The post 1984’ten Bugüne Örgütlenerek: De Grote Broek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Paylaşmanın ve dayanışmanın mekanlarına yer verdiğimiz arka sayfalarımızda, bu sayımızda Hollanda-Nijmegen’den Grote Broek kolektifinin deneyimlerine yer veriyoruz. 35 yıllık bir işgal evi deneyimi ve politik bir mekan olan Grote Broek’ten Peter M. ile bu 35 yıllık deneyimi konu edindiğimiz bir röportaj gerçekleştirdik.
Öncelikle kuruluş sürecinden biraz konuşalım istiyoruz. Grote Broek nasıl kuruldu?
Grote Broek, Hollanda’nın Nijmegen şehrinde işlerliği olan politik ve sosyal bir alandır. Kolektif, bünyesinde birlikte yaşayan iki komün, bir vegan-organik restoran, politik bir kafe, konser alanı ve 16 örgütün karar alma süreçlerini işlettikleri mekanı barındırır. Aslında sadece 150 bin nüfuslu Nijmegen’de değil, aynı zamanda Hollanda’da da önemli siyasi bir alan konumundadır. 1984’te işgal edilen bina, birçok zorla boşaltma girişimine karşın 2002’de legal bir biçim kazanmıştır. Hollanda’da buna benzer süreçler, bina sahibi ya da konut destek birimiyle yapılan anlaşmalarla sağlanıyor. 2009’da on yıllık bir kira kontratı imzaladık. 2018’de sınırsız bir süreye kadar uzattık. Bu iş biraz teknik ve hukuki işlemleri içinde barındırıyor. Ancak Hollanda’da ve içinde bulunduğumuz süreçte, sınırsız anlaşmalar genelde “işgal evleri”nin lehine bir durum.
Kuruluş sürecindeki temel dinamikleri ve nedenleri tek tek sayabilmek zor. Ancak işgal hareketi ve devrimci siyaseti önemseyen kolektif ya da grupların buna benzer alanlar açmaları çok önemli. 13 yıllık bireysel deneyimim de bunun böyle olduğunu söylüyor. İnsanların bir araya gelecek mekanlar bulabilmeleri buna benzer alanlar, birliktelikler geliştirebilmenin iyi bir yolu. Siyaset konuşabilmenin ve tartışabilmenin, bu tartışmaları ve düşünceleri pratikleyebilmenin bir aracı Grote Broek. Kapitalizmin yok saydığı değerlerin somutlanabileceği bir alan. Aslında birçok yönden İstanbul’daki Kolektif 26A deneyimine benziyor, anarşist düşünceleri ve siyaseti pratikleme çabası…
Grote Broek’teki işleyişten bahseder misin? Kararların alınması, inisiyatifler…
Aslında Grote Broek tek bir ideolojik yapı üstüne kurulu bir yapı değil, özgürlükçü soldan anarşizme farklı bakış açılarına sahip örgütlenmelere ev sahipliği yapıyor. Özellikle Nijmegen gibi bir şehirde, muhalefetin sınırlı olduğu bir bölgede, buna benzer bir dayanışma her şeyden önce bir ihtiyaç. Bunun bir ihtiyaç olduğunu bir anarşist olarak söylüyorum. Ancak şunu eklemeliyim, bu dayanışma tabana dayalı karar alma süreçlerine dayanıyor. Hiçbir politik parti, Grote Broek’te yer almıyor.
Grote Broek’te aktif 16 örgüt var. Bu aktif kullanımın dışında, birçok kolektif ya da grup mekanı kendi etkinlikleri için kullanabiliyor. Film gösterimleri, dışa açık tartışmalar, iç toplantılar… Grote Broek’in binasında 16 insan yaşıyor. Hepsi de bir kolektifte çalışmalar yürütüyor.
Aslında Grote Broek’te çalışma yürüten iki kolektiften özellikle bahsetmek istiyorum. Klinker ve Onderbroek… İki kolektifin de binada alanı mevcut ve Grote Broek’in politik altyapısı için bu iki alan oldukça önemli. Onderbroek bir konser alanı. Burada konser etkinlikleri düzenliyoruz. Punk’tan Jazz’a oldukça geniş bir yelpazemiz var. Onderbroek bir araya gelmemize ve hem kendi hem de başka kolektifler için ekonomik dayanışma etkinlikleri yapmamıza olanak veriyor. Her şeyden önemlisi gönüllülüğe dayanıyor.
İkinci kolektif Klinker, vegan-organik bir restoran. Bu mekanda politik etkinlikler, tartışmalar, film gösterimleri ve atölyeler düzenleniyor. Haftanın dört günü restoran açık oluyor, oldukça yerel ve organik gıdalar kullanılmaya çalışılıyor. Sebze-meyveyi yerel üreticiden temin etmeye çalışıyoruz. Zapatista Kahve Ağı gibi ağlardan edindiğimiz başka gıdalar mevcut. Klinker aynı zamanda göçmenler için de bir buluşma yeri. Yasal evrakları olmayanlar, buluşma mekanı olarak Klinker’i kullanıyor. Fotoshop atölyeleri, Linux ve siber-güvenlik atölyeleri gibi benzer atölyeler için mekan kullanılabiliyor. Klinker’de De Zwarte Uil (Kara Baykuş) isimli anarşist bir kütüphane de mevcut. İnsanlar kütüphaneden kitap ödünç alabiliyor. Klinker’de de insanlar gönüllü olarak çalışıyor, buradan elde edilen gelirle örgütler ya da eylemlere ekonomik dayanışma sağlanıyor.
Yani Grote Broek bu kolektif ve bireylerden oluşan başka bir kolektif. Aylık karar alma süreçlerinde farklı meseleler konuşulup planlanıyor. Ekonomi, mekanın bakımı, ekonomik dayanışma gösterilecek kolektifler bu karar alma süreçlerinin çerçevesini oluşturuyor. Bu aylık toplantılara, mekanı kullanan kolektiflerdeki bireylerin hepsinin katılması beklenir. Amaçlanan şey ortaklaşmaktır. Bazen burada konuşulan konuların, kolektiflerin kendi iç toplantılarında da konuşulması gerekebilir. Bir sonraki buluşmaya kadar iç tartışmalar sürer. Bu aylık toplantıların yanında daha büyük toplantılar da organize edilir. Bir sonraki yılın ekonomi planı gündem olabileceği gibi, mekana yönelik bir faşist saldırı da gündem olabilir. Tüm toplantılarda konsensusa dayalı bir karar alma süreci işletilir. Eğer mesele çözülmezse oylamaya gidilir. Grote Broek’teki tüm örgüt ve kolektiflerin bir oyu ve binada yaşayanların bir oyu vardır. Yani hem orada yaşayıp hem de kolektifte olanlar iki ayrı oy kullanamaz. 6 yıllık deneyimim boyunca, tartışmalı karar alma süreçleri yaşasak da çoğunluğun kararı belirlediği bir oylama sürecine girmedik.
Her ay konut destek birimine ödediğimiz sabit bir miktar var. Bu paranın %60’ı orada yaşayanlar, %40’ı Grote Broek bünyesindeki örgüt ya da kolektifler tarafından karşılanıyor. Orada yaşayanlar için bir kira uygulaması yapılıyor. Ancak ödenecek kira bireylerin kazancına göre belirleniyor. Bu uygulama her ay orada yaşayanların kazançları hesaplanarak yapılıyor. Dolayısıyla, binada yaşayan bireylerden biri, bir ay daha fazla öderken bir sonraki ay daha az ödeyebilir. Bu onların kazandıklarıyla ilişkili. Ekonomik sorunlar her zaman karşılaşılabilir sorunlardır. Önemli olan onları kolektif bir şekilde çözebilmektir.
Kolektifin bulunduğu yerdeki politik atmosferden biraz bahsedebilir misin? Grote Broek bu atmosferi nasıl etkiliyor?
Daha önce belirttiğim gibi Grote Broek ekonomik olarak şehirdeki eylemlerle ekonomik dayanışma gösteriyor. Politik etkileşim için iyi bir mekan sağlıyor, ki buralarda toplantı ya da paneller düzenlenebiliyor. Nijmegen’deki tüm eylemler ya Grote Broek’te başlar ya da burada biter. Grote Broek imzasıyla eylem yapmıyoruz, genelde Grote Broek içindeki örgütlerin isimlerini kullanıyoruz. Örneğin, Suriye’deki savaş nedeniyle Nijmegen’e gelmiş göçmenlerden oluşan ırkçılık karşıtı bir platformu anarşistler olarak örgütlediler ve beraberce 1 Mayıs’a katıldık. Antifaşist eylemleri, göçmenlerle dayanışma eylemleri, hayvan hakları eylemleri, ekoloji eylemleri, LGBTİQ+ eylemleri örgütledik.
Karşılaştığınız sıkıntılar ve siyasi baskılardan söz eder misiniz?
Geçtiğimiz senelerde, politik hareketliliğimizden dolayı aşırı sağ grupların hedefindeydik. 2018 Kasım’ında aşırı sağcı “Kan ve Gurur” isiml bir yapıyla neo-nazi grubu “Irkçı Kuvvet” Grote Broek’e karşı bir eylem çağrısı yaptı. 50 ırkçı holigan Klinker’e girip insanlara saldırmaya çalıştı. Sadece bu ırkçı gruplar değil medya tarafından da hedef olarak gösteriliyoruz. Bize şiddet yanlısı solcular diyorlar. Özellikle Almanya’daki G20 eylemleri sonrası yoldaşlarımız Nijmegen’de tutuklandı. 2019 Martı’nda Amsterdam’daki başka bir eylem neden gösterilerek bir kişi Grote Broek’ten alınarak tutuklandı. Bu tutuklamalar, medyanın Grote Broek’i hedef göstermesinde etken oldu. Tabi ki eylemi, mücadeleyi savunan insanların mekanıdır Grote Broek. Ancak medyanın provokatif dili, bize yönelik herhangi bir saldırıyı haklılaştırma amacı taşıyor.
Tüm bu polis, faşist ve medya saldırısına rağmen kolektifin karşılaştığı en büyük sorun bu değil. Grote Broek 35 yıllık bir kolektif. Bu deneyimin unutulma sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu hissediyoruz bazen. Kendi yeri için mücadele eden insanların çabasıyla kurulan bu mücadele -ki bu insanların buraya katılmasının en büyük motivasyonlarından birisi- ve deneyimler unutulabiliyor. Özellikle yeni katılan insanlara bu deneyimlerin nasıl anlatılacağı ve bunun üzerinden işleyişin devamlılığı için neler yapılabileceğini sıklıkla konuşuyoruz. Bizce asıl karşısında mücadele edilmesi gereken şey bu.
Grote Broek’un benzer kolektiflerle ilişkileri nasıl?
Hollanda’da Grote Broek benzeri birçok mekan var. İşgal hareketinin uzun bir deneyimi var. Ve eski işgal evlerinden bazıları hala kendilerini sürdürüyor. Utrecht’te ACU, Emmen’de Huize Spoorloos, Amsterdam’da De Vrankrijk en de Binnenpret, Rotterdam’da Poortgebouw akla ilk gelenler. Bunların dışında Hague’da Autonoom Centrum, Amsterdam’da Nieuwland, Leiden’de Vrijplaats gibi projeler de bulunuyor. Bu kolektiflerdeki bireyler arasında bir bağ var ama kolektifler arası bir bağdan söz etmek mümkün değil. Ama özel durumlarda bir araya gelişler, dayanışmalar oluyor. Kasım 2018’deki faşist saldırı sonrasında, farklı şehirden birçok antifaşist Grote Broek’e gelerek dayanışma göstermişti.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Mücadeleler sonucu elde ettiğimiz beraberliklerimizi, bu beraberliklerle oluşuturulmuş mekanlarımızı unutmamak önemli. Onları devam ettirebilmek adına önemli. Mücadelenin meşruluğunu sağlayan şey tam da bu işte. Farklı coğrafyalardan deneyimleri paylaşmaya ihtiyacımız var. Toplumsal bir hareket yaratabilmek adına buna ihtiyacımız var. Sınır tanımayan dayanışma ilişkileri geliştirebilmek adına buna ihtiyacımız var. Tutsak olanlar; devletlere direnenler; kapitalizmle, ırkçılıkla, ataerkiyle, faşizmle mücadele edenlerin deneyimlerini paylaşmaya ve birbirinden haberdar olmaya her zamankinden çok ihtiyacı var.
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post 1984’ten Bugüne Örgütlenerek: De Grote Broek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj: Filmin Adı Ne Olsun? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi: Ali Bozan kimdir? Bize biraz kendinden söz eder misin?
Ali Bozan: Antakya Mustafa Kemal Üniversitesi Heykel Bölümü’nde okurken sinemayla ilgilenmeye başladım. Heykel kendimi ifade etmem için yetersiz kaldı. Küçük küçük videolar çekmeye, bir şeyleri montajlamaya başladım. Sonra bir kısa film çektik. Yaratma sürecinin kendisini sevdim. Böyle kendiliğinden başlayan bir süreç oldu..
Üniversite yıllarından sonra kendimi, bir şey çekmeden, İstanbul’da sinema sektörünün içinde buldum; ana akım işlerde çalışmaya başladım. Oranın bana bir şey katmadığını söylersem yalan olur, oradaki yapımların insanlar ve toplumlar üzerindeki etkilerini görmeye başladım. Sonra, “Anlatacak bir hikayem var mı?” diye düşündüm. Ülkenin siyasi durumunu biliyorsunuz; alternatif düşünen, işini iyi yapan, geçmişten beri profesyonelleşmiş insanların yokluğundan kaynaklı da yaptığım işler biraz daha fazla değer görmeye başladı. Yakın dönemdeki, özellikle son üç beş sene içerisindeki ülke gündemini, insanları, toplumu, bölgeyi ilgilendiren; kendime ve insanlara dert olduğunu düşündüğüm konuları seçmeye çalıştım.
“7 Gün 7 Gece” filmi ile tanındın. Seni bu filmi çekmeye iten neydi, film çekimi sırasında ve sonrasında neler yaşadın?
“Özyönetim” sürecinde şehirler ablukaya alınmış ve birçok trajik olay gerçekleşmişti. Çoğunu herkes gibi sosyal medyadan duyduk. Ne yapılabilirdi? Bir kadının cenazesi yedi gün boyunca sokakta kaldı, cenazesi alınamadı. Annenin cenazesini izlemek zorunda kalmak ne demek? Anlatılması çok zor bir şey. Bir senariste böyle bir şey yaz desen ve sana getirse “Ya çok abartmışsın” dersin, “Bu olabilir mi?” dersin. Ama oldu.
Benim o süreçte hissettiğim duygular öfke ve çaresizlikti. Böyle şeyler oluyor ve sen hiçbir şey yapamıyorsun. Motivasyonumun çıkış kaynağı buydu. Korkunç çaresizlik.
Mekan arayışı biraz problem oldu. Bölgeye gidip filmi yapamazdım, çünkü yasaktı. Fakat tabii devletin görevlileri oraya gidip klip bile çekti. Böyle olunca filmi kentsel dönüşümün sürdüğü bir mahalle olan Fikirtepe’de çekmeye karar verdim. Kentsel dönüşüm alanlarının Sur, Cizre ve Nusaybin’den farklı olmadığını görünce küçük bir sanatsal dokunuşla mekanı oluşturabildik.
Yeni filmin “Filmin Adı Ne Olsun?”un sürecinden konuşalım biraz. Yine sert bir konuyu ele aldığın bu filmin çekim sürecinde ne tür zorluklarla karşılaştın? Diğer filmle benzeşen ya da farklılaşan yanları neler oldu?
Yine bölgedeki benzer bir acıyı anlatan bir film. Cemile Çağırga’nın, 10 yaşında bir kız çocuğunun günlerce buzdolabında bekletilmesinin hikayesi. Bir buzdolabı, bir kız çocuğu ve bir adam etrafında dönen bir hikaye. Trajediler sanat dilinin sınırlarının çok üstünde, özellikle de Kürtlerin trajedileri. Daha iyi bir anlatımı aramaya, bulmaya yönelten işler daha çok ilgimi çekiyor; o nedenle böyle bir anlatıma gittik. Bunu anlatırken performans sanatına yakın bir tarza dönüştü.
Filmin adı aslında seyirciye sorulmuş bir soru. Geçmişi, çözüm sürecini hatırlatan bir soru. Kurmaca bir film. Ama gerçek bir hikayeden yola çıkan bir film. Öncekine göre daha zor oldu çünkü artık siyasi atmosfer de sertleşmişti. Filmin başka bir dili ortaya çıktı.
Mekan bulmada sorun yaşamadım ama oyuncu seçmeleri yorucuydu. Kız çocuğunu oynayacak çocuğu bulmak biraz sorun oldu. Gerçekten Cemile’nin yaşlarında ve onu yansıtan görünümde birini oynatmak tehlikeli de olabilirdi. İki oyuncu ve yönetmenin yoğun olarak çalıştığı bir süreç oldu. Tabii bir çok insan içinde yer almak istedi, dayanışma gösterdiler.
Her iki filmin de çekim süreçlerinde ailelerle bir irtibatın oldu mu?
Filmi çekerken Taybet Ana’nın da, Cemile’nin de ailesi ile doğrudan iletişime geçmedim ama benim bu filmleri yaptığımdan haberdarlardı. Amacım acıları tazelemek değil bir değer yaratmaktı. Muhtemelen o buzdolabı saklanıyordur. Orasının bir utanç müzesine de dönmesi gerekir. Bir kız çocuğunun buzdolabında olmasının hiçbir mantıklı açıklaması yok gerçekten. Bu topraklarda her objeyle, her nesneyle ilgili bir dramımız var, ayakkabı deyince Hrant Dink geliyor, ekmek deyince Berkin, buzdolabı deyince de Cemile.
Çekimi önceki filmdeki gibi tek plan yapmadım. Burada metaforik anlatımı seçtiğim için zorlayıcı planlardan ve tekniklerden uzaklaştım. Filmin bütçesini tamamen kendi imkanlarımla karşıladım.
Günümüzde çocuklar çalışmak zorunda bırakılıyor, cinsel şiddete maruz kalıyor, hapishanelerde tutsak ediliyorlar. Bunları da düşündüğümüzde kendini ve sinemanı nasıl bir yerde konumlandırıyorsun?
Tüm arşivine el konan Oktay İnce kendisini Sinema Genel Müdürlüğü önüne zincirledi, Bakur’un yönetmenleri yargılanıyor, neye varacak bilinmiyor. Yani sadece çocuk sorunu yok. Hangi kesimden olursak olalım, çocuk hassas olduğumuz bir konu. Eskiden çocukla ilgili meseleye ortak tavır geliştirirdik! Artık bu ortaklaşma da ortadan kalktı. Ben isterdim ki 45 erkek çocuğuna tecavüzün çekilmiş bir filmi olsun. Ne var ki bu başlı başına cesaret gerektiriyor. Ama yapılması gerekiyor, Ceylan Önkol’un anlatılması gerekiyor. Bütün bunlardan bahsetmeyeceğiz de neyden bahsedeceğiz?
Korkunç bir korku duvarı var. Gerçekten başardılar. Çünkü insanlar kendiliğinden “Ya başıma bir şey gelirse?” demeye başladılar.
Sinema öncelikle hafızadır. Biz balık hafızalıyız. Bırakın 10 yılı, 5 yılı, bir hafta öncesinde yaşananları hemen silebiliyoruz belleklerimizden. Sanki hiç olmamış gibi davranabiliyoruz. Diri tutmak adına etkilidir sinema.
Son olarak neler eklemek istersin?
Filmin kurgusu bitmek üzere. Filmi yurtdışı izleyicisindense öncelikle bölge insanına ulaştırmayı önemsiyorum. Buna en çok o insanların ihtiyacı var.
Röportaj: Doğaç İlbay
Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Röportaj: Filmin Adı Ne Olsun? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bir Politik Arkeoloji Tartışması: Savaşın Kazısından Barış Çıkar mı? – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Fransız ressam Maurice Orange’ın “Bonapart piramitlerin önünde, bir kralın mumyasına bakıyor” (“Bonaparte devant les pyramides contemplant la momie d’un roi, 1797”) adlı resminde Napolyon’un Mısır Seferi’ni tıpkı benzer konuları işleyen diğer eserlerde olduğu gibi çarpıcı bir gerçeklikle konu edinmiştir.[1] Ellerinde silahlarıyla, gezintiye çıkmış Napolyon’u ve beraberindekileri koruyan askerleri, orduyla birlikte gelen koltuğunun altında kitabı ve elinde şemsiyesiyle “bilim insanlarını”, mumyanın durduğu lahiti tutan Mısırlı’nın yanında şapkası ve baştan ayağa giyinişiyle kendini belli eden “batılı kaşif” figürünü ve son olarak belki de kendi tarihinin Napolyon’larından birinin çürümeden korunmuş cesedini tutarak Napolyon’a bakan Mısırlı’yı başarılı bir şekilde tasvir etmiştir.
Yalnızca bu resim bile (istemeden de olsa) kolonyalist işgalci ve kaşif arkeolog arasındaki tarihsel ilişkiyi açığa çıkarmaya yeter de artar bile. Ama gelin biraz da diğer örnekleri inceleyelim. Arkeolojinin tarihi bugün pek çok arkeolog tarafından keşifler tarihi ve insanlık tarihinin anlamlandırılması sürecine katkıda bulunmuş önemli kaşiflerin maceralarının idealize edilmesiyle anlatılır. Erken dönem arkeologlardan Heinrich Schliemann’ı hatırlayalım örneğin. Gemicilik, esnaflık ve Amerika’da “definecilik” gibi pek çok iş yapan, Anadolu’ya esasen tüccar olarak gelen ve Helen Kültürü’ne (özellikle de Homeros’un metinlerine) yakın ilgisi olan Schliemann, zengin olma hayalleriyle Troya’nın hazinesini bulmaya gelmişti. 1868 yılında Pınarbaşı ve Hisarlık Höyüğü’nü inceleme fırsatı bulan Schlimann, okuduklarıyla kurdukları benzerliklere binaen Hisarlık Höyüğü’nde karar kılmıştı. Yaptığı tercih onu “Priamos’un hazinesi”ne götürdü. Bugün “yağmacı arkeoloji” olarak sınıflandırılan ve akademik camiada belli bir anlamda politik olan içeriğinden yoksun olarak anlatılan hikayenin sonu, Troya hazinesinin dünyanın pek çok yerine dağılmasıyla ve günümüzde devletler arasındaki gerilimlerden bir diğerini yaratan konu başlığı olarak tekrar pek çok kişinin gündemine düşüyor.[2]
Yağmacı Arkeologdan Bilim İnsanı Çıkaran Arkeoloji Tarihçiliği
Schliemann bir örnek. Peki ya diğerleri? Öjeniklerle ilişki kuran Flinders Petrie[3], bir İngiliz bürokratı olan Henry Layard ve Arthur Evans gibi dolaylı yoldan kolonyalizmle ilişkide olan erken dönem arkeologları gözümüzün önüne getirecek olursak, arkeolojinin dünya çapında ortaya çıkışı ve bir bilimsel disiplin haline gelişi sürecindeki sorunları tekrar hatırlayabiliriz. Bu insanların ortaya çıkardıkları eserlere ve neticesinde açığa çıkan bilgiye değil de yaptıkları işlemler sırasında kolayca gözlemlenebilecek kirli bağlantılar ve beraber yürüyen devlet ideolojisinin yayılışı, üzerinde durulması gereken önemli bir konu olarak güncelliğini koruyor.
Koruyor çünkü bu sefer daha organize ve “bilimsellik” kisvesi altındaki meşrulaştırmalarını daha farklı şekilde kurgulayabilen bir modern “yağmacılık” söz konusu olmaya devam ediyor. Çok geriye gitmemize gerek yok, yakın tarihte arkeolojik kalıntıların bolluğuyla ve görkemiyle meşhur mezopotamya coğrafyasında yaşanan Suriye Savaşı ve Irak İşgali süreçlerine yakından bakıldığında arkeolojinin devletin ve işgalin maşası olarak hala sahada olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Çatışmalar sırasında yıkılan Emevi Camisi, El Medine Çarşısı, Krak des Chevaliers, Jobar Sinagogu ya da bizzat IŞİD tarafından zarar verilen Palmira Antik Kenti ve Ninova Arkeoloji Müzesi’ne[4] yönelik saldırılardaki asıl sorumlunun ilk bakışta görünen birincil failler mi yoksa bu savaşı başlatan küresel kapitalistler mi olduğu sorusu şimdilik bir kenarda kalsın. Ondan önce ticari bir nesne olarak arkeolojik eserlerin silah pazarını nasıl şekillendirdiğine dair güncel bir örnekle sizi başbaşa bırakalım ve “yağmacılık” bugün nasıl sürüyormuş biraz daha yakından bakalım:
“İtalya basını, IŞİD’in ele geçirdiği arkeolojik kalıntıları ve sanat eserlerini, İtalyan Camorra ve ‘Ndrangheta mafya örgütleri aracılığıyla satarak karşılığında silah aldığını, çalıntı sanat eserlerinin de Türkiye üzerinden İtalya’ya ulaştırıldığını iddia etti. La Stampa’nın dünkü haberinin ardından Il Mattino gazetesinde bugün yer alan bir haberde de “İtalya ve Avrupa pazarına gönderilen eserlerin Türkiye üzerinden doğrudan (İtalya’nın güneyindeki) Gioia Tauro Limanı’na getirildiği” iddiasına yer verildi.”[5]
Batılı işgalcilerin “egzotik kültürlere yönelik” saldırılarına ilişkin bir başka örnek için 2000’lerin başına gidelim. Mezopotamya’nın Mona Lisa’sı olarak ün salmış Warka Başı’nın bulunduğu coğrafyadan kaçırılışı basında epey yer bulmuştu. 2003 yılının Eylül ayında tekrardan müzeye geri götürülüşüne kadarki süreçte “kültürel mirasın korunumu” amacıyla orada bulunan arkeologlar için gerçek bir mücadele(!) olmuş olsa gerek. Yanı başlarında bir Babil yerleşiminin askeri üs haline getirilmesi söz konusuyken hem de… Warka Başı’nın döndüğü yıllarda, MÖ 575’te inşa edilen ve 1900’lerin başlarında yürütülen kazı çalışmaları ile ortaya çıkmış Babil’in ünlü İştar Kapısı’nın bulunduğu arkeolojik alanın ortasına inşa edilen askeri üs konusunda tarafsız kalarak işgali savunucu pozisyonuna düşen arkeologlar dahi mevcuttu.
Başka örneklerde kendi yağmacı tavrını ortaya koymasına rağmen, söz konusu ABD olduğu zaman hızlıca harekete geçen British Museum, yaptığı çalışmada tahribatı “hayli talihsiz” şeklinde değerlendiriyordu. “Alanın yaklaşık 300 bin metrekarelik bir alanı çakıl taşı ile kaplandı. Çivi yazılı tuğla parçalarını etrafa saçarak arkeolojik dolguların içine siperler kazıldı. Başka bir alan ise helikopter inişi için düzleştirilerek tahrip edildi. Portatif tuvaletler ve otopark inşası gibi birçok amaç için bu alan tahrip edildi.”
Devletlerin Savaşında Form Değiştiren Ama İşlevi Değişmeyen Arkeoloji
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Arkeoloji: Tarihin ve Kültürün Yeniden Yapılandırılması” başlıklı kitapta, Ayşe Boren’in derlediği makaleler arkeolojinin etiğine, politikasına ve özellikle de pratiklerine eleştirel bir yaklaşımla kaleme alınmış.[6] Aralarından Tarihöncesi Arkeolojisi üzerine yoğunlaşmış arkeolog Oscar Moro Abadia’nın “Bir Kolonyal Söylem Olarak: Arkeoloji Tarihi” isimli yazısı konuya dair kapsamlı bir bakış açısı sunuyor ve önemli sorular soruyor. Yannis Hamilakis ise Irak işgali sırasında yukarıda örneklerini verdiğimiz olgulara ilişkin birincil gözlemlerini aktarırken arkeolojinin kapitalizmle olan ilişkisine de eğiliyor.
Abadia’nın belirttiği gibi: “Arkeoloji pratiği, milliyetçiliğin altın çağında, yeni şekillenen ulusal imgelemi maddi kanıtlarla desteklemiş; kolonyal güçlerin medeniyet anlatılarına dayanak sunmuş, kolonileştirilen halkların maddi kültürlerinin gasp edilmesini meşrulaştırmış ve muasır medeniyetler arasında yer edinmek isteyen eski sömürgelerin, kökenlerini dayandıracakları şanlı ve (formu itibariyle “modern”) “bir geçmiş inşa etme[lerine]” yardımcı olmuştur”. Arkeoloji bununla birlikte dönemin ruhuna göre işgal pratiğini değiştiren devletlerin de stratejisinin bir parçası olarak kapitalizmin kültürel inşa sürecine hizmet etmeye devam etmektedir. Hamilakis şöyle söylüyor: “Savaş makinesinin kültür kolu gibi çalışan bir arkeoloji. Birçok bakımdan 19. yüzyılın kolonyal arkeolojisini canlandıran ‘yeni bir arkeoloji’.”
Peki ya disiplinin kendi içinde geliştirdiği savaş karşıtı tavır, politik bir araç olarak arkeolojinin savaş alanına sürülmesini engelleyebilir mi? Yeraltından çıkan buluntuların “mülkiyeti” evrensel bir bilgi nesnesi olarak insanlığa mı yoksa çıkarıldığı coğrafyada bulunanlara mı ait? Peki ya adeta askeri bir disiplinle işleyen kazı pratiğinin içindeki iktidarlı ilişkiler?
Yalnızca Savaşa Değil, Savaşları Yaratan Devletlere Karşı Bir Arkeoloji?
Arkeolojinin politikası ve etiğine ilişkin henüz cevaplanmamış soruları hatırlatmak ve yeni sorular üretmek mümkün. Bütün bu soruları cevaplayacak yeni, özgürlükçü bir arkeoloji etiğinden bahsetmek için de henüz erken ancak halihazırda yoğunlaştığımız sorunun çözümüne dair aklımıza gelen düşünceleri ilk elden serimlemek faydalı olacak. Eğer savaş karşıtı bir arkeolojiden bahsedeceksek, onun özü itibariyle politik bir faaliyet olduğunu kabul etmemiz gerekecek. “Bilimsel nesnellik” ısrarına karşı, sosyal bilimlerin hemen her alanında olduğu gibi her arkeolojik araştırmanın politik anlamlar ifade ettiğini kavramak durumundayız. Diğer yandan devletin savaşlarda arkeolojiyi kullanmasını önlemek istiyorsak -en yalın anlamda- savaşları ortaya çıkaran gerçek sorumluyu yani devlet düşüncesini reddetmemiz gerekecek. Geçmişin yorumlanmasında karşılıklı yardımlaşmayı, ekolojik duyarlılığı ve iktidarsız ilişkileri açığa çıkaran; kralların, efendilerin değil sıradan insanların hikayesini anlatan ve bir araç; işgalin değil, insanın geçmişini anlama sürecinin hizmetindeki bir arkeolojiye ancak bu şekilde ulaşabiliriz.
Dipnotlar:
Zeynel Çuhadar
The post Bir Politik Arkeoloji Tartışması: Savaşın Kazısından Barış Çıkar mı? – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at: Çocuğa Yönelik Şiddete Karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kapitalist işleyiş içerisinde zaman zaman kullanılabilecek ama paylaşma ve dayanışmayla örülü özgür dünyada hiçbir şeye yaramayacak bilgiler…
Gazetelerde, televizyonlarda özellikle son dönemde iyiden iyiye tartışılan çocuğa yönelik şiddet, hiç kuşku yok ki kanunlarda değil insanlarda ve dolayısıyla toplumda gerçekleşecek bir değişimle sona erebilecek. Ancak bu yazıda özellikle acil müdahale gerektiği durumlar olmak üzere çocuğa uygulanan şiddete karşı başvurulabilecek yasal yollar değerlendirilecek. Yazının başında belirtmek gerekir ki çocuk olarak 18 yaşından küçük kişiler değerlendirilmektedir.
Çocuğa yönelik şiddete karşı hukuken başvurulabilecek imkânlar, temel olarak Çocuk Koruma Kanunu ile Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’da yer almaktadır. Hemen burada ufak bir parantez açmak gerekiyor. Kanunun isminin aksine söz konusu olan çocuğa yönelik şiddetin önlenmesi değil hâlihazırda var olan şiddetin durdurulması ve yenilerinin önüne geçebilmektir. Kanunun başlığında kendine yer bulan ve sanki şiddet mevcut değilmiş algısı yaratan “şiddetin önlenmesi” yerine bu nedenle “şiddetin yok edilmesi/tasfiye edilmesi” gibi bir ibare kullanılması daha uygun olacaktı. Acil tedbir olarak değerlendirilebilecek hükümlerse Çocuk Koruma Kanunu’ndan çok Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’da yer almaktadır.
Öncelikle kanunun hangi durumda uygulanacağını vurgulamak, konunun aciliyeti bakımından önemli olacaktır. Çocuğa yönelik şiddet söz konusu olduğunda bu durum hemen bir soruşturmaya tabi olacaktır. Belirtmek gerekir ki çoğunlukla çocuğa şiddet uygulayan kişi 18 yaşından büyük olmakla birlikte çocuklar arasında da bu şiddet söz konusu olabilmektedir. Şiddeti uygulayan kişinin çocuk olması durumunda bu çocuğun ifade alınması dâhil tüm işlemleri savcılık nezaretinde gerçekleşirken şiddetin mağdurunun çocuk olması durumunda gerekli işlemler “savcılığın bilgisi dâhilinde” polis nezaretinde gerçekleşecektir.
Her ne kadar polisler fiili duruma uygulanması gereken kanunu bilseler de kendilerine çıkacak evrak işlerinden dolayı çoğunlukla tedbir uygulanması gibi başvurulabilecek yollara yanaşmak istemeyeceklerdir. Burada önemli olan nokta, ulaşabileceğiniz bir avukatınızın olmaması durumunda baronun sizin için zorunlu olarak görevlendireceği avukatın çocuğa haklarını hatırlatması gerektiğidir.
Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun kapsamında koruyucu ve önleme tedbirlerine mülki amir (vali, kaymakam), gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kolluk amiri ve hâkim karar vermektedir. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kolluk amirinin ve mülki amirin vereceği tedbirler çocuğun bulunduğu yerde veya başka bir yerde uygun barınma yeri sağlanması ya da hayatî tehlikenin söz konusu olması durumunda ilgilinin talebi üzerine veya kendiliğinden çocuğun geçici koruma altına alınmasıdır. Mülki amirin şiddete uğrayan çocuk için tek başına vereceği kararlar geçici maddi yardım yapılması ile psikolojik ve mesleki anlamda rehberlik ve danışmanlık hizmeti verilmesidir.
Bunlar dışında şiddeti uygulayan kişiye yönelik ancak hâkimin verebileceği birçok karar bulunmaktaysa da dişe dokunur olarak değerlendirilebilecek olan tedbir, uzaklaştırma tedbiridir. Uzaklaştırma tedbirinde şiddeti uygulayan ile çocuk aynı konutta yaşıyorsa şiddeti uygulayan kişinin konuttan veya bulunduğu yerden derhâl uzaklaştırılması ve beraber kullanılan konutun korunan kişiye yani çocuğa tahsis edilmesi; ayrıca şiddet uygulayan kişinin, çocuğun konut ve okuluna yaklaşmaması tedbirleridir. Durum gerektiriyorsa bu tedbirlere geçici olarak kolluk amiri karar verebilir. Bunun dışındaki tedbirler şiddet uygulayana yönelik şiddet tehdidi, hakaret, aşağılama veya küçük düşürmeyi içeren söz ve davranışlarda bulunmaması yönünde tedbir verilmesi ya da korunan kişiyi iletişim araçlarıyla veya sair surette rahatsız etmemesi gibi pek elle tutulur olmayan tedbirlerdir.
Önem kazanan durum, şiddet uygulayan ve hakkında tedbir kararı verilen bu kişinin bundan sonraki hareketlerine karşı verilecek olan tepkilerdir. Örneğin hakkında uzaklaştırma kararı verilen bir kişinin çocuğun bulunduğu yere yaklaşması durumunda derhal kolluk kuvvetlerine bildirilerek durumun tutanak altına alınmasıdır. Hakkında tedbir kararı verilen kişi, bu karara uymadığı takdirde “zorlama hapsi” denilen yola başvurularak bu durumda kişi bir süreliğine nezarethanede tutulacaktır. Aynı davranışları kişi tekrar sergilerse bu durumda bu kişi daha uzun sürelerle nezarethanede tutulacaktır. Sonuç olarak bu tedbirle acil durumlarda olmak üzere çocuğun can güvenliği bir süreliğine de olsa tehlike altında olmayacaktır.
Ayrıca belirtmek gerekir ki şiddet uygulayanın, bir sağlık kuruluşuna muayene veya tedavi için başvurması ve tedavisinin sağlanmasına yönelik tedbirler de söz konusu olabilmektedir. Ancak bu tedbirlerin ilgili makamlardan uygulanmasının istenmesi gerekir. Önemle vurgulanması gereken, ilgili makamların bu tedbirlere kendiliğinden karar vermeye pek yanaşmayacak olmaları durumudur. Bunun için mutlaka bu tedbirlerin uygulanmasına ilişkin talepte bulunulmalı ve talebin tutanaklara geçtiğine emin olunmalıdır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kullan-at: Çocuğa Yönelik Şiddete Karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 1932’den Bugüne Anarşist Gençlik Mücadelesi: “FIJL” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“İşçi, köylü, memur ya da asker, erkek veya kadın samimi genç insanlar, gerçek eşitlik ve özgürlüğü, gelecek devrimi hazırlamak amacıyla kardeşlerinizle beraber çalışmaya! Acı çeken, hakaret edilen bizler, hepimiz kocaman bir tufan gibiyiz. Gerçekleştirmeyi istediğimiz andan itibaren, adaleti örgütlemek için kısa bir zaman yeter bize.”
Peter Kropotkin, “Gençliğe Sesleniş”
Anarşizm tarihinin en heyecan verici deneyimlerinden olan, yalnızca faaliyet yürüttüğü yarımadanın değil, bütün dünya gençliğinin kapitalizme ve devletlere karşı mücadelesinde barikatların başında, kavgada olan bir örgütlenmeyi anlatacağız sayfalarımızda. İberya Devrimi’nin fabrikalardan tarlalara, tarlalardan atölyelere, atölyelerden dersliklere uzanan adalet ve özgürlük sloganlarını atan, örgütlü anarşizm tarihinden aldığı mücadeleyi bütün gücüyle taşıyan anarşist gençlik örgütlemesi olan FIJL’nin (İberya Özgürlükçü Gençlik Federasyonu) tarihi 1930’lu yılların başına dek uzanıyor.
Devrim yıllarında yalnızca Madrid’de 11 tane grubu bulunan FIJL, Barselona’da ise Özgürlükçü Gençlik Komitesi adıyla hareket ediyordu. Valensiya ve diğer grupların çabalarıyla yarımadaya yayılan örgütlenmenin bu sayede propaganda alanı da genişletilmiş oldu. Örneğin yalnızca Asturias’ta, 1934 yılında FIJL’de örgütlü 600 gencin olduğu bilinmektedir.
FIJL’nin ilk kongrede belirlediği ve özellikle Madrid, Barselona, Valensiya ve Granada’dan gelen grupların sözcüleri tarafından gerçekleşen görüşmeler sonucu ortaklaşılan “İlkeler, Taktikler ve Amaçlar” bildirisi bugün hala geçerliliğini korumaktadır. Onca yıllar mücadele ve sürgün yıllarının ardından yeniden canlandırılan örgütlenmenin omuriliği öylesine basit ve etkili bir şekilde oluşturulmuştur ki üzerinde çok az değişiklik yapılarak olduğu gibi kullanılmaya devam etmektedir.
Yayınlanan deklarasyonda kendilerini “Mülkiyete, otoriteye, devlete, politikaya ve dine karşı kavga” eden, her cinsiyetten ve cinsel yönelimden genç insanların ayrım gözetilmeden dahil olabileceği, adaletsizliklere karşı özgürlük ve eşitlik ilkelerini savunmak için çalışmalar yürüten bir gençlik örgütlenmesi olarak tanımladılar.
“Anarşistlerin karşılıklı destek ve dayanışması dışında hiçbir organizasyondan bağış/ödenek almıyoruz.”
FIJL’nin örgütsel şablonu ise federalizm temelinde şekillenmiştir. FIJL çeşitli örgütler tarafından oluşturulmuş bir federasyondur. İdeolojik bir yakınlık temelinde bağımsızlığını koruyan bir örgütlenme yapısını savunur. Federatif, yatay örgütlenme biçimini benimseyen FIJL’de genel sekreter ya da benzeri bir statü bulunmamaktadır. Yazışma, propaganda vb. işler için inisiyatifler belirlenir ancak bu inisiyatifler oybirliğiyle seçilme ve her zaman değiştirilebilme özelliğine sahiptir.
“Anarşist komünizm için mücadele ediyoruz!”
FIJL’nin neden özellikle anarşist bir gençlik örgütlenmesi olarak örgütlendiğine ilişkin de iki cevap verilmektedir. İlk olarak “Kendimizi anarşistler olarak örgütlememizin sebebi, bütünlüklü bir felsefe ve yaşam biçimi olan anarşizmi benimsiyor olmamızdır. Anarşistler arasındaki birlik ve dayanışma, toplumun örgütlenmesindeki temel mücadele hattını oluşturmalıdır. Devletten ve kapitalizmden özgürleşebilmemizin yegane yolu budur.” İkinci olarak ise “Gençlik olarak örgütleniyoruz çünkü ortak sorunlarımız var (henüz olgunlaşmamış zihinlerimiz ideolojik bir bombardımana maruz kalıyor, yaşamla kurduğumuz ilişkide kişisel tatminlerimizi henüz yaşamadan tercihler yapmaya zorlanıyoruz vb.) ve bunun yanında tabii ki görmezden gelinemez bir enerjimiz var; genciz!”
FIJL’ye Bağlı Yayınlar ve Kültürel Çalışmalar
“Konuşma, konferans, gazete, broşür ve işe yarar her türlü araç medyamız olarak kullanılacaktır.”
FIJL’nin ilk yayın organı, birinci kongrenin ardından hemen yayın hayatına başlayan “Anarşi” isimli gazeteydi. 1932’de yayınlanmaya başlanan gazete Granada’daki anarşist gençlik grubu tarafından hazırlanıyordu ve editörlüğünü Mateo Rodríguez üstleniyordu.
1936 yılında FIJL günlük bir yayına ihtiyaç duyuyordu. Anarşizmin idealleri toplumsallaştıkça, coğrafyanın dört bir yanı sayısız anarşist yayınla dolup taşıyordu. “Juventud Libre” ve “Ruta” isimli yayınlar bu dönemde ortaya çıktı. Günlük gazete Juventud Libre; Juan Cazorla, Raul Carballeira ve diğer genç anarşistler tarafından yayınlanıyor ve dağıtılıyordu. Ruta ise Katalonya bölgesine özel bir yayındı. Savaş sona erene kadar Ruta’nın editörlüğünü sırasıyla Fidel Miro, Jose Peirats, Manuel Peres, Santana Calero, Benito Milla ve Benjamin Cano Ruiz üstlendi. Ruta’nın yetenekli yazarları, gençlik hareketinin meselelere yaklaşımında asla geri adım atmayan ve anarşizmin ilkelerinden taviz vermeyen bir duruş benimsenmesini sağlamıştır.
FIJL tarihinde Ruta’nın diğer yayınlardan ayrı bir değeri olmuştur. Gazetenin orta sayfalarında bir sütun bulunuyordu. Savaşın haftalık raporu burada tutuluyordu. Doktor Diego Ruiz yazılarıyla sağlık konularında gençlere tavsiyelerde bulunuyordu, kömür madenlerinden gelen ve işçi sınıfının sesini duyuran Higinio Noja Ruiz, şair Elias Garcia ve Fontaura edebi tonlarda yazıyordu. Fransa’da sürgündeki “Ruta” ve New York’taki “Cultura Proletaria” sayfalarında da yazdıktan sonra sürgünde yaşamını yitiren Cristobal Garcia yazarlardan bir diğeriydi. Ruta içinde kadın hareketinin de sesi duyuluyordu. Mujeres Libres’in kurucusu Lucia Sanchez Saornil’i ve hareketin öne çıkan diğer üyelerinden Soledad Estorach’ı ve Carmen Quintana’yı da Ruta’dan okuyabilirdiniz. Vicente Rodriguez Garcia (Viroga olarak da bilinir), Ivar Chevik, Liberto Sarrau, Amador Franco ve sayısız yazar Ruta sayfalarında yazıyordu. Bütün bunların yanında özellikle Sebastian Faure’dan yapılan çevirilere de rastlayabilirdiniz.
Ruta asla ölmeyen bir anka kuşu gibi, sürgün yıllarında Marsilya’da yeniden ortaya çıkmıştı. Bu kentin Özgürlükçü Gençlik’i, İspanya’da, savaş sırasında olduğu gibi, faşizme karşı direniş yıllarında devrimci anarşizm çizgisinde bir yayın olarak Ruta’yı yayınlamaya devam etti. Ruta’nın bu versiyonunun ilk yayın yönetmeni, Maresma’dan gelen Katalan anarşist Francisco Botey’di. Toulouse’da yayınlanan “Impulso” ve Paris’te yayınlanan “Solidaridad Obrera”, “El Rebelde” gibi yayınlarla dayanışma içindeydi. Ruta, sürgündeki anarşist hareketin, 1919’da CNT’nin “La Comedia” adını verdiği kongresinden ilham alıyor, kongrede kararlaşılan ilkelerle hareket ediyordu.
Yayınlandığı yıllar boyunca çok okunan ve ilgi gören Ruta; İngiltere, Meksika, Arjantin, Afrika, Belçika, Venezüella ve Fransa’da dağıtılıyordu. Felipe Alaiz, Jose Peirats, Benjamin Cano Ruiz, Liberto Sarrau, Cristobal Garcia ve Amador Franco gibi eskiler destek veriyor, Raul Carballeira, Cristobal Parra, Moises Martin, Jose gibi diğerleri de yayının yeni yüzlerini oluşturuyordu.
CNT ve FAI ile ilişkili gençlik hareketi “Juventudes” adını verdikleri her türlü yaratıcı faaliyetin gerçekleşebildiği kültür dernekleri çevresinde ise örgütlenme çalışmalarını yürütüyorlardı. Anarşist mücadelenin ruhunu tiyatro, konferans ve şiir dinletileri ile teşvik ediyorlardı.
Savaş Süreci ve Avrupa’da Antifaşist Mücadele
FIJL kurulup önemli bir faaliyet gösterdiği İspanya’daki savaş sürecinin ardından hareketin yeniden yapılandırılıp ülkeye geri döndürülmeye çalışıldığı sürgün yıllarında da varlığını ve çalışmalarını durmaksızın sürdürdü.
Devrim yılları öncesi FIJL’nin örgütsel yapısına ilişkin üç ayrı eğilim ağır basmaktaydı. İlk ortaya çıktığı şekliyle “FAI’nin Kültür ve Propaganda Birimi” olarak FAI içinde aktif örgütlenme yapmak, işçilerin bulunduğu alanlarda CNT’nin gençlik örgütlenmesi olarak hareket etmek ya da (Madrid FIJL’nin savunucusu olduğu gibi) CNT ve FAI’den fiziksel olarak bağımsız ideolojik olarak yakınlıklar temelinde bir dayanışma kuran gençlik örgütlenmesi olmak. Savaşın başlamasıyla ve anti-faşist dayanışmanın yükselmesiyle FIJL içi bu tartışmalar da rafa kalkmış olacaktı.
FIJL gibi diğer gençlik örgütlenmeleri (Juventudes Socialistas Unificadas -JSU- ve POUM Gençliği) ilk zamanlarda FIJL’nin kurucusu olduğu Anti Faşist Gençlik Birliği’ne güç verdi. Hep beraber 50.000 kişilik bir yürüyüş örgütlediler. Sosyalistler tarafından devrime ihanetin başladığı ve hareket içerisinde çatışmaların yaratıldığı Mayıs olaylarına kadarki süreçte bu dayanışma sürdü. Sosyalistlerin halk milislerinin savaşıyla devam eden mücadeleye karşı düzenli ordudaki ısrarı ile başlayan çatışmalarla bu birlik de dağılmış oldu. Anti faşist mücadelede barikatları bir saniye bile bırakmayan FIJL militanları, özellikle Barcelona’da son ana kadar direnişi sürdürdü. Zaman zaman -CNT-FAI’nin kararlarına aykırı olacak bir şekilde- milisler halinde çatışmaya devam ettikleri yerler de bulunuyordu.
Franco’nun iktidarı ele geçirmesi sonrası ülke genelinde anti-anarşist/sosyalist bir şiddet dalgası başladı. 1940-1946 yılları arasında FIJL, CNT-FAI ve onlara bağlı gazeteler vb. kurumlar teker teker kapatıldı. Sadece bu yayın baskınlarında 5.600 militanın tutuklandığı tahmin edilmektedir. Sonrasında ise faşizme karşı mücadele Avrupa’nın genelinde misilleme eylemleri ve Maquis gerillalarının faaliyetleriyle devam etti.
Sürgünde geçen onlarca yıllık mücadelenin ardından faşizmin yenilgisi, antifaşist örgütlenmelerin direnişi sayesinde tamamlanıyordu. 1945’te Toulouse Kongresi’nde sayıları yaklaşık 25.000’i bulan anarşistler, kavgaya hiç durmadan devam ettiklerini haykırıyordu. Bu süreçte örgütlenme için José Peirats, Liberto Sarrau, Germinal Gracia, Abel Paz, Raul Carballeira, Juanito Pintado, Eduardo Vivancos ve diğerleri inisiyatif aldı. 1946’da Ruta gazetesi sürgünde yeniden yayınlandı. CNT, FAI ve FIJL, José Luis Facerías’ın sekreter olduğu bir savunma komitesi belirledi. Projeleri arasında, ismini “Özgürlükçü Direniş Hareketi” olarak değiştirecek olan “İber Direniş Hareketi” (MIR) örgütünün kurulması yer alıyordu.
Yakın Tarihte Anarşist Gençlik
60’lı yıllarda Fransa, Hollanda (Provolar), İtalya, Büyük Britanya ve Almanya’dan gençlerin katıldığı kongrelerle, Avrupa’da anarşizmin tekrar canlandırılması amaçlandı. Bu, 60’ların yeni anarşist gençliğini Avrupa’da yıllardır mücadele eden ve İberya anarşist hareketini temsil eden eski anarşist işçilerle tanıştırmanın bir yolu olarak görülüyordu.
Franco’nun ölümünün ardından 1982’de büyük bir kongre düzenlendi. Coğrafyanın farklı yerlerinden pek çok genç coşkuyla FIJL’yi doğduğu topraklara geri getirdi. 1993’te tekrar bir kongre yapıldı. Bu süreçte Jake Libertario dergisi yayın hayatına başladı. Binlerce genç anarşist, özgürlük için yeniden FIJL çatısı altında birleşmeye başlıyordu.
Sonrasındaki süreçte seçimlere karşı alınan tutumda değişmeler yaşayan CNT içinden bazı anarşistler bir tartışma sürecine girdi. Sonunda CGT’nin ortaya çıktığı bu süreçte FIJL içerisinde de ideolojik farklılıklar yaşandı. Bir süre FIJL ismini terk ederek farklı isimler altında örgütlenmeye devam eden gruplardan bazıları klasik anarşist çizgiden kopuşlar yaşadı. Birkaç yıl sonra FIJL; örgütlü, devrimci anarşizm düşüncesiyle yeniden örgütlendi.
1937 yılında 100.000 üyeye ulaşan FIJL’nin faaliyetleri bugün de aynı inançla sürdürülmektedir. Halen Asturias, Cadiz, Donosti, Granada, Lorca’da (Murcia) ve Madrid’de varlığını sürdüren; son yıllarda Alicante’de ve aynı ile bağlı Villena’da; Valencia’da, Aveiro’da (Portekiz), aynı zamanda Barselona’da, Mataró, Baza ve Motril’de, Granada’da, León, Salamanca ve Zamora’da kısacası İspanya’nın dört bir yanında örgütlenmeye, bütün otoriteleri ortadan kaldırana dek kara bayrakları dalgalandırmaya tüm hızıyla devam etmektedir. Tıpkı 1936’da, İberya’nın bir ucundan diğer ucuna özgürlüğü örgütleyen, yaşamı yeniden yaratan kavganın başardığı gibi… Yine yeniden!
*İspanyolca’nın dil kuralları gereği kısaltmalar tekrarla yazıldığından Juventudes Libertaries’in kısaltması JJLL’dir.
Kaynakça:
“Halk Silahlanınca”, Abel Paz, Nisan 1996
“Anarşizmin Tarihi, Anarşizmin Örgütlü Tarihidir”, Meydan Gazetesi, Sayı 13
https://fijl.noblogs.org/que-son-las-juventudes-libertarias/
https://fijl.noblogs.org/principiostacticas-y-finalidades-de-la-fijl/
http://www.estelnegre.org/fotos/
https://libcom.org/forums/history/fijl-spanish-revolution-21062006
https://libcom.org/history/1936-1967-history-spanish-anarchist-youth-paper-ruta
http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lcy53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvRmVkZXJhY2nDs25fSWLDqXJpY2FfZGVfSnV2ZW50dWRlc19MaWJlcnRhcmlhcw
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post 1932’den Bugüne Anarşist Gençlik Mücadelesi: “FIJL” – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Seçimlere Dair; Bitemeyen Seçimler Bitecek Mi? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Seçime Doğru
Dört yılda bir tekrarlanan genel ve beş yılda bir tekrarlanan yerel seçimlere dayalı bir siyasal sistemin içerisinde bulunuyorduk. Son 4 yılda, seçimlerin bu kadar uzun aralıklarla yapılmadığını anladık! Erken seçimlerin ötesinde, referandum ve başkanlık seçimleri gibi ek süreçlerle oldu bittiye getirilen ve dayatılan kararlar silsilesiyle karşı karşıya kaldık.
Liberal demokrasinin, halkın düşüncelerini belirttiği bir süreç olarak gördüğü seçimlerin, aslında değil düşünce belirtmek, düşünceler iktidarla doğru orantılı olmadığı takdirde, seçim sonuçlarının bile kifayetsiz kalacağını deneyimledik. Seçimlerin varoluş nedenini görmüş olduk!
31 Mart Seçimleri’nden 23 Haziran Seçimleri’ne Nasıl Geldik?
31 Mart Yerel Seçimleri’nin hemen sonrasına AKP karşıtı bloğun ve CHP’nin İstanbul adayı Ekrem İmamoğlu, YSK’nın sürekli değişen verileri sonrasında seçimi kazanmış ilan edilmişti. İlan edilmişti ama art arda YSK’ya yapılan itirazlar, farklı belediyelerde sonuçların tekrar sayımı, mazbatanın verilmesinin geciktirilmesi gibi birçok engellemeyle karşılaşmıştı.
İmamoğlu’nun mazbatayı almasından sonra da belirsizlik ve tartışmalar bitmemişti. Bu sefer AKP kanadı “yolsuzluk” gündemi üzerinden yürüyordu. İstanbul’daki seçimlerde büyük bir yolsuzluk gerçekleştiği iddiasıyla YSK’ya yapılan başvuru olumlu değerlendirildi ve İmamoğlu’nun mazbatası kısa bir süre sonra geri alındı.
İmamoğlu da bu adaletsiz durumu protesto etmek için hemen bir eylem çağrısı yaptı! Seçimlerin meşru olmadığını, seçim tekrarını reddettiğini, bu durumu protesto etmek için sokaklara çıkılması gerektiğini açıkladı! Tabi ki, böyle olmadı! Yapılan “adaletsizliğe”, sandığa çağrıyla karşılık verildi! Bu “sandık takıntısı”, oy kullanma dışındaki siyasal eylemi, siyasal alanın dışına itme manevrasıdır. Gücünü sokaktan alan değil, devlete onaylı olmasından alan bir çağrıdır!
Şimdi yeni bir seçime doğru gidiyoruz. Sandıktan her sonuç çıkabilir ve sandık dışı her durum söz konusu olabilir. Yine “bu sefer farklı” bir seçim olduğu söylense de seçime dair eyleyeceklerimizde olduğu gibi söyleyeceklerimizde de pek bir değişiklik yok.
Demiştik ki!
Oy atmanın tarihi kazanımların tarihi değil, ezilenleri oyalamanın tarihidir demiştik!
Oy hakkı, yurttaş olan her bireyin kendisiyle ilgili alabileceği kararları ve bu kararların uygulanma şeklini, yani kendi iradesini temsilcilere teslim etmesinin önünü açan bir uygulamadır. Halkın siyasete katılımının yegane aracını seçim ve oy olarak manipüle edilmesidir demiştik. Özellikle son 5 yıldır aralıksız gerçekleştirilen seçimler nedeniyle, yaşanılan ekonomik, siyasi tüm olumsuzlukların çözümü için oy sandığı konuluyor önümüzde. Savaş, ekonomik kriz benzeri tüm sıkıntılar seçim sürecinin bir parçası olduğu sürece önemli kılınıyor. Ezilmemizin gerçek ekonomik, siyasi ve toplumsal sebeplerine odaklanmayan yüzeysel çözümlere kilitlenmemiz isteniyor.
Değil demokratik belediye uygulamaları, geri çağırılabilirlik ilkesi, halk meclislerinin belediyelere etkisi; sol siyasetin son 10 yılda keşfettiği desantralize/federatif siyaset biçimi tamamen terk edilmiş durumda. Burjuva demokrasisinde asıl aldatmaca “halkın kendini yönettiği” aldatmacasıdır demiştik! Parlamenter demokrasi kaynağını bir kurgudan alır demiştik. Oy vermenin edilgenliğinin yansıması olan “seçmen” anlamının dışında, halk kelimesini cümle içinde kullanan profesyonel siyasetçi yok! Toplumsal işleyişte adalet ve özgürlük ancak, bireylerin karar alma süreçlerindeki doğrudan katılımı ve kontrolü ile sağlanabilir demiştik. Karar alma süreçlerine ilişkin gündem yok!
Toplumsal muhalefet, bu seçim aldatmacasının dışında varlığını sürdürmesi gerektiğinin farkında olmalıdır. Çünkü bu seçimde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır demiştik! Ezilenlere kazandıracak tek siyaset, meşruluğunu haklılığından alan sokak siyasetidir demiştik!
“Gerçekçi” olup seçimlerle gerçek kazanımlar elde etmek isteyenler ilk önce HDP çevresinde yek vücut olmuşlardı; her seçim sürecinde -isteyerek veya istemeyerek- sokak siyasetini düşürmüşlerdi. Şimdi ise gelinen noktada herkes “gerçek kazanım” için CHP çevresinde kenetlenmiş durumda. Bu da tutmazsa yuvarlana yuvarlana merkez sol muhalefet için merkez sağda bir parti bulmak gerekecek. İYİ Parti ya da Gül-Babacan etrafında, önümüzdeki aylarda kurulması beklenen AKP bakiyesi siyasi oluşum bu noktada önemli adaylardan olacaktır.
“Kazanılabilir kazanıma” odaklanmış bir toplumsal muhalefet, devletin müsaade ettiği alanda top koşturmaya mahkumdur. Devletin hukuku adaletsizliğin kurallar haline getirilmiş biçimidir. Bu adaletsizlik mekanizmasının kazanılabilir kıldığıyla yetinmek ve onun hukuk kuralları içerisinde hareket etmek bize bir şey kazandırmaz. Zira, kazanılabilir olan ezilenlerin lehine olsaydı, devlet onu kazanılabilir kılmazdı.
Siyasal iktidardan pay alma arzusuyla, içerisinde bulunduğumuz coğrafyada toplumsal muhalefet sokaktan sandığa yönlendirilerek yıpratılmıştır. Dahası ideolojik olarak altını bu şekilde boşaltan muhalefet (boşaltan, çünkü muhalif kesimler bu politikaya, bile isteye girmiştir) biçimsel olarak da iktidarın yöntemini taklide gitmiştir. Yıllardır “tek adam” karşıtı politika güdenler, karşı “tek adam”ı içselleştirme noktasında sıkıntı yaşamamışlardır. Tarihte “tek adam”ların nasıl bir ideolojinin parçası olduğundan dem vuranlar, şimdilerde yeni bir “tek adam”ın bayraktarlığını yapmaktadır.
Parlamenter demokrasi, devrimci eylemin belirleyici gücünü göz ardı etmeye çalışır demiştik! Bu ikisinin yan yana gelmesi olanaksızdır. Çünkü devrimci eylem, parlamenter demokrasi ile yönetilen toplumsal yapıyı yıkmayı hedeflerken; parlamenter demokrasi ise kendini devamlı olarak devrimci eylemden korumaya çalışır.
Parlamento Seçimleri merkeziyete yol açar demiştik! Seçimler, belli bir coğrafyada yaşayan halkın bir sonraki seçimlere kadar, onların yerine karar alacak, neyin iyi neyin doğru olduğunu söyleyecek, alınan kararlarla hiç de ezilenlerin çıkarına olmayan durumlara yol açacak bir sisteme dayanır. Devletin hegemonya sınırları dahilindeki herkesin ve her şeyin bu azınlık grubu tarafından belirleniyor oluşu merkeziyetçiliğin belirtisidir.
Öyle de oldu, ki yerel seçimlerde belediye başkan adayı olan Ekrem İmamoğlu, 2023’te Erdoğan’ın karşısına çıkabilecek en güçlü aday olarak lanse edilmeye başlandı. Çünkü hem muhalefet partileri için hem de iktidar partisi için İstanbul’u almak, Türkiye’yi almak anlamına geliyordu. Hal böyleyken muhalefetin umudu “tek adam diktatörlüğü”ne karşı durabilecek “tek adam”a bağlanmış oldu.
İstanbul seçim propagandası İmamoğlu için Trabzon, Gümüşhane gibi kentlerde yaptığı mitinglerle Karadeniz üzerinden yürürken Yıldırım için Amed’de kürt halkına kürtçe seslenerek sürüyor. “Parlamento seçimleri merkeziyete yol açar.” deyip bu siyasetin ezilenler için tehlikesinden bahsetmiştik, eksik demişiz; yerel seçimleri bile merkezileştirdi.
Seçime girmek iktidarı olumlamaktır demiştik! Atılan her oy, boş oylar da dahil olmak üzere, sistemin olumlanması anlamına gelir. Hemfikir olmadığımız bir siyasi pratiğe zorlanarak, bizim irademizi teslim alacak olanları seçmenin bir mantığı yoktur. Bu mantıkla düşünecek olursak oy kullanmak, her zaman daha iyi çobanların olabileceğine inanmaktır.
Seçimler, bizi somut olandan uzaklaştırır. Biz ezilenleri belirli bir sürece hapseder. Bu sürecin kendisi tamamıyla bir illüzyondur. Bu illüzyonu layığı ile yerine getiren parlamenter demokrasi, onun uygulayıcıları devletin ve kapitalizmin içindeki çözümlemeleri halkın talepleriymişçesine uygular ve dillendirir. Ekonomik ve sosyal sömürüyü bu talepler çerçevesinde farklı söylemlerle meşrulaştırır.
Seçim zorbalıktır demiştik! Zorbalık yöntemi, her ne kadar genel seçimlerde demokrasi kılıfıyla özenle kapatılmaya çalışılsa da, özellikle yerel seçimlerde kendini belirgin kılmaktadır. Yerel düzeyde ekonomik ve siyasi iktidarı ele geçirme çabası, adayların ya da grupların birbirlerini yok etmesine kadar gitmektedir. Burada bahsedilen gruplar sadece siyasi partiler düzeyinde değil, devletin en ufak yerel organizasyonundan (örneğin muhtarlık) payına düşeni almaya çalışan mafyavari yapılanmalara kadar uzanmaktadır.
Her seçim kendi sonucunu kabul ettirmek üzere mühürsüz pusulalar, yol kenarlarından çıkan sandıklar, diriltilen ölü seçmenler, açık oy kullanımları için zorlananlar, plakasız araçlar, silahlı kolluklar, araç olarak kullanılacak seçim kurumları, denetmenleri… İstenilmediği takdirde, sistemin oyununun galibi olmanın kazanan olmak anlamına gelmediğini yakın zamanda deneyimledik.
Seçim değil, toplumsal devrim demiştik! Post-demokrasi, seçimli otokrasi vb. kavramların havada uçuştuğu; ilerici ittifak, eleştirel destek gibi kavramlarla burjuva demokrasisi içerisindeki hareketlerin anlamlandırılmaya çalışıldığı; yerel yönetimle oluşacak farklı bir siyasal işleyişten değil de yerel yönetimin iktidarını nasıl olursa olsun ele geçirmenin stratejilerinin yapıldığı bir siyasal ortamda, bize “oy”alanma pratiklerinden başka alternatif gösteremeyenlere başka bir kavramı ve onunla ilgili pratikleri hatırlatmıştık: “Toplumsal Devrim”.
AKP’yi geriletmek için farklı koalisyon kombinasyonlarından imtina etmeyenlerin açıkça görmesi gereken, temsili demokratik alternatiflerle işlerin yoluna koyulamayacağıdır. Seçim süreçlerinde kendi başına AKP karşıtlığını bile “ilerici” tayin edenler, “ilerici” ittifaklarıyla, tek adamcı çözümleriyle içinde bulunulan genel sömürü ve baskı durumuna kestirme yollardan çözüm aramaktadır. Tekrar edelim; çözüm, yakınılan sisteme türlü manevralarla eklemlenmek değildir.
Oyunu hazırlayanların kendi kurallarına uymadığını anlamak için bir başka genel ya da yerel seçime ihtiyaç yok. Tekrar tekrar hatırlatalım: Hileli seçim potansiyeliyle karşılaşıldığı, seçimleri organize eden siyasal yapının meşruiyetini yitirdiği, siyasal temsilcilerin temsilci olma durumlarını yitirdikleri noktalarda boykot siyasal bir alternatif olarak belirir!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Seçimlere Dair; Bitemeyen Seçimler Bitecek Mi? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Queer Teori Tartışmaları(2): Kimliksizleşme mi Yeni Bir Kimlik mi? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Gazetemizin Queer Teori Tartışmaları yazı dizisiyle “queer”e dair var olan tartışmaları aktarmayı ve açıklık getirmeyi; kendi yorum ve eleştirilerimizi katmayı; queeri ya da queerleri tartışmayı ve tartıştırmayı amaçlıyoruz. Yazı dizimizin ikinci bölümünde bu teoriyi tüm kimliklerin reddi olarak yorumlayan ya da “normal” kabul edilen kimlikler gibi bir sömürü ve tahakküm aracına dönüşmeyen, akışkan bir kimliğin inşası anlamına geldiğini savunan düşüncelerin birkaçına yer vereceğiz.
Yazı dizimizin giriş bölümünde (Queer? – Meydan 48. sayı) bahsetmiştik; “bugün queer teoriyi LGBTİ’lere özgü bir kimlik politikası olarak okuyan da var, kimliksizleşme önerisi olarak savunan ve cinselliği özsel, benliğin içkin bir parçası olarak bir kimlik politikası olarak eşcinsel hareketine karşı bir duruş olarak gören de.” Ve hatta bugün queer ile ilgili en yaygın yanlış kullanım “lezbiyen, gey, biseksüel, transeksüel, interseks vs.” yerine kısaca queer demek. Halbuki queeri özellikle politik bir duruş olarak ele aldığımızda LGBTİ mücadelesinden ayrı tutmak oldukça önemli bir yerde duruyor. Her lezbiyen gey, biseksüel, transeksüel, interseks vb. queeri savunmayabileceği gibi heteroseksüel olarak tanımlanan bireyler de queer teoriyi savunabiliyor. Sadece cinsel yönelimle ilgili değil yani queer, cinsellik alanındaki mücadeleyi de eşcinsellikle sınırlamıyor. Fiiliyatta ise kimileri bir kimlik olarak queeri sahiplenirken kimi queer kuramcıları bu kavramın kimliği niteleyen bir terim olarak kullanılmasını sorunlu buluyor.
Kimliği Anlamlandırmak ya da Anlamı Kimliklendirmek
Queer teori genel olarak her şeyi “kadın-erkek, iyi-kötü, eşcinsel-heteroseksüel, güzel-çirkin” şeklinde ayırıp basitleştiren ikilikleri yıkma iddiasındadır. Bu nedenle kimilerini kapsayan, kimileriniyse dışarıda bırakan her türden anlayışın sorgulamanın gerekliliğine dikkat çeker. Kimliğin sorgulanmasıyla ilgilidir; kadın, erkek, lezbiyen, gey, biseksüel, aseksüel, transeksüel, panseksüel gibi her türden statik, sabitleşmiş kimliğin karşısında durur.
“Toplumsal cinsiyet etkisi belirli bedensel eylem, jest ve hareketlerin stilize tekrarı aracılığıyla ve bir ‘zamansal toplumsallık’ olarak yaratılır.” diyen queer kuramcılarından biri olan Judith Butler Cinsiyet Belası kitabında, bireyin bazı davranışları toplumsal cinsiyet kimliği gerektirdiği için sergilemediğini, (aksine) davranışsal kalıplar aracılığı ile bu kimliklerin kazanıldığını söyler. Ona göre toplumsal cinsiyet, normlarını bu sayede sürdürür. Bu davranışların tekrarlanmasıyla oluşan kalıplar, önceden kurulmuş olan anlamların yeniden deneyimlenmesiyle işler ve meşrulaşır. Yani birey benimsediği cinsel kimliğin kurulmuş olan kalıplarına göre hareket ettiği sürece o kimliği yeniden inşa etmeyi sürdürür.
Erkekliği-kadınlığı yeniden üretmek heteroseksüel politikaları, lezbiyenliği-geyliği-transeksüelliği yeniden üretmek homoseksüel-transeksüel politikaları, ötekiseksüellikleri yeniden üretmek de öteki kimlik politikalarını sürdürür. Bu, kimliğin iktidar ilişkileri içerisinde belirlenmiş anlamının dışına çıkamamaya sebep olur. Her ne kadar dayatılan kimlikleri reddetse de bireyin öteki kimlikleri sahiplenerek kontrol edilen bir beden olmaya devam ettiğini, öteki olarak görülen kimlik gruplarının karşısında oldukları kimlik rejimleri ile bu noktada suç ortaklığı yaptığını söyler. Kimlik bu anlamlandırma sayesinde bedenleri belli kategorilere sıkıştırmakla kalmaz, bu kategorilerin var ettiği gruplar arasında hiyerarşik iktidar ilişkileri kurar. Dolayısıyla heteronormativiteye olduğu kadar “homo ya da trans”normativiteye de karşıdır; her türlü normativiteye karşıdır.
Queer: “Olmak” Değil “Yapmak”
Queer teori denilince akla gelen ilk isimlerden olan Diana Fuss 1989’da gey ve lezbiyen kimlik politikalarına ilişkin konuşmalarında “kimliğin güvenilmez konumunun teşhisi ve gerek fiziksel gerekse sosyal açıdan karmaşık kimlik oluşum süreçlerine dair mutlak farkındalık” çağrısı yaparken Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma kitabında da Butler açıkça anlatır: “Kimlik kategorileri beni her zaman rahatsız eden bir çerçeve olmuştur; ben kimlik kategorilerini değişmez ayak bağları sayar ve onları ortaya çıkması kaçınılmaz dert yuvaları olarak kavrar, hatta öyle lanse ederim.” Queerin yeni bir norm değil, aksine akışkan ve belirsiz bir kimlik; bir kimliksizlik halidir. Queer tartışmalarında kimi zaman diğer cephede yer alan Cathy Cohen’e göre Butler’ın teorize ettiği kimlik yapıbozumu -ki bunda Foucault’nun etkisini yok sayamayız- en çok da lezbiyen ve gey çalışmalarında kimliğin yararları konusunda yarattığı şüphe konusunda etkili olmuştur. Ancak statik cinsel kimlik kategorilerini reddeden queer teori, Cohen’e göre -kişinin hayatta kalması için gerekli olduğunu iddia ettiği- geleneksel toplumsal kimlikleri ve toplumsal bağları yeterince görmemektedir ancak bu başka bir tartışmanın konusudur. (Bkz: Meydan 48 – Queer Teori Tartışmaları(1): Kimliklerin Reddi mi Stratejik Özcülük mü?)
Queer Müdahaleler kitap dizisinin editörü Noreen Giffney’e göre kimlikler, kalıcı olarak sahiplenilen ya da reddedilen kategorilerden ziyade keşfedilen, ziyaret edilen, yinelenen mekanlardır ve anlık olarak birinden diğerine doğru yaşanan bir akıştır. Queer teoriyi kimliksizleşme olarak okuyanlara göre queerle yanyana gelmesi gereken fiil “olmak” değil “yapmak”tır; queerleşmek, queer davranmaktır ve teorinin ana sorularının cinsel kimliğin inşası, bu kimliklerin nasıl düzenlendiği ve bu kimliklerle özdeşleşmelerin bizi nasıl kısıtladığı olduğu noktasında ortaklaşırlar.
Bedenleri belli bir biçimde davranmaya, birtakım rolleri oynamaya, belli bir biçimde düşünmeye ve konuşmaya zorlayan cinsel kimlikler eğer (Butler başta olmak üzere queerin kimliksizleşme olduğunu savunanların söylediği gibi) anlamlandırmanın sonuçları ise, onların -anlamlandırmanın sonuçları olsalar dahi- gerçek olduklarını yadsımış olup olmadığımızı sorgulayanlar da vardır ki bu sorunun yanıtına yoğunlaşmak, queer teori tartışmaları için oldukça önemli bir yerde duruyor.
Kimliksizliğin Kimliği mi?
Queerin muhakkak işaret etmek zorunda olduğu özel bir şey olmadığını söyleyen David Halperin, özü olmayan bir kimlik olduğunu söyleyen Michael Warner ve şimdiye dek ismini geçirdiğimiz diğer teorisyenlerin hepsi onun muğlak bir kavram olduğu kabulüyle yazar, tartışır.
Queer Teori: Bir Giriş kitabının yazarı Annemarie Jagose’ye göre bir kimliksizleşme teorisi olsa da queer, diğer kimlik kategorileri arasında daha aracı bir bağı örnekler. “Politik temsil bağlamında kimlik kategorilerinin sınırlarına dair yükselen farkındalıkla ilgili olarak, kimliğin geçici ve koşullu olarak postyapısalcı kuramsallaştırılması, queerin yeni bir kimliklenme ve politik kurulum formu olarak ortaya çıkmasına olanak sağlamıştır.” Jagose -Halperin gibi- queerin herhangi bir şeye işaret etme zorunluluğu olmadığına ve kendine bir önem ya da olumlama atfetmediğine de dikkat çeker.
Dolabın Epistemolojisi kitabının da yazarı olan queer teorisyen Eve K. Sedgwick bireyin kendisine koyduğu ad ile insanların ona verdiği ad arasındaki farktan bahseder ve queerin sadece birinci tekil şahısın kullanabileceği bir anlamı olduğunu söyler. Queerin ancak kişinin kendisini tanımlayıp kimliklendirmesinde kullanılabileceği bir kavram olduğunu ifade eder.
Başka Anlamlandırmalar ve Eleştiriler
Queer teori terimini ilk olarak kullanan teorisyen Teresa de Lauretis, daha sonraları queer savunuculuğundan uzaklaşmıştır: “Queer teori söz konusu olduğunda, lezbiyen kavramı konusunda ısrarcı bir şekilde yaptığım özgüllemeler, ki yine bu yayında lezbiyen ve gey çalışmaları için kullanılabilecek bir teori önermekteyken, olduğundan çok daha uzak bir noktaya gelmiş yayın endüstrisinin kavramlaştırdığı anlamsız bir varlığa dönüşmüştür.” Artık queerin bir zamanlar vaat ettiğini düşündüğü politik ve eleştirel kavrayıştan yoksunlaştığını söyler.
Deneysel Arzu: Queer Öznelliğini Yeniden Düşünmek makalesinde Elizabeth Grosz aslında pek çok bireyin “queer” terimini benimsemiş olmasının en bariz nedenlerinden birinin, bireylerin kendilerini hem heteroseksüel topluluklardan hem de “onlar kadar zorlayıcı, yargılayıcı olan” eşcinsel topluluklardan ayırma isteği olduğunu söyler ve Butler’ın aksine, cinsiyet farklılığının toplumsal olarak inşa edildiğini düşünmez. Ona göre bütün farklılıkların ortaya çıkmasının zemini cinsiyet farklılığıdır. Biyolojik bir belirlenimcilik ya da özcülükten ziyade bunu doğanın evrimiyle, sürekli bir değişiklik içinde olmasıyla açıklar: “Doğada cinsiyet farklılığı ikiyle sınırlı değildir ve hala farklılaşma devam etmektedir.” Doğa gibi kimlik de ona göre ne statik ne de bireyin kendisi için apaçık bir şeydir. Butler onun cinsiyet farklılığını bu denli önemsemesini eleştirir. Yine bir queer teorisyeni olan Claire Colebrook ise Butler’ın bu noktada başından beri eleştirdiği ikiliklere takıldığını söyler; madde ile temsil, beden ile söylem arasındaki ikilik. Ki bu ikilik ona göre kadın ile erkek, eşcinsel ile heteroseksüel kadar tipik bir ikiliktir.
Queer Kuramın Olasılığı Üzerine makalesinde Colebrook’a göre “Butler’ın kuramı kimlik siyasetinin sürdürülmesine mahal vermektedir; kişinin kendini şu ya da bu özne olarak ortaya koyarak tanınma talebinde bulunması toplumsal sistem için de gereklidir çünkü beraberinde sisteme ihtiyaç duyduğu dinamizmi getirir.” Bu sözlerle belki de amacı okurlarına queer olan ile olmayan ya da kavramın ruhuna daha uygun bir ifadeyle “queer yapan ile yapmayan” ikiliğini sorgulatmaktır.
Daha Az Dillendirilen Sorgulamalar
Şunu belirtmekte fayda var; köklerini post yapısalcılıktan alan queer teori, köklerinden gelen tehlikelerden ve dolayısıyla post yapısalcılığa yöneltilen çoğu eleştiriden azade değildir. Bu yazıda tercih edilen, daha geniş eleştirilerden ziyade -queer özelinde- queer teorisyenlerinin farklı anlamlandırmalarından söz etmektir. Bu kadarında bile görüşler oldukça çeşitlidir.
Queerin yeni bir kimlik olup olmadığı, eğer öyle ise akışkan olup olmadığı, eğer akışkan ise bunun olumlu olup olmadığı tartışmaları bugün hala sürüyor. Kimileri “queer olduğunu” söylerken kimileri queeri queerleştirmek için “queer savunucusu olduğunu” söylüyor. Herkes bu konuda farklı fikirler üretiyor; cinsiyetçiliğin kökleri sorgulanıyor, sorgulanıyor, sorgulanıyor.
Cins -en basit haliyle- başka birçok türde olduğu gibi insan türünde de olan, üreme organlarının yanı sıra bazı başka biyolojik özellikleri birbirine benzeyen grup olarak tanımlar ve cinsler arasındaki farklılıkların din ya da sınıfta olduğu gibi yapay değil, türde olduğu gibi doğal olduğu söylerken cinsiyetin dayatılan normlarla ya da bireyin ait hissettiği-hissettirildiğiyle yani aidiyetiyle ilişkili olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Aidiyet her zaman mülkiyetle, mülkiyet ise iktidarla ilişkilidir. Sorunun farkın kendisi mi yoksa farkın kullanılmasıyla açığa çıkan adaletsizlikler mi olduğuna iyiden iyiye kafa yormak oldukça önemli bir yerde duruyor.
Var olan tartışmalarda taraf olmaktan ziyade şunları da düşünmek gerekiyor: Gündelik yaşantımızda iktidarın varlığıyla ilişkili olarak birçok kategori, norm, kimlik ve yapıyla karşılaşırken bunları sadece görmezden gelmek, olmadıklarını ya da akışkan olduklarını iddia etmek sorunların çözümü için yeterli olabilir mi? Bütün adaletsizliklerin kaynağı olan iktidarı ortadan kaldırır mı? Peki queer teorinin bunun için tüm iktidar ilişkilerini ve mekanizmalarını ortadan kaldırmak gibi bir iddiası var mıdır?
Çokça birbirinden farklı kavramı içeren queer teorileri tartışırken meselenin gittikçe karmaşıklaşması, yukarıda bahsi geçen neredeyse tüm isimlerin akademisyen olması ile ilişkili midir ve bu durum, queer teorinin “anlaşılamama” sebeplerinden midir? Bu ve benzeri sorular, yazı dizimizin sonraki bölümlerinde ele alınacaktır.
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Queer Teori Tartışmaları(2): Kimliksizleşme mi Yeni Bir Kimlik mi? – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Direniş Geleneğinin Belleği: Müzik – İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Deneyimlerimiz bizi belleğimize götürür. Yaşadığımız her olayı ister istemez geçmişimizle ilintilendiririz. Çoğunlukla bilinçli yaptığımız bu durum bireysellikten çıkıp toplumsallaştığımız andan itibaren daha çok netlik kazanır. Karşılıklı paylaşımlar başlangıçta bir grup olarak adlandırabileceğimiz en küçük insan topluluklarını dahi, kolektif bir reflekse götürür.
Hatırlamak eylem özelinde bireysel görünse de deneyimlerimizin çoğunu düşündüğümüzde aklımıza onları birlikte oluşturduğumuz insanlar da gelir. Hatırladığımız geçmişi kavrayarak inşa ettiğimiz toplumsal ve kültürel bağlam geleneğimizi oluşturur.
İnşa ettiğimiz her şey kültüreldir. Varoluşundan bu yana insan, inşa ettiği kültürel varlıkları sonraki kuşaklara aktarma ihtiyacı hisseder. Somut ve sosyal bir olgu olarak bellek sosyalliğimizle öne çıkar, bir kolektif eylem içinde yeşerir.
Hatırlananın Politikliği Üzerine
Bellek her daim canlıdır. Hatırlayarak yeniden çağırdığımız şey “iyi” bir anıysa beynimizdeki güncelleme olumludur, “kötü” bir anıysa hesaplaşma yahut yüzleşme süreçleri başlar.
Gerek birey gerekse toplum halinde hatırladığımız olaylar bizi tek bir hedefle hesaplaşmaya götürür, iktidarla/devletle. Devlet tarihin her döneminde toplumun hafızasını şekillendirmeye yönelik politikalar izler, baskı yapar. Kültürel bellek her ne kadar bir hatırlama modeliyse, iktidar da bir o kadar bu belleğin mühendisliğine girişir. En basit ve öncelikli örnekle, okullarda verilen kitaplarda gördüğümüz simgelerin devlet eliyle yaratılmak istenen imajlara işaret ettiğini söyleyebiliriz. Devlet bunu elinde tuttuğu çeşitli kanallar yoluyla yapar. Bu kanalların en etkililerinden biri müziktir.
Çürüyen Bir Şey Var Musikide
Platon, Devlet adlı kitabında bedenin dans ve jimnastikle; ruhun ise müzikle eğitilebileceğini söyler. Müzik eğitiminin temel amacı düzeni ve yasaları kişinin doğal özelliği haline getirmektir. Platon’a göre hiçbir şey insanın içine müzikteki ritim ve uyum kadar işlemez. Müzik düzenin teminatıdır. Yasaya saygısızlık müzikle başlayıp her yere sızar.
İşte bu sebeple müzik iktidarlar için aynı zamanda hayati bir korku unsurudur. Keza yazının olmadığı en eski zamanlarda dahi gelenekler müzik ile oluşturulur. Bir toplumun belleği müziğiyle belirir. Öfkenin, isyanın sesi bir ezgiye dönüştüğünde kalıcılaşır, gelenekleşir.
İktidarlarsa her dönemde müziği kendi varlıklarını benimsetmek amacıyla kullanırlar. Müzik bunu tek başına sağlayamasa dahi devletler için baskılarının somutlaşmasında önemli bir araçtır.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinden bu yana müzik daima dönüştürücü bir güç olarak kullanılmaya çalışılır. Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de devletçilik ile asimilasyon süreci başlar, bu da ilk etapta marşlarla sağlanır. Savaştan sonra yeni toparlanmakta olan devletin tutunacak dal olarak zafer ve kurtuluş ezgilerine ihtiyacı vardır.
Bir İhtimal Daha Var
Cumhuriyetle birlikte devlet tarafından topluma benimsetilmek istenen yeni kimlik, yaşadığımız coğrafyadaki birçok halk için hayati birçok zulmün yanında kültürel soykırım haline de gelir. Çok kültürlülüğün yarattığı toplumsal bellek iktidar tarafından her dönemde kıyıma uğrar. Bilhassa Kürt ve Ermeni halk ezgileri Osmanlı’dan başlayarak günümüze kadar TRT, Kültür Bakanlığı vb. aracılığıyla devlet eliyle yok edilir.
Türk Halk Müziği diye tabir ettiğimiz müzik türü, cumhuriyetin kurulmasından sonra bir grup ‘aydın’ insanın Kürdistan’a ve coğrafyanın çeşitli yerlerine düzenlediği geziler sonucu topladıkları tüm türküleri ve halk şarkılarını kayıt altına alıp asimile etmeleriyle meydana gelmiştir. Birkaç defa sıklıkla yapılan bu ayıklama gezileriyle eş zamanlı olarak türküler hızla değiştirilir. ‘Yurttan Sesler’ diye hatırladığımız ve bir ordu nizamında dizilmiş koro, bu asimile türkülerin icra edilmesi için kurulmuştur. Asimilasyon ezgiler, dönemin belli popüler radyo sanatçılarının repertuarlarına bir bir girer ve yaygınlaşır. Bilhassa Kürt sanatçılara da söyletilen dönüştürülmüş ezgiler halka tek dil dayatmasını empoze eder. 70’li yıllara kadar geçen elli küsür yıl, bu talan gezilerinin tekrar tekrar yaptığı ayıklamalarla sürer. “Türkmen Gelini’’ aslen “Kürdün Gelini’’, “Kınayı Getir Anne’’ aslen “Hinê bînin li teştê kin’’, “Ağlama Yar’’ ise aslen “Seyran Mengî’’dir. Bunlar yüzlerce örnekten sadece birkaçı. Halkların yıllar boyunca birlikte deneyimlediklerinin, kültürlerinin yani kolektif belleğe ait neredeyse tüm unsurlarının yok olmuş olması devletin arzu ettiği bir durumdur.
Müziğin bir başka kullanımı da darbe ve seçim dönemlerinde olmuştur. Bilindiği üzere 80 darbesinden sonraki günlerde her sabah radyolarda ve sokaklarda kahramanlık türküleri çalınmış, sanki hiç yaşamını yitirmiş ya da tutuklanmış insanlar olmamış gibi unutturulmaya çalışılmış, önemli olanın kahraman Türk milleti/Türk ordusu olduğu algısı yaratılmıştır. Yine 15 Temmuz sonrası da iktidar, her sabah tramvay duraklarından, vapur iskelelerinden milliyetçilik referanslı müzikler çaldırtmış ve bu müzikleri yine önemli olanın vatanın bütünlüğü ve birliği olduğu algısını yaratıp kendi iktidarını da meşrulaştırmak amaçlı kullanmıştır.
Sayılmayız Parmak ile Tükenmeyiz Kırmak ile
Müzik, toplumu harekete geçiren bir güçtür. Öyle ki yüzyıllar öncesinden devlet iktidarına karşı koymuş, isyan etmiş şairlerin, ozanların, aşıkların şiirlerini, türkülerini hâlâ dinliyor olmamız bundan değil midir? Yaşadığı dönemlerdeki iktidarların adaletsizliklerini, ezilen halkların isyanını canları pahasına da olsa yazmaktan çekinmeyen Pir Sultan Abdalları, Nesimileri hâlâ daha dinliyor olmamız bundan değil midir? Ve günümüzde iktidarlar kendisine karşı olarak gördükleri müzikleri ve grupları yasaklıyor, sürgün ediyor hatta tutsak etmiyor mu? Tarih boyu kolektif yaşanan zulümler de kazanımlar da türkülere aktarılır. İsyan ezgi ile katmerlenir, zalimden hesap ezgi ile sorulur. İnsanların ihtiyaç duyduğu hatırlatma, müzik ile can bulur. Kolektif belleğin ürünü olan, gelenekleşen müzik, direnişi ve umudu doğurur.
İrem Gülser
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Direniş Geleneğinin Belleği: Müzik – İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Endüstriyel Psikoloji Kölelik Motivasyonu – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kapitalizm, ihtiyaç duyduğu sömürü çarkının devamlılığının sağlanması için değişip dönüşerek, çeşitli mekanizmalar vasıtasıyla, tebaası kıldığı insanların sömürüyü içselleştirmesini arzular. Bu içselleştirme süreci öncesinde bir kopuş talep eder. Bu kopuş, temelinde insanın kendi içinde bulunan “doğa”dan ayrışması aracılığıyla gerçekleşir.
Descartes’tan beri modern batı felsefesinde hakim olan ve kendisini, kendinden olmayanları belirleyerek kuran bu anlayış aynı zamanda toplumların yaşayış ve düşünüş biçimlerine de etki eder. Akıl’ı ön plana alarak “akil olmayanlar”ı belirleyen düşünce böylelikle kendi ahlaki düzlemini yaratmış olur.
Kartezyen düalizmin yarattığı bu ikilik ruh ve beden arasında kurulur. Descartes’ın mantığıyla beden ve temsil ettiği bütün değerler/duygular ruhun (akıl, zihin, bilinç vs.) hakikate ulaşmasındaki en büyük engeldir.
Kendisi tarafından tanımlanan, kendi içinden çıkan akıl otomatik olarak beden üzerinde hiyerarşik bir üstünlük kurar. Akıllı-deli; normal-anormal; erkek-kadın… Bir tarafta kendisini tanımlama yetisine sahip olan iktidar ve iktidarın alanında ona hizmet eden akil olanlar, diğer tarafta ise kontrol edilmesi ve iktidarın sürdürülebilirliği için tehlike oluşturan ve çeşitli mekanizmalarla kontrol edilmesi gerekilen akil olmayanlar…
Kartezyen düalizm kapitalist ahlak anlayışında kendisine kültür-doğa ikiliği olarak yer edinir. Doğaya hasıl olan bütün özellikleri ve başına buyrukluğu kendinden ayrıştırarak medeniyet ve kültür çatısı altında akil olanı kendinde tutan kapitalizm, doğadan kopuş talebini gerçekleştiremeyen ya da bu talebi gerçekleştirmeyi reddeden bireyleri aklın dışına atmakla tehdit eder. Tehdidini görünür kılmak için ise mevcut sistemin sürdürücüsü olan iktidarın güç mekanizmalarıyla bu bireyleri ve sistemin işlerliğine karşı potansiyel tehlike taşıyanları, yani aslında bütün ezilenleri kontrol altında tutmaya çalışır.
Aklın dışına atılmak istemeyen, atıldığı takdirde neyle karşı karşıya kalacağının korkusunu yaşayan baskılanmış birey ya oyunu “kurallarına göre” oynayacak ve sistemin devamlılığını sağlayacak ya da iktidarın kurumsallaşmış tahakküm araçlarıyla etkisiz hale getirilme tehlikesi yaşayacaktır.
19. yüzyıl sonlarında bir bilim dalı olarak modern psikolojinin kurulmasında ön ayak olan Wilhelm Wundt’un ardından 20. yüzyıl başlarında psikolojide üç farklı yaklaşım hakim oldu. Bunlar; davranışçı, yapısalcı ve psikanalitik yaklaşımlar idi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle Kuzey Amerika’da etkili olan davranışçı psikoloji zamanla içerisine kartezyen düşünce sistemini de katarak kapitalizmin ana akım psikoloji bilimine dönüştü ve “hastaların” tedavisi çoğunlukla bu yöntemle gerçekleşti. Zaten kapitalizmin değerlerini taşıyan ana akım psikoloji, böylelikle kapitalizmin yarattığı problemleri bireye indirgeyerek görünmez kıldı.
Endüstriyel Psikolojinin Gelişimi
Üniversitelerde psikoloji alanında çalışan akademisyenler, devletten ve üniversite yönetiminden daha fazla ödenek alabilmek için özellikle endüstriyel alanda fayda sağlayabileceklerini kanıtlamak zorundaydılar. Bunu kanıtlamak için var olan endüstriyel sistem kaynaklı sorunlara (göçmenlik, istihdam, eğitim vb.) kendi yöntemleriyle cevap arayışına girdiler.
Wundt’un öğrencilerinden olan Walter Dill Scott Endüstriyel-Örgüt Psikolojisi’nin en önemli kurucusu olarak kabul edilir. Scott, psikolojinin reklamcılık ve psikolojik metodlarının patronların işçi seçimi için kullanılabileceği üzerine kitap yazan ilk kişidir.
1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle beraber askerlerin orduda yeteneklerine göre görevlendirilmesi için bir dizi test geliştiren Scott, savaştan sonra şirketlerin ve devletin işçi verimliliğini arttırma beklentisini karşılamak için kendi danışmanlık şirketini kurdu. Tabi Endüstriyel-Örgüt alanında çalışma yürüten tek psikolog Scott değildi ancak gelişimi yönünde en büyük çalışmaları o gerçekleştirdiği için modern anlamda kurucusu sayılmakta.
Endüstriyel Psikoloji’nin Kapitalizmdeki Yeri
Bireylerin örgütler halinde ve iş yeri koşullarında nasıl tepkiler ürettiklerini inceleyen Endüstriyel-Örgüt Psikolojisi, bireylerin psikolojik durumunu sadece şirket içi verimlilik tehlikeye girdiğinde sorunsallaştırır. Tabi verimi arttırmanın birinci adımı, verimsizliğe yol açacak şartları daha gerçekleşmeden önlemek.
Şirket kültürüne uygun işçilerin belirleneceği mülakat sorularını hazırlayan Endüstriyel-Örgüt psikoloğu aynı zamanda işçilerin şirketi daha fazla sahiplenmesi için uygulanacak yöntemleri belirler. Çünkü çalışma ortamı ne kadar sahiplenilir ise sömürü o kadar görünmez kılınır ve kapitalizmin kültürüne adapte edilen işçilerin şirket içi verimi o kadar artar.
Özellikle beyaz yakalı işçilerin çalışma alanlarında uygulanan serbest kıyafet günü, dönem dönem gerçekleştirilen parti organizasyonları, işçilerin emeğinden en fazla payı alan patronun sanki onlardanmışçasına projelerde eşit görevler alması bütün bu sahiplendirici metodlara örnek gösterilebilir.
Özellikle 1. Dünya Savaşı’yla beraber gelişim gösteren Endüstriyel Psikoloji kendisini sürekli dönüştürmek zorunda olan kapitalizmin, tıpkı ana akım psikolojide olduğu gibi, bir diğer içselleştirme mekanizması olarak gelişimini sürdürüyor.
İşçilerin örgütlenme ve sömürüye karşı mücadele etme isteklerini işçilerin zihninden ‘cefakar patron’ imajıyla silmeye çalışan kapitalizm, hayatın her alanına görünmez eliyle bazen güç, bazen “rıza” yoluyla sızmaya devam ediyor.
Emircan Kunuk
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Endüstriyel Psikoloji Kölelik Motivasyonu – Emircan Kunuk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. YY Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Birleşmiş Milletlerin Aklanma Örgütü Unicef – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Büyük bir yıkım demek olan savaşlardan sonra hep “barışçıl” yeni bir dünya inşaa edilmek istendiğini görürüz. Fakat bunu yapmak isteyenler, savaşları da kendi çıkarlarına göre çıkaran aktörlerin kendileridir. Medeniyet tartışmalarının ayyuka çıktığı, modernizmin bilimle kutsanarak yüceltildiği yakın dönem tarihinde hiçbir büyük söylem savaş siyasetine çözüm bulamamıştır. Aksine bu söylemlerle savaşlar kutsanmıştır. Milliyetçilik, din, kimlik çatışmaları gibi kavramlardan beslenen savaş siyaseti; belki en çok bu kavramların hiçbirine ait olmadan dünyaya gelen çocukları etkilemiştir.
Çocuklar hem içine düştükleri savaş travmasını yaşamakta hem büyümekte oldukları her an tahrip olan yaşam alanlarında savaşın gerçekliğine, sosyal ve ekonomik adaletsizliklere maruz kalmaktadırlar. Yetişkinlerin mahvetmekte olduğu dünyada geleceklerinin muğlak olduğu günler yaşamaktadırlar. Beslenme, barınma ve temel beceri gelişimi gibi durumlardan mahrum kalmaktadırlar.
Günümüzde uluslararası üst bir örgüt olarak varlığını sürdüren Birleşmiş Milletler ve bünyesinde bulunan sosyal ve ekonomik organlar, görünürde çeşitli alanlarda çalışmalar yaparak uluslararası barışın ve yardımlaşmanın tesis edilmesi amacını taşımaktadır. Bu durum çok da şaşırtıcı değildir çünkü bu yapılara küresel yıkımın aktörleri tarafından yüksek miktarlarda fonlar sağlanmaktadır ve küresel barış söylemi, böylesine çelişkili dinamiklerin üzerine kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler’e bağlı olarak çalışan yardım kuruluşlarının en önemlilerinden biri UNICEF’tir. UNICEF, diğer bir deyişle BM Çocuklara Yardım Fonu dünya üzerinde birçok devlette bürosu bulunan bir yardım kuruluşudur. Kötü koşullarda yaşamakta olan ve dünyanın farklı yerlerindeki yaşıtlarıyla benzer koşullara sahip olamayan çocukların yaşam standartlarının iyileştirilmesi iddiasıyla bağış kampanyaları düzenlemekte olan kuruluş, uzun vadede bu duruma sebep olan aktörlerin ifşa edilip onlara karşı tepki gösterilmesini engellemektedir. Bunda en büyük pay sahibi bağlı bulunduğu BM’nin açmazlarında boğulduğu devletler siyaseti ve keza UNICEF kurgusunun politik ve mali çelişkileridir.
Bu aktörlerin fütursuzluklarına hâlâ devam edebiliyor olmaları, BM’nin ve ona bağlı kuruluşların ne kadar geçersiz olduklarını ispatlar haldedir. Sömürü, ötekileştirme, ayrımcılık ve savaşlar BM ve ona bağlı kimi yardım kuruluşlarının varlığıyla beraber olumlanmaktadır. Yani çocukların yaşadıkları sorunların kökenini ortadan kaldırmadan yalnızca yardım etme algısı, bir anlamda yeni sömürüler ve yeni savaşlara zemin de oluşturmaktadır. Bugün, BM yalnızca olumsuz sonuçları onarmaya çalışarak göz boyamaktan öteye gidemiyor.
Küresel Barış Meselesinde Devlet Siyasetinin Yarattığı Çelişkiler
BM, devletlerin hükmettikleri alanların “meşru” kural koyucuları ve koruyucuları olduklarını kabul eder. Milletler Cemiyeti ve BM gibi devlet üstü yapılar barış için dünya ittifakını amaçladığını söylese de karar alma sürecinde, beş daimi üyenin (Fransa, İngiltere, Rusya, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri) kararları veto hakkı bulunduğundan küresel bir ortaklığın kurulması oldukça zorlaşmakta ve hatta neredeyse imkansızlaşmaktadır. Bu sebepten ötürü üye devletler bu beş daimi devletin üstünlüğüne ve onların stratejilerine hizmet eder konumda kalmaktadırlar.
Milletler Cemiyeti’nden BM’ye Devlet Siyaseti Açmazları
Bugün dünya barışını sağlamaya çalıştığı iddiasına sahip BM’nin öncülüne baktığımızda karşımızda Milletler Cemiyeti’ni görmekteyiz. Milletler Cemiyeti 1. Dünya Savaşı’nın galip devletleri tarafından oluşturulan bir cemiyet iken BM’nin kuruluşu da benzer şekilde gerçekleşmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın kazanan devletlerinin bir dizi konferansı sonucu BM ortaya çıkmıştır.
Milletler Cemiyeti misyonunu tamamlayamayan başarısız bir örgüttür. Zira temel hedeflerinin arasında dünya barışını sağlamak vardır. Fakat örgütün çalışır vaziyette olduğu dönemde 2. Dünya Savaşı’nın çıkması engellenememiştir.
Milletler Cemiyeti’nin muhatap olduğu devletler durmaksızın kendi egemenliklerindeki alanları müdafaa etmek yahut bayındır hale getirmek, hatta yeni alanlara hükmedebilmek için çıkarcı siyasetlerini sürdürmüşlerdir. Kurulan düzende her ülkenin yaklaşımının pragmatist bir boyutu vardır. “Daimi dost, daimi düşman yoktur” siyaseti hüküm sürmüştür. Neticede ise Milletler Cemiyeti misyonunu yerine getirememiştir ve 2. Dünya Savaşı’nın bittiği sırada yerini BM’ye bırakmıştır. Hukuki varlığı 1946’da son bulan cemiyetin malvarlığı ve arşivleri BM örgütüne aktarılmıştır.
BM: Dünya Siyasetindeki Etkisiz Eleman
BM, sistemini oluşturan 30’u aşkın kuruluş aracılığıyla 2. Dünya Savaşı sonrasında, dört ana amaç deklare etmiştir. Bunlar, uluslararası barış ve güvenliği korumak; devletler arasında dostça ilişkiler geliştirmek; uluslararası ekonomik, sosyal, kültürel, insani sorunların çözümünde işbirliği yapmak ve temel insan hak ve özgürlüklerine gerekli saygının gösterilmesini teşvik etmektir.
51 üye ile kurulan BM’nin şu sıralarda 200’e yakın üyesi bulunmaktadır. Bu da onun evrenselliği açısından yakaladığı en önemli avantajdır. Fakat yine de örgütün yaptırım gücü dünden bugüne yetersizdir. Etki edebildiği meseleler devletlerin yaşadıkları küçük çaptaki krizlerde görülmektedir. Ekonomik ve siyasal açıdan güçlü devletlerin aktör olduğu krizlerde etkisiz bir konumda kalınmaktadır.
Filistin ve İsrail Devleti
Filistinliler, İsrail Devleti’nin sıkıştırdığı bir kara parçasında büyük bir oranda İsrail’e ve diğer devletlere bağımlı bir halde yaşamaktadırlar. Filistin, İsrail işgalinden önce Birleşik Krallık tarafından yönetilmiş bir bölgedir. Birleşik Krallık manda rejimi çerçevesinde 1922 yılından 1947 yılına dek Filistin’de idari kontrolü elinde tutmuştur. Fakat bu dönemde dünya savaşı, katılan devletleri ekonomik açıdan zora sokmuştur. Birleşik Krallık da bu durumdan etkilenen devletler arasındadır. Bundan ötürü savaş döneminde ve sonrasında ada dışında etkisiz kalan devlet, yetkisini devretmek istemiştir. Nihayetinde 18 Şubat 1947’de Filistin’de devam eden yetkisini bırakıp meseleyi BM’nin hükmüne teslim etmiştir. Fakat o günden bugüne geçen zaman, Filistinliler’in İsrail’in baskısı altında yaşamaya zorlanması sonucundan başka bir şey getirmemiştir.
Bugün, Filistinliler tarihsel ve dinsel hısımları konumunda bulundukları yeni yapıya muhtaç halde yaşamaktadırlar. Kötü koşullar sebebiyle on binlerce Filistinli iş aramak için çeşitli yollarla İsrail’e ve başka coğrafyalara geçmiştir. Ek olarak, Filistin ekonomisi birçok unsur bakımından İsrail’e bağımlı haldedir. İsrail’in uyguladığı denetim yöntemleri iki taraf arasındaki adaletsizliği iyice derinleştirmektedir.
Bosna Katliamı
BM’nin yakın dönemdeki bir başarısızlığı da Bosna Katliamı’nda görülmüştür. 20. yüzyılın sonlarında gerçekleşen Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Sırplar ve Hırvatlar, Bosna Hersek’i işgal etmek için saldırılar düzenlemişlerdir. Bölgede yaşanan savaşta BM’nin bu tarz hadiselerde esasında ne kadar etkisiz bir kurum olduğu açıkça görülmüştür. 1992-1995 yılları arasında yaşanan savaşın doruk noktası 1993 yılında BM Güvenlik Konseyinin kararıyla Srebrenitsa’nın güvenli bölge olarak ilan edilmesiyle yaşanmıştır. Bu kararın amacı BM’nin güvencesiyle savaş ortamından yalıtılmış bir halde olan bu yerleşim yerinde insanların korunmak istenmesidir. Kararın ardından yapılan uygulamalardan biri, bölgedeki Müslümanlara ait olan silahların Barış Gücü tarafından güvenlik gerekçesiyle toplatılmasıdır. Bölge BM’nin var olduğu bir alan, yani savaş dışı bir yer olarak varlığını sürdürmüştür. Dolayısıyla dokunulmazdır. Fakat gerçekler bu şekilde gelişmemiştir. BM Koruma Gücü’nün koruması altında olan bu bölge Sırplar tarafından kuşatılıp saldırıya uğramıştır. 11 Temmuz 1995’te Sırp gücü güvenli bölgeyi işgal etmiştir. Enteresandır ki BM Koruma Gücü bölgeden çekilerek görevlerini yerine getirmemiştir. Srebrenitsalılar tüm dünyanın gözünün önünde ölüme terk edilmiştir. Yaşanan olaylarda 8 bin Bosnalı katledilmiştir.
Bir Savaş Sonrası Müdahale Aktörü Olarak BM ve UNICEF
BM’nin tarihsel arka planını, misyonunu ve başarısızlıklarını izah ettikten sonra örgütün bütçesine de ayrı bir bölüm açmak gerekmektedir. Zira bütçenin gerçekliği BM’nin içinde bulunduğu durumu tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Bu noktada BM’nin yalnızca uluslararası hukuki bir araç halinde çalışmalarını sürdürdüğü, savaş sonrasında kurulan düzenin -yazımızın başında bahsini ettiğimiz gibi- “kazananlar tarafından” kurulup idare ediliyor olduğu görülecektir.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) raporuna göre 2016’da dünyada toplam 1 trilyon 686 milyar dolar askeri harcama yapılırken; bunun üçte birinden fazlası, 611 milyar dolar ile ABD tarafından gerçekleştirilmiştir. ABD’yi sırasıyla; Çin, Rusya, Suudi Arabistan, Hindistan, Fransa, Japonya, Almanya ve Güney Kore takip etmektedir. BM’nin bütçesine bakıldığında uluslararası barışı sağlamaya yönelik çalışma yürüttüğü iddia edilen bir yapının askeri harcamalar karşısında büyük çaresizlik yaşadığı görülmektedir. Örgütün 2008-2009 bütçesi 4,17 milyar dolar iken, 2016-2017 yılı bütçesi 5,4 milyar dolardır. 2008-2009 yılı bütçesi ABD vatandaşlarının, bir yılda saksı bitkileri ve kesme çiçekler için harcadığı para miktarına eşittir. (Barış gücü bütçesi ise ayrıdır. 1 Haziran 2007 ile 30 Haziran 2008’e kadar olan süre için 6,8 milyar dolar olarak belirlenmiştir.) Şöyle bir gerçek vardır ki uluslararası askeri harcamaların yıllık tutarı BM sistemindeki tüm kuruluşların 65 yıllık bütçesine eşdeğerdir. Ayrıca BM’nin etkisizliğinden dem vuran ABD’nin yardımlarını azaltacağını haber etmesi de akıllarda yer eden bir başka meseledir. ABD, BM’nin uluslararası siyasete ne türden bir etkisinin olduğunu bildiğinden yardım için ayırdığı parayı azaltma tehdidini rahatça yapabilmektedir. ABD, yakın dönemde yapılan Kudüs oylamasında aleyhine çıkan karar sonrasında da benzer bir açıklama ile gündeme gelmiştir. Ayrıca ABD, uluslararası barışı bu derece tehdit ettiği siyaset arenasında UNICEF’e de oldukça yüklü bağışlar yapmaktadır. Sadece 2002 yılında 282 milyon dolar bağış yapıldığını biliyoruz. Enteresandır ki ABD, 2003 yılının mart ayında Irak işgalini başlatmıştır. Çocukların hayat şartlarını “önemseyen” ve UNICEF’i destekleyen ABD’nin, Orta Doğu’daki çocukları bu durumdan ayrı tuttuğu görülmektedir. Ayrıca Irak’ta yüz binlerce sivilin ölümüne sebep olan ABD’nin “Şok ve Dehşet Operasyonu” olarak bilinen saldırıları dünya televizyonlarından canlı olarak yayınlanmıştır. Ne BM ne herhangi bir siyasi aktör bu vahşeti engelleyebilmiştir.
UNICEF sadece ABD’den destek alan bir kuruluş değildir. Gelirinin büyük bir kısmını devletlerden; kalan kısmını ise birtakım şirketlerden, kuruluşlardan, bankalardan ve bağışçılardan elde etmektedir. Destekçilerinin arasında ING Bank, Barclays, P&G, Marks&Spencer, IKEA, Sony gibi şirketler vardır. Ayrıca UNICEF’in şu anki başkanı Henrietta Fore’un, önceki kariyerinde Exxon Mobil’in yönetici kadrosunda yer aldığını belirtmek gerekir. Exxon Mobil, sera gazı salınımında en büyük rolü oynayan enerji şirketlerinden biridir.
UNICEF’in milyon dolarlık bütçelerinin başındaki yöneticiler uluslararası şirketlerden gelip tekrar şirketlere giderler. Örneğin önceki başkanlardan Ann Veneman, anne sütünü engelleyecek ürünleri pazarladığı için 1977’den beri boykot edilen Nestle şirketinin yönetim kuruluna girmiştir. Nestle 1990’lardan beri Güney Afrika’da milyonlarca çocuk işçinin çalıştığı kakao çiftliklerinden alım yapmış ve hala yapmaya devam etmektedir, hatta buradaki insan tacirleriyle işbirliği nedeniyle dava edilmiştir.
Şurası bir gerçekliktir ki devletlerin “meşru” kural koyucu olarak var oldukları egemenlik alanlarında bulunan yoksul ve ezilen çocuklara destek, UNICEF tarafından sağlanmaktadır. Bu durumun bir yardım kuruluşu aracılığıyla yerine getirilmesi sağlanarak esas aktörün kimler oldukları gizlenmektedir. Ayrıca insanları bağışçı statüsünde kendine bağlayan UNICEF diğer açıdan bu insanların süregelen adaletsizliklere karşı iyi niyetlerini teslim ettikleri mücadeleci (!) bir kuruluş olarak var olmaktadır. Fakat UNICEF sistemin açmazlarına karşı mücadeleci olmaktan ziyade, sistemin onarıcısı konumundadır. Gelgelelim geniş bağlamda UNICEF’in var olan düzene karşı oluşacak tepkileri absorbe ettiği de inkar edilemeyecek bir gerçekliktir. Bu hem kendisini fonlamakta olan devletleri rahatsız edemeyecek yöndeki bağımlılığından hem protesto potansiyelini oluşturan insanların iradesini bu kuruluşa teslim etmesinden yükselen bir gerçekliktir.
Sonuç
BM 70 yıldır hâlâ dünya barışını sağlayamamasını üye devletlerin alınan kararlara uymamalarına olduğu kadar örgütün ekonomik kaynaklarının yetersizliğine de bağlamaktadır. Böylelikle örgüte daha çok katkı verilmesi gerektiğini vurgulayan yetkililer, BM’nin varlığının devam etmesi gerektiğini savunuyorlar. Onlara göre böylesi bir örgüte her zaman ihtiyaç olacaktır.
Savaşların yarattığı tahribatların onarılması iddiasıyla oluşturulan çatı örgütlerinin ve onlara bağlı yardım kuruluşlarının başarılı olamadıkları ortada. Aslında başarılı olmaları da beklenemez. Zira bu örgütü oluşturan devletlerin tutumları birbiriyle çelişiktir. Her devlet, küresel çapta dünyayı ilgilendiren herhangi bir meselede önceliği dünyanın tümüne göre değil, kendi politik, ekonomik ve çoğunlukla da askeri çıkarlarına göre belirlemekte ve ona göre hareket etmektedir. Dolayısıyla şurası açık görünmektedir ki uluslararası barışın sağlanması, varolan devletli sistem değişmeden mümkün değildir.
Selahattin Hantal
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post 21. YY Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Birleşmiş Milletlerin Aklanma Örgütü Unicef – Selahattin Hantal appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Oyunun Coğrafyası 1: Parklar – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Tarih boyunca yetişkinler, çocukları kontrol altına almaya çalıştıkları gibi mekanlarını da kontrol altına almaya çalışmışlardır. Çocukların oyun oynayıp yaratıcılıklarını geliştirebilecekleri ve öğrenebilecekleri alanları yaratmak mümkün. Bu yazı dizimizin ilkinde oyun coğrafyalarından çocuk parklarını konuşuyoruz.
Modern Çocukluk
Dünyanın farklı coğrafyalarında toplumsal ilişkilerin iktidarlı yapılar tarafından kontrolü ile toplumdaki doğal farklılıklar (yaş, cins, etnisite) avantajlı konumların yaratılması, baskı ve sömürü koşullarının oluşturulması amacıyla farklı şekillerde kullanılmıştır. Özellikle avcı toplayıcıların yerleşik hayata geçişiyle yakın süreçlerde ortaya çıkmış iktidarlı mekanizmaların toplumsal yaşamda ortaya çıkardığı iş bölümünün etkisiyle oluşan yetişkin-çocuk ayrımı ve modernleşmenin ortaya çıkardığı, iş bölümü ve uzmanlaşmanın üretimin yanı sıra toplumsal yaşamın tamamında etkili olmaya başlamasıyla birlikte çocukların ayrı toplumsal kategorizasyon içerisinde tanımlanması bu durumla ilişkilidir. Yetişkinlerin çocuklara yüklediği roller, anlamlar tarihsel dönemlere, kültür ve topluluklara göre değişim göstermiştir.
Peter Gray’e göre çocuklar avcı toplayıcılarda toplumsal yaşam içerisinde büyürken sonraki dönemlerde yetişkinler tarafından evcil hayvanların yetiştirildiği gibi yetiştirilmesi gereken canlılar olarak görülmüştür. Çocukların kendilerine özgü oyunlarının, besinlerinin, giysilerinin, konuşma dillerinin oluşmaya başladığı dönem ise 17. yüzyıl ve sonrasına tekabül etmektedir. Bu dönemden sonra da ayrı gelişimsel özelliklere sahip oldukları iddiasıyla çocuklar toplumsal ayrışmaya maruz kalarak giderek yetişkinlere daha bağımlı hale getirilmişlerdir.
17. yüzyıl ve sonrasında Avrupa’da yetişkinlerden ayrı bir gelişimsel dönem olarak kabul görmeye başlayan ve inşa edilen toplumsal bir yaratım olan çocukluk, bugün de toplumu kendi çıkarları uğruna kontrol etmek isteyen kesimlerin hedefinde olan bir olgudur.
Değişen Çocukluk Coğrafyası
Kentlerin insan coğrafyasının hakimi olmaya başlaması ve kentleşmenin yaygınlaşması sonucu insanın doğadan kopuşu gerçekleşmiş ve kır-kent ayrımı keskinleşmeye başlamıştır. Bireyler önceleri yaşamın bilgisini doğadan bizzat kendileri öğrenirken doğadan kopuşla birlikte bilgi öğretimi ve mekanın kontrolünü kaybetmiştir. Neyin doğru neyin yanlış olacağı ve neyin öğretilip öğretilmeyeceği kentin/iktidarlı yapının yöneticilerinin kararına bağlı olmuştur.
İnsan coğrafyalarındaki değişimi araştıranların yanı sıra S. James’in (1990) “Coğrafya’da çocuklar için bir yer var mıdır?” sorusuyla beraber coğrafyacıların bu konuya olan ilgisizliği eleştirilmiştir. Yönetilen yetişkin bireyler gibi çocuğun öğrenimini gerçekleştirdiği mekanın ve yaşadığı coğrafyanın da değiştiğini vurgulamak gerekir.
Doğanın tahakküm altına alınması, merkezi iktidarın güçlenmesi ve toplumsal ilişkilerde hiyerarşinin belirginleşmesi, çocuklukla ve çocuklarla kurulan ilişkinin de köklü bir şekilde değişmesine neden olmuştur. Avcı toplayıcı topluluklarda, içinde yaşadıkları kültürün tüm araçlarına erişim sağlayabilen ve aşağı yukarı dört yaşından itibaren gruptaki diğer çocuklarla birlikte yetişkinlerden bağımsız bir şekilde etrafını keşfetmekte ve oynamakta özgür olan çocuklar, değişen toplumsal ilişkiler, aile ve eğitim gibi kurumlarla giderek daha da baskı altına alınmış; yetişkinlere bağımlı hale getirilmiştir. Günümüz çocuk-yetişkin ilişkilerine ve çocukların zaman geçirdikleri mekanlara bakarsak çocukluk coğrafyalarının değişmiş, çocukların kentli yetişkinlere iyice bağımlı kılınmış olduklarını anlayabiliriz.
Mekanın kontrolünü sağlamanın toplumun kontrolünü sağlamada önemli bir araç olması sebebiyle siyasi ve ekonomik iktidarların -kendi çıkarlarına odaklandıkları- her uygulaması, çocukların görmezden gelindiği mekansal düzenlemeler olmuşlardır.
Kentler, modern beşeri coğrafyalar kapitalist üretim ve tüketim anlayışının hakim olduğu, hızlı hareketlerin gerçekleştirildiği, rekabetlerin oluştuğu alanlar olmaları sebebiyle çocukların ihtiyaçlarına, beklenti ve isteklerine cevap vermemekte, çocuklara güvenli ortamlar sunamamaktadır.
Sokaklar, yollar, mimari düzenlemeler ve kent planlamalarının hepsi yetişkinlerin fiziksel özelliklerine, ihtiyaç ve isteklerine odaklanmaktadır. Kent mekanının düzenlenme sürecinde karar alınırken çocukların katılımı gözetilmez. Kentler, çocukların tek başlarına hareket edebildikleri, risk alabildikleri, bireysel yetenek ve özgüvenlerinin gelişmesine yönelik alanlar değildir. Çocuklar giderek sokaklarında oynayamadığı, caddelerinde yürüyemediği kentlerde yaşamaktadır. Okul, kurs, sinema, alışveriş gibi etkinliklere araç ile gitmektedirler. Eve, okula ve izin verilen alanlara kapatılmışlardır. Kapalı mekânlar arasında gidip gelmekte ve sosyal yaşama sınırlı bir şekilde katılabilmektedirler. Yalnızlaşan çocuğun öğrenme süreci sakatlanacaktır. Kısacası mekanlar adeta çocukların kontrol altına alınması için düzenlenmiştir.
Değişen Oyun Mekanları ve Parklar
Tarih boyunca yaratıcılığın, öğrenmenin ve toplumsallaşmanın önemli araçlarından biri olmuş oyun, özellikle çocuklar için başat bir etkinliktir. Oyun çocukların fiziksel ve düşünsel gelişiminde önemli bir yere sahiptir ve çocuk oyunla yani öğrenerek büyümektedir. Dayanışmanın, kolektif hareket etmenin ve kolektif yaşamın deneyimlendiği oyunlar çocukların özgür büyümesini ve gelişmesini sağlamaktadır.
Toplumsal, ilişkisel bir olgu olarak mekan, öğrenme süreci için de anahtar bir noktadır. Mekanın kendisi, fiziksel özellikleri ve kurgulanması öğrenme sürecine etkide bulunmaktadır.
Mekanın önemini kavrayan farklı farklı kesimlerden de çeşitli yöntem ve anlayışlar geliştirilmiştir. Örneğin alternatif eğitim modellerinden olan ama öğretmen-öğrenci ikiliğini sürdüren Reggio Emilia’da da mekan çocuk ve öğretenin dışında üçüncü pedagog olarak tanımlanmıştır.
Hollandalı Johan Huizinga’nın “Homo Ludens” (Oyun oynayan insan) fikirlerini benimseyen Situationistlerle çalışmalar yapan Van Eyck’a göre ise oyun modern kapitalizm ve modern mimarlığa karşı çıkışın bir aracı olduğu için tüm şehir gizli sürprizler içeren, yaratıcılığı teşvik edecek bir oyun alanı gibi olmalıydı. Van Eyck’a göre oyun alanlarındaki nesneler değil çocuklar hareket etmeliydi. Bu yüzden atlama taşları, tırmanma çubukları, borulardan mamul kubbeler, kum havuzları yeterli idi. Bu nesneler çocukların hayal gücü ile birleştiğinde kah bir Eskimo iglosu, kah bir korsan gemisi olabiliyordu. Fakat bu yaklaşımda da çocuklara yeterli olabilecek malzemelerin sıralanması başka türden bir mekan düzenlemesi içeriyordu. Ayrıca kentin kapitalist üretim ilişkileriyle bağının nasıl çözülmesi gerektiğine dair sorgulamaları ve merkezi iktidarlarca kontrolünü es geçip iyi bir şehrin nasıl olabileceğini söylemesi de yeterli bir yaklaşım değildi.
Toplumun kontrolünü sağlayabilmek için çocuğun eğitilmesi gerektiği yaklaşımıyla birlikte de kent mekanı içinde mekansız kalan ve evlere, okullara sıkışan çocukların nefes alabildiği alanlar olarak oyun parkları önemsenmiştir. Peki hakim oyun parkları çocukların otonomisine, bağımsız bir birey olma sürecine ne kadar katkı sağlamaktadır? Kentin içerisindeki yeşil alanların tüketilmesinin ardından “çevreci hassasiyeti” ile oluşturulan küçük parklar nasıl bu sorunu çözecek yaklaşıma sahip değilse çocukların evden çıkıp koca koca betonların arasındaki küçücük plastik bir salıncak ve kaydırağın var olduğu sembolik parklara gitmesi anlayışı da benzer bir sığlığa sahiptir.
Kentsel mekanda yetişkinler tarafından belirlenen bir takım kriterler doğrultusunda tasarlanan çocuk oyun alanları ve okul bahçeleri de çocuğun ihtiyaçlarına, beklenti ve isteklerine uygun değildir. Böylesi mekanlara sıkışan çocuk pasif/izleyici konumda olacaktır.
Richard Sennett’e göre de oyun oynamak için özel olarak üretilmiş ve etrafı trafikle çevrelenmiş parklarda oynanabilecek oyunlar belirlidir. Bu noktada hiçbir sürprize yer yoktur. Fakat oyun, kendi varlığını insan eylemleriyle her yerde sürdürebilir. Çocukların kendileri için tasarlanan park ya da oyun alanlarında değil de başka amaçlar için üretilmiş mekânlarda oyun oynamaktan daha çok keyif almalarının nedeni, oyunun yapısında yer alan belirsizliğin, başka işlevler için tasarlanmış alanlarda daha kolay görünür olmasıdır. Bu, oyunun yaratıcı doğasında var olan bir özelliğidir.
Kolektif Özgür Yaşam Alanları ve Özgür Oyun Alanları
Çocukları toplumsal yapıdan ayrı düşünmeyen, bireylerin ve toplumun kendi iradesi, üretimi ve planlaması olarak -toplumun tümünün ihtiyaçları doğrultusunda- şekillenen kolektif yaşam alanlarının varlığı da çocukların özgür bir şekilde büyüyeceği mekansal koşulları ve ilişki biçimlerini yaratacak bir başka araç. Kısacası özgür bilgi paylaşım alanlarının; üretimin, tüketimin ve farklı toplumsal istek ve ihtiyaçların kapitalist ilişki biçimlerinin ve mekanizmalarının yanı sıra merkezi iktidarların dışında gerçekleştirildiği alanların da üretilmesi gereklidir.
Sokaklarının giderek daha büyük binalarla çevrelenip taşıt trafiği sebebiyle güvensizleşmesi çocukların yaşam alanlarında hareket özgürlüklerini kısıtlayan, doğal ve toplumsal ortamla kurulan bağlarını körelten, onları yalnızlaştıran bir olgu olagelmiştir. Sokakta oyun oynayamayan, küçük belirlenmiş parklara, ev ya da okullara sıkışan çocukların, içinde bulunduğumuz tek düzelikten kurtulmaları ve yaratıcı bir toplumsallığı inşa etmeleri pek mümkün değildir.
İşte bu durumun farkındalığına sahip olan, çocukların yaratıcı hayal güçlerini açığa çıkarabilmeleri ve özgür bir toplumsallığı oluşturabilmeleri için farklı yöntem önerileri de mevcuttur: Kevin Lynch’in Melbourne’ün banliyö mahallelerindeki çocuklara dair 1997’deki çalışması, koruma amaçlı dahi olsa çocukların kendi oyun yerlerini oluşturmalarının engellenmesinin çocuklar tarafından hoş karşılanmayacağı bulgularına ulaşmış; İngiliz anarşist Colin Ward (1990) ve pedagog Mary Sibley (1991) de çocuklar için tasarlanan kamusal mekânlar ile çocukların daha esnek ve açık alanları seçmesi arasında ortaya çıkan çelişkinin altını çizerek oyun mekânlarının inşa sürecine çocukların da dâhil edilmesi gerektiğine dair vurgu yapmıştı.
Devletin eğitim sistemine karşı anarşist Francisco Ferrer tarafından başlatılan modern okul hareketi ve 1950’lerde, 1960’larda özgür okullar ve alternatif eğitim biçimlerinin oluşturulması da önemli deneyimlerdi. 1960’ların özgür okul düşüncesinin müjdeleyicilerinden biri ise 1940’lardaki özgür oyun alanı hareketinin gelişimiydi. Colin Ward’un da dediği gibi bu hareket insanların iktidarlara karşı kendi yaşamları için toplumsal yaşamı denetleyebilecekleri ve kullanabilecekleri şekilde dünyayı yeniden biçimlendirme konusundaki özgürlükçü ilginin bir ifadesiydi. İlk özgür oyun alanı hareketi Kopenhag’da başladı. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İsveç, İsviçre ve Birleşik Devletler’e yayıldı. Stockholm’de oyun alanı Free Town, Minneapolis’te The Yard, İsviçre’de Robinson Crusoe Playgrounds olarak biliniyordu. Çocukların yaratıcılıkları geliştirebilecekleri ve yeni şeyler keşfedebilecekleri yap-boz (serüven/özgür) oyun alanının temel ilkesi sadece hammadde ve aletlerle; kereste, çiviler, hurda, metaller, kürekler ve inşaat malzemeleri ile donatılmıştı. Salıncak ve tahterevalli gibi kurulu oyuncaklar yoktu. Esas olarak çocuklara oyun alanlarını inşa etmek, yıkmak ve yeniden inşa etmek üzerine araçlar veriliyordu. Yap-boz oyun alanı hareketi okullara ve endüstriyel kent çevresinin kendisine önemli eleştiriler getirmekteydi. Oyun alanındaki verili malzemelerin oyunun kendisini kurumsallaştırma eğiliminde olduğu ve yaratıcılık ya da deneyime pek az yer bıraktığı eleştirisi mevcuttu.
Yap-boz oyun alanlarında vaktini geçiren çocukların pek çok yönden kendisini geliştireceğini düşünmek hiç de zor değil. Bu alanlar çocuğun fiziksel gelişiminin yanında, kendini ifade etmesi, yaratıcılık ve hayal gücünü geliştirmesi, problem çözme yeteneğini kazanması, neden sonuç ilişkisi sağlıklı kurması, sorumluluk, paylaşma ve dayanışma duygularını geliştirmesi açısından önemli bir yere sahiptir. Ve ayrıca çocuklar özgür olabilecekleri yap-boz oyun alanlarında yıkıp yeniden yaratabiliyor olmanın gücünü öğrenerek daha büyük boyutlardaki yapıları, sistemi yıkıp yeni bir toplumsal yaşamı yaratabilmelerini sağlayacak özgüveni de oluşturmuş olacaklardır.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Oyunun Coğrafyası 1: Parklar – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (21): Ukrayna’da Anarşist Yayınlar – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Kendi başlarına örgütlenmek ve yaşamlarının her alanında, doğru olduğunu düşündükleri tarzda karşılıklı anlayışa varmak işçilere ve köylülere düşer.”
Nestor Mahno, 1919
Ukrayna’da anarşizmin tarihinden bahsederken Rusya’da anarşizmin ve devrim mücadelesinin tarihinden bahsetmemek mümkün değildir. Birbiriyle iç içe geçmiş mücadelelerin yaşandığı bu komşu coğrafyalar, devrimci mücadeleye dair iki farklı yaklaşımın kendi koşullarında deneyimlendiği, bunun sonucunda anarşistlerin uzun yıllardır ısrarlı bir şekilde propagandasını yaptığı gibi “iktidar”ı ele geçirenlerin hızlı bir şekilde yozlaşacağı ve “çardan beter olacağı” öngörüsünü bilfiil kanıtlayan, talihsiz bir deneyime dönüştü. Aşağıda inceleyeceğimiz yayınların bazıları yazı dizimizin 16. bölümünde yayınlanan “Rusya’da Anarşist Yayınlar”la paralellik gösterebilir, zira o dönemde yayın yapan dergi ve gazetelerin bir kısmı hem Rusya hem de Ukrayna’da yayınlanıyordu.
Ukrayna’da Anarşist Devrim
Ukrayna’da anarşizm, diğer toplumsal hareketlerde olduğu gibi Mahnovist hareketin ortaya çıkışına kadarki süreçte pek de tanınan bir düşünce değildi. Dönemin halk özgürlük hareketlerinde olduğu gibi kimlik sorunlarıyla boğuşan, kendi dili ve kültürü yoğunluklu olarak Rusya’nın dili ve kültürü tarafından ezilen bir konumda küçük bir ülkeydi. Rusya’daki devrimciler de Ukrayna’nın sorunlarına uzak kalıyorlar, orayı Rusya’ya dahil bir yer gibi değerlendiriyorlardı.
Durumu başarılı bir şekilde kavrayan Nestor Mahno anılarında şöyle söylüyordu:
“Ukrayna, Ukraynaca konuşuyor ve dolayısıyla Ukrayna dilini konuşamayan yabancıları dinlemiyor. Bu zamana kadar anarşistlerin Ukrayna köylüsü üzerinde zayıf bir etki yaratması, şehirlerde toplanmalarıyla ve Ukrayna köylülerinin kendi dilini, kültürünü farkedememiş olmalarıyla alakalıdır.”*
Sonrasında hızlıca çalışmalara başlayan Mahno ve yoldaşları, halkın ihtiyaçları ve anarşizm ideallerinin gerçekleştirilmesi için çeşitli örgütlenmeler kurdu. O zamana kadar (Bolşevikler dahil) Ruslar tarafından “Rusya’nın güneyi” olarak görülen Ukrayna’yı anarşizmle özgürleştirmek için yola çıktılar. Pek çok Rus anarşist 1918’de Nabat Anarşist Örgütler Konfederasyonu’nun kuruluşuyla Ukrayna’daki anarşizm mücadelesine omuz vermek için faaliyet alanını genişletti.
Savaşın patlak vermesiyle beraber hızlıca toprakları kolektifleştiren, köy köy gezip resmi evrakları yakan, devleti ortadan kaldıran anarşistler kısa süre içerisinde farklı güç odaklarıyla karşı karşıya kaldı. Beyaz orduya ve Avusturyalı işgalcilere, Ukrayna’lı milliyetçilere ve de Bolşeviklere karşı aynı anda pek çok cephede savaştılar. Bu mücadeleler sırasında yer yer süreli yayınlar, yer yer bildiri ve broşürler, bazen de hiçbirinin basılamadığı koşullarda sözlü propagandayla yetindiler.
Ukrayna’da Anarşist Yayınlar: Golos Truda, Nabat, Dielo Truda
Ukrayna’daki anarşist yayıncılığın tarihini çıkarmak, derli toplu bir şekilde bir düzene sokmak halihazırda zor olmakla beraber, ilk kez Ukrayna ve anarşizm üzerine yazıların, Volin’in editörlüğünü yaptığı ünlü anarko-sendikalist dergi Golos Truda’da (Emeğin Sesi) yayınlanmaya başladığını görüyoruz. Golos Truda Rusya’dan sürgün yemiş ya da politik sebeplerle çıkmak zorunda kalmış devrimcilerin yazdığı, Rusça yayınlanan bir dergiydi. 1929’da Stalinist rejim tarafından tamamen kapatılana dek yayınını sürdürmüştü.
Nabat Anarşist Örgütler Konfederasyonu’nun yayın organı olan Nabat dergisi ise özellikle Aaron Baron ve Volin’in ısrarlı emekleriyle yayın yapıyordu. Öncesinde Put k Svobode (Özgürlük Yolu) adıyla yayın yapan dergi birkaç ay içerisinde format değiştirdi ve Nabat’a dönüştü. 1923 ve 1924’te Nabat’ın Kharkov’lu üyeleri tarafından genç ve yaşlı Ukrayna’lılara yapılan başarılı propagandanın en önemli aracı haline gelmişti. Grup aynı zamanda bildiriler bastırıyor, anarşist bir yeraltı matbaası örgütlemek için çalışıyordu. Nabat’a bağlı Anarşist Gençlik grubundan Iuda Reidman’ın çabaları, savaşın dozunu arttırmasıyla sonuçsuz kaldı.
Nabat’ta tarımdan sanayiye, eğitimden güncel başka konu başlıklarına dair çeşitli bilgilendirmeler yapılırken ayrıca ateizme dair de propaganda metinleri yayınlanıyordu. Bu, Mahnovist hareketin Ukrayna köylüsüyle beraber verdiği anarşizm mücadelesinde, yerel papazların yaydığı korkuya karşı farkındalık edinilmesi için harcanan çabanın ürünüydü. Yine Nabat’ın bir parçası olan Ateistler Birliği tarafından yayınlanan yazıda “Tanrı, şeytan ve inanç; insanlık bu ürkütücü sözlerin bedelini bir kan deniziyle, gözyaşı seliyle ve sınırsız acılarla ödemiştir. Bu karabasana artık yeter!” deniyordu. Çeşitli şiirlere yer veriliyor, teorik yazıların yanında işçi hareketini edebi ajitasyonlarla da harekete geçirmeye çalışıyorlardı.
Mahnovist hareket için en önemli metinlerden biri, çeşitli dillerde, “Özgür Topraklar” deneyimi sırasında ve sonrasında sıkça dağıtılan “Liberter Komünistlerin Örgütsel Platformu” metniydi. Nestor Makhno ve Piotr Arshinov tarafından Paris’te sürgünde bulunan diğer Rus ve Ukraynalı anarşistlerle birlikte, 1925 yılında Dielo Truda adlı dergide yayınlanan metinde, dünya anarşistlerinin bir platform altında buluşması çağrısı yapılıyordu. Mahno, Fransa’da bulunduğu yıllarda da çeşitli anarşist toplantılara katılıp platformdan bahsediyor ve Dielo Truda’nın yayınlarına aktif olarak katılıyordu.
Son derece kapsamlı bir teorik yayın olan Dielo Truda, anarşist komünizmi benimsiyordu. İkili böyle bir dergi çıkarmayı yıllar önce, daha Moskova’daki Butirky hapishanesinde bulundukları günlerde tasarlamışlardı. Makhno, üç yıl süren yayını boyunca, Dielo Truda’nın hemen her sayısına bir makale yazdı. Rusya’dan kısa bir süre önce kaçan ve yazdığı Kronstadt Komünü adlı kitapçıkla Bolşevizmin maskesini düşüren Ida Mett, gruba 1926 yılında katıldı. “Anarşist Komünistlerin Örgütsel Platformu” da bu yıl içinde yayınlandı ve başta Malatesta’nın cevabı olmak üzere pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Nestor Makhno, Piotr Arshinov, Gregori Maximoff, Ida Mett ve Nicholas Lazarevitch derginin değişmeyen yazar ekibini oluşturuyordu. Dielo Truda aynı ekiple 1939 yılına kadar yayınlandı. Sonrasında Gregori Maximoff tarafından Dielo Trouda-Probuzhdenie adını alarak 1950’ye kadar yayınını sürdürdü.
Ukrayna topraklarında anarşizm, Bolşevik diktatörlük yılları boyunca yoğun bir baskıya maruz kaldı ve sürgündeki anarşistler tarafından yurtdışında sürdürüldü. 1936 İberya Devrimi sürecinde dayanışma ilişkilerini sürdüren Ukraynalı anarşistlerin bir bölümü İspanya’ya gitti. Aradan geçen uzun yılların ardından Ukrayna’da Mahno, farklı siyasi gruplar tarafından sahiplenilen bir halk kahramanı haline geldi. Bugün irili ufaklı girişimlerle anarşist yayıncılık nefes aldığı topraklarda yeniden yeşermeye başlıyor…
*“Neskolko slov o natsionalnom voprose na Ukraine, Nestor Mahno”
Meltem Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (21): Ukrayna’da Anarşist Yayınlar – Meltem Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>