The post KÖMÜRÜN İSİ, SABUNUN MİSİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Destansı Bir Hikaye: Kömürün İsi, Sabunun Misi!” diyerek başladılar yolculuğa. Soma İlçesi’nin Yırca Köyü’nde, köye kurulacak termik santrale karşı zeytin ağaçlarını savunurken tanıdık onları. Direnişten üretimle çıktılar, zeytinyağı sabunuyla başladıkları girişim bugün salça, ekmek, tarhana, reçel vb. de ürettikleri bir kooperatif olarak büyümeye devam ediyor. Yırca Köyü Üretici Kadınları’yla sürecin başlangıcından bugüne yaşadıklarını konuştuk.
Meydan Gazetesi: Yırca Köyü Üretici Kadınları çalışmalarına ne zaman başladı?
Nazmiye: Zeytinlerimiz kesildikten sonra, 2014 yılında çalışmalara başladık. O zamandan beri irili ufaklı işlerle uğraşıyoruz, bu günlere gelmeyi başardığımız için mutluyuz.
Yırca Köyü Üretici Kadınları ne gibi ürünler üretiyor?
Nazmiye: Zeytinyağımız, sabunlarımız var. Dağdan topladığımız kekik ve adaçayımızın yanında bal peteğinden ürettiğimiz mumlar var.
Toplamda kaç kadın çalışıyor?
Nazmiye: İlk önce 30 kişilik bir gruptuk. Kimisinin bebeği oldu, kimisi ise torun sahibi oldu. Şimdi 20 kişi kaldık, toplamda 20 kadın çalışıyoruz.
Girişiminiz neleri amaçlıyor? Üretiminize alternatif bir üretim diyebilir miyiz?
Elvan: Evet alternatif bir üretim, biz burası sayesinde yaşamımızı kazanıyoruz. Bizim gibi üreten kadın arkadaşlarımız çoğalsın, sesimizi daha çok insan duysun istiyoruz. Çevre Festivali bizim için yeni kadınlarla tanışmak ve ürettiklerimizi sergileyebilmek açısından iyi bir fırsat oldu.
Ürettiklerinizin dağıtımı nasıl gerçekleşiyor? Nerelerde bulunur?
Elvan: İnternetten satış yaptığımız bir web sayfamız var oradan ulaşılabilir. Onun dışında, İstanbul’da bıraktığımız çeşitli yerler var.
Sürecin başından bugüne ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Firdevs: Öncelikle bizi üzen şeylerden biri yaşadığımız yerde ürettiklerimize yönelik bir talep olmaması. Ürettiklerimizi tanıtma noktasında zorluklar yaşayabiliyoruz.
Bunun yanında büyük ürünlerin ulaşımında bazı sorunlar yaşayabiliyoruz. Kadınlar olarak bir sipariş geldiğinde hızlı bir şekilde organize olup siparişi vaktinde yetiştiriyoruz. Sürecin bize düşen kısmında bir sorun olmuyor ancak bazen kargolarda gecikmeler oluyor. Ürettiklerimiz bandrollü olmadığından her yere bırakamıyoruz. Özel kargo şirketleriyle anlaşmak durumunda kalıyoruz. Dernekleşmemiz bizim bazı zorlukları aşmamıza yardımcı oldu, fatura kesiyoruz.
En önemlisi biz bu işi dayanışmayla yapıyoruz, Çevre Festivali’ne davet edilişimiz de bir dayanışmanın sonucuydu. Festivalde insanlar ürettiklerimize ilgi gösterdi, bu sayede birçok insanla tanışma fırsatı yakaladık. Yoğunluklu olarak özel günler için üretim yaptığımızdan dolayı yılın diğer günleri genelde bizim için boş geçer. Festivale gelmek bizim için bir fırsat oldu.
Şimdilerde yeni bir projeniz var mı?
Firdevs: Yakın zamanda Sabun Evi’nin çalışmalarını bitirdik. Önceden bir evimiz vardı Yırca’da, oraya kira ödüyorduk ve çok fazla kazanmıyorduk. Kira günü geldiğinde çat kapı ev sahibi geliyordu ve kazandığımızı ona veriyorduk. Bu böyle olmayacak dedik, imece usülü, dayanışmayla bu sabun evini aldık ve tamir etmeye başladık. Erkeklerin işi denilen işleri de biz kadınlar yaptık burada. Harç kardık, çamur sıva karıp duvarları sıvadık. Büyükşehirde molozları kepçeler alıp atar, Yırca’da biz kadınlar bunları kendimiz kazmayla kazdık. Küreklerle el arabasına, oradan da traktörlere aktardık ve gidip döktük. Yani bu evin her şeyini kendimiz yaptık, deyim yerindeyse ilmek ilmek işledik.
Burada gördüklerimizden daha fazlasını üretmişsiniz o halde…
Firdevs: Evet öyle, hala eksiklerimiz var. Şimdi biz çalışıyoruz, üretim yapalım diyoruz; evin tadilatı eksik kalıyor. Biraz evi düzenliyoruz, üretim yapamıyoruz… Arada kalabiliyoruz bazen.
En son mutfağımızı yaptık, sonrası için gıda üretimini de ilerletmeyi düşünüyoruz. Bunun için izinler olması gerekiyor. Sertifika almak kolay değil. İşimizi de kolaylaştırmıyorlar, daha da zorlaştırıyorlar…
Elvan: Geldiğimiz gün salça koyduk standımıza, insanlar çok beğendi. Ev ekmeğimiz de çok ilgi gördü, beğenildi.
Firdevs: Ben sağıma soluma bakıyorum, kadınların ne kadar güçlü olduğunu görüyorum. Kendimi şu an erkeklerden daha güçlü hissediyorum. Çünkü her şeyi yapabileceğimi biliyorum.
Bugüne kadar birçok şeyi başardınız ve bizlere ilham kaynağı oldunuz. Bundan sonrası için hedefleriniz neler, neler hayal ediyorsunuz?
Firdevs: Biz Sabun Evi gibi yerlerin çoğalmasını istiyoruz tabii ki. Başka kadınların yanına gidip “Bakın biz Yırca Köyü kadınları olarak bunu yaptık, siz de yaparsınız, siz de başarırsınız.” demek istiyoruz.
Kendimiz açısından ise Sabun Evi’ni biraz daha büyütüp orada çalışmak isteyen başka kadınları da üretime katmak istiyoruz. Ürettiklerimizi sergileyebilmek ve başka kadınlarla iletişime geçebilmek için Soma’da güzel bir dükkan açmayı hayal ediyoruz. Asıl hedefimiz bu aslında, bütün kadınları üretime katıp birlikte ne kadar güçlü olduğumuzu hissettirebilmek.
Sizler burada yaptıklarınızla herkesten ayrı bir yerde duruyorsunuz. Bir çok stantta atölye çalışması olarak yapılan şeyleri, sizler yaşamın bilgisiyle buluşturup hayatınızı kazanmak için kullanıyorsunuz. Mücadelenizi selamlıyoruz, teşekkürler…
Biz teşekkür ederiz.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post KÖMÜRÜN İSİ, SABUNUN MİSİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Köpekleri Değil İnsanı Anlatan Filmler – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kimi zaman iyi bir dost, kimi zaman bize göz olan rehberlerimiz, kimi zaman bizi güvende hissettiren gücümüz, kimi zaman sadece yanımızda dolaştırdığımız, kimi zaman da dişlerini etimizde hissettiğimiz köpekler…
Neredeyse 10 bin yıl önce evcilleştirilen, o zamandan bu yana evimizin ve yaşamımızın bir parçası olan köpekler pek çok kültür sanat eserine de konu oldu. Bir çok resim yapıldı, roman yazıldı onlar hakkında. Filmlere de konu oldu köpekler, hatta başrol oyuncusu dahi oldular.
Köpek Kalbi ve Köpek Dişi filmleri ise her ne kadar isimlerinde köpek geçiyor ve filmlerde köpek yer alıyor olsa da, köpek sembolleştirmesiyle esasen insanın hallerini anlatan filmler. Benzer distopya filmleri gibi, önce kendi yarattığı gerçekliği izleyiciye kabul ettirerek başlayan Köpek Kalbi ve Köpek Dişi filmleri, kurdukları hikayelerle asıl olarak otoriter ve baskıcı yönetimleri irdeliyor ve eleştiriyor.
Köpek Kalbi (Sobach’e Serdtse) belirli bir zamanda ve belirli bir coğrafyada var olan despot bir yönetimi bir bilimkurgu hikaye üzerinden başarıyla tasvirlerken Köpek Dişi (Kynodontas) filmi bir baba, bir anne ve üç çocuktan oluşan bir aile üzerinden genel olarak kapalı ve baskıcı yönetimlerin işleyişlerini ve bunun toplum tarafından sorgusuz sualsiz kabul edilişini ele alıyor.
Köpek Dişi
Geçtiğimiz ay gösterime giren Köpek Dişi aslında yeni bir film değil, 2009 yapımı. O zamandan beri film internetten izlenebiliyordu. Ama bu eşsiz filmi sinema salonunda, büyük perdede izlemek ayrı bir keyif açıkçası.
Yorgos Lanthimos’un yönettiği Köpek Dişi’nin senaryosunu Lanthimos ile beraber Efthymis Filippou ortaklaşa yazmış. Film, devletin kökenlerini ailede arıyor. Böylece bir aile üzerinden devletin ne demek olduğuna tanık oluyoruz.
Filmin konusuna gelince, babaları tarafından ancak köpek dişleri düşüp yeniden çıktığında dışarıya çıkabileceklerine inandırılmış olan üç genç, anne ve babalarıyla beraber şehirden uzak müstakil bir evde yaşamaktadırlar. Baba, çocuklarının dış dünya ile bağlantı kurmalarını engellemiş ve yalnızca kendisinin belirlediği biçimde yaşamalarını sağlamak için dili bile kendine göre biçimlendirmiştir. Deniz koltuktur, otoyol bir rüzgar türü, tüfek ise güzel beyaz bir kuş! İzleyene ilk başta tuhaf görünen bir yaşam. Oysa içerisinde yaşadığımız dünyada bize öğretilenler bundan ne kadar tuhaf? Örneğin özgürlük, satın alabilme serbestliği mi? Mutluluk, yeni bir ayakkabı mı? Peki bizler de devletin ve kapitalizmin istediği gibi davranmayı seçmiyor muyuz? Her sabah işe gidip patronları memnun etmemiz bu evde yaşayanların davranışlarından daha saçma değil mi? Peki asker olup ölmeyi ya da öldürmeyi seçtiğimizde ya da buna zorlandığımızda bizim evi ve bahçeyi korumak için köpek gibi uluyan bu aile üyelerinden ne farkımız kalıyor?
2009 yılında Cannes’dan ödülle dönen ve iki yıl sonraki Oscar’da en iyi yabancı film dalında dikkatleri üzerine çeken Köpek Dişi’nde anlatılan aile gerçekte yok! Ama Lanthimos’un bu filmle sorgulamaya açtığı ve tartıştırmak istediği pek çok şeyin içinde yaşıyoruz. Filmde evin büyük kızı köpek dişinin düşmesini beklemeyip kendisi kırıyor ve babasının arabasının bagajına saklanarak dışarı çıkıyor. Film burada bitiyor ve yönetmen bagaj kapağının açılıp açılmadığını izleyicinin yorumuna bırakıp gidiyor. Belki de aile ya da devlet baskısıyla kapatılmış olanların da dışarı çıkmak için harekete geçmesini arzuluyor.
Köpek Kalbi
Sharik isimli bir sokak köpeğinin ünlü bir profesör olan Philip Philipovich tarafından frankeştaynvari bir biçimde dönüştürülmesini konu edinen Köpek Kalbi, önce Mikhail Bulgakov’un yazdığı bir roman, ardından da Natalya Bortko’nun senaryolaştırıp Vladimir Bortko’nun yönettiği bir film olarak kendini duyurdu.
Günlerdir aç ve neredeyse ölmekte olan Sharik, profesörün kendisine sunduğu sucuk yüzünden ona güvenerek onun peşinden laboratuvarına gider. Ancak burada başına gelecekleri tahmin edemez. Profesörün amacı farklıdır, Sharik’i bir deneyinde kullanmak. Zorlu bir ameliyatla Profesör Sharik’e ölmüş bir insanın hipofizini ve testislerini nakleder. Bir süre sonra bir insan gibi düşünmeye başlasa da, Sharik ne insan ne de köpek olabilmiştir, çünkü kalbi hala köpek kalbidir.
Bulgakov, romanında, Ekim Devrimi sonrası Bolşevik Parti kadrolarının yeni bir toplum inşa etme sürecini eleştirir. Ama bunu yaparken var olan sansürü delebilmek için kişi ve olayları farklılaştırarak yer yer mizahi yer yer de bilim kurgu bir öykülendirmeye gider. Ameliyat ile devrimi, profesör ile de Lenin’i simgeler. Sharik ise ezilen yoksul Rus halklarını temsil etmektedir. Bulgakov’un, daha devrimin ilk yıllarında kaleme aldığı bu romanda, sınıfsız bir topluma geçiş aşaması olarak savunulan proleterya diktatörlüğünün baskıcı ve otoriter bir devletten başka bir şey olmayacağını öngörmesi dikkat çekici. Devrim sürecinde Kropotkin, kaleme aldığı bir bildiride “anarşistler, azınlıkların kitleler üzerinde kendi iktidarlarını oluşturmak ve örgütlemek için başvurduğu bir kuvvet olan devletin, bu ayrıcalıkları yıkacak bir kuvvet olarak hizmet edemeyeceğini savunurlar” diyerek Lenin’in kurmak istediği devletin bir çözüm olamayacağını net bir biçimde ifade etmişti. Benzer biçimde Paul Avrich’in o dönemden alıntıladığı üzere anarşistler “bolşevizm, devlet iktidarının adını, kuramını ve hizmetkarlarını değiştirebilir, ancak özünde iktidarı ve despotluğu yalnızca yeni biçimlerle korumaktan başka bir şey yapmaz” şeklindeki düşüncelerini yaymaktaydılar. Bulgakov’un daha ilk yıllarında Sovyet Devleti’ni başarılı bir biçimde çözümlediği romanını yazarken anarşistlerin bu konudaki düşüncelerinden etkilenmemiş olması düşünülemez.
Film, romanın yazımından yıllar sonra, ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra çekilebiliyor. Yönetmen, filmin renklerini yalnızca siyah ve kahverengi tonlarda tutarak bizi o yıllara götürmeye destek olmuş. Ya da romanın yazıldığı yıllardaki teknolojiyle çekilen filmlerin aşağı yukarı bu renklerde olacağını varsayarak romanın yazarı Bulgakov’a ve elbette romanı sansürleyenlere ayrı ayrı selam göndermiş denilebilir. Öyle ya, sansür kurulu otoriter bir yönetimin, bürokratik bir devletin özgürlük olduğunu düşünüyor ve toplumun da öyle düşünmesini istiyordu.
Tarih, gücü elinde tutarak halklara zulmedenlerin, onları insanlıktan çıkararak ezmeye çalışanların korkunç sonları ile dolu. Tarih özünden, değerlerinden, kültürlerinden, dillerinden zorla koparılmaya çalışılan bireylerin ve toplumların isyanları ile dolu.
Günün birinde bilim kurgu filmlerini keyif almak için izleyeceğiz. Köpekler üzerinden insanı anlatmaya çalışmaları, sembollerle ve göndermelerle bize mesajlar vermeleri, devletin ne kadar kötü bir şey olduğunu tekrarlamaları için değil.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Köpekleri Değil İnsanı Anlatan Filmler – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Doğa ve İnsan Üzerine Anarşist Çözümlemelerle Dolu Bir Kitap: Antropoloji, Ekoloji ve Anarşizm – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Antropoloji ve anarşizm arasında pek çok bakımdan bir birleşme eğilimi vardır. İnsan kültürünü inceleyen bir araştırma dalı olarak antropoloji geniş bir konu yelpazesine ve çeşitli bakış açılarına sahip olmasıyla birlikte, tarihsel açıdan daima devlet öncesi toplumlara odaklanmıştır.”
Son dönemde anarşizm üzerine basılan kitaplarda bir artış söz konusu. Basılan kitapların içeriği incelendiğinde, özellikle toplumsal ekoloji üzerine yazılan anarşist kitaplar ve farklı disiplinler ile anarşizmin etkileşimini inceleyen yayınlar dikkat çekiyor. Geçtiğimiz aylarda basılan “Antropoloji, Ekoloji ve Anarşizm” ise bu iki konuyu aynı kitapta birleştiriyor.
Londra Üniversitesi Antropoloji bölümü profesörü Brian Morris’in kendi alanı dahilinde gerçekleştirdiği din antropolojisi, etnobotanik, etnozooloji ve herbalizm üzerine çalışmalarının yanında toplumsal ekoloji ve anarşizm üzerine de çeşitli çalışmaları mevcut. Türkçe’ye ilk olarak “Din Üzerine Antropolojik İncelemeler” isimli kitabıyla kazandırılan Morris’in Hümanist Ekolojinin Kılavuzları, Hayvanların Gücü, Bakunin: Özgürlüğün Felsefesi, Ekoloji ve Anarşizm, Kropotkin: Topluluğun Politikaları gibi henüz çevrilmemiş kitapları da bulunuyor.
Yazımızda konu edindiğimiz yeni kitabı, bir yandan antropoloji üzerine bugüne kadar söylenmiş pek çok farklı yaklaşım hakkında yorumlar getirirken diğer yandan görece yeni denilebilecek anarşist bir yaklaşımın temel metinlerini sunuyor.
Morris’in kitabı seçme yazıların bir araya gelmesiyle oluşturulmuş. Zaman içerisinde farklı dergi ve makale toplamalarında yer verilen bu yazılar, kitap içerisinde bir sınıflandırılmaya sokulmamış ama kitaba adını da veren üç başlık altında toplanabileceğini söyleyebiliriz.
Antropolojiye Anarşist Bir Yaklaşım
İlk kısımda yoğunluklu olarak antropoloji ve antropolojiye getirilen post-modernist eleştirilere dair görüşlerini belirten yazar, bu alanın post-modernizmle sorunlu bir ilişki içerisinde olduğunu düşünüyor. Post-modernist akımların sosyal bilimler içerisindeki yıpratıcı konumu, bizim gibi birçokları için son dönemlerin önemli tartışma konularından. Aynı şekilde Morris’e göre antropoloji, özü itibariyle ilk insan topluluklarının dış bir göz tarafından izlenmesi ve araştırılması üzerine kurulu bir bilgi alanı olduğundan dolayı alana dair araştırmalar yapılmasının sorgulanıyor oluşu, Morris için antropolojinin anlamını yitirmesi ve varoluşunun gereksizleşmesi demek. Ancak Morris, antropolojinin sadece kurtarılması gereken bir araştırma alanı değil toplumsal mücadelelere destek olabilecek, insanın kendisi ve doğayla kurduğu ilişkideki dönüşümün anlamlandırılmasına yardımcı bir araç olarak da kullanılabileceği düşüncesinde. Diğer yandan Morris’e göre zaten “aslında kimse post-modernizmin ne anlama geldiğini bilmiyor”.
Anarşizme Antropolojik Bir Yaklaşım
Morris, antropoloji ve anarşizm arasındaki “birleşme eğilimini” ayrıntılandırıyor. Antropoloji ve anarşizm arasındaki ilişkinin başlangıcının, antropologlar için anarşizmin önem kazanmasıyla değil; alana dair ilk çalışmaların anarşistler tarafından yapılmış oluşuyla ilişkili olduğunu söylüyor. Örneğin, kitapta ilk etnografi eserlerinden biri olarak Elisee Reclus’nün kardeşi Elie Reclus’nün 1903 yılında yayınladığı “Primitive Folk” adlı eseri işaret ediliyor. Aynı şekilde Kropotkin ve Reclus’nün erken dönem coğrafya araştırmalarının, antropolojinin beslendiği temel kaynaklardan biri olduğu ve aralarında A.R. Radcliffle-Brown’ın da olduğu pek çok önemli antropoloğun anarşist ya da sosyalist olduğunu söylüyor. Bu ilişkinin doğal bir ilişki olduğu yorumu, antropolojiye dair yapılacak olan çalışmalarda, anarşizmin etkisini hatırlatmak için önemli bir belirlenim.
Kendini anarşist olarak adlandırmasa da yaptığı çalışmalarla anarşistlere ilham vermiş isimlerden Pierre Clastres’ı da es geçmiyor Morris.
“Anarşistler etnografik metinlerle eleştirel bir diyalog içine girmişler, marksistler ise antropolojiyi genellikle küçümsemişlerdir.”
Simon Springer’ın coğrafya alanında yaptığı gibi, sosyal bilimlerdeki marksist hegemonyanın, çalışılan alana dair dar bir çerçevede ve yer yer devletin, kapitalizmin ağına düşen yorumlar yapıyor olması, çalışma alanlarının kendi öz gelişimleri önünde bir engel.
Anarşizmin klasik düşünürlerinin günümüzde önemini yitirdiği düşüncesine sert bir şekilde karşı çıkan yazar, post-modernist eleştirilerin hepsini tek tek karşılamış. Özellikle “Rudolf Rocker: Nazik Bir Anarşist” isimli yazıda benzer bir durumun Rocker özelinde de işlediğini düşünüyor. Onun “Nasyonalizm ve Kültür” eserinin, milliyetçiliğin kuramcıları tarafından anlamsız bir şekilde görmezden gelindiğini vurguluyor. Yazıda “Bana göre Rocker’a sadece tarihsel bir hatıra olarak bakılmamalıdır, onun radikal dönüşüm isteyen herkes için bir ilham kaynağı olabileceğini göstermeliyiz.” diyor ve Rudolf Rocker’ın eserlerinin tekrar hatırlanması için çaba harcıyor. Diğer yandan Rudolf Rocker’ın, aynı Kropotkin gibi, geçmiş toplumların devletsiz yaşantısını anlamaya çalışırken anarşist düşüncenin önemini vurgulaması sebebiyle de önemli bir isim olduğunu düşünüyor.
Ekolojide Özgün Arayışlar
Kitabın ekolojiye yoğunlaşan kısmında ise Morris, günümüz toplumsal ekoloji mücadelesi için üç büyük isim olduğundan bahsediyor; Murray Bookchin, Lewis Mumford ve René Dubos. Bu isimlerin çizdiği siyasi mücadele hattının dışında bir ekolojinin Budizm gibi dinlerle ilişkilendirilen, kişisel çabalara endeksli, spiritüel bir felsefe olmaktan öteye gitmediğini ama ekoloji mücadelesinin devrimci bir mücadele olarak görülmesi gerektiğini ifade ediyor. Ekoloji mücadelesine hem radikal hem de devrimci bir alternatifin yolu, toplumsal ekolojinin Bookchin gibi Morris gibi tartışma yaratan yazarlarının çabalarından geçiyor kuşkusuz.
Morris için, sunuşunda Bookchin’in de belirttiği gibi derin ekolojiye ve ilkelciliğe yönelik eleştiriler kitabın dert edindiği konuların başında geliyor. Yazar, John Zerzan, Bob Black, John Moore gibi isimler tarafından savunulan düşünceyi, ABD sağının bir uzantısına benzetiyor ve bu akımlar tarafından anarşizmin klasik düşünürlerine yönelik yapılan eleştirileri hakkaniyetsiz buluyor.
***
Bütün bunların yanında Brian Morris’in, anarşizmi ona yönelik çeşitli saldırılardan korumaya çalışırken bazı yanlış anlamlandırmalara da sürüklediğini gözlemledik. Özellikle bazı post-modernist eleştirilerin anarşizme yönelttiği “iktidarsız bir dünyanın olmadığı” düşüncesini, post-modern söylemlerin anarşist literatürdeki benzerlerini bularak karşılamaya çalışıyor. Bununla uyumlu olarak anarşistlerin iktidarı yok etmeyi değil onu parçalamayı amaçladığını söylüyor. Buna karşın anarşizmin iktidara, mülkiyete ve otoriteye dayalı bütün ilişki biçimlerini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir hareket olduğu, Morris’in ilham aldığı anarşist düşünürlerin de dahil olduğu bir toplam tarafından kabul ediliyor. Bu konuya dair asıl çarpıtma, anarşizmin post-modern teorilerle denklenmeye çalışıldığı bazı karma düşünce sistemleri tarafından yapılıyor.
Brian Morris’in bu çalışması, eksikleri ve bazı karmaşıklıkları olmasına rağmen farklı bir çalışma olarak dikkat çekiyor. Antropoloji, Ekoloji ve Anarşizm, daha önce David Greaber’in yazılarından tanıdığımız anarşizm ve antropoloji ilişkisine dair dikkat çekici bir başvuru kaynağı.
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Doğa ve İnsan Üzerine Anarşist Çözümlemelerle Dolu Bir Kitap: Antropoloji, Ekoloji ve Anarşizm – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Krizin Faturası Şimdi Patrona: ÖDENMEYECEK ÖDEMİYORUZ – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ezilenlerin yaşamlarının her bir parçası bir hikayenin konusu olarak karşımıza çıkabiliyor. Bazen eşi tarafından şiddet gören bir kadının, bazen düşünceleri nedeniyle tecavüz edilen bir muhalifin, bazen de patron tarafından sömürülen bir işçinin hikayesi bize yaşamın gerçeklerini bir kez daha hatırlatabiliyor. Bu hikayeleri hem anlatan hem de sahneye taşıyan yazarlardan biridir Dario Fo. Yaşadığı dönemin tüm gerçekliklerini oyunlarına konu etmiş, bu gerçekliklerin bizlere ulaşmasını sağlamıştır.
Dario Fo’nun en çok irdelediği ve trajikomik anlatımlarıyla eleştirdiği başlık “Kapitalizm”dir. Özellikle yaşadığı dönemin İtalya’sında yoğunluklu görülen işçi sömürüsü ve buna karşı oluşan işçi örgütlenmeleri ve grevleri onun oyunlarını oldukça etkilemiştir. Bu oyunlarından özellikle konusuyla dikkatimizi çeken bir oyunu vardır: Ödenmeyecek Ödemiyoruz. Bu oyun, zaten kendisi de kriz olan kapitalizmin kriz koşullarında özellikle toplumdaki ezilen kesim olan işçilerin yaşam mücadelesini anlatıyor bize.
Yıl 1974… Petrol krizlerinin yaşanmaya başladığı zamanlar; artan sömürü, artan yolsuzluk ve gelen zamlar… Zenginin zengin kalabilmesi için yoksulun daha da yoksullaştığı zamanlardayız. Hikayemiz böyle bir zamanda, bir süpermarkette başlıyor. Ezilen işçi bir ailenin parçası olan Antonia süpermarkete alışverişe gidiyor. Fakat markete gittiğinde raflardaki ürünlerinin fiyatlarının artık onun alamayacağı kadar pahalı olduğunu görüyor. Bu gerçekle yüzleşen sadece Antonia değil. Bir market dolusu insan, zamlı fiyatlar karşısında ne yapacağını bilemez vaziyetteler. Üç kuruşu zor kazanan bir toplamın bu fiyatlar karşısında ne yapacağını bilememesine şaşmamak gerek. Daha sonra kalabalığın içinden bir ses çıkıyor: “Yetti Artık”! Bu sefer fiyatları biz belirleyeceğiz. Halkın zamlı fiyatları değil, eski etiket fiyatları üzerinden ödemeyi yapacağını bildiriyor. O sırada olaya dahil olan mağaza müdürü ise bunun olamayacağını büyük bir heyecanla ve korkuyla anlatmaya çalışıyor. Fakat yoğun baskı sonucu bir grup insan eski fiyatlar üzerinden ürünleri almaya başlıyorlar. Tam bu sırada marketin yakınında bulunan fabrikanın işçileri geliyor. “Polis gelecek” korkusuyla telaş içerisinde olan insanları gören işçiler birden bağırmaya başlıyorlar. İşte esas hikayemiz tam da burada başlıyor.
“Sakin olun! Bu ne polis korkusu yahu! Aldığınız malların fiyatlarını belirleme hakkını kullanıyorsunuz, doğru olanı yapıyorsunuz! Bu tıpkı bizim grev hakkımız gibi, hatta daha da iyisi, çünkü grevlerin sonunda fatura hep işçiye çıkar, oysa bu eylemde patron da bir fatura ödeyecek! Öyleyse: Ödenmeyecek Ödemiyoruz! Çünkü bu, yıllardır buradan yaptığımız alışverişlerde bizden çaldıklarının karşılığıdır!” İşte bu konuşmadan sonra herkes çığlıklarla bağırdı. Antonia da eşine nasıl anlatacağını bilemeden ve sorgulamadan katıldı bu çığlıklara: “Her şey bedava, Ödemiyoruz”!
Her şeyin bedava olması demek, patronun olmaması, kapitalizmin yok olması demek. Ekmeğe, peynire para verilmemesi demek, devrim demek. İşte bu, kapitalizmin ve onun ortağı devlet için oldukça tehlikeli ve korkutucudur.
Dario Fo’nun oyunu trajikomik anlatımıyla devam eder… Polis ev baskınları yapıyor. Her yerde alarma geçiliyor. (Ç)alınan ürünler her yerde aranıyor. Ayaklanma bastırılmak isteniyor. Halk ürünleri saklamak için her şeyi yaparken diğer tarafsa ürünleri bulmak için her şeyi yapıyor. Sokaklar kalabalık, her yerde çığlıklar, silah sesleri… Elindekini vermek istemeyenler direniyor. Bir çocuk pencerede vuruluyor ve yere düşüyor. Bir kadın elinde av tüfeği direniyor ve hikaye bize son sözünü söylüyor:
“Biz emekçiler biraz alt tabakayız, öylesine alt ki, kıçımız yere yapışıktır. Altında ot biter hareketsizlikten. Ama hatırlatırız, yavaş yavaş önce dizlerimiz üstünde durup, sonra da ayaklarımız üstüne kalkabiliriz. Ey yukarıdakiler! Ve sizi uyarırız: Ayaklarımız üstüne kalkınca da sonuç almasını biliriz! Ama “adaletli” bir sonuç…”
Dario Fo’nun hikayesi böyle bitiyor. Ama anlatılanlar gerçekte yaşanmaya devam ediyor. Kriz sürerken, yaşamlarımız da giderek zorlaşmaya devam ediyor. Kısacası, herkesin var böyle bir hikayesi, peki ya neticesi?
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Krizin Faturası Şimdi Patrona: ÖDENMEYECEK ÖDEMİYORUZ – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post NOSEBO: KÖTÜ DÜŞÜNÜRSEN KÖTÜ OLUR! – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Plasebo Etkisi: İyi Düşün İyi Olsun!
Binlerce yıldır üfürükçüler, sağaltıcılar, şamanlar hatta doktorlar tarafından kullanılan plasebo, bireyin vücuduna aldığı bir maddenin kendisine iyi geleceğine inandığı zaman yaşadığı etkidir.
Bilinen ve sevilen bir alternatif rock grubu olan Placebo’yu bir kenara bırakırsak bugün çoğunlukla tıbbi bir terim olarak kullanılan plasebo (Latince: Sizi hoşnut edeceğim), 18. yüzyılın sonlarına dek din ile ilişkili bir kelimeydi. İngiliz dilinin yazılı ilk eserlerinden Geoffrey Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’nde de anlatıldığı üzere, 14. yüzyılda ölülerin ardından para ile ağlayan kişiler tutulurdu ve bu kişiler ağlamaya “Placebo Domino in regione vivorum: Yaşayanlar aleminde Tanrı’yı hoşnut edeceğim.” diyerek başlardı. Ölünün arkasından ağlaması gereken aile üyelerinin yerini tutarak ağlayan, tanrıyı ve ölen kişinin ruhunu “hoşnut tutma” görevini üstlenmiş bu kişilere zamanla “Placebo” denilmeye başlandı.
1628’de Oxford Üniversitesi’nde akademisyen olan Robert Burton, plasebo’nun özellikle rönesans döneminde hekimlerin sıkça kullandığı bir yöntem olduğunu yazmıştı. 1772 yılında çiçek hastalığı ve tifo binlerce insana acı çektirirken İskoç hekim William Cullen, hastaya gösterilen yakınlık ve ilginin hastalığı tedavi edebileceğini, naneli su gibi ilaç etkisi olmayan maddelerin ağrıyı dindirebileceğini söylüyor ve hastalarında uyguluyordu. Aktif olmayan maddelerin, beynin kendini tedavi etmesi için gerçekten de kuvvetli bir yönteme dönüşebileceğini kanıtlayan bu isimlerin ardından plasebo, 1811’de Quincy Tıp Sözlüğü’ne “hastayı iyileştirmekten çok memnun etmeye yarayan tedavi yöntemi” açıklamasıyla girdi.
Popülerliğini ise 2. Dünya Savaşı’nda cephede cerrahlık yapan Henry Beecher’in çalışmalarıyla kazandı. Beecher, ilaç yokluğu nedeniyle askerlere ağır yaralandıklarında morfin yerine tuzlu su, ameliyatlarda anestezi ilacı yerine ise su enjekte etmiş; yaptıklarının olumlu etkilerini gözlemlemiş ve yazmıştı.
Plasebo’yu Kazanca Çevirenler: İlaç Şirketleri
Plasebo’nun tıpta resmi olarak tanınmasının ardından ilaç niyetine verilen şeker hapları, beyne bağlanan yalancı elektrotlar, cerrahi müdahale yapılmadan hastaya yapıldı denilmesi vb. yöntemlerle tıp sektörü içinde yeni bir kazanç kaynağı oluşturulmuştu.
Günümüzde de ilaç şirketleri -elbette daha fazla kazanç sağlayabilmek için- ilaçların görünümünün plasebo etkisini tetikleyebildiğini göz önünde bulundurarak üretim yapıyor.
Örneğin her hapın rengi özenle seçiliyor. Kırmızı, sarı veya turuncu haplar genellikle zihinsel veya fiziksel fonksiyonların iyileşmesini uyaranlar oluyor. Genelde uyku haplarında tercih edilen mavi veya yeşil renklerin anksiyeteyi yatıştırdığı düşünülüyor. Ciddi bir hastalık söz konusu olduğunda insanların hafif renkleri tercih edeceği öngörüsüyle kalp ilaçları pembemsi renklerde üretiliyor. Yapılan birçok araştırmaya göre insanların en etkili yöntem olarak enjeksiyonu gördükleri bilindiği için, başlangıçta kapsül olarak üretilen bir çok ilaç enjeksiyon halinde de üretilmeye başlıyor. Yüksek fiyatlı ve fazla reklamlı ilaçlar, diğerlerinden daha iyiymiş gibi göründüğü için, daha çok pazarlanmak istenen ilaçlar yüksek fiyatlarla piyasaya sokuluyor.
Nosebo Tepkisi: Kötü Düşünürsen Kötü Olur!
Plasebo’nun kötücül ikiz kardeşi olduğu söylenen nosebo ise tıp terimi olarak ilk kez -Beecher’ın plasebo etkisine dair yazdıklarının yayınlanmasından birkaç yıl sonra- 1961 yılında Walter Kennedy tarafından kullanıldı. Ancak plasebo etkisinden ayrılarak tüm tıp çevreleri tarafından tanınması 90’larda gerçekleşti. Bu tarihe kadar olumlu olumsuz tüm etkilere plasebo deniliyordu.
Özellikle psikosomatik (psikolojik sebeplerle ortaya çıkan ve bedensel hastalıklarla kendini gösteren) hastalıklarda kişilerin kendilerine iyi geleceğini düşündükleri ancak içerik olarak hiçbir iyileştirici etkisi olmayan ilaçlardan olumlu sonuç aldıkları söyleniyor. Nosebo (Latince nocere: zarar vermek, nocebo: Size zarar vereceğim.) tepkisinde ise bunun tersine kişiler, hiçbir olumsuz etkisi olmasa da, eğer vücutlarına aldıkları maddenin sağlıklarını kötü etkileyeceğine inanırlarsa çeşitli hastalık semptomları gösterebiliyor.
Kişinin kendisine zarar verebileceğini düşündüğü bir şeyin etkisinde kaldığında olumsuz tepki göstermesi durumuna, kendisini hoşnut edeceğini düşündüğü bir şeyin etkisinde kaldığında olumlu etkilenmesi durumundan çok daha sık rastlandığı söyleniyor; yani nosebo tepkisinin plasebo etkisinden çok daha yaygın olduğu… Örneğin kullanılan ilacın sebep olabileceği yan etkilerin kişinin bu yan etkileri öğrenmesi sonucunda ortaya çıkması durumu, hepimizin deneyimlediği ya da şahit olduğu nosebo tepkilerindendir.
Beklentilerimiz, Ulaşılan Sonuçları Değiştirebilir mi?
Plasebo etkisi ya da nosebo tepkisinde yaşanan değişimin yalnızca psikolojik kökenli bir yanılsama olmadığı biliniyor. Çünkü gerçekten de kişilerin beklentilerinin, mevcut durumun değişmesine, hastaların iyileşmesine ya da ağırlaşmasına sebep olabildiği gözlemleniyor.
Beklenti, endişe hafifletme ve arttırma mekanizmaları, sosyal öğrenme, genetik ve kişilik özellikleri gibi farklı etkiler gerek beyindeki nörokimyasal mekanizmaları tetikleyerek gerek hastalarda algı değişikliğine neden olarak plasebo ve nosebo etkilerinin ortaya çıkmasına neden oluyor.
Asıl soru şu: “Peki bu durum, sadece hastalıkların tedavisinde değil de yaşamdaki tüm beklentilerimizde geçerli olabilir mi?” Her şeyin kötülükle dolu olduğu bir zamanda ve yerde inatla iyiyi istemenin ve iyiye inanmanın, hiç kimsenin beklemediği bir anda ve yerde iyiliği getirdiğini tarihte ve gündelik hayatımızda defalarca deneyimlemişizdir. Madem öyle, neden tüm beklentilerimizde geçerli olmasın ki?
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post NOSEBO: KÖTÜ DÜŞÜNÜRSEN KÖTÜ OLUR! – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ayağa Kalkın Yeryüzünün Lanetlileri Dünyayı Kökünden Değiştireceğiz – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yüce kurtarıcılar değil onlar:
Ne tanrı, ne sezar, ne de devlet
Üretenler biziz
kendi kendimizi kurtarırız!
Ambalaj işçisi, kumaş desencisi, nakliye işçisi, şair, besteci, Paris Komünarı ama her şeyden önce devrimci ve anarşist Eugène Pottier, 4 Ekim 1816 Fransa’da bir sandık imalatçasının oğlu olarak doğdu. Yaşamak için emeğini satmak zorunda kalan milyonlardan biriydi. Genç yaşında siyasi yaşantısını şekillendirecek olaylar yaşadı. 1830’da Bourbon’lar iktidardan devrilirken, Fransız halkının dilinde onun “Yaşasın Özgürlük” şiiri dolaşıyordu. 1848 devrimlerinde de mücadeledeydi, devrimlerin örgütlendiği yerlerde krallara, memurlara, din adamlarına yönelik öfkeyi dile getiren şarkıları söyledi durdu. 1851 darbesinden sonra kavgaya dört elle sarıldı. Çalıştığı kumaş üstüne desen yapan işçiler arasında Enternasyonal’in örgütlenmesini yaptı, 1867’de La chambre Syndicale des Ateliers de Dessin’nin (Resim Atölyeleri Sendika Odası) kuruluşunda yer aldı. Dünya işçilerini ilk kez tek bir çatı altında toplayan örgütlenmenin emekçilerindendi. 26 Mart’ta Komün üyesi seçildi, Louise Michel’le aynı birliğin, Ulusal Muhafız Birliği’nin militanlarından biriydi. Paris Komünü’nde son ana kadar barikatların başındaydı Pottier. Mücadelesini edebiyatla, şiirle birleştirdi. Komün’ün sanatın gelişimine katkı sağlaması için kurulan Le Fédération des Artistes (Sanatçılar Federasyonu) için çalıştı. Siyasi yaşantısı, hakkında idam emrinin verilmesinin ardından sürgünle devam etti. Kuzey Amerika’da ezilenleri örgütlemeye devam eden, Paris Komünü’nden çıkarılacak derslerle yola devam edilmesi gerektiğini anlatan Eugène Pottier, geçirdiği felç sonucu 6 Kasım 1887’de yaşamını yitirdi. Cenazesi, yaşadığı ve mücadele ettiği topraklarda Père-Lachaise mezarlığına kaldırıldı. “Yaşasın Komün” sloganları ve polisle girilen çatışmalarla bir eylem gibi geçen cenaze, duvarları önünde vahşice katledilen devrimcilerin anısına bir saygıydı.
Pottier, Komün’ün hatırasını canlı tutmak, mücadeleyi her yere yayacak sözler yazmak için kolları sıvadı. Bir efsaneye göre Kanlı Hafta sırasında, bir çatı katına sıkışmışken bir diğerine göre Fransa’da Cumhuriyet’in ilân edildiği 4 Eylül 1870’in ertesi günü Enternasyonal’in sözlerini kaleme aldı. Komün’ün kanlı bir şekilde bastırılmasının ardından bugün eylemlerde, etkinliklerde hep bir ağızdan söylenen Enternasyonal Marşı’nın sözleri mücadelenin içinde doğdu. Sadece Enternasyonal değil, 1871’in hatırasını Le Mur Voilé (Lekeli Duvar) ve Le Monument des Fédérés (Federeler Anıtı) gibi başka şiirleriyle de yaşatmaya çalıştı.
Yaşadığımız coğrafyada da işçi hareketinin ilk örgütlenmeye başladığı günlerden beri, çeşitli sendikaların, örgütlenmelerin benimsediği bir marş haline gelen Enternasyonal, dilimizde yoğunluklu olarak bestelenmek için uyarlanmış bir versiyonuyla biliniyor. Ancak orijinal Enternasyonal şiiri 6 kıtadan oluşuyor. Ezilenlerin örgütlü mücadelesini, her parçasıyla anlatan bu şiir önce “yeryüzünün lanetlilelerine” yani işçilere, ezilenlere yönelik bir isyan çağrısıyla başlar. “Ayağa kalkın! Açlığın tutsakları/Geçmişi masadan kazıyalım/Köle toplulukları, kalkın!/Dünya kökünden değişecek”
Sonrasında, Bakunin’in Hıristiyanlığa ve otoriter sosyalizme ilişkin sert eleştirilerini barındıran kitabına verdiği isimdeki gibi “Ne tanrının, ne de devletin” bizleri kurtarabileceğinden bahseder, “biz ancak kendi kendimizi kurtarırız”. Pottier’in şiiri, teorik bir kitaptan hallicedir; “Devlet ezer ve yasa hile yapar/Vergi yoksulun kanını emer/İktidar altında yaşayıp durmaya artık yeter” diyerek işçilerin devletsiz bir şekilde örgütlenmesi gerektiğine vurgu yapar.
Yine aynı şekilde, çevirilerinden dolayı pek bilinmese de bir o kadar anti-militaristtir Enternasyonal;
“Efendiler bizi dumanlarla sarhoş ediyor
İşçilere barış, zalimlere karşı mücadele!
Ordularda grev!
Silahlar havaya, safları bozalım
Vazgeçmezlerse eğer bizlerden
Kahramanlar yapmaktan
Öğrenecekler, kurşunlarımız
Kendi generallerimizi vuracak!”
Aradan geçen onca yıla rağmen, enternasyonal bütün gücüyle ezilenlerin, işçilerin en derin özlemlerinin ifadesi, daha adaletli bir dünyaya olan inancın marşı olmaya devam ediyor.
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Ayağa Kalkın Yeryüzünün Lanetlileri Dünyayı Kökünden Değiştireceğiz – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kapitalizm Sömüremediğini Çalar Satamadığını Yakar – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Milyonlarca kişi açlıktan ölürken tonlarca gıda çöpe atılıyor. Kimimiz çocuğumuza pantolon alamazken şirketler satılamayan giysileri “yanlış insanlar” giymesin diye yakıyor.
Bir pantolon kimindir? Yazın kavurucu sıcağında tarladan pamuk toplayanın mı, pamukları ipliğe dönüştürenin mi, ipliklerden kumaş yapanın mı, kumaşlardan bir pantolon diken terzinin mi, yoksa bu pantolona kendi markasını iliştirip mağazasında satan bir şirketin mi?
Burberry isimli şirket (birçok benzerleri gibi) tüm bu sürecin sahibi olduğunu düşünüyor. Fiyatı da kendisi belirliyor, satış yöntemini de. Kendisinin “lüks” bir marka değeri olduğunu düşünüp fiyatı benzer nitelikteki pantolonlara göre daha (ve hatta oldukça) yüksek belirliyor.
Reklamlar yoluyla bu marka pantolonu giymenin ayrıcalık olduğuna inandırılmış ve kendi zenginliğini göstermek olduğunu düşünenler de bu pantolona yüksek rakamlar vermenin “keyfini” yaşıyor.
Alan Memnun, Satan Memnun. Peki Ya Satamayan?
Örneğin Burberry kar edebilmek için ürünü satmak zorunda. Günümüzün üretim-tüketim anlayışına göre her durumda ihtiyaçtan fazlasının üretildiğini hatırlarsak sezon sonunda şirketin elinde kalan, satılamayan ürünlerin (örneğimizde pantolonların) sonu ne olacak?
Bu tür durumlarda pek çok şirket indirimlerle ya da 3 al 2 öde gibi kampanyalarla ellerindeki ürünleri eritmeye çalışır. Ama bu yöntem Burberry için kabul edilemez. Bu şirketin patronları, pahalı pantolonlarının daha ucuza satılmasını içlerine sindiremez!
Peki, ne mi yapar? Satılamayan ürünlerin -The Times of London gazetesinin dediği gibi- “yanlış insanlara” satılmasını önlemek için 37.8 milyon dolar tutarındaki ürünlerini yakar.
Bu haberin duyulmasıyla beraber tepkiler de yükselmeye başladı başlamasına ama bu tarz uygulamaların yani stokları yakarak ortadan kaldırmanın başka şirketlerce de -örneğin Chanel ve Louis Vuitton tarafından da- yıllardır yapıldığı bilinen bir gerçek. Cartier marka saatleri de üreten Richemont şirketi, daha geçenlerde 481 milyon avro tutarındaki ürünü “imha” etmişti. Böylece daha tartışmalar sürerken bu tarz imha işlemlerinin diğer sektörlerde de uygulandığı ortaya konuldu.
Burberry şirketi, kendisine gelen tepkiler üzerine bu yakma işleminin “çevreye” zararı olmayan ve hatta enerji üretimine katkı sağlayacak bir biçimde gerçekleştiğini açıkladı. Ardından da bu atık miktarını azaltacak ve geri dönüşüm sağlayacak projeler üzerinde çalıştıklarını belirtti. Şirket bu adımıyla tepkileri hafifletmeyi sağladı ama aslında atıklardan dahi para kazanmanın peşinde olduğuna kuşku yok.
Elbette her ürün yakılarak imha edilemiyor. Örneğin pahalı markaların saatleri ve otomobiller imha edilmek için tonlarca ağırlığın altında ezilmeyi ve hurdaya dönüştürülmeyi bekliyorlar. Bu imha sırasında toz haline dönüşmüş metallerin ve boya gibi kimyasalların doğaya saçılmasına karşı nasıl bir önlem aldıkları ile ilgili herhangi bir veri yok elimizde. Çünkü bunlar sır gibi, açıklanmıyor.
“Yanlış İnsanlar” Yüzünden Marketlerin Çöp Konteynerleri De Kilitli
Plazalar, rezidanslar, saraylar… Sayıları her geçen gün artan bu yapılar zenginlik ve bolluk göstergesi sayılıyor. Oysa dünya nüfusunun yüzde 11’i, yani 800 milyon insan yetersiz besleniyor. Açlıktan ölenlerin sayısı ise her yıl 10 milyonu aşıyor. Bunların 6 milyonu çocuk. Bu, günde 16 bin çocuk demek.
Bu rakamlar korkunç. Ama asıl korkunç tablo, üretilen gıda rakamlarında. Dünyada tüketilmeden imha edilen ya da çöpe atılan gıda miktarı 1,3 milyar ton. Kaba bir hesapla bu miktarda gıda üretmek için 9.6 kilometre kare alan gerekiyor. Yani neredeyse Çin kadar bir alanda üretilen gıda çöpe gidiyor. İnanılmaz!
Tüketilmeden çöpe giden gıda miktarında birinci ülke, tahmin edilebileceği gibi ABD; Yılda 222 milyon ton gıda çöp oluyor. Bu miktarla kaç kişinin, kaç çocuğun açlıktan ölmesinin önüne geçilebileceğini bir düşünelim.
Günümüzde pek çok insan çöplerden buldukları yiyeceklerle yaşamlarını sürdürmeye çabalıyor. Kimisi atık kağıtları ya da plastikleri toplayarak bunu paraya çevirirken kimisi doğrudan yiyecekleri toplamayı seçiyor. Marketlerde son tüketim tarihi geçen ya da nakliye sürecinde ambalajı yırtılmış pirinç, makarna ya da kapağı açılmış bir yoğurt -kimse para verip onu satın almak istemeyeceği için- satışa sunulmuyor, çöpe çıkarılıyor. Ama insanların bu gıda çöplerine erişmesi dahi engelleniyor. Özellikle market atıklarının bulunduğu çöp konteylerleri “yanlış insanlar” tarafından karıştırılmasın diye kilitleniyor. Zaten bir adaletsizliği anlatan çöpleri karıştırmak da devletin ve şirketlerin hoşuna gitmiyor. Bu duruma karşı da en iyi bildikleri şeyi yapıyorlar; yasaklamak, engel olmak.
Sayıları az da olsa hala var olan semt pazarlarında arta kalan sebze ve meyveleri toplayanların da durumu pek parlak değil. Çünkü bu pazarlar da rant için kurban ediliyor ve birer birer ortadan kaldırılıyor. Yerlerini beton bloklara bırakıyor.
Kapitalizmde Her Şey Patronlardan Yana
Satamadığı pantolonu yakarak imha eden ya da paketi yırtılmış makarnayı attığı çöpü kilitleyen patronlar kendilerince doğru yaptıklarını düşünedursun; bir yanda ejder meyvesi ile kahvaltı edenler, diğer yanda açlıktan ölen ya da çocuğuna pantolon alamadığı için yaşamını sonlandıranlar olduğu sürece adaletsizlikler devam ediyor demektir.
Bu adaletsizliğin kaynağı, üreteni kendi ürettiğinden mahrum ederken patronları daha da zengin yapan kapitalizmdir. Kapitalistlerin ekonomi tanımına göre istekler sınırsız, mal ve hizmetler ise sınırlıdır. Bir malın fiyatını belirleyen faktörler arasında, o malın piyasada ne kadar bulunup bulunmadığı da vardır. Kendini pahalı ve lüks olarak tanımlayan bir marka da bu değeri kendince korumak için piyasaya çok mal arz etmez. Bu da Burberry, ürünlerini yakarken kapitalist ekonomi kurallarına uygun hareket ediyor demektir!
Bu adaletsizliği ortadan kaldıracak olan, böylesi şirketlerin yine devletlerce göstermelik yaptırımlarla cezalandırılması değil; ihtiyaçlarımızın paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle karşılandığı, gereksiz üretim ve tüketimin olmadığı bir dünyayı yaratmak olacaktır. Yazının başında sorduğumuz soru da ancak o zaman yanıtlanacak: Pantolon herhangi bir şirketin değil, ona ihtiyacı olanın olacak.
Gürşat Özdamar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kapitalizm Sömüremediğini Çalar Satamadığını Yakar – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Nash Denkliği – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Nash ve arkadaşları bir barda oturmaktadırlar. Arkadaşları etrafla ilgilenirken Nash elinde bulunan kâğıtlardaki matematik denklemleriyle uğraşmaktadır. O sırada kapıdan içeri çok güzel sarışın bir kadın ve onun kadar güzel olmayan dört arkadaşı girer. Bu sırada güzel sarışın kadını “tavlamaya” dair bir sohbet başlar. Arkadaşlarından biri şöyle der: “Bu size bir şey hatırlatmadı mı? Adam Smith’in kuramını hatırlayın, modern ekonominin babasının. ‘Rekabet durumunda kişisel hırslar ortak çıkarlara hizmet eder.’ Yani her koyun kendi bacağından asılır.” Konuşmalar sürerken Nash düşünmeye devam eder ve “Adam Smith’in görüşleri düzeltilmeli” der. “Eğer hepimiz sarışın kadını tavlamaya çalışırsak birbirimizin önünü keseriz ve hiçbirimiz onu elde edemeyiz. Sonra arkadaşlarını tavlamaya çalışırız ama onlar da bize yüz vermezler; çünkü kimse ikinci tercih olmaktan hoşlanmaz. Peki kimse sarışın kadını tavlamaya çalışmazsa? Birbirimizin yoluna çıkmayız ve diğer kızların da aşağılanmamasını sağlarız. Hepimizin kazanmasının tek yolu bu. Adam Smith şöyle demişti: ‘Gruptaki herkesin kendisi için en iyisini yapması gerekir.’ Doğru ama eksik. Çünkü en iyi sonucu almak için gruptaki herkes hem kendi hem de diğerleri için en iyisini yapmalı!”
Bu sahne John Nash’in hayat hikayesinin anlatıldığı Akıl Oyunları filminde, Nash’e Nobel Ekonomi Ödülünü kazandıracak olan Nash Denkliği teorisinin ilham sahnesi olarak kurgulanmıştır. Sahnenin kadın erkek ilişkilerine ilişkin sıkıntılı bir bakışın temsili olduğu aşikar. Öte yandan, John Nash’in gerçekten de böyle bir deneyim üstünden kendi teorisini oluşturmasının gerçek mi, yoksa Hollywood kurgusu mu olduğu net değil. Ancak denklik, bir matematik kuramı olmasının yanı sıra ekonomide yeni bir yaklaşımın öncülü rolündedir. Nash denkliği “tutsak ikilemi”nin genişletilmiş halidir.
Tutsak İkilemi Nedir?
Tutsak ikilemi, bireyin tercihlerindeki işbirliği eğilimini gösteren bir strateji oyunudur. Bu ikileme göre; bir suç çetesinin iki üyesi tutuklanarak hapsedilmiştir. Her bir tutuklu diğeriyle iletişim kurma olanağına sahip olmaksızın, tecrit edilmiş durumdadır. Savcılar tutukluları tutsak etmek için yeterli delile sahip değillerdir. Her iki tutuklu da bir yıldan az bir ceza ile kurtulmayı ummaktadır. Aynı zamanda savcılar her bir tutsağa bir pazarlık önermektedir. Her bir tutsağa ya diğerinin suç işlemiş olduğuna dair tanıklık ederek diğerine ihanet etmesi ya da sessiz kalarak diğeriyle işbirliği yapma fırsatı verilir. Sunulan seçenekler ve sonuçları şöyledir:
A ve B’nin ikisi de inkar ederse ikisi de yalnız birer yıl tutsak edilecektir.
A ve B karşılıklı olarak itiraf ederlerse ikisi de ikişer yıl tutsak edilecektir.
A itiraf eder B sessiz kalırsa A serbest bırakılır, B 3 yıl tutsak edilecektir.
A sessiz kalır, B itiraf ederse A 3 yıl tutsak edilecektir, B serbest bırakılır.
Bu ikilem, ilk olarak 1950’lerde California’daki RAND kuruluşundan Merril Flood ve Melvin Drescher tarafından bir oyun olarak biçimlendirildi. Birkaç ay sonra, Albert Tucker tarafından ilk defa tutsaklara dair bir anektod olarak farklı bir biçimde ifade edildi.
Bu teste/oyuna tabi tutulanların seçimleri, o zamana kadar iddia edilen ekonomi yaklaşımını alt üst etti. Çünkü söz konusu birey sadece kendi çıkarını değil, kendisiyle aynı suçlamaya tabi tutulan bireyin tercihini ve yapmış olduğu tercihin diğer bireye etkisini de düşünerek hamle yapıyordu. Sadece kendi çıkarının dışında başka bir tercihe yöneliyordu; işbirliği.
Klasik Ekonomide Değişen Algı
“Yaşlı adamın içinde bulunduğu berbat durumu düşününce acı çekiyordum; ve şimdi benim sadakam onu biraz olsun avutuyor ve bana da huzur veriyor.” Thomas Hobbes, neden bir dilenciye altı peni verdiğini açıklıyor. (Erdemin Kökenleri’nden-Matt Ridley)
1970’lerin sonuna gelindiğinde tutsak ikilemi, ekonomistlerin “bireysel çıkar” saplantılarına dair yanlış olan her şeyi simgeliyordu. Hobbesçu yaklaşıma göre, Adam Smith’in de söylediği gibi, birey kararını her zaman kendi çıkarı doğrultusunda vermeliydi. Bireyin kendi çıkarına göre davranması akılcı olduğu halde, iddia edilenin aksine, neden işbirliğine yönelmişti?
Bu sorunun cevabının, aynı zamanda tutsak ikileminin değiştirdiği şuydu: A şirketi piyasada elde etmek istediği karı hesaplarken rakip firmayı da düşünmeliydi. Eğer A şirketi B şirketi ile aynı ürünü üretiyorsa ve piyasaya sunacağı ürünün fiyatında artış yapacaksa B şirketinin fiyat artışı yapıp yapmayacağını düşünmek durumundaydı. Yani Coca Cola ve Pepsi istedikleri karı elde edebilmek için pazarı bölüşmeli, işbirliğine yönelmeliydi. Liberal ekonomistler bu durumu, insan davranışlarının sadece Hobbescu bir bakış açısıyla açıklanamayacağı yönünde temellendirdiler.
İşbirliği
“Şurası kesin ki, birlikte yaşayan hayvanlarda, toplumsal olmayan yetişkin hayvanların hissetmediği bir duygu vardır; yardımlaşma.” Darwin
Antik Yunan’da Sokrates’le başlayan toplum içinde insan davranışlarının ahlaki eylemi, çağlar boyunca felsefenin ana temalarından biri olmakla birlikte; ekonomi, psikoloji, sosyal bilimler gibi pek çok disiplinin de konusu olmuştur.
Bireyin yalnızca kendi çıkarını düşündüğü savı Hobbes’la birlikte bu farklı disiplinlerde de savunulmuş; bir yandan insanın doğasında diğerlerini alt etmek, rekabet etmek gibi kapitalizmin üzerinden yükseldiği değerleri, öte yandan da böyle bir durumda insanları birbirinden koruyacak devlet mekanizmasını yüceltmiştir.
Toplumsal düzenin ve bireyler arasındaki uyumun, bireylerin yalnızca kendi çıkarlarını savundukları bir “ben merkezcil” davranış eğiliminden daha baskın olduğu görüşü sadece liberal düşünceyi değiştirmemiş; kapitalist mantığın farklı bir versiyonunun olabileceği gibi bir yanılsamaya yol açmıştır.
Liberal ekonominin henüz 50-60 yıldır dillendirmeye başladığı “işbirliği” sadece insanın değil, tüm toplumsal canlıların eğilimidir. İnsanlar arasındaki bu ilişki doğadaki karşılıklı yardımlaşma ilkesinden gelir. Ekonomide “oyun kuramı”, “tutsak ikilemi” gibi yeni teorilerle, canlılar arasındaki bu ilişki liberal düşüncenin bir parçası gibi gösterilmeye çalışılsa da, toplumsal dayanışma ve karşılık yardımlaşma yüzyıllardır anarşist düşüncenin üzerinden düşüncelerini şekillendirdiği değer, ilke ve eğilimdir.
Sürekli rekabet ve bireyin çıkarını maksimize etmek gibi, insan doğasında olduğu iddia edilen insan davranışları, kapitalist bir ekonominin kendisinde bile işlememektedir ki karşılıklı yardımlaşma ilkesi liberalize ediliyor. Karşılıklı yardımlaşma ilkesi, kapitalizmin “iş”birliği yalanını teorize etmek için oluşturulmuş bir ilke değildir. Kapitalizmin ve devletin varlığının insan doğasına aykırılığını temellendirir. Toplumsal dayanışmanın, yaşamın sürdürülebilmesinin kaçınılmaz bir unsuru olduğunun savunulmasıdır.
Oyun teorisiyle, kapitalist ekonomiyi anlamak için oluşturulmuş bu popüler denkliğe bir de buradan bakmakta yarar var. Kropotkin’in “Tüm hayvan topluluklarında dayanışma, burjuvaların bizi iyice aptallaştırmak için her türlü nakarat biçiminde erdemini övdükleri yaşam mücadelesiyle karşılaştırılamayacak kadar önemli bir doğa yasasıdır.” sözünü, liberaller bile kabul etmişe benziyor.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Nash Denkliği – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar (18)- Şili’de Anarşist Yayınlar (I): Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Dünyanın farklı coğrafyalarındaki anarşist yayıncılık tarihine değindiğimiz yazı dizimizin önümüzdeki iki bölümünde Şili’deki anarşist yayınları inceleyeceğiz. Güney Amerika’nın batısında, And Dağları’yla Büyük Okyanus’un arasındaki bu ada ülkesinin siyasi çatışmalar ve darbelerle dolu bir hikayesi var.
1895-1919 Arası Şili’de Anarşist Yayınlar
Şili’de anarşizm, ilk zamanlarda Michael Bakunin’in Enternasyonal üyesi yoldaşlarından Manuel Chinchilla’nın çabalarıyla yayılmaya başladı. Chinchilla, Iquique’de yaşayan bir İspanyol işçiydi. Güney Amerika gibi anarşist hareketin geniş bir ölçekte toplumsallaştığı ve büyük toplumsal etkilere sahip olduğu bir coğrafyada bulunan Şili’nin devlete, kapitalizme ve darbelere karşı mücadele ettiği geniş bir tarihi var.
Şili’deki anarşist yayınlar içerisinde hakkında en çok bilgiye ulaşılabilen El Oprimido’dan başlayarak diğer anarşist yayınlara dair bilgiler vereceğiz.
El Oprimido (Ezilenler)
İlk özgürlükçü gazete El Oprimido 22 Temmuz 1895’te Valparaiso’da basıldı. Burada Juan Creaghe’in editörlüğünde yayınlanan gazete, daha önce Arjantin’de Lujan ve Buenos Aires’te basılmış, göçmen işçiler aracılığıyla Şili’ye de ulaşmıştı. Şili’deki yayın hayatının ilk yılının sonunda ekonomik zorluklar nedeniyle yayını durmuştu. Creaghe bütün enerjisini daha rahat çıkarttığı The Human Project’e ayırdı. Bu gazete, Arjantin anarşizminin en bilinen yayınlarından biri haline geldi.
1895’e kadarki süreçte El Oprimido, Buenos Aires’te Fortunato Serantoni’nin editörlüğünde yayınlandı.
1896’nın Ağustos ve Ocak ayları arasında La Questione Sociale adında 9 sayfalık bir ek yayınlandı. 1897’de ise “İspanya’da Engizisyon” başlıklı başka bir kitapçık gazetenin yanında kendine yer buldu.
El Oprimiodo’nun sayfalarında temel anarşist propagandanın yanında çeşitli tartışmalara da yer veriliyordu. Özellikle El Perseguido’nun editörlüğünü yapan örgütlenme karşıtı bireysel anarşistlere yönelik eleştiriler gazetenin sayfalarında geniş yer tuttu.
El Oprimido’nun ideolojik hattı ise Errico Malatesta’nın işçi sendikalarını ve halk özgürlük mücadelelerini destekleyen düşüncesinden besleniyordu. 4. sayısında yayınlanan “Ahlak Üzerine” isimli yazıda rasyonalite, ahlak ve etiğin bütün formlarını reddeden akımlara karşı anarşist bir ahlak ve etik savunuluyordu. El Oprimido’nun başlattığı tartışma çok sayıda yayının katılmasıyla geniş bir ölçekte konuşulur oldu.
1895’in Ağustos ve Eylül sayılarında parlamentarizm savunucusu sosyalistlere yönelik eleştiriler yer aldı. Parlamentarizm savunucuları “insan sefaletinin tacirleri” olarak tanımlandı. Gazetede ayrıca güçlü bir anti-militarist propaganda yapılıyordu. Uluslararası anarşist dayanışmanın bir ifadesi olarak Hollandalı vicdani retçilerin mektupları ve dayanışma mesajlarının yanı sıra Ferdinand Domela Nieuwenhuis’nin yazıları da gazetede kendine yer buldu.
El Oprimido’yu El Proletario, El Acarata, La Luz, La Revuelta, La Batalla, El Surco, Accion Directa vb. izledi. Şili’deki anarşist yayınlar içerisindeki en uzun periyoda sahip anarşist yayın La Batalla oldu.
Diğer Yayınlar
Bunların yanında farklı meslek gruplarında çalışmalar yürüten çeşitli sendikaların da kendine bağlı yayın organları mevcuttu. “El Siglo XX” (20. Yüzyıl) ve “La Imprenta” (Matbaa) dizgicilerin, “El Maritimo in Antofagasta” (Antofagasta’nın Denizcileri) ise denizcilerin yayını olarak bu tür anarşist yayınlara örnek gösterilebilir.
Anarşistlere yönelik saldırıların başlaması, başlangıcından beri birçok anarşistin kuşkuyla yaklaştığı Rus Devrimi’yle beraber Şilili anarşistler ve marksistler arasındaki farklılıkları derinleştirdi. Bu ayrışma, pratik alandaki ortaklıklara bağlı bir değişikliği de beraberinde getirdi. Daha önce anarşistlerin ve sosyalistlerin beraber örgütlediği “Workers Federation of Chile” (FOCH) dağıldı. Tabi bunların yanında bazı istisnai örnekler de yok değildi. “Verba Roja” isimli yayının editörlüğünü üstlenen grup, proletarya diktatörlüğünün anarşizme gidebilecek bir yol olduğu yanılgısına kapılarak ilk etapta sosyalistlerin yanında yer aldı. Sonrasında anarşistlere yönelik saldırılar onların da Rus Devrimi’ne dair tutumunu değiştirmesine sebep oldu.
Zaman içerisinde Şili’de anarşist literatürün gelişmesi için önemli adımlar atıldı. “Editorial Lux” isimli yayınevinin kuruluşuyla beraber anarşist hareketin önemli temel eserleri Şili’de yaygınlaşmaya başladı. 1898’de Şilili anarşistler “Marangozlar ve Ağaç İşçileri Topluluğu”, “Demiryolu İşçileri Genel Birliği” ve “Öğrenim ve Karşılıklı Yardım Derneği”ni kurdular, bu topluluklar ya kendi yayın organları çıkardı ya da bağlı bulundukları federasyonların yayınlarının dağıtımını üstlendi. Aynı yıl Iquique’de genel grev ilan edildi, grevin ardından işçi hareketinde anarşistlerin etkisi daha da yükseldi. Bunu izleyen süreçte La Tromba (Sağanak Yağmur), El Rebelde (Asi), “La Antorcha” (Meşale), “El Pueblo” (Halk) ve “El Jornal” (Gazete) isimli yayınlar yayınlanmaya başladı.
1899’da Francisco Bilbao İşçi Partisi anarşizmi benimsedi ve “Ordu, suç akademisidir” sloganıyla anti-militarist eylemler düzenledi. O yıllarda anarşistler ilk kez vicdani ret hareketini örgütlemeye başladı.
1 Mayıs 1889 tarihi Şili’de anarşizm için önemli tarihlerden biridir. Haymarket Katliamı’nın birinci yıldönümünde geniş katılımlı, devlete yönelik öfkenin dile getirildiği bir buluşma gerçekleşti.
Anarko-sendikalizmin gelişimi Şili’de kooperatifçilik hareketini de hızlandırdı. İlk kooperatif, 1 Mayıs 1900’de Iqueque’de kuruldu ve hızla toplumsallaştı. En yaygın döneminde 15 ayrı organizasyona bağlı toplam 20.000 işçi kooperatiflerde çalışıyordu.
Yüzyılın başında anarşist kadın hareketi gelişmeye başlamıştı. Şili’de anarşist kadınlar, Louise Michel, Voltairine de Cleyre, Lucy Parsons ve Emma Goldman’dan ilhamla mücadeleye atıldılar.
1906 yılında Antofagasta’nın maden işçileri grev ilan etti. Maaşlarının arttırılması talebiyle başlayan grev, tarihe “Santa Maria Okulu Katliamı” olarak geçen bir olayla -yani devlet şiddetiyle- geçti. Santa Maria Meydanı’nda kadın, çocuk ve işçilerden oluşan grevcilerin üzerine, grevi bastırması için gönderilen askerler tarafından ateş açıldı. 3000 kişi askerlerin silahlarıyla katledildi. 1908 yılında kurulan “Yaşam ve Işık” isimli sosyal merkez, 1917 yılına kadar sürecek aynı isimli derginin yayıncılığını yaptı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar (18)- Şili’de Anarşist Yayınlar (I): Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sosyal, Sınıfsal ve Uluslararası Dayanışma İçin Özgürlükçü Festival appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşist Politik Örgütlenme’nin (APO) çağrısıyla 5-7 Temmuz arasında Atina’da gerçekleştirilen “Sosyal, Sınıfsal ve Uluslararası Dayanışma İçin Özgürlükçü Festival’e yaşadığımız coğrafyadan Devrimci Anarşist Faaliyet (DAF) ve Anarşist Kadınlar katılım gösterdi.
Festivalin 1. gününde IFA (Fransa) ve APO’nun katılımıyla “aşağıdan sosyal ve sınıfsal mücadeleler” başlıklı bir sunum gerçekleştirildi. Üniversitelerde çalışmalar yapan gençlik örgütlerinin katılımıyla “Anarşist öğrenci olmak ne anlama gelir?” başlıklı bir tartışma yapıldı. “Yunanistan’dan Türkiye’ye Özgürlük İçin Kadın Mücadelesi” başlıklı sunumda APO bileşeni kadın örgütlenmesi Patriyarka Karşıtı Grup’un önsözüyle Anarşist Kadınlar Türkiye’de ki kadının konumu ve kadın özgürlük mücadelesine dair bir sunum gerçekleştirdi.
Festivalin 2. gününde “Modern Totaliteryanizm, Savaş, Milliyetçilik ve Faşizm” başlıklı sunum, APO ve FAO (Slovenya ve Hırvatistan)’nun katılımıyla yapıldı. “İşgal evleri ve mücadelenin özyönetimle işleyen alanları” başlıklı sunum ise FAO ve Yunanistan’dan pek çok işgal evinin katılımıyla gerçekleşti. APO bileşeni bir yayın kolektifi tarafından çevrilen, Martha Ackelsberg’in Mujeres Libres (Özgür Kadınlar) kitabına ve 1936 İberya Devrimi’ndeki kadınlara dair bir sunum gerçekleştirildi.
Festivalin 3. gününde “Devletin ve Kapitalizmin Doğayı Yıkım ve Yağmasına Karşı Mücadeleleler” başlıklı sunuma; Halkidiki’de altın madenine karşı, Mesochara’daki HES’e karşı, Epirus’taki petrol çıkarma girişimlerine karşı ve başka birçok bölgede ekolojik yıkıma karşı direnen yaşam savunucuları da katıldı. APO tarafından “Devlet Baskısı, Anti-terörist Yasalar ve OHAL” başlıklı bir sunum gerçekleştirildi. Zapatist Kadınların çağrısıyla Chiapas’ta 2018 8 Mart’ta 1.si gerçekleşen “Mücadele Eden Kadınların Uluslararası Toplantısı”nın aktarımı yapıldı.
Festivalin son sunumunu Devrimci Anarşist Faaliyet gerçekleştirdi. Sunumda Türkiye’de ki mevcut ekonomik, siyasi ve kültürel durum tespitinin ardından OHAL’le yükselen baskıya değinildi. Devletin ve kapitalizmin topyekun saldırısında karşı verilen bütünlüklü mücadele ve mücadele alanları anlatıldı.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sosyal, Sınıfsal ve Uluslararası Dayanışma İçin Özgürlükçü Festival appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 25 Yıllık Tutsaklığın Hikayesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“İçeri dışarı birbirine girmiş. Her gün sayfa sayfa adliye haberleri okuyoruz. Yazmaktan tereddüt duydum. Acı çeken insanları görünce zoruma gidiyor kendimden bahsetmek. Ama benim davam sadece benim davam değil aslında. Buna inanıyorum…”
Bu cümleler, devrimci anarşist tutsak Umut Fırat Süvarioğulları’nın gazetemize yolladığı 10 sayfalık mektubunun son satırları. Çeyrek yüzyıllık tutsaklığının, kurmaca bir oyun gibi planlanan yargılamasının, maruz bırakıldığı baskının, tehdidin ve 25 yıllık işkencenin özeti…
Umut Fırat Süvarioğulları, gerçekleştirmemiş olduğu eylemlerden dolayı 2 Eylül 1994 tarihinden bu yana tutsak. Duvarlara slogan yazma ve bildiri dağıtma gibi “suç”lar sebebiyle, çeyrek yüzyıldır özgürlüğünden yoksun…
Umut Fırat Süvarioğulları tarafından yargılama aşamasında reddedilen ifadeler, yanında avukat olmaksızın, işkence ile alınmıştı. Nitekim ifade tutanaklarında imzası olan polislerden birkaçı, daha sonra “işkenceyle adam öldürme”den de suçlu bulunmuştu. Tutsaklığının sebebi olan dava dosyasındaki deliller sadece sanıkların soruşturma aşamasındaki ifadelerine, ifadelerin alındığı sırada çekildiği iddia edilen video kaydına ve polis tarafından çizilen krokilere dayandırıldı. Başka hiçbir delil yoktu; ne bir görgü tanığı ne de işkence altında alınan ifadelerden başka bir şey…
Bunlar ve başka birçok hukuksuzlukla hakkında yapılan yargılama sonucunda, İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 12.08.1998 tarihinde verdiği kararla “vatan topraklarından toprak bölmeye yönelik olarak eylem gerçekleştirmek” suçlaması ile Umut Fırat, müebbet ağır hapis cezasına çarptırıldı.
Kesinleşen ceza daha sonra Umut Fırat’ın avukatları tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşındığında; AİHM, mahkeme heyetinde askeri hâkim olması dolayısıyla diğer başvuru sebeplerini incelemeye gerek dahi duymadan “adil yargılanma ilkesinin ihlal edildiği”ne kanaat getirdi.
Ancak gözaltı, yargılama ve tutuklama süreçlerinde işletilen hukuksuzluk, AİHM kararı sonrası da sürdü ve yargılamanın yenilenmesi prosedürü işletilmedi. Avukatlar talep etti, mahkeme reddetti… Defalarca yaşanan bu durum sonunda, bir kördüğüme dönen yeniden yargılama talebi kabul edildiğinde, Umut Fırat ilk kez 07.04.2016 tarihinde mahkemeye çıktı. Bir kurmaca sonucu tutuklandıktan ancak 22 yıl sonra…
Yeniden yargılamanın ilk duruşmasından beri görülen her duruşmada, tahliye talebi tekrar edilse de, mahkeme talebi reddetmeyi sürdürdü. Kararın açıklanacağı duruşma ise 19 Ekim 2018 tarihine ertelendi. Artık varlığı dahi söz konusu olmayan Devlet Güvenlik Mahkemeleri tarafından “hukuksuzca” işletilen bir yargı süreci ve verilen kararın “hukuksuzluğu” gözler önündedir! AİHM tarafından bile “adil yargılanma ilkesinin ihlal edildiği” bu tutukluluk hali devletin sözde adalet sisteminin resmidir! Bu uygulamanın hiçbir tutarlı dayanağı yok. Bu uygulama sonlandırılmalı, Umut Fırat Süvarioğulları özgürlüğüne kavuşmalıdır!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post 25 Yıllık Tutsaklığın Hikayesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post YALINAYAK: Tecrit İçinde Tecrit – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Urfa 2 No’lu T Tipi Hapishanesi’nde annesiyle birlikte kalan astım ve bronşit hastası olan 13 aylık Arin bebeğe ilaçları verilmiyor. Hasta tutsak Cemil İvrendi götürüldüğü hastaneden muayene edilmeden gönderildi. Dört ağır hasta tutsak, doktora gidebilmek için 15 gündür açlık eyleminde. Elazığ T Tipi Hapishanesi’nde çıplak arama işkencesi var. Tiroid kanseri Zeynep Kayra 7 ay içinde alabildiği tek randevuya götürülmedi. 65 yaşındaki ağır hasta tutsak Koçer Özdal Ankara Numune Hastanesi’nde elleri ve ayakları kelepçeyle yatağa bağlı şekilde yaşamını yitirdi. Hasta tutsak Vefa Kartal hapishanedeki hak ihlallerine karşı 87 gündür ölüm orucunda, ailesinin aktardığına göre bilinci kapanmaya başladı. Yüzde 93 engelli, gazeteci Metin Duran, hafızasını tamamen yitirmiş, konuşamıyor ve felçli olmasına rağmen aylardır hapishanede tutuluyor. 7 aydır hapishanede işkenceye uğrayan Uğur Yeloğlu hafızasını yitirdi. Tutsaklar mahkemeye göturülmüyor ve SEGBİS dayatılıyor. Tutsaklara tek-tip saç traşı dayatması, tutsaklara kitap-yayın yasağı, tutsaklara su kotası ve daha niceleri…
OHAL’le beraber her gün buna benzer onlarca haberle karşı karşıya geliyoruz. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası tutsaklara yönelik çıkarılan KHK’lar ve keyfi uygulamalarla beraber, tutsaklar teslim alınmaya çalışılıyor, tecrit içinde tecrite maruz bırakılıyor. Devlet baskısının yükseldiği dönemlerde, kendi gibi düşünmeyen insanlara yönelik saldırısı sonucu gözaltına alınıp tutuklananlar hep ilk hedef olmuştur. Sadece yaşadığımız coğrafyada değil, bütün devletlerde baskıya karşı direnen ve teslim olmayan tutsaklara yönelik baskı ve işkenceler devletin planı olarak işler. Filistin’den Guantanamo’ya, Arjantin’den içinde bulunduğumuz coğrafyaya tutsaklar baskılara katliamlara karşı açlık eylemleriyle, bedenleriyle direniyor. Dışarıda yaprak sallanmasa dahi, tutsakların direnişi sürüyor. Peki biz ne yapabiliriz?
Tutsaklar ne olursa olsun direnirler, peki biz ne yapabiliriz?
İlk olarak şunu belirtmek gerekiyor ki; hapishanelerin amacı dışarıdan gelen her haberi, her sesi engelleyerek, tutsakları yalnızlaştırarak teslim almaktır. Bu yalnızlaştırmaya karşı bu tecridi ancak onların sesi ve soluğu olarak, yani dayanışmayla kırabiliriz.
Şimdi onların her zamankinden daha fazla dayanışmaya ihtiyacı var. Bizlerden gidecek olan iki satırlık bir mektup, iki satırlık bir selam, bir kitap, bir fotoğraf karesi bile bu tecridi kırıyor. Sevinçle karşılayacaklar.
Bir de mücadele. Hem içeride hem dışarda, içine hapsedildiğimiz bütün hücreleri parçalamak için daha fazla mücadele!
Devletin tutsakları yalnızlaştırarak teslim alma çabasına karşı tutsakların yalnız olmadığını göstermek için onlara mektuplar göndermemiz en büyük cevabımız olacaktır. Bu nedenle Tutsaklarla Dayanışma İnisiyatifi’nin oluşturduğu kampanyaya dahil olarak dayanışmayı büyütmek ellerimizde.
Abdülmelik Yalçın
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post YALINAYAK: Tecrit İçinde Tecrit – Abdülmelik Yalçın appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>