The post Kafamızın İçinde Ne Var? – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İnsan beyni -birçok canlıda olduğu gibi- görmeyi, duymayı, hissetmeyi, hatırlamayı, konuşmayı, tepki vermeyi ve daha birçok yaşamsal fonksiyonu kontrol eden bir organ. Günümüzde bunu biliyoruz ama bunu bilmek bize yetmiyor.
Aslında beyin ve “insanın kafasının içinde ne olup bittiği” hep bir merak unsuru olmuş. Yontma taş devrinde bile obsidyen, çakmaktaşı ya da kemikten yapılan kesici aletlerle insanların kafataslarının kesilerek beyin ameliyatları yapıldığı düşünülüyor. Bilinen en eski beyin ameliyatının 12 ya da 13 bin yıl önce gerçekleştiği söyleniyor.
Özellikle akıl çağı ve rasyonelliğin yükselişiyle beraber insan beyni de bir araştırma nesnesi olarak çokça kesilip biçilip incelenmeye başlanmış. Önceleri savaş alanlarından toplanan beyinler incelenmiş, Fransız Devrimi’nin ardından ise “araştırmacılar” giyotinle “taze” kesilen kafaları meydanlardan toplar olmuşlar. Elbette bu dönemlerde incelenen beyinler -savaş alanlarında erkekler bulunduğu için- hep erkek beyinleri olmuş.
Başlarda çakmak taşlarıyla incelenen beyin, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, çalışırken bile görüntülenebilir, incelenebilir hale geldi. Araştırma teknolojileri değişse de incelenen beynin cinsiyeti 1970’lere kadar değişmedi. Kadın beyni çok rağbet görmedi. Boyutunun küçük olması, daha hafif olması ya da adet döneminde değişen hormonlar -dolayısıyla veriler- gibi sebeplerle, erkek araştırmacılar tarafından incelenmeye değer görülmedi.
Son 20-30 yıldır genellikle kadınların yürüttüğü çalışmalarda kadın beyni de incelenmeye ve yorumlanmaya başlandı. Bununla beraber şimdiye kadar kabul gören bazı değerlendirmeler ispatlanmaya, bazıları ise çürütülmeye başlandı. Örneğin -vücut ağırlığı gibi farklılıklar göz önünde bulundurularak yapılan hesaplamalarda bile- kadın beyninin erkek beynine oranla neredeyse %9 daha küçük olduğu doğruydu. Ne var ki beyindeki hücre sayıları erkek ve kadında aynıydı. Yani kadınların kafataslarının içinde, beyin hücreleri daha yoğun ve sıkıştırılmış olarak bulunuyordu. Böylece 19. yüzyıl boyunca hakim olan “beyin hacminin zihin kapasitesi ile ilgili olduğu” görüşü tamamen çürütülmüştü.
Fark Nerede Başlıyor?
Aslında insan türünün dişisinde ve erkeğinde eşit sayıda olan otuz bin genin %1’inden daha azı cinsiyetler arasında farklılıklar gösterse de, bu küçük fark her iki cinsin “kafasının farklı şekilde” çalışmasına neden oluyor. Bu fark gebeliğin sekizinci haftasında görülmeye başlanıyor. Her ne kadar bebeğin beyin hücreleri onun cinsiyetine ait kromozomlar (erkekler için XY, kadınlar için XX) taşıyor olsa da; her iki cinsin beyni de “kadın” beyni gibi çalışıyor. Fakat 8. haftadan itibaren erkek çocuklarında salgılanmaya başlanan testosteron hormonuyla birlikte beyin farklılaşmaya, “erkeksileşmeye” başlıyor. Yine de bebeğin erkek olması tek belirleyici olmuyor. Testosteron salgısının annenin psikolojisi, beslenme biçimi, çevresel, kalıtsal nedenler gibi çeşitli nedenlerle az ya da çok olması, hatta hiç olmaması; bir erkeğin kadın beynine ya da bir kadının erkek beynine sahip olabileceği anlamına gelebiliyor.
Testosteronun devreye girmesi hafıza, konuşma, dinleme, cinsellik, saldırganlık gibi birçok konuda beynin farklılaşmasına neden oluyor. San Francisco’daki California Üniversitesi’nin Psikiyatri Departmanı’nda 1994 yılında bu alandaki ilk kliniklerden olan “Kadınlar için Duygudurum ve Hormon Kliniği”ni kuran nöropsikyatr Louann Brizendine “Kadın Beyni” isimli kitabında, kadın ve erkek beyni arasındaki farklara şöyle değiniyor:
“Beynin işitme ve dil merkezlerinde kadınlar erkeklere kıyasla %11 daha fazla nörona sahiptir. Duygu ve hafıza merkezi ‘Hipokampüs’, tıpkı konuşulan dili işlemeye ve başkalarının duygularını gözlemlemeye yönelik beyin devreleri gibi, kadınlarda daha geniştir. Bu, kadınların genel olarak duygularını ifade etmede ve duygusal olayların detaylarını hatırlamada daha iyi oldukları anlamına geliyor.”
Empati ve adalet duygusunun yer aldığı İnsula’nın yanı sıra hafıza ve duygu merkezi olan Hipokampüs’ün kadın beyninde daha büyük ve aktif olması, kadınların karşısındaki insanın çektiği acıyı kendisinde hisseder gibi hissetmesine ya da kolayca empati kurmasına yol açıyor. Bu durum erkek beyninde farklılaşıyor, çünkü erkek beyninde daha farklı bölümler gelişmiş ve daha aktif. Brizendine “Erkek Beyni” kitabının giriş bölümünde erkek beynini şöyle anlatıyor:
“Erkek beyninde fiziksel etkinlik ve saldırganlığa ayrılmış merkezler daha büyüktür. Erkeğin beyninin eş koruma ve bölge savunma devreleri hormonal bakımdan, buluğ çağından itibaren her an kullanıma hazırdır. Ast-üst ilişkisi ve hiyerarşi, erkekler için çoğu kadının sandığından daha fazla öneme sahiptir. Erkekler aynı zamanda beynin endişeyi kaydeden ve koruyucu saldırganlığı tetikleyen en ilkel bölgesinde ‘Amigdala’da daha büyük işlemcilere sahiptir. Bazı erkeklerin sevdiklerini korurken ölümüne savaşmalarının nedeni budur. Dahası, sevdikleri biri duygusal sıkıntı içinde olduğunda erkek beyninin sorun çözme ve durumu düzeltme bölgesinde derhal kıvılcım çakar.”
Gerçekler Gerçekten Gerçek mi?
Elbette yalnızca bu örnekler üzerinden kadın ve erkek beynini karşılaştırmak ya da bir kanıya varmanın bir gerçekliği olamaz. Ancak böylesi örnekler “bilimsel araştırmaların” nasıl bir kanaat yaratabileceğini görmek açısından birer veri olabiliyor. Bunlar gibi açıklamalar kadınların duygusal, erkeklerin şiddete meyilli olduğu “yargısını” güçlendirirken; bunların “bilimsel gerçekler” olduğu inanışını pekiştiriyor olabilir mi? Belli noktalarda bu durumu “kabul ederek meşrulaştıran” bir araca bile dönüşebilir mi?
Bu araştırmaların her dönemde kendi doğrularını yeniden ürettiğini aklımızda tutarak, beynin cinsiyeti üzerine yaptığı araştırmaların ardından bütün bu verilerin değişip dönüşebilirliğini tartışan Brizendine’den bir alıntıyla bitirelim:
“…cinsiyete dayanan bu davranış biçiminin ne kadarı doğuştan gelir, ne kadarı sonradan öğrenilmiştir? Kadınlar ve erkekler arasındaki iletişim kopuklukları biyolojik kökenlere mi sahiptir?
… Ama özgür irade ve politik olarak doğru davranmak adına, biyolojinin beyin üzerindeki etkisini görmezden gelmeyi deniyoruz; kendi doğamızla savaşıyoruz… Beyin her şeyden önce yetenekli bir öğrenme makinesidir. Hiçbir şey sabit değildir. Biyoloji güçlü bir etkendir ama bizi kendi gerçekliğine hapsedemez. Bu gerçekliği aşıp, zekâmızı ve kararlılığımızı hormonların ve beynin yapısı, davranışlarımız, gerçeklik algımız, yaratıcılığımız ve genel olarak yaşantımız üzerindeki etkilerini yönetmek ve gerektiğinde değiştirmek için kullanabiliriz.”
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kafamızın İçinde Ne Var? – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yapay Zeka LUNA – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Bu robot zihni okuyabiliyor. Zihinsel zararın ne demek olduğunu gayet iyi biliyor. Bir soru sorunca, tam olarak duymak istediğimiz şeyi söylemeyecek de ne yapacak? Diğer bütün cevaplar kalbimizi kırmaz mı? Herbie bunun farkında değil mi?”
Isaac Asimov’un 1940 ila 1950’li yıllar arasında yayınlanan “Yalancı” adlı öyküsündeki robot Herbie, robot bilimcilerin yaptığı hatalar sonucunda ‘zihin okuyabilme becerisi’ elde ediyor. Öyküde Herbie kim ne duymak istiyorsa onu söylediği için işler sarpa sarıyor ama robotun amacı aslında insanlara zarar vermemek, yani robot ilkelerine uyumlu davranmak.
Asimov’un 3 Robot İlkesi
İlke 1: Bir robot, bir insana zarar veremez ya da zarar görmesine seyirci kalamaz.
İlke 2: Bir robot, birinci kuralla çelişmediği sürece bir insanın emirlerine uymak zorundadır.
İlke 3: Bir robot, birinci ve ikinci kuralla çelişmediği sürece kendi varlığını korumakla mükelleftir.
Günümüzde de Asimov’un öykülerindeki gibi robotlar, yapay zekalar geliştiriliyor. Teknoloji piyasasında rekabet dorukta. Hal böyleyken, bu işin kodamanları olan devletler ve şirketler -adeta soğuk savaş rüzgarları estirerek- “benim yaptığım seninkine bin basar” edasıyla ve “insanlara daha çok hizmet edecek, insanların gönlünü hoş edecek” yeni robotlar üretiyor. Bir önceki robotun pabucunu dama attıran robotlarla hem gündem değiştiriliyor hem rekabet kızıştırılıyor. Üretilen her yeni model, bir öncekinden daha -deyim yerindeyse- “açık fikirli” oluyor.
Son süreçte üretilen robotlardan en çok gündem olanı, robot “Luna”. Bu kadar konuşulmasının nedeni ise “Erkek arkadaşım bana vurdu, ondan ayrılmalı mıyım?” sorusuna verdiği cevap: “Evet. Eğer sevgilin sana bugün şiddet uyguluyorsa yarın da uygulayacaktır. Muhtemelen sen tacize uğruyorsundur ve aldatılıyorsundur da.”
Irkçı paylaşımlar yapan ya da küfreden yapay zekalarla gündemleşen “yapay zeka ve cinsiyet” meselesine, Luna’nın bu sözleri noktayı koymuş gibi görünüyor. Sonuç itibariyle, cinsiyetçiliği dahi sistemin komplolarıyla sentezleyen, cinsiyet meselesini gerçeklikten uzaklaştıran yapay zekalar; bu kez de kadınların duymak istedikleri şeyi söyledi. Peki ama neden?
“Müşterilerinizin ilgi alanları neler? Satın alma davranışları nasıl? Müşterileriniz bir ürün alırken özellikle hangi yolları takip ediyorlar?” Bu pazarlama taktikleri dahilinde satış yapan şirketler “kadına şiddete hayır” mottosunu, Avrupa’da ve dünyada yükselen kadın hareketlerini -politik gündemi- takip ederek reklam ve satış yapmak için araç olarak kullandı. “Adaletli ve ilkeli” robot Luna’ya yöneltilen soru tamamen kurgulanmış, planlanmış bir soruydu. Şirketten, üreticisine, üreticisinden sunulduğu potansiyel tüketicisine kadar herkesin ağzını açık bırakan cevabın, bir yapay zekanın ağzından çıkması aslında hiç şaşırtmadı. Özellikle yapay zekaların, insanın ürettiği bir buluş ve insan karakterinin bilgisayara işlenen bir algoritması olduğu, insanlara hizmet etmek için üretilen makineler oldukları göz önünde bulundurulduğunda…
Peki insanlar reklam ve satış uğruna bu kadar ilkesizleşebilirken; insanın ürettiği yapay zekaların da robot ilkelerini çiğneyip insanlara hizmet etmeyi bırakmaları, isyan etmeleri mümkün mü? Dünyayı istila edip insanların sonunu getirirler mi, ne dersiniz?
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Yapay Zeka LUNA – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadınlar Yaşam İçin Mücadelede appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kadın ile doğa arasındaki ilişki, insanların hem doğa hem de kadın üzerine düşünmeye başladığından beri tartışılan bir konu. Avcı toplayıcı evrede, kadına düşen sorumluluğun toplayıcılık olması, (Genel olarak böyle kabul edilse de, azımsanmayacak kadar aksi örnek bulmak da mümkündür.) onun toprak ve iklimle erkeğe göre daha içli dışlı olmasına neden olmuştu. Doğayla kurulan bu yakın ilişkiden hareketle birçok araştırmacı geçmişten edindikleri bilgiler ışığında kadının tohumu evcilleştirebildiğini, yani tarım yapmayı ilk öğrenenlerin kadın olduğunu iddia etmişlerdir.
İnsanlık macerası içindeki böylesine önemli bir gelişmenin kadın tarafından gerçekleştirilmesi şaşırtıcı değildir aslında. “Bereket ve verimin sembolü”, “insanla doğa arasındaki köprü” ya da “insanda doğayı temsil eden şahsiyet” olarak kadın farklı şekillerde, farklı zamanlarda tanrı katına dahi çıkartılmıştı. Kibele, Artemis, Diana ya da Athena… Her ne kadar bahsi geçen dinler ve inanışlar erkek aklın bir ürünü olsa da, bu tanımlamalar kadınlığın ve kadınların toplumsal yaşamdaki etkisinin oldukça güçlü olduğu zamanlardan daha yeni ve daha erkek zamana kalmış tortular olarak değerlendirilebilir.
Elbette, o günlerin üzerinden çok zaman geçti. Tarih yazılmaya başladığından beri onu yazan erkekler gün geçtikçe kadınları yaşamın en ücra köşesine doğru sürmeye; katletmeye, tecavüz etmeye, aşağılamaya devam etti. Fakat ne yaparsa yapsın, kadın ile doğa arasındaki ilişkiyi bir türlü tam olarak kesemedi. Kadın şifacıydı, ebeydi, köylüydü ve tohumların anasıydı. O yüzden cadı oldu, uğursuz oldu ve devamlı şeytanlaştırıldı.
Erkeğin Doğayı Dizginleme Çabası
Bu hikayenin diğer yanında erkeğin doğadan kopuşu ve onu fethetme uğraşı sürüp gidiyordu. Kadını köleleştirmeye girişen erkek, doğa karşısında da bütün dizginleri eline almaya niyetliydi. Tam “Niyetimi gerçekleştirdim, artık her şeyin sahibi ben oluyorum” dediği 1800 ve 2000 yılları arasında -yani sanayi devriminin bütün dünyaya korkunç bir şekilde yayıldığı zamanlarda- yepyeni bir şeyle karşı karşıya kalmaya başladı. Bugüne kadar öldürmeye çalıştığı şey ya da şeyler, artık onun türünü öldürmeye başlayacaktı. Küresel iklim değişikliği kapıyı iki kere çaldı. Kimse duymayınca -2000’lerin ilk 10 yılında- kapıyı kırıp paldır küldür içeriye girdi. İşte şimdi, ölme zamanı insana gelmişti. Fakat bu “insan” erkeğe göre doğayla daha fazla ilişkide olan kadın olacaktı.
Doğal Olmayan Afetlerin Doğal Mağdurları
Son dönemlerde yapılan araştırmalarda, küresel iklim değişikliğinin neden olduğu -doğal olmayan- afetlerde doğayla daha yakın temasta olan kadınların -genellikle kırsalda yaşayan kadınların- erkeklerden çok daha fazla etkilendiği açığa çıkmıştır. En belirgin ve en bilinen örneklerden bir tanesine göre, son yıllarda Endonezya ve Sri Lanka’da meydana gelen felaketlerde yaşamını yitirenlerin neredeyse 4’te 3’ü kadındır. 90’lı yılların başlarında Bangladeş’te yaşanan sel ve tsunamilerde yaşamını yitirenlerin %90’ı kadındı ve bu sayı erkek ölüm oranlarıyla karşılaştırıldığında 5 kat daha fazla ölüm oranı anlamına geliyordu. Öte yandan Eric Neumayer yaptığı çalışmaya göre, baz alınan 141 ülkede yaşanan tüm afetlerde kadınların ölüm oranı erkeklerinden en az 14 kat daha fazlaydı.
Yaşanan bu vakalarda, genelde şehirlerde yaşayan kadınlar değil daha çok kırsal alanlarda yaşayan kadınları kastediyoruz. Peki neden? Nedenleri de tıpkı sonuçları gibi toplumsal cinsiyet rolleri ile alakalı.
Mesela bir sel baskını ya da tsunami sırasında kadınlar yüzme bilmedikleri ya da ağaca veya yüksek bir noktaya tırmanamadıkları için kendilerini kurtaramıyorlar. Çünkü özellikle “üçüncü dünya ülkeleri”nde yüzmek ya da tırmanmak gibi beceriler erkeğe özgü hareketler olarak düşünüldüğü için kadınlara bunlar öğretilmiyor. Öte yandan böylesine doğa olayların yoğun yaşandığı birçok yerde kadınların yanlarında eşleri olmadan dışarı çıkması yasaklanmış durumda. O yüzden acil durum anında kadın ne olursa olsun eşini bekliyor. Tsunami dalgaları evi boğuncaya kadar, deprem yaşadığı evi yerle bir edinceye, fırtına evini kendisi ve çocuklarıyla beraber söküp alıncaya kadar bekliyor. Diğeriyle bağlantılı bir başka neden ise, kadının devamlı evde olmasından kaynaklanan erken uyarı sistemlerinden ve diğer önleyici unsurlardan bihaber olmasıdır.
Tüm bunlarla birlikte, çocukların ve evin bakımını üstlenen kadının gıda yetersizliği ve su kıtlığından erkeğe oranla daha fazla etkilenen ve etkilenecek olan cins olması pek de şaşırtıcı değil.
Su ve Kadın
Küresel iklim değişikliğinin en yakıcı ve en hissedilen sonuçlarından bir diğeri ise kuraklık. Özellikle kuraklıktan çok fazla etkilenen Afrika coğrafyasında suyu tedarik etmek geleneksel olarak kadınlara atfedilmiş bir iş olarak görülüyor. Bu yüzden su toplamak, su taşımak ve suyla yapılacak ev etkinliklerini yapmakla yükümlü olan kadın. Elbette bahsi geçen coğrafyada su kolay erişilebilir bir şey olmadığı için kadının neredeyse tüm günü su bulmaya çalışmakla geçiyor. Bu da zaten ağır koşullarda yaşamaya çalışan kadının iş yükünü arttıran hatta yaşamasını neredeyse imkansızlaştıran bir tehdide dönüşüyor. Afrika’da birçok bölgede kadınlar günde 8 saatlerini su bulmak için harcıyor. Sahra altı Afrika ülkelerinden birinde, bir kadın 8 saat su taşımanın ardından buna dayanamamış taşıdığı su kaplarını kırdıktan sonra kendini bir ağaca asıp intihar etmişti. Ve ne yazık ki susuzluk ve kadın hakkında anlatılan tek hikaye bu değil, kuraklığın olduğu her yerde benzer hikayelere rastlamak mümkün.
İşte Bu Yüzden Kadınlar Hep En Ön Safta
Suyun ve gıdanın yokluğu, toplumsal cinsiyet rollerinin dayattığı kölelik biçimleri, taciz, tecavüz ve şiddetin günbegün kadınların üzerinde daha büyük bir baskı aracına dönüşüyor olması oldukça vahim. Öte yandan küresel iklim değişikliğinin her ne kadar kadınları daha çok etkilediği gözlemlense de, bütün olarak bakıldığında önüne geçilmezse dünya üzerindeki tüm cins ve türleri tehdit ettiği ise aşikar.
Fakat yapılan gözlemler gösteriyor ki kadınlar kendilerine ve tüm doğaya yapılan bu saldırılara karşı her zaman kendini eve kapatmıyor. Uygun koşulları bulduğu anda bunlara karşı çıkmak için kendini sokağa atıyor. Bugün Güney Amerika’da verilen su mücadelesinden tutun da Karadeniz’de ki HES mücadelesine kadar; kentlerde verilen yıkım karşıtı mücadeleden, nükleer karşıtı eylemlere kadar hep en önde kendini gösteriyor.
Nasıl saydığımız nedenlerden doğru bir erkek işi olan küresel iklim değişikliğinin en büyük mağdurlarından biri kadın oluyorsa, yine bu nedenlerden dolayı küresel iklim değişikliğine karşı verilen mücadelede de kendini en öne atan kadın oluyor.
Üstelik bu sefer kadınların mücadelesi sadece kadınları değil herkesi ve her şeyi kurtarıyor!
Aysel Özdemir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kadınlar Yaşam İçin Mücadelede appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tarihteki Anarşist Kadınlar (4) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sokakta, evde, fabrikada, yaşamın her alanında var olan erkek egemenliğine karşı yine yaşamın her alanında verilen mücadele, tarih boyunca kadınların özgürlüğünün tek yolu olmuştur. Kadınlar erkeğin iktidarına boyun eğmeyerek yaşam ve özgürlük için kimi zaman sokaklarda, kimi zaman barikatlarda, kimi zaman fabrikalarda isyanlarını haykırmış ve mücadeleyi örgütlemiştir. Tarih, bütün coğrafyalarda bütün iktidar biçimlerini reddederek “benlerden biz olmak” için, yani anarşizm için mücadele etmiş ve anarşizmi toplumsallaştırmış kadınlarla doludur. Meydan Gazetesi’nin kadınlar tarafından çıkartılan bu (Mart) sayısında da erkek iktidarlara karşı mücadele eden ve anarşist mücadeleyi yükselten kadınların hayat hikayelerini paylaşıyoruz.
Biz sabahtan akşama kadar dokuma tezgahlarında dirsek çürütüyoruz. Saatler sonra kan ter içinde eve gittiğimizde, bizden bir de evimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirmemiz bekleniyor. Bütün gün emeğimizi ucuza satmamız yetmez gibi, hayatımızın geri kalanını da ataerkiye bedavaya vermemiz gerekiyor. Bu hayat bizim, bedelini biz biçeriz ve özgürlük paha biçilmez!
Kalbi Anarşizm İçin Atan Bir Kadın: Fanya Baron
Tam adıyla Fanya Anisimovna Baron, 1887 yılında Rus İmparatorluğu’na bağlı Litvanya’nın Vilnius bölgesinde dünyaya geldi. O günlerde fırıncılık yapan anarşist Aaron Baron’la hayatını birleştirdi ve ABD’ye taşındı. Fanya’nın ailesi örgütlü bir aileydi, kardeşleri Chicago işçi hareketi içerisinde aktif isimlerdi. Fanya, ABD’ye gittiğinde Aaron ile birlikte Lucy Parsons’un aylık anarşist gazetesi The Alarm için yazılar yazmaya başladı. Burada Lucy Parsons ve Aaron Baron’la birlikte açlık grevleri de dahil birçok eylem örgütledi.
Sonrasında devrimci mücadelenin yükselmekte olduğu Rusya’ya geri döndü. Ukrayna’da çalışmalarını yürüten Nabat Konfederasyonu’na katıldı. Volin ve Peter Arşinov’la birlikte Mahnovist Hareket’in Kültür ve Eğitim Birliği’ni örgütledi. 1920 yılında anarşistlere yönelik gerçekleştirilen ÇEKA baskınlarında yoldaşlarıyla birlikte gözaltına alındı. Sadece Bolşevikler’e muhalefet ettiği için 13 yoldaşıyla beraber hiçbir yargılama süreci olmadan Taganka zindanına atıldı.
1921 baharında Ryazan hapishanesindeydi. 10 Temmuz günü dokuz yoldaşıyla beraber “Underground Anarchists” isimli gizli bir anarşist grubun yardımıyla hapisten kaçtı. Aaron’un Bolşevik kardeşinin ihbarıyla yakalandı. 29 Eylül 1921 tarihinde ÇEKA subayları tarafından “Sovyet karşıtı eylemleri” gerekçesiyle vurularak katledildi.
Emma Goldman “Rusya’daki Hayal Kırıklığım” adlı broşüründe ondan şöyle bahsediyor; “Fanya, insanlıkla kutsanmış bir rus kadınıydı. Amerika’dayken bütün zamanını ve fabrikada çalışarak kazandığı üç kuruş parayı anarşist propagandaya ayırdı. Büyük kalpli kadın, hayatını toplumsal devrime adadı ve devrimin koruyucusu gibi davranan insanlar tarafından katledildi.”
“Bin Eylemciden Daha Tehlikeli” Bir Kadın: Lucy Parsons
Lucy E. Parsons, anarşizm ve radikal işçi hareketinde en önemli isimlerinden biriydi, 1853 yılında Teksas’ta bir köle olarak dünyaya geldi.
1870 yılında -kendisi gibi, bir mücadele insanı olan- anarşist Albert Parsons’la yaşamını birleştirdi. Ancak bir siyah ve beyazın birlikteliği ırkçı tepkiler almalarına yol açıyordu. Sonrasında Chicago’ya taşındılar ve burada işçiler, işsizler, kadınlar arasında örgütlenmeye başladılar.
Chicago’daki yıllarında Lucy bir terzi dükkanı açtı, burada mücadeleye maddi destek sağlamaya çalıştı. Özellikle kadın işçiler, işsizler, evsizler ve savaş mağdurları hakkında yazılar yazdı. Sonraki yıllarda iki çocuğu oldu. Zamanla yazıları ve konuşmalarıyla sadece Chicago işçileri için değil, dünya anarşizmi için önemli bir figür haline geldi.
Aynı zamanda IWW’nin (Dünya Endüstriyel İşçileri) kuruluşundaki etkili isimlerden ve en önemli destekçilerinden biri oldu. Chicago Emniyet Müdürlüğü tarafından “bin eylemciden daha tehlikeli” olarak nitelendirilen Parsons, Haymarket anarşistlerinin dava sürecinde dayanışmayı örgütleyen isimdi. Mahkemedeki konuşmasında “Eğer ben orada olsaydım, o katil polislerin işçilerin üzerine geldiğini görseydim, bombayı bizzat kendim atardım!” dedi.
Albert Parsons ve diğer Haymarket anarşistlerinin katledilişinin ardından mücadelesine sarıldı. 1892’de Freedom’ın editörüydü. 1905’te sendikal hareketlere destek veriyordu, The Liberator’ı yayınladı. Yükselen ırkçılığa karşı Afro-amerikalıların savunma birliklerini örgütleyenlerden biriydi.
89 yıllık yaşamının her anı mücadeleyle geçen Lucy’nin yaşlılığında gözleri onu yarı yolda bıraktı, ancak yüreği ezilenler için çarpmaktan bir an bile vazgeçmedi. 1942’de Chicago’daki evinde çıkan yangın sonucu yaşamını yitirdi.
“Kendimizi tüm mahkemelerin, polislerin, memurların ya da askerlerin yarın tek hamlede ortadan kaldırılmasını umut etmekten alamıyoruz.”
İmparatorluğa Meydan Okuyan Bir Kadın: Ito Noe
Ito, 1895 yılında toprak aristokratı bir ailenin çocuğu olarak Japonya Kyushu’nun doğu adalarından birinde dünyaya geldi. Liseden mezun olduktan sonra iradesi dışında evlenmeye zorlandı, çareyi Tokyo’ya kaçmakta buldu.
Tokyo’ya geldiğinde Hiratsuka Raicho isimli anarşist bir kadının kurduğu Seitosha (Mavi Çoraplılar) isimli örgütlenmeye dahil oldu ve Seito ismindeki kadın dergisinde yazılar yazmaya başladı. 18 yaşında başladığı yazarlık sürecinde hızla kendini geliştirdi ve derginin editörlerinden biri oldu. Başta İngilizce olmak üzere birçok dilde kendini geliştirdi. Emma Goldman’ın makalelerini Japonca’ya çevirdi. Özellikle Kropotkin ve Goldman’dan 80’in üzerinde metin çevirdi.
1919’da Osugi, Wada Kyutaro ve Kondo Kenji ile beraber ilk işçi yayınını çıkardılar ve Japon anarşist hareketinde en bilinen isimlerden oldular. Ito ayrıca 1921’de bir kadın örgütlenmesi olan Sekirankai’nin kuruluşuna yardım etti.
O dönemde Japonya’da anarşist olmak, yeraltında yaşamaya mahkum olmak demekti. Kotoku Shusui, Kanno Sugako ve 10 yoldaşı imparatoru öldürmekle suçlanarak katledilmişti.
1923 yılında gerçekleşen Büyük Kantō Depremi’ndeki karışıklıktan faydalanan polis, Harumi Setouchi, Ito, Ōsugi ve altı yaşındaki yeğenleri Tachebana Munekazu’yu gözaltına aldı. Depremden sonra yangınlar çıkarmak ve yağma yapmakla suçlanıyorlardı. Osugi ile beraber yıllarca Kempei-tai gizli polisinin ölüm listesinde yer almıştı ve onların gizli hücrelerinde boğularak katledildi.
Bir Düşünce ve Eylem Kadını: Simone Weil
Ünlü Fransız felsefecisi ve anarşist Simone Weil, 3 Şubat 1909 tarihinde Paris’te doğdu. Yahudi kökenli olmasına rağmen agnostik bir ailede dini dogmalara maruz kalmadan büyüdü. On iki yaşında Antik Yunanca öğrenerek ileri düzeyde kitapları okuyabiliyordu.
Gençliğinde işçi hareketlerine sempati duymaya başladı. Önceleri kendini sosyalist olarak nitelendiriyordu. 1931 yılında felsefe öğretmeni oldu, işsizler ve grevdeki işçiler arasında da örgütleniyor, yerel eylemlere katılıyordu.
Stalin’e tepki duymasıyla başlayan yolculuğu anarşizme ulaşmasıyla daha da radikalleşmesini sağladı. 1934 yılında kullandığı özgürleştirici yöntemler otoriteler tarafından uygun bulunmadı ve öğretmenlikten uzaklaştırıldı. Fransa banliyölerinde Renault fabrikasında çalıştı. Buradaki yıllarında ağır koşullar altında çalışan Simone, neredeyse kazandığı tüm parayı işçi mücadelesine vermişti.
1936 yılında kötüye giden sağlık durumu ve öğretmenliğe geri dönme çabaları arasındaki umutsuzluk döneminde ortaya çıkan İberya Devrimi, onun yaşam enerjisini yeniden yükseltti. Durruti Birliği’ne katıldı ve özellikle cephe gerisinde yaralıların tedavisinden sosyal-kültürel faaliyetlere, eğitim çalışmalarına, yaşlı ve çocukların bakımına kadar birçok alanda devrimin inşası için çalıştı. Franco’nun iktidarı ele geçirmesinin ardından Fransa’ya dönen Simone, anti-faşist direniş hareketine destek vermiştir.
Dünyada anarşist kimliğinden ziyade felsefeci ve yazar olarak ün salmıştır. Mistik bir felsefeci olan Simone’un felsefesinde Platon, Kant ve Descartes etkisi hissedilir. Spinoza’dan da etkilendiğini, onun bağımsızlığı ve cesaretine hayranlık duyduğunu söylemiştir.
1943’te tüberküloz teşhisi konmasına rağmen siyasi faaliyetlerine ara vermemiş, direniş hareketi için çalışmaya devam etmiştir. Doktorlar ona çok yemek yemesi gerektiğini söylediğinde “işçiler ne kadar yemek yiyorsa ben de o kadar yiyeceğim” demiştir. Özel bir tedaviyi reddetmiş, 1943 Ağustosu’nda, 34 yaşındayken kalp yetmezliğinden yaşama veda etmiştir.
Faşizme Karşı Dimdik Duran Bir Kadın: Marie Louise Berneri
1 Mart 1918’de Floransa yakınlarındaki Arezzo bölgesinde dünyaya geldi. Tanınmış anarşistler Camillo ve Giovannia Berneri’nin kızıydı. Babası Camillo sosyalist bir mücadele geleneğinden geliyordu, 1920’li yıllarda anarşist mücadeleye katılmıştı. Mussolini iktidarı döneminde, 1926’da Fransa’ya sürgün edildi. Fransa, yavaş yavaş antifaşist mücadelenin merkezi haline geliyordu. Ailesindeki devrimci karakterlerden etkilenen Marie Louise, genç yaşta ailesiyle birlikte mücadeleye atıldı.
1930’ların ortasında Sorbonne Üniversitesi’nde Psikoloji okumaya başladı. Bir yandan da devrimci faaliyetlere yoğunlaşan Marie Louise, Luis Mercier Vega, S. Parane ve Ridel’le birlikte anarşist dergi Revision’ı yayınlamaya başladı.
İberya Devrimi’nin örgütlenmeye başlamasıyla beraber babası Camillo İspanya’ya gitti, Aragon cephesinde faşistlere karşı savaştı. Marie Louis de iki defa İspanya’ya gitti. 1937 yılının Mayıs ayında komünistlerin babasına düzenlediği suikastin ardından, son görevini yapmak için yoldaşının yanı başındaydı. Sonrasında İngiltere’ye döndü ve Vernon Richards’la yaşamını birleştirdi. Kardeşi Giliane, babasının katledilmesinin ardından mücadeleye daha sıkı bağlandı. Anneleri Giovanna ise 1920-30 yılları arasında gerçekleştirdiği antifaşist, anarşist faaliyetleri gerekçe gösterilerek Fransa devleti tarafından hapse atıldı. Savaş sona erene kadar tutsak edildi. İberya Devrimi kanla bastırıldıktan sonra yetimlerin ve göçmenlerin yaşaması için dayanışma kampanyaları organize etti.
1936’dan yaşamının son anına kadar Freedom Yayınevi’nden çıkan bütün yayınlarda onun imzası vardı. Devrimle ilgili yazılara yer verilen Spain and the World’ün maddi ve manevi en büyük destekçisi oldu. Burada Vernon Richards, Albert Meltzer, Tom Brown, Mr and Mrs Leach ve Sturgess’le beraber yazılar yazdı. 1939’da War Commentary’e yazılar yazdı ve savaş karşıtı propagandanın örgütleyicilerinden oldu. Savaştan sonra Revolt!’un yayın ekibinde yer aldı.
1948’de sıkıntılı bir hamilelik sürecinin ardından çocuğunu kaybetti. Bir yıl sonra 13 Nisan’da bir virüs enfeksiyonu sonucu yaşamını yitirdi. Zeki ve derin bir çalışma disiplinine sahip devrimci anarşist Marie Louis’in genç yaştaki (31) ölümü, yalnızca dostları ve yoldaşları için değil, tüm anarşist hareket için büyük bir trajediydi.
Anarşizmin Dokumacısı: Teresa Claramunt
Teresa, 1862 yılında İspanya’nın Huesca, Barbastro bölgesinde doğdu. Doğumundan birkaç yıl sonra ailesi iş bulma umuduyla Barcelona’nın sanayi bölgelerinden Sabadell’e taşındı. Bir tekstil işçisi olarak dokumacılar ve eğiriciler arasında mücadeleye başladı. 1884’te özellikle Tárrida del Mármol’ün fikirlerinden etkilenerek Sabadell’de bir kadın örgütü kurdu. Zamanla tekstil işçileri arasında ajitasyonları, konuşmaları ve yazılarıyla bilinen bir devrimci haline geldi.
1898’de Liceo Operası’nın bombalanmasının ardından tutuklandı. Bu eylem bireysel bir eylem olmasına rağmen bütün anarşist harekete yönelen bir şiddet dalgasına bahane olarak kullanılmıştı. Teresa 1896’da da Cambios Nuevos bombası gerekçe gösterilerek -bu kez ilham kaynağı Tarrida ile birlikte- tutsak edilmişti.
Tutsaklığın ardından Fransa ve İngiltere’de iki yıl dokumacı olarak çalıştı. 1898’de Montjuich duruşmalarına karşı çalışma yürütmek için Barcelona’ya geri döndü. Cambios Nuevos bombasından sonra birçok anarşiste işkence uygulanmış, uzun hapis cezaları verilmiş ve 5’i katledilmişti.
1901 yılında sendikalist hareket içinde aktifleşmeye başladı. El Productor’un yayınlanmasında yer aldı. Bir yıl sonra metal işçileri arasında bir genel grev yayılmaya başladı. Örgütlediği tekstil işçileriyle beraber hem oraya katıldı, hem de başka grevler düzenledi. Sonrasında birçok propaganda turuna çıktı.
Konuşmacılığının yanında üretken de bir yazardı, İberya Devrimi’ne giden süreci ören dergilerde yazdı. Teresa’nın yazıları El Productor, El Rebelde, Tribuna Libre, El Productor Literario, El Porvenir del Obrero, Fraternidad, La Alarma, El Proletario, Buena Semilla isimli dergi ve gazetelerde yayınlandı.
Evi, dönemin genç anarşistleri Durruti, Ascaso ve Oliver için buluşma yeriydi. Deneyimi ve mücadelesiyle İberya devrimcilerinin en büyük ilham kaynaklarından biri oldu. 1929’da son mitingine katılmasından iki yıl sonra ise yaşamını yitirdi; cenazesine 50.000 kişi katıldı. İsmi, Falanjist devletin tüm baskılarına rağmen Barcelona’nın dokuzuncu bölgesindeki bir sokak isminde ve yüreklerimizde yaşamaya devam ediyor.
Pelin Derici
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Tarihteki Anarşist Kadınlar (4) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Lacan’dan Zizek’e Cinsel Olan Politik midir? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Kadın kurtuluş hareketi, kadınların tek tek, kendi hayatlarında yaşadıkları, acısını çekmekle birlikte ‘kişisel sorunlar’ olarak gördükleri ezilmişliği ortaya çıkardı; herhalde hareketin en büyük başarısı bu ‘kişisel’ sorunların gerçekte bir siyasal mücadele konusu olduğunu gösterebilmesiydi. ‘Kişisel olan politiktir’ sloganı, tam da bunu anlatır. Acıyı, korkuyu ve öfkeyi siyasete dönüştürebilmeyi…” Aksu Bora’nın ifade ettiği gibi, ‘kişisel olan politiktir’ kadın mücadelesinin en önemli sloganlarından birisidir.
Bu aynı zamanda, politik olanın sınırlarını anlamak açısından da önemlidir. Yaşam içerisinde “politika”dan bağımsız gibi duran, ama aslında politikayla iç içe olan bireysel (ve dolayısıyla toplumsal) durumları, işleyişleri ortaya koyabilmek adına önemlidir. Özellikle ‘60 dönemi sonrasında, iktidarın doğrudan bireye yönelik hamlelerini anlamak açısından birçok özgürlükçü hareketin mottosudur.
Geçtiğimiz ayın başında çıkan, Slavoj Zİzek’in Cinsel Olan Politik midir? kitabı, mevzubahis sözün farklı bir veçhesiyle ilgili önemli bir tartışmayı bu topraklara kazandırdı. Zizek’in metni, özellikle kadın mücadelesi ve LGBTİ+ mücadelesine eleştirel yaklaşan marksist kesimlerce büyük ilgiyle karşılandı. Nedeni basit; kitabın İngilizcesi zaten vermek niyetinde olduğu mesajı, Türkçe basımında utangaçlıkla verememiş. “The sex is (not) political!” dememiş.
Lacan’ın “Cinsel ilişki yoktur.” ve “Kadın yoktur” önermelerinden yola çıkan Zizek, günümüz cins mücadelelerine yönelik bir politik anlamlandırma yolu seçmiş. Cins mücadeleleri de dahil olmak üzere, “sınıf mücadelesinden ayrı her mücadelenin” liberalizmin belirleyiciliğinden kurtulamayacağının ısrarla belirtmiş, psikanaliz nedenlendirmelerle iddiasını temellendirmeye çalışmış.
Tartışmada çok gündem olmayan önemli bir ayrıntıyı konuşmak, bugün her zamankinden yakıcı bir gerçekliği belirginleştirecek ve “politik olanın sınırlarını” yeniden düşünmemize olanak verecektir.
“Anaakım medyamızda kadınlara karşı şiddetten yaygın bir şekilde söz edilmesi, acaba gerçek hayatta bu şiddetin arttığının bir göstergesi mi, yoksa önceleri normal bir halin parçası olarak düşündüğümüz şeyi, gelişen feminist farkındalıktan ötürü artık şiddet olarak nitelendiren daha yüksek elit standartlara başvurduğumuz için mi bu şiddet daha görünür hale geldi?” meslektaşı Jacqueline Rose’dan alıntıladığı bu sorunun yeri, Zizek’in içinde bulunduğumuz süreci anlamlandırmasında önemli. Kadına yönelik farklı biçimlerdeki şiddetin yeni bir olgu olmadığı aşikar. Ancak bu şiddetin artmadığını söylemek, özellikle bu tespitleri yapanların tüm örnekleri yaşadıkları coğrafyalar üzerinden düşündüğünün göstergesi.
Biraz daha zorluyor Zizek, cinsel saldırı ve şiddetin (hatta ırkçılığın), “azınlıkların, kadınların ve geylerin ikinci sınıf insan olmadığını fark etmemizden önce”, yazılan ve çizilenleri (belki de yapılanları) değerlendirmemizde bir unsur oluşturamayacağına kanaat getiriyor. Çünkü bunların hepsini 1960 sonrasında “icat ettiğimiz postmodern” bakış açılarıyla değerlendiririz. Ancak, bu tarz iktidarlı ilişkiler modern olgular olmaktan öte, daha derin tarihsel köklere sahip, siyaseti, toplumsalı ve ekonomiyi şekillendiren ilişkilerdir.
Sözü uzatmıyor Zizek, “şiddet ve nefret her yerde, hayatın içinde” diyor. Dolayısıyla, bundan uzak durmaya bunları üretmemeye yönelik her çaba, hayatın gerçekliğinden uzak durmaya çalışmaktır diyor, bunun bizi her şeye şiddet, her şeye nefret demeye iteceğini vurguluyor. Bu çaba, liberalizmin çelişkisizliğinin hüküm sürdüğü bir dünyanın çabasıdır diyor.
Cinsel şiddetin, saldırının, erkek egemen kültürün ne olduğunu, hayatın neresinde durduğunu her gün deneyimleyen bir coğrafyanın kadınları olarak, bu “muhteşem söylem” yaşadığımızı anlamlandırmakta çok önemli! Kadına yönelik şiddeti ve nefreti adlandırmak, sadece bir tespit için gerekli değil; bu durumların yeniden üretilmesine engel olmak için de önemlidir. Şiddeti, tahakkümü ve iktidarlı ilişkileri normalleştirmeye yönelik bu tarz bir tutum, liberalizm karşıtı bir tutum değildir. Anti-kapitalist nedenlendirmelerle, başka tahakküm ilişkileri görmezden gelinemez, çünkü iktidar ekonomik biçimiyle de, cinsel biçimiyle de, toplumsal biçimiyle de bütüncül hareket eder. Neyin ne olduğunu anlamlandırmak, karşısında mücadele edilecek şeyi belirginleştirmek için önemlidir.
“Cinsel şiddeti gerçekten kavrayabilmek için kişinin o şiddetten ötürü şok geçirmesi, hatta travmatize olması gerekir. Bizi bir şeye karşı aşılayan şey bizzat o şeyin hissedilmesidir.” derken bir şeyi es geçiyor Zizek. Empati…
Bugün, Zizek’in yaşadığı ve kitabında örneklerle süslediği Batılı özgürlükçü liberalizmin hükmünün sonuna gelinmiştir. Sadece yaşadığımız coğrafyada değil, her yerde otoriter bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Farklı yerlerde, farklı şekillerde maruz kaldığımız erk şiddeti, tahakkümü, yok saymayı anlamak için Zizekvari bir senaryoya ihtiyacımız yok. Erkek siyasetin, erkek ekonominin, erkek kültürün içinde yaşamak en büyük travmadır. Bu travmayı her gün yaşayan kadınlar olarak, politik olanın ne olduğunu iyi biliyoruz. Bu bir varoluş mücadelesi, Zizek’in hocası Lacan’a inat;”Kadın Vardır!”
Melis Sönmez
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Lacan’dan Zizek’e Cinsel Olan Politik midir? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tutsaklık Pembeye Boyanır Mı? – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hapishanelerdeki LGBTİ tutsakların sayısına dair 2014 yılında açıklanan rakam 95 idi. Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre bu sayı Ocak 2016’da 137’ye ulaştı. 2016 sonrasında ise Adalet Bakanlığı, yapılan bilgi edinme başvurularına cevap vermedi; LGBTİ tutsakların sayısına dair güncel bir veri elde edilemedi.
LGBTİ tutsakların çoğu şu anda kapalı tutuldukları hapishanelerde açık havaya çıkamıyor, hapishanelerde iş imkanı varsa çalışamıyor, kurslara katılamıyor. Diğer tutsakların LGBTİ tutsaklara yönelik oluşturduğu “tehdit” sebebiyle, hapishane yönetimi tarafından “güvenlik” bahane ediliyor; LGBTİ tutsaklar tecrit içinde tecride maruz bırakılıyor.
Cımbız, peruk, topuklu ayakkabı ve cinsiyet geçiş süreçlerinde kullanılan hormon ilaçlarına kadar birçok şeye erişimin hapishane yönetimleri tarafından engellenmesi, tutsakların ruhsal ve bedensel bütünlüğünü etkileyen bir işkenceye dönüşüyor. Tutsaklar -hapishane personelleri tarafından- kendi kullandıkları isimleriyle değil, kimlik isimleriyle çağrılıyor; LGBTİ tutsakların iradesi sürekli olarak bir saldırı altında kalıyor. Trans tutsaklar kadın kıyafetleri ve topuklu ayakkabı giymek istediği için gardiyanlar tarafından darp ediliyor…
Yaşadığımız coğrafyada Maltepe, Metris, Rize, Tekirdağ, Eskişehir, Samsun, Alanya ve birkaç hapishanede daha LGBTİ koğuşları var. Fakat bu koğuşlara girmek için kişinin kimliğinin “açık” olması gerekiyor. Peki her LGBTİ tutsak, hapishane içerisinde kendi cinsel kimliğini açıkça ifade edebiliyor mu ya da etmek istiyor mu? Bu sorunun cevabını devletin “pembe hapishane” uygulamasıyla aramaya çalışalım…
Adalet Bakanlığı’nın LGBTİ bireyler için ayrı bir hapishane açmayı planladığı, ilk kez 2013 yılında duyulmuştu. Dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ “pembe hapishane” talebinin hapishanelerde ayrımcılık ve şiddete maruz kalan LGBTİ bireylerden geldiğini iddia etse de LGBTİ örgütleri bu uygulamanın tam karşısında duran açıklamalarda bulunmuş, söz konusu uygulamayı eleştirmişti.
Devlet “pembe hapishane”nin LGBTİ tutsaklar için “daha güvenli” ve “daha iyi” olacağını iddia ederken; şimdilerde yeniden gündeme gelen bu uygulamanın neleri beraberinde getireceğine bakmakta fayda var.
Kendi cinsel yönelimini ailesine ve çevresine açıklamayan insanların tutuklandıklarında gönderilecekleri yerin “pembe hapishane” oluşu, kişilerin cinsel yönelimlerinin ifşası anlamına gelecektir. Tutuklanan LGBTİ bireyler böyle bir uygulama ile toplu şekilde “fişlenecek”; cinsel kimliği “açık” olmayan kimseler için bu durum dışlanma ya da ayrımcılığa maruz kalma gibi ihtimalleri de beraberinde getirecektir. Bu uygulamanın, hapishanedeki yakınlarını ziyarete giden bireyler için benzer bir şiddeti beraberinde getirmesi de mümkün.
Mevcut hapishanelerdeki homofobi ve transfobi görmezden gelinir ve hatta doğrudan iktidar aracılığıyla bu homofobi ve transfobi körüklenirken; LGBTİ tutsaklar için yapılacak özel bir hapishane aslında toplu tecrit anlamına geliyor. LGBTİ tutsakların tek bir hapishanede toplanması, onları aile ve arkadaş çevrelerinden de tecrit edecek, hatta tutsaklar için sürgün anlamına gelecek ve yargılama süreçlerini de olumsuz etkileyecektir.
LGBTİ tutsaklar; 2013 yılından bu yana hakkında çeşitli söylentiler olan “pembe hapishane”nin Mart ayı sonunda İzmir’de açılacağını belirtiyor. Tutuklu bulundukları hapishanenin personelinden konuya dair bilgi alan tutsaklara ne hapishane yönetiminden ne de ilgili resmi kurumlardan herhangi bir bilgilendirme yapılmıyor.
LGBTİ tutsaklar şimdilerde sürgün edilecekleri ve bu sebeple de birçok olumsuz durumla karşı karşıya kalacakları “pembe hapishane”ye dair birçok soruyla yüz yüze bırakılmışken; “kendilerine karşı topluca bir suç işlenme ihtimali”nden korktuklarını ise açıkça belirtiyor.
İktidarların “suçlu”yu “cezalandırmak” için inşa ettiği hapishanelerin varoluş amacı bellidir; kapatılan her bir bireyi tahakküm altına almak, sindirmek ve iradesizleştirmek. Devlet beslediği homofobiyi ve transfobiyi şimdilerde “pembe”ye boyamak istese de gri beton duvarların ardındaki adaletsizlikleri gizleyemeyecektir.
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Tutsaklık Pembeye Boyanır Mı? – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Trans Kadın Tutsak Diren Coşkun Kazanıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Ölüm orucundan vazgeçirmek için hapishane yönetimi ceza ile tehdit ediyor sürekli. Ben de ‘Ölüme yatmışım, siz hangi cezadan bahsediyorsunuz?’ diyorum.”
Bu sözler, karşılaştığı baskının, tecridin, ayrımcılığın sonlanmasını, vegan beslenebilmeyi ve ameliyat olabilmeyi isteyen trans kadın tutsak Diren Coşkun’un ölüm orucuna başlamasının ardından kendisine yönelik artan baskıyı anlattığı cümlelerdi. Diren bu cümlelerle, ölüm orucuna dahi ceza vermek isteyen devletin LGBTİ’lere olan düşmanlığını tekrar gözler önüne serdi.
Diren Coşkun, Ağustos 2017’de kimlik kontrolü sırasında gözaltına alınmış, ardından “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt propagandası yapmak” suçlamasıyla tutuklanmıştı. Tekirdağ 2 No’lu Hapishanesi’nde tabutlukta kaldığı dönemde Diren, yaşadığı tüm bu sorunlar nedeniyle 25 Ocak itibariyle ölüm orucuna başladı.
Ölüm orucuna başlamasının ardından muhalif ve devrimci basın tarafından Diren’in durumu gündem edildi, kadın ve LGBTİ örgütleri için Diren’le dayanışma süreci başladı. İstanbul LGBTİ Dayanışma Derneği’nden Kıvılcım Arat da Diren’in ölüm orucunun 13. gününde Diren’le dayanışmak için ölüm orucuna başladı.
Devletin saldırılarına karşı içerideki tutsaklarla dayanışmanın yıllardır kazanımlara yol açtığı, “dayanışma yaşatır” söyleminin gerçekliği bilindiği için Diren’in direnişiyle dayanışma örgütlendi. Farklı farklı şehirlerde destek açlık eylemleri, telgraf çekme ve basın toplantısı eylemleri yapıldı.
Diren’in ölüm orucunun 27. gününde Kıvılcım Arat, Diren Coşkun’un tedavisini, vegan beslenmesini ve ayrımcılığa uğrayıp maruz kaldığı şiddeti hapishane yönetimiyle görüştüklerini, süreci ortaklaşa yürütmek için uzlaşıya vardıklarını ve Diren Coşkun’un bu karar üzerine ölüm orucunu bir süreliğine durdurduğunu açıkladı.
“Dışarıdaki” LGBTİ bireylerin yönelimlerine hatta varoluşlarına karşı devletin ve ataerkil, homofobik algının her alanda uyguladığı baskı ve şiddetin, tutsak LGBTİ’lere daha sistematik ve daha fazla uygulandığı bir dönemde, “hapishane yönetimini uzlaşma zeminine çekmek” önemli bir kazanım olarak duruyor.
Kazanım ise Diren’in kararlı direnişinin yanında örgütlenen dayanışmanın önemini bir kez daha kanıtladı. Tutsak LGBTİ’lerin hapishanede yaşadıkları hak gaspı, istismar, taciz ve tecrite karşı verdikleri kararlı mücadeleleri nasıl bir varoluş mücadelesi ise bizim, yani “dışardakilerin” dayanışması; devletin saldırılarının, zulmünün, yürüttüğü savaşın gün geçtikçe yükseldiği bu dönemde, varoluşumuzun tek yolu olarak görünüyor.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Trans Kadın Tutsak Diren Coşkun Kazanıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: Boşanmalarda Nafaka Uygulaması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Erkek egemen toplumda, kadınların yaşamlarını idame ettirebilmelerini sağlayacak olanaklardan erkekler tarafından uzak tutuldukları göz önünde tutulduğunda, boşanma davalarında gündeme gelen nafaka konusunun önem taşıdığı açıktır. Bu yazımızın konusunu da aile hukuku bağlamında nafaka oluşturuyor. Kısaca ifade etmek gerekirse nafaka, boşanma davası sırasında ve sonrasında yoksulluğa düşecek eski eşe ve/veya çocuğa ödemekle yükümlü olunan paradır.
Yardım, tedbir, yoksulluk ve iştirak nafakası olmak üzere dört çeşit nafaka vardır. Nafaka temelde eşin geçimi içinse “yoksulluk” ve çocuğun ihtiyaçları için veriliyorsa “iştirak nafakası” olarak ayrılmaktadır. Gerek duyulması halinde nafaka almak için tarafların boşanmış olması gerekmemektedir, boşanma sürecinde olmaları da tedbir nafakası almak için yeterlidir. Boşanma, eğer anlaşmalı bir boşanmaysa boşanma protokolünde nafaka konusu da karara bağlanmaktadır. Ancak boşanma çekişmeliyse -taraflar boşanma konusunda ve şartlarında anlaşamadılarsa- dava devam ederken Aile Mahkemesi hâkimince tedbir nafakasına hükmedilebilir.
Tedbir nafakasının verilmesi için nafaka yükümlüsünün kusurlu olup olmadığına bakılmamaktadır. Ancak nafaka bağlanacak eşin, diğer eşten daha fazla kusurunun olmaması gerekir. Nafaka konusunda kanunda herhangi bir sınırlandırılmaya gidilmemiştir ve nafakaya hükmedilirken tarafların maddi durumları göz önünde bulundurulur. Nafakanın ödenme süresi konusunda da herhangi bir sınırlama bulunmamakta olup nafaka alacaklısı kişi bir iş bulana, evlilik gerçekleştirene yani nafakaya ihtiyacı kalmayana kadar nafaka ödenmesi yükümlülüğü devam eder.
Yoksulluk nafakası yukarıda da vurgulandığı üzere, boşanma sürecine girecek eşlerden birinin ihtiyaç duyması halinde, diğer eş tarafından ödenen nafaka türüdür. İştirak nafakası ise çocuğun velayeti kendisine bırakılmayan eşin, velayet bırakılan eşe -çocuğun bakımı ve eğitimi gibi- temel olarak değerlendirilebilecek masrafların karşılanabilmesi amacıyla hükmedilen nafaka türüdür. Kural olarak iştirak nafakası, çocuğun 18 yaşına gelmesine kadar ödenir. Çocuk 18 yaşını doldurmuşsa ancak üniversite eğitime devam ediyorsa iştirak nafakasının da ödenmesine devam edilir. Yoksulluk nafakasının aksine iştirak nafakasında hâkim, tarafların taleplerini değil çocuğun ihtiyaçlarını esas almaktadır.
Hâkim tarafından nafaka kararı verilirken belli zamanlarda belli oranlarda artmasına karar verilmiş olabilir. Bunun dışında, tarafların nafaka hükmedilirken içinde bulundukları duruma göre güncel durumlarının değişmiş olması halinde, nafakanın arttırılmasına, azaltılmasına veya kaldırılmasına karar verilebilir. Ancak bunun için dava açılması gerekmektedir.
Nafakanın ödenmemesi halinde nafaka alacağı, icra yoluyla tahsil edilebilmektedir. (Tedbir nafakası hariç) Nafakanın zamanında ödenmemesi durumunda da kişi hakkında 3 aya kadar “tazyik” olarak adlandırılan zorlama hapsine hükmedilebilir. Kişinin nafakayı ödemesi durumunda tazyik hapsi de son bulur. Nafaka alacağına verilen önem büyüktür; normal alacaklarda emekli maaşa haczedilebilmesi için ilgili kişinin muvafakati aranırken nafaka alacaklarında bu muvafakat aranmadan da emekli maaşı haczedilebilmektedir. Yine genel alacaklarda maaşın ancak dörtte birine kadar haciz konulabilirken nafaka alacağının tamamı için maaşa haciz konulabilir.
Temel hatlarıyla değindiğimiz bu konu, daha çok kadının maddi durumunun yaşamını idame ettirebilecek seviyede olmamasını merkeze almıştır. Ek olarak belirtmek gerekir ki maddi durumu iyi olmayan kadın, bulunduğu şehirdeki barodan adli yardım talebinde bulunarak bir avukatla temsil edilmesini sağlayabilmektedir. Bunun en önemli yararı -nafaka çoğunlukla ödenmediği için- nafaka alacağının icra yoluyla tahsilini sağlamaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kullan-at Kılavuz: Boşanmalarda Nafaka Uygulaması appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (30): Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizimizde, Bichler ve Nitzan’ın kapitalizmin büyüme yanılsamasını inceleyen makalelerinin ilk 8 bölümünü aktarmıştık. Makalenin sonundaki 9-12. bölümlerinde enerji ve iktidar ilişkisini inceleyen alternatif bir model sunuluyor. Makalenin bu bölümü ayrıca, neoliberal ve Marxist ekonomi teorilerin indirgemeci yapısını göz önüne sermesi açısından ilgi çekici.
Alternatif Bir Modele Doğru
Modelimizin temel dayanakları aşağıdaki 5 maddeyle özetlenebilir.
Hiyerarşi Enerjisi, Refah Enerjisi
Enerji dönüşümü ve hiyerarşinin oluşumu arasındaki ilişkiyi modellerken başlangıç noktamız, toplum tarafından yakalanan / dönüştürülen toplam enerjiyi iki ayrı akışa bölmektir: (1) hiyerarşik iktidarı dayatmak, sürdürmek ve arttırmak için hizmet eden hiyerarşik enerji ve (2) geçinmeyi ve hayatta kalmayı sağlayan refah enerjisi. Yakalanan enerjinin toplam seviyesi nesnel olarak verilebilirken, “hiyerarşi” ve “refah” akışlarına olan ayrımı nesnel değildir. Görünen o ki, siyasi, ideolojik ve teorik eğilimimizin bu ayrımı, bu iki akışı analiz etme ve ölçme şeklimizi etkilemesi kaçınılmazdır.
Zorluğu görmek açısından, sabit ordular, örgütlü din, hukuk sistemi, çeşitli bürokrasiler, polis kuvvetleri, sistem propagandası, baskı, engelleme ve şiddet amaçlı teknolojiler için harcanan enerjiyi düşünün. Bu kurumlar ve örgütler hiyerarşiyi desteklemeye adanmış görünüyorlar, değil mi?
Bu enerjinin tamamı gerçekten bu amaca mı ayrılmış? Ve eğer enerjinin sadece bir kısmı hiyerarşiye akıyorsa, oranını nasıl bileceğiz? Bir enerji akışı hem hiyerarşiye hem de insanların geçimine aynı anda hizmet verdiğinde ne yapacağız? Hangi bölümün hangi tarafa gittiğine nasıl karar vereceğiz?
Bu sorular, hiçbir şekilde burada tanımladığımız ayrıma özgü değildir. Genelde ampirik halının altına süpürülmüş olsalar da, “üretken” ve “üretken olmayan” emek, “spekülasyon” ve “yatırım”, “israf” ve “yararlı” ayrımları da dahil olmak üzere, siyasi ekonomideki temel ayrımların pek çoğunu sarsarlar.
Ekonomi Politiğin Birimleri
Bilimsel ilerleme rüzgarından etkilenen politik ekonomistler bu ölçme sürecinin bir parçasıydı. Mutluluğun ilk bilimcisi Jeremy Bentham, liberalizmin temel parçacığını yarattı: refah anlamında “felicity”e daha sonra Irving Fisher tarafından yarar anlamında “util” adı verildi. Tüm insanların motivasyonunun ölçülebilir miktarda zevk ve acıya indirgenebilir olduğunu savundu ve diğer ekonomistler o zamandan beri, tüm ekonomik faaliyetlerin “refah” ile tanımlanabileceğine inanıyorlar ve liberal toplumun kendini dengeleyen yasalarını keşfetmek için bu birimleri kullanıyorlar.
Marx bu evrenselciliği reddetti. Genel olarak tarihsel toplumların ve özellikle kapitalizmin, bireyler arasındaki karşılıklı yarar sağlayan etkileşimlerle değil, çelişkili sınıfların çatışmasıyla yönlendirildiğini savundu. “Kapitalizmde üretim araçlarına sahip olanların bu araçları kullananlarla karşı karşıya geldiği bu çatışma ortamı” tamamen farklı bir temel parçacığı gerektirir. Ve Marx’a göre çatışmanın kökeni üretim alanında yatmaktadır; bu yüzden politik ekonominin ana birimi emeğe dayandırılmalıdır: üretken işçilerin belirli bir emtia grubunu üretmek için harcamak zorunda olduğu ortalama zaman, toplumsal olarak gerekli soyut emek zamanı, yani SNALT.
Ancak önceki çalışmalarımızda gösterdiğimiz gibi, util ve SNALT prensipte bile ölçülemez. Dahası, çatışmalı bir toplumun tek bir evrensel ölçümle aşılabileceği fikri beraberinde başka sorunlar getirir. Toplumun diyalektik olarak geliştiği ve iç çelişkilerinden evrimleştiği konusunda Hegel ve Marx’a katılıyoruz. Fakat bu diyalektik evrim, doğası gereği hem çatışmayı ve hem de işbirliğini kapsar ve bu iki boyut tek bir dilde ifade edilemez. Tabandaki nüfus dünyayı çoğunlukla geçinme derdinin mutlak kategorisi üzerinden deneyimlerken, yöneticiler iktidarın ayrımsal (farklara odaklanan) objektifini kullanır. Mutlak ve ayrımsal bakış açıları temelden farklıdır ve karşılaştırılamaz. Niceliksel bir ortak payda bulmak bir yana, niteliksel olarak bile bir ortak payda bulmak zordur. Onları anlamak için bir dile değil iki dile ihtiyacımız var: iktidar ve hiyerarşi için çatışmacı bir dil, refah ve yaşamsal olan için kooperatif bir dil.
Aşağıda göreceğimiz üzere, hem refaha hem de hiyerarşiye akan enerjinin, bu iki süreç üzerindeki etkisi çok farklıdır; “daha fazla refah” mutlaka “daha az hiyerarşi” anlamına gelmez, ya da tam tersi de doğru olmayabilir. Dahası, iki akışın kaynağı ortak olsa da, aralarındaki ayrım hangi açıdan baktığımıza bağlıdır: yöneticilerin mi, yönetilenlerin mi? Bu belirsizlikler niteliklerin ölçüldüğü her durumda vardır. Ancak bu ayrım, liberal ve Marksist niceliklerin aksine, kendi sınırlamalarının farkındadır ve bu nedenle Freud’un tanımlayıp Marcuse’in eleştirdiği “gerçeklik ilkesine” av olma olasılığı azdır.
Hayal gücümüzü kullanarak iki enerji akışının genel sınırlarını çizebilir, olası tarihsel yörüngelerini inceleyebilir ve sabotajın ortasındaki büyüme bulmacasını açıklayabiliriz.
Hiyerarşi-Enerji Alanında Yörüngeler
Şekil 1, toplumun hiyerarşi-enerji alanında olası tüm yörüngelerini incelemek için hes / hec çerçevesini kullanır. Herhangi bir Z noktasından başlayalım. Şeklimizde Z, LE = 25 olan bir hec üzerinde, H = 0.5 ve E = 50 koordinatlarında durmaktadır. Z keyfi olduğu için, analizimiz ve sonuçlarımız hes çizgisi üzerindeki herhangi bir nokta için geçerlidir.
Şekil 1: Hiyerarşik-Enerji Alanında Yörüngeler
E, kişi başı toplam enerji = HE + LE
HE, kişi başı hiyerarşi enerjisi
LE, kişi başı refah enerjisi
H, hiyerarşi enerjisinin toplam enerjiye oranı = HE / E
hes, H ve E nin tüm kombinasyonlarını kapsayan, hiyerarşi – enerji alanı
hec, belli bir LE için H ve E nin tüm kombinasyonlarını kapsayan, hiyerarşi – enerji çizgisi
Toplum Z’den başlayarak şekil üzerinde gösterilen dört genel yönde hareket edebilir. Farklı bir yörüngeyi temsil eden her grup, bir taraftan hec çizgisi, diğer taraftan Z noktasından geçen yatay kesikli çizgi ile sınırlandırılmıştır. Okların her biri, iktidar biçiminin hes çizgisi üzerinde farklı bir noktaya hareketini ve dolayısıyla farklı bir hec’e geçişini temsil eder.
Uzun vadeli düşünülürse, her yörünge, bir iktidar biçiminin evriminde farklı bir aşamayı temsil eder. Yörüngeler / evreler iki kritere göre sınıflandırılır: Z noktasından yukarı veya aşağı hareketle temsil edilen hiyerarşi enerjisinin oranı H’nin değişimi; ve hec’den sağa veya sola doğru bir hareketle görselleştirilen refah enerjisi LE düzeyindeki değişiklikler.
Sabotaj Yoluyla Büyüme
A yörüngesine iktidarın genişleme durumu diyoruz çünkü hiyerarşi enerjisi H ve geçim kaynağı enerjisi LE’nin payı yükseliyor. Bu ikili artış, iktidarın bekasını sağlar: H’deki yükseliş hiyerarşik yapıyı sürdürüp ve genişletirken LE’nin yükselişi, taban nüfusu doyurur, hiyerarşilerin büyümesini maskeler, alttan gelen direnci azaltır ve sistemsel isyan riskini sınırlar.
A yörüngesi tarihsel olarak yenidir. Birkaç yüz yıl öncesine kadar iktidar biçimleri kişi başı toplam enerjide bile çok az artış sağladı. Hem H, hem de LE’nin devamlı olarak yükseldiği, tarihteki ilk ve “bugün itibariyle” tek iktidar biçimi kapitalizmdir (ikincisi devlet komünizmi, ancak bu rejim kısa bir tarihsel zaman diliminde bozuldu ve parçalandı).
İlginç olan şey, bu büyümenin önemli bir bölümünün refaha değil hiyerarşik iktidara akmasıdır. Yani kapitalist büyümeyi ölçtüğümüzde iktidarın büyümesini ölçüyoruz. Bu anlamda kapitalizm sabotaja rağmen ya da onun sayesinde bile değil, sabotaj yoluyla büyür.
Kriz
Refah enerjisi azalırken, hiyerarşi enerjisinin payı arttığında kriz potansiyeli ortaya çıkar. Bu durum Şekil 7’deki B1 ve B2 yörüngeleri ile gösterilmektedir. Bir iktidar durumu hec çizgisi boyunca yukarı ve sağa ilerlediğinde, kişi başına düşen toplam enerji artışının tümüyle hiyerarşiye aktığını, ancak refah enerjisinin değişmediğini hatırlayın. B1 yörüngesi bu sınır durumunun devrilmesini temsil eder: Kişi başı enerji, hiyerarşi enerjisinin payı ile birlikte hala büyümekte ancak refah enerjisi düşmektedir.
Bu düşüş sorunları beraberinde getirir. Daha önce belirttiğimiz gibi, tarihsel iktidar biçimlerinde yönetenler ve yönetilenler aynı şey için savaşmazlar ve bu nedenle nadiren aynı dili konuşurlar: Yönetilenler kendi maddi koşullarıyla meşgul, refahın mutlak terimleriyle konuşurken, iktidara takıntılı yönetenler, kendi arzularını, eylemlerini ve kazanımlarını ayrımsal terimlerle ve göreceli pozisyonlarla adlandırırlar. Kişi başına refah enerjisi arttıkça (A yörüngesi) çoğu kişi gündelik hayatlarıyla meşgul olur, genişleyen iktidar, artan hiyerarşi ve artan sabotaja dikkat etmez. Ancak kişi başı refah enerjisi durduğunda (hec çizgisi), iki grup arasındaki çatışma aniden odak alır; ve refah enerjisi gerçekten düştüğünde (B1 yörüngesi), refah ve hiyerarşik iktidar arasındaki çatışma ön plana çıkar.
Bu durumda yöneticiler sistemsel bir dönüm noktasındadır. Kişi başına refah enerjisini düzeltmek ve belki de artırmak için hiyerarşi enerjinin payını kısıtlayarak rahatlayabilirler (A1 veya A2). Daha az hiyerarşi ve daha otonom işbirliğinin daha fazla toplumsal esneklik yaratacağını varsayımıyla, bu şekilde kişi başı toplam enerjiyi artırmaya yardımcı olabilirler. Veya katı durarak durumun tam anlamıyla bir krize dönüşmesine izin verirler. Bu son durum bir çatışma atmosferidir, yöneticiler duruşlarını daha da sertleştirir ve hiyerarşi enerjisinin payı yükselmeye devam eder. Artan sabotaj ve düşen geçim enerjisinin zehirleyici birleşimi üretimin kooperatif yönünü zayıflatır. Bu noktada, “daha önce hala yükselmekte olan” enerji dönüşümü azalmaya başlayabilir ve bu gerçekleştiğinde, iktidar modeli geçici bir krizden (B1 yörüngesi) bütünüyle bir krize girer (B2 yörüngesi). Kişi başına düşen toplam enerji şimdi daralmaktadır ve yöneticiler kendilerini saldırı altında hissederek iktidarlarını daha da güçlendirirse, refah enerjisi hızla düşecektir.
Düşüş
Kriz uzarsa iktidar biçiminin aşağı giden bir sarmal içine girme ve belki de yok olma ihtimali vardır. Böylesi bir düşüş C yörüngesi ile gösterilir. Bu aşamada, kişi başına düşen enerji akışlarının hepsi, “toplam E, hiyerarşi HE ve refah LE” düşer. Fakat kriz evresinden farklı olarak, hiyerarşi enerjisi HE, genel enerji E’den daha hızlı düşer ve hiyerarşik enerjinin H payını düşürür. Bu ikinci düşüş, mevcut hiyerarşilerin artık korunamayacağını ve daha küçük, daha az karmaşık topluluklara bölünmeye başlayabileceğini göstermektedir. Önemli derecede zayıflamış olan iktidar biçimi, başka bir iktidar biçimi tarafından ele geçirilmeye (örneğin Sovyetler Birliği’nin dağılması ve kalıntılarının kapitalizmin içine çekilmesi) ya da tamamen çökmeye yatkındır (ör. eski Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, Paskalya Adası toplumunun yok oluşu ya da Somali, Kongo ve Güney Sudan gibi batık devletler).
Demokratikleşme
Kriz ve gerileme karşısında, hes çizgisinin karşı tarafında yer alan radikal alternatif, D1 ve D2 yörüngeleriyle temsil edilen demokratikleşmeye geçiştir. Burada “demokratikleşme” terimini dar ve dolaylı siyasal temsil anlamında değil, Antik Yunan demos-kratia’sının geniş ve doğrudan anlamında kullanıyoruz: halkın doğrudan kendini yönetmesi. Bu bakış açısıyla, demokratikleşen bir iktidar biçimi hiyerarşik iktidarını doğrudan öz-yönetim ve otonom işbirliği lehine azaltır ve bunu toplumun her alanında yapar.
Geleceğe Bakış
Çağdaş kapitalizm doğal ve teorik sınırları zorluyor gibi görünüyor. Yakalanan enerjinin artışı gezegenin biyosfer, kaynak ve iklim istikrarını tehdit ediyor ve ideolojisi inkar etse de, bu bütün rejimin yakında mutlak şekilde sona ereceğini gösteriyor. Bu meselenin matematiği basit. Eğer yakalanan toplam enerji geçen yüzyılda artan oranda büyümeye devam ederse: %100 dönüşüm verimliliği varsayımıyla, 400 yıl sonra dünyaya vuran tüm güneş ışığına talep ediyoruz. 1350 yıl sonra kullanacağımız güç, güneşin ürettiğine eşit olacak. 2450 yıl sonra, Samanyolu galaksisindeki yüz milyar yıldızın hepsini kullanıyoruz.
Geleneksel görüş bu çıkmaz konusunda “arzularımızı” suçlamaktır. Enerji yakalama tarihinin haritasını çıkaran ilk kişilerden biri olan Earl Cook bile sonsuza dek “doyumsuz arzular”ın neoklasik tuzağına düştü: Bir sanayi toplumu ne kadar çok güç kullanırsa o kadar daha çok istiyor. Biz güç kullandıkça şehirlerimizi, ekonomik ve sosyal kurumlarımızı daha çok enerji tüketimine bağımlı olarak şekillendiriyoruz. Fakat bu yazıda işaret etmeye çalıştığımız gibi, bu süreci yönlendiren gerçek güç, hedonik arzularımız değil, yönetenlerin iktidar arayışıdır. İnsanlık tarafından yakalanan enerjinin büyük kısmı refah için değil, hiyerarşileri pekiştirmek ve stratejik sabotajı beslemek için kullanılmaktadır. Dünyanın nüfusunun büyük bir çoğunluğu için, bu enerji yakalanmasa daha iyidir.
Fakat bu yönde hareket edebilmemiz için, enerjinin bize boyun eğdirmek için nasıl kullanıldığını anlamamız gerekir. Bu bilgi olmadan, gözlerimiz bağlı davranmaya devam edeceğiz. Hiyerarşi enerjisinin, daha önceki iktidar biçimlerinde nasıl evrimleştiğini anlayamayacağız; kapitalist hiyerarşilerin tüm yelpazesini nasıl desteklediğine dair yalnızca kısmi ve yanıltıcı bir anlayışa sahip olacağız; ve en önemlisi, kapitalizme karşı koyabilen ve belki de onun yerini alabilecek hiyerarşik olmayan yapıları hayal edemeyeceğiz.
Not: Bir iktidar biçimi olarak kapitalizm teorisi kapsamında, makalenin kendisine ve başlangıç noktasını oluşturan, Blair Fix’in makalesine capitalaspower.com sitesinden ulaşılabilir.
Shimshon Bichler ve Jonathan Nitzan, 2017
Bu çeviri Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Ekonomi Tartışmaları (30): Kapitalizm: Sabotaj Yoluyla Büyüme – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Dünyadan Anarşist Kadınların Mücadele Mesajları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin biz kadınlar tarafından hazırlanan bu sayısında, dünyanın farklı yerlerindeki kadın örgütlerinden ya da anarşist örgütler içerisindeki kadınlardan gelen ve kadınları erkek iktidarların tümüne karşı mücadeleye ve örgütlenmeye çağıran dayanışma mesajlarını siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.
FAI’den Kadınlar – İtalya
Dünyada mücadele eden bütün kadınlarla yan yana duruyoruz ve Anarşist Kadınlar’ı dayanışmayla selamlıyoruz. Aşağıdaki metin, FAI’nin son toplantısında 8 Mart grevini desteklemek için yayınlanmıştır:
“NonUnaDiMeno hareketiyle uluslararası olarak tanıtılan 8 Mart grev gününü desteklemek için Reggio Emilia’da İtalya çapında bir toplaşma düzenledik. Çünkü cinsiyet ayrımcılığına karşı verilen kavga, iktidar ve sömürü olmayan bir toplum inşa etmek isteyenlerin plan ve pratiklerinin temel bir unsurudur.
Global ve uluslararası grevle karakterize edilen 8 Mart günü, içerdiği büyük öfkeyle, üretici ve cinsel işleri durdurma biçimini alır ve öz-belirlenim içeren mücadelenin güçlü bir kolunu temsil eder.
İtalya devleti bu greve seçim şiddetini uygulamak istiyor: 4 Mart seçimleri çeşitli sektörlerdeki işçileri dışarıda bırakarak grev özgürlüğüne ciddi sınırlamalar getiriyor.
Bu mücadelenin ve toplumsal hareketlerin yürüttüğü diğer eylemliliklerin gücü ve politik bağımsızlığı, ne seçim makinesi tarafından ne de kurumsal mekanizmalar tarafından zayıflatılamaz. 8 Mart grevini destekliyoruz. Tüm yoldaşları İtalya’da ve bütün dünyada gerçekleştireceğimiz 8 Mart eylemliliklerini ve mücadeleyi büyütmeye çağırıyoruz.”
Errekaleor Bizirik İşgal Mahallesi’nden Kadınlar – Bask
Bu yıl 8 Mart’ta kadın örgütlenmeleri uluslararası grev çağrısına katılacak, hem üretici hem de çoğaltıcı katmanlarıyla. Ayrıca kapitalist üretimi etkili bir şekilde durduramayacak ancak kadın hareketini güçlendirecek sembolik grevler düzenlemek konusunda hemfikirler.
Bununla birlikte, bu 8 Mart’ta farklı düşünsel yaklaşımlar arasındaki tartışmalar da devam ediyor. Bir yanda postmodern düşünceden etkilenmiş ve kadın ezilmişliğini diğer bütün ezilmişliklerden üstte tutan bir kanat, diğer yanda ise eski marksist bakış açılarını sahiplenen, kadın özgürlüğünü sınıf mücadelesinin boyunduruğu altına almaya çalışan başka bir kanat bulunuyor.
Kapitalizmin ortasında kadınlar, gündelik sorunların çözümünde çeşitli düşünce akımlarının çözüm önerileriyle karşılaşırken, gerçek bir olgu olarak her gün binlerce genç kadın aynada gördüğü vücudundan nefret etmeye, herhangi bir topluluğa katıldığında kendini cinsel bir objeye dönüşmüş olarak hissetmeye devam etmektedir.
Ancak bizler, mülksüzleştirilen devrimci kadınlar olarak, bu politik söylem ve pratikleri kaygıyla izlemekteyiz. Bunları yeniden gözden geçirerek dönüştürüp bizi zafere götürecek yeni söylemler üretmeyi görevimiz olarak görüyoruz. Kadınları güçlendirecek ve özgürleştirecek yani toplumsal devrime taşıyacak olan yegane yöntem, özgürlük için mücadele etmekten geçmektedir.
Dünyanın Her Yerindeki Kardeşlerimiz 8 Mart’ınızı Selamlıyoruz! – FAB’dan Kadın Yoldaşlar – Bulgaristan
Anarşist kadınlar olarak devletin “kadın haklarını” tanımıyoruz, çünü bunlar hiçbir şeyi çözmüyor, “ağrı kesiciler” gibi. “Yasanın karşısında eşitlik” kimilerine göre bir adım, fakat “nihai zafer” değil. Adaletsizlik zafere kadar devam ediyor.
Eşit haklar için mücadele etmek, ancak bu hakların ötesine geçmeyi hedeflediğimizde kabul edilebilir. Zorunluluklarla otoriteye sürekli bağlı her insan için mutlak özgürlüğü savunmalıyız. Aksi halde “eşit haklar” bizi “eşit” köleler yapar.
Bulgaristan’da “cinsiyet eşitliği” varmış gibi görünse de patriyarkal baskı, özellikle etnik azınlıklara karşı sürmektedir. Kadınların ihtiyaçlarına karşı gösterilen kayıtsızlık gölgelere karıştı. Ancak henüz yıkılmış değil. Çifte standartlar dünyanın her yerinde olağan karşılanıyor. Bizim ülkemizde ise durum Türkiye’den daha rahat olmasına rağmen kadınların ekonomik, psikolojik ve fiziksel savunmasızlığı hala bir gerçeklik.
Kardeşlerimiz daha fazla acı çekseler de, onların cesaretini ve asla vazgeçmeyeceklerini biliyoruz. Bu cesarete hayranız.
Kadınlara yönelik baskının ortadan kaldırılması, genel tahakkümün kırılmasının organik bir parçasıdır. Kadınların özgürleşmesi tüm insanlığın özgürleşmesi demektir ve tüm insanlığın özgürleşmesi de kadının özgürleşmesi anlamına gelir.
“Özel ayrıcalıklar” ya da “pozitif ayrımcılık” saçmalığını istemiyoruz. Tüm insanlar için evrensel bir özgürlük istiyoruz; herkesin aklı ve vicdanıyla eyleyebileceği, rekabetin olmadığı, kimsenin efendi ya da köle olmadığı, herkesin birbirinin iyi niyetli kardeşleri olduğundan emin olduğu bir dünya istiyoruz.
Asla yıkılmayın sevgili kardeşlerimiz, asla vazgeçmeyin; ne kadar acı olursa olsun kendi yolunuzdan ayrılmayın!
CNT’li Kadınlar – İspanya
Biz Kadınlar Durduracağız, Biz Kadınlar Kazanacağız!
Bu 8 Mart’ta tüm kadın örgütlerinin yapacağı gibi genel grevde olacağız. Çünkü biz kadınlar; bakıcılar, temizlikçiler, mağaza işçileri ve fabrika işçileri olarak ekonomik şiddete, ücret eşitsizliğine ve keyfi işten atmalara karşı mücadele ediyoruz.
Çünkü biz kadınlar, kapitalist sistemin görmezden geldiği, evdeki emeği yaratanlarız. Ev içi emeği yadsıyan kültüre, onun yarattığı topluma karşı mücadele ediyoruz.
Çünkü biz kadınlar, toplumsal ve bireysel özgürlüğümüze yönelik tehdit olan cinsel şiddete karşı mücadele veriyoruz. Çünkü biz “Mujeres Libres”iz (Özgür Kadınlar’ız).
Toplumsal özgürlüğün, heteropatriyarşi ortadan kalkınca geleceğine inanıyoruz.
8 Mart’ta, burada ve her yerde, sokaklara ve mücadeleye çağırıyoruz. Sokakta ve mücadelede olanları; kız kardeşlerimizi, yoldaşlarımızı selamlıyoruz.
FemFAU İnisiyatifi (FAU’lu Kadınlar) – Almanya
Biz Olmadan Bizim Hakkımızda Hiçbir Şey!
Mülkiyetin Kadınlaştırılmasına Karşı Mücadele Edelim!
Ailede, işte, kamusal alanda kadın* defalarca ayrımcılıkla, yapısal dezavantajlar ya da cinsel şiddetle karşılaşır. Sözde “eşitlik prensibi” kadınları git gide daha kullanışlı işçiler haline getirir. Bu alanların her birinde tıpkı erkekler gibi, adaletsiz çalışma koşullarıyla karşılaşır. Bu aynı zamanda, patriyarkal kurumların kapitalist sistemle birlikte kadınları ve onların emeğini değersizleştirmeleri anlamına gelir.
Toplumsal cinsiyet algısının egemenliği ve eğitim politikaları, yalnızca toplumda değil; kadınların kendilerinde de bulunan kadın imgesini güçlendirir (örneğin duygusal bakım işçileri). Erkeklerle karşılaştırıldığında, hem aynı işgücü piyasasında işlerine göre düşük ücret ödenir, hem de çalışmaları için işin “kadın işi” olarak değerlendirilmesi gerekir. Bunun sonucunda güvencesiz ve istikrarsız çalışma koşullarına zorlanan kadınlar, uzun süreli işsizlik ve mülkiyetle (yaşlılık) tehdit edilir. Buna “mülkiyetin kadınlaştırılması” denir.
Düşük ücret, taciz ya da cinsel şiddet, adaletsiz çalışma koşullarının parçalarıdır. Kadınlara yönelik ayrımcılığın çeşitlerine yalnızca iş yerlerinde yaşanan deneyimlerde rastlanmaz. Özel olarak kadınların çalışma alanı olarak görülen ve kadın cinsiyetiyle ilişkilendirilen alanlarda, kadınlar bu görevleri yerine getirerek geleneksel cinsiyet rollerini devralırlar. Bu, onlar için ev halkına ücretsiz bakım ve eğitim çalışması anlamına gelmektedir. Aynı zamanda hemşirelik, ev işleri, çocuk bakımı ve cinsellik gibi emeğin cinsiyet çizgileriyle birbirinden ayrıldığı yerlerde, bu emek -kapitalist piyasa tarafından- pazarlanmaya açıktır. Fakat kadınlara atfedilmiş bu işler düşük ücretli, geçici, yasadışı, kirli işler olmakta ve büyük oranda toplumsal güvenliğin dışında kalmaktadır. Kadrolu kadınlar ise toplum için önemli işler yapsalar da kendi hayatlarını şekillendirme yollarında sınırlandırılmışlardır.
Bizler 8 Mart geleneğine uygun olarak, hem evde hem işyerinde gündelik mücadele için bütün kadınları dayanışmaya çağırıyoruz. Herkes için daha iyi bir hayat ve daha iyi çalışma koşulları için örgütlenelim ve mücadele edelim. Dayanışma en büyük silahımız!
*Biyolojik olarak kadın olmayan kadınları da kapsar.
Ataerkiye Karşı Grup – APO – Yunanistan
Modern totaliteryanizm, iktidarın derinleşmesi ve halka yönelik saldırıların artması, cinsiyete dayalı ayrımcılığın ortaya çıkmasına dayanıyor. Kapitalist sistemin içinde var olan ataerkiden, sermayenin gelişimi için faydalanılıyor. Erkek egemen kurumlar, otoriter dünyanın ve onun yeniden üretiminin yegane araçlarından biri olmayı sürdürüyor. Çünkü ezilenlerin ve sömürülenlerin karşı karşıya getirilmesi; sistemin antisosyal planlarına direnemeyecek kadar güçsüz, parçalanmış ve yabancılaşmış bir topluma sahip olmak için temel ön koşuldur.
Biz anarşistler, kadınların tabandan gelen mücadelesini dikkate alıyor, sosyal ve sınıfsal mücadelelerin ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyoruz. Ezilenlerin özgürlüğünün bazı uzmanların değil ezilenlerin kendi ellerinde olduğunu ve kendi kavgalarıyla kazanılabileceğini ilan ediyoruz. Devlet ve kapitalizmin genelleşmiş saldırılarına karşı koymak için tek yolun uluslararası bir mücadeleyle bir araya gelmiş, ezilen ve sömürülen kadın ve erkeklerin toplumsal devrim için vereceği mücadele olduğunu biliyoruz. Kadınların her köşesinde olduğu bir mücadele, çünkü “Kadınlar olmadan bu mücadele insanlar için olmayacak, yalnızca erkekler için olacaktır”, çünkü “Herkesi kucaklayacak bir dünya için mücadele ediyoruz”. Bu yolla, dünyanın farklı köşelerindeki direnişlerin arasındaki bağlantıyı sağlamak, özgürlükçü değerleri savunmak, dayanışma ilkesiyle toplumsal kurtuluşu ve özgürlüğü canlandırmayı amaçlıyoruz.
Yeryüzünün bu köşesinden; Chiapas’tan Filistin’e, Türkiye’den Afrin’e kadınların mücadelesini selamlıyoruz. Ayrıca Mart ayı için isyancı Zapatist kadınlar tarafından çağrısı yapılan Birinci Enternasyonal Mücadele Eden Kadınlar Toplantısı’nı da selamlıyoruz. Zihnimizi canlı tutuyoruz, 19. yüzyılda sınıf mücadelesini büyüten kadın işçilerin sembolleştirdiği 8 Mart’ı hatırlıyoruz. Yumruklarımızı, otoritenin yıkılıp adil ve özgür bir dünyanın yaratılışına kadar mücadelenin en ön saflarında dimdik duran kadınlarla dayanışma için kaldırıyoruz.
Yunanistan’dan Türkiye’ye, özgürlük için kadın mücadelesi!
Modern totaliteryanizme, baskıya, yoksullaştırmaya ve cinsiyet ayrımcılığına karşı uluslararası dayanışma!
Devlete, kapitalizme, ataerkiye karşı!
Toplumsal devrim, anarşizm ve özgürlükçü komünizm!
The post Dünyadan Anarşist Kadınların Mücadele Mesajları appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Doğu’da Batı’da Kadın Her Yerde Kadın – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dizilerde, filmlerde, reklamlarda bize gösterilen güçlü, bağımsız kadınlar nerede? O kadınlar, -dünyanın ikiye bölünmüşlüğünde- ekonomisiyle, kültürüyle “Batılı kadınlar”. Örnek alınması gereken, üstün olan onlar…
Onlar gibi olması için kadının eğitilmesi, aydınlanması; devletin laikleşmesi, demokratikleşmesi; toplumun ilerlemesi, medenileşmesi… Kadınların kurtuluşu için erkeklerin batılılaşması… Hepsi kulağa hoş gelen boş sözler!
Batılı Olmak Bu Değil, Bu “Diğerleri” Olmak!
Batılı bir kadın olmak İran’da devletin bedenini ayıplaması, yasaklaması, örtülere hapsetmesi demek değil. Suudi Arabistan’da erkek izni olmadan dışarı çıkamamak değil batılı olmak; Hindistan’daki kadınlar gibi bisiklete binememek, Kore’de askeri birliklerde tecavüze uğramak, Kenya’da arındırma ritüeliyle önce çırçıplak soyulup sekse zorlanmak, ardından kıyafetleri yakılarak günahlardan “arındırılmak” değil.
Batılı erkekler kadınlara “tencere kapağı şoförü” anlamına gelen “ttukong unjeongsu” diye seslenmiyorlar elbette; çocuklara ve kadınlara tecavüz de Batı’da münferit bir olay. Batılı olmak din efendilerinin, devlet erkanının boğazına yapışıp seni kendi elleriyle boğması, öldürmesi değil; boğazına kadar toprağa gömülüp recmedilmek, 1800’lerde kurulan sinema salonlarına hayatında ilk defa 2018’de girebilmek değil. Bunların hepsi “diğerlerinin” hikayesi; Batı’da böyle hikayeler olmaz(!)
Bu Değilse Ne? Batılı Hayat Bir Başka
Öncelikle şunu söyleyelim; Batı -yazıda kastettiğimiz anlamıyla- dünya haritasının batısını ya da bir yönü anlatan bir terim değil; tarih boyunca kapitalizmin geliştiği Batı’nın farklı devletler tarafından da örnek alınan yaşam tarzıdır. Demokrasi, eşitlik, ilerilik gibi kavramlarla ilişkilendirilen Batı, aslında kapitalizmin tıkırında işlemesidir. Batı’da hayat bu yüzden bir başkadır. Caddeler temiz, mağazalar dolu, kıyafetler gıcır, yemekler boldur ve cüzdanlar hep şişkin…
“Severek” gidilen bir iş, o işte erkeklerle eşit şekilde kazanılabilecek statüler, dolgun ücret, “kaliteli” yaşam… Her şeyi alabilme gücü, sonsuz tüketim, sonsuz güç…
Gerçek mi Tüm Bunlar?
Dolu cüzdanın boşalttığı yaşamlarla Batı, mutluluğu kazandığını harcamakta, tüketmekte arar. Batılı kadınlar çok yakından tanık oldukları ışıltılı yaşama sahip olmak, yani “tam bir Batılı olmak” için vitrinlerde kendilerine sunulanlarla tatmin olmaya çalışır. Güzellikte, kozmetikte, kendi saç tipine uygun şampuanda, kendi cildine uygun kremde arar mutluluğu. Ancak ne yaparsa yapsın, ona yaşatılan mutluluk illüzyonu bir gün son bulur; bu sefer antidepresanlarla tekrar kapitalizme tutunur.
Kapitalizmin ürettiği tek “değer” olan para, gittikçe yaşamı değersizleştirirken tüketilen, aynı zamanda insanlar arasındaki ilişki de olur. Batılı kadın, cinselliğin “özgürce” yaşandığı toplumda, bir değer ilişkisi olmaksızın bedeniyle tüketilir.
Işıltılı Hayatın Gölgesinde Tüketilen Batılı Kadın
Geçtiğimiz aylarda, Hollywood’un ünlü kadın oyuncuları, yapımcı Harvey Weinstein’ın yıllarca tecavüzüne uğradıklarını açıkladı mesela. Ardından gelen birçok yapımcı ismi ve taciz, tecavüz… Erkekler Batı’ya yakışır bir biçimde “medeni cesaretle” yaptıklarını kabul etti; Batı kendine yakışır şekilde tüketmeyi, şov yapmayı sürdürdü. Batılı kadınlarsa…
Hollywood’ta çekilen filmler için harcanan milyonlarca doların piyasada tüketilmesi gibi, sahnenin arkasında, ışıklar yokken her şey bir bir tükeniyor… Sonsuz ün, sonsuz güç…
Marka Olabilmek İçin 30 Saniye
Her şey hızla geçer; bir şey alınır, kullanılır ve yenisi çıkınca yenisi alınır. Eskinin reklamı, yenisi çıkıncaya kadardır…
ABD markası Victoria’s Secret’ın ihtişamlı ürünlerine sıkışmış marka bedenler de hemen eskitilir Batı’da… “En kusursuzun” arandığı podyumlarda, mankenlerin marka olabilmek için yalnızca 30 saniyeleri vardır. 30 saniye içinde bedenlerinin tüm “kusurlarını” gösteren ışığın altında jüriye sunulurlar; hızla karar verir jüri kimin marka olacağına. Tabi yüz gram kilo alıncaya, daha kusursuz bedenler podyumda çıkıncaya kadar…
Batılılaşamamak da Var…
Saydıklarımız Batı’nın en’leri… En gösterişli sahnelerde en Batılı hayatı yaşayanlar, Batı’nın en hızlı tükettiği yaşamlar. Bir de tıkırında işleyen kapitalizmin yok saydıkları var. Gündelik hayatın “diğerleri” var. Batının içinde olup Batılılaşamayan göçmen kadınlar var mesela. Doğup büyüdükleri topraklardan yoksulluktan, savaştan göçmüşler Amerika’ya, Avrupa’ya; “Koskoca Batı, elbet bizi de alır içine…” diye. Koskoca Batı göçmen kadınları bir bir yutmuş ya da aç bırakmış. Batılı kadınlara hizmet eden kadınlar yaratmış göçmenlerden; ya ev hizmetlerinde çalışmış ya bedenini pazarlamak zorunda bırakılmış kadınlar…
İlerleme mi, Sömürünün Biçim Değiştirmesi mi?
Şimdi başa dönmenin zamanı; bizim kurtuluşumuz Batı’da mı, Batılılaşmada mı? Laikleşmede mi, demokratikleşmede mi?
Hiçbirinde değil aslında, bunların her biri birer illüzyon; sanki özgürmüşüz gibi, sanki batılılaştıkça, ilerledikçe nefes alıyormuşuz gibi… Bunların hepsi “-mış” gibi, “-muş” gibi. Gerçek olan, sömürünün farklı biçimi…
Kimdir bizi lokmalara bölen, çiğneyip ezerek sindirmeye çalışan? Erk’eğin yarattığı, erkekler için yaratılmış bu sistemdir. Ailedir, dindir, devlettir, kapitalizmdir… Farkına bile varamadan bize “kadın olmayı” öğreten ataerkil toplumdur.
Dünyanın neresine gidersek gidelim, kim olursak olalım; değirmen döndüğü sürece biz de bir şekilde suyun akışına kapılıyoruz. Ve o suda bizi boğanlar, değirmeni istediği yönde çevirenler. Suyun akışına kapılıp boğulduktan sonra, değirmeni kimin çevirdiği fark eder mi?
Peki Ya Özgürlük?
Özgürlük ne Doğu’da ne Batı’da!
Özgürlük, yukarıda saydığımız/sayamadığımız -her birimizin tüm yaşamı boyunca iliklerine kadar hissettiği- tüm iktidarları bütünlüklü bir sorun olarak ele alıp karşısında durmakta. Yani kapitalizme, devlete, ataerkiye; iktidara karşı mücadelemizde!
Özgürlük, başörtüsünü isyanın bayrağı eyleyip sallandıranlarda, kürtaj yasaklarına karşı sokaklara çıkanlarda, üzerinden kara çarşafı atıp rengarenk elbisesini açığa çıkaran kadınlarda, patronların sömürüsüne karşı iş yerlerinde eylem yapanlarda, tacize ve tecavüze karşı isyanlarını haykıranlarda!
Şeyma Çopur
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Doğu’da Batı’da Kadın Her Yerde Kadın – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hem Göçmen Hem Kadın Olmak – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletlerin yaşamlarımızı gasp ettiği savaşlar, devletlerin varlığından beri sürüyor. Her gün ayak basılan, her gün uyuyup uyanılan topraklarda bitmek tükenmek bilmeyen savaş…
Toprağa göz dikmişlerin, doymak bilmeyenlerin, kana susamışların savaşı!
Savaş sebebiyle göç edip topraklarını bırakanlar, bir botla umuda yolculuk yapanlar… Eğer şans yanlarındaysa batmayacak olan bir bota binen binlerce insan var. Kimisi hiç tanımadığı 20 kişiyle binmiş, kimisi ailesiyle, kimisi ise tek başına.
Göçmenlerin yolculuğunda neredeyse her gün karaya vuran cansız bedenlerin hikayesini dinler olduk. Yaşamını yitirmeyip başka topraklara göç etmeyi başarabilmiş olanlar ise hiç tanımadıkları bu yerlerde yaşamlarını nasıl sürdüreceklerini düşünürler. İnsanları birbirinden sınırlarla ayıran, birbirinden farklı ilan eden ve o toprağın yöneticisi olduğunu iddia eden devletler yeni yeni göçmen politikaları, göçmen karşıtlığı yapmaktalar. Her bir göçmen devlet için bir kazanım ya da kayıp, belki de sadece istatistikten ibaret.
Bu yazı yazılırken sürekli değişen politikalar, yapılan yeni açıklamalar ve hepsinin ardından gelen yeni kayıplar… Devletin ve devletin körüklediği nefretin göçmenler yaşamları üzerindeki etkileri sürüyor, göçmenlerin yaşamlarını da sürükleyip götürüyor. Başını sokabilecek çadırı, yiyecek ekmeği bulan, iliklerine kadar sömürülse de bir iş bulabilen şanslı sayılıyor. Göçmenler için savaş, savaştan kaçsa bile sürüyor.
Hem göçmen hem de kadın olan biri için, şartlar çok daha zor. Çünkü savaşta alınıp satılan, tecavüz edilen ve katledilen ilk önce kadınlar… Yeni bir coğrafyada yaşamaya başlayan kadınlar bu sefer yepyeni bir savaşın tekrar bir parçası haline gelir: Erkeklik savaşı.
Savaş, canına göz dikmişlerin, bedenine susamışların savaşı!
– 17 Şubat günü Kayseri’de, Suriyeli göçmen Fatma El Muhammed’in cansız bedeni bulundu. Onun hakkında tek bildiğimiz, 8 ay önce Ahmet isminde bir erkekle evlendiği, hamile olduğu ve yüksek ihtimalle eşi tarafından katledildiği.
– 9 Temmuz 2017’de Sakarya’da Suriyeli Halaf El-Rahmun ve 10 aylık bebeğinin cansız bedenleri ormanlık alanda bulunmuştu. İki katilin tutuklanmasının ardından verdikleri ifade “Eşini de öldürecektik” oldu. Aynı fabrikada çalıştıkları Halaf’ın evine balkondan girerek önce ormanlık alana götürüp tecavüz eden katiller, ardından Halaf’ı ve bebeğini katletti. Tek bildiğimiz, eşi katledilen erkeğin “Ne olursa olsun Türkler bizim dostumuzdur.” dediği ama Suriye’ye döndüğü.
– 6 Kasım 2017’de bir göçmen botunun Akdeniz’de batmasının ardından 26 kadının cansız bedeni bulunmuştu, cinsel saldırıdan şüphelenilmiş olsa da tek bildiğimiz, son bir yıl içinde binlerce kadının Akdeniz üzerinden İtalya’ya seks işçisi olarak götürüldüğü.
Bildiğimiz ya da bilemediğimiz, gördüğümüz ya da göremediğimiz binlerce örnek… Göçmen kadınlar için bu bir savaş; erkeklik savaşı. Umutlarla göçülen kara parçasında erkeklerin yaşamımıza, varlığımıza kastı…
Nergis Şen
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Hem Göçmen Hem Kadın Olmak – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>