sayı 53 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Sun, 24 May 2020 10:55:17 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 Yıkmak Yaratmaktır: Ahitler https://meydan1.org/2020/05/24/yikmak-yaratmaktir-ahitler/ https://meydan1.org/2020/05/24/yikmak-yaratmaktir-ahitler/#respond Sun, 24 May 2020 10:52:48 +0000 https://meydan.org/?p=58889 Kadınlar için Erkek Gilead’i Yıkmak Özgürlüğü Yaratmaktır Bekçiler, polisler, güvenlik kameraları ve güvercinler, martılar, kargalar, kediler, köpeklerle dolu sokaklar; sokaklarda aceleyle markete ya da fırına giden ya da dönen birkaç insan, kepenkleri indirilmiş mağaza vitrinleri arasında güç bela açık bulunan bir kitapçı. Kitapçıya yeni gelmiş bir kitap; Damızlık Kızın Öyküsü başta olmak üzere Kör Suikastçi, […]

The post Yıkmak Yaratmaktır: Ahitler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kadınlar için Erkek Gilead’i Yıkmak Özgürlüğü Yaratmaktır

Bekçiler, polisler, güvenlik kameraları ve güvercinler, martılar, kargalar, kediler, köpeklerle dolu sokaklar; sokaklarda aceleyle markete ya da fırına giden ya da dönen birkaç insan, kepenkleri indirilmiş mağaza vitrinleri arasında güç bela açık bulunan bir kitapçı. Kitapçıya yeni gelmiş bir kitap; Damızlık Kızın Öyküsü başta olmak üzere Kör Suikastçi, Tufan Zamanı, Antilop ve Flurya, Nam-ı Diğer Grace, Cadı Tohumu, Kalp Gidince, Evlenilecek Kadın gibi üstopya*ların yazarı olan Margaret Atwood’un Ahitler‘i.

(*Margaret Atwood kendine özgü bilimkurgu romanlarına “ütopya” ve “distopya” kavramlarını birleştirerek “üstopya” adını vermiştir.)

Damızlık Kızın Öyküsü 1985’te, Reagen ve Thatcher’ın “Kadınlar eve dönsün, çoluk çocuklarına sahip çıksınlar.” dediği dönemde kaleme alınmıştı Margaret Atwood tarafından. Neredeyse tüm dünyada dini kisve altında güçlenen muhafazakarlığın, kadınların kazanımları açısından ne kadar ciddi tehdit oluşturduğunu karanlık bir distopyayla apaçık ortaya koymuştu. (Meydan 39, Kadının Distopyası – Mercan Doğan)

Dünyanın en prestijli edebiyat ödüllerinden 2019 Booker Ödülü’nü alan Ahitler, ilk kitabın kaldığı yerden 15 yıl sonrasını anlatıyor. June’u (Offred) değil ama onunla ilişkili üç kadını merkezine alıyor.

Kitabın tanıtım bülteninde şunlar yazıyor: “Ahitler, ilk romanda anlatılan baskıcı Gilead rejimini içeriden yıkmaya çalışan Lydia Teyze’nin, rejimden kaçışın simgesi olan Nicole Bebek’in ve onun ablası Agnes’in mücadele günlüklerinden oluşuyor. Kadınlar bu kez Duvar’a, işkenceye, ölüme rağmen zeka ve cesaretle özgürlüğe kaçışı örgütlüyorlar. Rejim yıkılırken geriye tüm kadınlar için, gelecek için bir kurtuluş vasiyeti kalıyor: Özgürlük duvarların ardındadır.”

Duvarın Ardını Göremediğimiz Korona Günlerinde Distopya

Margaret Atwood’un bütün kitaplarını severek okuyan bir kadın olarak söylemeliyim ki Ahitler -ilk kitaba göre daha olumlu bir sonla bitse ve ben “mutlusonsever” bir okur olsam da- bende ilkinin yarattığı etkiyi yaratamadı. Başta bunun sebebinin, bu kitabın ilk kitaptan 35 yıl sonra olsa da okurların ve kitaptan hareketle çekilen diziyi izleyenlerin, belki de dizinin yapımcılarının baskısıyla alelacele yazılmış olabileceğine dair yorumları okumuş olmanın getirdiği önyargı olduğunu sandım.

Sonra ilk kitabın karanlığını hatırladım. Zifiri karanlık. Bir Damızlık Kız’ın ağzından dinlediğimiz baskıcı Gilead karanlığı. Gilead’de devlet zulmünün ve baskısının, korkunun, kadınlara yaşatılanların karanlığı. Günümüz devletlerinin baskı ve imha politikalarına yapılan atıflar sebebiyle oluşan “mücadele etmezsek bunlar başımıza gelir ve her şey gerçekten kitaptaki kadar karanlık olabilir” hissi…

İkinci kitap yine karanlık ancak bu karanlığı yırtmanın da hikayesini anlatıyor. Daha umut dolu olmasına rağmen neden yaratamıyor ilk kitabın etkisini?

Şu anda hava gerçekten karanlık. Korona krizi sebebiyle her gün binlerce insan yaşamını yitiriyor ve -hala çalışmak zorunda olanlar, zorla çalıştırılanlar ya da evi olmayanlar hariç- herkes evlere kapanmış durumda. Devletlülerin “Hayat Eve Sığar” kampanyaları süredursun, evden çıkması imkansıza yaklaşan kadınlara yönelik şiddet kat be kat artmakta.

Şu anda korona krizinin topluma yaşattığı metaforik karanlığı bir kenara bıraksak da hava gerçekten karanlık. Nisan’ın ortasındayız ama salgın yüzünden -birkaç küçük ara sokak ateşi dışında- 21 Mart’ta Newroz ateşi yakılamadığı için bahar bugüne dek gelemedi, havalar -güneşli geçen birkaç gün dışında- pek ısınamadı. Perdeleri sonuna kadar açık bir pencerenin önünde okudum kitabın tamamını ama güneşi hiç görmedim. Güneş açtığındaysa sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Hal böyleyken kitap beni korkutamadı. Talihsiz zamanlama…

Korku, Risk ve Cesaret

“Korkutamadı” demişken değinmek gerekir ki tarih boyunca her dönemin kendi korkuları olmuştur. Uzunca bir dönemin en korkuncu sayılabilecek olan “cehennem”in etkisini yitirdiğini, ekolojik yıkımlar sonucu günden güne yaygınlaşan kanser, gerçekleşebilecek bir nükleer patlama ya da korona gibi bir salgının daha büyük bir korku unsuru haline geldiğini söyleyebiliriz. Kaynağı ya da sonuçları değişse de korku daima güçlü bir duygudur.

Eski ve Yeni Ahit’i kapsayan, Hristiyan inancının temeli sayılan ve tüm zamanların en çok satan kitabı olduğu söylenen “Kitab-ı Mukaddes”te bile bahsedilen ilk duygu korkudur. Adem bilgi ağacından yiyip çıplak kaldığında utanç ya da başka bir şeyden değil, korkudan bahseder. Tekvin 3:10: “Adem, ‘Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim.’ dedi.” Margaret Atwood’un Ahitler’inde de bu böyle.

Kitabın ilk bölümünde, Lydia Teyze Gilead’in en kirli sırlarını gizlice kaleme döküyor, notlarını saklarken birinin onları bulma ihtimalini düşünüp korkuyor. Aslında kitabın merkezindeki üç kadın da kitap boyunca yakalanmaktan korkuyor çünkü ibret-i alem olsun diye asılıp Duvar’da sallandırılabileceklerini, kurşuna dizilebileceklerini ya da gizlice katledilip kaybedilebileceklerini biliyorlar.

Akıllara 4. sezonu geçtiğimiz günlerde yayınlanan La Casa de Papel dizisindeki Nairobi’nin sözleri geliyor: “Başka ne korkutucu biliyor musun? Gece eve yalnız yürümek. Ama biz kadınlar bunu hep yapıyoruz. Korkuyu benimseyip hayata devam ediyoruz.”

Cinsel saldırı ihtimalini biliriz ama gece sokağa çıkarız. İşten atılma ihtimalini biliriz ama patrondan hakkımızı isteriz. Kafamıza gaz kapsülü gelme ihtimalini biliriz ama polisin saldıracağı eylemlerden geri kalmayız. Risk alırız.

Gündelik dilde risk kelimesi tamamen olumsuz bir içeriğe sahipmiş gibi kullanılsa da aslında İtalyanca “cüret etmek” anlamındaki risicare‘den gelir. Yani risk bir seçim yapmakla alakalıdır, olumlu bir olasılık da barındırır.

“Cesaret, korktuğunu eyleyebilmektir” ya, Gilead’den kurtulabilmek için, herkesi Gilead’den kurtarabilmek ve şimdiye dek zulmedenlerden hesap sorabilmek için risk alıyor kitaptaki üç kadın ve onların etrafındakiler.

Ahitler, “Gilead nasıl yıkıldı?” sorusunun cevabını veriyor. Ancak içinden geçmekte olduğumuz süreçte cevabını hatırlamamız gereken bir soru daha var: “Toplum nasıl oldu da Gilead’i başta kabullendi?”

Korkuyla Meşrulaştırılan Güvenlik Politikaları

ABD’de ekolojik yıkım, hastalıklar, radyasyon gibi sebeplerle kadınların doğurganlığı sıfıra yaklaşmıştır. İnsan türünün tükenişi, büyük bir korku kaynağıdır. Kendilerine Yakup’un Oğulları diyen bir grup komutan darbe yapar ve Gilead’i kurarak bütün toplumu biraz dine, çoğunlukla da kendi çıkarlarına göre yeniden inşa eder. Toplumun bir kesimi Gilead’in baskısını türün devamı için korku duymama kabullenme eğilimindedir, başka bir kesimiyse karşı çıktıklarında başlarına gelebileceklerden korkar.

Jean-Paul Sartre der ki: “Bir duygu dünyayı tamamen değiştirir.” Gilead’in kurulabilmesinin ve bütün zulmüne rağmen varlığını onca yıl sürdürebilmesinin kaynağı olan duygu korkudur. Gilead bu korkuyu kullanmış, iktidarını “güvenlik” bahanesiyle güçlendirmiştir.

Bugün de -tüm dünyada korku filmlerine rağbet yüksek olsa da- herkes güvende yaşamak ister. Ve bugün de bir salgını durdurmak gerekçesiyle -Gilead’dekine benzer- “güvenlik önlemleri” almaktalar devletler.

Hindistan gibi bazı devletlerin, korona virüsü kapanların ellerine -karantina süresinin başlangıç ve bitiş tarihleri yazan- damga vurduğunu izliyoruz haberlerde. Güney Kore’nin her yere bireylerin vücut ısılarını ölçen termal kameralar yerleştirdiğini, etrafta enfekte olan varsa telefona mesaj geldiğini görüyoruz. Fransa’da dört bir yanda drone’ların hem çekim, hem de uyarı anonsları yaptığını duyuyoruz; Gilead’deki Göz’leri hatırlıyoruz.

Çin’in, telefon uygulaması aracılığıyla herkesi adım adım takip ettiğini öğreniyoruz. Kişinin telefonundaki uygulamada yeşil sembol yanması, virüsün hiçbir semptomunu göstermediği anlamına geliyor. Kırmızı, kişinin hasta olduğunu ya da hastalığın semptomlarını taşıdığını ve teşhis konulmasını beklediğini gösteriyor. Sarıysa kişinin salgına yakalanan bir kişiyle temas halinde bulunduğunu, iki haftalık karantina süresinin henüz dolmadığını, hastanede ya da evinde olması gerektiğini hatırlatıyor. Yeşil sembole sahip olmayanlar ulaşım araçlarına, alışveriş merkezlerine hatta kendi işyerlerine bile alınmıyor.

Yaşadığımız coğrafyada da 20 yaş altı ve 65 yaş üstü kişiler, yani sokağa çıkması yasak olanlar için bir uygulama kullanılacağı, evden çıktıkları anda bu uygulama vasıtasıyla uyarılacakları, uyarıyı dikkate almadıkları takdirde cezalandırılacakları söyleniyor. 30 Büyükşehir ve Zonguldak’ta 11 Nisan’da uygulanan sokağa çıkma yasağında -tek bir günde- 18.770 kişiye para cezası verildiği açıklanmıştı. 

Bunların hepsi, salgını önlemek gerekçesiyle başlıyor. Normal şartlar altında toplumun büyük kesimince reddedilecek güvenlik uygulamaları bugün korona korkusuna çözüm olan sağlık uygulamalarıymış gibi gösterilerek meşrulaştırılıyor. Devletler otoriterleşiyor ancak “temkinli”lermiş gibi görünüyor, dolayısıyla vatandaşlar muhbirleşiyor ancak “duyarlı”larmış gibi görünüyor. Devletler korona krizini fırsata çeviriyor.

Damızlık Kızın Öyküsü’ndeki karanlığa benzer bir karanlıktayız. Şimdilik buralarda durum böyle. Ahitler’deyse Gilead yıkıldı. Yani durum, Margaret Atwood’un -kendisiyle korona krizinden önce gerçekleştirilen bir röportajda- dediği gibi: “Mahkum edildiğimiz bir ‘gelecek’ yok. Her çeşit olası gelecek mevcut. Ve hangisini yaşayacağımız bizim şu an ne yaptığımıza bağlı.”

Mercan Doğan

[email protected]

Bu yazı Nisan 2020 tarihinde yazılmış, Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Yıkmak Yaratmaktır: Ahitler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/24/yikmak-yaratmaktir-ahitler/feed/ 0
“Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler https://meydan1.org/2020/05/20/silahlarin-sehrinde-aklanan-fasistler/ https://meydan1.org/2020/05/20/silahlarin-sehrinde-aklanan-fasistler/#respond Wed, 20 May 2020 11:35:22 +0000 https://meydan.org/?p=58739 Bundan birkaç yıl önce, İspanya’da faşist darbenin mimarı General Francisco Franco’yu anmak için bir grubun sokakta bir provokasyon gerçekleştirdiğine yönelik haberler dünya basınına sunulmuştu. Anmayı Nudo Patriota Espanol, Movimiento Catolico Espanol ve Patriotas gibi faşist gruplar düzenlemişti. “Kirli geçmişinin” üzerinden yıllar geçen Barselona’da bu anma büyük ölçüde tepkiyle karşılanmış, binlerce kişilik anti-faşist eylemler düzenlenmişti. Avrupa’nın […]

The post “Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bundan birkaç yıl önce, İspanya’da faşist darbenin mimarı General Francisco Franco’yu anmak için bir grubun sokakta bir provokasyon gerçekleştirdiğine yönelik haberler dünya basınına sunulmuştu. Anmayı Nudo Patriota Espanol, Movimiento Catolico Espanol ve Patriotas gibi faşist gruplar düzenlemişti. “Kirli geçmişinin” üzerinden yıllar geçen Barselona’da bu anma büyük ölçüde tepkiyle karşılanmış, binlerce kişilik anti-faşist eylemler düzenlenmişti.

Avrupa’nın genelinde yükselen neo-faşist dalga, bugün “far-right” diye tabir edilen sağcı hükümetlerin zeminini hazırlayan sürece işaret ediyordu aslında. O günlerde çekinerek sokağa çıkan faşistler, şimdi de çeşitli kültür sanat araçlarıyla acaba geçmiş günahları aklama peşine mi düştü?

Film Boyunca Dolaşan Darbe Hayaleti

2018 yılında, yönetmen Dani de la Torre tarafından çekilen “La sombra de la ley” (İng.: Gun City yani Silahların Şehri) Netflix’e yüklenmesiyle daha geniş bir izleyici kitlesiyle buluştu. Jaime Lorente, Luis Tosar, Michelle Jenner gibi, takipçileri tarafından tanınmış oyuncuların yer aldığı filmde, 1900’lerin başlarında Barselona’yı izliyoruz. Anarşistler tarafından organize edilen tren soygunuyla başlayan film boyunca polisler, gazino sahibi patronlar, silahlı paramiliter gruplar ve asker arasındaki şiddet gözler önüne seriliyor, ancak mesele -tabiri caizse- bu kadar “liberal” bir hatta kalmıyor.

İlk etapta kim olduğu bir gizem olarak bırakılan istihbarat görevlisi Anibal Uriarte üzerinden şekillenen hikaye, anarşist devrimin gerçekleştiği yıllarda, anarşistlerin gösterilmesiyle devam ettiği için, bizim açımızdan ayrı bir dikkati hak ediyordu. Sözkonusu yıllara ilişkin çekilen filmlere dair özel bir ilgimiz olması, tarihsel muhatapları olarak da konuyu devrimci bir pencereden ele alma sorumluluğunu bizim üzerimize yüklüyor.

Filmin içeriğine devam edecek olursak, ilk sahnede bizlere gösterilen silah kaçakçılığı olayını aydınlatmak için harekete geçen Barselona polisinin başarısızlığı vurgulanıyor. Silah kaçakçılığını yönlendiren kapitalist baronların önünde el pençe divan durmaya zorlanan “vatansever” polisin imajının, nasıl da var olan “kaos” ortamıyla zedelendiğini izliyoruz. Dört bir yanını grevler sarmış İberya, sanki yüzyılların esaretlerine teker teker son verip ezenlerden hesap sormaya başlıyormuş gibi değil de krizde olan ülkenin ekonomisini daha da dibe batırıyormuş gibi gösteriliyor. Daha doğrusu krizin gerekçelerinden biri gibi resmediliyor.

Filmde gösterilen anarşistler arasında ise anlaşılmaz bir düşmanlık hakim. Tarihsel gerçekliklere dayandığı iddiasındaki filmin özellikle bu kısmında gerçeklik manipülasyona dönüşmeye başlıyor. Silahlı devrimi savunan ve grevlerle kapitalizmi yıkmaya çalışan anarşistler arasında büyük bir gerginlik varmış havası estirdikten sonra yönetmen, anarşizm tarihindeki trajik kayıplardan Salvador Seguí suikastini “anarşistlerin birbirini öldürmesi” olarak gösteriyor.

Burada kısa bir parantez açarak Seguí’nin kim olduğuna değinelim. 1887 yılında doğan Seguí, kısa süre içerisinde mücadele azmi, kararlılığıyla CNT içerisindeki en aktif devrimcilerden biri haline geldi. Grevlerin ve direnişlerin bu uzlaşmaz figürü, İspanyol kapitalistlerinin anarşist hareketi bastırmak için başlattığı saldırı dalgasının kurbanı oldu. 10 Mart 1923 günü, Kral XIII. Alfonso’nun tuttuğu kiralık katiller tarafından güpegündüz vurularak katledildi. İşverenler Federasyonu Başkanı Felix Graupera’nın isteğiyle gerçekleşen katliam, anarşistlerin kapitalizme ve faşizme karşı güçlü mücadelesini bastırmak için gerçekleştirilmişti. İspanya’da yaşayan ve filmi izlemiş bir yoldaşımızla konuştuğumuzda, bu gibi durumların, faşistlerin bizim aramızdaki sohbetlerden “aşırdığı” bazı hikayeleri, böyle yapımlardaki karalamalarla değiştirerek tekrar karşımıza çıkardığından bahsediyor.

Filme dönecek olursak, ana karakter Anibal Uriarte’nin polislerle kurduğu ilişkinin de bir istihbarat faaliyeti olarak ortaya çıkmasıyla beraber, işlerin biraz daha farklılaşmasıyla karşılaşıyoruz. Film boyunca izlediğimiz “şiddet dolu anarşistler”, “İspanya’daki hiçbir şeyi kontrol edemeyen basiretsiz polisler”, “uyuşturucu, silah kaçakçılığını elinde tutan ve devlet güçleri tarafından da kollanan kapitalist baronlar” arasında, Uriarte’ye emir veren pirüpak bir taraf bırakılıyor.

Bu taraf kim mi dersiniz? Devrimi isyan çıkararak bastırmaya kalkışan, ülke dışındaki faşist ittifak tarafından finanse edilen, dini ve kapitalist ideolojisiyle İspanya’yı onlarca yıl boyunca devlet şiddetiyle baskılamaya çalışan; bu baskıyı katliamlarla, suikastlerle, tutuklamalarla somutlayan ordu ve ordunun ileri gelenleri…

Evet yanlış duymadınız, filmin başından sonuna dek bütün olumsuzlukları anarşistlere, polise ve patronlara yükleyen yönetmen, yalnızca “darbe yapmak zorunda kalan” orduyu ayrı bir kefeye koyuyor. Filmin başından sonuna estirilen darbe rüzgarı, darbe olmasın diye “asayişi” sağlamaya çalışan, filmin tek “iyi” karakteri üzerinden anlatılıyor.

Yönetmen, filmin ardından yapılan bir röportajda kendisine yöneltilen “O günlerde İspanya tarihini yazan toplumsal olayların, bugün de farklı varyasyonlarla devam ettiği”ne dair soruya şöyle cevap veriyor: “O zamanların spesifik bazı taleplerinden kadınlar için oy hakkı, fabrikalarda çalışma saatlerinin azaltılması veya çocuk işçiliğine son verilmesinin uzun zaman önce yerine getirildiği ve bir rahatlama yaşadığımızı söyleyebiliriz.” diyerek aslında artık bütün bunların aşıldığı mesajını veriyor. “O zamanlar hayatlarını feda eden sendikacılarımız vardı, bugün sendikalar burjuvalaştırıldı.” diyerek dalga geçer gibi manipüle ettiği, geçmişin mirasıyla mücadeleye devam eden sendikaları “burjuva” olarak karalamaya kalkıyor.

Sözün özü, filmin anlatım tekniklerine, sanatsal değerine vs. yoğunlaşmamıza izin vermeden, kara propaganda temalı filmler listemize almamıza yetecek kadar verinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Devrimci mücadeleler sinemada, televizyonda, popüler birer nostalji olarak sıklıkla yer alıyor. Bu yapımları seyrederken dikkatli bir gözle bakmakta ve gerçeklerle karşılaştırmakta fayda görüyoruz.

Jorge Martin – Meltem Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post “Silahların Şehri”nde Aklanan Faşistler appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/20/silahlarin-sehrinde-aklanan-fasistler/feed/ 0
Korona Krizi’nde Yalancı Medya https://meydan1.org/2020/05/19/58593/ https://meydan1.org/2020/05/19/58593/#respond Tue, 19 May 2020 12:09:06 +0000 https://meydan.org/?p=58593 İlk kez Aralık 2019’da Çin’de ortaya çıkan yeni tip korona virüsün yayılımının niteliği, tedavisi gibi konularda henüz net bilgiler bulunmuyor. Bunca bilgi eksikliği de yalan haberler, bilgi kirlilikleri ve çeşitli mitlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Korona İlacı Korona salgınının başlamasıyla beraber pek çok aşı ve tedavi haberleri ortaya çıktı. Küba’nın geliştirdiği İnterferon Alpha-2B’nin (IFNrec) tedavide […]

The post Korona Krizi’nde Yalancı Medya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İlk kez Aralık 2019’da Çin’de ortaya çıkan yeni tip korona virüsün yayılımının niteliği, tedavisi gibi konularda henüz net bilgiler bulunmuyor. Bunca bilgi eksikliği de yalan haberler, bilgi kirlilikleri ve çeşitli mitlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor.

Korona İlacı

Korona salgınının başlamasıyla beraber pek çok aşı ve tedavi haberleri ortaya çıktı. Küba’nın geliştirdiği İnterferon Alpha-2B’nin (IFNrec) tedavide kullanıldığı ve virüsü engellediği söylendi. Bu bilgi sosyal medyanın da etkisiyle her yere yayıldı. Ancak IFNrec adlı bu ilaç, asıl olarak 1986’da geliştirilmiş bir ilaç olup hepatit ve lösemi gibi hastalıklara karşı bağışıklık düzenleyici olarak görev yaparak semptomların azalmasını sağlıyor.

Bağışıklık sisteminin bir ögesi olan interferonlar, akyuvarlar tarafından üretilen sitokin adı verilen protein gruplarına ait moleküllerdir ve virüsün hücre ile teması sonrası aktive edilirler. Virüslü hücrede sentezlenerek, komşu hücrelerin daha fazla virüs üretmesini engellerler. Bu işlem sırasında virüsün etki ettiği hücre tipine (solunum, sindirim, boşaltım vb.) göre farklı semptomlar görülür. Bunların en bilindik olanları ise -solunum yolları hücrelerine bulaşan Covid-19’da da görülen semptomlar olan- yüksek ateş, kuru öksürük ve yorgunluktur.

Nitekim hâlihazırda virüsle savaştığı için interferon salgılayan vücuda daha fazla interferon yüklemesi yapmak, bağışıklık sistemini daha da agresifleştirerek ilacın faydasından çok yan etkilerini göstermesine neden olacağı için Covid-19’un tedavisinde birincil tercih olması mümkün değil. İlacın korona virüsün yol açtığı solunum problemlerini azalttığı, tedavi için denendiği ve hastalarda etki ettiği doğru. Ancak “tedavisi bulundu” başlıklı haberlerde yazdığı kadar da rahat kullanılması, interferonların çalışma mekaniği sebebiyle pek olası görünmüyor.

Sürekli Su İçmek ve Tuzlu Su Gargarası

Covid-19 -en azından resmi olarak- henüz Türkiye’ye gelmemişken bile virüse karşı alınabilecek önlemler çeşitli televizyon programlarında tartışıldı. Bunlardan en çok gündem olanı, henüz akciğere ulaşmamış virüsü sürekli su içerek mideye hapsedip öldürmek ve tuzlu su ile ağız gargarası yapmak oldu.

Özellikle WhatsApp gruplarında yayılan bilgiye göre virüs vücuda girdikten sonra 4 gün boyunca boğazda kalıp kuru öksürük yapıyor -ki bu aslında virüsle karşılaşan bağışıklık sistemimizin oluşturduğu bir tepkidir. Bu mantıkla hareket edildiğinde eğer virüs boğazda duruyorsa onu su ile aşağı ittirip mide asidinde boğmamız mümkün olmalı. Ancak bunun doğru olduğunu varsaydığımızda bile -ki bazı örneklerde insan dışkısında da virüse rastlanmış- 120 nanometre boyutunda olan virüsün solunum sistemine kolaylıkla sıçraması mümkün. Tabi her dakika su içmemiz mümkün olmadığı için de bunun “15 dakikada bir” yapılması öneriliyor.

Ancak yapılan araştırmalarda Covid-19’un 4 gün boğazda “beklediğine” ve öksürük yaptığına dair herhangi bir bulgu bulunmamakta. Kaldı ki virüsün ortalama kuluçka süresinin 2-14 gün arasında değiştiği ve semptomların hiç oluşmayabileceği de biliniyor.Aynı mesajda önerilen tuzlu su gargarası, virüs yaşadığımız coğrafyaya henüz sıçramamışken bile defalarca tartışıldı. Televizyon programlarında görmeye alışkın olduğumuz bilimciler tarafından korona virüse karşı etkili bir önlem olarak lanse edildi. Yarım litre suya 5 çay kaşığı tuz katılarak günde 6 defa yapıldığı takdirde boğazı temizleyip virüsü öldüreceği ve bulaşmasını engelleyeceği söylenen gargara, tartışmalı bir önlem olarak adından sıkça söz ettirdi.

Grip ve faranjit gibi hastalıkların yol açtığı boğaz ağrısı, burun akıntısı gibi semptomları azaltmakta etkili olduğu bilinen ve kanıtlanmış olan tuzlu su gargarasının Covid-19’u öldürdüğüne ya da bulaşmasını engelleyebileceğine dair herhangi bir veri bulunmamakta.

Tam aksine, “denemekten zarar gelmez” diyerek uygulandığında, yakıcı tuz yüzünden ağızda yara açarak ağız florasını bozabilir, vücudu enfeksiyonlara karşı daha savunmasız hale getirebilir. Üstelik bireylerin ve toplumun, salgın tedirginliği yüzünden tavsiye edilen bu “önlemlerde” aşırıya kaçması da büyük bir olasılık.

Komplo Teorileri ve Sansasyonel Açıklamalar

Virüs, çeşitli komplo teorilerini de beraberinde getirdi. Madonna’nın geçtiğimiz sene çıkardığı albümün kapağındaki “Smith Corona” marka daktilodan komplo teorilerinin vazgeçilmezi “The Simpsons” dizisinin Japonya’dan kargo yoluyla dünyaya yayılan virüsü tahmin etmesine kadar pek çok komplo teorisi zihnimizde yer kapladı.

Yalan haberlerin ve teorilerin arasından belki de en “mantıklı” geleni, Kuzey Kore’de virüs ile enfekte olduğu söylenen iki kişinin idam edilmesi oldu. Kapalı ve baskıcı bir hükümete sahip olan Kuzey Kore’de, kendisinden günlerdir haber alınamayan devlet lideri Kim Jong-un’un böyle bir “önleme” başvurmuş olması hiç kimse için şaşırtıcı olmazdı.

Dünyada en çok karşılık bulan komplo teorisi ise 5G baz istasyonlarının Covid-19’u yaymasıydı. 5G’nin virüsü yaydığı iddiası, neredeyse salgınla yaşıt. İddiaya göre geçtiğimiz sene virüsün açığa çıktığı Wuhan’da denenmeye başlayan 5G teknolojisini kullanan baz istasyonlarının yaydığı dalgalar, istasyonların çevresinde yaşayanların bağışıklık sistemini baskılayarak virüse karşı savunmasız kalmalarına sebep oluyor. Yerli komplo teorisyenlerinin de ilgisini çeken bu safsata, kendisine en çok İngiltere’de karşılık buldu. Komplo teorisyenlerinin “baz istasyonlarına karşı bir şey yapma” çağrısına uyan yüzlerce kişi, sosyal medya üzerinden örgütlenerek ülkede 50’den fazla baz istasyonuna Nisan ayı boyunca sabotaj yaptılar ve istasyonları ateşe verdiler. Tabi baz istasyonlarının yaydığı dalgaları kullanarak virüs bulaştırmak biyolojik olarak mümkün olmadığı gibi 5G teknolojisi de ilk defa Wuhan’da denenmedi.

Her zamanki gibi sansasyonel başlıklarla ilgi çekmeye çalışan çeşitli medya organları gerçek dışı iddialara çanak tuttu. ABD ve Çin’de yürütülen küçük çaplı araştırmalardaki verileri adeta cımbızlayarak piyasaya salan medya, akıllara 70’li yıllara kadar sigara firmaları tarafından fonlanan, bazı aktör ve doktorların oynadığı, “Sigara sağlığa yararlıdır” ve “Boğazınızın sağlığı için…” temalı sigara reklamlarını getirdi.

Yapılan araştırmalar, halihazırda korona olan ve sigara kullanımı dışında farklı risk faktörlerine de sahip olan bireylerin oranına odaklanıyordu. Bu araştırmayı en azından daha tutarlı bir taraftan referans alan Fransız bilimci Jean-Pierre Changeux ve ekibi, nikotinin virüse karşı olası faydalarına dair geniş çapta araştırma başlatacaklarını ancak böyle bir kanıya varmak için henüz çok erken olduğunu belirtti. Eğer nikotinin önleyici etkisi kanıtlanırsa tütün firmalarının lobi çalışmalarına başlayacağını ön görebiliriz. Ancak başka yöntemlerle alma imkanı varken -tek başına bile zararlı olan- nikotini sigara içerek almak, beraberinde en az korona kadar kötü rahatsızlıkları da getirecektir.

Korona virüs tüm gerçekliğiyle yaşamımızdaki etkisini sürdürürken her geçen gün yenisi çıkan yalan haberler, yiyip içtiğimizden giydiğimize; aldığımız tedbirlerden psikolojimize kadar yaşamlarımızda belirleyici hale geliyor. Bu süreci sağlıklı atlatabilmek için yapacağımız en iyi şeylerden biri her duyduğumuza inanmamak ve kuyuya atılan her taşın arkasından atlamamak.

Emircan Kunuk

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Korona Krizi’nde Yalancı Medya appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/19/58593/feed/ 0
Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş https://meydan1.org/2020/05/17/ya-donakal-ya-kac-ya-da-savas/ https://meydan1.org/2020/05/17/ya-donakal-ya-kac-ya-da-savas/#respond Sun, 17 May 2020 10:00:05 +0000 https://meydan.org/?p=58554 Korona krizi ve ardından gelen karantina uygulaması nedeniyle her gün yeni yazılar, tespitler, yapılması gerekenler ve gerekmeyenler listesi ortalığa saçılıyor. Komplo teorilerini, hiçbir fayda sağlamayacak uygulamaları dinlemek ve okumakla günlerimiz geçiyor. Pek çok insan karantinada kaçıncı günde olduğunu saymayı bıraktı. Sahi hangi aydaydık? Mart çok mu uzun geçiyor? Kış bitmiyor mu derken, günler geceler birbirine […]

The post Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Korona krizi ve ardından gelen karantina uygulaması nedeniyle her gün yeni yazılar, tespitler, yapılması gerekenler ve gerekmeyenler listesi ortalığa saçılıyor. Komplo teorilerini, hiçbir fayda sağlamayacak uygulamaları dinlemek ve okumakla günlerimiz geçiyor. Pek çok insan karantinada kaçıncı günde olduğunu saymayı bıraktı. Sahi hangi aydaydık? Mart çok mu uzun geçiyor? Kış bitmiyor mu derken, günler geceler birbirine karışıyorken akıl sağlığını korumaya yönelik öneriler de birbiri ardına dizilmeye başladı.

Hemen hemen herkes, psikiyatrik ve psikolojik olarak içinde bulunduğumuz sürece dair kendince bir söz üretmeye çalışıyor. Bu yazı, tüm bu psikolojik/psikiyatrik gerçekleri göz önünde bulundurarak sistemin argümanlarına farklı bir yerden bakmayı amaçlıyor.

Tehlike ile İlk Karşılaşma; Bundan Kaçabilir Miyim?

Psikolojiye göre en basit tabiriyle travma, bireyin fiziksel ve zihinsel bütünlüğünü tehdit eden olay ya da durum ve bunun çeşitli nedenlerle tetiklenerek devam etmesi, süreklilik haline dönüşmesidir. Toplumsal travma ise yaşayan bir organizma olan toplumun ortak acılar yaşaması olarak tarif edilebilir. Savaş, sürgün, katliam, kaza, afet, salgın hastalık; etnik kimlik, cinsel kimlik ve yönelim temelli zorbalık ve şiddet gibi durumlar toplumsal travma olarak nitelendirilebilir. Yani özellikle bu coğrafyada yaşayan insanlar için toplumsal travma olarak adlandırılan şey, o kadar da yabancı bir duygu değil veya karantina ile ilk kez yaşamımıza girmiş de değil. Ancak aradaki büyük farkı es geçmemek gerek. Bu kez toplumun daha büyük bir kesimi bu travmayı yaşıyor ve toplumsal travmalar birbirlerinin üstüne eklenerek büyüyor.

Doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bu durumun içerisinde olanlar için dehşet, çaresizlik, acı, öfke, donukluk, yalnızlık gibi belki de olumsuz olarak adlandırılabilecek tüm duygular dalga dalga topluma yayılmakta. Kimilerinin yaşantısı pek bir değişikliğe uğramadan devam ederken kimilerinin yaşamı tepetaklak olmuş durumda. Tüm bunlardan daha da olumsuz olan, yaşamlarımızın düzenlenmesini elinde bulundurduğunu iddia eden devletin, varlığı nedeniyle, sürekli olarak, organize bir biçimde bu travmayı tetiklemesi. İki saat kala sokağa çıkma yasağı olacağının duyurulması, sağlık sisteminin “sorunsuz” işliyor gibi gösterilmesi tetikleme için yerinde örneklendirmeler. Diğer taraftan sürekli maruz kalınan -ne yazık ki alışkın olduğumuz- faşist söylemler, eleştiri yöneltenlere yönelik gözaltılar, çeşitli dayanışma kampanyalarının yasaklanması, düşmanlık söyleminin körüklenmesi içinde bulunduğumuz süreci daha da çekilmez kılıyor.

Hiçbir Şey Yapmayabilirsin: Donakalmak

Her birey, kendi travmatize olmuş alanında evdeki yaşantıyı sürdürebilmek adına bir dizi tavsiyeye maruz kalıyor. Özellikle sosyal medyada sürekli dönüp duran “kaliteli zaman geçirmek” bireylere “olması gereken”miş gibi lanse ediliyor. “Hiçbir şey yapmaya vakit bulamıyorum diyenler için işte beklenen an” gibi söylemlerle “krizi fırsata çevirmek”ten bahsediliyor. Güzel yemekler yapmak, müzik dinlemek, resim çizmek, heykel yapmak, çocuklarla doyasıya oyun oynamak, yoga ve meditasyon yapmak, kaç zamandır okunması ertelenen kitapları okumak, filmleri izlemek ve daha niceleri…

“Kaliteli zaman geçirme” kavramı kesinlikle adaletli değil. Öncelikle karantinada bile çalışmak zorunda olan kargo işçileri, market işçileri, belediyelerin temizlik işçileri, inşaat işçileri gibi işçilerin -tabi ki yine işçiler- eskisinden çok daha fazla çalışmasını dolayısıyla bir o kadar daha fazla sömürülmesini beraberinde getiriyor. “Evde kalamayanlar”ın, kapitalist sistemde yaşamlarını sürdürebilecek ekonominin devamlılığını sağlamak adına yaşadıkları sorunlar katlanarak varlığını korurken bunun üzerine bir de hasta olma/taşıyıcı olma tedirginliği ekleniyor. Yetmezmiş gibi evlerinde kalma imkanı olanların “Neden dışarıdasınız?” ya da “Neden gereken önlemleri almıyorsunuz?” diye başlayan yargılayıcı tutumuna maruz kalıyor, dışlanıyorlar. Bu bireylerin kaliteli olarak bahsedilen zamandan geçirmeleri mümkün değil. Öte yandan, karantinadan dolayı iş yeri kapanan dolayısıyla işsiz kalan birey, şüphesiz ki en yaşamsal ihtiyacı olan beslenme ve barınmanın derdine düşecektir. Bu gibi koşullarda zaten yeterince travmatize olmuş bireylere “kaliteli zaman” önerileri travma konusunda daha da tetikleyici olacaktır.

Bir şekilde şanslı olup evde kalabilenler de “kaliteli zaman geçirmek” furyasına dahil olmak durumunda değil. Psikiyatristlerle ortak çalışmaları ile tanınan yazar David Kessler korona krizi ve karantina sürecini bir çeşit yas olarak tanımlamakta. Yani birini kaybetmemizin ardından yaşanan psikolojik süreç ile aynı duygu durumu varlığını gösterebilir. Kessler’e göre bu durum beş basamaktan oluşuyor. Birinci basamak inkar: “Virüs bizi etkilemez.” Ardından öfke geliyor: “Evde kalmama neden oluyor ve aktivitelerimi elimden alıyorsunuz.” Üçüncü basamak ise pazarlık: “Birkaç zaman evde kalırsam her şey eskisi gibi olacak değil mi?” Sonrasında gelen depresyon genellikle bu durumun ne zaman sona ereceğini bilememek ile kendisini gösteriyor. Ve en son kabullenme: “Bu olay gerçekleşiyor ve nasıl devam edeceğimi keşfetmeliyim.”

İşin kabullenme kısmına gelebilmek tabi ki çok uzun bir süreç ve içerisinde pek çok farklı denklemi barındırıyor. Şiddet gören bir kadın, çocuk veya LGBTİ’nin psikolojik olarak var olan durumu kabullenmesinden söz edilemez. İşsiz kalmış, düzenli geliri olmayan ve akşama ne yiyeceğinin derdine düşmüş birey için de aynısı geçerli. Ancak yine de bir şekilde evde kısmi de olsa güvenilir bir ortamda bulunabilenler için kabullenmeye dair çeşitli ipuçları mevcut.

Tüm gün belki televizyon karşısında, belki elde telefonla, bomboş ve hiçbir şey yapmadan donuk biçimde zaman geçiren kişiler de oldukça fazla, kısacası bir şekilde tüm önerileri kulak ardı edebilenler var.

Don-Kaç-Savaş veya Mücadele Et!

Ormanlık alanda otlayan geyik bir anda karşısına çıkan aslan tarafından, tüm kaçma çabalarına rağmen, yakalanır. Aslan geyiği dişlemeye başlar; geyik önce biraz çırpınır, sonra bakışları tamamen donar. Nefes aldığına dair hiçbir belirti yok. Az sonra birkaç sırtlan gelir ve onlarla çatışmaktan çekinen aslan geyiği oracıkta bırakıp uzaklaşır. Geyiğin gözler donuk, bedeninde en ufak bir yaşam ifadesi yok. Aradan on dakika gibi bir süre geçer ve nefes alış verişleri görünür hale gelir. Önce biraz titremeye başlar, beş dakika sonra ayağa kalkar ve son sürat, tüm gücüyle koşmaya başlar. Kameraların onu takip edemeyeceği kadar koşar, koşar… Bu bir sinir sistemi tepkisi: don-kaç-savaş.

Polyvigal teoriye göre yaşamımızı tehdit eden bir saldırı anında sinir sistemimiz üç farklı tepki ile karşılık verir; saldırı karşısında savaşmak, kaçmak veya donmak. Korona krizi başladığından bu yana hissettiğimiz güvensizlik duygusu karşısında şu an ne yapacağını bilemez bir halde donakalmış olmak aslında sinir sistemimizin bir uyarısı. Yani “hiçbir şey yapmamak” -tam da bu sebepten- geyiğin ölü taklidi yapması gibi, yaşamın içinde her daim var olan, çok olağan bir tepki. Kaçmak ise pek gerçekleşebilecek bir tepki değil gibi duruyor. Peki savaşmak veya başka bir deyişle mücadele etmek mümkün mü?

Bireyin en büyük yaşamsal ihtiyaçlarından biri olan toplumsallığın, kendinden başka insanlarla iletişim ve ilişki kurma halinin, bir şekilde tehlikeye dönüştüğü söyleniyorsa bununla nasıl mücadele edilebilir? Şüphesiz ki bunu cevabı dayanışmadadır. Fiziksel olarak mesafelenmek asla sosyal anlamda mesafelenmeyi gerektirmez.

Devletin yetkililerinden kapitalizmin uzmanlarına kadar herkesin kullandığı sosyal mesafe kavramı oldukça yanlıştır çünkü içinde bulunduğumuz süreç, yalnızca fiziksel anlamda mesafelenmeyi gerektirmektedir. Hayatta kalabilmek için gereken sosyal mesafelenme değil toplumsal dayanışmadır. Toplumsal dayanışmaysa devletlerin ve özel şirketlerin sadece gövde gösterisinden ibaret “yardım kampanyaları” değil, bizlerin dayanışmasıdır. Empati, Cola Cola’nın reklam panolarına yazdığı şey değildir; hiçbir ekonomik geliri olmayan komşunun yemek alışverişini karşılamaktır. Bizleri bu tehlikeden(!) kurtaracak olan da zihinsel sağlığımızı korumayı destekleyecek olan da “biz” olmaktır.

Ece Uzun

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Ya Donakal Ya Kaç Ya da Savaş appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/17/ya-donakal-ya-kac-ya-da-savas/feed/ 0
Korona Krizi Fırsatçılığı Doğanın Talanı https://meydan1.org/2020/05/12/korona-krizi-firsatciligi-doganin-talani/ https://meydan1.org/2020/05/12/korona-krizi-firsatciligi-doganin-talani/#respond Tue, 12 May 2020 15:36:17 +0000 https://meydan.org/?p=58369 Sokaklardan insanların çekilmesiyle “…İstanbul’dan Eyfel Kulesi görünmeye başladı… Adıyaman’a, Ankara’ya deniz geldi…” Hatta sokaklarda çitalar fink atmaya, domuzlar dans etmeye başladı. Martılar şarkı söylüyor, kuğular narin başlarıyla ritim tutuyorlardı. Çiçekler rengarenk bakıyor, arılar onlara göz kırpıyordu. Sabah sıcacık bir güneşle uyanan ağaçlar tertemiz gökyüzüne uzanıyor ve kollarını açarak esniyor, sallanan dallarından dökülen meyveleri envai çeşit […]

The post Korona Krizi Fırsatçılığı Doğanın Talanı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Sokaklardan insanların çekilmesiyle “…İstanbul’dan Eyfel Kulesi görünmeye başladı… Adıyaman’a, Ankara’ya deniz geldi…” Hatta sokaklarda çitalar fink atmaya, domuzlar dans etmeye başladı. Martılar şarkı söylüyor, kuğular narin başlarıyla ritim tutuyorlardı. Çiçekler rengarenk bakıyor, arılar onlara göz kırpıyordu. Sabah sıcacık bir güneşle uyanan ağaçlar tertemiz gökyüzüne uzanıyor ve kollarını açarak esniyor, sallanan dallarından dökülen meyveleri envai çeşit hayvan topluyordu…

Tablo güzel, tablo enteresan fakat tablo tutarsız. Çelişkiler ve yanlışlarla dolu ama biraz eğlenceli ve biraz absürd. Hem insanların doğanın uyanışına şahit olmak arzusu ile dolup taştığını gösteriyor hem de yaşadığımız sistem içerisinde bunun ne kadar olanaksız, ne kadar gelip geçici bir şey olduğunu…

Fakat ne insanlar sokaktan tam olarak elini ayağını çekebildi ne de sistemin çarkları işlemeyi durdurdu. Coğrafyanın yağmacı devleti ve patronları -bu işin okulu olsa ders olarak okutulabilecek düzeyde bir yüzsüzlükle- “fırsatçılık”larını konuşturmaya başladılar. Ne İstanbul’un kanalı kaldı ne Kazdağları’nın altı üstü… Salda Gölü’ndeki talan, Dersim’deki taş ocakları, Aydın’daki Jeotermal Enerji Santralleri (JES), Karadeniz’deki Hidroelektrik Santralleri (HES) hazır insanlar sokağa çıkamıyorken daha da hızlandırıldı.

Talan Projeleri Hız Kazandı

Mart ayının sonlarına doğru, yüzlerinde maskelerle kameralara poz verenler yangından mal kaçırır gibi Kanal İstanbul ihalesi yaparken, hemen ertesi gün Ulaştırma Bakanı görevden alındı. Böylece hem toplumun tepkisi ölçüldü hem de bu zor zamanlarda devletin başının yapması gerekeni yapmaktan çekinmeyeceği duyurulmuş oldu.

Yaşadığımız coğrafyada toprak, hava ve su kirliliği, en çok da talan projeleri yüzünden son 50 yılda 36 göl kurumuş, geri kalanlarsa kuruma tehlikesiyle karşı karşıyayken Burdur’da bulunan Salda Gölü’nün -salgından istifade- iş makinalarıyla talan edilmesi, yoğun tepkiyle karşılandı. Mescit, otopark, tuvalet, duş, büfe, kafeterya vb. yapıların inşaatını da kapsayan Millet Bahçeleri Projesi, bu tepkiler üzerine 14 Nisan’da durduruldu ancak iptal edilmedi ve aynı günlerde başka bir gölle ilgili başka bir “değişiklik” duyuruldu. Edirne’de bulunan Gala Gölü çevresindeki milli parkın sınırlarının değiştirilmesini kapsayan projenin niyeti “bölgenin ekoturizme açılması ve daha iyi tanıtılması” olarak açıklandı. Henüz adı konmamış olsa da bu değişikliğin bir millet bahçesi vakasına döneceğini öngörmek için kahin olmaya gerek yok…

Aydın’ın Efeler ilçesindeki Kuyucular Mahallesi’nde yapılması planlanan JES projesi, yine salgından istifade hızlanan başka bir proje oldu. 16 Nisan’da JES için şirket tarafından deneme amaçlı sondaj çalışması başlatıldı. İzin almakla bile uğraşmadan çalışmayı başlatan şirkete karşı çıkan köylülere şirket görevlileri saldırdı ve köylüler arasında yaralananlar olduğu haberlere yansıdı. Herhangi bir sokakta yürürken “fiziksel mesafe kurallarını” aşanlara para cezası kesilirken sermayeyi kollayanlar yaşamı savunanlara “fiziksel saldırı” gerçekleştirebiliyordu yani. Daha önce verilen mücadeleler sonucu durdurulan Aydın Kızılcaköy’deki JES projesi de -talana başlamak için yasal olarak gerekli görülen- ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) onayını bu süreçte yeniden alabildi.

Korona virüsten korunmak için su ve sabunla temizlik uyarıları yapıladursun, Muğla’nın Milas ilçesindeki İkizköy’de bulunan Yeniköy Termik Santrali nedeniyle İkizköy susuz kalıyor. Kömür madeni zaten her şeyi; tarlaları, evleri, zeytinlikleri, dağları, ovaları, bölgedeki tüm yaşamı tarumar ederken yaşamlarını sürdürmeye çalışan İkizköy halkı, bir de salgın sürecinde günlerce süren susuzluğa maruz kalmaya isyan ederek santrali durdurma çağrısı yapıyor.

2019 yılının başında Rize Güneysu’da bulunan Gürgen köyünde halka “yol yapılacağı” söylenerek başlanan çalışmalarda, kalıp betonların arasına HES boruları saklanıp taşınarak HES inşaatı başlatılmış, HES inşaatının şantiyesini basan köylüler iş makinelerini uzaklaştırmış ve şirketi kovarak talanı durdurmuştu. HES projesini yürüten şirket halkın tepkisine rağmen -salgından istifade- çalışmalara hızlıca yeniden başladı.

Bahsi geçen örneklerdeki gibi halka sokağa çıkmak yasakken verilen izinle, maden projeleri de hız kesmeden devam ediyor. Artvin’de bakır, kurşun, çinko, gümüş ve altın aramak için iş makineleri çalıştırılırken Samsun’daki Şahin Dağları‘nda altın aramak için sondaj çalışmalarına başlandı.

Çanakkale Kumarlar köyünde baraj inşa etmek isteyen şirket, topraklarını boşaltmaları için halka baskı yapmaya devam ediyor. Mersin’de bulunan Akkuyu Nükleer Santrali’nin inşaatı aralıksız sürüyor.

Böylesi yıkıcı bir salgını bile fırsata çevirmeye çalışan kapitalizm ve devlet, kentsel dönüşümden kapitalizm için asla yeterli olmayacak enerji üretim santrallerine ve sayamayacağımız kadar çok sayıda talan projesine varıncaya dek doğa katliamını sürdürüyor.

Her krizde olduğu gibi bu krizde de devlet, yoksulları desteklemek yerine kartlarını sermayeden yana kullanmayı tercih ediyor ve şunu söylüyor: “İnsanlar ölür, hayvanlar ölür; canlı cansız tüm varlıklarıyla doğa ölür ama çarklar dönmek zorundadır.”

Bu koşullarda, parçası olduğumuz doğayla birlikte yaşama tutunabilmek için bu çarklara çomak sokmaktan başka çaremiz kalmıyor. Ama Korona Krizi’yle çoğunluk eve sıkışmışken ihtiyacımız olan çomağı nereden bulacağız? Cevap, bu süreçte abartılan “doğanın kendine geliyor olduğu”yla ilgili söylemi andırsa da aslında daha derinde; kapitalizmin çatlaklarında yeşererek bu çatlakları derinleştirmekte yatıyor. Cevap, arşınlanmayan kaldırım taşlarının ve duvarların dökülen sıvaların arasından filizlenen yeşillikler; betondelenler bu süreçte. Cevap, gazetemizin 12. sayısındaki “Her Şeye Rağmen Yaşam Direnişte” yazımızda bahsettiğimiz gibi; her şeye rağmen -gerekirse yöntemleri farklılaştırarak- direnişi düşünmekte ve örgütlemekte!

Özgür Erdoğan

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Korona Krizi Fırsatçılığı Doğanın Talanı appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/12/korona-krizi-firsatciligi-doganin-talani/feed/ 0
KentLeşmenin Krizleri: Salgınlar https://meydan1.org/2020/05/10/kentlesmenin-krizleri-salginlar/ https://meydan1.org/2020/05/10/kentlesmenin-krizleri-salginlar/#respond Sun, 10 May 2020 14:03:46 +0000 https://meydan.org/?p=58277 İğne atsan yere düşmeyecek kalabalıklar ve o kalabalıkların uğultusu doldurmuyor artık şehrin sokaklarını. Salgın filmlerinin distopik mekanları gibi, koca koca caddeler bomboş. Şehrin en kalabalık, en cıvıl cıvıl semtlerinin bile sakinleri sadece kediler, köpekler, martılar ve kuryeler oldu. Pek çok dükkan, işyeri, mağaza kapalı. Korona kriziyle birlikte belirli saatlerde ve sokağa çıkma yasağının olduğu günlerde […]

The post KentLeşmenin Krizleri: Salgınlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

İğne atsan yere düşmeyecek kalabalıklar ve o kalabalıkların uğultusu doldurmuyor artık şehrin sokaklarını. Salgın filmlerinin distopik mekanları gibi, koca koca caddeler bomboş. Şehrin en kalabalık, en cıvıl cıvıl semtlerinin bile sakinleri sadece kediler, köpekler, martılar ve kuryeler oldu. Pek çok dükkan, işyeri, mağaza kapalı. Korona kriziyle birlikte belirli saatlerde ve sokağa çıkma yasağının olduğu günlerde şehirler, terkedilmiş şehirler misali sessiz.

Tabi ki sessiz semtler daha çok tüketim mekanları ile dolmuş semtler. Salgından önce neoliberal ekonomik sistemin ve soylulaştırma pratiklerinin sonucunda belirli semtler kafe, bar, fast food ve butik işletmeler gibi tüketim mekanları ile dolup taşmıştı. Bir semtteki ilgiyi ve kalabalığı da sağlayan bu mekanlar, kalabalıktan kaçınılması gereken böylesi bir salgın durumunda ilk kapanan mekanlardan oldu. Örneğin İstanbul’da Kadıköy, Beşiktaş ve Taksim bir anda boşaldı ve sessizleşti. En gözde sokaklar, artık en sessiz sokaklar.

Yasağın olmadığı günlerde ise belirli semtler hala hareketli. Çünkü iktidarın karantina ve salgın politikaları ekonominin çarklarını döndürmeye devam etme konusunda ısrarcı. İhtiyaçlarının giderilmesi noktasında desteklenmeyen halk evde kalamayıp çalışmak için dışarı çıkmaya devam ediyor ve tehlike altında.

Salgının Coğrafik ve Mekansal Boyutu

Toplumsal yaşamın hemen her evresi ve alanı değişime uğruyor. Tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de salgının sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel sonuçları onu bir hastalık düzeyinden tarihsel bir olgu düzeyine çıkarıyor.

Vakaların yaygınlaşması ve küresel bir salgın haline gelmesi ile birlikte hastalığın coğrafik boyutu gözler önüne seriliyor. Bütün insanlığı ve toplumsal sistemleri küresel çapta etkiliyor ve daha da etkileyecek olması bu salgına farklı bağlamlar içerisinden de yaklaşmamız gerektiğini anlatıyor.

Ayrıca 21. yüzyılın en büyük salgınını yaşadığımız bugünlerde dünyanın her yerinde çeşitli boyutlarda karantina uygulamaları sürüyor. Her salgının bedenlerden başka bedenlere ve mekanlardan başka mekanlara taşınabilmesi ve bulaşmayı engellemek için uygulanan karantina uygulamaları ile salgının sosyo-mekansal bir olgu olduğunun da altına çizmek gerekiyor. Özellikle bulaşmayı engellemek için evlerin, caddelerin ya da tümden bir şehrin karantina altına alınması başlı başına mekansal bir tedbir olarak ortaya çıkıyor.

Tarihsel verilere de bakarsak insanların yerleşim alanlarının salgın dönemlerinden etkilendiğini görüyoruz. Mevcut ve yaygın yerleşim alanı olarak kentler, kentleşme dinamikleri, bu mekanların yönetimi ve üretimi bu salgınlardan derinden etkileniyor.

Yeni bir toplumsal yaşamın parçası olacak toplumsal mekanları oluştururken mevcut kentlerin salgın hastalıklarla mücadele etmede uygun yapıya sahip olup olmadığını analiz etmemiz ve yeni toplumsal mekanımızı salgınlara göre nasıl kurgulamamız gerektiğini sorgulamamız gerekiyor.

Bugün içinde bulunduğumuz sürecin oluşmasında kentlerin rolünü ortaya koymak ve yaşadığımız kentlerin bu salgından nasıl etkileneceğini öngörebilmek için de salgınların tarih boyunca kentteki dönüşüme ve kentin yeniden şekillendirilmesine dair etkilerine bakmamız gerekiyor.

Tarihsel Örneklerle Kent ve Salgın

Antik Yunan’da Salgın

Tarihteki ilk salgın olmasa da belgelerle ayrıntılarını bildiğimiz ilk salgın M.Ö. 5. yüzyılda Atina’da gerçekleşmiştir.

Helenistik döneme kadar, her Yunan kentinde caddeler ve sokaklar oldukça dar ve sokakların çoğu da birkaç metre genişliğe sahip geçit boyutlarındaydı. Kentin çevresinde çöp ve pislik yığınları birikmiş, bunlar da hastalığa sebep olmuştu. Salgın sırasında da dar sokaklar ve pislik hastaların sayısını arttırmıştı. Atina’daki salgın Atina ile Sparta şehir devletlerinin arasında gerçekleşen Peloponez Savaşları sırasında görülmüştü. Savaştan önce Atina yöneticilerinin, halkı Atina’yı çevreleyen duvarların iç kısmına çağırması sonucunda kentteki artan kalabalık, beslenme bozuklukları ve düşük temizlik koşulları salgına neden olmuştu. Thucydides’e göre şehir nüfusunun %30’u bu hastalık nedeni ile yaşamını yitirmişti.

İmparatorluk Roması’nda Salgın

Kentlerin salgın hastalıkların yayılmasındaki payı ve salgın hastalıkların kentler üzerindeki etkisi döneminin büyük kentlerinden olan Roma’da da görülmüştü. Roma’da çok katlı kira evlerinde su ve atık su, birincisi yukarı, ikincisi aşağı doğru olmak üzere elle taşınıyordu. Roma her ne kadar su kemerleri, yeraltı lağımları ve taş döşeli yollarıyla mühendislik konusunda kendisini geliştirmiş olsa da uygulamada bunların toplamı etkisizdi ve kent sağlığıyla ilgili ilkelere hiç de sahip değildi. Büyüklüğü ve açgözlülüğü nedeniyle Roma kendi kendini yıpratmış ve asla kendi ihtiyaçlarını karşılamayı başaramamıştı. Ayrıca büyük bir kentte biriken büyük atık ve çöp kütlelerinin kaldırılmasında hastalığa karşı alınması gereken en temel tedbirler eksikti. Bütün bunlar da salgınlar için fırsatlar yaratıyordu.

İmparatorluk’taki aristokratlar genellikle -taşra kentlerde yaşamanın kimi faydalarına rağmen- prestiji sebebiyle Roma’da yaşıyorlardı. Fakat bu sınıfa mensup kişiler veba gibi olaylar nedeniyle Roma’da yaşamanın mümkün olmadığı zamanlarda da bir kır villasına taşınıyorlardı. Üst sınıfların salgın hastalıklardan kurtulmanın yolu olarak kalabalık ve hastalıklı mekanları terk edip gitmeleri sınıfsal ayrımlar ve ayrıcalıklar sebebiyle sosyo mekansal bir yöntem olarak yaygınlaşmaya başlamıştı.

Büyük Yıkım Kara Ölüm/Kara Veba

Tarihsel süreç olarak Roma’daki salgından sonra Ortaçağ ve salgın denince akla, döneminde çok büyük yıkımlara yol açmış ve Kara Ölüm/Kara Veba diye adlandırılan, yaklaşık 200 milyon insanın yaşamını yitirmesine sebep olmuş veba salgını geliyor. Bu kadar çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine neden olmuş büyük bir salgın pek tabi kentleri yeniden şekillendirmiş ve toplumsal yaşamda büyük değişikliklere yol açmıştı.

1347-1348 tarihlerindeki bu salgından sonra nüfusun yayılması kesilmiş, kentleşmenin hızı oldukça azalmış, hatta durma noktasına gelmişti.

Üst üste inşa edilen evlerin tuvaletlere ve sürekli akan suya sahip olmaması; basık tavanlı bu evlerde kaz, ördek, domuz gibi hayvanların insanlarla beraber yaşaması ve bunların yanı sıra yetersiz beslenme koşulları salgının yayılmasında etkili olan önemli olgulardı. Kısacası kentlerin düzensizliği ve pisliği, uzun süreli savaşlarla beraber yaşanan toplu insan hareketliliği, sefalet ve gittikçe artan ticaretle beraber veba Avrupa’ya yayılmıştı. Vebanın ana giriş kapıları Avrupa’nın liman kentleriydi. Gemilerin ahşap olması sebebiyle veba buralarda barınacak ve üreyecek uygun ortam buluyordu.

Bu yüzyılla birlikte veba korkusu kentten periyodik kaçışlara neden olmuştu ve bu anlamda modern banliyönün tohumları atılıyordu. Zenginler için vebadan korunmak şehri terk etmekti. Ölümden kurtulmak için şehir dışında villalar satın almış ve boşalttıkları kent evlerine dönmeden önce konutlarını sülfürle dezenfekte edecek tütsücüler tutmuşlardı.

Ayrıca zenginler, içinde farenin barınma ihtimalinin daha az olduğu taştan evlerde yaşarlarken yoksullar farelerin bolca var olduğu toprak evlerde yaşıyorlardı.

Bu dönemde de salgının mekansal sebepleri kadar, salgının kentteki düzenlemelere etkisi de bulunuyordu. Dönemin siyasi örgütlenmesi/yapısı gereği farklı bölgelerde farklı önlemler alınıyordu. Yerel yetkililer yayınladıkları genelgelerle de salgının önüne geçmeye çalıştı; pazar alanları her akşam temizlenmeye başlanmıştı.

1356 yılında ilk kanalizasyon sistemi yapılmış ancak çöplerin sokağa ya da Seine nehrine atılmasını önlemek için XVI. yüzyıla kadar tüzükler çıkarılmaya devam etmişti. Karantina, bugünkü anlamda ilk kez 1377 yılında Adriyatik kıyısındaki Ragusa şehrinde uygulanmaya başlanmıştı.

Milano’da yetkililer, hastaları gözden çıkararak evlerine hapsetmiş ya da vebaya yakalanmış olanları şehir dışına sürmüşlerdi. Birçok Avrupa şehri Milano ve Venedik örneklerini benimsemişti. Kimi şehirlerde ise vebaya yakalananların tutulduğu veba evleri vardı ve bu evler genellikle kalabalıktı, birkaç battaniyesi ve çok az erzağı vardı.

Veba Avrupa’da mimariyi, yapılarda kullanılan teknikleri ve temel yapı malzemelerini önemli ölçüde değiştirmişti. Avrupa, vebadan kurtuluşunu bir bakıma, evlerin yeniden planlanmasına da borçluydu. Veba döneminde, yoksullar penceresiz kulübelerini kurutulmamış keresteyle yapıyor, damlarda saman kullanıyorlardı.

Bu dönemde Kuzey Avrupa’da nüfus ve tarımsal üretim azalmıştı, bu durum kentleşmeyi de olumsuz bir şekilde etkilemişti. Bu dönemde son derece az sayıda yeni yerleşim alanı kurulmuş, kentleşme olgusu bir duraklama dönemine girmişti.

Veba, tarım dışı ekonomik faaliyetlerin yürütüldüğü kentlerin hayat akışını kökünden değiştirmişti. Veba uğramayan kentler de vebanın sosyal ve ekonomik alanlarda göstermiş olduğu yıkıcı etkileri derinden hissetmişti.

Londra’da Veba Salgını

Ortaçağ’da da salgınların çoğunun ortak noktası ticaret yolları üzerinden yayılması ve salgın başlangıcının limanlardan gerçekleşmesiydi. 1660’lı yıllarda Londra’da ticaret yoluyla bulaşan veba etkili oldu. Bulaşmayı kolaylaştırıcı diğer bir etken ise Londra’nın Ortaçağ’daki birçok şehir gibi duvarlar içindeki kalabalık yerleşimiydi. Şehrin güneyinde salgın başlayınca sert tedbirler alınmış ve çok sıkı bir karantina uygulanmıştı. Kraliyet ailesi ve aristokratlar kuzeye, salgından uzak bölgelere taşınmıştı. Şehirde kalan yoksul kesim ise vebanın kurbanı olmuştu.

Bir evde vebalı olduğu tespit edilirse veya vebadan ölenler varsa, evlerinin kapısına kırmızı bir haç çiziliyor ve o eve kimsenin girip çıkmasına izin verilmiyordu.

Sanayi Devrimi Sonrası Salgın Hastalıklar

18. ve 19. yüzyıllarda toplumsal yapıda, ekonomik ve siyasi alanlarda ortaya çıkan gelişmelerle birlikte kentlerin yapısında birçok değişiklik meydana geldi. Sanayi kapitalizminin gelişmesi, fabrikalar ve işçi evleri ile giderek çehresi değişen kentler daha da kalabalıklaşıyordu.

Özellikle fabrikaların çevresinde işçi yoğunluklu apartmanlar ve semtler oluşuyordu. Bu apartmanların ve semtlerin fiziki şartları oldukça kötüydü. Karanlık odalar, rutubetli duvarlar ve işçilerin yaşadıkları odaların, apartmanların aşın kalabalıklaşması hastalıkların üremesi ve yayılması için ideal bir ortam sunuyordu.

Su tesisatının ve belediyenin temizlik çalışmalarının olmayışı bu yeni kent bölgelerinde korkunç kokulara neden oldu, hastalıklı dışkıların kuyulara sızarak yayılması tifo salgınlarına yol açtı. Hepsinden kötüsü de yeterli suyun olmayışıydı. Su kıtlığı, ev içi temizlik veya kişisel hijyen olanağını yok ediyordu.

Takip eden yıllarda da daha yüksek kentsel sağlık standartlarına ve ev hijyenine sahip olmasına rağmen modern kentler dönem dönem grip ve çocuk felci salgınlarına maruz kalmaya devam etti. Örneğin 1918’deki büyük grip salgınındaki ölüm oranı, Ortaçağ salgınlarının en büyüğü olan Kara Ölüm’deki ölüm oranına neredeyse eşitti.

19. yüzyılın büyük kısmında kentlerin salgınla mücadelesi karantina uygulamaları, temiz havada vakit geçirmek, beslenmeye dikkat etmek ve kenti temiz tutmaya yönelik bir dizi önlemle sınırlıydı.

Sıtma ve koleranın şehirlerde yayılmasına engel olmak üzere gerçekleştirilen -19. yüzyılın ortalarına tarihlenen- sanitasyon (temiz içme suyu, insan dışkısı ve kanalizasyonunun yeterli arıtımı ve bertarafı ile ilgili halk sağlığı koşulları) gelişimi ise modern planlama ve inşaat mühendisliğinin temeliydi.

Salgınlarla mücadelede kentin plan ve haritalandırması kullanıldı. Veriler haritalandırıldı ve yayılımın kaynağı bulundu. Örneğin sokağın köşesindeki tulumbadan kaynaklı ölümlerin mekânsal verisi ile tulumbaların kırılması ya da kapatılması sonucunda salgın yayılımı azaldı.

Günümüzde Salgının Mekansallığı

Kentin planlarının medikal verilerle çakıştırılması yürütülen tartışmalar için etkili bir araç sağlıyordu. Haritacılığın bilgiyi mekânsallaştırma işlevi kriz zamanlarında ve zorlanan sistem koşullarında anahtar bir rol oynadı. Günümüzde de çeşitli güvenlik riskleriyle birlikte dijital uygulamalarla bu işlevin sürekliliği sağlanmaya çalışılıyor. Haritaların işaret etme ve öne çıkarma özellikleri ile hangi bölgelerin, semtlerin daha riskli olduğuna dair veriler sosyo ekonomik anlamda farklılıkları da ortaya çıkarıyor.

Bugün kapitalizmin sektörel boyutlarının çeşitlendiği ve coğrafik açıdan küreselleştiği bir çağda gerçekleşen yoğun mal ve insan hareketliliğinin küresel salgınlar için gerekli şartları oluşturduğunu hep birlikte deneyimledik. Halkların öz denetiminden yoksun olarak patronların ve yöneticilerin kontrolünde gelişen mal ve insan hareketliliğinin var olduğu, siyasi ve ekonomik iktidarların çıkarları çerçevesinde planlanan devasa nüfus yoğunluğuna sahip merkezi yaşam alanlarının bulunduğu 21. yüzyıl koşulları krizin etkilerinin daha derinden yaşanması ihtimalini taşıyor.

Bu sebeple içinde bulunduğumuz küresel salgın süreci doğrudan mekânı ve coğrafyayı işaret eden farklı boyutlarıyla; küresel, bölgesel ve yerel ölçeklerde mekân politikalarını derinden etkileyen birtakım çelişkileriyle günümüz kentini sorgulamamızı, kentleri düşünme şeklimizi değiştirmemizi gerektiriyor ve yeni mekansallıklar oluşturmamız için dikkat edilmesi gereken konuları işaretliyor.

İlyas Seyrek

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post KentLeşmenin Krizleri: Salgınlar appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/10/kentlesmenin-krizleri-salginlar/feed/ 0
Korona Krizi’nde Kira Grevi https://meydan1.org/2020/05/10/korona-krizinde-kira-grevi/ https://meydan1.org/2020/05/10/korona-krizinde-kira-grevi/#respond Sun, 10 May 2020 13:22:15 +0000 https://meydan.org/?p=58272 Bugün ve Tarih Boyunca Gerçekleşen Kira Grevlerinin Taktiksel Değerlendirmesi Tüm dünyada, Covid-19 salgınının getirdiği ekonomik zorluklara cevap olarak kira grevi çağrıları dolaşıyor. Son on yılda gayrimenkul değerleri hızla yükseldi ve soylulaştırma, sayısız topluluğu yok etti. Salgın ortaya çıkmadan çok önce de barınma maliyetleri sürdürülemezdi. Peki kira grevine nasıl devam edebiliriz? Kira grevlerini düşündüğümüzde, genellikle belirli […]

The post Korona Krizi’nde Kira Grevi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Bugün ve Tarih Boyunca Gerçekleşen Kira Grevlerinin Taktiksel Değerlendirmesi

Tüm dünyada, Covid-19 salgınının getirdiği ekonomik zorluklara cevap olarak kira grevi çağrıları dolaşıyor. Son on yılda gayrimenkul değerleri hızla yükseldi ve soylulaştırma, sayısız topluluğu yok etti. Salgın ortaya çıkmadan çok önce de barınma maliyetleri sürdürülemezdi.

Peki kira grevine nasıl devam edebiliriz? Kira grevlerini düşündüğümüzde, genellikle belirli bir ev sahibini hedef alan ve belirli talepleri ilerleten bir model düşünürüz. Aslında, aşağıdaki metinde olduğu gibi, bu strateji daha önce çok daha geniş ve etkili bir şekilde kullanılmıştır. Bu krizde ödeme yapamayan herkesi savunabilecek ağlar gelişmektedir. Önümüzdeki aylarda, kiracıları cezalandırmaya veya tahliye etmeye çalışan her ev sahibiyle yüzleşmek için mücadelemizi geliştirmemiz gerekecek.

Kira Grevlerinin Zamanı mı?

Tuhaf zamanlardayız. Endişe verici bir hızla ilerleyen virüsün neden olduğu bir salgın ve bizi yeni bir duruma sokan devletin totaliter yönü ile karşı karşıyayız. Polis yeni güçlerinden yararlanırken, birçok insan işini kaybetti ve daha birçoğu ay sonuna kadar nasıl geçineceklerini bilmiyor. Bu bağlamda, itaatsiz sesler ortaya çıkıyor ve kira grevi fikri güç kazanıyor. Editoryal Segadores ve Collectiu Bauma olarak biz, geçmişteki bazı önemli örnekleri inceleyerek ve korona virüs döneminde bir kira grevinin nasıl olabileceğini hayal ederek bu grev türünü ele almak istedik. Bu araştırmanın stratejik düşünen ve eyleme geçmek isteyenlere yardımcı olacağını umuyoruz. 

Kira Grevi Nedir ve Nasıl İşler?

Kira grevi, bir grup kiracının toplu olarak kira ödemeyi durdurmaya karar vermesidir. Aynı ev sahibine sahip olabilirler veya aynı mahallede yaşayabilirler. Bu başka bir kampanya ya da daha büyük bir mücadelenin parçası olarak ortaya çıkabilir ya da soylulaştırmaya karşı, yetersiz yaşam koşullarına karşı, genel olarak yoksulluğa karşı, kapitalizme karşı mücadelenin temel ekseni olabilir.

Başarılı olmak için kira grevi üç unsur gerektirir; giderek artan ortak memnuniyetsizlik hali, hareketin geniş kesimlerce kabul görüp toplumsallaşması ve destek (konut desteği, tahliyelere karşı fiziki destek, stratejik destek).

Tarihi Grevler ve Ortak Özellikleri

Şimdi bu üç hayati unsurun tarih boyunca büyük kira grevlerinde nasıl elde edildiğine bakacağız.

De Freyne Estate, Roscommon, Ireland, 1901

1901’de, Roscommon County, İrlanda’da zamanının en büyük mülk sahiplerinden olan Baron De Freyne’e ait çiftliklerde kira grevi başladı. Sonraki on yıllar boyunca, bölgedeki kiracılar büyük mülk sahiplerine karşı örgütlenme güçlerini pekiştirmişlerdi. Grev, Kasım 1901’de başladı. İlk olarak, De Freyne’in kiracılarının çoğu gizli ve gayri resmi olarak örgütlendi. Grev bir yıldan uzun sürede diğer mülklere de yayıldı. De Freyne’nin topraklarındaki kiracıların %90’ından fazlası katıldı. Barikatlar kurarak, polise taş atarak ve yeni konutlar inşa ederek tahliyelere direndiler.

Bütün bunlar büyük bir değişime neden oldu. 1903’te İngiliz Parlamentosu, kiracı tarım sistemine son vererek geniş tarım reformunu kabul etmek zorunda kaldı.

Manhattan Kira Grevi, New York, 1907

1905 ve 1907 yılları arasında New York’taki kiralar %33 artmıştı. Şehir durmadan büyüdü; fabrikalarda, inşaatta ve limanda çalışmaya gelen yoksul göçmenlerle doldu taştı. Anarşist hareket de yükseliyordu. Sonbaharda, ev sahipleri kiralarda bir artış daha ilan ettiler. Buna karşılık, 20 yaşındaki bir işçi, Yahudi göçmen ve devrimci Pauline Newman inisiyatif alarak 400 diğer genç kadın işçiyi kira grevi çağrısını desteklemeye ikna etti. Zaten Aralık ayı sonunda binlerce aileyi ikna etmişlerdi; yeni yılda 10.000 aile ödemeyi bıraktı ve %18-20 oranında kira indirimi talep edildi. Birkaç hafta içinde yaklaşık 2000 aile kiralarının azaldığını gördü. Bu olay birkaç yıllık mahalle mücadelesinin ve nihai olarak rant üzerindeki kontrolün başlangıcıydı.

Ekonomik Savunma Komitesi, Barcelona, 1931

1931’de Barselona diktatörlükten kurtulmuştu. İnsanlar hevesle demokrasinin getireceği gelişmeleri bekliyordu. Barselona, maaşların %30-40’ını oluşturan kira ile Avrupa’nın en pahalı şehri haline gelmişti. Koşullar berbattı. Kendileri için yer kiralayamayan pek çok kişi fabrika vardiyaları arasında dinlenebilecekleri “Casas de Dormir” odalarına gitti; çoğu zaman bu odalarda yatak bile yoktu, sadece işçilerin kollarını dinlendirebilecekleri ipler vardı.

Nisan ayında bir kira grevi patladı ve katılımcılar kirada %40 indirim talep etti. Grev Aralık ayına kadar sürdü ve şehir genelinde 45.000 ila 100.000 kişi katıldı. CNT’nin İnşaat Birliği tarafından kurulan Ekonomik Savunma Komitesi (CDE), grevin koordinasyonunda ve yayılmasında önemli bir rol oynadı.

Diğer birçok grev gibi bu da barikatlar inşa eden ve tahliyelere birlikte direnen komşular arasındaki dayanışma ile karakterize edildi. Sabahları komşularının su veya elektriğini kesen işçiler akşam açmak için geri döndüler. Tabii ki CNT’ye bağlıydılar. Bazen polislere, pencerelerden dışarı mobilya fırlatılıyordu ve polisler elleri boş dönmek zorunda kalıyorlardı. Diğer taktikler arasında bugün escrache olarak bilinen şey, yani bir ev sahibinin evinin önünde düzenlenen eylemler vardı.

Açıkçası, grev kendi kendine ortaya çıkmamıştı: Topluluk özerklik geleneklerine dayanıyordu ve mahalle, akrabalıktan büyüyen çok yönlü bir ilişkiler ve dayanışma ağına dayanıyordu. Hareket, CNT’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geliştirdiği radikal kültürle de yakından bağlantılıydı.

“CDE’nin organizatörü Santiago Bilbao, kiracıların grevini, tasarrufunu kaybedenlerin pazarın gücüne karşı koyabileceği ve günlük yaşamlarının kontrolünü ele geçirebileceği önemli bir ekonomik karşılıklı yardım eylemi olarak gördü. CDE’nin işçilere tavsiyesi şuydu: “İyi yemek ve paranız yoksa kira ödemeyin!” CDE ayrıca işsizlerin kira ödemekten muaf tutulmasını talep etti. Bununla birlikte, grev CDE tarafından düzenlenen kitlesel toplantılara yayılmış olsa da, hareket gerçekten sokaklardan geldi, bu da her örgütten daha önemliydi. ”

-Aisa Pàmpols, Manel, (2014) “Kira grevi ve ekonomik savunma komitesi,” Barselona, Nisan-Aralık 1931. CNT İnşaat Birliği. Barselona: El Lokal.

Grev, vali Oriol Anguera de Sojo ve Ekim 1934 ayaklanmasını da bitiren Mülk Sahipleri Derneği başkanı Joan Pichi Son liderliğinde şiddetli baskı ile sona erdi. Yeni demokratik cumhuriyet eski diktatörlükten tüm cephaneliğini çıkardıktan sonra çok da farklı görünmüyordu. Baskı için sınırsız yetki sunan Cumhuriyet Savunma Kanunu uygulandı. Bazı grevciler hapsedildi ve CDE bir suç örgütü ilan edildi.

Tüm bunlara rağmen devam eden eylemler gelecekteki devrim için harlanacak közler olarak var olmayı sürdürdü.

Autoriduzione, İtalya, 1970’ler

İtalya’da 1960 ve 70’ler, emek ve konutta güvencesizliğin daha fazla arttığı zamanlardı. Aynı zamanda insanların sömürüsüz bir dünyayı hayal ettikleri ve onu takip etmeye cesaret ettikleri bir zamandı. 

Güçlü özerk işçi hareketinden etkilenerek yükselen faturaları indirimli ödeme hareketi 1974 yazında önemli bir ivme kazandı. Elektrik ödemelerindeki otomatik indirimler hızlı bir şekilde yayıldı. Birkaç hafta sonra Torino ve Piedmont bölgesindeki 150.000 aile greve katıldı.

Hareket Torino’da daha güçlüydü çünkü bölgesel sendikalar, yükselen fiyatlara karşı her doğrudan eylem girişimini engelleyen Komünist Parti tarafından kontrol edilen ulusal komitelerden bağımsızdı. Böylece Torino’da işçi sendikaları güçlerini ve desteklerini kendiliğinden girişimlere ve mahalle komitelerinin desteklerine verebilirken, Milano gibi şehirlerde sendikalar bu girişimleri desteklemiyordu ya da Napoli’de olduğu gibi güçlü bir sendika daha en baştan yoktu. Palermo gibi bazı şehirlerde, öğrenciler ve gençler eylemlerle otomatik indirimleri mümkün kıldı.

Hareket, kiranın bir ailenin maaşının %10’unu aşmasını önlemek amacıyla kiradaki otomatik indirimlere kadar genişledi. Küçük grup çabalarından daha radikal sendikaların desteklediği komşuluk komitesi girişimlerine kadar çeşitli taktikler kullanıldı. 1970’lerin ilk yarısında katılımcılar 20.000 evi işgal etti. Aynı sıralarda Roma, Milano ve Torino’da da kira grevleri yaşandı.

Soweto , South Africa, 1980’ler

Soweto, Johannesburg’un yüksek nüfus yoğunluğuna sahip kentsel bir bölgesidir. 1980’lerde 2.5 milyon nüfusu vardı. Irk ayrımının son yıllarında, Soweto sakinleri aşırı yoksulluk ve sosyal dışlanma yaşadı. 1976’da Soweto Ayaklanması, bir dizi güçlü protesto, grev ve düzinelerce ölümle sonuçlanan bir polis baskısıyla sonuçlandı. Bölgenin maddi koşulları sakinlerin devam eden mücadelesi sayesinde iyileşmeye başladı.

Ancak konutların durumu korkunçtu. Evler kalitesiz, hijyenden yoksun ve düzensizdi. Kira ve hizmetler, konut sakinlerinin standart maaşının üçte birine tekabül ediyordu. 1 Haziran 1986’da kiraların yükseltileceği planının yayılmasıyla binlerce Soweto sakini Soweto Konseyi’ne kira ve hizmet ödemeyi bıraktı. Konsey, tahliyelerle grevi kırmaya çalıştı ancak komşular direndi. Ağustos ayı sonlarında polis, tahliye edilmeye direnen bir kalabalığa ateş ederek yirmiden fazla insanı katletti. Öfke yoğunlaştı ve yetkililer tahliyeleri durdurdu.

1988’in başlarında yetkililer, ülke genelinde siyah direnişinin yükselişini bastırmaya çalışmak için olağanüstü hal ilan etti. Söndürmeyi başaramadıkları tek odak noktası Soweto kira grevi idi. Yıl ortasında grevler devam etti ve yetkililer bir baskı aracı olarak neredeyse tüm alanın elektriğini kesti.

Anti-faşist hareketin faaliyetlerinin çoğunu durduran 30 aylık bir olağanüstü hal olmasına rağmen, sakinlerin büyük çoğunluğu grevi desteklemeye devam etti. Sonunda yetkililer kontrolü tamamen kaybettiklerini fark ettiler. Aralık 1989’da gecikmiş tüm kiraları iptal ettiler. (100 milyon dolardan fazla bir kayıpları vardı.) Tahliyeleri kesin olarak durdurdular, komşularla müzakere edilmeyi bekleyen tüm kiraları askıya aldılar ve en az 50.000 davada evlerin mülkiyetini doğrudan kiracılara verdiler.

Benzer şekilde Soweto kira grevi, acil koşullarına ve hayatta kalma zorunluluklarına yanıt olarak mahallenin kendisinden ortaya çıktı. Bazı resmi örgütlerin dışında tutulurken, kadınlar bu hayati mahalle ağlarının örgütlenmesinde ve sürdürülmesinde kilit bir rol oynamıştı.

Boyle Heights Mariachis, Los Angeles, 2017

Irkçı soylulaştırma girişiminde bulunan bir ev sahibi, Los Angeles’ın Boyle Heights semtindeki az sayıda dairede kira maliyetlerini %60-80 oranında artırdı. Kiracıların yarısı, kira artışından doğrudan etkilenmeyen kiracılar da dahil olmak üzere hemen bir koalisyon oluşturdu ve ev sahibiyle diyalog talep etti. Ev sahibi her biri ile ayrı ayrı ilişki kurmaya çalıştığında, koalisyon kira grevini başlattı. Daha sonra Los Angeles Kiracılar Birliği (LATU) grevi desteklemeye başladı ve yasal kaynakları harekete geçirmeye ve güvence altına almaya yardımcı oldu.

Dokuz ay sonra, sadece %14’lük bir kira zammı, üç yıllık bir sözleşme, ödeme yapılmaması durumunda oluşacak herhangi bir cezanın iptali ve bir sonraki sözleşmeyi  kolektif bir şekilde müzakere etme hakkını aldılar. 

Ortak Özellikler

Bu grevlerin çoğu kadınlar tarafından başlatıldı, kadınlar hepsinde önemli bir rol oynadı. Grevler her zaman birçok kiracının benzer koşullara maruz kaldığı bir bağlamda meydana gelmektedir: Maaşın büyük bir kısmını kapsayan kira; konut kaybetme tehlikesi ve çok sağlıksız koşullar veya bazılarını destekleyen ve başkalarına zarar veren haksız bir reform. Ve neredeyse her zaman bir kıvılcım vardır: en yaygın olarak, ekonomik fırsatçılık sonucu arttırılan kiralar.

Çoğu zaman grevler kendiliğinden başladı. Bu, sebepsiz ortaya çıktıkları anlamına değil bir halk meclisi ya da mahalle ağları aracılığıyla örgütlendikleri ve komşuların inisiyatifinden ortaya çıktıkları anlamına geliyor. Oradan ya kendi örgütlerini kurarlar ya da mevcut örgütlerin desteğini alırlar. Diğer durumlarda, grevin başlangıcından bu yana resmi bir örgüt vardır, ancak büyük sendika örgütlerinden veya partilerinden biri değil kiracılar tarafından oluşturulan oldukça küçük bir örgüttür. Büyük bir kuruluş tarafından kira grevi çağrısının olduğu tek vakayı 1931’de Barselona’daki grevde gördük. 

Zafer ihtimali ile ilgili olarak, grevin olabildiğince geniş bir alana yayılması önemlidir ancak her zaman çoğunluk içermesine gerek yoktur. Örneğin aynı mal sahibinin kiracılarının sadece dörtte biri veya üçte birinin katılımıyla grevler kazanıldı. Bireysel çözümler aramak yerine yüksek cesaret ve dayanışmayı sürdürme kararlılığı, grevci sayısından daha önemlidir.

Belki de en önemlisi olan başka bir faktör bağlamdır. Devletin baskı uygulama kapasiteleri nelerdir? Onlar için itaatsizliği bastırmak mı yoksa çatışmayı yatıştırmak ve imajlarını düzeltmek mi daha önemlidir?

Mevcut Durum: Fazlasıyla Uygun

Gördüğümüz gibi, bir kira grevinin her tarafa yayılması için belirli koşullar gereklidir. Gittikçe daha fazla insanın konutlara erişmesini imkansız hale getiren güvencesizlik ve her şeyin çok kötü gittiğine dair ortak his bu koşullardandır. Peki bu koşullar şu anda mevcut mu?

Giderek artan bir şekilde, büyük uluslararası yatırım fonları dünya çapında mülk satın alıyor ve rekor seviyelerde kira belirliyor. Konut piyasasını yutmaya başladıkça, insanların erişim için ödemek zorunda oldukları fiyat artıyor.

Tüm turistik şehirlerde metrekare başına benzer artışlar yaşandı. 2014 ve 2019 arasında İspanya’daki ortalama kira fiyatları %50 arttı ve 2008 krizinden önceki en yüksek seviyeyi aştı.

Aynı zaman diliminde İspanya’daki ortalama maaş %3 bile artmadı. Artık konutlara erişemeyen her zamankinden daha fazla insan var. Bu durumun son beş yıldır, koronavirüsten çok önce geliştiğini gördük.

Konut erişimindeki bu eksiklik istatistiklerde de görülmektedir. 2018’de İspanya’da 59.000’den fazla tahliye yapıldı ve kiranın ödenmemesi sebebiyle tahliye oranı arttı. 2019 yılında Kentsel Kiralama Yasası ile %70’lik artışla 54.000 tahliye oldu. 2018-2019 arasındaki düşüş, büyük ölçüde her yerde ortaya çıkan tahliyelere karşı direniş ile açıklanmaktadır. 

2017 ve 2019 arasında Madrid’deki evsizlerin sayısı %25 arttı, resmi olarak 2583 kişiye ulaştı ancak uzmanlar aslında yaklaşık 3000 civarında bir sayıdan bahsediyor. 

Korona virüs salgını bu durumu şiddetlendirmektedir. Birçok insan işini kaybetti; hükümetin acil durum önlemlerinin polis ve savaş güçlerini arttırmak, finansal kurumları, patronları ve ipotekleri olan insanları korumakla daha fazla ilgilenmesi şaşırtıcı değildir ve bu nedenle en güvencesiz insanlar -kiracılar, kaçak göçmenler ve evsizler- korumasız bırakılmıştır. Öte yandan, devletler tarafından dayatılan kuşatma haline rağmen dayanışma girişimlerinin balkonlardaki “cacerolazos” (tencere ve tavalarla gürültü gösterileri) ve sosyal taleplerin hızlı bir şekilde genişlemesi ile hızlıca yayılmaktadır.

Kısacası, şu an sadece bir kira grevi için doğru zaman değil aynı zamanda bu tür girişimleri organize etmeye -her zamankinden daha fazla- ihtiyaç duyulan bir zamandır. 

Kiracıların Endişeleri

Greve gitmeyi tercih eden kiracıların yasal açılardan ve duygusal bağlamlarda bazı şüphelerinin olması anlaşılabilir. Ancak endişelere karşı greve çıkıp çevrenizde dayanışma sağlayabilecek ağlarla iletişim kurmak da çok önemlidir. Ayrıca herkes cesaret ederse, zafer neredeyse garantilidir ve çok az risk vardır. 

Cesaretlenmemiz için başka bir avantajımız daha var: Olağanüstü hal sırasında mahkemeler de felç oluyor. Bazı şehirler zaten tüm tahliyeleri erteledi ve diğer belediyeler ya bunları hiç yönetemeyecek ya da çok yavaş yönetecekler.

Kira grevine başlamak için daha iyi bir zaman olamazdı. Gerekli olan tek şey, seslerimizi yükseltmek ve hepimizin yaşadığı durumu toplumsallaştırmaktır.

Konut Mücadelesinde Uzmanlaşmış Örgütlenmeler

Toplumsal örgütlenmeler kira grevinde çok önemli bir rol oynamaktadır. Güçlendirebilirler, destekleyebilirler ya da ona zarar verebilirler. Konut hareketi ve örgütler arasındaki güçlü ve etkili ilişkinin özellikleri nelerdir?

İlk olarak, konut hareketlerinin gerçekliğini tanımalıyız. Hareket, kötü barınma koşullarından muzdarip olan veya konutlara erişimini kaybetme tehlikesi olan herkesten oluşmaktadır. 

Konut hareketi ve toplumsal örgütler arasındaki güçlü ve etkili bir ilişki şu ilkelere dayandırılabilir:

1. Toplumsal örgütler kiracıların ihtiyaçlarına cevap vermelidir. Stratejilerin formüle edilmesine yardımcı olabilirler, ancak kiracıların gerçeklerine ve eğilimlerine  göz çevirmemelidirler.

2. Kiracıları yönlendirmek için değil, desteklemek için var olmalıdırlar. Kiracıların eylem zamanı kendi inisiyatiflerini yaratmaları da gerekecektir.

3. Örgütlerin sağlayabileceği en önemli destek psikososyal ve savunma ile ilgilidir. İlki ile ilgili olarak, örgütler, kiracıların yalnız olmadıklarını, birlikte güçlü olduklarını, kazanabileceklerini görmelerine yardımcı olmayı amaçlamalıdır. Savunma rollerine gelince, tahliyelere karşı fiziksel direnci koordine etme ve yasal süreçler için yasal kaynaklar toplama faaliyetidir. Bu faaliyet olmadan grevciler tek tek evlerini kaybedeceklerdir.

Bazı Çıkarımlar

Kapitalizm küreseldir. Devletler küresel düzeyde birbirlerine destek olurlar. Tek bir yerde bir devrim mümkün değildir, en azından uzun vadede mümkün değildir. 

Özgürlük ve haysiyet için sömürüye karşı hareketler küresel olmalıdır. Şu anda küresel bir salgın yaşıyoruz. ABD’den Çin’e en güçlü devletler bu duruma hissiz, ölümcül bir yetersizlik veya totaliter gözetim ile cevap veriyorlar.

Kira grevi, çok sayıda insanın evlerini kaybetme tehlikesi altında olduğu çeşitli neoliberal ülkelerde yayılıyor. Şimdi mücadelelerimizi küreselleştiremezsek, ne zaman yapabiliriz?

Güvencesizliğe karşı haysiyet ve dayanışma için #RentStrikeNow!

İspanya’dan Editoryal Segadores ve Col.lectiu Bauma Kolektifleri

Çeviri: Burak Aktaş

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Korona Krizi’nde Kira Grevi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/10/korona-krizinde-kira-grevi/feed/ 0
Korona’da 65 Yaş Krizi https://meydan1.org/2020/05/10/koronada-65-yas-krizi/ https://meydan1.org/2020/05/10/koronada-65-yas-krizi/#respond Sun, 10 May 2020 12:55:57 +0000 https://meydan.org/?p=58267 Çocukları “töre”, kadınları “namus” diye öldüren, gençleri ya orduya çağırıp kurşunlara hedef yapan ya da fabrikalarda atölyelerde yavaş yavaş katleden kapitalizm, dünyanın deneyimini taşıyan ama artık ileri yaşlara gelen insanlara neler yapmaz? Hele bir de korona krizinde yaşlıları gözden çıkaran sayısız örnekle kapitalizm, sağlıkta da hastalıkta da asıl ölümcül olanın kendisi olduğunu göstermiş oldu. Emekli […]

The post Korona’da 65 Yaş Krizi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Çocukları “töre”, kadınları “namus” diye öldüren, gençleri ya orduya çağırıp kurşunlara hedef yapan ya da fabrikalarda atölyelerde yavaş yavaş katleden kapitalizm, dünyanın deneyimini taşıyan ama artık ileri yaşlara gelen insanlara neler yapmaz? Hele bir de korona krizinde yaşlıları gözden çıkaran sayısız örnekle kapitalizm, sağlıkta da hastalıkta da asıl ölümcül olanın kendisi olduğunu göstermiş oldu. Emekli kuyruklarında zaten yavaş yavaş yaşlıları öldüren bu sistem, üzerindeki bir yükten kurtulmak istercesine -ki ekonomik olarak da krizde olan devletler iddia ettikleri gibi sosyal güvence sağlamak yerine ödemeyecekleri her kuruşun keyfini yaşıyor- şimdi krizi bir fırsata çevirerek yaşlı ölümlerinin artmasını teşvik ediyor.

Geyikler, Yunuslar ve İnsanlar

Korona krizi yüzünden alınan önlemlerden birisi de temasın azaltılması. Bunun sağlanması için pek çok şehirde sokağa çıkma yasakları uygulanıyor. Sokakların boşalması ve özellikle insanlardan arınmasıyla beraber kaldırımlardaki bitkiler ezilme derdi olmadan boy vermeye, geyiğinden maymununa pek çok hayvan sokaklarda serbestçe ve elbette korkusuzca gezinir olmaya başladı. Hatta yunuslar Venedik’te kanallara, İstanbul’da Haliç’e kadar yaklaşarak keyifle yüzdüler. Dünya şu kısa sürede bile hayvanlara ve bitkilere kaldığında ne kadar da güzelleşebildiğini gösterdi.

Peki insanlar? İnsanlar insanlıktan çıkmak için ellerinden ne gelirse yapmakla meşguller. Örneğin yaşlı bakım evlerinde kalanların bakımlarının korona virüsü nedeniyle yeterince yapılamaması bir yana, yaşlıların bakımevlerinde komple ölüme terk edilmelerinin yarattığı etki henüz geçmemişken şimdi de yeterli yoğun bakım yatağı bulunmadığı için önceliğin daha genç olan hastalara verilmesi yönünde genelgelerle sağlık çalışanlarının Hipokrat yeminlerini bir anlamda bozmaları isteniyor.

İtalya’da, sağlık çalışanları gözyaşları içinde mevcut yoğun bakım yataklarının yetersizliği nedeniyle hasta seçmek zorunda kaldıklarını anlatırken, korona krizinin en başından beri sürü bağışıklığını savunan ve bu nedenle eleştirilen İngiltere devleti, Ulusal Sağlık Sistemi’nin bir genelgesiyle hasta seçmeyi rutin bir uygulama haline getirdi ve yaşlı hastaların yoğun bakımdan faydalanamayacak olmaları durumunu -kimsenin gözünün yaşına bakmadan- resmileştirdi. Buna göre her hastaya belli bir puan verilecek, puanı düşük olanlar (ki yaşları yüksek olanların puanı düşük oluyor haliyle) yoğun bakım ünitelerine alınmayacaklar bile. (Bu durum belki de yıllar sonra, güçlü olanın hayatta kalması ilkesini savunan ve gerisini umursamayan sosyal darwinistlerin kendi örnekleri olarak literatüre girebilir.) 

“Yaşlılar Ölmeye Hazır” 

Yaşlılara yönelik ayrımcı uygulamalar bunlarla da kalmıyor. “Modern” devletlere pek çok açıdan örnek gösterilen İsveç’te bir kasabada, korona virüsünden en çok etkilenip ölme riski bulunduğu ifade edilen yaşlıların yüzlerine kasıtlı olarak öksürülmesi, aksırılması artık sıradan olaylar haline geldi. ABD’de bir eyaletin valisi de yaşlıların ölmeye hazır olduğunu, bütün ülkeyi feda etmeye gerek olmadığını söyleyerek üzerine düşeni(!) yapıyor ve aslında yaşlıları kendi deyimiyle çoktan “feda” ediyor. Keza yaşadığımız coğrafyada da yaşlılarla dalga geçilmesi, kafalarına kolonya dökülmesi gibi görüntüler hala belleğimizdedir.  

Tüm bu yaş ayrımcılığının yaslandığı iki temel var. Birincisi kapitalizmle ilişkili. Mevcut sağlık sisteminin tedavi için yeterli ol(a)maması. Çünkü devletler ya da şirketler savunma adı altında silahlanmaya, sağlığa ayrılan bütçenin onlarca katı para ayırmakta bugüne dek beis görmediler. Hatta onlara oy veren ya da onlar için çalışan milyonlar da televizyonlardan canlı yayınlanan savaşları birer şov gibi izlemeye alıştığı için bu durumdan rahatsız bile olmadılar. Ta ki maaşlarından ya da yevmiyelerinden ömür boyu alınan sağlık ve sosyal hizmetler kesintilerinin karşılığında bekledikleri sağlık hizmetini bulamadıkları salgın günlerinin başladığı günümüze kadar.

Gençlere Serbest, Yaşlılara ve Çocuklara Yasak

Yaş ayrımcılığının yaslandığı ikinci temel ise kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi için çarkların dönmesi, atölye ve fabrikaların çalışmasının durmaması, çalışma yaşamının her ne pahasına olursa olsun devam etmesi zorunluluğu. Belki de tarihte ilk kez bu nedenle işgücüne, yani ezilenlere bir yasak uygulanmıyor: sokağa çıkma yasağı! Tuhaf, değil mi? Sokaklar gençlere, genç işçilere serbest, çalışmayan yaşlılara ve çocuklara yasak. 

Belki de Fransa’nın genç Cumhurbaşkanı Macron’un dediği gibi bir savaşın içerisindeyiz. Gençlerin cepheye sürüldüğü; yaşlıların, kadın ve çocukların ölümü beklediği bir savaş. Silah tüccarlarının ve savaşı çıkaranların dışında cepheye gidenin de geride kalanın da öldüğü, öldürüldüğü onlarca savaştan yalnızca biri. Günümüze uyarlarsak, ilaç şirketlerinin ve bu salgını başlatanların dışında her yaştan insanın öldüğü bir küresel salgın.

Peki gerçekten de yaşlılar en riskli grup mu, salgında ilk önce gözden çıkarılması gerekenler onlar mı?

Bu soru, meşhur Narayama Türküsü isimli filmin hikayesini akla getiriyor. Belli bir yaşın üzerindekilerin, kendilerinin de rızasıyla, Narayama dağının eteklerine bırakılarak ölümü beklemelerini, böylelikle geride kalanlara yiyeceğin yetmesinin sağlanmasını konu eden o unutulmaz hikaye yoksa şimdi yeniden mi yazılıyor?

Kapitalizm Fişimizi Çekiyor

Korona virüs testleri pozitif çıktığı için yoğun bakımda yatırılan pek çok ileri yaşlı hastanın iyileşme görüntüleri, genç ve hatta çocuk yaşta yaşamını kaybeden Covid-19 hastalarıyla iç içe geçiyor. Günümüz dünyasında GDO’lu, hormonlu, doğal olmayan gıdalarla beslenen, kirli havayı soluyan, temiz su içemeyen ve bu nedenle bağışıklığı düşük olan gençler de korona virüsünün hedefi oluyor. Gıdanın, havanın, suyun şimdiki kadar bozulmadığı zamanın çocukları, yani günümüzün yaşlıları ise belki de daha güçlü bir bağışıklık sergileyerek bu virüsü alt etmeyi başarabiliyor. Ama siyasetçilerin ayrımcı politikalarının kurbanı olmaktan bir türlü kurtulamıyorlar.

Hangi yaş grubunda olursa olsun, herkes -prensipte- uygun tedavi koşullarında her türlü hastalığı yenecek güçtedir. Los Angeles’ta 17 yaşındaki bir genç korona virüs testi pozitif çıktığı halde sigortası negatif olduğundan tedavi edilmedi ve ölüme terk edildi. Hatta günümüz modern dünyasının stresini ortadan kaldırırsak pek çok hastalığın son bulacağı da düşünülebilir. Yeter ki şimdi de yaş yüzünden bizi birbirimizden ayırmaya, bizi birbirimize düşman etmeye, solunum cihazımızın fişini çekmeye zorlayan bu kapitalizm var olmasın.

Çiçeklerin kaldırımları coşturduğu, yunusların kıyıları şenlendirdiği gibi biz de her yaştan insanlar, sokakları ve meydanları yeniden canlandırırız hiç şüphesiz.

Gürşat Özdamar

[email protected]

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Korona’da 65 Yaş Krizi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/10/koronada-65-yas-krizi/feed/ 0
Krizler Sistemi Kapitalizm ve Biyopolitika https://meydan1.org/2020/05/10/krizler-sistemi-kapitalizm-ve-biyopolitika/ https://meydan1.org/2020/05/10/krizler-sistemi-kapitalizm-ve-biyopolitika/#respond Sun, 10 May 2020 12:40:29 +0000 https://meydan.org/?p=58263 Kapitalizm, yapısı itibariyle krizleri içeren bir sistemdir. Bu çıkarım daha önce defalarca dünyaca ünlü ekonomistler ve teorisyenler tarafından yapıldı. Varoluş sebebi ismini de aldığı sermaye ve o sermayenin katlanarak büyümesi için gereken kârın maksimize edilmesidir. Kapitalizmi sadece bu yönüyle ele almak, bizi marksistlerin düştüğü tuzağa düşürecektir. Kapitalizm sadece ekonomik altyapı ile ilgili değildir. Toplumsal olan, […]

The post Krizler Sistemi Kapitalizm ve Biyopolitika appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Kapitalizm, yapısı itibariyle krizleri içeren bir sistemdir. Bu çıkarım daha önce defalarca dünyaca ünlü ekonomistler ve teorisyenler tarafından yapıldı. Varoluş sebebi ismini de aldığı sermaye ve o sermayenin katlanarak büyümesi için gereken kârın maksimize edilmesidir. Kapitalizmi sadece bu yönüyle ele almak, bizi marksistlerin düştüğü tuzağa düşürecektir. Kapitalizm sadece ekonomik altyapı ile ilgili değildir. Toplumsal olan, politik olan, yaşamsal olan bütün alanlarda kendini, tıpkı ekonomide olduğu gibi kriz potansiyeli ile var etmektedir.  

Kendiliğinden sorunlu ve krize hazır bu sistem nasıl oluyor da bu krizlerle sarsılmasına rağmen kendiliğinden yıkılıp gitmiyor? Burada da tarih sahnesinde kendisine bulduğu suç ortağı devreye giriyor: Devlet. Kapitalizm, devlet gücü sebebiyle her fırsatta kendisinin neden olduğu krizlere karşı yasalar, uygulamalar, prosedürler geliştirebiliyor ve bu sayede kendini daha fazla güçlendirebiliyor. Bu uygulamaların aracı tabi ki her zaman yargıçlar, polisler, meclisler vb.. kurumlarıyla devletin kendisi oluyor. Bu uygulamalar bir yandan devlet iktidarını ileride de kullanılmak üzere güçlendirirken bir yandan da kapitalizme ve sermaye sahiplerine nefes alacak alanlar yaratıyor. Bu konuyla ilgili bütün alanları tek tek sayamasak da birkaç örnekten bahsetmek istiyoruz. 

Toplumsal ve Ekonomik Krizler

Hayatımıza dahil olan hemen hemen bütün meseleler aslında bu alanın konusuna giriyor. Kapitalist sistem özellikle neoliberal politikalarıyla insanları tüketmeye dayalı bireyci bir sisteme itti. Bu tüketim bireyleri sadece metalara sahip olabilirlerse değerli olacakları anlayışına ve sonunda “Her koyun kendi bacağından asılır” inancına sürükledi. Sistem içerisinde kendine iyi bir yer bulamayan ve adaletsizlik içinde ezilen herkes sistemin çeperlerine ötelendi. Bu insanlar suça, yalnızlaşmaya, ezilmeye, uyuşturucuya, kendilerine ve çevrelerine yabancılaşmaya mahkum edildiler. Sisteme “yeteri kadar” entegre olamayan kişiler psikopatiler geliştirip akıl hastanelerinde yatarken ya da hayatta kalmak için hakları olan ekmeği almalarının bedelini hapishanelerde öderken buldular. Kapitalizm, her seferinde yardımına koşan ekonomik, sosyal ve politik iktidarlarla anlaşarak bu krizleri kendini ilerletmek için kullandı. 

Tükenmişlik sendromu ve yabancılaşma içerisinde misiniz? Kapitalizm size yeterli antideprasan üretebilecek ilaç şirketlerine ve bu ilaçların piyasada rahatça satılması için gerekli yasaları çıkartabilecek devlet kurumlarına sahip. Elinizden insani bütün özellikleriniz alınmış gibi hissediyor, hayatınızın kontrolü sizde değilmiş gibi mi hissediyorsunuz? Kapitalizm sizin ihtiyaçlarınıza göre sahte mutluluk sağlayan uyuşturucular üretebilir ve sizi sefil bir bağımlıya dönüştürebilir. Eğer bunu yaparken aşırıya kaçarsanız tabi ki sistemin bütün kurumları size belirli bir ücret karşılığında hizmet etmeye hazırdır. Ya da bütün ömrünüzü ezilerek geçirdikten sonra küçük bir hırsızlık için hapse mi atıldınız? Boşuna telaş yapıyorsunuz; vergi borcu silinecek olan şirketler, karşılıksız alınan kredilerle yeni hapishaneleri inşa etmeye çoktan başladılar bile. Kapitalizm bunları yaparak kendini bütün “iş alanları” içerisinde var etmeye devam eder.

Devlet ise bunun karşılığında, ezilmesinin tek sebebinin kendi yetersizliği olduğunu düşünen bir grup yaratır. Bu grupları kontrol etme bahanesiyle eğitim alanında, sağlık alanında, inşaat alanında yeni yasalarla elini gitgide güçlendirir. Resmi ideolojisi her neyse onu dayatmak için kaynaklar bulur. Peki ya bu resmi ideolojiye o kadar da inanmamış olanlar? Rezil ve kepaze yaşam koşullarımızın arkasındaki gerçek sorumluların kapitalistler ve devlet iktidarı olduğunu görüp buna karşı sokağa dökülen insanlar? Bu insanların aktörü olduğu toplumsal patlamalara, devletli kapitalizmin cevabı nedir? Bu sorunun cevabı kolluk kuvvetleri ve devletin “güvenlik politikaları”. Yaşadığımız coğrafyadaki Gezi İsyanı’na devletin verdiği cevabın ne olduğunu hatırlayın. Her gün dünyanın bütün kıtalarındaki eylemliliklere devletlerin verdiği cevaplara bakın. Hepsi aynı. Bu süreçlerden sonra kapitalistler ve devletler kendilerini tehdit eden “krizi” öteledi. Genelde burada olana benzeyen, baskıcı “iç güvenlik yasalarını” yürürlüğe soktu. Bu krizler sonucunda, baskıcı ve otoriter politikaları en azından için halkın bir kısmında meşru bir zemin buldular.

Ekonomik krizlerde de benzer yaklaşımı görmek mümkün. Sistemin kilitlenmesine sebep olan krizler ya halihazırda zengin olan patronlara para aktararak çözülmeye çalışıyor ya da devletler belli alanlara el koyma, icra, tekelleşme gibi uygulamalar ile baskıcı ekonomik planları uyguluyor. Bunların sonucunda sistem ve devlet kendini bekleyen sonu biraz daha öteleyip baskısını ve adaletsizliğini biraz daha arttırırken krizlerin faturasını her zaman ezilenler ödüyor. Bir örnekle konuyu açıklığa kavuşturabiliriz:  İspanya’daki Mortgage krizi esnasında bankalara ödeme yapamadıkları için evlerine banka tarafından el koyulan insanları düşünün. Kriz bir şekilde ötelendi, bankalar ve devlet bu krizden güç kazanarak çıksa da yoksulluğa mâhkum edilen yine halklar oldu. Normal bir zamanda bir şirketin bir insanın evine el koyması halk nezdinde karşılık bulamayacakken, ekonomik kriz yine meşruluk zeminini oluşturmuştu. Aklınıza gelebilecek bütün ekonomik krizleri düşünün; hepsinin bedelini ezilenler ödemedi mi?

Korona Virüs ve Biyopolitika

İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel çapta yaşanılan en büyük olayla karşı karşıyayız. Korana virüs salgını. Bu salgın, yapısı itibariyle toplumsal ve ekonomik elementler içerse de doğası gereği biyolojik bir kriz. Yukarıda açıklandığı gibi her krizde kendini kurtarmaya ve mümkünse güçlendirmeye çalışan kapitalizm ve devletler, kendilerini bu krizden kurtarmak için bir yol arayışına girdiler. Çözümün çıkış noktası ise diğer konularda olduğu gibi sorunun olduğu alana yönelik olmalıydı. Yani mevcut konu özelinde toplumsal ve ekonomik elementler içeren bir “biyopolitika”. 

Koronavirüs sürecinde entelektüel çevrelerde “biyopolitika” tartışmalarına şahit olduk. Agamben’in başlattığı tartışmaya sonrasında Jean-Luc-Nancy ve Roverto Esposito da dahil oldu. Bu tartışmaları anlamlandırmak ve aslında ötesini de düşünebilmek adına öncelikle biyopolitika gibi anlaşılması güç bir kavramı kaynağından tartışmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. 

Biyopolitika, Foucault tarafından yaygınlaştırılsa da kavramın ilk kullanıcısı İsveçli siyaset bilimci Rudolf Kjellen’dir. Kavramın ilk kullanımı birey ve devletin birleştirilip devletin canlı bir organizma olarak düşünülmesiyle ortaya çıkmıştır. Kjellen’e göre devlet canlı bir organizma yani biyolojik bir yapıysa politika da biyolojinin yasalarına uygun hareket etmeliydi. Bu sebeple devletlerin varoluş savaşı biyopolitik bir mücadeleye dönüşmüştü. Kavram daha sonraları Foucault tarafından sıklıkla kullanıldı. Kavramı ilk kez 1974’teki derslerinden birinde şu şekilde kullandı: “…Kapitalist toplum için biyolojik ve bedenle ilgili olan biyopolitika her şeyden çok önemliydi. Beden biyopolitik bir gerçeklik, tıp biyopolitik bir stratejidir.” Bu kavram ilk kez burada kullanılsa da bu kavramın öncülerini Foucault’nun “büyük kapatılma” teorisinin olduğu bütün eserlerde görebiliriz. Foucault’ya göre iktidar, gücünü insanların bedenlerini kapatmaktan ve bu kapatmaların yapıldığı kurumlar olan hapishaneler, hastaneler ve okullardan alıyordu. Yani bedenlerimiz ancak kapatılabildiği, izlenebildiği ve disipline edilebildiği sürece iktidarlar ve kapitalizm için değerliydi.  Korona virüs salgını da kapitalizme ve devletlere bunları meşru bir şekilde yapabilecekleri bir ortam hazırladı. Tıpkı toplumsal ve ekonomik krizlerde olduğu gibi bu biyolojik krizde de mekanizma aynı şekilde işliyor. 

Devletlerle devasa teknoloji şirketleri arasında bugüne dek görülmemiş bir koordinasyon olduğunu biliyoruz. Google konum bilgilerimizi paylaşıyor. Evde kalanlar, kalmayanlar tespit ediliyor. Virüsle mücadelede örnek gösterilen Güney Kore’nin bunu hastalanmış insanlara yerleştirilen çiplerle ve oradan aldığı verilerle hazırladığı akıllı telefon uygulamaları ile başardığından ise o kadar da bahsedilmiyor. Çin’in komünist yönetimi sebebi ile sıkı askeri yöntemlerle virüsü kontrol altına aldığından bahsediliyor ancak geçtiğimiz senelerden beri hazırlıkları süren Wechat uygulaması ile Çin halkını sürekli gözlem altında tutmasından bahsedilmiyor. İnsanlar ise bunları ya bilmiyor ya da bilse bile kendi sağlığından daha önemli görmüyor. Bize aşılanan ölüm korkusu sonucunda kapatılmak için hapishaneleri, okulları, hastaneleri bile kullanmıyoruz; evlerimiz bize yetiyor. Dünyanın çoğu yerinde akıllı telefonlarla -Güney Kore gibi nadir yerlerinde de çiplerle- verilerimizi kendimiz teslim ediyoruz. Kapitalizm ve devletler iktidarlarını yeniden üretmek, güçlendirmek, tarih sahnesindeki yerlerini sağlamlaştırmak için büyük kapatmalara, masraflara ve yasalara ihtiyaç duymuyor. Bunları bize korku salarak ve alanında uzman veri analistleriyle, eskisine oranla çok daha kolay bir şekilde yapabiliyor.

Eskiden en azından toplumun hepsi gözetim altında tutulmuyordu. Tutulan kesimlerin ise bütün zamanları izlenilerek geçmiyordu. Bir şekilde alanlar yaratılabiliyordu. Modern iktidarlar ilk defa bu kadar genel bir rıza yaratabilecek bir biyopolitika uyguluyorlar. Yüksek ihtimalle Foucault’un kendisi bile biyopolitikanın bu denli “başarılı” olabileceğini öngörememişti. Onun “Panoptikon” tasarısında kulede her hareketimizi gözetleyen bir gardiyan yoktu ama bugün kurulmaya başlanılan izlenme dünyasında her daim nerede olduğumuzu bilen bir devlet ve suç ortağı kapitalizm ile yaşama ihtimalimiz doğmuştur.

Burak Aktaş

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53. sayısında yayınlanmıştır.

The post Krizler Sistemi Kapitalizm ve Biyopolitika appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/10/krizler-sistemi-kapitalizm-ve-biyopolitika/feed/ 0
Veba Günlüklerinde Gündelik Yaşam https://meydan1.org/2020/05/06/58054/ https://meydan1.org/2020/05/06/58054/#respond Wed, 06 May 2020 05:06:49 +0000 https://meydan.org/?p=58054 Yıl altmış beş, Londra / Dehşetengiz bir veba / Yüz bin can oldu heba / Ben ise hala hayatta!” Böyle son bulur Veba Yılı Günlüğü. Kapandığımız evlerin içinde birçoğumuzu huzursuzlukla baş başa bırakan korona virüs salgınını yaşarken uğradığı her yere ölümün kokusunu taşıyan veba salgınına tanık oluruz bu günlükle. Daniel Defoe Veba Yılı Günlüğü’nü 1722’de […]

The post Veba Günlüklerinde Gündelik Yaşam appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Yıl altmış beş, Londra / Dehşetengiz bir veba / Yüz bin can oldu heba / Ben ise hala hayatta!”

Böyle son bulur Veba Yılı Günlüğü. Kapandığımız evlerin içinde birçoğumuzu huzursuzlukla baş başa bırakan korona virüs salgınını yaşarken uğradığı her yere ölümün kokusunu taşıyan veba salgınına tanık oluruz bu günlükle. Daniel Defoe Veba Yılı Günlüğü’nü 1722’de kaleme alır ancak günlükte bahsedilen yıl, kitabın sonundaki dörtlükte de yazdığı gibi, 1665’tir. Defoe, anlattığı dönemde henüz 5 yaşındadır ve bu yüzden birinci ağızdan anlattığı dönemin bir kurgudan ibaret olup olmadığı tam olarak bilinmez. Kimilerine göre Defoe’nun amcası Henry Foe’nun günlüğünden yola çıkılarak yazılmıştır.

Hangisinin gerçek olduğu da bilinmez ancak anlatılan her şey oldukça gerçekçidir. Okuyan, vebanın kol gezdiği sokaklarda bulur kendisini; görür, duyar, hisseder, koklar. Her gün öyle çok insan vebadan ölür ki ölüm, soğukluğunu kaybetmiştir artık. Sokak kenarlarında yığılmış bedenler olağanlaşır, gelişigüzel bir bezle bedeni sarmalanıp kazılan çukurlara “atılan” cesetler, korkuya ve acıya dayanamayıp mezara girmeye çalışanlar, sokaklarda sıkılı dişleri ve yumruklarıyla bağırarak dolaşanlar, günahlarının affolması için dua ederek merhamet dileyenler… Günlükte anlatıldığı haliyle veba, imkansız görünenin mümkün hale geldiği, düşünülemeyecek olanın gerçekleştiği bir salgındır.

Defoe kitaba, neden günlük yazdığını açıklayarak başlar. Londra’da yaşayan, eyer imalatıyla uğraşan anlatıcı, veba hastalığı yaşadığı topraklara uğradığı anda birçokları gibi vebadan nasıl kaçacağını düşünmeye başlar. Bir yandan kaçıp kurtulmayı bir yandan kalıp salgın boyunca kentte yaşananları yazmayı ister. Son kararı, çeşitli tesadüflerin de etkisiyle, kentte kalmak ve yazmak olur:

“…Bakarsınız benden sonra da biri benzer bir sıkıntıya düştüğünde yine benzer bir seçim yapmak zorunda kalır. Aldığım bu notlar yapıp ettiklerimin tarihçesi değil kişinin eylemlerine rehber olsun diyedir. Yoksa şahsen yaşadıklarımın kimsenin gözünde zerre kadar önemi olmadığının farkındayım.”

Anlatıcı kentte kalmayı “seçmiş” olsa da kentte kalmanın birçok kişi için zorunluluk olduğunu görürüz. Kent, her şeyden önce, kalabalık olduğu için terk edilesi bir yer olarak anlatılırken vebanın bulaştığı kimseler, birkaç iyileşme rivayeti dışında, günler içinde ölmektedir ve hastalıktan kurtulmanın tek yolu ondan kaçmaktır. Kaçanlar arasında kimler yoktur ki… Kentin ileri gelenleri bir yana, kral ve maiyeti kenti ilk terkedenlerden olur: “…hastalık onların yanlarından bile geçmemişti.” der anlatıcı. Kentte geriye kalanlar, kaçacak hiçbir yeri olmayanlardır: Evsizler, yoksullar, hizmetçiler…

Günlük, bir bakıma, kentin dış çeperlerindeki muhitlerde kalıp ölümün gelişini seyretmek zorunda bırakılan bu insanların anlatısıdır. Anlatıcının söylediği haliyle “en umutsuz durumda olanlar” buralarda yaşayanlardır. Vebayı korku içinde bekleyen ve günü gelip kendisine bulaştığında bir “kurban” gibi teslim olmaya hazırlanan yoksulların bekleyişi çoğunlukla “hayatta kalabilmek için iki lokma isterken” ya da evin içinden yükselen çığlık sesleriyle son bulur. “Hastalandıklarında ne yiyecek bir şeyleri, ne ilaçları, ne onlara yol gösterecek hakim veya eczacı, ne de bakacak hemşireleri vardı.” der anlatıcı, sefilliğin en uç noktasındaki bu insanları anlatırken.

Birikmiş parası olan, hastalığın yayıldığı haberini aldığında stok yapar ve salgının en can yakıcı bulaşıcılığa ulaştığı dönemleri evinde geçirebilir. Yoksullar ise stok yapamaz ve pazara gitmek için sürekli sokağa çıkmak zorundadır. Böylelikle hasta olan ya da hastalığının farkında olmayan birçok kişi pazara gelir, pazardan dönen birçok kişi sessiz sedasız, ölümü de kendisiyle taşır.

Hizmetçiler, hiç değilse ailenin diğer üyelerini yaşatabilmek için çalışmayı sürdürür ve çoğunlukla zengin ev sahibinin yazgısındaki son, onun da sonudur. Çoğunluğu kadınlardan oluşan bu hizmetçilerin en büyük korkusu vebaya yakalanmak değil işine son verilmesidir. Gerçekten birçoğunun işine, yoksul olduğu ve hastalığın yoksullar tarafından bulaştırıldığı düşüncesiyle son verilir. Ancak yoksulluk, yoksullara çalışmak dışında bir imkan tanımaz. Bu insanlar, hastalara bakmak ve ölüleri mezara taşımak gibi, hiç kimsenin yapmak istemeyeceği işleri bulduklarında bile hiç düşünmeden işe koyulur ve bu sayede para kazanırlar. Ne yazık ki bu insanlar arasında sahte ilaçla şifa dağıtan, büyüyle kendine inandıran, korkulardan beslenip umut satan fırsatçılara kazandığı paranın tümünü kaptıranların sayısı hiç az değildir.

Günlüğün sonuna gelecek olursak…

Bir yılın ardından veba Londra’yı terk eder, anlatıcının söylediğine göre son üç haftada bile 30.000 kişi ölmüştür ve veba salgını boyunca tam olarak kaç kişinin öldüğü asla gerçekten bilinemeyecektir. Çünkü anlatıcı bize verilerin eksik aktarıldığını, saklandığını ve gerçeği yansıtmadığını söyleyerek bitirir günlüğü. Yüz binlerce insanın yaşamını yitirmiş olmasının ardından her şeyin kolayca eski haline geldiğini söylemek zordur. İnsanların birbiriyle kurduğu ilişkide düşmanca tepkiler ortaya çıkar; mezar sayısının olağanüstü artışıyla evler ve mezarlar birbiriyle iç içe girer; yıkılmış, etkisizleşmiş, çökmüş bütün kurumlar yeniden kurulmaya başlanır. Ancak insanlar, hastalığın geçtiğine dair umutlanmaya başladığı andan itibaren, yaşadıkları “cehennemi” unutur ve tüm tedbirleri bir anda elden bırakarak tüm tehlike geçmişçesine eski yaşantısına dönmeye çalışır. Ölenler dünyayı terk etmişken kaçanlar kente döner; dindar olanlar Tanrı’ya insanlığı bu salgından kurtardığı için şükranlarını sunarken yoksullar vebayı atlatabildikleri için kendilerini şanslı sayarak yaşamayı sürdürür…

Aradan geçen üç yüz yıl “salgın” kavramına ve deneyimine dair birçok şeyi değiştirmiştirse de okuyanla kitap arasındaki gerçeklik ilişkisinin kurulabilmesini sağlayan en önemli etken, anlatılanların birçok yönüyle bugün de yaşanıyor olmasıdır. Değişmeyen şeylerden birisi de zenginler ve yoksulların salgından nasıl etkilendiğidir.

Şeyma Çopur

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Veba Günlüklerinde Gündelik Yaşam appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/06/58054/feed/ 0
Anarşist Gelenekte Paylaşma Dayanışma https://meydan1.org/2020/05/05/57971/ https://meydan1.org/2020/05/05/57971/#respond Tue, 05 May 2020 06:44:06 +0000 https://meydan.org/?p=57971 Biz anarşistler için paylaşma ve dayanışma içinden geçtiğimiz küresel salgın sürecinde daha fazla önem taşıyor. Bu yüzden bu yazımızda mücadelenin büyümesi ve toplumsallaşabilmesi noktasında kilit bir önemde olan paylaşma ve dayanışma örnekleri üzerine yoğunlaşacağız. Önce paylaşma ve dayanışmanın bizler için teorik anlamda ne ifade ettiğini açıkladıktan sonra, söz konusu tarihsel kısmı ayrıntılandıracağız. Anarşistler için Paylaşma […]

The post Anarşist Gelenekte Paylaşma Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Biz anarşistler için paylaşma ve dayanışma içinden geçtiğimiz küresel salgın sürecinde daha fazla önem taşıyor. Bu yüzden bu yazımızda mücadelenin büyümesi ve toplumsallaşabilmesi noktasında kilit bir önemde olan paylaşma ve dayanışma örnekleri üzerine yoğunlaşacağız. Önce paylaşma ve dayanışmanın bizler için teorik anlamda ne ifade ettiğini açıkladıktan sonra, söz konusu tarihsel kısmı ayrıntılandıracağız.

Anarşistler için Paylaşma ve Dayanışmanın Teorisi

Geçmişten günümüze bütün toplumlarda paylaşma ve dayanışma ilişkileri olmuştur. Bunun da ötesinde aslında toplumsal yaşamın varoluşu için vazgeçilmez bir önemde olduğu da bir gerçekliktir. Sözde “normal” olan zamanlardan, şimdiki “olağanüstü” zamanlara kadar her zaman bencillik, rekabet ve ihtiras iktidarlar tarafından ne kadar hakim ilişki biçimi haline getirilmeye çalışıldıysa da insanın doğal yaşamının bir parçası olan dayanışma ilişkileri tamamen yozlaştırılamamış, ortadan kaldırılamamıştır.

Fransız anarşistleri, “Liberté, égalité, fraternité” yani “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şeklinde formülize edilen sloganı “Liberté, égalité, solidarité” yani “özgürlük, eşitlik ve dayanışma” şeklinde güncelleyip sahiplenmişlerdi. Kelime anlamı olarak “erkek kardeşliği” ifade eden “fraternité” eleyip “solidarité”yi sahiplenmek; kadın özgürlük mücadelesinin en radikal yaklaşımlarından birini içinde barındıran anarşizm için bu yönüyle bir aydınlanma eleştirisini içerirken, “dayanışmanın” eklenmesiyle bu olgunun ne kadar kilit bir önemde olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Yalnızca mücadelenin toplumun örgütlenmesine ilişkin siyasi hattı konusunda değil, devrime nasıl bir mücadele şekliyle gidileceğine dair bir anlam da taşıyor yani dayanışma kavramı.

1902 yılında yayınladığı “Evrimin bir Faktörü: Karşılıklı Yardımlaşma” isimli kitabında Pyotr Kropotkin, hayvanlardan modern insan toplumlarına kadar, en basitinden en karmaşık ifadesine kadar toplumsallığın özünün söz konusu ilişkilere dayandığını dönemin bilimsel kavrayışıyla ortaya koymaktadır. Kropotkin, doğada canlıların yaşamak için birbirleriyle dayanışma içinde olmak zorunda olduğunu ve bunu tercih ettiği zaman hayatta kaldığını keşfetmişti. Bu teorinin biz anarşistler için önemi yalnızca bilimsel değil aynı zamanda propagandiftir.

Dayanışma, sadece siyasi bir idealin dışında devrime giden yolda nasıl örgütlenmemiz gerektiğine dair bir anahtardır. Bu yüzden devlet -iktidar, otorite ya da adına her ne dersek diyelim- özü itibariyle dayanışmayı ortadan kaldırmak için çabalar. Devlet olmadığı zaman yaşanılamayacağını düşünenler yalnızca devrimci zamanlarda değil, içinden geçtiğimiz deprem vb. afetler, salgın hastalıklar gibi süreçlerde de devletin aniden ortadan kaybolduğunu ancak toplumsal yaşamın buhar gibi uçuşmadığını görmüşlerdir. İşte dayanışmanın özü, doğduğu ve serpildiği yer tam da burasıdır; devletsiz halkın toplumsal yaşamı.

Tarihten Örneklerle Dayanışmanın Somutlandığı Mücadele Alanları

Birkaç yıl önce İspanya’daki yoldaşlarla yapılan bir söyleşide yoldaşımız şöyle diyordu: “İspanya’da anarşizm bir kültürdü. Devrim yıllarından önce bile bu durum böyleydi. Bunu tekrar yaşatmalıyız.”

Anarşizm tarihinin en etkili deneyimlerinden biri olan 1936 İberya devrim sürecinin kendisi toplumsal dayanışmanın örgütlenmesiydi. Bunun yanında yüzbinlerce kişinin saflarında örgütlenip paylaşma ve dayanışmayı bütün topluma yaydığı CNT’nin özellikle göçmenlerle dayanışma konusunda uzun yıllar boyu sürdürdüğü büyük bir deneyim vardı. Tıpkı anarşist tarihteki sayısız örneğin tekrar tekrar ortaya çıkardığı gibi, kendisi de çoğunlukla göçmen insanlar tarafından örgütlenen anarşist hareket için göçmenlerle dayanışma organik bir olguydu. Bunun paralelinde göçmenler de yaşamlarının kurtuluşu için anarşizmin ilkelerini toplumsallaştırmanın önemini farkediyordu. Göçmen bir halk olan Romanlar CNT saflarında faşizme karşı savaştılar. Faşistler tarafından İspanya halkına bir tehdit olarak görülen göçmenler, devrimcilerin tarafında diğer ezilen kardeşleriyle beraber dayanışmayı örgütlüyorlardı.

Devrimin bastırılmasıyla beraber anarşist hareket büyük bir göç dalgasıyla İspanya ve Portekiz gibi çevredeki ülkelere dağıldı. Öncesinde diğer savaş mağdurlarıyla dayanışmak için kurdukları göçmen dayanışma örgütleri İspanya’dan anarşistlerin yaşamını devam ettirmesi için sürdürülen dayanışma noktasında dünya anarşistlerine ilham vermiştir.

Ancak tabii ki bu öne çıkan örneklerden yalnızca bir tanesi. Öte yandan devrimler tarihinde başlı başına göçmen krizinin bir devrime dönüştüğü az bilinen bir tarihsel örnek vardır. Tıpkı pek çok başka ülkede olduğu gibi Kore’de de anarşist hareketin gelişimiyle halk özgürlük mücadeleleri arasında organik bir bağ vardır. Japon İmparatorluğu’nun 1910’da Kore’yi işgal etmesi halkın büyük tepkilerine yol açmıştı. 10 yıl boyunca anarşist militanların mücadeleleriyle Japon yönetimine karşı pek çok eylem gerçekleştirildi. 1919 yılında Japon işgaline karşı büyük bir eylem örgütlenecekti. “Bağımsızlık mücadelesi günü” adı verilen bu günde gerçekleşen eylemde 7500 kişi Japon askerlerinin saldırısıyla katledildi, yüzlerce insan da yaralandı.

Katliamın ardından çok sayıda Koreli Mançurya’ya göç ederek orada bağımsız topluluklar oluşturdu. Göçmen kampı da denilebilecek bu yerlerde “Mançurya’daki Kore Halk Derneği” adında anarşist bir dernek faaliyet göstermeye başladı. 1929 ve 1931 yılları arasında Kore dışında yaşayan 2 milyon Koreli göçmenin paylaşma ve dayanışma ilişkileri çerçevesinde yaşadığı özgür bölgede örgütlenen bu dernek, etkisini Kore’de bile hissettiriyordu. Bu kampta işçi kooperatifleri ve özgür okullar kuruldu. Bölgesel konseyler oluşturularak halkın karar alma süreçlerine katılımı sağlanmaya çalışılıyordu. Anarşist komünist bir ekonomi benimsenerek para ortadan kaldırılmıştı.

Yalnızca yıllar öncesinde değil yakın tarihte de anarşistler dayanışmanın örgütlenmesinde kritik pek çok eylemliliğe imza attılar. Ortadoğu’da sürdürülen savaşlar sonucunda dünyanın dört bir yanına dağılan göçmenler konusu hepimizin bildiği gibi günümüzün en yakıcı konularından biri olmayı sürdürmektedir. Avrupa’da göçmenleri hedef alan faşist saldırılara karşı yine en güçlü cevabı anarşistler vermiştir. Son yıllarda anarşistler “Göçmenler Hoşgeldiniz” sloganıyla sınırlarda telleri parçalama eylemleri, işgaller gibi eylemliliklerle Avrupa devletlerinin göçmen düşmanlığına gereken cevabı vermektedir. Bunun yanında işgal evleri/mahalleleri öncelikli olarak devletler kıskacında yaşama mücadelesi veren göçmenlerin ihtiyaçlarını karşılamak için iyi bir sığınak işlevi görmektedir.

Göçmenler için Avrupa’nın giriş kapılarından biri olan Yunanistan bu mücadelenin güçlü bir şekilde sürdüğü coğrafyalardan biri olmuştur. Yunanistan’daki yoldaşlarımız geçtiğimiz aylarda iktidar olan faşist yönetimin ve ondan önceki Syriza hükümeti döneminde de devletin işgal evlerine ve mahallelerine saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştı. Bu bağlamda işgal evlerinin ateşe verilmesi gibi, bizlere coğrafyamızın kanlı tarihindeki anları hatırlatan saldırılardan devlet müdahalelerine kadar pek çok saldırı yakın süreçte gerçekleşti. En çok göçmen dayanışma evinin bulunduğu Exarchia mahallesi yoğun bir ablukaya alındı, göçmenler yaşadıkları yerlerden zorla tahliye edildi. Anarşist yoldaşlarımız mahallelerini ve göçmen dayanışma mücadelesini savunmaya devam ediyor.

Yaşadığımız coğrafyada ise son yıllarda Suriye Savaşı’ndan kaçan, Afrika’dan daha iyi bir dünya umuduyla yola çıkan ve bunun gibi pek çok sebeple yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalan göçmenlerin durumu belirsizliğini korumaktadır. TC Devleti, göçmenleri kendi siyasi politikalarına alet ederek düne kadar göçmenlere sahip çıkıyor gibi bir imaj çizerken bugün sınırları açarız tehdidiyle Avrupa devletlerine isteklerini dayatmaya çalışır bir pozisyona çekilmiştir. Bizler her geçen gün devletlerin ikiyüzlülüğüne özellikle göçmen konusunda sürekli şahit olmaktayız.

İşçilerin Kurtuluşu İçin Tek Çare Dayanışma

Anarko-sendikalizm kitabının yazarı anarşist Rudolf Rocker kitabında işçilerin dayanışma pratiği olarak doğrudan eylem ve mücadele deneyiminin önemine değinmekteydi. Onun sözleriyle söylemek gerekirse “Günlük ekonomik mücadelenin en önemli sonuçlarından biri işçiler arasındaki dayanışmanın gelişmesidir.” Bununla birlikte yardımlaşma aslında işçilerin birliği için adeta zorunlu bir koşul gibiydi. “Aynı koşullara tabi olan insanların işbirliği açısından sürekli en olmadık gereksinimleri ortaya çıkaran yaşamsal ihtiyaçlar için verilen mücadeleyle yenilenen karşılıklı yardım hissi, büyük oranda duygusal bir değere sahip soyut parti ilkelerinden çok farklı bir biçimde işler. Bu his, aynı kaderi paylaşan topluluğun temel bilincini geliştirir ve bu da zamanla yeni bir hak anlayışını geliştirerek ezilen sınıfın kurtuluş yolundaki tüm çabalarının ahlaki ön koşulu haline gelir.” Onun yazılarında da belirtildiği gibi anarşistler için işçilerin politik mücadelesi onların dayanışmayı örgütledikleri ekonomik ve sosyal yaşamlarından ayrıştırılamaz.

Bir sendika bürosu, anarşist örgüt toplantısı, komün/kolektif buluşması vb isimler altında bir araya gelen anarşistler, yaşamlarını mücadeleyle birleştirir ve bu alanları kolektif alan haline getirirler. Rocker’ın da yaşadığı ve mücadele ettiği Almanya’da 1910’lu yıllardan beri faaliyet yürüten “Özgür İşçiler Sendikası” FAU, bir mücadele geleneği olarak sendika örgütlerindeki özellikle eğitim/kültür birimlerini işçilerin sosyalliğini güçlendirecek ve dayanışmanın örgütlendiği bir zemin olarak kurgulamışlardır. Bu anarşist mücadele tarihindeki sayısız örnekten yalnızca biridir. Grevlere giden fabrikalardaki işçilerin bir araya geldiği ve yaşamsal ihtiyaçlarını ortaklaştırarak beraber çözüm aradığı birer komün haline gelmiştir. Anarşist tarihteki hemen her örgüt karşılıklı yardımlaşma, paylaşma ve dayanışma ilkelerini güçlendirecekleri bir örgüt yapısı benimsemişlerdir.

Karantinada Birbirine Yabancılaşmayan, Dikkatlice Dayanışmaya Sarılanlar

Anarşistler toplumsal hayatın merkezinde yer alan örgütlenmeler kurmaya yöneldikleri ve aslında kendini toplumdan soyutlamış aydınlar olarak değil de halkın kendisi olarak örgütlendikleri için afetlerde hızlıca hareket edebilmişlerdir. Devlet ise hem merkezi ve hantal yapısıyla bu gibi durumların üstesinden gelemez hem de aslında özü itibariyle dayanışma kurmak istemez. Çünkü artık normal zamanda sömürülenlerin daha fazla sömürelecek bir şeyi kalmadığı, hayatını kaybetmemeye çalıştığı bir yer haline gelmiştir burası.

Anarşist tarihte bu süreçlere dair pek çok pratik sergilenmiştir ve sergilenmeye devam etmektedir. Buna çok eski tarihli olmayan güçlü bir örnek vermek gerekirse, geçtiğimiz aylarda gazetemizde yer verdiğimiz 2005’te kurulan Ortak Taban Kolektifi’nden tekrar bahsetmek faydalı olabilir.

ABD’de Katrina kasırgası gerçekleştiğinde 2000’e yakın insan yaşamını yitirmiş, neredeyse 1 milyon insan evsiz kalmıştı. Devletin -benzeri pek çok örnekte olduğu gibi- insanların yaşamsal ihtiyaçlarının sorumluluğunu almayıp onları yalnız bıraktığı günlerde eski Kara Panterler üyesi Robert Hillary King ve anarşist Scott Crow, Ortak Taban Kolektifi’nin çalışmalarına başladılar. Kolektif -özellikle devletin umursamadığı yoksul mahallelere- su, yemek ve ilkyardım gibi öncelikli temel ihtiyaçların götürülmesini sağlamıştı. Devlet kuruluşlarının “ulaşamadıklarını” söylediklere yerlere bisikletle gidip tespitler yaparak harekete geçiyorlardı. Zaman içerisinde onbinlerce gönüllüsüyle kasırgaya karşı yaşamın yeniden yaratılmasını sağlayan Ortak Taban Kolektifi’nin düşünsel arka planında anarşist yöntemlerle örgütlenen bir dayanışma pratiği yatıyordu. Ortak Taban Kolektifi’nin koordinasyonunun yürütüldüğü yerlerde kapıda kocaman bir tabela asılıydı: “Hayırseverlik Değil Dayanışma!”

Bu mücadele deneyimiyle bugün afetlerde dayanışma pratikleri gerçekleştirilmeye devam etmektedir. Bu cümleleri oluşturduğumuz günlerde örneğin, Yunanistan’ın Kallithea bölgesinde devletin umursamadığı huzurevleri, çocuk bakım evleri gibi yerlere dayanışma kolileri bırakılmaya devam etmekte. Almanya’da Berlin şehrinde evsizler için 3 apartman dairesini işgal eden anarşistler, herkese “evde kal” çağrısı yapan devletin göçmenler ve evsizler için hiç bir çözüm üretmediğini ve asıl felaketin kapitalizm olduğunu belirterek işgallerine devam edeceklerini açıklıyor.

Coğrafyamızda da devrimci anarşistler salgın sürecinde krizi fırsata çevirmeye çalışan kapitalistlere karşı direnişi, hakları bu süreçte her zamankinden de çok gasp edilen işçilerle birlikte mücadeleyi, evlerine yiyecek götürmekte zorlanan yoksullar arasında mecburi olan dayanışma ilişkilerini örgütlemeyi sürdürüyor.

Zeynel Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşist Gelenekte Paylaşma Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/05/57971/feed/ 0
Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Programımız Anarşist Devrimdir https://meydan1.org/2020/05/04/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-5-programimiz-anarsist-devrimdir/ https://meydan1.org/2020/05/04/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-5-programimiz-anarsist-devrimdir/#respond Mon, 04 May 2020 16:06:56 +0000 https://meydan.org/?p=57946 Gazetemizin bu sayısında, bir önceki sayıda başladığımız evrim ve devrim üzerine düşüncelere ilişkin tartışmalara devam ediyoruz. Anarşistlerin devrim, insan doğası, toplumun örgütlenmesi üzerine düşüncelerini tarihsel bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu bölümümüzde daha önce evrim ve devrimin olgusal açıdan birbirini besleyen iki kavram olduğuna ve pratikte de bunun karşılığını aldığımıza ilişkin saptamaların olduğu bir […]

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Programımız Anarşist Devrimdir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Gazetemizin bu sayısında, bir önceki sayıda başladığımız evrim ve devrim üzerine düşüncelere ilişkin tartışmalara devam ediyoruz. Anarşistlerin devrim, insan doğası, toplumun örgütlenmesi üzerine düşüncelerini tarihsel bir bakış açısıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu bölümümüzde daha önce evrim ve devrimin olgusal açıdan birbirini besleyen iki kavram olduğuna ve pratikte de bunun karşılığını aldığımıza ilişkin saptamaların olduğu bir yazı yayınlamıştık. Bu sayıda ise Wayne Price’ın 2006 yılında kaleme aldığı “Programımız Anarşist Devrimdir” başlıklı yazıyı, toplumsal mücadeleler tarihinde önemli bir açmaz olan bu konuya ilişkin zihin açıcı olarak gördüğümüz için siz okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Devrimci Anarşist Perspektif

“Devrim” kelimesinin anlamı ve mümkün olup olmadığı üzerine tartışmalar mevcut. Devrimciler reformları desteklemeli mi? Onları devletten talep etmeli miyiz? Devrim şiddet içermeli mi?

İsa’nın yaşadığı dönemde, söylentiye göre bir putperestin Haham Hillel’e gidip Yahudiliğe geçeceğini ifade ettiği bilinmektedir. Eğer Hillel dinini zamanında açıklayabilseydi, bu arayıcı tek ayak üstünde duracaktı. Hillel ise adamı kovmak yerine, “Sana yapılmasını istemediğin kötülüğü başkasına yapma (Altın Kural’ın bir versiyonu). Kural budur (Tevrat); geride kalan her şey yorumdan ibarettir” dedi.

Eğer birisi, yoldaşlarımın ve benim tarafımdan savunulan politik teoriyi açıklamam için bana meydan okuyacaksa, tek ayak üstünde duruyorken, “Programımız anarşist devrimdir” demeliyim. Ya da benzer başka bir şey, “Programımız liberter sosyalist devrimdir” gibi, ya da “…uluslararası proleterya devrimi -veya dünyanın bütün ezilenlerinin ve işçi sınıfının gerçekleştireceği devrim” (bunların hepsini aynı şeyi ifade ediyor gibi ele alıyorum). Geride kalan her şey, o her şey çok önemli olsa da, “yorumdan” ibarettir: artı değer ve sömürü ilişkisi, devletin doğası, ailenin rolü vb. gibi.

“Devrim” sözcüğü sıklıkla, toplumda köklü bir değişimi ifade etmek için kullanılır. Pek çok insan için bu korkunç bir konsepttir, katliam ve manasız şiddet anlamına gelir. İşin garip yanı, ben bir devrimin içinde doğduğu için gurur duyanların olduğu bir ülkede yaşadım. Bu sözcük aynı zamanda heyecan verici bir değişiklik anlamına gelmek üzere oldukça anlamsız bir şekilde de kullanılır, bir Bankacılık Devrimi!, ya da Otomotivde Devrim! ve ya Rujda Devrim! gibi sunulan hizmet/ürün reklamlarında görüldüğü şekliyle…

“Devrim” sözcüğü kökeni itibariyle, “devirmekten” yani alt üst etmekten gelir. Yöneten sınıfı alaşağı etmek (ya da devirmek) demektir. Böylece toplumun yapısında gerekli değişikliklerin yapılması bağlamında, üstte bulunanlarla, daha önce altta bulunanların yer değiştirmesidir. Tarih boyunca, -yeni patronlar kitleleri yalnızca eski patronları alaşağı etmek için bir araç olarak kullanmış olsa – ve genelde işçi sınıfına bazı ayrıcalıklar kazandırmış olsa dahi- devrimlerde yöneten elitin bir başkasıyla yer değiştirdiğine tanık olduk.

Anarşist devrim ise, şimdiye kadar görülmüş en bütünlüklü devrimi öneriyor, yalnızca bir yönetici sınıfın (yani kapitalistlerin) devrilmesini değil, yönetici sınıfın bütün varoluşuyla devrilmesinden söz ediyor. Bir azınlığın bir başkası tarafından devrilmesi yerine, kapitalist azınlığın dünyanın çoğunluğu tarafından devrilmesini öngörüyor. Gücü ele geçirme eylemiyle, işçiler sınıfların sonunu ve tüm baskının, adaletsizliklerin sonunu işaret edeceklerdir. Dünyanın yaptığı işte uzmanlaşmış, yönlendiren, karar veren ve sömüren bu sabit katmanının varlığına son verilecektir.

Bir devrim, gerçekleşebilecek en demokratik olaydır. O, halkın tarihe baskın yapmasıdır. Anarşist devrim, işçi sınıfının yönetenlere ve onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen elitlere olan bağlılığını kesmeye karar vermesiyle ortaya çıkar. Yani insanlar yalnızca kendilerine ve birbirlerine güvenmeye karar verdiklerinde. Devrim, öncelikle bir kez ve bütün yönetimin, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrımın sona ermesiyle gerçekleşir.

Gerçekleşen Devrimler

Eğer kafamızı pencereden dışarıya çıkarıp ABD dışındaki diğer endüstriyel (küresel kapitalist) devletlere bakacak olursak, açık bir şekilde herhangi bir toplumsal devrimden uzak olduğumuzu görürüz. İşçiler genelde kapitalist sistemi kabul eder. Genel refah, az ya da çok sürüyor gibi görünmektedir. ABD kendini, bir zamanlar “sosyalizm” ve “komünizm” anlamına geldiğini iddia eden ve “Sizi gömeceğiz!” diyerek övünen Sovyetler Birliği’ni yok etmiş gibi göstermektedir. Burjuva ideologları “tarihin sonunu” ve “Yeni Dünya Düzeni’ni” ilan ediyorlar. En azından, Irak Savaşı ABD’nin emperyal gücünün oldukça gerçek limitlerini göstermeden önce bunu ilan ediyorlardı.

Yine de bizler biliyoruz ki devrimler var, hem de büyük, dünyayı sallayanlarından. Nadiren gerçekleşirler, çünkü çoğu zaman halk yapması gerektiğini hissettiği şey neyse onu yapar, katlanmak zorunda olduğu ne varsa katlanır ve elinden gelenin en iyisini yapar. Ancak bazen, verili koşulların değişkenliği insanları sarsar, öyle ki aniden daha iyi bir dünyaya olan umudu onlara kazandıracak kadar. Sonra isyan ederler ve “cennet fırtınası” kopar. Günümüzde devrimciler genelde yenilmiştir. Ancak bazen de başarılı olmuşlardır, bu yalnızca bir elitin yerine daha az baskıcı ya da daha iyi yeni bir elitin geçmesine neden olmuş olsa bile. İçinde yaşadığımız kapitalist sistem, bir dizi devrimin ardından iktidarı ele geçirmiştir. “Atlantik Devrimi” olarak isimlendirilen bu devrim; İngiliz Devrimi (Cromwell ve diğerlerinin), Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, Latin Amerika Devrimleri (Bolivar ve diğerlerinin) ve çoğu başarısız olan Avrupa çapındaki 1848 Devrimleri’nin arasına dahil edilir. Bunlar modern dünyayı yaratan burjuva-demokratik devrimlerdi. Kapitalizm tarafından sağlan her türlü demokrasi, özgürlük ve endüstriyalizmin sunduğu sosyal olanaklar, bu halkçı devrimlerden kaynaklanıyordu.

Politik istikrarsızlık, devrim, devrim girişimi ve toplumsal altüst oluşun farklı biçimleri çeşitli olaylarla vücut buldu. Çoğu zaman tarihin yavaş hareket ettiğini düşünürsek unutmak kolaydır, etkili değişiklikler nesiller boyu sürer, nadiren sosyal patlamalarla açığa çıkar. Hiç birşeyin daha önce olduğu gibi olmadığını ve öyle de kalmayacağını bilmek için tarih çalışıyoruz. Devrimciler, yeraltı tektonik plakalarındaki kademeli değişimleri inceleyen, ne zaman olacağını söyleyemese de bir gün Kaliforniya’da büyük bir deprem olacağını öngören jeologlar gibidir.

Yakında 60 yaşına gireceğim. İlk yıllarımda ne Çin Devrimi ve Hindistan’ın bağımsızlığını kazandığını ne de çoğu Afrika’da gerçekleşen ulusal devrimleri (sonrasında gerçekleşen Angola, Mozambik ve Güney Afrika’dakiler hariç) fark etmek için henüz çok gençtim. Küba Devrimi’nin ve Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın, Portekiz Devrimi’nin, Amerika’daki insan hakları hareketi ve siyahların özgürlük mücadelesinin, kadın özgürlük hareketinin ve gay özgürlük hareketinin farkındaydım. 60’lardaki savaş karşıtı harekete ve kültürümüzü inanılmaz derecede değiştiren genel radikalizasyon sürecine katıldım. O zamandan bu yana, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü, Doğu Avrupa’daki çatışmaları, İspanya’da faşizmin yıkılışını, İran Şahı’na karşı gerçekleşen devrimi ve Afrika’daki ırk ayrımının sonunu gördüm. Bu rejimler sonsuza kadar yok edilemez gibi görünüyordu, ancak şimdi hepsi ortadan kalktı. Söz konusu coğrafyalardaki sorunlar çözümden uzaksa, en azından mücadele farklı bir temelde yürütülmektedir.

Bu başarısız ve yarı-başarılı devrimler ve halk mücadeleleri tarihinden, bazı marksistlerin yaptığı gibi işçi sınıfının sosyalist-anarşist devriminin gerçekleşmesi gerektiğini ya da “kaçınılmaz” olduğunu anlatmak için bahsetmiyorum. Ancak tersine devrimin gerçekleşmeyeceğini de iddia edemeyiz. Tarih sona ermedi. Değişimler yaklaşıyor, pozitif ya da negatif. Halk mücadeleleri, toplumsal olaylar ve devrimler devam edecek.

Herhangi bir dönemde, kapitalizm az ya da çok stabil ve “başarılı” olabilir, en azından dünyanın kapitalist kesiminde. Böylece limitli (göreceli) kazanımlar sağlanabilir, İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden süreçteki büyük patlamadan 60’ların sonuna dek olduğu gibi. Savaştan sonra, işçi sınıfının yaşam standardını önemli ölçüde arttırabildiği görüldü, en azından küresel kapitalist ülkelerde. Faşizm defededildi ve demokrasiye geçildi. Baskı altındaki halklar bile politik “bağımsızlık”larını kazandı ve bazıları bir derece endüstriyelleşti. Ya da öyle görünüyor.

Ancak kapitalizmin temel radikal eleştirisi hala geçerlidir (Anarşizm kadar özgürlükçü Marksizm tarafından da geliştirilen). Kapitalizm, dünya işçi sınıfı ve yoksulları için stabil, istikrarlı bir kalıcı refah sağlamak için uygun değil. “Üçüncü Dünya’nın” ekonomik ve endüstriyel gelişimi dengesiz ve karmaşık haldedir. Dünya ekonomisi olası bir çözülüşe doğru yokuş aşağı ilerliyor. Muhtemel Nükleer Savaş tehdidinin sürmesine neden olan nükleer silahlanmanın yayıldığı savaşlar devam ediyor. Onun ekolojik krizi, hepimizi etkileyecek olan korkunç yıkımı tehdit ediyor. Kapitalizmin politik demokrasiye bağlılığı sınırlı ve kolayca otoriter baskıya evriliyor. Programımız sosyalist-anarşist devrimdir, sadece iyi bir şey olduğu için değil, anarşist devrime ihtiyacımız olduğu için.

Devrimciler Reformları Desteklemeli Mi?

Çoğu zaman, direnişlerin çoğu, sistem içindeki iyileştirmeler için gerçekleşir: daha yüksek maaş ve daha iyi çalışma koşulları, herkes için sağlık hizmeti, ayrımcılıkla mücadele yasaları ve farklı etnisiteye sahip insanlar, kadınlar için olumlu politikalar, sendika örgütleme hakkı, polis gözetiminden korunma, ekolojik güvenlik, mevcut savaşın ne olursa olsun sona ermesi ve benzeri şeyler. Bunlardan hiçbiri kendinde kapitalizmin ya da devletin varoluşuyla hesaplaşmaz. Bu tür talepleri “geçici”, “rüşvetler ve yemler” olarak görerek kınayan, desteklemeyi ve hatta duruma karşı çıkmayı dahi reddederek ne kadar “devrimci” olduklarını ispatlayan radikal solcuların uzun bir tarihi vardır. Bu tür eğilimler bugün de varlığını sürdürmektedir. Benzer şekilde pek çok anarşist varoluşları gereği sendikalara katılmayı reddeder (en azından “devrimci sendika” olmayanlara). Nihayet, sendikalar kapitalistleri devirmenin yollarını arayacağı yerde onlarla anlaşmalar yapar! Aralarında ABD’li işçilerin çoğu ezilen halklardaki insanlar kadar fakir olana kadar, ABD’li işçilerin yaşam standartlarını savunmaya dahi karşı olacak kadar radikal olanları vardır. Açık bir şekilde “ilkelci” olan ve herkesin uygarlık öncesi avcı-toplayıcı yaşama dönmesini isteyenlerden bahsetmiyorum.

Benim devrimci anarşist eğilimim, kesinlikle bazı reformlar için gerçekleşecek olan direnişleri desteklemektir. Biz işçi sınıfının ve genel popülasyonun bir parçasıyız, ahlaki olarak onlardan üstün olduğu için onları aşağılayıp yargılayabilecek olan azınlık değil. Çok uzun zamandır kapitalist koşullar altında yaşamaya zorlanıyoruz, insanların daha iyi beslenebilmesinin ve daha fazla boş vakte sahip olmasının iyi bir şey olduğunu düşünüyoruz. İnsanların bir şeylerin iyileşmesini istemeye ve nihayet, çocuklarının orduya gönderilip öldürmeleri ve ölmeleri için baskı yapılmamasını istemeye hakkı vardır. İnsanların yaşamlarındaki küçük değişiklikler uğruna mücadele etmek için devrimi beklemelerine gerek yoktur -zaten beklemezler de. Devrimler arasındaki devrimci olmayan o uzun zamanlarda bu kesinlikle doğrudur.

Asıl mesele bizim reformlar için nasıl mücadele edeceğimizdir. Anahtar strateji “kapitalizmin sınırlarını kabul etmiyoruz” ilkesi olmalıdır. Patronlar maaşlarda artışı karşılayamadıklarını söylediklerinde, hatta kesintiye gittiklerinde, ya da devlet sağlık sigortasını karşılayamadığını deklare ettiğinde, pek çok sendika yetkilisi buna uyum sağlamaktadır. İşçi sınıfının bu “liderleri” çalıştıkları şirketlerinin iflas etmesini ya da devletin bütçesine zarar gelmesini istemediklerini söylerler. Buna da “gerçekçilik”.

Bizim bakış açımıza göre, her yönetici sınıf işçi sınıfıyla işbirliğine gider. ABD’de kapitalistler, geçmişteki kralların hayal bile edemeyeceği zenginliğe ulaştılar. Bunun karşılığında da işçilere (nispeten) yüksek bir yaşam standardı, (İskandinav ülkelerindeki kadar yüksek olmamakla beraber) ve (nispeten) bir ölçüde de özgürlük ve demokrasi (ki bu ayrıcalıklar da temel olarak beyazlar içindi tabii ki) verdiler.

Benzer şekilde, eski Sovyetler Birliği yöneticilerinin, düşük kalitede olsa da, işçilerine garanti bir iş, barınma ve sağlık bakımı sağlamak karşılığında kontrolsüz bir güce ve servete sahip olmalarında olduğu gibi.

Kapitalistler işçilerin hayat standartlarına saldırmaya başladığında -onlarca yıldan beridir saldırıyor olsalar da- aklımızda tutmamız gereken onların halka verdikleri sözü tutmadıkları olmalıdır. Eğer onlar bu oldukça endüstriyel herkes için refah ve özgürlüğü sağlayamıyorsa, o zaman bırakın da başka birisi ülkeyi yönetsin, yani işçiler. Eğer şirket yoksulluk için ağlıyorsa, o zaman bırakın da işçiler üretim süreçlerinin anlatıldığı kitaplara baksın. Eğer sahipleri firmayı yönetip işçilere maaşlarını ödeyemiyorsa, yapılacak şey tesisin (ofis, şantiye her ne ise) kolektifleştirilmesi ve işçilerin oluşturduğu topluluk tarafından çalıştırılmasıdır. Eğer devlet sosyal servisleri ödeyemeyeceğini söylüyorsa (hatta New Orleans şehrinin tamamını kaybettiler) o zaman bırakın da devletin yerine toplumsal dernekleri/örgütleri geçirelim. Maaşlarda kesintileri ve sosyal olanaklardaki kısıtlamaları kabul etmiyoruz. İşçilere karşı bu saldırıyı kabul eden bütün sendikacıları ve sendika destekli politikacıyı kınıyoruz.

Aynı durum bütün alanlarda geçerlidir. ABD hükümeti şimdi olduğu gibi bir savaşa “sıkışmış”, liberal demokratlar da ABD’nin kolonyal çıkarlarını kollarken nasıl olup da bu durumdan kurtulunacağını düşünüyor. Barış hareketinin “liderleri” bu tür burjuva siyasetçilerinin nasıl göreve getirilecekleri ve onları daha “makul” politikalar yürütmeye nasıl ikna edecekleri konusunda endişeli. Bunun yerine ulus devletlerin tüm bu uluslararası politikalarını, emperyalizmi, iktidarlı siyasetini ve “biz” ve “onlar” muhabbetini reddediyor; ABD güçlerinin her yerden, derhal çekilmesini talep ediyoruz ve tüm ABD askeri gücüne karşı çıkıyoruz.

Bu yönelim, ezilenler ve işçi hareketi içinde stratejik bir eğilim ile birlikte gitmeli. Anarşist işçiler işçi sınıfının politik bağımsızlığı için tutarlı bir şekilde militan olarak kalmalı. Her spesifik örnekte militanlığı ve bağımsızlığı nasıl yükselteceğimizi ve yasa koyuculara karşı nasıl daha güçlü mobilize olunup mücadele edileceğini ve başarılı olunacağını düşünmeliyiz. Mücadele daha militan, bağımsız ve demokratik -yani devrimci- olursa yasa koyucuların reform yapma zorunluluğu o kadar artar. Hareket içerisindeki devrimci kanadın varlığı, patronları reformistlerle daha fazla anlaşmaya zorlar (tıpkı Malcolm X’in insan hakları hareketi sırasında üzerinde durduğu gibi). Sadece reformların kazanılma ihtimalinin olduğu bir dönemde bile bir devrimci harekete ihtiyaç vardır.

Devrimciler reformlar için gerçekleştirilen mücadeleleri desteklerler, çünkü onlar mücadeledir. İnsanları yöneticilere karşı mücadele ettirecek olan ne varsa iyidir. Özgüvenlerini ve mücadele azmini yükseltecek ne varsa iyidir. Devrimler devrim olarak başlamaz, onlar sınıf mücadeleleri olarak başlar.

Reform ve devrim arasındaki ayrım o kadar keskin olmak zorunda değildir; bağlama göre değişir. Stabilite (İstikrar) ve refah dönemlerinde reform mücadeleleri sadece gelecek için verilen sözler açısından iyidir. Ancak sistem zorlukla karşılaştığında -ki bu başlamıştır- o zaman reform talepleri devrimci ayaklanmaların tetikleyicisi haline gelebilir. Geçmiş devrimlerden çıkarılan derslere baktığımızda bunun tekrar tekrar yaşandığını görürüz (Amerikan Devrimi’ni hızlandıran İngiliz çay vergisinden ya da Rus Devrimini başlatan işçi kadınların ekmek isyanından söz edebiliriz).

Anarşistler Devletten Talep Edilen Reformları Desteklemeli Mi?

Marksistler ve sosyal demokratlar devlet eylemi için reform çağrısı yaparlar. Devletçiliğin cevap olduğuna inanırlar: ya devlet mülkiyetine dayanan bir ekonomi ya da en azından kapitalist ekonominin güçlü bir devlet müdahalesi ve statüsüyle kontrol altına alınması. Anarşistler her zaman devletçi-kapitalist projelere karşı çıkmıştır. Devlet, kapitalist baskının bir aracından başka bir şey değildir, başka da bir şey olamaz. Onun büyümesini değil, parçalanmasını ummalıyız.

Neyse ki devlet, özel şirketlerden ne daha iyi ne de daha kötüdür. Devletten beklenen taleplere karşı tutumumuz taktiksel bir karaktere sahip olmalıdır, ilkesel değil. Mesela, açıktır ki “kamu hizmeti”nin “özelleştirilmesi” (devlet tarafından sağlanan hizmetin özel şirketlere devredilmesi) işçi sınıfına saldırı anlamına gelmektedir. Kamu çalışanlarını kapsayan sosyal güvenlikten kurtulmanın ve işçi sınıfına sağlanan hizmetlerde kesintiye gitmenin bir yoludur. Bu nedenden dolayı işçiler buna karşı çıkmakta haklıdır ve anarşistler de özelleştirme karşıtı mücadelenin bir parçası olmalıdır.

Kapitalizm içerisinde, devlet toplumu temsil ettiğini iddia eder ve kendisinin toplum olduğunu, “kamu” olduğunu iddia eder. Devletin toplumun çıkarları doğrultusunda hareket etmesini talep eden bu iddia bir yalan olarak görülmelidir. Pratikte, devletin çok fazla parası vardır ve bu para kapitalist sınıfın genel politikasının düzenlenmesi içindir. Anarşist işçiler herhangi bir kapitalist firmanın yönetiminden talep ettiğimiz şekilde bu durumla ilgili devletten taleplerde bulunabilirler. Eğer şirketlerden ücretlerimizi artımasını talep edebiliyorsak, devletten de asgari ücrete zam talep edebilmeliyiz. Eğer şirketlerden maaşta kesintiye gitmeksizin çalışma saatlerimizin azaltılmasını isteyebiliyorsak, aynı şekilde devletten maaşta kesinti olmadan legal çalışma süresinin kısaltılmasını da isteyebilmeliyiz. Bu sosyalist-anarşist ekonominin prensibidir: bütün iş, işçiler arasında bölünmeli ve bütün ürünler işçiler arasında paylaşılmalı.

Ancak anarşist işçiler asla devleti (ne şimdi ne de yeni bir tanesini) yönetmeye kesinlikle dahil olmamalıdırlar, kapitalist bir işletmeyi yönetmeye de aynı şekilde (bazı yönetim kurullarında oturan sendika bürokratlarının aksine). Asla seçim politikalarına alet olmamalıyız. Ne zaman ki ,farz edelim Bolivya, kendi doğal kaynaklarının yabancı kapitalistlerin elinden alınıp ulusallaştırılmasını talep ediyor, bununla hemfikir olmalı ancak şunu da belirtmeliyiz; “işçiler ve halk tarafından kontrol edilmeli”, devlet tarafından değil. Ne zaman ki ABD’li sol liberaller devlet tarafından ödenen sağlık sigortası (sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti) için çağrı yaparsa, desteklemeliyiz ancak sağlık kooperatifleri ve halk örgütleriyle organize edilmesi gerektiğini söylerek, bürokratik makinelerle değil.

Reformizm Değil Reform

Reformları desteklemek liberalizmin ya da reformizmin stratejisini benimsemek anlamına gelmez. Liberaller reformları kapitalizmin eylemlerini temizlemek için kullanmayı umut ederler, işçilere daha iyi bir yaşam sağlamak, insanları derisinin rengine göre ayırt etmeyi durdurmak ve küçük ülkelerdeki savaşa son vermek (en azından müttefik kuvvetler arasında) için değil. Onlar zincirlerimizin pürüzlü kenarlarını törpüleyeceklerdi. Tarihsel olarak sosyalist reformistlerin (sosyal demokratların) en azından hayal güçleri daha cesurdu. Reformları kapitalizmden sosyalizme yavaş yavaş, adım adım ve barışçıl bir geçiş için kullanmak istediler.

Başka bir yerde tartıştığım gibi, anarşizmin reformist bir versiyonun yaygınlaştığını görüyoruz. En azından Proudhon’a dönen bir programı takip ederek, kapitalizmden anarşizme kademeli bir şekilde artan, barışçıl bir geçişi umarlar. Oluşturulan kooperatifler, topluluk merkezleri ve diğer alternatif enstitü ve aktivitelerle eski toplumun nihai mağlubiyetine kadar bunu yapmak için uğraşırlar. Galiba GM ve United Steel gibi şirketlerin yerini üretici kooperatifleri alacak. Burjuva devletinden bu gitgelleri fark etmesi ve kendisinin yerine geçecek sınıfa zorluk çıkarmadan yerini vermesi beklenmiyor.

Bütün bunlar çok tehlikeli, eğer hoş ise fanteziden ibaret. Burjuva sınıfı, kendi “alternatif kurumlarını” (işletmeler) feodal düzenin çatlaklarını doldurmak için geliştirmiştir ve hala kapitalizmi kabul ettirebilmesi için “Atlantik Devrimi” ile savaşmalıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada refaha, reformlara ancak minimal ölçekte ve baskı altında izin verilir, küresel kapitalist devletlerde bile yaygın bir sefalet vardır, ırka ve cinsiyete dayalı baskı vardır, saldırganlık nedeniyle savaşlar sürmektedir. “Üçüncü Dünya’nın” devrimci direnişleri, Orta Amerika’da, Günay Amerika’da ve başka yerlerde karşı devrimci terörle karşılaşmaktadır. Allande’nin Şili’si gibi reformist programlar bile kanla boğulmuştur. Şimdi ise dünya ekonomik gerileme ve krizle batmaktadır. Devletin şiddet içeren bir karşı çıkışı olmadan nasıl mevcut toplumun barışçıl bir reformla dönüşmesini bekleyebiliriz? Nasıl? Neden?

Kooperatifleri ve bazı sosyal faydaları “reform” diyerek eleştirmiyorum. Bunlar kendilerinde iyidirler ve mücadele için kullanışlı destek güçlerini oluştururlar. Alternatif medya, internet siteleri de dahil olmak üzere, mesajı dışarı çıkarmak için son derece kullanışlıdır. Ancak bu devletin ve kapitalizmin üstesinden gelmek için başarılı bir stratejinin kendisi değildir.

Devrim kanlı olmak zorunda değildir. Birleşik Devletler’de örneğin, toplumun %80’i işçi sınıfındandır (ücretli çalışan olarak düşünürsek). Eğer çoğunlukla devrimci bir program etrafında birleşirlerse, eğer silahlı güçlerin desteğini kazanmışlarsa (işçi sınıfın kadınları ve erkekleri) ve eğer yollarını takip etmekte kararlıysalar, ne olursa olsun, yöneten sınıf demoralize olabilir ve elindekileri kolayca verebilir. Eğer başka coğrafyalarda devrimler zafer kazandıysa, bu özellikle doğru olmalı.

Ancak bunun gerçekleşeceğine ilişkin hiçbir garanti yoktur. Birleşik Devletler’de kapitalist sınıf, dünya politikasında halihazırda gözlemlediğimiz gibi zalim ve merhametsizdir. Hiç şüphe yoktur ki eğer gerek olduğu düşünülseydi demokratik rejimin militer bir diktatörlükle başka ülkelerde olduğu gibi değişmesi kaçınılmaz olurdu. Ancak o kocaman bir “orta sınıf” tarafından desteklenmektedir. Derin bir şekilde ırkçı, cinsiyetçi ve dinci-muhafazakar duygular orta ve işçi sınıfının geniş kısmına yayılmış durumdadır. Devrimci işçi sınıfı yüksek oranda kutuplaştırılmış, derin bir şekilde ayrıştırılmış bir toplumla karşı karşıya kalabilir. Yalnızca faşist baskıyı engellemek için mücadele edilebilir, Meksika’dan destek için devrimci güçler gelebilir. Bütün bunlar kapitalist sınıf ve onun müttefiklerine bağlıdır.

Neyse ki sınıfımızın, kendisini savunacak silahları ve sayısı dışında bir şeyleri var. Endüstrinin, taşımacılığın ve servislerin ekonomik kollarını elimize geçirip, toplumu durdurabilir ya da başka bir temelde yeniden başlatabiliriz. Bu proleteryanın özel gücüdür. Bu, özsavunmanın gerekli olmadığı anlamına gelmez, polis ve faşist terörüne mutlaka direnilmelidir. Ancak bu, olumlu bir sonucu mümkün kılar.

Reformist tartışma, geçmiş bütün devrimlerin başarısız olduğunu tartışır. Bu doğru değildir, halkın belleğinde geçmiş deneyimlerin kazanımları durmaktadır, kapitalist ülkelerdeki (her ne kadar sınırlı olsa da) “demokrasi” ve özgürlükler dahil. Ancak geçmiş hiçbir devrimin yöneten azınlıklar kuralını sona erdirmediği konusuna katılıyoruz. Devrimin şu anda sorunları çözeceğini kanıtlayamayız. Ancak reformizm de; ne devlet sosyalizmi versiyonu olan şeklinin, ne de ılımlı anarşist versiyonun zaferiyle -kapitalist hükmü bitirerek- sonuçlanmadı. Gerekçeli analizin önemi budur, gerisi inanç ve sorumluluktan ibaret.

Çeviren: Zeynel Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 53.sayısında yayınlanmıştır.

The post Anarşistlerin Teori ve Pratik Tartışmaları (5): Programımız Anarşist Devrimdir appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/05/04/anarsistlerin-teori-ve-pratik-tartismalari-5-programimiz-anarsist-devrimdir/feed/ 0