerisindeki rolüne yukarıdaki bölümlerde değinmeye çalıştık. Mülk sahipleri ve mülksüzler arasındaki ekonomik ilişkide, mülk sahipleri lehine kurucu ve koruyucu rolünün yadsınamayacağının altını çizmeye çalıştık. Devlet mekanizmasının bu rollerinin dışında, doğrudan ekonomik sömürüde özne olarak yer aldığı, yani hırsız rolünü oynadığı; kapitalizmle ilintili unsurların (burjuvazi vb.) devre dışı kaldığı ekonomi modellerini irdelemek bir başka açıdan önemli.
Bu önem, kapitalist sömürü sisteminin alternatifi olarak gösterilen “devletli” çözümleri doğru değerlendirmekle ilgili. Özel olanın karşısına “kamusallığı”; kapitalizmin karşısına “sosyalizmi” koyanların ısrarlıca üstüne düşünmesi gereken, ekonomik artığı (yani emeği) yağmalamak için muhakkak kapitalizmin özel biçiminin gerekmediğidir.
“Yaşam devam ediyor, her gün duygu ve düşüncelerime yeni çelişkiler ekleniyordu. Beni en çok etkileyen ise çevremde tanık olduğum açık eşitsizlikti. Petro-Sovyet Birinci Sınıf Konukevi (Astoria) ahalisine ayrılan pay fabrikalarda çalışan işçilerinkine oranla çok fazlaydı. Emin olun, bu işçiler yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak oranda bile pay almıyorlardı. Astoria’daysa durum çok farklıydı. Burada öbeklenen ve Smolni’de çalışmalarını yürüten Komünist Parti üyeleri, Petrograd’ın en iyi imkanlarına sahipti.” ve ekliyor Emma Goldman Bolşeviklerin Devrime İhanetinin Öyküsü’nde; “Bu adaletsizliği haklı kılan tek bir gerekçe göremiyordum. Mutfak ziyaretlerimde hizmetçilerin sayısız memur, yoldaş ve müfettişler tarafından denetlendiğine tanık oluyordum. Hizmetçilerin yemeklerinin hazırlandığı ayrı, küçük bir mutfak daha mevcuttu ve burada hengameyi aratmayan yemek kavgaları yaşanıyordu. Komünizm böyle bir şey miydi?”
Elbette komünizm böyle bir şey değildi, olamazdı. Ama komünizm adı altında devlet kapitalizmi programını uygulayanların kaçınamayacağı ya da kaçınmak istemediği şey, mülkiyet sisteminin ortaya çıkardığı “ekonomik artığa” el koymak olacaktı.
Dün ve bugün, sosyalizmin pratiğe geçtiği tüm coğrafyalarda, ekonomik adaletsizliklere ilişkin bir türlü bulunamayan çözüm, tam da özel mülkiyet ilişkilerinin devlet mülkiyeti altında devam ettiriliyor oluşudur. Ortaya çıkan yeni hırsızlar, o devlet yapılarının korumasında mülkiyet ilişkilerini yeniden üreten bürokratik sınıf olmuştur.
Özel mülkiyetin devlet mülkiyetine dönüştürülmesi (kamulaştırma ya da millileştirme), mülkiyet ilişkilerini değiştirmez. Değiştirdiği sadece patronların yerine geçen bürokratlardır. Mülkiyet ilişkilerinden özgürleşmek, mülk sahiplerinin değişmesi değildir.
Yeniden Düşünmek
Mülkiyet ve hırsızlık arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmek, her zaman olduğu gibi bugün de önemli. Karşısında mücadele ettiğimiz ekonomik, siyasi ve toplumsal yapıyı anlamak ve yaratacağımız yeni dünyanın tüm bu biçimlerden uzak bir şekilde inşa edilmesi için önemli. Ama en önemlisi, asıl hırsızların ve asıl hırsızlığın, kim ve ne olduğunu anlamak ve anlatmak…
1840’tan bu yana “Mülkiyet hırsızlıktır” şiarı, coğrafyadan coğrafyaya, toplumsal devrim mücadelelerinde yayılmakta. Bugün birilerinin unutturmaya çaba gösterdiği bu şiarı, şimdi dillendirmekten daha uygun zaman yok. Kapitalizm hırsızlıktır, devlet hırsızlıktır.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devlet ve Kapitalizm Hırsızlıktır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Maldonado Yaşıyor! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi: Öncelikle Santiago Maldonado kimdi? Hayatı ve mücadelesinden bizlere biraz bahsedebilir misiniz?
Juan C.: Santiago ile yaklaşık 3 yıl önce Buenos Aires’te tanıştım. Ülkenin ve Latin Amerika’nın pek çok bölgesini gezen bir gezgindi Santiago. Şili’de çiftçilerin toprağına göz diken Monsanto karşıtı eylemlere katıldı. 1 yıl önce Güney Arjantin’de Mapuçe yerlileri ile iletişime geçti. Santiago Maldonado, kendisini toprak ve dünya için mücadele eden bir anarşist olarak tanımlardı.
Arjantin’deki ekoloji mücadelesinden bahsedebilir misin? Ayrıca devletin bölgede yaşayan yerlilere ve örgütlenmelere karşı izlediği strateji nasıl?
Arjantin’de IRSA (Inversiones y Representaciones Sociedad Anónima) isimli çok büyük bir şirket var. Devlet ve şirket ortaklığında “Plan IRSA” adı verilen; Uruguay, Şili ve Arjantin arasında ticareti kolaylaştırmayı amaçlayan bir ticaret yolu projesi var. Devlet bu projeyi bitirdiği takdirde, Pasifik Okyanusu’na da rahatça açılabilecek. Böyle büyük bir proje için, bölgede yüzlerce yıldır yaşayan insanlara yapılan baskı da büyük oluyor. Şirket, yeni yollar ve limanlar yapmak için insanlara evlerini terk etmelerini söylüyor. Bölgede pek çok insan bu tarz projelere karşı mücadele ediyor. Bundan 5 yıl önce ekoloji mücadelesi veren örgütler, bölgede gerçekleşen bir Monsanto tesisinin inşaatını 2 yıl boyunca işgal etti. Bölgede, halkı sömüren zengin insanlara karşı doğrudan eylemler gerçekleştiren RAM (Resistencia Ancestral Mapuche) gibi yerel ekoloji örgütleri var. RAM üyelerinden biri, Şili’de yerlilerin toprağına çiftlik evi kuran ve neredeyse ülkenin yarısının sahibi olan bir şirket sahibinin evini yaktığı için Arjantin’de gözaltına alındı. Santiago, Mapuçe yerlilerinin gözaltına alınmasına karşı gerçekleşen eylemlerle dayanışma göstermek için gittiği Chubut bölgesinde, 1 Ağustos’ta bölgeye polisin gelmesinin ardından aynı gün kaybedildi.
Bu duruma yönelik halkın tepkisi ne oldu?
Başlangıçta olay gizlenmeye çalışıldı. Ancak olaydan 4 gün sonra anarşistler, Chubut’taki elçilik binasına saldırıp eylem yaptı. Medya, Santiago Maldonado olayını daha fazla saklayamadı. Sosyalist örgütler ve insan hakları örgütleri, Santiago Maldonado için eylemler düzenlediler. 2 hafta sonra kongre seçimleri vardı ve sol partiler Maldonado olayını seçim politikaları için kullanmak istiyordu. Anarşist yoldaşları kara bayrakları dalgalandırıp sokak eylemlerinin seçim propagandasına dönüşmesini engelledi. Onun bir anarşist olduğunu haykırdılar. Polis bu eylemlere saldırdı ve çatışmalar gerçekleşti. Devlet medyası saldırıyı “anarşistler olay çıkardı” şeklinde lanse etti.
Peki, bu sürecin Arjantin’deki siyasal sürece etkisi ne oldu?
Bizce Santiago Maldonado eylemleri Arjantin için önemli ve büyük bir süreçti. Arjantin’de Santiago Maldonado sürecine göre nispeten daha küçük eylemler örgütleniyor, başta da bahsettiğimiz gibi medya bunları umursamıyor ve görünürlük azalıyor. Ama muhalif haber siteleri ve kanallar da var, bunlar aktif yayın yapıyorlar. Bu iletişim kanalları dışında büyük bir devlet manipülasyonu sürüyor. Bu durum, toplumsal tepkilerin örgütlenmesi noktasında yıpratıcı oluyor.
Maldonado’ya yapılanlar bizim gündemimizde olmaya devam edecek. Muhtemelen yerel ekoloji mücadelesi veren herkes için de öyle olacak. Ancak bunun dışındaki insanlar ve gruplar için durum böyle olmayabilir. Seçim benzeri gündemlerle, halkın asıl gündemi maniple ediliyor.
Arjantin tarihinde daha önce Santiago Maldonado’nunki gibi bir kaçırılma hikayesi var mı peki?
Bunlardan en bilineni faşist cunta tarafından ’76 ve ’82 yılları arasında kaybedildikten sonra devlet tarafından katledilen çocukları için mücadele eden Plaza de Mayo ailelerinin hikayesidir elbette. Yaklaşık 30 bin muhalif ve devrimci “Kirli Savaş” dönemi boyunca kaybedilmiştir. Yakın tarihe baktığımızda ise karşımıza 31 Ocak 2009’da polis tarafından gözaltına alındıktan sonra kaybolup 17 Ekim 2014’te cansız bedenine ulaşılan Luciano Arruga çıkar. Ailesi “hırsızlık” suçlamasıyla gözaltına alınan Luciano’nun akıbeti için pek çok çabaya girişmiş ancak devlet her seferinde taleplerini reddetmişti. Yapılan çalışmalar sonucunda bir mezarlıkta “NN” ismiyle gömüldüğü keşfedildi.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Devletin Santiago Maldonado ve onun gibi, ezilen insanlarla dayanışma gösteren, onların mücadelesinin bir parçası olanlara karşı uyguladığı şiddet ve baskı, az önceki örneklerde de vurguladığımız gibi ne bir ilkti, ne de devlete karşı mücadele edenler var oldukça son olacaktır. Devletin Santiago Maldonado ve onun gibi, ezilen insanlarla dayanışma gösteren, onların mücadelesinin bir parçası olanlara karşı uyguladığı şiddet ve baskı, az önceki örneklerde de vurguladığımız gibi, ne bir ilkti ne de devlete karşı mücadele edenler oldukça son olacaktır. Bizler de onun yoldaşları olarak, devlete karşı mücadelemizi, ondan aldığımız dayanışma ateşiyle birer Santiago olarak sürdürmek konusunda ısrarcılığımızı koruyacağız.
Röportaj: Murat Çıkrıkçıoğlu & Emircan Kunuk
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Maldonado Yaşıyor! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>