sayı 49 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 21 Apr 2019 19:15:02 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Tarihten Günümüze 1 Mayıs’lar – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2019/04/21/tarihten-gunumuze-1-mayislar-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/04/21/tarihten-gunumuze-1-mayislar-zeynel-cuhadar/#respond Sun, 21 Apr 2019 19:15:02 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/21/tarihten-gunumuze-1-mayislar-zeynel-cuhadar/ “Bir işçi günde sekiz saat ya da on saat çalışsa dahi yine de köledir.” Samuel Fielden 1800’lü yıllarda “Günde 8 saat” mücadelesiyle örgütlenen eylemler ve grevlerle dünyanın dört bir yanında patronları korkutan bir gün haline gelen 1 Mayıs, bütün devrimcilerin kapitalizme karşı direnişi büyütmesi, işçilerin iş yerlerinden çıkıp sokakları doldurmasıyla adaletsizliklere karşı isyanın günü olarak […]

The post Tarihten Günümüze 1 Mayıs’lar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Bir işçi günde sekiz saat ya da on saat çalışsa dahi yine de köledir.”

Samuel Fielden

1800’lü yıllarda “Günde 8 saat” mücadelesiyle örgütlenen eylemler ve grevlerle dünyanın dört bir yanında patronları korkutan bir gün haline gelen 1 Mayıs, bütün devrimcilerin kapitalizme karşı direnişi büyütmesi, işçilerin iş yerlerinden çıkıp sokakları doldurmasıyla adaletsizliklere karşı isyanın günü olarak tarihe geçmiştir. Sürecin yükselen sloganı olan sekiz saatlik iş günü meselesi, uzaktan bakınca bir talep siyaseti gibi görünse de işçilerin özörgütlenmesi, fabrikaların patronlardan ve kapitalizmden özgürleşmesi yani anarşizm için örgütlenen işçilerin bir stratejisi olarak önem taşıyordu. Keza Haymarket grevinden bir yıl önce, Samuel Fielden’in The Alarm sayfalarından yazdığı gibi 8 ya da 10 saatlik iş günü hakkının kazanılması, mücadelenin bittiği anlamına gelmiyordu.

Bugün toplumsal muhalefet içerisinde mücadele eden bir çoğumuzun bildiği gibi 3 Mayıs 1886’da Chicago’nun Haymarket Meydanı’nda sendikalı işçileri işten atan, yetmezmiş gibi Pinkerton adı verilen işçi katili güvenlik şirketine daha önce greve giden işçileri öldürten McCormick Harvester Şirketi’nin fabrikasının yanında bir miting örgütlendi. 8 saatlik iş günü mücadelesinin etkisi patronların tahmin ettiğinden daha büyük olmuştu. Sadece Chicago’da 40.000 işçi grevdeydi. Yerel bir gazete şöyle yazıyordu: “fabrika ve imalathanelerin uzun bacalarından hiçbir duman yükselmiyordu ve her şey Sebt günü (Musevilerin çalışmadıkları Cumartesi günü) benzeri bir görünümdeydi”.

Mitingde polise yönelen bir bomba, uzun yıllar anarşistlere karşı sürdürülecek operasyonların ve katliamların bahanesi sayıldı. O gün mitingdeki bombadan, eylemi örgütleyen Arbeiter-Zeitung gazetesi yazarı anarşistler sorumlu tutuldu. Albert R. Parsons, August Spies, Samuel J. Fielden, Michael Schwab, Adolph Fischer, George Engel ve Louis Lingg suç işledikleri kanıtlanmadan idam cezasına çarptırıldı. Oscar Neebe ise 15 yıl tutsaklığa mahkum edildi.

Dünyanın farklı yerlerinden işçi örgütleri, idam cezasına karşı mücadele eden devrimciler uluslararası kamuoyunda idamlara karşı mücadele yürüttü. Samuel J. Fielden ve Michael Schwab’ın ölüm cezası bu eylemlerin etkisiyle ömür boyu hapis cezasına çevrildi. Ancak devlet, Haymarket’in intikamını almakta kararlıydı. Katliam gerçekleştirilmeden önce Louis Lingg tutsak edildiği hücrede kendi yaşamına kendisi son verdi, yoldaşları ise bütün tepkilere rağmen idam edildi.

1 Mayıs’ın Antik Kökenleri

1 Mayıs, 8 saatlik iş günü mücadelesiyle sembolleşmeden önce de özellikle Avrupa kültüründe topraktaki işlere ara verilen, çalışmanın durduğu şenliklerle kutlanan bir gün olarak tarihe geçmişti. Bahar aylarının ilk günü olarak, toprağa ekilen ilk mahsulün kutlandığı Pagan kültürünün bir parçasıydı. Eski Keltler ve Saksonlar “ateş günü” anlamına gelen “Beltane” olarak geçiriyorlardı 1 Mayıs’ları. Ellerinde meşaleleriyle köylüler patika yolları, tepeleri, dağların eteklerini tepesine kadar sarıyor ve daha sonra aşağıdaki tarlalara doğru kaydıracakları ahşap tekerlekleri ateşe veriyordu. Köylülerin ellerindeki meşaleler zaman içerisinde işçilerin ve köylülerin taşıdıkları bayraklara, pankartlara dönüştü.

Bugün 1 Mayıs’ların devlet tarafından yasaklandığı gibi o günlerde de dini otorite, 1 Mayıs yasaklarıyla halkı baskı altında tutmaya çalışıyordu. Katolik Kilisesi tarafından yasaklanan Beltane’ler ya da Baharı karşılayan günler, 1700’lerin sonlarına kadar hala köylüler tarafından özgürce organize edilmeye devam ediyordu. Halk, papalık otoritesinden korunmak için hayvan maskeleri ve çeşitli kostümler giymek gibi yöntemler geliştirmişti. Walpurgisnacht veya cadılar gecesi olarak bilinen bu günün ortaya çıkışında da yasaklanan 1 Mayıs kutlamaları bulunuyordu.

1886’da Mayıs kutlamaları, Beltane’ler ve May Fayre’ler yerini 1 Mayıs etkinliklerine bıraktı.

İşçi Patron Kavgasında 1 Mayıs’lar; Katliamlar, Direnişler, Eylemler

1 Mayıs, tarih boyunca ne yalnızca Haymarket Mitingi’yle başlayan ve sonra olaylarla devam eden tarihsel sürecin bir parçası ne de gelenekselleşmiş bir günden ibaretti. 1 Mayıs tarih boyunca işçilerin mücadelesini sokaklara fabrikalara, atölyelere, meydanlara taşıdığı bir kavga günüydü. Gün geldi bir grevin başladığı gün olarak seçildi, gün geldi bu grevde katledilen işçilere karşı öfkenin sokağa döküldüğü gün. Bazen yasaklanan meydanlar için bir direniş günüydü 1 Mayıs, bazen de işçilerin iş bıraktığı ve meydanları doldurduğu bir miting günü. Ama nasıl örgütlenirse örgütlensin her zaman kavganın, mücadelenin sloganlarının kara bayraklarla sokaklara taştığı bir gün oldu 1 Mayıs.

Haymarket’ten Sonra İlk 1 Mayıs: Mücadele Günü Mü Bayram Mı?

Haymarket’te katledilen anarşistler bütün dünyada işçi mücadelesi veren sendikalar ve farklı eğilimlerden devrimciler arasında büyük bir yankı uyandırmıştı. Farklı tutsak örgütleri tarafından ABD hukuk tarihinin en kanlı cinayetlerinden biri olarak görülen idamlara karşı tepkiler özellikle anarşistler arasında hızla büyüyordu.

Haymarket’ten sonraki ilk 1 Mayıs eylemi, 1890 yılında Arjantin’de örgütlendi. Çeşitli anarşist ve sosyalist örgütlerle sendikaların çağrısıyla Buenos Aires’te bir araya gelen işçiler, sonrasında bu günün emek günü olarak kabul edilmesi noktasındaki ilk somut adımı atmış olacaklardı.

Arjantin’de gerçekleştirilen eylemler bir tartışmayı da beraberinde getiriyordu. 1 Mayıs’lar, Haymarket’te ve dünyanın farklı yerlerinde 8 saatlik iş günü mücadelesini yükselten ve bu yüzden devletin şiddetiyle karşılaşan devrimcilerin anısını yaşatma ve onların kavgasını sürdürme günü mü olacaktı yoksa işçi bayramı mı?

İkinci Enternasyonal’le birlikte mücadeleci özünden uzaklaştırılmaya çalışılan ve devletin ilan ettiği bir bayram haline gelen 1 Mayıs eylemlerinin ideolojik hattıyla ilgili tartışmalar bugün de işçi mücadelesinde tazeliğini koruyor. Öyle ki 1918’de Rusya’da Bolşevikler iktidarı ele geçirdikten sonraki ilk 1 Mayıs, bu tartışmaların bir yansıması olarak anarşistler, menşevikler ve sol sosyalist devrimciler tarafından boykot ediliyor.

1 Mayıs 1891 Emma Goldman’ın Sosyalistlere Karşı Kavgası

Haymarket idamlarından 3 yıl sonra Paris’te toplanan Uluslararası Sosyalist Kongre, 1 Mayıs tarihinin bütün dünyada emek günü olarak kabul edilmesi çağrısını yaptı. Başta anarşistler olmak üzere işçi mücadelesi içerisindeki bütün devrimciler arasında yankısını bulan bu çağrı, zaman içerisinde 1 Mayıs’ların devletlerin resmi tatil günleri arasına dahi girmesine zemin hazırlayan mücadelenin ilk adımıydı.

1891 yılı ise bu kararın hakkaniyetli olarak ilk kez örgütleneceği tarihi işaret ediyordu. Emma Goldman bu günü “Emekçiler işlerini bırakacak, makinelerini durduracak, fabrikaları ve maden ocaklarını terk edecekti. Devrimci marşlar ve şarkılar eşliğinde bayraklarıyla yürüyecek, gösteriler örgütleyeceklerdi. Her yerde toplantılar yapılacak, emekçilerin talepleri dillendirilecekti.” şeklinde anlatıyor.

Özellikle Akdeniz ülkelerindeki etkinlikler anarşistler tarafından örgütleniyordu. Anarşist yayınlar, bu günün örgütlenmesine dair bildirileri ve bilgilendirici metinleri okuyucularıyla paylaşıyordu. Amerika’da da bir araya gelen çeşitli örgütlenmelerden devrimciler, 1 Mayıs’ı kendi topraklarında görkemli bir şekilde gerçekleştirme kararı aldılar. Emma Goldman, sendikaların katılımını örgütlüyordu. Devletin “radikal unsurların temizlenmesi gerektiği” uyarısı, pek çok ana akım sendikanın süreçten çekilmesine yol açacaktı. Ancak Alman, Yahudi ve Rus işçilerin örgütlediği devrimci sendikalar, 1 Mayıs’a katılmakta kararlıydı. New York’taki Union Square’da toplanan eylemin örgütlenmesini sosyalistler gerçekleştiriyordu. Anarşistlerin kendi konuşmalarını yapmaları için bir kürsü verilecekti ancak 1 Mayıs gelip çattığında sosyalistler sözlerini tutmadı.

Bunun üzerine 1 Mayıs’ta katledilen yoldaşlarının mücadelesini anlatmakta kararlı olan yoldaşlar, sosyalistlerin alana getirdiği kürsüyü işgal etti. Bir arabanın tepesine kurulan kürsüye çıkan Emma Goldman burada konuşmasını yapmaya başladı. Arabayı hareket ettiren sosyalistler Goldman’ın konuşmasını engelleyemediler. Arabanın tepesinde konuşmasını yapan Emma’yla beraber işçiler de kürsüye doğru ilerleyerek konuşmayı dinliyorlardı.

Ertesi gün sosyalistlerin bu işgüzarlığı gazetelerde kapitalistlerin kara propagandasına dönüştü. Mitingi küçük göstermeye çalışan kapitalistlere göre “konuşma yapan kadının tiz sesi yüzünden” arabayı çeken atlar ürkmüş ve hareket etmeye başlamıştı…

1894 Bituminous Taşkömürü Madencileri Grevi

Günde 8 saatlik iş günü mücadelesinin taşıyıcıları, 1894’te maden işçileri olmuştu. 1893-97 yılları arasında ABD’nin içine girdiği ekonomik kriz, en çok maden işçilerini vuruyordu. Açlığa, yoksulluğa ve kötü koşullara karşı ayaklanan işçiler Haymarket ruhuyla madenleri işgal etti. Nisan 1894’te başlayan grevler süreci, kısa sürede Colorado, Illinois, Ohio, Pennsylvania ve Batı Virginia’yı sardı. 180.000 işçi grevdeydi. Yalnızca Illinois’te 25.200 grevci vardı.

Fiziksel kavgalar ve sabotaj eylemleriyle büyüyen eylemlilikler, birçok ilham verici olaya da sahne oldu. Illinois, Duqoin’de 700 madenci bir yük trenini yakaladı ve grevde oldukları madene doğru gitmesini sağladı. Tren içindeki değerli malzemelere el kondu; devlet, kolluk kuvvetleri aracılığıyla işçilere saldırmaya başladı. Madene gelen polis, 88 kişiyi gözaltına aldı.

Takip eden süreçte farklı farklı trenler benzer yöntemlerle durduruldu ve işçiler tarafından sabote edildi. Maden işçilerinin bu eylemleri sadece 8 saat talebindeki ısrar için önemli değildi. Ayrıca bu eylemler grevi bastırmak için bir nevi grev kırıcılığı amacıyla kullanılan diğer madenlerden çıkan fazla kömürün, istenilen yerlere ulaşımının kesilmesi amacıyla yapıldığından dolayı önemliydi.

Coğrafyamızda İlk 1 Mayıs’lar

1909 yılı, Osmanlı Devleti yönetimi altında yaşayan coğrafyadaki işçiler için bir ilki simgeliyordu. Eylem için Üsküp’ü seçen işçiler, Yunan, Yahudi, Türk, Bulgar, Makedon ve pek çok Balkan ülkesinden anarşist ve sosyalistler 1 Mayıs’ı örgütlemek için toplanıyordu. Halkın özgürlük mücadelesinin, özgür federasyonlar aracılığıyla örgütlenmesi için verilen mücadelenin yükselen sloganları arasında tüm dünyada olduğu gibi 8 saatlik iş gününün kabulüne dair de talepler yer alıyordu.

Bu ilk 1 Mayıs’tan sonra gittikçe güç kazanan işçi hareketleri çok zaman geçmeden devlet şiddetiyle karşılaştı. 1909 yılındaki eylemleri, 1910’da Selanik, Veles ve farklı Rumeli şehirlerindeki 1 Mayıs’lar, 1911’de Üsküp, Selanik, İstanbul, Kumanova, Veles, Edirne’deki 1 Mayıs’lar, 1912’de Selanik ve İstanbul’daki 1 Mayıs eylemleri izleyecekti.

Özellikle 1911 yılında 12.000 işçiyi etkisine alan grev dalgası, Osmanlı’da da iktidarın dikkatini ayıramayacağı bir gerçeklik haline gelmişti. Eylemlerden sonra gerçekleştirilen operasyonla sendikacılar gözaltına alınıyor, Sultan’ın hayatının tehlikede olduğu gerekçe gösterilerek devrimci yayınlar kapatılıyordu.

25 Mart 1911 Triangle Shirwaist Katliamı

ABD’deki 8 saatlik iş günü mücadelesi Haymarket’ten sonra da işçilerin gündemini meşgul eden bir konu olarak konuşulmaya devam ediyordu. Devletin yoğunlaşmış baskı ve şiddetinden güç alan patronlar, kar hırsıyla işçilerin yaşamlarını tehlikeye atmakta çekince yaşamıyordu.

New York’taki Triangle Shirtwaist şirketinde çalışan 146 işçi, işyerlerinde çıkan yangında yanarak yaşamını yitirdi. Çoğunluğu iyi İngilizce konuşamayan göçmen genç kadın işçilerden oluşan işçilerin kurtarılması için devlet güçleri bir çaba sarf etmemiş, yasanın yaptırım gücü ise her zamanki gibi patrona karşı işe yaramamıştı.

Ancak Triangle Shirtwaist Şirketi’nin yöneticileri Max Blanck ve Isaac Harris’in fabrikası, daha önce de bu tip “kazalarla” dolu kirli bir tarihe sahipti. İkilinin daha önce yangın sigortası yaptırılması için patronları teşvik etmek amacıyla bilinçli bir şekilde ateşe verdikleri fabrikaları olmuştu.

1902 yılında The Triangle fabrikası iki kez yanmış, Diamond Waist fabrikası da biri 1907’de bir diğeri ise 1910’da olmak üzere iki kere yakılmıştı. 25 Mart 1911 yangını bu istekle çıkarılmamış gibi lanse edilse de barındırdığı tehlikeler ve yarattığı sonuç göz önünde bulundurulduğunda işçilerin vahşice katledildiği bir katliama sahne olmuştu.

25 Mart günü, bir cumartesi öğleden sonrası, sekizinci kattaki çöp kutusu yanmaya başladığında fabrikada 600 işçi vardı. Yangının üzerine yangın hortumu çevrildi, ancak hortum çürümüştü ve valfi de paslanmıştı. Asansör yalnızca dört seferden sonra yıkıldı ve kadın işçiler canlarını kurtarmak için pencerelerden atlamaya başladı. Yanlış merdivenlerden kaçanlar içeride kaldılar ve diri diri yandılar. Sekizinci katta sıkışıp kalmış diğer işçiler bulundukları yerde mahsur kalmıştı. Ayrıca, itfaiyecilerin merdivenleri yalnızca yedinci kata kadar yükseliyordu ve güvenlik ağları bir kerede üçer kişi atlayan işçileri tutmak için yeterince güçlü değildi.

Blanck ve Harris, yangın çıktığında bazı imtiyazlı işçilerle birlikte binanın en üst katındaydı. Çatıya tırmanıp bitişikteki binaya atlayarak kaçmayı başardılar. Katliam büyük bir öfkeyle karşılandı. Bölgede mücadele eden yoldaşlar kayıplarının ardından onbinlerle sokaklara çıktı. Triangle Shirtwaist kavgası, 1 Mayıs’ta 80.000 işçiyi sokaklara dökmüştü.

1977 Taksim Kanlı 1 Mayıs

1976 yılında 50 yıllık yasakların ardından ilk kez toplumsal bir şekilde örgütlenen 1 Mayıs, patronları tedirgin etmeye yetmişti. O yıl Saraçhane, Beşiktaş, Kabataş ve Şişli’de bir araya gelen işçiler Taksim Meydanı’nda toplandı. Yaklaşık 400.000 işçinin 1 Mayıs etkinliklerine katıldığı söyleniyordu.

Takip eden yıl da örgütlenen ve gücünü artıran işçi örgütlenmeleri, 500.000 kişiyle 1 Mayıs alanındaydı. Yüzbinlerce işçinin doldurduğu alanda konuşmalar devam ederken kalabalığın üzerine faşist çeteler tarafından rastgele ateş açıldı. Tam o sırada polisin panzerler ve ses bombalarıyla başlayan saldırısı sonucu 36 kişi vurularak, sıkıştırmayla ezilerek ya da panzerin altında kalarak yaşamını yitirdi.

Devletin yükselen işçi hareketini bastırmak için kullandığı şiddetin öfkesiyle ilerleyen yıllarda işçiler sokakları 1977 1 Mayısı’nın hesabını sormak için doldurdu. Devletin adaletsizliğinin yıllar içerisinde faillerini bir türlü “bulamadığı” katliamı kimlerin gerçekleştirdiği hala bilinmemektedir.

1998 Londra Eylemciler Sokakları Geri Alıyor

1998’de çoğu anarşist Class War Federation (Sınıf Savaşı Federasyonu) ve örgütlenmenin yayınladığı gazeteden devrimciler uzun yıllardır yasaklı olan 1 Mayıs’larda sokakları geri almak için örgütlendi. Farklı örgütlerin bir araya gelmesini sağlayan ve bu amaçla bir toplantı örgütleyen Class War Federation’dan anarşistler, eylem alanı olarak Bradford’u seçmişti.

Burada temeli atılan platform, sonrasında farklı eylem süreçlerini örgütlemek amacıyla bir araya gelişin de ilk adımıydı. Bradford’daki 1 Mayıs, basında “kara bayraklardan oluşan bir deniz” olarak yer aldı. Gerçekleştirilen yürüyüşün ardından konuşmalar ve Haymarket’te katledilen anarşistlerin anısını yaşatan müziklerin çalındığı bir konser gerçekleştirildi.

Yasaklara karşı gerçekleşen 1 Mayıs eylemleri devletin tehdidiyle karşı karşıya kalsa da pek çok anarşist örgütlenme ve sendikanın ısrarcı çabası sonucu 1998’den beri 1 Mayıs eylemleri İngiltere genelinde örgütlenmeye devam ediyor.

Tarihten Günümüze 1 Mayıs’ta İşçilerin Özgürlüğü İçin Mücadeleye!

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir asırdan fazla bir süredir mücadeleyle kazandığımız kavganın günü olan 1 Mayıs yaklaşırken ezilenler, alanlarda bir araya gelmeye, birleşmeye hazırlanıyorlar. Patronların sömürüsüne karşı öfkenin sembolü haline gelmiş olan 1 Mayıs gününde, dünyanın her yerinde yürüyüşler ve mitingler hazırlanıyor. “Günde 8 Saat” için meydanları dolduranların mücadelesi, 2019’da da tüm hızıyla her yerde devam ediyor.

Her sene olduğu gibi bu sene de 1 Mayıs’ta sokaklara, meydanlara!

Zeynel Çuhadar

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Tarihten Günümüze 1 Mayıs’lar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/21/tarihten-gunumuze-1-mayislar-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Hızla Tüketilen Gerçekler, Yalanla Karışan Kafalar: Medya’da Dezenformasyon – Zeynel Çuhadar https://meydan1.org/2019/04/21/hizla-tuketilen-gercekler-yalanla-karisan-kafalar-medyada-dezenformasyon-zeynel-cuhadar/ https://meydan1.org/2019/04/21/hizla-tuketilen-gercekler-yalanla-karisan-kafalar-medyada-dezenformasyon-zeynel-cuhadar/#respond Sun, 21 Apr 2019 18:53:25 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/21/hizla-tuketilen-gercekler-yalanla-karisan-kafalar-medyada-dezenformasyon-zeynel-cuhadar/ “Bir savaşın ilk kurbanı her zaman hakikattir.” Rudyard Kipling Yaşadığımız coğrafyada, özellikle siyaset yapmanın bir aracı olarak medyanın kullanımına ilişkin çeşitli yazılara daha önceki sayılarımızda da yer vermiştik. Üç yıl önce gazetemizde yayınladığımız “Tekrar, Tekrar, Tekrar” adlı yazıda, OHAL süreciyle birlikte gittikçe belirginleşen tekrarlarla; birbirinin aynı köşe yazıları, manşetler, sloganlarla itaatkarlaştırılan toplumun, medyada dezenformasyonla devletin […]

The post Hızla Tüketilen Gerçekler, Yalanla Karışan Kafalar: Medya’da Dezenformasyon – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hızla değişen gündemler, birbirini izleyen olaylar ardından hızla yapılan açıklamalar, hızla akıp giden altyazılar, hızla değişen görüntüler, yüzleri hızla değişen ama birbirlerinin kopyası olmaktan öteye gitmeyen politikacılar… Hızın medyadaki kullanımı hangi örnekte ne şekilde kullanıldığına göre değişiyor. Ancak televizyon ya da bilgisayar ekranının bizden sakladıkları çoğu zaman aynı kalıyor.

“Bir savaşın ilk kurbanı her zaman hakikattir.”

Rudyard Kipling

Yaşadığımız coğrafyada, özellikle siyaset yapmanın bir aracı olarak medyanın kullanımına ilişkin çeşitli yazılara daha önceki sayılarımızda da yer vermiştik. Üç yıl önce gazetemizde yayınladığımız “Tekrar, Tekrar, Tekrar” adlı yazıda, OHAL süreciyle birlikte gittikçe belirginleşen tekrarlarla; birbirinin aynı köşe yazıları, manşetler, sloganlarla itaatkarlaştırılan toplumun, medyada dezenformasyonla devletin propagandasını içselleştirmesi için sürekli bir saldırıya maruz bırakıldığından bahsetmiştik. Şok ediciliği ve haber değerinin yükseltilmesi açısından sunuluş şekli, bu saldırının pekiştirilmesini güçlendiriyordu.

Toplumsal mücadeleler, savaşlar ve etkisini her geçen gün arttıran şiddet sarmalı içerisinde gözden kaybolan gerçekler, yalnızca tekrarlarla silinmeye başlamadı tabii ki zihnimizden. Hız ve hızın stratejik kullanımıyla ilgili uygulamalar gerek medyada gerekse kamuoyunda, gündelik sohbetlerimize uzanan ölçekte uzun yıllardır iktidarın ezilenler üzerinde kullandığı en etkili araçlardan birisi olarak karşımızda duruyor. Hızlı yemeye, hızlı konuşmaya, hızlı hizmete ve bir bütün olarak hızlı yaşamaya uyarlanmış günlerimiz; manipülasyonun, yalanın, dezenformasyonun da hızlısıyla şekillendirilmeye çalışılıyor.

Yalnızca seçim gündemiyle alakalı onlarca açıklamanın ardı arkasına yapıldığı, sürekli yeni bir bilginin açığa çıktığı bu döngünün içinde debelenip dururken gözümüzden ya da kulaklarımızdan (biraz da farkında olarak) kaçırdığımız bir şeyler olabilir mi diye sormak düşüyor bize. Acaba bu aktarımın alıcı tarafında olan bizler, bilgiyi yeniden üretmesek dahi sessizliğimizle şiddete ortak oluyor olabilir miyiz? Kipling’in başarılı bir şekilde tespit ettiği gibi, gerçeğin savaşla yitirildiği bir süreçte, gözlerimizdeki perdeyi kaldıracak olan tek yol olarak savaşın meşruiyetini sorgulamaktan başka bir seçenek kalıyor mu?

Bütün Bu Kirlilik Nasıl Başladı, Nasıl Büyüdü?

“Sadece 48 saat acemisin/ Önce tanır sonra kaybedersin/ Her şey kaybolur, ardından yalnız kalırsın/Dikkat,/ Beğenenlere dikkatli edin!”

Stromae, Carmen

Medya enformasyonda kirliliğin, hızla manipüle edilen gerçeklik ve bunun gözümüzün önündeki alışılmış formuna ulaştığı haline nasıl geldiği üzerine geçmiş ve güncel örneklerden yola çıkarak bir yorum yapmadan önce, biraz başa gidelim isterseniz.

Enformasyon Bombası adlı kitabında Paul Virilio, “hear it now” (anında duy) ve “see it now” (anında gör) şeklinde kavramsallaştırdığı kitle iletişim araçlarındaki değişimden bahsederken tüm bu sürecin bir şiddete dönüştüğünü anlatıyordu. Canlı yayınların aslında o kadar da “canlı” olmadığı, film yıldızlarının yerine geçen top modellerin de yalnızca bir teşhirin nesnesi olduklarını gösteren “sessizliğinden” dem vurarak, haber ya da bilgi alışverişinin bu modern yolunu şiddete ortak olmak olarak tanımlıyordu. 2019’da, yaşadığımız Ortadoğu ülkesinde savaşın, kanın, gözyaşının gerçekliği yanıbaşımızda bütün çıplaklığıyla duruyorken, Twitter gibi sosyal platformlarda en çok konuşulan konuların dizi/filmler ya da magazinsel bir gelişme olabildiği bir durumda, meselenin sadece dezenformasyonla değil iradi seçimlerle de bu hale gelebileceğini anlamamız için Virilio’ya tekrar kulak kabartmak gerekiyor.

Medyada hızın dezenformasyon üreticisi ve bir siyaset yapma biçimi olarak kökeni kitle iletişim araçlarına dayanıyorsa, yaşadığı sıçramanın büyük bir adımını da sosyal medya kullanımının artışında görmek hakkaniyetli olacak. Zira sesin ve görüntünün bilgi-bilgi-bilgi sürekliliğinde devamlı güncellenen ve bu sürece müdahale eden yan bilgiler, yanlış güncellemelerle bilginin gerçekliğinin sorgulanışı üzerinden yaratılan muammaların yapısı, artan sosyal medya kullanımıyla beraber katlanarak devam ediyor.

Sosyal medya kullanımının, yarattığı alternatif medya kanallarıyla devrimciler için kullanışlı bir araç olduğu yıllar boyunca sıkça dillendirildi. Ancak bu kullanımın toplumsal mücadelelere olan besleyici etkisinden söz ederken meselenin devletin manipülasyon aracı haline geldiği kısmını da akılda tutarak bir yorum geliştirmek gerekiyor. Kitle iletişim araçlarının hiçbirine, özü itibariyle bir olumlama yapmamak gerekiyor.

Peki Ya Hakikat Ne Kadar Hakiki?

1950 yılında çektiği Rashômon adlı filminde Akira Kurosawa, ormanda çıktıkları gezinti sırasında saldırıya uğrayan bir kadın ve samuray eşinin hikayesi üzerinden gerçekliği, hakikati sorguluyordu. Sırayla kameranın karşısına geçen ve yüzünü görmediğimiz bir adalet koyucuya olayın nasıl gerçekleştiğini kendi gözlerinden anlatan bütün failler ve tanıklar kendilerine göre, bambaşka hikayeler anlatıyordu. Gerçekleşmiş bir olayın fiziksel bir tasviri noktasında dahi farklılıkların açığa çıkabilmesi ve filmin sonunda da gerçeğin ne olduğuna ilişkin soru işaretlerinin fazlalığı gerçeğin ne olduğuna ilişkin önemli sorular sormamıza olanak sağlıyordu. Yorumcular tarafından “objektivitenin reddi” olarak da okunan Rashômon’u gözümüzün önünde tutarak gündemdeki haberleri, dolaşan tartışmaları düşünürsek akıllara şu soru gelecektir: Peki ya hakikat ne kadar hakiki?

Yanılsamaların Ötesine Geçmek, Gerçekliği Kendi Ellerimizle Yaratmak Mümkün

Hızla, tekrarlarla, yalanla ya da yaratılan muammalarla, zaten hakikiliği kuşkulu olan bilgileri bir kenara bırakmalı. Dokunabildiğimiz, izleyebildiğimiz, dinleyebildiğimiz dünya ölçeğinde, kendi yargılarımızla kendi yarattığımız gerçekliğin kurallarına göre yaşamak mümkün. Bize sunulan seçeneklerin hepsi, tıpkı bizim ürettiğimiz seçeneklerde olduğu gibi, yukarıda belirttiğimiz yöntemlerle manipüle edilmeye çalışılabilir (ki buna da müsait görünüyor). O halde saldırının karşısında durmanın tek etkili yolunun, kendi gerçekliğimizi yaratmanın peşine düşmekte olduğunu kavramalıyız. Kendi gerçekliğimizi yarattıktan sonrasının ise bu gerçekliğin kabulü noktasında inat etmekten geçtiğinin bilinciyle. Devletin, şirketin, medyanın dezenformasyonuna karşı kendi gerçeklerimiz için mücadeleye!

Zeynel Çuhadar

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Hızla Tüketilen Gerçekler, Yalanla Karışan Kafalar: Medya’da Dezenformasyon – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/21/hizla-tuketilen-gercekler-yalanla-karisan-kafalar-medyada-dezenformasyon-zeynel-cuhadar/feed/ 0
Anarşist Yayınlar (20): Japonya’da Anarşist Yayınlar (2) https://meydan1.org/2019/04/21/anarsist-yayinlar-20-japonyada-anarsist-yayinlar-2/ https://meydan1.org/2019/04/21/anarsist-yayinlar-20-japonyada-anarsist-yayinlar-2/#respond Sun, 21 Apr 2019 18:44:00 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/21/anarsist-yayinlar-20-japonyada-anarsist-yayinlar-2/     “Pek çok yoldaş sendikalizm ya da anarşizm yerine parlamentarizmin yöntemlerine eğilim gösteriyor. Ancak bu, onların bu fikrin doğruluğuna tamamen inanmış olmalarıyla alakalı değil anarşist komünizm hakkındaki cahillikleriyle alakalıdır. Bu nedenle bizim en önemli işimiz şimdi, anarşist ve özgür düşünce literatürüne ilişkin çeviriler ve yayınların yapılmasıdır.” Kōtoku Shūsui   Kōtoku Shūsui, Japonya anarşizmi ve […]

The post Anarşist Yayınlar (20): Japonya’da Anarşist Yayınlar (2) appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

Anarşizmin tarihini, bir düşünce ve hareket olarak ortaya çıktığı farklı coğrafyalarda yayıncılık faaliyetleri odaklı incelediğimiz yazı dizimizin bu bölümünde, geçtiğimiz sayıda başladığımız Japonya’da Anarşist Yayınlar’a ikinci bölümle devam ediyoruz.

İlk bölümde Kotoku Shusui’nin etkisi ve mücadelenin temellerinin atıldığı yıllara yoğunlaşan yazımız; süreli yayınların çıktığı, anarşist klasiklerin yayınlandığı ve özellikle savaş karşıtı hareket içerisindeki etkisiyle beraber toplumsal muhalefetin önemli bir parçası haline geldiği yıllardaki yayıncılık faaliyetleriyle devam ediyor.

 

“Pek çok yoldaş sendikalizm ya da anarşizm yerine parlamentarizmin yöntemlerine eğilim gösteriyor. Ancak bu, onların bu fikrin doğruluğuna tamamen inanmış olmalarıyla alakalı değil anarşist komünizm hakkındaki cahillikleriyle alakalıdır. Bu nedenle bizim en önemli işimiz şimdi, anarşist ve özgür düşünce literatürüne ilişkin çeviriler ve yayınların yapılmasıdır.”

Kōtoku Shūsui

 

Kōtoku Shūsui, Japonya anarşizmi ve anarşist yayıncılığı açısından oldukça önemlidir. Bu bağlamda anarşist tartışmalara ilişkin literatür ihtiyacı, başta Kōtoku olmak üzere pek çok yoldaş tarafından çevirilerle ve yayınlarla tamamlanmaya çalışıldı. Kōtoku 1909’da Ekmeğin Fethi’ni Japonca’ya çevirdi. Ōsugi Sakae ise Karşılıklı Yardımlaşma’yı ve Bir Devrimcinin Anıları’nı çevirdi. Bunun dışında ise Itō Noe ve eski bir Hristiyan din adamıyken anarşizmle tanışan Hatta Shūzō; Kropotkin ve Bakunin’in eserlerini çevirdi. Hatta Shūzō bütün bunların yanında Kropotkin’in fikirlerini özgün bir tarzda geliştirdi.

1910 yılında Akaba Hajime “Nômin no Fukuin” (Çiftçi Gerçeği) isimli bir kitapçık hazırladı. Kropotkin’in kır ve şehirdeki üretim, tüketim ve dağıtım ilişkilerine ilişkin çözümlemelerinden ilham alınarak yayınlanan kitapçıkta “köy komünleri” arasındaki örgütlenmeler üzerinde duruldu. Toprak sahiplerine açık bir tehdit olan bu kitapçık -pek çok anarşist yayın gibi- illegal yollardan dağıtılabildi. İmparatora olan eleştiriler gerekçe gösterilerek tutsak edilen Akaba 1912’de Chiba Hapishanesi’nde yaşamını yitirdi.

Japonya’da anarşizm tarihinin önemli isimlerinden Itō Noe ise 1911’de katıldığı Seitō (Mavi Çoraplılar) topluluğuyla “Seitô” adlı bir kadın dergisi çıkardı. Sonrasında Noe de Peter Kropotkin ve Emma Goldman’ın çalışmalarının Japonca’ya çevrilmesine katkıda bulundu.

Prense ve İmparator’a karşı suikast girişimlerinden dolayı provake olan devlet, anarşizme dair büyük bir saldırı başlattı. Japon edebiyatının trajik kayıplarından şair Makoto Tomioka, yoldaşlarıyla katıldığı bir eylem gerekçe gösterilerek idam edildi. İkinci Dünya Savaşı Japonya’da anarşist mücadeleye yönelik baskıların dozunun iyice artmasına yol açacaktı.

Diğer yandan sendikalar ve açık örgütlenmelerle de anarşizm toplumsallaştırılmaya devam ediyordu. 1925’te devrimci hareketler içerisindeki parlamentarist eğilimlere karşı “Kara Gençlik Ligası” kuruldu. İşçi mücadelesinde ise “Tüm Japonya İşçi Sendikaları’nın Özgürlükçü Federasyonu” kuruldu. Sosyalist partilerin ve sendikaların kapitalizme hizmet ettiklerini savunan radikal bir hatta siyaset yürüttüler. İki örgütlenme de İtalyan anarşistler Sacco ve Vanzetti’nin asılmasına karşı mücadeleyi örgütlediler. 1930 yılında anarşist bir işçinin çalıştığı boya fabrikasının üstüne çıkarak başlattığı direniş, işçi mücadelesinin yükseldiği işgal ve direnişlerle devam etti.

Savaş öncesinden beri hareket içerisinde aktif olan Sanshiro Ishikawa, Gojunen-go-no-Nihon (50 Yıl Sonra Japonya) adlı bir çalışma yayınladı. Savaş sonrası Japon toplumunun anarşizmin ilkeleri doğrultusunda nasıl örgütlenebileceğine ilişkin önerilerini bu kitapta bir araya getirdi. Sanshiro, Kotoku’nun tutsak edildiği süreçte hapse atılan anarşistlerden biriydi. Tutsaklığından sonra -hayatını siyasi göçmen olarak geçirdiği sırada- Reclus ailesi ve Fransız anarşist sendikalistlerle yakın ilişkiler kurdu. Onların deneyimlerini Japon anarşistlerine aktarmaya çalıştı. 1946 yılında ise Japonya Anarşist Federasyonu kuruldu. Kotoku’nun yıllar önce yayınladığı gazeteden ilhamla “Heimin” adını verdikleri yayın kuruldu. 1956 yılında Japonya Anarşist Federasyonu içerisinden çıkan sonrasında “Özgür Dernek” adını alacak olan “Japon Anarşist Kulübü” adlı grup Kuro Hata (Kara Bayrak) ismini verdikleri bir gazete yayınladı.

Japon anarşizmi, tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi, Kore’de de anarşist hareketin ortaya çıktığı yıllarda önemli bir etkiye sahipti.

Kuro Hata’nın savunduğu devrimci fikirler, 68 öğrenci hareketlerinin yükselmesiyle beraber postmodern akımlar tarafından eleştirilmeye başlandı. Osawa Masamichi’nin Jiyu-Rengo (Liberter Federasyon) adlı dergisi bu dönemde yayınlanmaya başladı.

Japonya Anarşist Federasyonu, Kuro Hata’dan sonra 1980′e kadar Museifushugi Undo (Anarşist Hareket) isimli bir yayın çıkardı ve toplumsal devrim fikrini bu yayınla savunmaya devam etti. 1970’lerde Tokya’da başlayan sendikal hareketlilik 1983’te Rodosha Rentai Undo (İşçi Dayanışma Hareketi) olarak kurulan anarko-sendikalist bir örgütlenmeye dönüştü. Anarşist sendikalistlerin uluslararası örgütü olan IWA’ya bağlı örgütlenen Rodosha Rentai Undo, 1989 yılından beri Zettai Jiyu Kyosanshugi (Liberter Komünizm) adlı bir yayın organı çıkarmaktadır.

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Anarşist Yayınlar (20): Japonya’da Anarşist Yayınlar (2) appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/21/anarsist-yayinlar-20-japonyada-anarsist-yayinlar-2/feed/ 0
Mobbing Var da Sömürü Yok Mu? – Fırat Binici https://meydan1.org/2019/04/20/mobbing-var-da-somuru-yok-mu-firat-binici/ https://meydan1.org/2019/04/20/mobbing-var-da-somuru-yok-mu-firat-binici/#respond Sat, 20 Apr 2019 16:27:45 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/20/mobbing-var-da-somuru-yok-mu-firat-binici/ İçerisinde yaşadığımız sistemde yaşanan adaletsizlikleri, bu adaletsizliklerin yol açtığı ilişki biçimlerini ve yapıları tanımlamak için pek çok kavramsallaştırma yapılıyor. Felsefe, sosyoloji, ekonomi gibi farklı çalışma alanlarında oluşturulan ve geliştirilen bu kavramlar; sorunsalın kaynağına inmek, sorunu tanımlamak, çözüm için kullanılacak yöntemleri belirlemek ve çözüme kavuşturmak adına önemli bir noktada duruyor. Ne var ki özellikle akademik camianın […]

The post Mobbing Var da Sömürü Yok Mu? – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İçerisinde yaşadığımız sistemde yaşanan adaletsizlikleri, bu adaletsizliklerin yol açtığı ilişki biçimlerini ve yapıları tanımlamak için pek çok kavramsallaştırma yapılıyor. Felsefe, sosyoloji, ekonomi gibi farklı çalışma alanlarında oluşturulan ve geliştirilen bu kavramlar; sorunsalın kaynağına inmek, sorunu tanımlamak, çözüm için kullanılacak yöntemleri belirlemek ve çözüme kavuşturmak adına önemli bir noktada duruyor. Ne var ki özellikle akademik camianın “çözümleme” konusundaki hegemonyasıyla karşı karşıyayız. Elbette terminoloji önemli, fakat son yüzyılda giderek artan ve artmaya da devam eden bu yeni kavramlar silsilesi, işi içinden çıkılmaz bir hale dönüştürebiliyor. Ekonomik adaletsizlikleri ortadan kaldırmak adına mücadele eden biz işçiler için de benzer bir durum geçerli. Genç İşçi Derneği olarak daha önce çeşitli metinlerimizde, hatta afişlerimizde kullandığımız “mobbing” birkaç zamandır kendi içimizde tartıştığımız bir kavrama dönüştü. Bu kavramı kullanmanın mücadelemizdeki ve en önemlisi toplumdaki karşılığı üzerine yapmış olduğumuz tartışmalardan hareketle, okuyacağınız bu yazıyı yazmaya ve yayınlamaya karar verdik.

Mobbingin Kökeninde Psikolojik Şiddet Var

Son yıllarda sıkça duyduğumuz mobbing kavramı, latince “kararsız kalabalık” anlamındaki “mobile vulgus” sözcüğündeki “mob” kökünden türemiştir. İngilizce’de mob isim olarak düzenli şiddet uygulayan güruh veya çete anlamına gelir, mob’un eylem hali olan “mobbing” ise psikolojik şiddet, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı verme anlamındadır.

İlk olarak biyologlar tarafından 19. yüzyılda kullanılmaya başlayan mobbing kavramı 1960’larda Konrad Lorenz’le beraber yeniden görünür olmaya başlamıştır. Hayvan davranışlarını inceleyen Lorenz, mobbingi, küçük hayvan gruplarının daha güçlü ve yalnız bir hayvana saldırarak uzaklaştırması ya da aynı kuluçkadan çıkan kuşlar arasında yaşanan, diğer kuşların aralarındaki fiziksel olarak en zayıf kuşu yiyecek ve sudan uzak tutarak onu saf dışı bırakması anlamında kullanmıştır. Bu kavramın iş yaşamında kullanılması ise 1980’li yılların başında çalışma psikoloğu Heinz Leymann ile gerçekleşmiştir. Çeşitli iş yerlerinde yaptığı çalışmalarda, çalışanlar arasında uzun süreli düşmanca ve saldırgan davranışlar saptamış ve mobbing’i çalışma psikolojisi alanına sokmuştur.

Mobbing en yalın haliyle bir iş yerinde, patron ile işçiler arasında veya yalnızca çalışanlar arasında ortaya çıkan düşmanca davranışların sistematik hale gelmesidir. Bu davranışlar genelde sözlü şekilde gerçekleşmekte, pek nadir olarak fiziksel şiddet boyutuna ulaşmaktadır. Bir çalışma ortamındaki bireyler arasında, bireye zarar veren ilişki biçimi bu şekilde tanımlanmıştır. Açığa çıkan bu ilişki biçiminde bir veya birden fazla zorba, yine aynı şekilde bir veya birden fazla mağdur bulunmaktadır. Zorba tarafından uygulanan bu davranış şekli, şiddet olarak tanımlanır. Ve bu şiddetin sistematikleşmesi, şiddete maruz kalanı psikolojik olarak yıpratır. İş yerinde mobbinge maruz kalan bireyde uykusuzluk, iştahsızlık ve daha ilerleyen evrelerde depresyon görülebilir. Bu durum bireyin iş yeri içerisindeki performansını etkileyeceği gibi, yaşamının farklı alanlarında da etkisini gösterir.

Bütün Yasalar Patrondan Yanayken Mobbing İşçiden Yana Olabilir Mi?

Belediyelerin hazırladıkları bilboardlarda, hatta devlet iktidarına yakın gazetelerde ve televizyon kanallarında bile “mobbing” ile ilgili bilgilendirmeler bir süredir yapılıyor. Mobbinge maruz kaldığınız takdirde yapacaklarınızın yasal çerçevesi, şikayet edebileceğiniz yerler gibi detaylar bu kanallar aracılığıyla anlatılmakta. Hatta bu konuda çalışmalar yürüten mobbingle mücadele vakıfları, dernekleri bile mevcut. Aslında, şüphe edilmesi gereken şeylerin başında buna benzer örnekler geliyor. İş cinayetlerinden, işçinin hak gasplarına varıncaya kadar devletin ve yasalarının “patron koruyucusu” olduğu açık bir gerçek. Soma Maden katliamından Torunlar katliamına, inşaatlarda “kaza” adı altında katledilen işçilere yönelik devlet tutumunun ne olduğunu bilmeyenimiz var mı? Devletin tüm bu katliam ve sömürüyle nasıl ekonomik bir ilişkisi olduğunu bilmeyenimiz var mı? Öyleyse mobbing kavramının -hem de işçinin lehine- bu kadar yükseltiliyor olması şüphe çekici değil mi?

“Mobbing Yoktur” Sertifikası Gene Başka Bir Şirketten

Sadece devlet kurumları mı? Hayır, mobbinge ilişkin bilgilendirici sunumlar ve çalışmalar şirketler eliyle gerçekleşiyor. Mutlu, huzurlu ve mobbingsiz çalışma koşulları, bizzat sömürünün başında bulunanlarca dillendiriliyor.

Kuşkusuz bu tarz bir stratejinin, şirketlerin verim arttırma yöntemleriyle doğrudan ilişkisi var. “Mobbing yoktur” sertifikalı bir şirket böylece sömürmemiş olacak, kapitalizm denilince akla gelen kötü imajdan kendini uzak tutmuş olacaktır!

Aslında neyin mobbing olup olmadığının şirketler eliyle belirleniyor oluşu, tam da karşısında mücadele edilen sömürü sistemini görünmez kılmakla ilgilidir. Örneğin, kavramın bir de tersi var; ters-mobbing!

Bir iş yerinde çalışıyorsunuz. Ödenmeyen ücretleriniz, verilmeyen haklarınız, yaşadığınız olumsuzluklar nedeniyle sizinle benzer durumda olan diğer işçilerle beraber; bu olumsuzluğu patrona hissettirmek için bir araya geliyorsunuz. Direniş yapıyorsunuz, eyleme geçiyorsunuz, örgütleniyorsunuz… Patrona ters-mobbing yapmış oluyorsunuz!

Mobbing Sömürüyü Görünmez Hale Getiriyor

Aslında tartışmanın önemli kısmı burada yatıyor. Bir fabrikadaki, atölyedeki, herhangi iş yerindeki ilişki biçimini mobbing olarak tanımladığımızda, başka iktidarlı ilişki biçimlerini, örneğin yaşamını sürdürmek için orada emeğin satmaya mecbur bırakılan işçinin varlığını yok saymış olmuyor muyuz?

Yani mobbing olmayan bir iş yerinde sömürü yok mu diyeceğiz? Öte yandan, mülkiyetçi ilişki biçiminin açığa çıkmasından bu yana, mülkiyete sahip olan ve olmayan arasındaki sömürücü ilişki biçimini nereye koyacağız?

Mobbing ve benzeri kavramlarla yapılmaya çalışılan işte tam da bu. İlgiyi patron-işçi ilişkisinde başka bir yere çekerek, örneğin çalışanlarına iyi ya da kötü davranmaya, çok çalıştırıp az çalıştırmaya çekerek; aslında bu iktidarlı ilişkinin kendisini görmezden gelmemize neden olur.

Bir yerde mobbing yoksa, işçi sömürüsü olmamış olur! İşçinin işçi olma durumu normalleşir. Kapitalist sistemin bu yapısı olağanlaştırılır. Mutlu mesut işçiler, mutlu mesut patronlar, mutlu kapitalizm…

Oysa kapitalist sistemin kendisi sömürü üzerine kuruludur. Sömürü sisteminin yok olması, mobbingin olmamasıyla değil; başka bir üretim-tüketim-dağıtım ilişkisiyle mümkündür. Keza bu üretim-tüketim-dağıtım ilişkisi ihtiyaç temellidir ve kimsenin diğerinden daha fazlasına sahip olmasına; diğerini sömürmesine olanak vermez. Merkezi üretim alanlarından çok yerelin ihtiyaçlarıyla şekillenen, “iş” olmayan üretim-tüketim-dağıtım sürecini şekillendirir. Kafa-kol emeği ayrımının ortadan kalktığı, iş bölümünün -dolayısıyla uzmanlaşmanın- olmadığı ve herkesin her işi yapabilmesine imkan veren bir sisteme dayanır.

İşçi mücadelesinde bu ve benzer kavramlara temkinli yaklaşmak, sadece ekonomik alanın değil bilginin de iktidarını elinde tutanların bizimle aynı safta olmadığını anlamak açısından önemlidir. Bu, buna benzer alanlarda kavramlar oluşturulmasına karşı olmak demek değildir. Bu, sömürünün ne olduğunu unutturmamak demektir. Bu, kapitalizmle ilişkisini unutturmadan kendi kavramlarımızı oluşturmanın gerekliliğidir. İçinde bulunduğumuz muğlaklıklar sisteminde buna daha fazla ihtiyacımız var.

 

Fırat Binici

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Mobbing Var da Sömürü Yok Mu? – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/20/mobbing-var-da-somuru-yok-mu-firat-binici/feed/ 0
Kent ve Hız – İlyas Seyrek https://meydan1.org/2019/04/20/kent-ve-hiz-ilyas-seyrek/ https://meydan1.org/2019/04/20/kent-ve-hiz-ilyas-seyrek/#respond Sat, 20 Apr 2019 16:23:12 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/20/kent-ve-hiz-ilyas-seyrek/ Hız hayatımızın her alanında önemli bir olgu haline gelmiş durumda. Hızlı hızlı üretmek, tüketmek, alışveriş yapmak, sorumluluklarımızı yerine getirmek, hep bir yerlere ulaşmak zorundayız. İnsanlar bir şeylere yetişmek ve hızlı olmak uğruna trafikte birbirine bağırıp çağırmakta; kalabalık sokaklardan geçerken birbirlerine çarpmakta; bir yerden bir yere giderken metroda, metrobüste yer kapabilmek için itişmekte; işyerlerinde yaralanmakta ve […]

The post Kent ve Hız – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Hız hayatımızın her alanında önemli bir olgu haline gelmiş durumda. Hızlı hızlı üretmek, tüketmek, alışveriş yapmak, sorumluluklarımızı yerine getirmek, hep bir yerlere ulaşmak zorundayız. İnsanlar bir şeylere yetişmek ve hızlı olmak uğruna trafikte birbirine bağırıp çağırmakta; kalabalık sokaklardan geçerken birbirlerine çarpmakta; bir yerden bir yere giderken metroda, metrobüste yer kapabilmek için itişmekte; işyerlerinde yaralanmakta ve yaşamlarını yitirmektedir. Vurgulamak gerekirse de bu olayların gerçekleştiği mekansal birimse kentlerdir.

Özellikle kapitalizmin, kitlesel üretim tarzıyla ve yeniden üretim için tüketime yönelik politikalarıyla birlikte hız ile ilişkisi ortadadır. Kapitalist toplumda yaşayan insanlar hızla gerçekleştirilen her eylemde sağlıklı düşünememekte ya da yeterince yaratıcı eylemlerde bulunamamaktadır. Bookchin’in Kentsiz Kentleşme’de bahsettiği gibi, “bu insanlar mevsimler ya da güneşin doğuşu ve batışı tarafından belirlenen tarımsal zaman devirlerini değil, -sabah dokuzdan akşam beşe modeli gibi- mekanik olarak belirlenmiş zaman aralıklarını izleyen hızlı tempolu uygar yaşamlar sürerler.”  Bu anlamda hızla yakın ilişkide olan kentsel mekanın doğal değil yapay bir karakteri vardır.

Hız ve Politika kitabının yazarı Paul Virilio’ya göre de “günümüzde içinde yaşadığımız toplumun bütün yapıları hareketin, hücumun, çarpışmanın, hızla ilerleme ve sızmanın egemenliği altındadır.” Bu egemenliğin mekanı da iktidarların belirleyip çıkarları uğruna dönüştürdüğü kentlerdir. Kapitalizm sermaye biriktirme motivasyonu, ilerleme mantığı ve bilim ideolojisi araçlarıyla hızla gelişip hemen her şehirde büyük ve yaygın bir biçimde endüstriyel üretim alanlarını oluşturmuştur. Hızlı endüstriyel gelişim hızlı bir köyden kente göç ve hızlı bir işçileşme oranı yaratmıştır. Bu sürecin sonunda şehirleşme olgusu politik, toplumsal ve ekolojik anlamda büyük bir soruna dönüşmüştür.

Milyonlarca insanın yaşayabildiği mega kentleri düşündüğümüzde kentler için hız hayati bir önem taşımaktadır. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu hız artışını olanaklı kılan gelişmiş teknoloji kent ile kapitalizm arasındaki ilişkinin belirleyici unsurlarındandır. Gelişmiş teknoloji için büyük ekolojik katliamlar ve insan sömürüsü gerekir. Hareketin kolaylığı ve hızlı gerçekleşmesi hem iktidarın mekanları kontrolünü hem de sermayenin birikimini ve dolaşımını arttırmaktadır.

Ayrıca kapitalizmin çıkarları için kullanışlı bir mekan olan kenti ve onun geçerliliğini sorgulamaya başlamak için Virilio’nun deneyimlerinin de önemli bir anlatıcılığı vardır: “Radyonun uzaklarda olduğunu anons ettiği Alman birliklerini, birkaç saniye sonra penceremden görmek, beni hız, zaman ve mekân kavramları üzerine çok düşündürdü… Savaş sırasında oturduğum Nantes şehri, birkaç saniye içinde yerle bir olurken, penceremden görünen yoğun kent dokusu yerini uzak tepelere bıraktı… Çocuk dünyamda, zaman içinde sürekliliği, istikrarı, ‘değişmezliği’ simgeleyen koskoca şehir yok olunca, tüm mutlak doğruları sorgulamaya başladım.”

Hız ve Yalnız Bireyler

Kentler genel olarak ormanlar, bataklıklar, bozkırlar, sarp tepeler ya da çalı çırpı gibi hareket etmeyi zorlaştıran alanlar tarafından çevrelenmiştir. Hızı kısıtlayan bu engellere karşın kent mekanı düzleştirilmiştir.

İnsanlar bugün geçmişteki insanların hayal bile edemeyeceği hızlarda seyahat etmektedir. Otomobiller, kesintisiz uzayıp giden dökme beton otoyollar, yeraltından ve dağların arasından ilerlemeye fırsat veren tüneller, metrolar, yüksek hızlı trenler ve nice raylı sistemler… Hareket ve hız teknolojileri insan yerleşimlerinin merkezlerden çevre mekanlara kadar genişlemesinin yolunu açmıştır. Ayrıca kent mekanı salt hareketin bir aracı, bir işlevi haline geldikçe kendi içindeki uyarım kapasitesini de yitirir; sürücü mekanın içinden geçip gitmeyi ister, onun tarafından uyarılmayı değil.

Ten ve Taş kitabının yazarı Sennett’in dediği gibi “modern toplumun coğrafyası içinde seyretmek çok az fiziksel çaba ve dolayısıyla kendini verme gerektirmektedir.” Yani yollar düzleştirilip düzenli bir hale sokuldukça, dromomanlar yani hızın iktidarları tarafından kontrol edildikçe, yolcunun hareket etmek için sokaktaki insanları ve binaları hesaba katma gereği de azalır, karmaşıklığı gittikçe azalan bir ortamda ufak hareketler yapması yeterlidir. Sennett’e göre, ulaşımdaki teknik yenilikler sayesinde hız 19. yüzyılda farklı bir karaktere sahip olmuştur. Bu teknolojik yenilikler gezen bedeni rahatlatmıştır. Rahatlık dinlenme ve pasiflikle birlikte konuştuğumuz bir durumdur. Yani 19. yüzyıl teknolojisi hareketi tedricen bu tür pasif bir bedensel deneyim haline getirmiştir. Hareket eden beden ne kadar rahatlarsa toplumsal olarak da o kadar geri çekilip yalnız başına ve sessizce hareket etmeye başlamıştır.

Hız ve Mekan

Bireylerin ve toplumların düşündüklerini eyleyebilmeleri için somut ve fiziksel mekana da ihtiyacı vardır. İktidarlı ilişkilerin veya liberal temsili demokrasinin belirlediği bir siyasi ortamda kent, özgürleştirici bir mekansallık olmadığı gibi hız olgusuyla kurduğu ilişkiyle de özgürleştirici değildir. Daha çok tüketmek, daha hızlı ulaşım toplumun kendi ihtiyaçlarını karşılamak için değil şirketlerin daha çok kar etmesi içindir. Hızlı ulaşım ilerlemeci ideolojinin ya da kapitalist medyanın sunduğu gibi bir özgürlük değil mekanları daraltan ve monotonlaştıran bir baskı aracıdır.

Gerek içinde yaşadığı mekanın farkında olmayan gerekse bu mekan içinde sömürüyle ve yaşamına yönelik saldırılarla karşılaşan bireyler ve toplumlar, mekandan ürettikleri hafızalarını ve o mekanda deneyimledikleri özgürlüklerini yitirmektedir. Hızın bireye ve topluma yönelik böylesi etkilerini düşündüğümüzde iktidarların kentte en çok istediği olgulardan biri olması şaşırtıcı değildir.

İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kent ve Hız – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/20/kent-ve-hiz-ilyas-seyrek/feed/ 0
Kentler Değil Şirketler Akıllı! – Gürşat Özdamar https://meydan1.org/2019/04/20/kentler-degil-sirketler-akilli-gursat-ozdamar/ https://meydan1.org/2019/04/20/kentler-degil-sirketler-akilli-gursat-ozdamar/#respond Sat, 20 Apr 2019 16:11:18 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/20/kentler-degil-sirketler-akilli-gursat-ozdamar/ Akıllı tahtadan akıllı saatlere kadar çevremiz bu tarz teknoloji nesneleriyle doldu da taşıyor. Bunların ne kadar akıllı oldukları ya da akıllarının yaşamımıza ne gibi olumlu katkıları olduğu değerlendirilmesi yapılmadan şimdi akıllı kentlerden söz eder hale geldik. Akıllı kentler, içerisinde yer alan konutlarda, binalarda, yollarda; temizlik, aydınlatma, sulama, park ve trafik gibi sorunları çözmede “yapay zeka”yı […]

The post Kentler Değil Şirketler Akıllı! – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Akıllı tahtadan akıllı saatlere kadar çevremiz bu tarz teknoloji nesneleriyle doldu da taşıyor. Bunların ne kadar akıllı oldukları ya da akıllarının yaşamımıza ne gibi olumlu katkıları olduğu değerlendirilmesi yapılmadan şimdi akıllı kentlerden söz eder hale geldik. Akıllı kentler, içerisinde yer alan konutlarda, binalarda, yollarda; temizlik, aydınlatma, sulama, park ve trafik gibi sorunları çözmede “yapay zeka”yı öne çıkarıyor ve bunun kullanıcıya zaman ve para tasarrufu sağladığı söylemiyle pazarlanıyor.

Yerel seçimlerin, belli bazı şehirlerdeki sonuçlarıyla ilgili tartışmalarının ardında kalan bir başka yönü adayların seçilmeleri halinde yapmayı vaat ettikleri projeler. Hemen her aday kentlerdeki belediye hizmetlerinin dijitalleşmesi ve “akıllı” hale gelmesi ile ilgili düşüncelerini paylaştılar. Bazısı da doğrudan eko-kent ya da “akıllı kent”leri yaşama geçireceklerini söyledi. Peki belediye başkan adaylarının bu yoğun ilgisi neden?

Londra, New York, Seul, Kopenhag, Chicago gibi şehirler dijitalleşmede oldukça iddialılar ve bu noktada otomasyon sistemleri oldukça gelişmiş durumda. Karekodlar, sensörler, kameralar, bilgisayarlar, otomatik algılayıcılar şehrin her yerine yayılmış durumda. Örneğin, Kopenhag’da bisiklet yollarını organize etmek için veri toplanıyor. New York’ta araç sürücülerinin sık fren yaptıkları yerler belirlenerek trafik akışı ona göre ayarlanıyor. Londra gibi birçok şehirde insanların davranışlarının tümü kaydediliyor ve işleniyor. Ne var ki bu büyük akıllı şehirler aynı zamanda sokaklarında pek çok evsizin, karınlarını çöplerden doyuran insanların yaşadığı yerler. Demek ki kentin ve kentte yaşayanların sorunlarına ve ihtiyaçlarına odaklanan başka bir düşünce sistematiğine ihtiyacımız var.

Kentte yaşayan insanları yalnızca birer dijital veri haline dönüştüren teknolojileri kullanarak insanların duygularını ve düşüncelerini görmeyen bir yerel yönetim anlayışı elbette çözüm değil sorunun kendisi olacaktır. Teknoloji, kentin her sorununu çözmeye yeterli olamaz, kaldı ki teknolojinin kendisi de bir sorun olabilir. Günümüzde birçok problem teknolojiden kaynaklanıyor iken teknolojiye bu kadar bel bağlamak da tuhaf bir çelişki. Sistemde bir aksaklık olduğunda ve işlediği verileri doğru değerlendirmediğinde kentte yaşayanlarda telafisi olmayacak maddi ve manevi zararların oluşturması kuvvetle muhtemel.

Teknoloji neticede belli bir maliyeti de beraberinde getiriyor. Belediyelerin eşitlik anlayışı, bu hizmetlerin herkes tarafından karşılanması oluyor genelde. Ama bu bedelin zenginlere yansıtıldığı oranda yoksullardan da istenmesi adaletsiz bir tutum.

Ve elbette en tartışmalı konu, bireysel verilerin başka kullanımlara açılabilmesi. Teknoloji şirketlerinin sicilleri bu konuda pek masum değil. Hatta mahkemelere yansıyan ve tazminatla sonuçlanan pek çok örnek olmasına karşın şirketler bu tutumlarından vazgeçmiyorlar.

Öyleyse bu ısrar neden? Yoksa akıllı kentler soylulaşma projelerinin yeni bir arayüzü mü? Çünkü pek çok dönüşüm projesi akıllı kent teknolojisiyle uyumlu olduğunu reklam ediyor, bunun propagandasını yükseltiyor ve müşterisini buradan arıyor.

Teknolojik akıllı kentler bize daha güvenilir ve huzurlu bir yaşam sunabilir mi? Yoksa bunlar uğruna özgürlüklerimizden, standartlaşma yüzünden özgünlüklerimizden mi vazgeçiyoruz?

Yerel yönetimler, seçim vaatlerinde söyledikleri gibi ve dünyada yükselen trendin de bir getirisi olarak kent hizmetlerini dijitalleştirmek uğruna bu işleri şirketlerin eline bıraktığında, göstermelik de olsa var olan katılımcılığın da çanına ot tıkamış oluyorlar. Ama çoğunun hesabı akıllı kentlerin aldıkları yatırımlardan paylarını yükseltebilmek ve iş-ticaret hacimlerini genişletebilmek. Kısaca amaç belediyenin kasasına giren parayı yükseltmek. Dijital eko-sistem diye de tanımlanan akıllı kentlerden bizim belediye başkanlarının anladığı ekonomik-sistem! Bu da tabii en çok dijitalleşme ihalesini alan şirketlerin işine geliyor. Kentleri bilemeyiz ama bu şirketler çok akıllı!

 

Gürşat Özdamar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49.sayısında yayınlamıştır.

The post Kentler Değil Şirketler Akıllı! – Gürşat Özdamar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/20/kentler-degil-sirketler-akilli-gursat-ozdamar/feed/ 0
Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik https://meydan1.org/2019/04/19/anarsizm-ve-sinif-mucadelesi-halil-celik/ https://meydan1.org/2019/04/19/anarsizm-ve-sinif-mucadelesi-halil-celik/#respond Fri, 19 Apr 2019 20:15:13 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/19/anarsizm-ve-sinif-mucadelesi-halil-celik/ Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi Toplumsal işleyişlerin iktidarlı ilişkiler ve iktidar mekanizmaları tarafından kontrolünden günümüze, binlerce yıldır tüm insanlığın, canlı ve cansız tüm varlıkların üzerinde sistematik bir şekilde tahakküm uygulanmaktadır. Toplumsal işleyişin farklı alanlarında farklı ezen-ezilen ilişkileri ortaya çıkmaktadır. Cinslerin ve halkların birbirleriyle kurduğu ilişkide, toplumsal işleyişin nasıl örgütleneceği konusunda, doğaya yönelik gerçekleştirilen gözlemler veya gerçekleştirilen […]

The post Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
1917 – 1918 Brezilya Genel Grevi

Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi

Toplumsal işleyişlerin iktidarlı ilişkiler ve iktidar mekanizmaları tarafından kontrolünden günümüze, binlerce yıldır tüm insanlığın, canlı ve cansız tüm varlıkların üzerinde sistematik bir şekilde tahakküm uygulanmaktadır. Toplumsal işleyişin farklı alanlarında farklı ezen-ezilen ilişkileri ortaya çıkmaktadır. Cinslerin ve halkların birbirleriyle kurduğu ilişkide, toplumsal işleyişin nasıl örgütleneceği konusunda, doğaya yönelik gerçekleştirilen gözlemler veya gerçekleştirilen düşünsel faaliyetler sonucunda elde edilen bilginin kim tarafından ve nasıl kullanılacağı hakkında, üretim ve dağıtımın nasıl gerçekleştirileceği meselesinde adaletsizlikler yaşanmıştır. Toplumsal, siyasal, ekonomik ve ekolojik boyutta ortaya çıkan adaletsizlikler, özgürlüğün kolektif karakterinin önüne geçmiş; parçalanmış ve tutsak edilmiş yaşamları bize dayatmıştır.

Tekrar etmek gerekirse birbiriyle iç içe geçmiş tüm bu adaletsizlikler sisteminin kaynağı, iktidar ilişkileri ve mekanizmalarıdır. Ezen-ezilen çelişkisini sistematikleştiren bu yapılardan biri de ekonomik iktidarların; mülkiyete sahip olanların, üretimin nasıl olacağından üretim sonucunda elde edilenlerin nasıl paylaştırılacağına kadar pek çok ekonomik işleyişe dair karar verenlerin oluşturduğu sınıfsal ayrımlardır.

Sınıfların Temeli İktidarlı Mekanizmalardır

Bir toplumda benzer mülkiyet düzeyi, statü ve iktidara sahip bireylerin oluşturduğu gruplaşmalara sınıf denir. Herhangi bir bireyin ya da bireylerin oluşturdukları grupların/toplulukların diğer birey ya da topluluklardan toplumsal ve ekonomik açıdan daha üstün olma hali, toplumların sınıflara ayrılmalarıyla ilgilidir. İktidarlı mekanizmalarının sürdürülebilmesi için sınıflı toplum yapısı önemli bir noktada bulunmaktadır.

Toplum içerisindeki bireyler veya gruplar arasındaki bu hiyerarşik farklılığın nedeni ise doğuştan gelen, etnik ya da cinsel özellikler değildir. Herhangi bir etnisite veya cinsin diğer etnisite veya cinslerden üstün olduğuna dair yaklaşımlar, doğuştan gelen farklılıklar/özellikler gerekçe edilerek oluşturulurken; sınıfların oluşmasında ise toplumsal yaşam içerisinde sonradan oluşturulmuş farklılıklar etkili olmuştur. Bu farklılıkları yaratan olgular, iktidar ilişkilerinin ortaya çıkardığı iktidarlı mekanizmalardır. Kısacası sınıfsal farklılıklar ezen-ezilen ayrımının bir bölümünü anlatmaktadır.

Sınıf Tek Başına Ekonomik Bir Olgu Değildir

İktidarlı mekanizmaları kontrol eden kesimlerle kontrol edilenler arasında iktidara sahip olup/olmamak üzerinden siyasi, sosyal ve/veya ekonomik ayrımlar oluşmaktadır. Bu mekanizmaları kontrol edenlerden yöneticiler, bürokratlar, din görevlileri, farklı farklı iktidar yapılarının birbirine bağlı olması sebebiyle, sadece toplumsal ve siyasi değil büyük oranda ekonomik de bir üstünlüğe/belirleyici bir konuma sahiptir. Dolayısıyla günümüzde kapitalist sistem içerisinde sermayeye/mülkiyete sahip, ekonomik iktidarı elinde bulunduran kesimlerin önemli toplumsal ve siyasi etkileri de bulunmaktadır.

Ayrıca bilimsel/teknolojik gelişmelerin toplumsal yaşamda büyük etkisi olması sebebiyle, siyasi bir iktidara sahip olsun ya da olmasın, iktidarlı toplumlarda kendilerini bu alanlarda geliştirmiş insanlar da bir sınıf meydana getirirler. “Aydın” olarak adlandırılan bu sınıfın, topluma öncülük ederek toplum adına en doğru olanı düşünme, anlatma ve eyleme gücü bulunduğu varsayılmaktadır.

Kısacası iktidarın bulunduğu her toplumsal örgütlenmede sınıflar bulunmaktadır. Yöneten-yönetilen, subay-halk, aydın-halk, patron-işçi, din görevlisi-inanan vs…

Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür!

Anarşistler için sınıfsızlık, özgürlük demektir. Anarşistler iktidarlı ilişkileri ve mekanizmaları reddederek düşlediğini eyleyebilen bireylerin oluşturduğu bir toplumsal yaşam örgütlenmeyi savundukları için adaletsizliklere, iktidarın manipülasyonlarına ve sürdürülmesine gerekçe oluşturan, bireysel ve toplumsal özgürlükleri yadsıyan sınıfları ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.

Ayrıca anarşizm tüm hiyerarşik ve statüye dayalı mekanizmalara karşı olan yegane ideoloji ve hareket olduğu için; bir bireyin diğer bireylerden ya da bir topluluğun diğer topluluklardan daha üstün/değerli/önemli olduğuna dair farklılaştırmalar ve bu sınıfsal farklılıklar üzerinden kurulan toplumsal yapı ancak anarşizmle yok edilecektir.

İşçi Sınıfı Mücadelesi

Şiddet uygulamaları ve çitlemeler yoluyla; herkesin olanın mülkiyet sistemi ile birlikte çalınmasıyla ekonomik sınıflar ortaya çıkmış, endüstrinin gelişimi ve hakim üretim tarzının değişimiyle birlikte ezilen yeni bir toplumsal sınıf belirmeye başlamıştır. Bu yeni üretim sistemiyle birlikte de mülksüz, iktidarsız işçi sınıfının üretime katılıp harcadığı emeği ile zamanı ve enerjisi sömürülmüştür. Düşünsel faaliyetleri kısıtlanmış, bir makineye dönüştürülmüş, köyden kente göçmüş, geçinebilmek için zamanını ve enerjisini satmak zorunda bırakılmış, bir köle haline gelmiş, iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş, yaşam şartları oldukça kötü bir hal almış işçi sınıfı ise -doğaldır ki- bu adaletsizliğe isyan etmeye başlamıştır. Büyük ve sistematik sömürü, karşısında büyük ve kalabalık direnişleri de (direnişin şartlarını da) yaratmıştır.

Sanayinin en çok geliştiği İngiltere’de ve Fransa’da da büyük işçi direnişleri ve grevleri ortaya çıkmış; bu direnişler ve işçilerin adaletsizliklere karşı çıkıp özgürlük mücadeleleri de pek çok politik hareketi etkilemiştir. Anarşistler de özellikle sınıf mücadelelerinin başladığı tarihlerde işçilerin yanında onları ezen patronlara karşı yer almış ve mücadele etmişlerdir. Bu mücadele, yaşamını sürdürebilmek için emeğini satmak dışında yapabileceği başka bir şey olmayan anarşistlerin de işçi olmalarından kaynaklanmıştır. Yani bu mücadelelerin büyük kısmında anarşistler özörgütlenme konumunda oluştur. Bu özörgütlü konum, anarşistlerin mücadeleleri şekillendirmelerine oldukça olanak sağlamış; ekonomik sömürüye karşı verilen mücadelelerde anarşizmi toplumsallaştırmıştır.

İlk Anarşistler ve İşçi Mücadelesi

Anarşizmin toplumsallaştırılması yönünde eylemde bulunan pek çok düşünür/devrimci de işçilerin özgürlüğü için sınıf mücadelesinin önemini ortaya koymuşlardır. Örneğin kendisini anarşist olarak tanımlayan ilk kişilerden Proudhon, -sonraları özeleştirisi vererek girdiği- parlamentoda mülkiyeti reddedip, onu zilyetlik düzeyine indirgemek istediğini anlatmış ve eski toplumun tasfiyesinin “tarafların ihtiraslarına ve iyi ya da kötü niyetli olmalarına göre fırtınalı ya da dostça” olacağını söylemişti. Mülk sahiplerinin “kendi paylarına devrimci çalışmaya katkıda bulunmaya” çağrılmaları gerektiğini ve “bu çağrıyı reddettikleri takdirde sonuçlardan mülk sahiplerinin sorumlu” olacağını belirttiği konuşmasıyla sistemin savunuculuğunu yapanların ve burjuvazinin tepkisini çekti. Proudhon’un “çağrıyı reddederseniz tasfiyeyi, sizin yardımınızı beklemeden kendi başımıza yürüteceğiz.” şeklindeki sözleri üzerine dinleyenler “siz” ve “biz” zamirleriyle kimi kastettiğini sordu. Proudhon’un “Bu iki zamiri kullandığımda, siz ve biz dediğimde, kendimi proletaryayla, sizi de burjuva sınıfıyla özdeşleştirdiğim açıktır.” sözleri üzerine de öfkeli dinleyiciler “Bu bir toplumsal savaştır!” diye bağırmaya başlamıştı. Evet, bu bir “toplumsal savaştı” ve anarşistler bu savaşta en başından beri işçilerin yanında, o işlerin doğrudan ta kendisiydi. Ayrıca 31 Ağustos’ta Le Representant du peuple yeniden çıkmaya başladığında, ön sayfada büyük harflerle “Kapitalist nedir? Her şey! Ne olmalıdır? Hiçbir şey!” başlığının yer alması anlamlı olmuştur.

İşçilerin eylemlerinde ya da halkların özgürlük kavgasında nerede bir isyan varsa barikatların arkasında yerini alan devrimci anarşist Bakunin ise barış ve özgürlüğün işçilerin sosyal adalet mücadelesi olmadan güvence altına alınamayacağını söyleyerek Barış ve Özgürlük Kongresi’ndeki devrimcilerle birlikte bu kongreden ayrılıp Enternasyonal İşçi Birliği’ne katılmıştı.

Enternasyonal’in “İşçilerin kurtuluşu ancak kendi ellerindedir.” sloganını özgürlükçü bir söylem olarak selamlayan Bakunin pek çok konuşmasında işçilerin devrimci potansiyellerine vurgu yapmıştı: “İşçilerin yoksun olduğu şey, bir gerçeklik anlayışı veya sosyalist özlemler değildir, sadece sosyalist düşüncedir. Yüreğinin derinliklerinde, her işçi, bir özgürlük ortamında çalışmayı ve yaşamayı isteyen her insan için adalet ve eşitlik temelinde kurulmuş eksiksiz bir yaşamı, maddi refahı ve entellektüel gelişmeyi arzular. Açıkçası böyle bir ideal, işçi sınıfının sindirilerek sömürülmeleri pahasına ayakta duran mevcut toplumsal sistem içinde gerçekleştirilemez. Kurtuluşuna ancak mevcut toplumsal düzenin yıkılmasıyla ulaşılacağı için kararlı her işçi potansiyel devrimci bir sosyalisttir.”

İtalya’dan Mısır’a pek çok farklı coğrafyada işçilerin örgütlenmesi için büyük çabalar göstermiş devrimci anarşist Errico Malatesta da “Bizim için önemli olan, sadece işçilerin az ya da çok talepte bulunmaları değil; kendi çabalarıyla, kapitalistlere ve hükümete karşı doğrudan eylemleriyle istediklerini elde etmeye çabalamalarıdır. Bizler, işçi hareketinin yaşamsal önemini ve anarşistlerin bu harekette güçlü ve aktif bir rol almasına duyulan ihtiyacı her zaman anlamışızdır. Ve bu, çoğunlukla, emekçi gruplara daha canlı ve gelişen bir yapı kazandırmak için yoldaşlarımızın girişimlerinin bir sonucudur. Biz, işçi sendikasının; bugün işçilerin, içinde bulundukları kölelik durumunu anlamaya başlayabilecekleri, özgürlüklerine kavuşmayı isteyerek kendilerini baskı altında tutanlara karşı verecekleri mücadelede tüm ezilenlerin dayanışma içinde olmaları gerektiğini anlayabilecekleri bir yol olduğunu -bunun yanında patronlar ve asalaklar olmaksızın üretimin yeniden düzenlenmesi ve sosyal yaşamın devamı için gerekli ilk çekirdek olarak görev yapacağını- düşünmüşüzdür.” sözleriyle işçi mücadelesinin önemini anlatmıştır.

Anarşist İşçi Mücadelesi

Mücadele içerisinde pratikte de önemli kazanımlar, başarılar elde etmiş anarşistlerin yanı sıra dünyanın farklı coğrafyalarında da yüzlerce/binlerce işçinin yüzlerce direnişini örgütlemiş anarşist işçiler bulunmuştur.

“8 saat” mücadelesinin kazanımında, 1 Mayıs’ın dünyadaki tüm işçilerin isyan ve dayanışma günü olmasında katkıları olan ABD’li anarşistlerin; yüzlerce işçiyi kapitalistlere, patronlara karşı greve ve mücadeleye örgütleyen Güney Amerikalı, İberyalı, Rusyalı, İtalyalı, Ukraynalı, Japonyalı, Çinli anarşistlerin; işçi sınıfının kurtuluşunun tüm iktidarların ortadan kaldırılmasıyla elde edileceği düşüncesini I. Enternasyonel’de de haykıran anarşistlerin; Rusya’da beyazlara ve otoriter Bolşeviklere karşı işçileri direnişe çağıran anarşistlerin ve İberya’da bir milyonu aşkın üyesi olan ve toplumsal devrimin gerçekleştirilmesi ve özgür İberya’yı FAI ile birlikte örgütleyen CNT’li anarşistlerin etkisi oldukça fazladır.

Ayrıca anarşist hareketler içerisinde yerini alan anarko-sendikalizm de işçi sınıfının mücadelesinde önemli bir konumda bulunmaktadır. Avrupa’da sendikalizmin şekillenmesine katkıda bulunan Fransa’daki anarko-sendikalistler (CGT), Almanya’da FAUM, İberya’da CNT, İsveç’te SAC, işçi hareketlerini derinden etkilemiştir. Bu etki yansımasını ABD’de IWW (Dünya Endüstri İşçileri Örgütü), Arjantin’de FORA (Arjantin Cumhuriyeti İşçi Federasyonu), FORU (Uruguay Bölgesi İşçi Konfederasyonu), Meksika’da CGT (Genel İş Konfederasyonu) içinde göstermiştir.

Anarşizm Mücadelesi İşçi Sınıfının Mücadelesidir

Kısacası anarşistler 1800’lü yıllarda Avrupa’da yaygınlık kazanan işçi hareketlerinin içinde en etkili kesimlerdendi. 1848 devrimlerinde, 1871 Paris Komünü’nde, 1886’da Haymarket’te, Birinci Enternasyonal’de… Anarşistler, Uzakdoğu’da, Rusya’da, Kuzey ve Güney Amerika’nın birçok farklı bölgesinde, kuzeyinden güneyine tüm Avrupa’da işçi sınıfının sömürüye, baskıya, katliamlara karşı çıkarak özgürlüğü için verdiği mücadelenin en ön safında yerini almışlardır. Sendikalarda örgütlenerek; işçi ayaklanmalarında barikatların en ön safında yer alarak; fabrika işgallerini, grevleri ve genel grevleri örgütleyerek; sokaklarda, fabrikalarda işçi sınıfının kurtuluşu için bildiriler ve gazeteler dağıtarak; işçi sınıfının ihtiyaçlarını gidermek için kolektifleştirmelerde bulunarak sınıf mücadelesi vermişlerdir. Bu tarihi örnekler anarşist mücadelenin işçi sınıfının da mücadelesi olduğunu anlatmaktadır.

İşçilerin 1880’lerdeki “8 saat” mücadelesini büyüten ve 1 Mayıs 1886’da Haymarket’teki patlamadan sonra devlet tarafından katledilen anarşistlerden August Spies’in asılmadan önce mahkemedeki sözleri ise ezilenlerin kurtuluşunda işçi sınıfı mücadelesinin önemini vurgulamamız için son bir örnektir: “Eğer bizi asarak … haksızlığa uğrayan milyonların, sefalet içinde ölesiye çalışan ve kurtuluşu arzulayan, kurtuluşu bekleyen milyonların bu hareketini, işçi hareketini yok edebileceğinizi umuyorsanız; eğer düşünceniz buysa, o zaman asın bizi! Burada bir kıvılcımı ezeceksiniz, ama şurada, burada veya orada, arkanızda ve önünüzde, her yerde alevler yükseliyor. Bu gizli bir ateş. Bunu asla söndüremezsiniz.”

 

Halil Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

 

The post Anarşizm ve Sınıf Mücadelesi – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/19/anarsizm-ve-sinif-mucadelesi-halil-celik/feed/ 0
FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur https://meydan1.org/2019/04/19/futurizm-seyma-copur/ https://meydan1.org/2019/04/19/futurizm-seyma-copur/#respond Fri, 19 Apr 2019 19:58:16 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/19/futurizm-seyma-copur/   Bir Yarış Arabası mı Daha Güzel Yoksa Bir Yunan Heykeli mi? “Dünyanın güzelliğinin, yeni bir güzellikle daha da zenginleştiğini açıklıyoruz: Bu güzellik, hızın güzelliğidir.” diyordu Marinetti ve bir yarış arabasının bir Yunan heykelinden daha güzel olduğunu aynı cümlenin devamında ilan ediyordu. Marinetti, 1909 yılında Fütürizm Manifestosu olarak yayınladığı bildirgede “İdeal ekseni, kendi yörüngesinde hızla […]

The post FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

 

Bir Yarış Arabası mı Daha Güzel Yoksa Bir Yunan Heykeli mi?

“Dünyanın güzelliğinin, yeni bir güzellikle daha da zenginleştiğini açıklıyoruz: Bu güzellik, hızın güzelliğidir.” diyordu Marinetti ve bir yarış arabasının bir Yunan heykelinden daha güzel olduğunu aynı cümlenin devamında ilan ediyordu.

Marinetti, 1909 yılında Fütürizm Manifestosu olarak yayınladığı bildirgede “İdeal ekseni, kendi yörüngesinde hızla ilerleyen dünyayı dolaşan dümeni elinde bulunduran insanı yüceltmek istiyoruz.” diyerek amacını ortaya koymaktaydı. 20. yüzyılın henüz başlarındayken, hızın kontrolünü elinde bulunduran ve diğer yandan o hıza ayak uyduran insanı sanata konu haline getirmişti. Bu, Marinetti’nin ve dolayısıyla fütürizmin, kendinden önceki akımları sanatın tüm alanlarında yok saymasını beraberinde getirmişti.

Müzeleri ve Kütüphaneleri Yerle Bir Etmek

Fütürizmin ilk örneklerinden itibaren görebileceğimiz bu yok sayma, fütürist eserlerde eski olana karşı yeninin savunulmasıyla açığa çıkmaktaydı. Durağanlığa karşı hareket, ilerleme ve hız; portre ve manzaralara karşı makineler ve teknoloji. Fütüristlerin, eskiyi sürdüren yapılar oldukları için müzeleri ve kütüphaneleri yıkma isteği de burayı işaret ediyordu.

Boccioni’nin “Kent Yükseliyor” isimli tablosu fütürizme dair ortaya çıkan ilk eserlerden biriydi. İsminden de anlaşılacağı üzere eser, kentin insan yaşamıyla kesiştiği hızlı yaşama, ilerlemeye, makineleşmeye ve endüstriyel üretime bir övgüydü.

Giacoma Balla’nın ise 1912 yılında yaptığı “Tasmalı Köpeğin Dinamizmi”inde anlaşılmaya yeterince açık olmayan bu övgü, yayınladığı Fütürist Resmin Teknik Manifestosu’nda ve Balla’nın diğer eserlerinde açıklığa kavuşuyordu.

Savaş Güzeldir, Çünkü Çiçekler Açan Bir Çayırı Mitralyözlerin Ateşten Orkideleriyle Zenginleştirir…

1. Dünya Savaşı’na kadar etkisi süren fütürizm, bulunduğu coğrafyalarda, özellikle İtalya’da, yalnızca hız ile özdeşleşmekle kalmamış; sonuna kadar savunduğu teknolojinin, savaş dönemlerinde ürettiği silahları da saldırganlığa övgüsüyle savunmuştu. Bu yüzdendir ki savaş, ırkçılık ve faşizmle de doğrudan ilgisi bulunmaktaydı. Paul Virilio’ya göre ise bu itki teknoloji ve faşizmin kaçınılmaz bağdaşıklığından kaynaklanmaktaydı. Diğer bir deyişle teknoloji hakkında iyimser olanlar faşizmle de yakından ilgiliydi. Oysa gerçek sanatçının teknolojiyle ilişkisi Virilio’ya göre onu deforme etmek üzerinden olmalıydı.

Fütürist Manifesto’da faşizm pek çok farklı şekilde dile getirilmekte ve faşizmin karşısında bulunan tüm hareketlerin yok edilmesi gerekliliği vurgulanmaktaydı: “Savaşı yücelteceğiz (dünyanın tek hijyen yöntemi); militarizm, vatanseverlik, özgürlüğün yıkıcı tavrı ve kadınlar uğruna ölmeye değer ölümcül güzel fikirler taşıyacağız.” ve manifestoyu yazan Marinetti ekliyordu: “Savaş, gün ışığını gören en güzel fütürist şiirdir.” 1. Dünya Savaşı’nın ardından kübizme teknik olarak bıraktığı bu savaş övgüsü fütürizmin son dönemlerine dek etkisini sürdüren bir odak noktası oldu.

Makineleşen İnsan, İnsanlaşan Makine… Hız ve Durağanlık

Paul Virilio 1990 yılında yayımlamış olduğu “Kutupsal Durağanlık” kitabında teknoloji, enerji ve hızın bir tür durağanlığa sebep olduğunu söylüyordu. 20. yüzyılın teknolojik kazaların yüzyılı olduğunu söylerken de anlaşılacağı gibi her yeni teknolojik gelişmenin beraberinde olumsuzluklar getirdiğini ve genel anlamıyla bir olumsuzluğun da hızın sebep olduğu durağanlık olduğunu kastediyordu. “Örneğin uçakta oturup ekranları izleyen pilotun durağanlığı. İnsanlar seyahat etmenin ne kadar hızlı gerçekleştiğinden bahsederek memnun oluyorlar ancak bir tür felce sebep olduklarının farkında bile değiller.” Telekomünikasyonun da büyük bir felce sebep olduğunu belirten Virilio, makinelerin hızla gerçekleştirdikleri işleri yalnızca izlemekle yükümlü insanın halini durağanlık olarak adlandırıyordu. Eylemler, eylemleri hızla gerçekleştiren etken bir makine ve olup bitenlere müdahalesi olmaksızın edilgenleşen, durağanlaşan insan.

Dünden Bugüne, Bugün de Makine

Fütürist bir yaklaşım olduğu belirtilmeden ve fütürist olma iddiası taşımadan gerçekleşmiş olsa da bedenini karmaşık operasyonlar, prostetikler ve robot kolları ile modifiye eden Stelarc’ın performanslarında teknoloji, makine ve hıza övgü görülür. Bedenin, insanla bedenin kurduğu ilişkinin çağa uygun olmadığı düşüncesiyle gerçekleştirilen performanslarda Stelarc’ın yapmaya çalıştığı şeylerden biri de bedenin makine ile uyumlu hale getirilmesidir. Kendi ifadesiyle beden, şekil ve işlev olarak yetersiz ve şu an içinde yaşadığı kompleks teknolojik dünyada var olan makinaların hassasiyeti, hızı ve gücü ile yarışamayacak bir yapıdadır.

Farklı dönemlerde ortaya çıkmış olsa da Fütürist sanatçılar ile Stelarc arasında gözle görülür bir ilişki söz konusu. Her ikisi de sanatın nesnesi haline getirdiği makineye bir tapınma gerçekleştirirken bu tapınma karşı konulmaz olarak hız kavramını bizim karşımıza çıkarır. Şimdilik makineyi kullanma işlevine sahip insan, asla makineye üstünlük sağlayabilme pozisyonuna erişmemiştir. Dolayısıyla fütürizmde yapılan bu tespit daha sonraki dönemde Stelarc’ın insanı, teknolojiye ayak uydurmak zorundalığıyla gelişmek ve ilerlemek için tasarlanmış ve tek işlevi bu olan bir prototip olarak algılamasıyla tekrar ortaya çıkmış olur. Bu gelişme ve ilerleme ise hız ile doğru orantılı bir çizgisel düzlemde yer almaktadır.

Sanayi Devriminde Hızlı Üretim, Hızlı Tüketim, Daha Çok Hareket

Fütürizmin 20. yüzyılda ortaya çıkmış olması bir tesadüf değildi elbette. Üretimin ve tüketimin; yaşam biçimlerinin tamamen başkalaşmasını beraberinde getiren Sanayi Devrimi hemen bu dönemin öncesinde 18. yüzyılda kendini göstermiş ve 19. yüzyılın sonlarına kadar hızla coğrafyalara yayılmıştı. Sanayi Devrimi her şeyden önce daha hızlı üretim demekti. Dolayısıyla bu, bir insanın tek başına ürettiği ürünün kat kat fazlasının daha kısa bir sürede üretilmesi anlamına geliyordu. Fütürizmin insanı yetersiz görecek derecede makineye tapınması, bir anlamda Sanayi Devrimi’nde inanılmaz bir hareketliliğe sebep olan makinelerin icadı ve kullanımıyla ilişkiliydi. Makinelerin ürettiği bir ürünün yine makineyle hızlı bir şekilde taşınması, hızla işleyen tüketim süreci ve her defasında tekrar eden bu hız döngüsü fütüristik eserlerde rastlanan arabaları, edebi eserlerde yer alan insanı makineye benzetme sanatını ve kentlere yapılan övgüyü açıklamamıza yardımcı oluyor.

Kapitalizmin ortaya çıkışıyla beraber ürettiği her şeye yabancılaşan insanın, elbette kendini dışavurmanın bir yöntemi olarak görülebilecek sanatla da kurduğu ilişki aynı kalamazdı. Sanatın anlamı, eylenişi, işlevi zamanla farklılaşıp değişecekti. İktidarların kendi gücünü sembolleştiren eserleri yaptırdığı, egemen olduğu kimselerden saray içinde vakaları en ince detayına kadar çizenlere… Sanat zaman içerisinde yalnızca kişinin kendi ifadelerinin bir biçimi olarak değil aynı zamanda farklı birçok amaca da hizmet eden bir hal aldı.

Fütürizm aslında yabancılaşmanın belli bir oranda yansımasıdır. İnsanın kendi doğasına yabancılaşmasının, makine insan olmasının ve kendine özgü ifade biçiminin dış dünya ile doğrudan ilişkilenmesi, ondan ayrılamamasıydı…

Sanayi devrimiyle beraber yabancılaşma ne kadar hız kazanmışsa, üretilen şeyler üreten kişinin onda yarattığı özgürlükle değil ürün olarak değerlenmiş ve görülmüş olması da aynı şekilde hız kazanmıştır. Haliyle sanat da içinde bulunduğu çağın hızına maruz kalmış ve yabancılaşmaya uğramıştır.

Geçmişte makineleştirilmeye çalışılan insanın yerini günümüzde robotların almaya başlaması hiç kuşku yok ki fütürizmi daha fazla etkileyecektir. Robotların meydana getirecekleri eserlerin, Yunan heykellerinden daha güzel olup olmadığı tartışmasını insanların mı yoksa robotların mı yapacağınıysa çok geçmeden göreceğimizi iddia edebiliriz.

Şeyma Çopur

[email protected]

Bu yazı Meydan Gaztesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post FÜTÜRİZM – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/19/futurizm-seyma-copur/feed/ 0
Kullan-at: Sigortası Yapılmayan İşçi https://meydan1.org/2019/04/19/kullan-at-sigortasi-yapilmayan-isci/ https://meydan1.org/2019/04/19/kullan-at-sigortasi-yapilmayan-isci/#respond Fri, 19 Apr 2019 19:48:05 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/19/kullan-at-sigortasi-yapilmayan-isci/ Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler… Emek sömürüsünün en sık görüldüğü alanlarından birisi, yapılmayan sigortalardır. O kadar ki hayatını idame ettirebilmek için bir işte çalışmak zorunda kalan insanların çalıştıkları halde sigortalarının yapılmaması, hemen hemen hepsinin başına gelmiştir. Bu yazıya bu nedenle sigortası yaptırılmayan işçinin […]

The post Kullan-at: Sigortası Yapılmayan İşçi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…

Emek sömürüsünün en sık görüldüğü alanlarından birisi, yapılmayan sigortalardır. O kadar ki hayatını idame ettirebilmek için bir işte çalışmak zorunda kalan insanların çalıştıkları halde sigortalarının yapılmaması, hemen hemen hepsinin başına gelmiştir. Bu yazıya bu nedenle sigortası yaptırılmayan işçinin dikkat etmesi gereken noktaları ve atması gereken adımları konu alıyoruz.

Öncelikle belirtmek gerekir ki her ne ad altında çalıştırırsa çalıştırsın patron, bir gün dahi çalışmış olsa işçinin sigortasını yapmak zorundadır. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’na göre işçinin işyerinde işe başladığı andan itibaren Sosyal Güvenlik Kurumu’na bildirilmiş ve sigortasının başlatılmış olması gerekir. Deneme süreli olarak çalıştırılan bir işçinin deneme süresine dayanılarak sigortasının yapılmaması gibi bir durum söz konusu değildir.

İşçiye sigorta yapılması zorunluluğu, işçiye zorla imzalatılan bir sözleşmeyle geri alınamaz. Bu nedenle işçinin adli ve idari alanda başvurabileceği çeşitli mekanizmalar mevcuttur. İşçi, herhangi bir idari başvuru yapmadan dahi adli mercilere başvurusunu gerçekleştirebilir.

Sigortası yapılmayan işçi bu nedenle iş mahkemesinde “hizmet tespit davası” adı verilen davayı açabilir. Hizmet tespit davasının amacı, işçinin sigortasız çalıştığı süreyi sigortalı çalışmış gibi telafi etmektir. Bu davada tespiti istenen hususlar, işçinin prime esas kazançlarının ve prim ödeme gün sayılarının tespitini içerir. Hizmet tespit davası sadece hiç sigorta yapılmaması durumunda değil eksik sigorta yatırılması durumunda da açılabilir. Bu davada davalı olarak patron ile birlikte işçilere sigorta yapılıp yapılmadığını denetlemekle görevli Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) da yer almaktadır.

İşçi, bir işte çalıştığını her türlü delille ispatlayabilir. Patronun tutmak zorunda olduğu belgeler, ücret bordroları, taraflar arasındaki yazışmalar gibi işçinin o işte çalıştığını gösterir her türlü belge bu nedenle delil olarak kullanılabilir. Örneğin işyerine giriş çıkışta işçiler tarafından çalışma saatlerinin tespiti için atılan imzalar veya kartla giriş varsa bu kayıtlar delil olarak gösterilebilir. Ayrıca işçiler çalışma durumunu sadece belgelerle değil tanıklar aracılığıyla da ispatlayabilir. Tanıkların delil niteliğinin kuvvetli olması için dinlenecek tanığın o işyerinde kayıtlı olarak çalışmış olması veya komşu işyeri çalışanı olması önem arz etmektedir.

İşçi, sigortasız çalışarak geçirdiği sürenin son yılından itibaren başlamak üzere 5 yıl içerisinde hizmet tespiti davasını açmak zorundadır. SGK’nin herhangi bir denetiminde sigortasız işçi çalıştırıldığı tespit edilmediyse ya da patron tarafından SGK’ye herhangi bir işe giriş veya buna benzer bir bildirge verilmediyse, işçi bu 5 yıl içinde dava açmadığı takdirde bu hakkı elinden alınacaktır. Belirtmek gerekir ki eğer işçi bu davayı açamadan öldüyse miras hakkına sahip olan kişiler de bu davayı açabilecektir.

İdari açıdan başvurular ise SGK’ye yapılabilir. Şikâyet, işçinin çalıştığı işyerinin bağlı olduğu Sosyal Güvenlik İl/Merkez Müdürlüğü’ne ve yazılı olarak yapılmalıdır. Söz konusu şikayette işyeriyle ilgili bilgilerin yanında ilgili işyerinde hangi tarihler arası çalışıldığı gibi bilgilerin yazılması gerekir.

Şikâyet üzerine işyerine gelerek denetim yapılmakta ve halihazırda orada çalışanlar tutanağa alınmaktadır. Bir işçi çalıştıran işyerlerinde gerekli bildirimlerin yapılmaması durumunda söz konusu işyerine idari para cezaları uygulanmaktadır. Patronlar böyle bir durumla karşılaşabileceklerini anladıklarında işçilerin sigortasını da yapmak zorunda kalmaktadır.

Kullan At

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Kullan-at: Sigortası Yapılmayan İşçi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/19/kullan-at-sigortasi-yapilmayan-isci/feed/ 0
Tarihsel İlerlemecilik ve Marksizm – Gökhan Soysal https://meydan1.org/2019/04/19/tarihsel-ilerlemecilik-ve-marksizm-gokhan-soysal/ https://meydan1.org/2019/04/19/tarihsel-ilerlemecilik-ve-marksizm-gokhan-soysal/#respond Fri, 19 Apr 2019 08:16:17 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/19/tarihsel-ilerlemecilik-ve-marksizm-gokhan-soysal/ Tarih boyunca her dönemde gelecek üzerine kaygı duyulmuş ve bu kaygılar nedeniyle geleceği değiştirmenin yolları aranmıştır. Ancak bu arayış hiçbir zaman “Aydınlanma” altyapısıyla kendini oluşturan pozitivizmden etkilenen kişiler kadar öne çıkarılmamış, bu konuda bir yol haritası çizilmemiştir. Son raddesine bilimsel sosyalizmde ulaşan bu düşünce akımları masa başında oluşturulduğu kadar kolay hayata geçirilememiş, milyonlarca insanın hayatında […]

The post Tarihsel İlerlemecilik ve Marksizm – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Tarih boyunca her dönemde gelecek üzerine kaygı duyulmuş ve bu kaygılar nedeniyle geleceği değiştirmenin yolları aranmıştır. Ancak bu arayış hiçbir zaman “Aydınlanma” altyapısıyla kendini oluşturan pozitivizmden etkilenen kişiler kadar öne çıkarılmamış, bu konuda bir yol haritası çizilmemiştir. Son raddesine bilimsel sosyalizmde ulaşan bu düşünce akımları masa başında oluşturulduğu kadar kolay hayata geçirilememiş, milyonlarca insanın hayatında doğrudan etkilere yol açmıştır.

Pozitivistler, Saint-Simon’dan oldukça etkilenen en ünlü pozitivistlerden Auguste Comte’un da belirttiği gibi, insanlık tarihini uygarlığın aşamalı olarak ilerleyişi olarak görmüştür. İçinde yer aldığı Batı uygarlığını baz alarak görüşlerini oluşturduğu açık olan pozitivistler, tarih boyunca dini baskılardan uzaklaşılarak bilimsel dünya görüşüne göre ilerlenildiğini iddia etmişler ve bilimi sürekli ön plana çıkarmışlardır. Çoğunlukla toplumsal farklılıklar görmezden gelinmiş ve bilimsel ilerleme bir inanç haline gelmiştir. Örneğin pozitivizmin kurucusu olarak da kabul edilen Saint-Simon insanın toplumsal tarihinin üç ayrı aşamadan, yani sırasıyla çoktanrıcılık/kölelik, teizm/feodalizm ve pozitivizm/endüstriyalizm evrelerinden geçtiğini öne sürmüştür. Bilimsel düşünceye dayanan bir toplum bilimi kurmanın zamanının geldiğini söyleyen Saint-Simon’un öğrencisi Auguste Comte da sosyolojinin diğer bilim dalları arasında yerini almasını amaçlamış ve çalışmalarını buna göre şekillendirmiştir. Saint-Simon ve Auguste Comte’un bu görüşleri zaman içinde birçok ismi etkilemiştir. Toplumsal değişimlerin hızını yeterli görmeyenler, iktidarlarını korumak için bilimi kullanarak kendi ideolojilerindeki dünyanın hızlıca oluşturulabileceğini iddia etmekten de geri durmamışlardır. Bu düşünceleri takip etmek için Aydınlanma düşüncesine kadar gitmemiz gerekir.

Aydınlanma Düşüncesi ve İlerleme Fikri

Aydınlanma düşüncesi, tarihsel süreç içinde aklın hiç olmadığı kadar öne çıkarıldığı, aklını kullanmanın en yüksek değer olarak görüldüğü bir düşünce biçimidir. Aynı zamanda “Akıl Çağı” olarak adlandırılan Aydınlanma düşüncesinin tarihsel arka planına baktığımızda Rönesans’ı, bilimdeki ilerlemeler ve Reformasyon’u, matematik ve felsefedeki gelişmelerin doğrudan etkisini görmekteyiz. Fransız Devrimi ile birlikte “kitlelerin”, büyük insan topluluklarının tarih sahnesine çıkmasıyla özgürlük için verilen mücadeleler de Aydınlanma düşüncesini etkileyen büyük tarihsel gelişmelerdir. Ancak özgürlük uğruna despot yönetimlerden kurtulmak adına başlayan mücadele, akılcılık ve ilerleme söylemleri içinde başka bir despotluk biçimine dönüştürülmüştür. Bu dönüşümde kendilerini “aydın” olarak konumlandıranlar, dünyayı ileriye doğru yönlendirmeyi amaçlamışlardır. Aydınlanma düşüncesi dönemin sanatçıları, bilim insanları, hukukçuları ile filozoflar tarafından hep birlikte yaratılmıştır; bu nedenle farklı görünümler edinmiştir.

Tipik aydınlanmacı tarih görüşü, her aşamanın “kendiliğinden” daha ileri olarak değerlendirilen aşamaya ulaşacağını ve sonuç olarak ilerleme diye tanımlanan bütünlüğü oluşturacağı yönündeydi. İlerleme fikri, toplumsal yaşamda ve felsefi düşünce tarihinde en uç noktasına Aydınlanma yüzyılında kavuşmuştur. İlerleme fikri Aydınlanma için bilginin birikimselliği ve insanın etrafındaki tabiattan maddi zenginlikler üretmesine yardım edecek araçların (teknoloji) gelişmesiyle mümkün ve kaçınılmaz olan bir süreci işaret etmiştir. İlerleme, aklın kullanımının yaygınlık kazanmasıyla birlikte insanlara daha mutlu, daha ahlaki ve medeni bir hayatı vaat etmiştir. Bu fikir kendinde, tarihsel süreç içerisinde “kötü” olarak görülen şeylerin tedricen ortadan kalkarak yerlerini “iyi” olarak nitelendirilen şeylere bırakacağı inancını ve bu eğilimin yine tarihsel süreç içerisinde sonsuza kadar devam edeceği ümidini taşımıştır.

Bunda önemli tarihsel gelişmelerin oldukça büyük payı olmuştur. 16. ve 17. yüzyıllarda doğa bilimleri büyük gelişmeler göstermiş ve bu bilimlerin teknik buluşlar yoluyla toplumsal yaşama sağladığı katkılar, özellikle 18. yüzyılda Avrupa’daki aydın çevrelerde bir ilerleme inancı doğurmuştu. Ancak bu düşünce sadece aydın çevrelerle sınırlı kalmayıp tarihte “Aydınlanmış Despotlar” olarak bilinen çeşitli devletlerden hükümdarları dahi etkisi altına almıştır. Teknik buluşlar ve bilimdeki ilerleme Avrupa’nın hemen her yerinde aynı düzeyde ilerlememiş, bazı devletler diğerlerine göre geri kalmıştır. Bu nedenle bir an önce bu “geri kalmış devletler”, “modern devletler”le yarışabilmek için bir şeyler yapmak zorunda kalmışlardı ki bu durum karşımıza aydınlanmış despotları çıkarmıştır.

Aydınlanmış Despotizm

“Aydınlanmış despotizm” kavramı ile Prusya, Rusya, İspanya ve Avusturya gibi Avrupa ülkelerinde iktidarı elinde bulunduranların toplumsal düzeni geliştirmeye yönelik eylemleri anlatılmaktadır. Aydınlanmış despotların belirleyici özelliği “aydınlanma” felsefesinin ilkelerini paylaşan bir zemine yaslanmış olmalarıdır. Böylelikle kurumsal olarak kiliseye, toplumsal tabaka olarak da ruhban sınıfına karşı, ticaret ve mübadelenin geliştirilmesi ve eğitimde reformlara gidilmesi (örneğin zorunlu eğitimin sanayide ihtiyaç duyulan nitelikli insanın yetiştirilmesi için kurulması) sağlanmış olmaktaydı.

Bu “Aydınlanmış Despotlar” reformlarını otoriter biçimde dayatan ve uygulayan yöneticilerdi. “Aydınlanmış Despotizm”in çok önemli bir yönü de çeşitli reformlar gerçekleştirilerek kendilerine karşı oluşabilecek başkaldırının önüne geçmek için giderek artan bir otoriterleşmeyi de temsil etmeleridir.

Bu otoriterleşme sadece devletlerin topluma karşı uyguladıkları baskıda değil fikirsel ayrılıklarda da kendisini göstermiştir. Aydınlanma olarak adlandırılan dönemlerde en önemli tartışmalarını toplum sözleşmesinde bulan ve modern devletin şekli şemali üzerine dönen tartışmalar otoriter bir biçim almıştır. Buna karşın özgürlüğü en yüksek değer olarak gören sesler de yükselmiştir.

Demokrasiyle Kol Kola Yürüyen Milli Devletler Doğuyor

Hemen hemen her yeni gelişimin bir ilerleme olarak görüldüğü bu dönemde aydınlar tarafından örneğin milliyetçi devletlerin oluşumuyla birlikte ekonomi ve teknikte gelişmelerin yavaşladığı gözden kaçırılmış veyahut görmezden gelinmiştir. 18. yüzyılın sonlarından başlayarak daha sonra topyekun savaşa kadar uzanacak olan savaşlar özellikle 19. yüzyılı oldukça etkisi altına almıştır. Fransız Devrimi de bu anlamıyla kraliyet fermanlarının genel irade tarafından yırtılıp atılmasını simgelemektedir.

Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleriyle bilinen Fransız Devrimi, cumhuriyetçiler için tarihteki en büyük ilerlemelerden biri olarak kabul edilirken aslında zayıflamakta olan iktidar fikrini yeniden güçlendirmiştir. Özellikle dini baskılara karşı olduğu söylenen devrimin getirdiği tarihsel koşullar devleti kilisenin yerine koyarak milliyetçiliği -deyim yerindeyse- yeni bir din olarak tarih sahnesine çıkarmıştır. Ve bunu da bilimsellik iddiasıyla yapmıştır.

Bilimsel Tarih Anlayışı

19. yüzyılda, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da, Sanayi Devrimi’yle birlikte bilimsel gelişmelerin ekonomiye ve günlük hayata yansımaya başlaması, insanlarda “bilimsel bilgi ve yöntemlerin evrenin tüm sırlarını çözeceği” ve “insanlığı daima ileriye götüreceği” yönünde büyük bir inanç oluşturdu.

Tarihçiler de aynı bakış açısıyla, tarih yazıcılığını bilimsel ilke ve kurallara oturtarak, bilimsel nesnelliğe sahip bir tarihsel bilgi üretimi arayışına girdiler. 19. yüzyıldaki bu “bilimsel tarih” arayışı, iki farklı yaklaşım üretti. Bunlardan biri, doğa bilimleri yöntemlerinin tarihyazımı alanında uygulanmasını; diğeri de tarihin kendine özgü bilimsel yöntemleri olan bağımsız bir beşeri bilim dalı olması gerektiğini savunuyordu.

Auguste Comte, öncülüğünde gelişen Pozitivizm yaklaşımı, doğa bilimlerinde uygulanan ilke ve yöntemlerin tarih gibi beşeri ve sosyal bilimlere de uygulanmasını savunuyordu. Buna göre her türlü bilgi, doğrudan gözlemlenebilen olgulara dayanmalı ve bilimsel çalışmaların temelinde yatan genel kanunların keşfine yönelik olmalıdır.

Doğa bilimlerinin doğanın kanunlarını bilimsel bir şekilde açıklaması gibi, sosyal alanlarda da bilimsel metotların kullanılmasıyla insanlık ve toplum yapısını belirleyen kanunlar bilimsel ve kesin bir şekilde ortaya konulabilirdi. Böylelikle tarihsel gelişimin değişmez kanunları keşfedilebilirdi.

Bilimsel Tarihin Bir Uzantısı: Bilimsel Sosyalizm

Saint-Simon’dan etkilenen tek isim Auguste Comte değildi. Auguste Comte’un düşüncelerinin de oldukça etkisinde kalan bu isimlerden biri de Karl Marx’tır.

Marx, Engels ile birlikte yazmış olduğu Alman İdeolojisi adlı kitabında “Doğa için doğru olan, bu yüzden de tarihsel bir gelişme süreci olarak kabul edilen şey, bütün dalları içinde toplum tarihi ve insansal şeyleri işleyen bilimlerin tümü için de doğrudur.” demektedir. Karl Marx, yaşamış olduğu 19. yüzyılda sosyalizmin otoriter niteliğini ön plana çıkaran çalışmalarda bulunmuş bir isim olarak her zaman bilime başvurmuştur. Hatta bununla kalmayan Marx ve Engels “Biz yalnızca bir bilim tanırız. O da tarihtir.” diyerek geleceğe dair görüşlerini “aksi ispatlanamaz” hale getirmeye çalışmışlar ve bir o kadar da bunda başarısız kalmışlardır. Bunun ilk akla gelen örneklerinden biri, Komünist Manifesto’da burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle milletlerin de zaten kaybolduğunu iddia etmiş olmalarıdır. Ancak 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda da görüldüğü üzere milliyetçilik hiç olmadığı kadar yükselmiş ve özellikle faşizm adı altında milyonlarca insanın ölümüne yol açmıştır.

Bu bilimsellik iddialarına rağmen yaşamış oldukları trajedileri, kendi düşüncelerinde kalmamış; bilimsel sosyalizmi dilinden düşürmeyen Lenin’in yazılarında komedi olarak tekerrür etmiştir. Marksizme göre tarihte devrimci bir rol oynayan burjuvazi, iktidara geldiği her yerde tüm feodal ilişkileri darmadağın etmiş ve tarihi ilerleten en büyük güç olmuştur. O kadar ki marksizme göre burjuvazinin Hindistan özelinde sömürgecilik uygulamaları dahi “ilerici” olarak değerlendirilmiştir. Ancak tarih böyle durmayacaktır. Burjuvazinin ilerici özellikleri bunlarla kalmıyor; burjuvazi, kendi mezar kazıcılarını da üretiyor. Bu nedenle tarihsel süreçte burjuvazinin yıkılması, komünizme giden yolda bir durak oluyor. Yani komünizme varmak için en azından feodalizmden kapitalizme, kapitalizmden de sosyalizme geçmek gerekiyor. Hiç kuşku yok ki tarihsel ilerlemeci bu görüşün komedisi, Lenin’in 1917’yi takip eden yıllarda tarihin tekerlerini hızlandırma çalışmalarında ortaya çıkıyor. Çünkü Marx ve Engels devrimin Avrupa’nın en gelişmiş kapitalist ülkelerden başlayıp yayılacağını iddia etmişlerdi ancak Rusya’da toplumsal bir devrim söz konusuydu.

Rus Devrimi’nin Krizi: “Gerçekleşmeyen” Burjuva Devrimi

Rusya’da Şubat Devrimi gerçekleşmiş ve Çarlık devrilmişti. Ardından Çarlık iktidarı yerine Kurucu Meclis toplanana kadar Geçiçi Hükümet denilen bir hükümet oluşturuldu. Bu hükümet aslında toplumsal devrim sürecinde halk tarafından özörgütlülük sonucunda elde edilen kazanımları kararnamelere bağlamaktan öte birşey yapmıyordu. Ancak devletler tarafından aynı ay içerisinde resmi olarak tanınması dahil birçok yönden meşru olarak kabul edilmekteydi. Toplumsal devrim sürecinde bir başka etkin güç olarak Petrograd Sovyeti ortaya çıkmıştı. Belirtmek gerek Petrograd Sovyeti, tek bir siyasi partinin elinde değildi. Petrograd Sovyeti, devrimin başlarında toplumsal devrimin en önemli göstergelerinden biriydi.

Var olan politik tartışmalardan faydalanmaya çalışan Lenin’in gözü -Bolşevikler sayısal olarak çok düşük olmasına rağmen- iktidardaydı. Lenin’in önündeki en büyük sorunsa politik konjonktürden öte tarihsel ilerlemeci marksist öğretiydi. Marksist öğretiye göre feodalizmden burjuvaya geçiş yapılmadığı için doğal olarak “kapitalizm kendi mezar kazıcıların üretemediği için” sosyalist bir aşamaya da geçilemeyecekti. Yani öncelikle burjuva devrimi yapılmalıydı. Ekim Devrimi’ne giden süreçte yazmış olduğu Nisan Tezleri’nde Lenin, devrimin birinci aşamasının gerçekleştiğini yani devlet iktidarının burjuvaziye geçtiğini belirtti. Ancak bu durum marksist Lenin’e yetmiyordu. Lenin’in tarihsel süreci bekleyecek ne zamanı ne sabrı vardı. Ona göre bir an önce iktidar ele geçirilmeliydi. İktidarın sosyalist bir iktidara geçmesi için burjuva devriminin de tamamlanması gerekiyordu.

Diğer marksist isimlerle tartışmalar yaşayan Lenin, bütün tartışmaların önüne geçebilmek, dolayısıyla bir marksist olarak iktidarı ele geçirebilmek için burjuva devriminin dolayısıyla burjuva demokratik devriminin tamamlandığını da iddia ediverdi! O’na göre bolşeviklerin fikirleri tarih tarafından tamamıyla doğrulanmışlardı! Ama bir farkla: Somut gerçek olaylar, onların önceden görebildiğimizden başka şekilde olmuştur (!).

Lenin, kendisinin bu iddialarının marksizmle uyuşmadığını iddia eden bolşevikleri de eski-bolşevikler olarak adlandırarak onları tarihsel gelişmeleri marksist formüllere uydurmaya çalışan kendisi değilmiş gibi “yeni ve canlı gerçeğin özgünlüğünü incelemek yerine, ezberlenmiş bir formülü ahmakça yinelemekle” suçluyordu. Bu formüle göre doğal olarak “proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü”nden başka bir söz eden kimse de proletaryaya karşı küçük-burjuva safına geçmiş oluyordu. Bunun anlamı da o yıllarda oldukça açıktır: Tasfiye ve yok edilme. Marksizme göre yüzlerce yılda tarihin zorunlu olarak geçireceği evreler Leninizmle birlikte oldukça hızlanıyor ve aylarla tarif ediliyordu.

Stalin de marksizmin bu ilerlemeciliğinden vazgeçmemiştir. Stalin, 1930’ların sonunda hızlı bir şekilde ilerlediklerini ve komünizme doğru gidildiğini iddia ediyordu. Stalin’den sonra iktidara gelen ve “Stalin’in günahlarından arınmaya çalışan” Kruşçev, komünizmin 20 yılı sloganıyla sosyalizmden komünizme geçileceğini söylemekten geri durmamıştır. Bunun için de 20 yıllık süreyi yeterli gören Kruşçev, iktidarını kaybetmemek için tarihi iyice hızlandırmış ve 1980’de SSBC’de sosyalizmden komünizme geçişin tamamlanacağını iddia etmiştir.

Sonuç Olarak

Yüzlerce yıllık gelişmelerin, dine karşı verilen mücadelelerin ve daha birçok şeyin sonunda gerektiği gibi aklın ve bilimin zaferi ilan edilmişti. Kralların, rahiplerin baskılarından kurtulmaya başlayan insanlık nihayet özgürlük yolunda ilerleyebilir, yaşamını kendi kararlarına göre şekillendirebileceği şekilde örgütlendirebilirdi. Ancak akıl ve bilim, insanlığın yolunu “aydınlatmak” yerine insanlık üzerinde yeni despotluğun görünümü şekline sokuldu. Yolun sonu özgürlük denilerek hızlı hızlı o özgürlük anına doğru “ilerlemeye” çalışıldı. Geliştirilen tarihsel ilerlemeci fikirler, her zaman bilimin otoritesini en yüksek otorite olarak görerek insanlara bu fikirlere karşı çıkabilecekleri alanlar bırakmamaya çalıştı.

Tarihsel ilerlemeci isimlerin peşinde tarihsel gelişmeler belli formüllere sıkıştırılmaya çalışıldı. Ezilenlerin devrimi bu formüllerin altında 1917’de ellerinden alınarak otoritenin, diktatörlüğün savunucularının iktidarı için meşrulaştırılmaya çalışıldı. Üstelik bu formüllerin hızı yeterli görülmedi. Tarihsel gelişmelerin, fikirleri etkilemesi gerçeği tersine çevrilerek fikirler, tarihsel gelişmeleri bilimsellik adı altında bir düzene sokmaya çalıştı. Bütün bunların sonunda kazanan özgürlük mücadelesi değil iktidarlar oldu.

 

Gökhan Soysal

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

The post Tarihsel İlerlemecilik ve Marksizm – Gökhan Soysal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/19/tarihsel-ilerlemecilik-ve-marksizm-gokhan-soysal/feed/ 0
Papillon Kimin Hikayesi? – Furkan Çelik https://meydan1.org/2019/04/19/papillon-kimin-hikayesi-furkan-celik/ https://meydan1.org/2019/04/19/papillon-kimin-hikayesi-furkan-celik/#respond Fri, 19 Apr 2019 08:03:51 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/19/papillon-kimin-hikayesi-furkan-celik/ Papillon kimileri için sürükleyici bir otobiyografik roman, kimileri için dramatik bir film, kimileri içinse hayret verici bir hayatta kalma mücadelesi gibi görünebilir. Fakat hepsinden öte bir hikayesi vardır Papillon’un. Fransa Devleti’nin “Kurtuluş Adaları” adındaki üç takım adadan oluşan “ceza” kolonisi, isminin aksine kurtuluşun mümkün olmadığı adalardır. Bir kaç tutsak dışında kimsenin kurtulmayı başaramadığı, binlerce insanın […]

The post Papillon Kimin Hikayesi? – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Papillon kimileri için sürükleyici bir otobiyografik roman, kimileri için dramatik bir film, kimileri içinse hayret verici bir hayatta kalma mücadelesi gibi görünebilir. Fakat hepsinden öte bir hikayesi vardır Papillon’un.

Fransa Devleti’nin “Kurtuluş Adaları” adındaki üç takım adadan oluşan “ceza” kolonisi, isminin aksine kurtuluşun mümkün olmadığı adalardır. Bir kaç tutsak dışında kimsenin kurtulmayı başaramadığı, binlerce insanın tecrit edildiği, ağır koşullarda çalıştırıldığı, işkenceye maruz kaldığı ve sonrasında ölüme bırakıldığı Fransız Ceza Kolonisi Hapishaneleri’nde direnen tutsakların hikayesidir Papillon.

Papillon kitabının yazarı Henri Charrière de Fransız Ceza Kolonisi Hapishanesi’nde 1931-1945 yılları arası kalmış bir tutsaktır. Charriere tutsak kaldığı yıllardaki anılarını 1969’da Fransa’da yayınlanan kitabıyla okuyucularla buluşturmuştur. Yazılan hikayelerin sertliği okuyucuyu hayretler içinde bırakmış ve romanın kurgu olmayıp bir kişinin başından geçen olaylardan oluşması okuyucuyu fazlasıyla etkilemiştir. Papillon kitabı kısa sürede 5 milyon satış rakamına ulaşarak uzun süre bestseller olarak kalmıştır. 1973 yılında ise popülerliğinden etkilenilerek yine Papillon ismiyle Hollywood tarafından filmi çekilmiştir. Filmin çekilmesiyle kitap daha da popülerleşmiştir.

Papillon’da anlatıldığı gibi; Fransa’da “suç” işleyenler -binlerce kilometre uzakta- Güney Amerika’da bulunan Fransız Gulyanası’na bağlı Kurtuluş Adaları’na gönderiliyorlardı. Üç tane olan Kurtuluş Adaları’nın uygulamaları birbirinden farklı olsa da amaç aynıydı. Tutsak ya İnsula Saint- Joseph Adası’na ya Phare de L’ile Royale Adası’na ya da Şeytan Adası’na gönderilirdi.

Bir tutsak için en kötüsü Şeytan Adası’na gönderilmekti. Bu adaya gardiyan bile konulmamıştı; kaçmaya çalışıp yakalanan tutsakların konulduğu en küçük, sessiz ve Megadeth’in Devil’s Island şarkısında dediği gibi “Devil’s Island! Devil’s Island! Oh there’s no escape!” kaçışın olmadığı bir adaydı. Ya sessizlikten delirecek ya hastalıktan ölecek ya da kendinizi köpek balıklarının bulunduğu okyanusa atacaktınız…

Henri Charrière Papillon’da hapishaneden defalarca kaçmaya çalıştığını ve her yakalandığında 4 metre karelik bir hücrede tecrit edilerek cezalandırıldığını anlatıyor. Son kaçış denemesini ise gönderildiği Şeytan Adası’ndan gerçekleştiriyor. Kaçışını Şeytan Adası’nda hiçbir şey olmadığı için tutsakların yemesi için bırakılan hindistan cevizlerini toplayıp birleştirerek yaptığı sal ile okyanustaki ters akıntıya rağmen Venezuela kıyılarına ulaşarak gerçekleştiriyor.

Henri Charrière Venezuela’da yaşamını sürdürürken parasız kaldığı bir dönemde yaşadıklarını kitaplaştırmak için bir yayınevine gidiyor. Papillon kitabı yayınevi tarafından hapishane anılarını anlatan bir otobiyografi niteliğinde basılıyor. Fakat kitapta geçen olaylarda bazı mekansal, zamansal farklılıklar olduğu iddia ediliyor. Bu iddialardan bir tanesi Henri Charrière’in hapishane kayıtlarına göre hiç Şeytan Adası’na nakledilmemiş, tutsaklığı boyunca İnsula Saint-Joseph ve Phare de L’ile Royale Adası’nda kalmış olduğu.

Bu farklılıkların sebebini düşününce akla birkaç şey geliyor. Birincisi, otobiyografik bir romanın daha çok satacağını düşünen yayınevi, bütün hapishane hikayelerini Henri Charrière’in anıları gibi basmış olabilir. İkincisi, Henri Charrière parasız kaldığı günlerde, etkili ve çok satan bir roman yazmak için bütün yaşananları kendi başından geçmiş gibi aktarmış olabilir. Bu durum komedyen birinin “buraya gelirken bir olay yaşadım” diyerek kendisinin yaşamadığı bir olayı izleyiciyi etkilemek için kendisi yaşamış gibi anlatmasına benzer.

Üçüncüsü ise Henri Charrière’in aslında hiç Şeytan Adası’na gönderilmediğini söyleyen Fransız Devleti (hapishanelerde -kendi kontrolü altında- insanlık dışı uygulamalar yapılması tüm dünyada büyük bir kamuoyu yarattığı için, “her şey uydurma” diyebilmek için) verileri çarpıtmış olabilir.

Hapishanede zaman bazen zamansızlaşır. Birinin hikayesi herkesin hikayesi olur. Birinin ölümü herkesin gerçekliğidir. Birinin zaferi de öyle. Güzel olan şeylerin parçası olmayı herkes ister. Sonu zaferle biten bir hikayenin kahramanı olmak belki de bir tutsak için yarına uyanış sebebidir. Başta söylediğim gibi; hapishanede birinin hikayesi herkesin hikayesi olur.

Benim peşine düştüğüm nokta bu hikayeleri kimin yazdığından çok kimin yaşadığı. Henri Charrière tutsak edilmeden 44 sene önce Şeytan Adası’ndan 9 kişi kaçmayı başarmıştı: Clément Duval ve arkadaşları.

Clément Duval fransız bir anarşistti. Zenginlerden çalıp ezilenlere vermeyi kendine bir eylem biçimi olarak edinmişti. Kiliselere girip altınları, fabrika patronlarının fabrikalarından paralarını, aristokratların evlerinden değerli eşyaları çalıyor; grevdeki işçilere dağıtıyor, toplumsal hareketlerin örgütlenmesi için kullanıyordu. Gerçekleştirdiği bir soygun sırasında yakalanıp mahkemeye çıkarıldığında ifadesini şu cümle ile noktalamıştı: “Polis beni kanun adına tutukladı, ben onu özgürlük adına tokatladım, Yaşasın Anarşi!”

Clément Duval mahkeme tarafından ölüm cezasına çaptırıldı. Fakat Fransa Devleti ölüm cezasına çarptırılan tutsakları Kurtuluş Adaları’na göndererek çalıştırmayı tercih ediyordu. Clément Duval de ömür boyu hapis cezası ile 1886’da Kurtuluş Adaları’na gönderildi. Adada yalnız değildi, yanında Fransa Devleti tarafından adaya gönderilen birçok anarşist tutsak bulunuyordu. Ayrıca adaya gelen her yeni gemide muhakkak anarşist eylemciler bulunuyordu. Bu gemilerin biriyle getirilen Auguste Courtois isimli bir anarşist adaya adım atmıştı. 5 yıl ceza kolonisinde tutulduktan sonra Fransa’ya geri götürülüp serbest bırakılan az sayıdaki tutsaktan biriydi. Auguste Courtois serbest bırakıldıktan sonra adada yaşadıklarını “Hapishane Anıları” adlı kitabında yazarak tarihe geçmişti.

Kurtuluş Adaları’nda gözetleme sistemlerine, gardiyanlara, zorunlu çalışma saatlerine rağmen anarşistler bir araya gelerek bir dizi isyan ve kaçma planları örgütlemişlerdi. Clément Duval de arkadaşları ile birlikte kendisinden önce birçok mahkumun yaptığı gibi 18 kez adadan kaçmaya çalıştı. Her seferinde yakalanarak tecrit cezaları almışlar fakat her seferinde yeniden denemişlerdi. Bu isyanlar ve kaçma planları gardiyanlar tarafından bastırılmış, sonrasında birçok anarşist vurularak veya giyotinle katledilmişti. Yaralı olarak sağ kalanların büyük bir bölümüyse hastalıklar sonrasında ölmüştü.

Clément Duval’se Şeytan Adası’na gönderilmişti. Adadan kaçmak için defalarca hazırlık yapsa da okyanus kaçışa engel oluyordu. Okyanusun ters akıntısı yüzünden, suya atılan her şey -bütün uğraşlara rağmen- adanın sahiline geri dönüyordu. Bu akıntıyı aştıktan sonra ise bir diğer engel köpek balıklarıydı.

Clément Duval ve sekiz arkadaşı Nisan 1901’de bir kez daha kaçma girişiminde bulundu. Bu sefer başarmışlardı. Bütün engelleri aşarak Amerika kıyılarına ulaşmış, Amerika’daki anarşistlerle iletişime geçerek New York’ta yaşamaya başlamışlardı. Clément Duval hapishane anılarını anlattığı “Outrage: An Anarchist memoir Of The Penal Colony” adlı derlemeyi yazmış, 1920 yılında da İtalyan anarşist Luigi Galleani bu derlemeyi İtalyanca’ya çevirerek kitap haline getirmişti.

Hapishanede birinin hikayesi herkesin hikayesi olur. Belki de Pappillion, Clément Duval’di. Henri Charrière Şaytan Adası’nda kaldı mı, oradan kaçmayı başardı mı yoksa Clément Duval’in hikayesi Henri Charrière’in hikayesi mi oldu bilinmez. Ancak 120 sene önce azgın sularla mücadelenin ardından karaya ilk ayak basanların sevinç çığlıkları bugüne kadar ulaştığına göre, dokuz anarşistin hikayesi herkesin hikayesi olmuş demektir.

Papillon – Steve McQueen, Dustin Hoffman’ın oynadığı, yönetmenliğini Franklin J. Schaffner’in üstlendiği 1973 yapımı film.

Papillon – Charlie Hunnam, Rami Malek’in oynadığı, yönetmenliğini Michael Noer’in üstlendiği 2017 yapımı film.

 

Furkan Çelik

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Papillon Kimin Hikayesi? – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/19/papillon-kimin-hikayesi-furkan-celik/feed/ 0
Moskova’da Dolaşan Bakunin Hayaleti – Merve Arkun https://meydan1.org/2019/04/19/moskovada-dolasan-bakunin-hayaleti-merve-arkun/ https://meydan1.org/2019/04/19/moskovada-dolasan-bakunin-hayaleti-merve-arkun/#respond Fri, 19 Apr 2019 07:39:16 +0000 https://test.meydan.org/2019/04/19/moskovada-dolasan-bakunin-hayaleti-merve-arkun/ 1920’li yıllar, Rusya’da sadece devrimin “proleterya diktatörlüğü” adı altında ezildiği değil aynı zamanda yeni tahsis edilmeye çalışılan düzenin de toplumsal yaşama entegre edilmesi için yeni projelerin üretilmeye çalışıldığı bir zamanı tarif ediyor. İşte bu günlerde, devrim yılları öncesinden beri kültür-sanat dünyasında pek çok tabuyu yıkmış, dünyayı kasıp kavurmuş farklı akımlardan sanatçılar tıpkı diğer dünya devrimcileri […]

The post Moskova’da Dolaşan Bakunin Hayaleti – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

1920’li yıllar, Rusya’da sadece devrimin “proleterya diktatörlüğü” adı altında ezildiği değil aynı zamanda yeni tahsis edilmeye çalışılan düzenin de toplumsal yaşama entegre edilmesi için yeni projelerin üretilmeye çalışıldığı bir zamanı tarif ediyor. İşte bu günlerde, devrim yılları öncesinden beri kültür-sanat dünyasında pek çok tabuyu yıkmış, dünyayı kasıp kavurmuş farklı akımlardan sanatçılar tıpkı diğer dünya devrimcileri gibi soluğu bu topraklarda alıyordu. 1918’in Nisan ayında, Lenin’in aklına bu sanatçıları Bolşevik iktidar için kullanmak üzere “dahice” bir fikir geldi; “Anıtsal Propaganda Planı”

Ünlü sanat eleştirmeni Anatoli Lunaçarski’nin yönetimindeki Eğitim Halk Komiserliği’nin (NarKomPros) ilk projelerinden biri olan bu heykel serisi için Lenin’in talimatından sonra sanatçılarla görüşüldü. Ülkede toplanan avangard sanatçılarla bir toplantıda bir araya gelen Lunaçarski konuşmasında hem “sosyalist ajitasyonu güçlendirecek bir yol” hem de “gizli yetenekleri ortaya çıkaracak bir iş” olarak projenin ne kadar önemli olduğunu ve Lenin’in bu proje özelinde sanata ne kadar da önem verdiğini vurguladı. “İlk defa sanat doğrudan devlet işleri ve onun ideolojisiyle ilişkilendirilmişti”.

Anıtsal Propaganda Planı’nın hayata geçirilmesi için Vladimir Tatlin seçildi. Konstrüktivizm hareketinin bilinen ismi, tamamlanmış olsaydı Eyfel ve Pisa kulelerinin “kızıl” bir dengi olacak olan “Tatlin Kulesi” projesinin de mimarı olan bu gibi avangard sanatçıların proje için seçilmesinde, Bolşevik Parti’ye yakın olmalarının yanında bir tartışmanın etkisi vardı kuşkusuz. O yıllarda, Musorgski, Rahmaninof, Çaykovski, Skriabin gibi bestecilerin müzik alanında; Tolstoy, Dostoyevski, Turgenyev, Gogol ve daha nicesi gibi edebiyatçıların da kendi alanında devrimci mücadeleye fayda sağlaması için uğraştığı toplumsal gerçekçilerdense; fütüristlerin, konstrüktivistlerin, dadanın yükselişi göze çarpıyordu. Başta Lenin olmak üzere Bolşevik bürokratların bu durum hemen ilgisi çekti. Avangard sanat, sanatlar arenasında yükselişe geçmiş ve diğer dünya devletleri tarafından aşağılanmış akımların genel adı haline gelmişti. Ancak Bolşeviklerin bu alana olan ilgisi özellikle bu sanat akımlarına olan inançtan çok, söz konusu akımların yeni kurulacak olan devletin çıkarları noktasında kullanılabilecek iyi bir araç olmasından öte bir anlam ifade etmiyordu.

Aslında “Anıtsal Propaganda Planı” fikri de Lenin’e ait özgün bir fikir değildi. İtalyan felsefesinin büyük ismi Tommaso Campanella’nın 1602 yılında kaleme aldığı “Güneş Ülkesi” isimli, sonrasında ilk sosyalistlere ilham kaynağı olacak olan ütopyasındaki bir temadan esinlenilmişti. Güneş Ülkesi’nde “ideal” bireyler üretmesi için birbiriyle eşleştirilen vatandaşlar, önceden planlanan “çiftleşme gecelerinde” büyük bilim, kültür insanlarının, toplumun “ileri gelenlerinin” heykellerinin dikili olduğu yerlerde birbirleriyle birlikte olurlar. Moskova’nın meydanına dikilecek olan büyük sosyalistlerin heykelleri de işte bu geleneğin devamcısı olacak, İtalyan Rönesansı gibi yeni bir çağın simgesi olacaktır.. Ancak işler planlandığı gibi gitmez.

Moskova’da Bir Hayalet Dolaşıyor…

Sanatçılarla yapılan toplantılardan sonra bir liste yapıldı. Devletin onayladığı “sosyalizm savaşçıları” listesinde yarısı Fransız olmak üzere 19 isim vardı. Danton, Marat, Babeuf ve Robespierre gibi Fransız devrimcilerinin yanında, Charles Fourier, Saint-Simon ve Robert Owen gibi ilk dönem sosyalistler, Garibaldi, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve tabii ki Marx ve Engels bulunuyordu. Devrimci mücadelenin “efsaneleri” de unutulmamıştı. Büyük köle isyancısı Spartacus, Romalı politikacı Gracchus ve Sezar’ın katili Brutus de heykeli dikilecek isimler arasındaydı. Kültür alanından şair Heinrich Heine ve besteci Frederic Chopin de devrimci sıfatıyla listeye girerken ressam Paul Cezanne’ın da ismi konuşuluyordu. Ancak bunca isim arasından iki tanesi göze çarpıyordu; Georgi Plehanov ve Mihail Bakunin.

“Anıtsal Propaganda Planı’nın” sekterlikten uzak olması gerektiğini düşünen Lenin, kendisinin en büyük eleştirmenlerinden Georgi Plehanov’un heykelinin dikilmesine izin vermişti! Yine de Plehanov, Marksist olması açısından sindirilebilirdi belki ama Bakunin de neyin nesiydi; hayatı boyunca devletlere karşı mücadele etmiş, Marx’ın devrime ihanet ettiğini düşünmüş ve anarşizmi örgütlemiş Bakunin’in Moskova Meydanı’nda olması bazı devlet büyüklerini rahatsız ettiyse de Lenin’in iradesinin üzerine kimse çıkamazdı elbette.
Ve nihayet heykeller yapılmaya başlandı. Çalışkanlığıyla diğerlerinden bir adım öne çıkan Boris Korolyov yapacaktı Bakunin heykelini. Anıtsal Propaganda Planı’nda form veya stil kısıtlaması olmadığı söylenmektedir. Korolyov’un, kübist-fütürist tarzda yaptığı denemeler ise bu form veya stil kısıtlamaları başlığında değerlendirilmemiş olacak ki geri çevrilmiştir. Ancak Korolyov pes etmez. Bakunin heykeli’ni herkesten önce bitirir, Moskova’da bulunan Ploshchod Turgeneva’ya dikilir. Diğer heykeller bitmeden açılış yapılamayacağı için etrafına tahtalar çakılır ve bekletilir.

Devrimci Sanatın İsyanı Mı, Sözde Devrimcilerin Sanata İsyanı Mı (!)

Moskova’da o sene soğuk pek bir çetindir. Çetindir çünkü halk sefalet içinde kalmıştır. Yakacak ihtiyacı büyük bir gerçeklik olarak devletin karşısında duruyorken, bu sorun “anıtsal propagandayla” ilgilenen devletin farklı bir yerden karşısına çıkacaktır.  Heykellerin ısınmaya yaramayacağını anlayan halk en azından etrafına dikilmiş tahtaları yakıt olarak kullanmaya karar verir. Bakunin heykelinin etrafındaki tahtalar teker teker çalınır ve herkesten önce Bakunin çıkar meydana! Lenin’in büyük devrimci liderler projesi Bakunin heykeliymiş söylentisi dolanmaya başlar. Yerel otoriteler huzursuzlanmaya başlar. Moskova halkının ne Rusya’daki anarşistlerle ne de tarihteki anarşistlerle bir sorunu vardır, ancak Bolşevik Parti üyelerinin tahammül seviyesi aşılmıştır.

Bakunin hayaleti birkaç hafta Moskova’da dolaştıktan sonra heykel apar topar kaldırılır. Bakunin’in Moskova Meydanı’nda belirmesinde tarihi bir ironi de bulunmaktadır aslında. Yalnızca anarşistlerin değil, menşeviklerin ve diğer sosyalist partilerin de dünya devrimine bir ihanet olarak gördüğü Brest-Litovsk anlaşmasından hemen sonra hayata geçen “Anıtsal Propaganda Planı’nın” Bakunin’le başlaması haliyle büyük bir şaşkınlığa yol açmıştır. Diğer yandan Ukrayna’daki anarşist devrimi “bastırmakla” meşgul olanlar için ise farklı mesajlar içeriyor olması muhtemel bir olay olmuştur halihazırdaki durum…

Aradan yıllar geçti, bugün Moskova Meydanı’nda tarihten devrimcilerin heykelleri izlenmeye devam ediyor. Ancak bu sefer “Anıtsal Propaganda’nın” bir parçası olarak değil, Rusya devletinin turizm gelirleriyle dolduracağı kasasının bir hizmetkarı olarak. Bakunin hayaleti ise eskimiş meydanlarda değil; komünlerde, barikatlarda, özgürlük çığlığının yankı bulduğu her yerde gezmeye devam ediyor.  

 

Merve Arkun

[email protected]

 

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır. 

The post Moskova’da Dolaşan Bakunin Hayaleti – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2019/04/19/moskovada-dolasan-bakunin-hayaleti-merve-arkun/feed/ 0