sayı 54 – Meydan Gazetesi https://meydan1.org Anarşist Gazete Thu, 26 Nov 2020 08:25:46 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.3.13 İktidarın Hapishane Stratejisi https://meydan1.org/2020/11/26/iktidarin-hapishane-stratejisi/ https://meydan1.org/2020/11/26/iktidarin-hapishane-stratejisi/#respond Thu, 26 Nov 2020 08:22:35 +0000 https://meydan.org/?p=66597 Zehirli otlar gibi en fena kötülüklerBüyür hapishane havasında;İyi olan ne varsa İnsandaBurada harcanır, yok olup gider.Soluk bir Keder tutar ağır kapıyı,Ve Umutsuzluktur gardiyanı. Oscar Wilde,Reading Zindanı Baladı İktidarın baskısına, mülkiyetin yoksullaştırmasına, yerli ve milli ya da uluslararası otoritelerin şiddetine boyun eğmeyenlere ve bu baskı, yoksullaştırma ve şiddetin hazırladığı suçların uygulayıcılarına karşı bir çözüm bulmak; devletlerin […]

The post İktidarın Hapishane Stratejisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Zehirli otlar gibi en fena kötülükler
Büyür hapishane havasında;
İyi olan ne varsa İnsanda
Burada harcanır, yok olup gider.
Soluk bir Keder tutar ağır kapıyı,
Ve Umutsuzluktur gardiyanı.

Oscar Wilde,
Reading Zindanı Baladı

İktidarın baskısına, mülkiyetin yoksullaştırmasına, yerli ve milli ya da uluslararası otoritelerin şiddetine boyun eğmeyenlere ve bu baskı, yoksullaştırma ve şiddetin hazırladığı suçların uygulayıcılarına karşı bir çözüm bulmak; devletlerin en büyük problemlerinden biri haline gelmiştir.

Yaşadığımız coğrafyada da bu problem kendisini sürekli tekrar üretmektedir. Yaşanılan her krizde çözümü bulunamayan, aksine daha da büyük bir probleme dönüşen suç-toplum-devlet ilişkisi ayyuka çıkmaktadır. Bugün içinden geçtiğimiz korona virüs salgını, kendisi gibi bir hastalık olan “suçun” en görünür semptomunu tartışmaya açmıştır: Hapishaneler!

Mevcut iktidar odağı kendi ittifakları içinde kararını çoktan aldığı, halkın uzunca bir süredir “af yasası” olarak bahsettiği kanun değişikliklerini hayata geçirdi. İktidarda oldukları süre boyunca yeni hapishaneler inşa ettikleri hâlde doluluk oranı azalmadı. Onlar da hem kirli ittifaklarını devam ettirmek amacıyla belli başlı “devlet mafyaları”nı dışarı çıkartmak ve belki de hapishaneye yeni gelecek tutsaklara yer açmak için hapishaneleri boşaltmayı seçti. Bu yasadan faydalanabilecek insanların içinde siyasi tutsakların olmaması ise şaşılır bir durum değil. Kişilere karşı işlenilen suçlar af kapsamındayken “devlete karşı işlenilen suçlar” kapsam dışı tutuldu. Yasanın hayata geçirilmesinden hemen önceki verilere göre hapishanelerde toplam 286 bin kişi tutulmaktaydı. Kadın tutsak sayısı yaklaşık 11 bin iken 18 yaşından küçük yaklaşık 2 bin 500 kişi hapishanelerde tutsaktı. Bu istatistiklerdeki her bir sayının bir insan hayatına denk geldiği gerçeğini aklımızda tutarak, hapishanelerin varlığını tartışmaya başlamalıyız. Bunun için de önce hapishanelerin varlık nedeni olan “suçu” anlamamız gerekmektedir.

Suç, Sebep mi Sonuç mu?

Bize hep suçun çoğunlukla ahlaksız, kötü, yozlaşmış ve/veya öfkeli kişiler tarafından işlendiği öğretildi. Yönetenler tarafından propagandası yapılan çoğu fikir gibi bu fikir de hemen herkesin zihnine yerleşti. Peki bu durum gerçekten böyle midir? Ekmeğin ve suyun fiyatıyla hırsızlık arasında bir bağ yok mudur? Polisin copu ve askerin postalıyla şiddet suçlarının bir ilişkisini olduğunu reddedebilir miyiz? Bu eylemlerin gerçekleştirilmesinden sadece bu suçun uygulayıcıları mı sorumludur?

Yukarıdaki sorulara vicdanımızla cevap verecek olursak; suçun bireysel bir eylem olmadığını, toplumun örgütlenme şeklinin bizzat suçun sebebi olduğunu görebiliriz. Havelock Ellis’in suçlunun antropolojisini tartıştığı ve suçluların karakteristik özelliklerini anlamaya çalıştığı 1890 yılındaki çalışması “The Criminal”, içerisinde bu konuyla ilgili onlarca örnek barındırıyor. Milanolu bir hırsız şöyle diyor: “Ben çalmıyorum, yalnızca zenginlerin fazlalıklarını alıyorum; dahası, avukatlar ve tüccarlar çalmıyor mu?” Bir katil ise kendi suçundan şöyle bahsediyor: “Toplumsal erdem denen şeylerin dörtte üçünün alçakça kötülükler olduğunu bildiğim için, zengin bir adama açıkça saldırmanın temkinli yapılan düzenbazlıklardan daha az alçakça olacağını düşündüm.” Bu açıklamalar bize suçluları suça iten en temel şeyin, toplumun adaletsizce örgütlenmesi olduğu gerçeğini göstermiyor mu? Aynı cevabı 130 yıl önce yazılmış bir kitaba gerek duymadan, kendi coğrafyamıza bakarak da bulabiliriz. Antep’te sadece baklava çaldıkları için 24 yıl hapis cezası verilen çocukları unuttuk mu? Benzer örneklerin hem günümüzde kendi yaşadığımız bölgede hem de asırlar öncesinde bambaşka coğrafyalarda yaşanması bize gösteriyor ki “suç kavramının sebep değil sonuç olması” kapitalist devletli toplum yapısı içerisinde değişmez bir olgudur.

Devletlerin Suça Cevabı: Hapishaneler

Suçun sebebi olan devletli şekilde örgütlenen toplum suça karşı nasıl bir tepki veriyor? Emma Goldman şöyle açıklıyor: “İlkel insanın doğal dürtüsü olarak kötülüğe karşılık vermek, intikam almak artık demode oldu. Bunun yerine, cesaret ve cüretten yoksun uygar insan, kendisinin artık yapacak yiğitliğe ya da tutarlılığa sahip olmadığı şeyi devletin yapmaya hakkı oldugu gibi ahmakça bir inançla kötülüklerin öcünü alma görevini örgütlü bir aygıta devretmiştir.” Devletlerin bu öç alma görevini yürütme şekli de geri kalan bütün mekanizmaları yürütme şekliyle aynıdır: Şiddettir. Kendini bazen 15 yaşında bir çocuğun kafasında patlayan gaz fişeğinde, bazen köylülerin bedenindeki mermilerde, bazen gerçeklerle baş edemedikleri için devrimcileri tutsaklaştırmak amacıyla uydurulmuş yalanlarla dolu iddianamelerde gösteren devlet şiddeti; kendini suça karşı mücadele adı altında hapishanelerde üretir.

Hapishane mekanizması çok temel bir iktidar oluşturma geleneğine dayanıyor; mahrum bırakmak. Suçlu kişi en temel hakkı ve varoluşu olan özgürlükten mahrum bırakılıyor. TCK’da “hürriyetten yoksun kılma” suçunun tanımlanması ise devlet örgütünün varoluş çelişkisini gözler önüne seriyor. Bu, sadece bu suçla da sınırlı değil üstelik. Eğer siz bir kişiyi bir yere kapatırsanız bu bir suçtur, eğer devlet yaparsa bir cezadır. Eğer siz hayatınızı idame ettirmek için hırsızlık yaparsanız bu bir suçtur, devlet yaparsa vergidir; patronlar sizin emeğinizi ve kanınızı çalarsa da bunun adı kârdır, ticarettir, iştir. Birini öldürürseniz bu bir suçtur, eğer devlet birini öldürürse bunun adı “operasyon” olur. Örnekler, yürürlükteki her bir suç için çeşitlendirilebilir. Sözün özü şudur; devlet belli bir toprak parçası üzerinde yasal olarak suç işleyebilen tek yapıdır ve uygun görürse bu “sorumsuzluğunu” çetelerle, mafya artıklarıyla, patronlarla paylaşabilir.

Devletler ne kadar fazla suç işlerse toplumları ve o toplumları oluşturan bireyleri de o denli suça itiyor. Suç ve Adalet Araştırmaları Enstitüsü’nün en son açıkladığı verilere göre; adaletsizliklerin dünya üzerindeki en büyük merkezlerinden biri olan ABD’de 2.121.600 tutsak var. Bu tutsakların %90’ı şiddet içermeyen suçlardan tutuklu. Çin’de 1.700.000 insan parmaklıklar ardında, bu sayı Rusya’da 518.391 iken T.C’de ise 286.000. Dünya’nın en fazla tutsağına ve hapishanesine sahip bu devletlerin ortak özelliği ise giderek daha da otoriterleşen, dışa kapalı devletler olmaları. ABD kendisinden beklenildiği gibi bu krizi kârâ dönüştürme peşinde. Hapishaneleri özelleştiren, mahkumların emeğini yok pahasına “güvenlik şirketlerine” peşkeş çeken bir ceza sistemi uyguluyor. Fiilen diktatörlük rejimiyle yönetilen diğer ülkeler için ise hapishanelerin doluluğu bir güç göstergesine dönüşmüş durumda. Terörle ne kadar iyi mücadele edildiği hapishanelere bakarak anlaşılabilir. Bireysel suçlar, infaz yasasında gördüğümüz gibi, affedilebilir suçlarken “terör suçları” affedilemez konumda.

Hapishanelerin toplumun gözünde meşruluk kaynağı nedir? Bu sorunun cevabı ise şüphesiz ki şu inanç ve ön kabuldür; hapishaneler suçluların rehabilite edilmeleri ve topluma geri kazandırılmaları için oluşturulmuş kurumlardır. Gelin bu argümanı da irdeleyelim. Hepimizin aklında yer eden gündemdeki bir örnekten bahsetmek istiyorum. Antep’te eşini bıçaklama suçundan hüküm giymiş ve son çıkan aftan yararlanan bir mahkum 21 Nisan’da kızını hortumla döverek katletti. Bu insanın topluma geri kazandırılmış bir birey olmasından bahsedebilir miyiz? Başka bir örnek ise İzmir’de infaz yasasından yararlanan Mehmet I. adındaki mahkumun tartıştığı bir kişinin başını taşla ezerek öldürmesi… Hapishanelerin bu kişiyi “ıslah” ettiğini nasıl söyleyebiliriz?

Adalet Bakanlığı’nın 2015 yılında hazırladığı rapora göre hapishaneden çıkan 3 kişiden biri tekrar hapishaneye dönüyor. Bu insanlar, özgürlüklerinden yıllar boyunca mahrum kalmalarına ve suç işlerlerse oraya tekrar döneceklerini bilmelerine rağmen onları tekrar hapishaneye iten şey nedir? Bunun cevabı kuşkusuz hapishanelerin nasıl işlediği ile alakalıdır. Goldman bu konuyu şöyle açıklıyor: “Amerika Birleşik Devletleri’nde tek bir cezaevi ya da ıslahevi yoktur ki, insanlar ‘iyi hale getirmek’ adına sopa, cop, deli gömleği, su fışkırtma, ‘sinek kuşu’ (bütün vücutta dolaştırılan elektrikli bir cihaz), hücreye kapatma, arena dövüşü ve açlık vasıtasıyla işkenceden geçirilmesin. Bu kurumlarda kişinin iradesi kırılır, ruhu hapishane hayatının ölümcül yeknesaklığı ve rutini tarafından hizaya getirilir.” Coğrafyamızda da hapishanelerin benzer şekilde işlediğini biliyoruz. Gitgide koğuştan oda sistemine geçilen, darbe zamanı Diyarbakır ve Mamak Hapishaneleri başta olmak üzere bütün hapishanelerde uygulanan işkence yöntemlerinin artık kalıcı hâle dönüştürülmesi, tecrit vb. uygulamalar en açık örneklerdendir. Geçtiğimiz aylarda ölüm orucunda yaşamını yitiren Mustafa Koçak’a direnişi süresince tuvalete izin vermeme, fiziksel şiddet, zorla tedavi işkenceleri yapılmıştı. Ne yazık ki bu da günümüzün binlerce işkence ve kötü muamele örneklerinden sadece bir tanesi. Bu veriler ve çıkarımlar doğrultusunda hapishanelerin çözüm değil Emma Goldman, Pyotr Alekseyevich Kropotkin ve nice anarşistin haklı tespitlerinde olduğu gibi “Toplumsal Bir Suç ve Başarısızlık” olduğu su götürmez bir gerçektir.

Çözüm Ne?

Bütün bu şiddet, suçun üretimi, toplumun yozlaştırılması meseleleri görüldüğü üzere modern anlamda, en az 2 asırdır varlığını devam ettiriyor. Problemler kendini tekrardan üretiyor ve asla nihai bir çözüme ulaşmıyor. Çözüm ne olmalı?

Hapishanelerin koşullarının iyileştirilmesinin bir aşama olduğunu düşünen temiz yürekli insanlar var. Ya da eğitimin iyileştirilmesinin ve genele yayılmasının suç oranını düşürdüğüne dair iddialar ve araştırmalar var. Genellikle bu araştırmalar ve hapishane koşulları örnekleri için “Refah Ülkeleri” de denilen Norveç, İsveç, Danimarka gibi İskandinav coğrafyası devletleri öne sürülüyor. “Başarılı Refah Devletleri”nin kandırmacası da tam buradadır. Onlar iktidarlarını hapishanelere çok da gerek duymadan -ama hapishaneleri tamamen de kapatmadan- başka bir kapatma kurumu olan eğitim ile çözümlemektedir. Ceza ve eğitim sisteminde yapılacak değişiklikler, toplumun kanseri haline dönüşmüş hastalığın semptomlarına karşı iyileştirici bir etkiye sahip olabilir. Unutulmaması gereken ise şudur; önemli olan hastalığı yenmektir. Hastalığın etkilerini yok etmek hastayı belli bir süre rahatlatsa da sonu ölüm olan hastalığa karşı işlevsizdir. Hapishane koşullarının iyileştirilmesi kazanda kaynayan bir kurbağayı çaresizleştirmekten başka bir işe yaramaz. Eğitim meselesi ise başlı başına ayrı bir şiddet ve iktidar mekanizmasıdır; işlevi de hapishane ile özdeştir. Eğitimin işlevi halka, yönetenlerin çizdiği sınırları benimsetmek ve iktidarı içselleştirmelerini sağlamaktan başka bir şey değildir. Eğitimin modernizmin doğumuyla genele nasıl yayıldığını, hemen hemen bütün ülkelerdeki “vatandaşlık” derslerinin içeriklerinin “makbul vatandaş” yaratmak için dizayn edildiğini hatırlamakta fayda var. Kropotkin bir yandan hapishaneleri “Suç Okulu” olarak tanımlarken bir yandan da okulları hapishaneye benzetiyordu. Daha sonraları Foucault tarafından iktidarın üretildiği kurumlardan başlıcaları olan “Okul” ve “Hapishane” benzerlikleri de bize bu noktada fikir verebilir.

Eğitim ve ceza reformları da çözüm değilse o zaman ne yapmalı? Birileri semptomlarla uğraşabilir ama doğrusu kanserin kendisiyle savaşmaktır. Kanserin kendisi ise asıl suçlu olan devlet, mülkiyet; kısaca iktidarlardır. Devletli ve kapitalist örgütlenmeyi yok edip yerine kişilerin özgür birlikteliklerine dayanan bir toplum örgütlemeliyiz ki ancak böyle bir durumda suçtan ve onu besleyen hapishanelerden kurtulabiliriz.

Burak Aktaş

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post İktidarın Hapishane Stratejisi appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/26/iktidarin-hapishane-stratejisi/feed/ 0
Seyirlik Sömürü https://meydan1.org/2020/11/25/seyirlik-somuru/ https://meydan1.org/2020/11/25/seyirlik-somuru/#respond Wed, 25 Nov 2020 10:17:10 +0000 https://meydan.org/?p=66626 Dizi sektöründe yıllardır süregelen süre uzunluğu, kısa zamanda en iyi iş, maaş ödemelerinin zamanında yapılmaması ve taciz başlıca sorunlar arasında yer almakta. Halihazırda bu sorunlar yaşanıyorken Covid-19 salgınıyla birlikte çalışma koşullarının daha da zorlaşmış olduğunu belirtmek gerekir. Birçok çalışma alanının ara vermeden üretime devam ettiği gibi film/dizi sektörünün de kısmi aralar dışında üretime devam ettiği […]

The post Seyirlik Sömürü appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Dizi sektöründe yıllardır süregelen süre uzunluğu, kısa zamanda en iyi iş, maaş ödemelerinin zamanında yapılmaması ve taciz başlıca sorunlar arasında yer almakta. Halihazırda bu sorunlar yaşanıyorken Covid-19 salgınıyla birlikte çalışma koşullarının daha da zorlaşmış olduğunu belirtmek gerekir. Birçok çalışma alanının ara vermeden üretime devam ettiği gibi film/dizi sektörünün de kısmi aralar dışında üretime devam ettiği bilinmekte. Yeterli güvenliğin, tedbirin sağlanmadığı bu çalışma alanında, kameranın ardında kalan işçiler ve kısa süreli çalıştırılan oyuncular için şartların daha zorlayıcı olduğunu belirtmek gerekir.

Ortadoğu, Balkanlar ve Güney Amerika’ya açılmasıyla dizi ihracatının gelir sağlama bağlamında devlet ve patronların elini güçlendirmesinden dolayı vazgeçilemez olduğunu gösteriyor. Diğer bir yandan ise bu ihracatın dizi turizmi tanımı ile yeni bir ticari alan yaratmış olması, devletin masrafsız kültürel tanıtım yapmak konusunda elini rahatlatmış olduğu bilinmektedir. Dizi setlerinde çalışan işçilere sanki dünya çapında bir salgın yaşanmıyormuşcasına daha fazla çalışma dayatılıyor ve buna rağmen ödemeler aksatılıyor. Bu tam da patronların hızlı tüketim olarak adlandırılan haftalık dizi yayınları uğruna işçileri tüketmesi ve sömürmesi anlamına geliyor.

Devletin propaganda aracı olarak ideolojik ve kültürel dayatmasında kolaylaştırıcı bir rolü olan dizi sektörü, bazen de toplumsal tepkileri bastırmak için kullanılmaktadır. Yaşanan olayların devletçi ve eril bir dille izleyiciye aktarılması tartışılması gereken başka bir konudur. Bu konudaki asıl unsurun ise devletin çıkarlarını gözeten, eril düşünümün zıttını düşünmeden yayınlanan seyirliğin denetiminin yine devletin elinde olmasıdır. Böylelikle neyin ne kadar propaganda veya halk tepkisini bastırmak için kullanılacağı kontrol altına alınmış oluyor. Bu yönüyle televizyon dizi sektörü hem beyni meşgul etmek hem kendi gibi ideolojik düşünceyi yaratmakta oldukça elverişli bir mekanizma haline gelmiştir.

Bütün bunların toplamında televizyon dizi sektörünün, kaybedilecek canlara rağmen, devletin ve patronların her zaman zararsız ayrıldıkları bir oyun olduğunu söylemek yanlış olmaz. Değinmeye çalıştığımız bu sebepler bütününden yola çıkarsak devletin, diğer çalışma alanlarında olduğu gibi, bu alanda da kendi yararına olacak üretimi sürdürebilmek için ayrıcalıklar sağlaması tuhaf karşılanmamalıdır. Böylelikle sömürünün her türlüsünü mübah sayan devlet geleneği hız kesmeden yoluna devam ediyor.

Ahmet Soykarcı

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Seyirlik Sömürü appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/25/seyirlik-somuru/feed/ 0
Bir 2020 Distopyası https://meydan1.org/2020/11/23/bir-2020-distopyasi/ https://meydan1.org/2020/11/23/bir-2020-distopyasi/#respond Mon, 23 Nov 2020 10:39:34 +0000 https://meydan.org/?p=66615 “Savaş Barıştır. Özgürlük Köleliktir. Cehalet Güçtür.” Eric Arthur Blair’in -bildiğimiz adıyla George Orwell’ın- dünyanın en çok okunan kitaplarından biri olan romanı 1984’teki baş karakter Winston Smith’in çalıştığı Gerçek Bakanlığı’nın girişinde yazar yukarıdaki sözler. Winston’ın işi gazete, dergi vb. tüm yayınlardaki verileri Parti ve Büyük Birader’in istediği gibi değiştirmek ya da imha etmektir. Gerçek Bakanlığı’nın temel işleviyse -Nazi […]

The post Bir 2020 Distopyası appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

“Savaş Barıştır. Özgürlük Köleliktir. Cehalet Güçtür.”

Eric Arthur Blair’in -bildiğimiz adıyla George Orwell’ın- dünyanın en çok okunan kitaplarından biri olan romanı 1984’teki baş karakter Winston Smith’in çalıştığı Gerçek Bakanlığı’nın girişinde yazar yukarıdaki sözler. Winston’ın işi gazete, dergi vb. tüm yayınlardaki verileri Parti ve Büyük Birader’in istediği gibi değiştirmek ya da imha etmektir. Gerçek Bakanlığı’nın temel işleviyse -Nazi Almanyası’ndaki Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı gibi- Parti’nin yalanlarını gerçekmiş gibi sunmaktır: “Barış Bakanlığı savaşın, Gerçek Bakanlığı yalanların, Sevgi Bakanlığı işkencenin, Varlık Bakanlığı yokluğun bakanlığıdır. Bu çelişkiler rastlantısal olmadığı gibi, sıradan bir ikiyüzlülükten de kaynaklanmaz; bunlar, ÇiftDüşün’ün bilinçli uygulamalarıdır.”

Kitapta Okyanusya’da INGSOS (İngiliz Sosyalizmi) ideolojisini savunan, kelimeleri değiştirerek ya da kaldırarak insanların düşünme biçimlerini kısıtlamak amacıyla YeniKonuş denilen bir dil bile oluşturan bu Parti, gerçekliği denetleyebilmek ya da yenisiyle değiştirmek için geçmişi de unutmuş bir toplum yaratmak ister. Bu amaçla Parti öncesi dönemdeki EskiKonuş’ta “gerçeklik denetimi”, YeniKonuş’ta ise “ÇiftDüşün” denilen bir işlem oluşturmuştur. ABD’nin “Irak’a demokrasi götürme” vaadiyle giriştiği işgale “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu”, Türkiye’nin “Suriye’nin kuzeyinde barışı sağlama” vaadiyle başlattığı işgale “Barış Pınarı Harekatı” denilmesi Büyük Birader’in partisinin ÇiftDüşün örneklerine benzerdir ve bunu, kitaptaki karakterlerden biri dillendirseydi hemen “Düşünce Polisi” tarafından yakalanırdı. “2+2=5” kitapta Parti’nin dikte ettiklerine iyi bir örnektir. Düşünce suçu işlemek istemeyen herkesin buna inanması gerekirdi. Bir yerlerden tanıdık geliyor sanki, değil mi?

“İnsanı Suçtan Arındırmanın Tek Yolu Onu Özgürlükten Arındırmaktır.”

Orwell’ın 1984’te gönderme yapıp yapmadığı bilinmez ama “2+2=5” Sovyetler Birliği’nde de kullanılmıştı. 1928’de başlayan 5 yıllık kalkınma planları kastedilerek kullanılıyordu; işçilerin çalışma coşkusunun o “artı değeri” yaratacağı söyleniyordu. Bu yalandan 8 yıl önce, 1920’de yalanları yeni doğrular haline getirme kurumları -açıktan ya da örtük bir şekilde- bütün devletlerde çalışırken Sovyetler Birliği’nde Yevgeni Zamyatin bir kitap yazmıştı: Biz. Ki bu kitabı basmak, yazıldığı coğrafyada 67 yıl boyunca yasaktı. Kitapların basımının bile yasak olması, hatta bazılarının daha basılmadan yasaklanması tıpkı “Biz” gibi bizim de tecrübe ettiğimiz bir durum.

Biz -bilimkurgunun tarihi kimi kaynaklarda MS 2. yüzyılda yaşadığı söylenen Yunanlı Samsatlı Lukianos’a ve onun yazdığı “Gerçekmiş Gibi Sunulmuş Yüz Olay”daki “Gerçek Öykü” başlıklı hikayeye dayandırılsa da- bugün anladığımız anlamıyla bilimkurgunun ilk distopyalarından sayılır ve ardıllarına ilham kaynağı olduğu söylenir. Bu kitapta cam evlerde yaşayan ve böylece 24 saat gözetlenebilen, yaşamlarının her alanı şeffaf olmak zorunda olan bireylerin her biri bir numara ya da ünif (üniforma) olarak anılır; isimleri bile yokken bireyliklerini de olabildiğine yitirmişlerdir. Bu ünifler ya da numaralar 1984’ün proleterlerini andırır.

Tek devletteki tek yönetici olan “Velinimet” Büyük Birader’in öncülü sayılır. Her yıl yapılan ve Fikir Birliği Günü adı verilen seçimlerde Velinimet’in tekrar seçileceği bellidir. “İnsanı suçtan arındırmanın tek yolu onu özgürlükten arındırmaktır.” Özgürlükten arındırmaksa düşlemesini engellemekle mümkündür. Numaralardaki düş gücünden sorumlu nöral merkezin yeri tespit edildiği için artık lobotomiyle düşleme hastalığından kurtulmak kolaydır. Numara düşlediği halde tedaviden bir şekilde kaçınırsa cam bir çanın altında basınçlı havayla yapılan işkencenin ardından tedavi kabul ettirilir ya da Velinimet’in Makinesi’nde imha edilir. Bu yüzden hastalığa yakalananlar başkalarının yanında düşlerinden bahsetmezler.

“İnsanlar Hiçbir Şeyden Bahsetmiyor.”

-Bir şeylerden bahsediyorlardır mutlaka?

+Hayır, hiçbir şeyden bahsetmiyorlar. Genellikle bir sürü araba veya giysi markası sayıp, ne güzel diyorlar! Ama hepsi aynı şeyleri söylüyor ve kimse kimseden farklı bir şey söylemiyor.

Ray Bradbury’nin 1953 yılında yayınlanan Fahrenheit 451 adlı distopyasında tekdüzelik devlet desteklidir. Okumanın özgür düşünceyi yaygınlaştırıp toplumda mutsuzluk ve kaosa sebep olacağını düşünen devlet, bütün kitapları yasaklayarak yok etmiştir. İnsanlar kitabın neye benzediğini bile unutmuşken tek bilgi kaynağı dev ekranlardır. Bunlardan ise sadece devletin vermek istediği bilgi alınabilir. Devlete itaatin ve sorgulamamanın sürmesi için maruz kaldıkları propaganda yayınlarının yanında bir de ilaç kullanmaktadırlar ki daha da duygusuz ve itaatkar olsunlar. Birbiriyle iletişimi oldukça sınırlı olan bireyler birbirlerinin denetçisi ve ihbarcısıdır.

Devlet ihbarları değerlendirecek “İtfaiyeciler” adında bir kolluk kuvveti oluşturmuş, onlara birçok yetki vermiştir. Asıl görevleri gizlice saklanıp okunan kitapları ele geçirmek, onları yakarak imha etmek ve bu suçta parmağı olanların cezalarını bulmalarını sağlamaktır. Coğrafyamızda 1980 Darbesi sonrası yaşananları deneyimlemeyen Bradbury elbette insanların polise yakalanmamak için kendi kitaplarını kendi sobalarında yaktıklarını düşleyecek kadar yaratıcı olamamış, bu işten sorumlu bir kolluk kuvveti ona daha mantıklı gelmişti.

“Bizim Uygarlığımız Makineleri, Tıbbı ve Mutluluğu Seçti.”

Aldous Huxley’in 1932’de yayınlanan kitabı Cesur Yeni Dünya’da ise çoğunlukla herhangi bir cezalandırma işlemine gerek kalmaz. Ford’dan sonra 632 yılında Dünya Denetçileri tarafından yönetilen Dünyadevlet’te geçen romanda insanlar bir Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’ndeki cam fanuslarda üretilir. Henry Ford’un sanayi ilkeleri ve teknolojiyle şekillendirilen toplumda bireyler “Bizim uygarlığımız makineleri, tıbbı ve mutluluğu seçti.” diyen tüketiciler konumundadır.

Bütün insanlar doğumlarından önce Alfa, Beta, Gamma, Delta, Epsilon olarak sınıflara ayrılmışlardır; Alfalar en zekilerden oluşan yöneticiler olarak üretilirken Epsilonlar kas gücü gerektiren işler için üretilen düşük zekalılardır. Bu bireyler doğumlarından itibaren uykuda şartlandırma uygulaması olan “hipnopedia” ile parçası oldukları sınıfın söylemlerine şartlandırılırlar. Yine de bireyleşme eğilimi gösterirlerse kendilerini soma adı verilen uyuşturucularla hazza boğup zararsız hale getirirler. Biz, Fahrenheit 451 ve 1984’teki polis ve işkence tehdidiyle gerçekleşen kontrolün yerini Cesur Yeni Dünya’da embriyo halindeykenki cam fanustan tabuta dek biyolojik müdahale almıştır. Gözetleme tümünde vardır ama diğerlerinde gerçek daima bireylerden saklanırken bu kitapta tüketim toplumunun bireyleri gerçeklere boğularak duyarsızlaştırılmıştır. Sonsuz haz ve eğlenceyle oyalanmaktadırlar. Ki bu duyarsızlığa denk geldiğimiz tek devletin kurgusal “Dünyadevlet” olduğunu söyleyemeyiz.

“Artık Düşünceler de Yargılanabilecek!”

Arka planında soğuk savaş metaforları ve iktidar eleştirisi olan Biz, Cesur Yeni Dünya, 1984 ve Fahrenheit 451 “Kara Dörtleme” olarak anılırken bu dörtlüye giremese de birlikte anılması gereken başka bir distopya vardır: Karin Boye tarafından 1940’ta yazılan Kallokain. Kallokain’de devlet, birey öğütme makinesine dönüşmüş bir canavardır. Birey bağlı olduğu devlet mekanizmasının parçası olmaktan başka değer taşımaz. Ve bu işlevini yerine getiremediği noktada ortadan kaldırılır. Yerleşim yerin altındadır ve binalar birbirine tünellerle bağlı, insanlar birbirine değil devlete bağlıdır. Duvarları Propaganda Bakanlığı’nın “Kimse emin olmamalı! En yakınınız bir hain olabilir!” afişleriyle dolu Kimya Şehri No.4’te yaşayan Leo Kall Deney Bölümü’nde bir madde üretir. Kallokain adını verdiği bu madde ile “suç” tamamen ortadan kaldırılacaktır çünkü bu madde insanların kendilerinden bile sakladıkları düşüncelerini anlatmalarını sağlamıştır. Cesur Yeni Dünya’daki gibi iyi işlemeyen sistem Kallokain adı verilen madde sayesinde onarılacak, iyileştirilecektir. Baskı, ihbar, fişleme gibi hem yaşamlarımızda hem de Kara Dörtleme’de karşımıza çıkan silahlar bu kitapta da varken üstüne bir de “Artık düşünceler de yargılanabilecek!”tir.

“Yaşamı Yok Edene Dek Çalışacağız!”

İçinden geçtiğimiz günlerde, yukarıda bahsi geçen farklı distopyalardan farklı bölümleri hatırlatan yeni bir kitap yazılmakta. Henüz sonu yazılmasa da giriş ve gelişme bölümlerini okuma fırsatı bulduğumuz Bir 2020 Distopyası isimli kitabı spoiler vermekten çekinmeden anlatabiliriz, belki tanıdık gelir.

Kurgu bir evrendeki 2020 yılını anlatan distopyanın geçtiği coğrafya hidroelektrik santraller, nükleer ya da termik santraller, maden ocakları, büyük endüstri sahaları vb. araçlar kullanan devlet ve kapitalizmin işbirliğiyle talan edilmektedir. Kadınları katledenler devlet tarafından türlü bahanelerle ödüllendirilirken kadınlar aile ya da hapishane gibi kurumlara kapatılmakta, halklar türlü bahanelerle ötekileştirilmekte; yaşamın her alanında ezilenler daha da ezilmekte ve sömürülmekte, yeterince sömürüldüyse imha edilmektedir.

Devletin topluma kendi kendini yönetme illüzyonu olarak sunduğu temsili demokrasi yalanı ayyuka çıkmakta, meclisteki muhalifler bile cezalandırılmaktadır. Bu devletin mottosu “Yaşamı yok edene dek çalışacağız!”dır. Bu sırada bu dünyayı kasıp kavuran bir salgın hastalıktan bu coğrafya da nasibini almıştır.

Baskı ve adaletsizlikler sebebiyle çıldırmanın eşiğine gelen toplumu bir de salgın korkusu sarmışken iktidarın bakanlarının, başkanlarının keyfi yerindedir. Yukarıda bahsi geçen distopyalarda olduğu gibi yalanlar -onların keyfi sürsün diye- yeni doğrular gibi sunulmaktadır. Salgının bu coğrafyaya da sıçradığının iddia edildiği günden itibaren her gün hasta sayılarını şeffafça açıklama iddiasındaki Sağlık Bakanı’nın yalanları ortaya çıktığında bu bakan, kelime oyunu yaparak “salgınla mücadeleye” girişip “Her vaka hasta değildir.” demiş, “hasta” tanımını değiştirmiştir.

Cesur Yeni Dünya’daki hipnopedia’yı anımsatan ve çocukları sisteme uyumlu hale getirme işlemini yerine getiren kurumlar olarak kullanılan okullar salgın sebebiyle açılamazken ve eğitim internet üzerinden -herkesin internete erişimi varmış gibi- sürdürülmeye çalışılırken EBA (Eğitim Bilişim Ağı) çöktüğünde Milli Eğitim Bakanı çıkıp “Bu olumlu bir haber.” demiştir. İlgi sebebiyle ortaya çıkan yoğunluğun EBA’yı çökerttiğini eklemiştir.

Zaten var olan ancak salgın sırasında daha da derinleşen krizde bu devletin para birimi, başka bir devletin para birimi olan dolar karşısında gün geçtikçe değer kaybederken -1984’te yoksulluğu yükselten Varlık Bakanı’nı aratmayan- Ekonomi Bakanı “Maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz?” sorusunu yönelterek karşıtlarının beyinlerini yakmaya çalışmaktadır. Toplumun yoksulluğunun temel sebebi devletin ve kapitalizmin kendisi olsa da ikincil sebeplerden biri maaş dışında neredeyse her şeyin dolarla alınmasıdır.

Bütün bakanlar bütün ezilenlerin cebelleştiği adaletsizlikleri bir yandan üretir bir yandan da yalanlarıyla aklamaya çalışırken Büyük Birader’i, Velinimet’i ve daha birçok distopya iktidarını aratmayan Başkan her gün başka bir devlet hakkında konuşup “Bizi kıskanıyorlar.” demektedir. Bu devletin önceki yöneticileri gibi sadece bir basın sözcüsü vb. ile yetinemeyen Başkan, 2018 yılında kendisine özel bir bakanlık gibi işleyen İletişim Başkanlığı’nı (İB) kurmuştur.

2020’de İB bünyesinde algı yönetimine yoğunlaşmak için kurulan Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Daire Başkanlığı’yla beraber İB, Kallokain’deki Propaganda Bakanlığı’nı aratmayacak şekilde işlevselleştirilmiştir.

Devletin kolluk kuvvetleri birilerini helikopterden attığında atanların değil bunu haberleştirenlerin tutuklandığı bir coğrafyada İB’nin yetki alanlarının genişlemesi birçok alanda zaten zor olan koşulları daha da zorlaştıracaktır. Hangi haberin veya yorumun manipülasyon olduğuna karar verilecek ve gündemin toplum tarafından iktidarın istediği şekilde algılanması için daha fazla yalan uydurulacaktır. Basın kartları sadece iktidarın kalemşörlerine dağıtılacak, muhaliflerin kartları iptal edilecek ve gazeteler daha fazla ekonomik yaptırıma maruz kalacak, devrimci basının imhası için daha çok çalışılacaktır.

İyi ki bahsi geçen devletin sınırları dahilinde yaşamıyoruz, yoksa bu yazıyla hayat boyu basın kartı alamamayı garantilemenin yanında muhtemelen açılacak soruşturmalarla uğraşıp bir ihtimal de hapishaneye kapatılırdık diye düşündürten ve şükrettiren kitabın giriş ve gelişme bölümünde oldukça karanlık bir atmosfer tasvir ediliyor ancak sonunun yazılmadığını hatırlatmakta fayda var. Bahsettiğimiz distopyaların en eskisi olan Biz’den bir cümleyi unutmamakta da fayda var: “İnsanda düş gücünü yok edecek bir yol bulmadıkça kazanamazsınız.”

Mercan Doğan

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Bir 2020 Distopyası appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/23/bir-2020-distopyasi/feed/ 0
Röportaj – Uruguay’da Örgütlü Anarşizm ve FAU https://meydan1.org/2020/11/22/roportaj-uruguayda-orgutlu-anarsizm-ve-fau/ https://meydan1.org/2020/11/22/roportaj-uruguayda-orgutlu-anarsizm-ve-fau/#respond Sun, 22 Nov 2020 07:36:03 +0000 https://meydan.org/?p=66633 Askeri darbeler, diktatörlükler ve toplumsal hareketler açısından oldukça hareketli bir coğrafya olan Güney Amerika ülkelerinden Uruguay’da anarşist geleneğin örgütlenmesinde etkili olmuş, günümüz pratikleriyle de toplumsal alanda anarşizmi örgütlemeye devam eden ve Güney Amerika’daki ülkelerdeki anarşist örgütlerle birlikte hareket etmeye, dayanışmaya çalışan FAU (Uruguay Anarşist Federasyonu) ile Meydan Gazetesi olarak bir röportaj gerçekleştirdik. FAU ile Uruguay’daki […]

The post Röportaj – Uruguay’da Örgütlü Anarşizm ve FAU appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Askeri darbeler, diktatörlükler ve toplumsal hareketler açısından oldukça hareketli bir coğrafya olan Güney Amerika ülkelerinden Uruguay’da anarşist geleneğin örgütlenmesinde etkili olmuş, günümüz pratikleriyle de toplumsal alanda anarşizmi örgütlemeye devam eden ve Güney Amerika’daki ülkelerdeki anarşist örgütlerle birlikte hareket etmeye, dayanışmaya çalışan FAU (Uruguay Anarşist Federasyonu) ile Meydan Gazetesi olarak bir röportaj gerçekleştirdik. FAU ile Uruguay’daki politik durumu, korona krizi sürecindeki faaliyetlerini ve Uruguay’daki örgütlü anarşizmin tarihini, bugününü konuştuk.

Meydan Gazetesi: FAU ve Uruguay’daki anarşist geleneğin arasında önemli bir bağ var. Öncelikle bize Uruguay’daki bu anarşizm tarihinden bahseder misiniz? Ayrıca FAU şu andaki anarşist düşünce ve hareketin şekillenmesine nasıl yardımcı olmuştur?

FAU: FAU (Uruguay Anarşist Federasyonu), anarşist militanlar arasındaki uzun bir tartışma ve mücadele sürecinin ardından 1956’da kuruldu. Politik olarak örgütlenme ihtiyacına ilişkin tartışma, kişisel ve uluslararası süreçlerin bir sonucu olarak şu anda da artıyor.

İberya Devrimi’nin ardından çok zaman geçmemişti, anarşist hareketin ve hareketin sınırlarının yüzleşmek zorunda kaldığı tüm sorunlar yeniydi. Anarko-sendikalizmin Uruguay’da önemini yitirdiği bir süreçti ancak genel olarak anarşizm, mücadeleci unsurlarıyla birlikte sendika hareketinde gücünü ve referansını sürdürmüştü. Üniversite mücadelesindeki militan öğrenciler ile birlikte bazı işçi sendikalarında da önemli sayıda anarşist militan vardı. Öğrenciler Federasyonu’nun ilişkiler sekreteri, daha sonra bir matbaa işçisi ve işçi hareketinin önemli bir karakteri olacak olan FAU üyesi Gerargo Gatti’ydi. Bir yandan toplumsal mahalle çalışmasından gelen bir militanlık da vardı: Ateneo Cerro Teja, 1952’den beri Montevideo’nun batısındaki her iki mahallede de yoğun bir şekilde faaliyet gösterdi ve göstermeye devam ediyor. 1950’ler ve 1960’lar boyunca bölgedeki çeşitli futbol kulüplerinde ve polikliniklerde de önemli faaliyetler gerçekleştirildi.

Montevideo’nun diğer mahallelerinden bile gelen birkaç grup o dönem FAU örgütlenmesine dahil oldu. Bu dahil olmaların tartışma süreçleri oldukça uzundu, grupların sunum ve katkıları ile süreç geliştirildi ve çok çeşitli konulara yayıldı: iç yaşam, örgütlenme, işçi hareketi, Latin Amerika sorunu vb…

Kuruluşu, anarşizmin vaatlerini o günün -FORU ve FORA’nın ihtişamlı zamanlarından eser kalmayan- şartlarına uyarlayacak güçlü bir araçla donatılması gerektiği inancına dayanıyordu. Bir çok olay yaşanmıştı ve bunlar anarşizmin canlandırılması için gerekliydi.

Bu nedenle, anarşistlerin özgül örgütlenmesinin gerekli olduğunu göz önünde bulundurarak hareketimize Özgülcülük (Especifismo) diyoruz. Bakunin ve Malatesta’nın özgül hareketin önemi bağlamındaki varsayımları ülkemizde de karşılığını buldu. Hakkında çok az şey bildiğimiz ve görünüşe göre kısa ömürlü olan ilk FAU 1923 yılında kuruldu. Örgütsel irade ve eylem, Uruguaylı anarşist militanlar arasında mevcuttu. FAU’nun kurucularından bazılarının 1870’te ilk sendikaların kurucularıyla tanışmış olan insanlar olduğunu belirtmekte fayda var. FAU, ülkedeki tüm bu anarşizm deneyimlerinin, anarşizmin politik ve toplumsal varlığının, ağırlığının tarihsel devamlılığıdır.

Anarşizmin canlandırılmasına gelince, kıtasal projeksiyonlu bir anarşist hareket; Şili, Arjantin, Küba ve diğer bazı ülkelerden gelenlerle oluşan Latin Amerika Anarşist Konferansı’nın toplandığı 1957’den beri düşünülüyordu. Bu projeksiyon gerçekleştirilemezdi çünkü bazı ülkelerde anarşizm etkisini kaybediyordu ve örgütler çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalıyordu.

Öte yandan FAU Uruguay’da toplumsal çevrede görünürlüğünü ve eylem gücünü arttırmıştı. FAU’nun kurulduğu yıl olan 1956’da, Et Federasyonu (buzdolabı işçileri) sendika ortamında farklı bir “merkez” oluşturmak için konuşmalar yaptı ve koordinasyonu teşvik etme önerisini destekledi. Öneri geliştirildi, bazı toplantılar yapıldı ama başarılı olunamadı. Et Federasyonu’nun iddiası, tüm birlik ve yönelimlerin mevcut olması gerektiği ve bazıları dışlandığında bu koordinasyonun başarısız olduğu şeklindeydi. Tüm sendika hareketini tek bir “koordinasyon merkezi”nde bir araya getirme önerisi gökten inmemişti; çeşitli sendikaların işçileri arasında hissedilen ve tartışılan bir ihtiyaçtı. FAU’nun kuruluşundan önceki dönem boyunca birkaç sendikanın desteğini alan önemli grevler vardı. 1947’de işverenler tarafından desteklenen grev kırıcılarla işçiler arasında silahlı çatışmaların ardından donanma işçileri grevi gerçekleşti. 1951’de La Teja mahallesindeki kamu iktisadi kuruluşu olan ANCAP şirketine ait rafineride çalışan işçileri desteklemek için dayanışma grevi yapıldı. O zamanlar, memurların ve işçilerin büyük bir kısmının birliği yeniydi. Grev, 1947’de olduğu gibi söz konusu devlet şirketinin işçilerini desteklemek için başladı. “Dayanışma sendikaları” yani çeşitli mücadeleleri desteklemek için bir araya gelen ve sınıf mücadelesi farkındalığına sahip sendikalar tarafından gerçekleştirildi.

1955’te buzdolabı işçileri açlık eylemi yaptı. Eylem esnasında Cerro de Montevideo Mahallesi’nde bazı yoldaşlar suikaste uğradı. Bu koşullarda sendikalar birleştirildi ve FAU kuruldu.

1958’de üniversite özerkliği ve eş yönetim* için sokaklarda güçlü bir öğrenci-işçi birlikteliğinin olduğu yoğun bir mücadele vardı. Ve bu özerklik ve eş-yönetim, sonradan sert bir şekilde bastırılacak bir mücadeleyle sağlandı. Sendika birliğinin 1964’te CNT’nin (Ulusal İşçi Birliği) ve ardından 1965’teki Halk Kongresi’nin -yüzlerce halkçı örgütün “krize çözüm programı” arayışında bir araya geldiği yer- kurulması yoluyla gerçekleştiğine de ayrıca dikkat edilmelidir. Bütün bu olaylarda FAU militanlığının etkisi belirleyici oldu.

Otoriterlik Uruguay’da 1960’larda yükseliyordu. Aslında, bu sendikal mücadele ve birleşme süreçleri bir şekilde otoriter ilerlemeye ve krize karşı bir yanıttı. Bu otoriter ilerleme, Başkan Gestido’nun ölümünden sonra Jorge Pacheco Areco’nun göreve başladığı 1967’nin sonundan itibaren daha da büyük bir güçle ivmelendi. Pacheco FAU, Sosyalist Parti, Doğu Devrim Hareketi, Birleşik Halk Hareketi, Época ve Devrimci Sol Hareket ile ilintili kişileri derhal kriminalize etti ve faaliyetlerini yasakladı. Bu kuruluşların hepsi “Época” anlaşmasını imzalayan ve aynı isimli dergiyi yayınlayan kuruluşlardı.

Daha sonra 1968’de bu dönemden önce farklı hükümetler tarafından sendikalara karşı kullanılan “OHAL” yönetimine benzeyen Hızlı Güvenlik Önlemleri’ni hayata geçirdi. Haziran 1968’de ise kalıcı hale getirdi. Yasadışı hale getirilen FAU bu hükümete “anayasal diktatörlük” demeye başladı.

FAU’nun yasadışı ilan edilmiş olması, faaliyetlerini sürdürmesini engelleyemedi. Bu durum, artan baskıdan önce FAU tarafından zaten öngörülmüştü. FAU, faaliyetlerine yer altından devam etti ve 1968 ile 1970 yılları arasında haftalık olarak “FAU Mektupları”nı yayınlamaya başladı. Öte yandan İşçi-Öğrenci Direnişi (ROE) yükseldi. ROE sendikaların, sendika gruplarının ve anarşist öğrencilerin bir araya geldiği bir FAU organıydı. Toplumsal ve politik alanda militanlığımızı bir araya getiren ve sayısız işçi, öğrenci direnişine verilen desteğin teşvik edildiği; hareketliliğin sağlandığı bir alandı. “Her seviyede doğrudan eylem” tartışmaları hem toplumsal alanlar için hem de diğerlerinin o dönem “askeri” dediği alanlar için yürütüldü. FAU kendi silahlı mücadelesini geliştirdi: OPR 33 (Halkın Devrimci Örgütü-33). OPR’nin eylemleri Latin Amerika’da o zamanlar çok revaçta olan ve devrimci eylemin karmaşıklığını ve tüm yönlerini hesaba katmayan gerilla yöntemleri gibi değildi.

OPR eylemleri FAU tarafından tanımlandı; bu eylemler de politikti. Bu eylemlerin çoğu sendika mücadelelerini desteklemek için gerçekleştirildi çünkü tüm mücadele yolları tükenmişti ve baskı mücadeleyi savunulamaz hale getirmişti. Bazı iş adamlarının kaçırılması ve fidye toplanması sonrasında devlet tarafından desteklenen sert işverenlere karşı bazı mücadeleler kazanıldı. Dahası, sendikanın talepleri yerine getirildi ve işçi örgütlenmesine saygınlık kazandırıldı.

Ayrıca OPR bazı banka, silah ve malzeme kamulaştırmaları da yaptı. 33 Doğulu’nun (Brezilya İmparatorluğu’na karşı savaşan ve Uruguay’ın ayrılmasında büyük payı olan devrimci militan bir yapı) bayrağı da tekrardan kazanıldı.

1972 civarında baskı yoğunlaştı. MLN Tupamaros kaybetti ve darbe planları hızlandı. MLN liderlerinin çoğu kışlalarda askerle birlikte karanlık pazarlıklara tutuştu. Şubat 1973’te Ordu ve Hava Kuvvetleri, darbenin detaylarını tamamlamak için harekete geçti. Bu bağlamda başta Komünist Parti olmak üzere tüm sol Şubat ayında isyan eden askerleri destekledi.

FAU, 1972 ile 1973 yılları arasında silahlı aygıtını (OPR 33) işletmenin ve finanse etmenin daha kolay olduğu Buenos Aires’e taşıdı.

27 Haziran 1973 darbesi, 15 gün boyunca tüm ülkeyi felç edecek muazzam bir Genel Grev ile halktan güçlü bir tepki aldı. Fabrikalar, üniversiteler, sağlık merkezleri, her yer darbeye direnmek için işçiler, öğrenciler ve mahalleliler tarafından işgal edildi. FAU militanlığının bunlardaki etkisi oldukça belirgindi. O dönemde kurulan baskıcı iklim, militan faaliyeti sürdürmeyi zorlaştırdı ve daha da yer altına inmeye zorladı. FAU ve ROE militanlarının çoğu faaliyetlerine devam etmek için Buenos Aires’e sürgüne gitti. Uruguay’da hapishaneler, birçoğu FAU’lu olmak üzere siyasi tutsaklarla doldu.

ABD’nin desteğiyle Güney Koni diktatörlükleri için baskıcı bir koordinasyon planı olan “Plan Cóndor” Arjantin’de diktatörlüğün kurulduğu 1976’da faaliyete geçti. Bu baskıda, FAU’dan düzinelerce yoldaş -neredeyse tüm örgüt- dahil olmak üzere on binlerce kaybedilme ve politik suikast gerçekleştirildi.

Biraz da örgütsel yapıdan bahseder misiniz? FAU hangi alanlarda mücadele etmektedir? Neden sendika olarak değil de federasyon altında mücadelesini sürdürmektedir?

Aslında federalizmi uygulamaya çalışıyoruz. Kendimizi bir federasyon olarak örgütlüyor ve özlemini duyduğumuz yeni toplumun küçük bir halini projelendirmeye çalışıyoruz. Eklemlenme ve toplumsal düzeyde FAU birkaç sendikada aktif. Bazılarının karar vermesine katılıyor, diğerlerinin yönetimin küçük bir kısmında ve diğerlerinin tabanında örgütleniyor ve tüm sendikalarda militan grupların kurulmasını destekliyoruz.

Mahalle çalışması olarak Montevideo’nun batısında, Cerro ve La Teja mahallelerinde önemli bir faaliyet geliştiriyoruz. Cerro Mahallesi’nde yaklaşık 70 yıldır bölgede faaliyet gösteren ve toplumsal bir yapı olan Ateneo del Cerro aracılığıyla faaliyet gösteriyoruz. La Teja’da La Cumparsita Atletizm Enstitüsü’nde Covid nedeniyle bu kriz anlarında Halk Tenceresi (para toplamak için dayanışma yemekleri) faaliyetini ve Halk Tenceresi üzerinden de mahalle çalışmalarımızı yeniden başlattık. Her iki toplumsal yapının da tarihlerinde diktatörlük sırasında kaybedilen veya çatışmada ölen yoldaşlar var.

Ayrıca Covid’in bu döneminde militanlığımızın genel olarak Ateneo del Cerro’daki Halk Tenceresi’ne ve düzenli koordinasyonu sürdüren birkaç sendikanın desteğine odaklandığı da belirtilmelidir.

Biz aklında nihai bir strateji olan politik bir örgütlenmeyiz: Toplumsal devrim ve anarşist bir dünyanın yaratılması. Bunu başarmak için de Halk Gücü oluşturmaya dayalı bir strateji ile çalışma yürütüyoruz. Bu çalışma, insanların arasına karışmak ile oluşturuldu. Biz anarko sendikalist değiliz, devrimci bir sürecin doğasında bulunan görevlerin büyük bir kısmının bir sendika tarafından yerine getirilemeyeceğini biliyoruz. Bu yüzden mücadelenin bütün işçileri kapsaması ve onlardan da daha büyük bir hale gelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Evet, biz sendikalara eklemlendik ve oradan kendi vaatlerimizi ve stratejilerimizi yükseltiyoruz. Sendikaların devrimci kopuş sürecinde temel bir rol oynadığının farkındayız. Ancak doğası gereği politik bir örgütlenmenin yapması gereken politik, ideolojik, teorik ve teknik nitelikte görevler de vardır ve bu konuları ele alması gereken tıpkı diktatörlük öncesi dönem gibi bu politik örgütlenmedir, federasyondur.

Uruguay’da şu anki politik süreç ve bu politik sürece FAU’nun etkisinin ne olduğundan bahseder misiniz?

Şu anda Uruguay’da Ulusal Parti aracılığıyla geleneksel sağ, hükümete geri döndü. Ancak bu sefer askeriyeyi ve faşistleri bir araya getirmeyi başaran yeni parti Cabildo Abierto’yu ve tüm sağ partileri içeren bir ittifakla hükümet olabildiler. Hükümetin önümüzdeki beş yıllık süreç için kamu bütçesi proje teklifinde gösterdiği gibi, güçlü bir ekonomik uyum sağlamaya gelen neoliberal bir hükümet kuruldu. Ama bu hükümet aynı zamanda daha yüksek düzeyde baskı uyguluyor. Amiral gemisi Acil Değerlendirme Yasası (LUC) idi, yasadaki ana bölüm çeşitli suçlara yönelik cezalardaki artışa atıfta bulunuyor ve polislerin elini güçlendiyor.

Son 15 yıldır Frente Amplio’nun (FA) elindeki ilerici hükümetleri gördük. Bunlar genel olarak sistemin politikaları ile devam eden ve 2002’deki büyük krizden sonra ülkenin yaşadığı büyük ekonomik büyümeyi yeniden dağıtan ve bazı iyileştirmeler uygulayan hükümetlerdi. FA hükümetleri, diğer şeylerin yanı sıra polisi güçlü bir şekilde teknik açıdan yükseltti ve Cumhuriyet Muhafızları’na (askeri polis) ulusal bir kapsam verdi. Askeri diktatörlüğün suçları için oluşturulan sorumsuzluk 35 yıldan fazla devam ettirildi ve FA bu sorumsuzluğu sürdürmeye aktif olarak katıldı.

Zorlu bir dönemden geçeceğiz. Çünkü en alttakiler için ekonomik kriz daha da kötüleşecek ve onlar müdahale etmek için daha fazla yasal araca sahip oldukları için baskı da daha fazla ortaya çıkacak.

Sendikal ve toplumsal düzeydeki eylemimiz bizi direnişi, tüm bu uyum ve baskı sürecine karşı yükseltmeye götürüyor. Bunu FAU önerileri ve propagandasının yanı sıra eklemlendiğimiz alanlarımızdan da yapıyoruz.

Ama aynı zamanda daha geniş militan eklemlenmemizi, direniş ve dayanışmayı ROE’yi güçlendirmeye çalışarak yapıyoruz, tarihsel sürekliliğin devamı adına eski ROE’nin ismini veriyoruz. Tüm kitlesel eylemler bizim aktif katılımımıza güveniyor.

Covid-19 salgını, dünyanın farklı coğrafyalarında devletlerin OHAL benzeri uygulamalarla halkı daha fazla baskıladığı bir sürece dönüştü. Uruguay’da durum nedir, FAU bu sürece yönelik ne yapıyor?

Uruguay’da yeni hükümet 1 Mart’ta göreve başladı ve salgın 13 Mart’ta buraya ulaştı. Hükümet zorunlu karantina veya olağanüstü hal tedbirleri almadı, ancak “evde kal” politikası ve zorunlu sosyal izolasyon açıklandı. Bütün sınıfları kapsayacak şekilde eğitim askıya alındı ve diğer bazı önlemler nüfusun önemli bir bölümünü faaliyetlerinden uzaklaştırdı. Uruguay’ın, esas olarak başkent Montevideo ve metropol bölgesinde yoğunlaşan 3,5 milyon nüfuslu bir ülke olduğunu da unutmayalım.

Zorunlu karantina olmaması, ülkenin hem politik hem de toplumsal olarak işlemeye devam etmesini sağladı. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, mahalle faaliyetlerinin önemli bir bölümünü yeniden canlandıran ve birlik militanlığını toparlayan Halk Tenceresi gibi birkaç olay daha gerçekleşti.

Dönem boyunca gerçekleştirilen çeşitli gösterilere katıldık ve örgütlenmesini yaptık: 1 Mayıs’ta Cerro-Teja Kolonu’nu yükselttik, o gün gerçekleştirilen farklı faaliyetlere de katıldık ve 20 Mayıs’ta (kaybedilen tutsaklar günü) farklı sendikaların LUC karşıtı eylemlerine, etkinliklerine ve grevlerine katıldık. 1994 yılındaki Filtro Hastanesi’ndeki baskılara karşı düzenlenen 24 Ağustos’taki anmaya da katıldık.

Çalışmalar olabildiğince düzenli olarak sürdürüldü. FAU olarak Görüş Mektupları’mızı düzenliyor, durumu analiz ediyor ve genel bir eylem planı oluşturuyoruz. Aynı zamanda Covid’in sistemin yeni siyasi yapısı açısından temsil ettiği değişimler hakkında bir analiz geliştirmeye çalışıyoruz. Bu değişimler halihazırda kendini gösteriyordu fakat Covid ile daha da derinleşti.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

FAU için, özgüllüğün veya örgütlü anarşizmin tüm bölgeler düzeyinde büyümesi önemli. Anarşizmin büyüklüğünü yeniden inşa etmek sadece konuşmalarla değil halk içinde gündelik eylemlerle ve güçlü propaganda ile yapılacaktır. Anarşizmin yeniden güçlenmesinin ve değişim için bir alternatif olmasının yolu yoksulların günlük hayatlarına destek ve dayanışma sağlamak, örgütlenmektir. Anarşizm başarısız olmayacak tek ideolojidir. Bu tarihsel kırılmada kendine hareket alanı açabilir ve farklı bir toplumun inşasında kendini test edebilir. Bunun için, anarşist politik örgütler olarak bağlarımızı, koordinasyonumuzu güçlendirmek esastır. Bütün bölgelerdeki diğer grupları ve örgütleri güçlendirelim. Koordine olalım ve ortak bir stratejimiz olsun. Kolektif bir şekilde gelişelim. Aynı fikrin ve aynı amacın parçasıyız, bizi özgürleşmeye götüren politik süreci beraber inşa etmeliyiz.

Beraberiz.

ANARŞİZM VE ÖZGÜRLÜK İÇİN
DÖVÜŞENLERE YAŞAM!

URUGUAY ANARŞİST FEDERASYONU

*Eş yönetim: Üniversitelerde öğrencilerin fabrikalarda da işçilerin yönetimde söz hakkı sahibi olma durumu. Latin ülkelerinin genelinde bununla ilgili mücadeleler toplumsal hareketlilikte önemli bir yer tutuyor.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Röportaj – Uruguay’da Örgütlü Anarşizm ve FAU appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/22/roportaj-uruguayda-orgutlu-anarsizm-ve-fau/feed/ 0
Anarşist Sanatçılar Dizisi (1) : Fabrizio De André https://meydan1.org/2020/11/21/anarsist-sanatcilar-dizisi-1-fabrizio-de-andre/ https://meydan1.org/2020/11/21/anarsist-sanatcilar-dizisi-1-fabrizio-de-andre/#respond Sat, 21 Nov 2020 09:05:06 +0000 https://meydan.org/?p=66622 Meydan Gazetesi’nin bu sayısından itibaren başlattığımız yazı dizimizde anarşist kimliğini gizlemeden sanatsal faaliyet üreten sanat grupları/kolektifleri, ressamlar, şairler, müzisyenler, tiyatrocular, sinemacılar, romancılar, dansçılar, karikatüristler, fotoğrafçılar, mimarlar ve sanat tarihçileri yer alacak. Farklı farklı yerlerde sanatından ötürü bildiğimiz kimilerinin anarşist kimliğini öğreneceğiz, anarşist kimliğini bildiğimiz pek çoklarının ise sanatla kurduğu ilişkiyi öğrenmiş olacağız. İlk bölümü Akdeniz […]

The post Anarşist Sanatçılar Dizisi (1) : Fabrizio De André appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Meydan Gazetesi’nin bu sayısından itibaren başlattığımız yazı dizimizde anarşist kimliğini gizlemeden sanatsal faaliyet üreten sanat grupları/kolektifleri, ressamlar, şairler, müzisyenler, tiyatrocular, sinemacılar, romancılar, dansçılar, karikatüristler, fotoğrafçılar, mimarlar ve sanat tarihçileri yer alacak. Farklı farklı yerlerde sanatından ötürü bildiğimiz kimilerinin anarşist kimliğini öğreneceğiz, anarşist kimliğini bildiğimiz pek çoklarının ise sanatla kurduğu ilişkiyi öğrenmiş olacağız. İlk bölümü Akdeniz ülkelerinde ünü dünyanın geri kalanından biraz daha fazla olan söz yazarı ve şarkıcı Fabrizio de André’ye ayırdık.

İtalya’nın dünya anarşizmine olan katkısı yalnızca İtalya devletinin ve onun sömürgelerinin sınırlarıyla çevrili kalmamıştır. İtalyan devrimciler kültür alanından toplumsal mücadelelere dek hemen her yerde, ABD’den Mısır’a, Osmanlı’dan Güney Amerika’ya dek dünyanın dört bir yanında adaletsizliklere karşı isyanın, esarete karşı özgürlüğün sesi olmuşlardır. Bu özgürlük özleminin yarattığı kültür içerisinde büyüyen ve yaşamını inandığı ideallerle bezeyen Fabrizio de André ilk ismini anacağımız isim oldu bu yazı dizisi kapsamında.

Yaşamı

Fabrizio de André 18 Şubat 1940’ta kendisi gibi müzisyen babası Giuseppe De André ve Luisa Amerio’nun ikinci çocuğu olarak Cenova Pegli’de dünyaya gelir. 2. Dünya Savaşı yıllarında oradan oraya taşınarak geçen çocukluk yaşantısı sırasında 14 yaşındayken annesinin teşvikiyle gitar çalmaya başlayan Fabrizio, kısa sürede çeşitli yerel sahnelerde kendine yer edinmeye başlar. Gençlik yıllarında babasının Fransa’dan getirdiği kayıtlarla bir başka anarşist müzisyen olan George Brassens’ten etkilenen De André, kendini yetiştirmeye başlar. 19 yaşındayken İtalya Anarşist Federasyonu’na bağlı Carrara Anarşist Federasyonu’na katılması onun yaşantısını kökünden değiştirecektir. Politik yaşantısına ilişkin önemli bir dönüm noktası olan bu günlerden ölene kadar De André anarşist mücadele içerisinde yer almaya devam etmiştir.

Üniversite yıllarında Edebiyat, Tıp ve Hukuk Fakülteleri’nde dolaştıktan sonra müzisyen olarak yaşamını sürdürmeye karar verip bütün zamanını yaşamak istediği hayata adayan De André, çeşitli canlı müzik mekanlarında sahne almaya devam etmektedir. Ona dünya çapında bir ün kazandıran pek çok savaş karşıtı şarkıyı bu dönemde bestelemiştir. “La guerra di piero”, “Carlo Martello (Ritorna Dalla Battaglia Di Poitiers)” ve 1982 Lübnan Savaşı’na karşı yazdığı “Sidún” gibi savaş karşıtı şarkılar De André’nin çocukluğunda yaşadığı ve onun üzerinde yaşamını zorlaştırmasıyla kötü etkileri olan savaşlara karşı olan öfkesini politik duyarlılığıyla birleştirdiği eserler olarak karşımıza çıkmaktadır. De André savaş karşıtlığının yanında, yazdığı “taşlamalarla” Katolik Kilisesi’ne de adeta şarkılarıyla savaş açmıştır. Fabrizio’nun babası da devrimci mücadelenin aktif bir militanı olarak yıllarca faşizme karşı savaşmıştır. Antifaşist kimliğiyle polis baskısını sürekli üzerinde hisseden ailesiyle beraber pek çok kez yer değiştirmek zorunda kalmaları bu sebeple olmuştur.

Zamanla Cenova burjuvalarından biri haline gelen bir aileden gelmesine rağmen, bütün tevazusuyla anarşist düşünce ve harekete olan sempatisini genç yaşlardan beri gösteren De André, ilerleyen yıllarda da bu tutarlılıkta davranmaya devam edecektir.

Sanatı ve Politik Yaşantısı

Fabrizio De André, şarkılarında sisteme entegre olmayan insanları konu etmesiyle öne çıkmaktadır. Müzikal olarak aktif olduğu 40 yıla 13 stüdyo albümü ve pek çok konser çalışması sığdıran De André, “Sotto le ciglia chissà” isimli bir romanın da yazarı ve PFM olarak bilinen büyük progresif rock grubu Premiata Forneria Marconi ile ortak çalışmalara imza atan devrimci anarşist bir müzisyendir.

Sokakta yaşayan insanlardan, yoksullardan, translardan, göçmenlerden, zorunlu askerlerden, isyancılardan bahseden müzikleriyle De André her zaman ezilenlerin safında olmuştur. Onun özgürlükçü düşüncelere ve ezilenlere olan ilgisinin kaynakları daha önce de ismini andığımız, De André’nin birkaç şarkısını çevirip söylediği George Brassens’i keşfetmesine kadar geriye götürülebilir. De André’ye göre Brassens de bir anarşistti ve şarkıları toplumun zihnine kazındı. Brassens sadece onun için bir öğretmen değildi, nasıl şarkı söyleneceğini öğretmesinin yanı sıra bir düşünce ve eylem insanı olarak onu etkilemekteydi. Örneğin elma hırsızlarının kaçmasına nasıl destek olduğunu ona anlatan ve mülkiyeti sorgulatan Brassens olmuştu. Dayanışmanın, halkın bir arada yaşamasının, güçlü olanın değil ezilenin, aşağılananın safında olmak gerektiğini ona yine Brassens öğretmişti…

Pek çokları tarafından en politik albümü olarak kabul edilen “Storia di un impiegato” yani “Bir işçinin hikayesi” isimli albümünde yer alan “Canzone del Maggio” sözleriyle -tıpkı Albert Camus’nün “Düşüş”te yaptığına benzer bir şekilde- bütün umursamazlara, görmezden gelenlere ya da mücadeleye sırtını dönenlere seslenmektedir: “Bizim Mayıs günlerimiz/ sizi ürküttüyse de/ bakmaya korkunuzdan/ ağzınızı açamaz olduysanız/ alevler sizin arabanızı da/ sıyırıp geçtiyse/ beraatinize karar verilmiş olsa da/ farketmez her şeye dahilsiniz/ ne demişlerdi size/ önemli bir durum yok/ yakında iş başı yapılır/ bir iki öğrenci tutuklanır yine/ her şeyin aceleyle oynadığımız/ bir oyun olduğuna inansanız da/ fark etmez her şeye dahilsiniz.”

Le Nuvole’de yer alan Ottocento ise dünyaya ve mücadeleye bakış açısını aslında bir nevi özetler: “Bana zamanımızın şarkısını söyle/ altta kalanların/ kinini ve hoşnutsuzluğunu/ bizi ileri götüren/ bu motorun kokusunu/ duymak istemiyorum.”

Bu doğrudan referansların dışında konserler sırasında söylediği şarkıların bazılarında sözlerle oynayarak sözcükleri “anarşi/anarşizm” ile değiştirip dinleyicilerini şaşırtmayı da seven De André ayrıca yerel dillerin, kültürlerin korunmasına ve Roman halkının durumuna özel ilgi göstermiştir. 1984 yılında yayınladığı “Crêuza de mä” albümü baştan sona bir Cenova lehçesi olan Liguryanca söylenmiştir. Şarkı sözlerinde çokça yer verdiği Romanlar için ise De André bu halkın Nobel Barış Ödülü’nü hak ettiğini çünkü iki bin yıldır hiç savaşa neden olmadan Avrupa’yı gezdiklerini söylüyordu. Bir yoldaşının ona dair yazdığı yazıda bahsettiği gibi De André, “Romanların duyarlılığını mükemmel bir şekilde anladı”, onları aynı zamanda toplumsal sorunların sebebi olarak değil bu sorunlara rağmen büyük değerlerin taşıyıcıları olarak görüyordu.

Anarşist Örgütlerle Olan Dayanışma İlişkileri

Fabrizio De André anarşizmi sanatına ün kazandıracak “popülist” bir argüman olarak düşünmemiştir hiçbir zaman. Paolo Finzi’nin onun anısına, yoldaşı olarak kaleme aldığı kitapta da belirtildiği gibi De André’nin anarşist düşüncesi “ütopik bir özgürlüğe kayıtsız bir özlem değil, anarşizm teorisyenlerinin sağlam okumalarıyla desteklenen bir düşüncedir. Malatesta, Bakunin, Stirner ve diğer anarşist militanların eserlerini okuyarak politik ve sosyal bir yaklaşım olarak anarşizm düşüncesini geliştirmiş, benimsemiştir.”

Fabrizio De André muhalif kimliğini yansıttığı şarkılar dışında da onu İtalyan anarşizmi için önemli bir figür haline getiren sorumluluklu bir ilişki geliştirmiştir. Hayatı boyunca Şubat 1979’da ilk sayısını yayınlayan, aylık olarak yayımlanmakta olan ve hala yayın hayatına devam eden A Rivista Anarchica’nın destekçilerinden biri olmuştur.

Yoldaşları, onun anısına dergide yer verdiği yazılardan birinde “Fabrizio De André ile ilişkimiz çok yoğun ve gerçekten özeldi.” diyorlar. “A Rivista her zaman onun dergisi olmuştur, her gittiği yere cebinde katlayarak taşıdığı bir nüshasını götürür, konserleri sırasında görülen yerlere iliştirirdi.”

Bu dayanışma ilişkisinin en çok belirginleştiği yerlerden bir tanesi de kara kızıl bayraklar altında düzenlediği dayanışma konserleri olmuştur. İlki 1982’de Carrara’da olmak üzere 1991’de Napoli’de (“Umanità Nova” ve “A Rivista” ile dayanışmak için) ve 1975’te Rimini’de, 1976’da da Bolonya’da düzenlediği konserler pek çok insanın özgürlükçü fikirlerle tanışmasını sağlamıştır. Bu kayıtlardan bazılarını konser kaydı olarak yayınlayan De André konserlerinin çoğunu “İster Cenova’nın dar sokakları ister Sardunya’nın kırsal kesimlerinden olsun, her tür özgürlükçü çevreye olan ilgisi ve anarşist düşünceleri olduğunu bildiği insanlarla yapılan sohbetlere” teşekkür ederek sonlandırmıştır.

Fabrizio De André, yetiştiği ortam ve onun bir yansıması olan samimiyetiyle İtalyan anarşizminin saygı duyduğu bir isim olarak yaşamı boyunca mücadele etmiştir ve hala hatırlanmaya devam etmektedir.

Meltem Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşist Sanatçılar Dizisi (1) : Fabrizio De André appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/21/anarsist-sanatcilar-dizisi-1-fabrizio-de-andre/feed/ 0
Anarşist Arkeoloji Tartışması (1): Tipolojiye Karşı – Arkeolojik Paradigmaya Eleştirel Bir Yaklaşım https://meydan1.org/2020/11/19/anarsist-arkeoloji-tartismasi-1-tipolojiye-karsi-arkeolojik-paradigmaya-elestirel-bir-yaklasim/ https://meydan1.org/2020/11/19/anarsist-arkeoloji-tartismasi-1-tipolojiye-karsi-arkeolojik-paradigmaya-elestirel-bir-yaklasim/#respond Thu, 19 Nov 2020 14:49:00 +0000 https://meydan.org/?p=66628 Toplumsal devrim süreçlerinde ve isyan hareketlerindeki aktif pozisyonlarıyla anarşistler, uzun yıllardır “eylemci” bir pratikle tarihte yerlerini alıyorlar. Bu durum, toplumsal yaşamın dinamiklerini ve insanın kendi olabilme mücadelesini en çok yaşamın içinde, özgürlük arayışının derinlerinde arayanlar için şaşırtıcı olmayan bir gerçeklik olsa gerek. Öte yandan, özellikle Kropotkin’in külliyatı ve Bakunin’in erken dönem çalışmalarında yoğunlukla hissedilen, anarşistleri […]

The post Anarşist Arkeoloji Tartışması (1): Tipolojiye Karşı – Arkeolojik Paradigmaya Eleştirel Bir Yaklaşım appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Toplumsal devrim süreçlerinde ve isyan hareketlerindeki aktif pozisyonlarıyla anarşistler, uzun yıllardır “eylemci” bir pratikle tarihte yerlerini alıyorlar. Bu durum, toplumsal yaşamın dinamiklerini ve insanın kendi olabilme mücadelesini en çok yaşamın içinde, özgürlük arayışının derinlerinde arayanlar için şaşırtıcı olmayan bir gerçeklik olsa gerek. Öte yandan, özellikle Kropotkin’in külliyatı ve Bakunin’in erken dönem çalışmalarında yoğunlukla hissedilen, anarşistleri bilimsel araştırmaların ve felsefenin de aktif bir parçası haline getirmeye yönelik çabalar o yıllardan bu yana sürmektedir. Devlet ve kapitalizmin kurumlarının yaşamın düşmanı, gereksiz birer araç olduğunu bize göstermesiyle anarşizm bilimsel çalışmaları beslerken özellikle güncel araştırmalar da geçmişin devletsiz, hiyerarşisiz örgütlenmesini bize tekrar tekrar açığa çıkarmaya devam ediyor.

Daha önce farklı başlıklar altında gazetemizde yer verdiğimiz “anarşizm ve sosyal bilimler” arasındaki temasa ilişkin önemli ve güncel tartışmaların bazılarına değinebilmek için yeni bir yazı dizisine başlıyoruz. Toplumsal yaşamın anlamlandırılması bağlamında, geçmişin materyal kültürünü açıklamaya çalışarak bize güçlü bir perspektif sunan arkeoloji ve anarşizm üzerine kuramsal yazılar ve çeviriler yayınlayacağız. Aşağıda yer verdiğimiz çalışma, American Arkeoloji Topluluğu Dergisi’nin (SAA Archeology) Ocak 2017’de yayınlanan sayısındaki “Anarşi ve Arkeoloji” başlıklı dosya konusu kapsamında kaleme alınmış. Arkeolojik paradigmadaki “tipoloji” konusuna anarşist bir yaklaşım geliştirilmeye çalışılan yazıda, post teorilerin yarattığı açmaza karşın anarşizmin önemli bir bakış açısı geliştirebileceği savunuluyor.

“Bilim aslında anarşist bir çabadır. Yasa ve düzen öngören diğer alternatiflerin aksine Kuramsal Anarşizm daha insancıl bir ilerlemeyi teşvik eder.”
Paul Feyerabend (1975)

Anarşist düşünce -ona ilişkin yaygın kabule göre- sabit, genel kabul görmüş, dogmatik düşüncelere karşı çıkmakla ilgilenir. Söz konusu determinist karakteristiğe karşı çıkmanın yanında, eldeki ihtiyaç duyulan yapılara yönelik öneriler de vardır. Bu, -arkeologlar tarafından kullanılan tipolojiler de dahil olmak üzere- kurumlar, yasa ya da kuralların sistematiği, sosyopolitik ilişkiler ve hatta analitik kategoriler için de geçerlidir. Sabit kategorilerde ısrar, güncel analize etki eden eleştirel düşüncede zayıflamalara yol açabilir. Böyle durumlarda, araştırmanın diğer yaklaşımları titizlikle ele alması gerektiği durumlarda onun normatif bilimin sınırlarında (Kuhn’un 1962’de belirttiği gibi) ilerlediğini gösterir. Tipolojiler, arkeolojik miras üzerinde söz sahibi olan otoriteler ve kabul görmüş diğer paydaşlar için arkeolojik ontolojilerde başvurduğumuz materyalleri, özellikleri, merkezleri, kültürleri ve dönemleri kurgular. Tipolojiler yalnızca düşüncemizi sınırlamakla kalmaz tarafsız ve değişmez görünür, aynı zamanda iktidar ilişkilerinin de enstrümanlarıdır.

Yazımız Paul Feyerabend’in (1975) Yönteme Karşı: Anarşist Bir Bilgi Kuramının Anahatları’yla başlıyor. Bazılarının “bilim düşmanı” olarak andığı Feyerabend, bilimsel araştırma disiplinlerindeki çoklu yaklaşımı muhafaza etmek için savunuyordu. O; kendimizi normatif bilimin olağan, alışıldık kalıplarından çıkarmamızı, bilimsel bilginin ise en iyi “anarşist” bir çalışmayla sürdürülebileceğini savundu. Feyerabend, bilimsel çalışmalara tek bir temel yöntemin kılavuzluk etmesinin gerekmesindense farklı yaklaşımların anarşisini tercih etmeyi öne sürdü. Bu tür epistemik (bilgisel) yeniden düzenlemeler anarşist bir tipoloji çalışmasını mümkün kılmaktadır. Bu yaklaşım, devletler ve hegemonik ideallere odaklanan bilgi üreten süreçlere yönelik diğer eleştirileri de tamamlar. Yönetim sisteminin görünmez adaletsizliklerinin tekrarı, bilginin oluşumu üzerinde kontrol oluşturan kavramların değişmez doğası ile örneklendirilebilir. Bu; malzemeyi, tabakayı ve insanları tasnif etme şekillerimize yansımaktadır. Sözkonusu epistemik (bilgisel) şiddetin desteklenmesi, arkeolojik yorumun baskılanmasına yol açar. Böylece arkeolojik bilgiyi tekil ya da varsayılan biçimlerde yeniden üreterek kategorize ederiz. Anarşist bir yaklaşım, basit ya da olağan tipolojilere karşı arkeolojik bilgiyi farklı şekillerde düşünmemiz için kullanışlıdır. Şimdi arkeolojik bilginin yapılanmasında anarşist felsefenin daha refleksif (düşünümsel) şekilde benimsenmesinin zamanıdır.

SAA Arkeolojik Belgeleme’nin bu sayısındaki yazılarda da gösterildiği gibi, anarşizm pek çok insanın ilişkilendirdiğinin aksine kaotik, şiddet eğilimiyle maskelenmiş bir hareket değildir. Ya da basit çağrışımların ima edebileceği türden liderliğin, otoritenin ve hükümetin mutlak reddiyle ortaya çıkması öngörülen kargaşa ortamı demek de değildir. Anarşizm, topluluk ve katılım ilkelerine dayanır. Sömürü ve iktidar karşıtıdır; otoritenin dağıtılıp tekrardan anlamlandırılmasına vurgu yapar. Bu bağlamda arkeolojinin anarşist bir incelemesi ya da (A)narkeoloji, geçmişi normatif tipolojik sınırların dışında anlamamıza katkıda bulunarak çeşitli yöntem ve perspektifleri uygulamaya odaklanır (Kara Mala Kolektifi 2016). Mikhail Bakunin (1950 [1872]), Peter Kropotkin (1972 [1902]) ya da Emma Goldman’ın (1969 [1910]) klasik eserleri ve ek olarak antropolojideki güncel çalışmaları (Barclay 1982; Graeber 2004, 2007; Morris 2014; Scott 2009) hatırlayalım. Bu eserler arkeolojide anarşist etkili çalışmalara kaynaklık edecektir (Angelbeck ve Grier 2012; Flexner 2014; Wengrow ve Graeber 2015). Normatif tipolojilere karşı olmak, önermelerin analitik bir araç olarak kullanılmasına karşı olmak anlamında okunmamalıdır.

Sorun, kolonyal sınıflandırmalara dayalı (tartıştığımız kapitalist, ataerkil ve cinsiyetçi) epistemolojilerin kurulmasıdır. Arkeolojik yorumlamanın temelinde tam da bu sınıflandırma birimleri bulunmaktadır, işte bu yüzden arkeolojik materyalin açıklanması ve çalışılması için nasıl bir çerçeve oluşturduğumuz konusunda çok dikkatli olmamız gerekmektedir. Öyle ki yakın zamanda Dakota’daki Petrol Boru Hattı ve Kuzey Dakota’daki Standing Rock’ta (ve dünyanın diğer bölgelerinde) yaşayan Siyu (Sioux) Yerlileri’nin korunması için gerçekleşen eylemlerin bize gösterdiği gibi “sit alanı” kavramı bile otoriter figürlerin araziyi, kaynakları, toprağı ve üzerinde yaşayan halkı sömürmeye çalışarak durumu manipüle etmesini engelleyemiyor. Arkeolojik yorumlamaya etki eden olayları anlayabilmek için, (A)narkeolojik çerçevenin sağladığı dekolonizasyon (sömürgeden özgürleştirme) eylemleriyle, epistemik (bilgisel) adaletsizliğe ilişkin meseleleri gündemimize almalıyız.

Dekolonizasyon (sömürgeden özgürleştirme) süreci iktidarlı sistemleri yapıbozuma uğratarak kolonyalist tarih anlatısından dolayı arkeolojik yöntem içerisinde yer alan içsel ve sistematik çelişkilerin açığa çıkarılmasını sağlar. Postkolonyal eleştiriye duyulan ihtiyaç, arkeolojik bilginin saklanması ve tasnifine yönelik bütün bir arkeolojik pratiğin temelden incelenmesinden başlayarak tarih öncesi geçmişin yeniden yorumlanmasını gerektirir. Epistemik (bilgisel) eşitsizlik, geçmişe yönelik bilgiyi yapısallaştırması ve yeniden üretilmiş şekilde formüle etmesiyle sistematik ve yapısaldır. Yapısal eşitsizlik bağlamında, epistemik (bilgisel) adaletsizlik ortaya çıkabilir ya da oluşabilir, özellikle de adaletsizlik ve sessizlik arasındaki ilişkinin belgelenmesi noktasında (Fricker 2007). Tipolojiler için diğer seçenekleri açık tutarak, arkeolojik kayda yönelik epistemolojik pek çok yaklaşım arayabiliriz.

Ve ayrıca Feyerabend’in eleştirisiyle yazımıza başlasak da onun yaklaşımının bizimki ile doğrudan bir bağlantısı yoktur. Aksine onu yararlı bir başlangıç noktası olarak kullanıyoruz, eleştirimizin toplumsal dayanışmaya yönelik güncel gelişmelerle uyumlu olduğunu gördük, bu sebeple toplumsal arkeolojiyi özellikle yerli halklar ve ilkel topluluklara yönelen bir geçmiş kurgulamaya çağırıyoruz. Bu bizi etnik-merkezci bazı batılı yöntemler ve yaklaşımların yarattığı önyargıları kavramsal bir sorgulamaya tabii tutmaya itiyor. Bu yüzden anarşist ilkeleri, geçmişin araştırılması ve açıklanması noktasında farklı yaklaşımları bir araya getiren kullanışlı bir yöntem olarak vurguluyoruz. Bu bizi arkeolojik kayda yönelik epistemolojik yaklaşımlarda çoğulculuğu aramaya çağırıyor. Deneyimlerimiz gösteriyor ki anarşist ilkeler özellikle arkeolojik epistemolojinin üretim sürecinde (örn. yönetmelik, akademik yayın, online ilanlar ve diğer medya), arkeolojik araştırmadaki yerli ve/veya ilkel seslerin kapsanması noktasında kullanışlı olabilir. Arkeologlar pek çok yolla, “tipolojiyi” bizim kullandığımız anlamıyla vurguladılar. Neredeyse on yıldır arkeologlar çok daha iyi analizlerle kullandığımız kategorilerin sabitlenmiş doğasını eleştirdiler (Wylie 2002). 1940 yılında John Otis Brew (1946) arkeolojik çalışmalarda “Taksonomi’nin Kullanımı ve Suistimali”ni eleştirdi. Brew ayrıca yazılarında “taksonomik yöntemlere saldırıyı değil” anlaşılacağı gibi “çoğunlukla tercih ettiğimiz temel ve yerleşik arkeolojik kavramlar da dahil olmak üzere kendi yaklaşımımızın eleştirel bir incelemesini” vurguladı. Şöyle yazıyordu:

Bir arkeolog olarak, bize kullanışlı bilgiler sağlayacak bütün şekillerde materyalimizi tasnif etmemiz gerekiyor. Yeni ihtiyaçları karşılamak için az tasniften, farklı tasniften ve her zaman yeni tasniflerden çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Bir buluntu grubunun ya da kültürel gelişim seyrinin münferit bir sınıflandırmasıyla yetinmemeliyiz, çünkü bu yöntemde dogmatizm ve bir diğerini boşa çıkarma vardır. Biz elimizdeki bütün materyali ve arkeolojik kalıntıyı araştırırız -ya da araştırmalıyız-. Tek bir analizin bizi bütün bir kalıntıya yönlendireceği basit şeylerde bile. [Brew 1946:65].

William Y. Adams ve Ernest W. Adams’ın (1991; Wylie’den alıntıyla 1992) tipolojilerimizin analitik amacımıza hizmet eden pratik ve yararlı araçlar olmaları gerektiği düşüncesindeki gibi. Sonuç olarak tipolojilerimizin “değişken olmasına ve her zaman deneysel bir boyuta” ihtiyacı var. Dahası, arkeologlar kah malzemenin tasnifi noktasında kah kültürlerin sınıflandırılması noktasında olsun tipolojilerimizle eleştirel ve diyalektik bir ilişki içinde olmalıdır. Güncel eserleri olan “Tipolojik Tiranlığa Karşı”da, Cristobal Gnecco ve Carl Langebaek (2014) bu tipolojileri bularak eleştirilmeden kullanıldığında arkeolojik düşünceler ve pratiklere yansıtılan tipolojilerin kısıtlayıcı olduğunu tartışıyor. Genellikle evrenselleştirici tipolojik kategorilerin, özsel ve tembel bir şekilde sürekli olarak kullanıldığını söylüyor. Ek olarak, tarihsel açıdan “tipolojilerin, diğer sosyal üretimler gibi, ideolojik mücadelelerden sıyrılamadığına” dikkat çekiyorlar. Bu argümanlar, hem tipolojilerin kullanımı konusunda, hem de arkeolojik düşüncemizi ve pratiğimizi iktidar ilişkilerine yayılmış bir şekilde eleştirel olarak düzenleyip keskinleştirerek bizim kendi pozisyonumuza paralel bir yerde duruyor.

Bir başka örneğe gelirsek toplumların kendisini gruplar, kabileler, şeflikler ve devletler (Service 1962) şeklinde; eşitlikçi, sıralı ve katmanlı bölünmelerle (Fried 1967) durumsal ve ilişkisel kategorilere ayırarak sınıflandırılması ile ilgilidir. Bu bölünmeler, ağırlıklı olarak şeflikler ve devletlerin merkezi ve hiyerarşik olma, genellikle gruplar ve kabilelerin de desantralize ve eşitlikçi olma durumunu beraberinde getirir. Araştırma amaçlarının ve yorumunun sınırlandırılması, araştırmanın bu sınırlar içinde halka tanıtılmasına ve bu kategorilerin çeşitlilik bolluğu ve birbirine bağlanma yollarının gözden kaçması anlamına gelir. Bir süre çoğu arkeolog toplumları uygun kalıplar içinde tasnif etmeye yöneldi (ya da zorlandı), biz de dahil. Sonuç olarak Antik Yakındoğu’nun Natufyan köylülerinden, Kuzey Amerika’nın Kuzeybatı Sahilleri’ndeki avcı toplayıcılara ve Kuzeydoğu Amerika’nın Orta Ormanlık Dönemi topluluklarına dek sayısız toplum bu tipolojilere uymadı. Bu konu etrafında hiyerarşik ve onun karşısındaki eşitlikçi topluluklara odaklanmak, sosyal yapıların engin çeşitliliğini görünmez kılmaktadır. Muhtemelen hiyerarşi ve heterarşi (denklik, hiyerarşinin zıttı) ayrımı ya da toplumların örgütlenmesinin ve otoriter sistemlerden vazgeçmesinin sayısız yoluna odaklanmak daha kullanışlı olacaktır. Eşitlikçi toplumlar nadiren gerçek eşitlerden oluşur ancak her zaman bireylerin bilgi, beceri ve deneyimle kazandığı otoriteyi yansıtan, daha doğru bir şekilde heterarşi olarak adlandırılan toplumlardır. Buna rağmen geçici ve duruma özgü olarak biçimselleşen örneğin Pasifik Kuzeybatı’nın savaş liderlerinde olduğu gibi çatışma zamanlarında gücünü artıran otoritenin çeşitli formları vardır. Aslında bu toplumların, bazıları kana dayalı pozisyonlar olmak üzere, -hatta aynı köy içerisinde bile- bir çok güçsüz (iktidarsız) şefi vardır. Buradaki mesele, heterarşik toplumların farklı biçimlerde ve çeşitli yollarla örgütlenmiş insanlar arasında ortaya çıkabiliyor olmasıdır.

Bu toplumlardan birini daha önce bahsettiğimiz kalıpların içine nasıl tıkacağımıza odaklanmanın dışında, söz konusu sosyal fenomenleri anlamak için geçerli olacak alternatif veya çeşitli modelleri ve kategorileri hesaba katmak daha kullanışlı olacaktır. Sosyal arkeolojiyle ilgili mevcut -ve on yıllardır devam eden- tartışmaları anlamak açıkça anarşist bir kapsamda bilgi üretim tarzını değiştirmesi açısından önemlidir. Erken post-süreçselci (yorumsal arkeoloji) tartışmalardaki arkeolojik çoğulculuk formuna geri dönmek, politik faydalarını yeniden düşünmemizi ve onu çağdaş bir dönüşüme, politik ve kaçınılmaz bir şekilde uğratmamızı sağlıyor. Açık bir şekilde son birkaç on yıldır geçmişe bakışımız (başka bir deyişle, postsüreçselci, post-modern, post-yapısalcı ve post-hümanist) arkeolojideki kökleşmiş eşitsizlik sorununu çözemedi. Pek çok sosyal bilimci geçmişteki ve günümüzdeki toplumları aynı anda hem kompleks hem de kompleks olmayan, hem eşitlikçi hem de hiyerarşik olma olasılıklarını pek de hesaba katmadan, karmaşıklık düzeylerini vurgulayan sınıflandırmalara soktu (Wengrow ve Graber’e referansla 2015). Kronolojik tipolojilerle uğraşmak açıkça gösteriyor ki çoğumuz kültür tarihine referans veriyoruz.

Arkeologlar olarak sosyal fenomenleri zamansal bir şekilde bölüştürüp genellikle bulanık bir “kültür” tanımına etiketlemek üzere yetiştirildik. Bu, arkeolojik teorideki dönem perspektivizminin gelişimi (Bailey 2007; Holdaway ve Wandsnider 2008), derin zaman ve tarih öncesinin kavramlarına ilişkin (Schmidt and Mrozowski 2013) eleştirel okumalar ve kronopolitik (zaman-politik) tartışmalar etrafında sorgulanmıştır (Witmore 2014). Arkeolojinin kendi tarih yazımının doğrudan bir sonucu olarak; bu tipolojilerin çoğu modern kronometrik devrim öncesinde geliştirildi. Arkeologlar yalnızca birimlerin kategorizasyonunun ötesine uzanan olanakları dikkate aldılar. Örneğin, Gavin Lucas (2005:27) “kronoloji ötesi” tartışmalara ilerlememize neden ihtiyacımız olduğunu tartıştı, o “arkeoloji yapmak ve geçmişi açıklamak noktasında yeni olasılıklara açılmak” için basit tarihsel devirlerin sınıflandırmalarını yapmayı geçmişti. Diğerleri geçmişin dinamiklerini daha açık bir şekilde incelemek için “kültür tarihçiliğin ötesine” geçmeyi tartıştı. (Örn. Ritchie ve diğerleri 2016 )

Doğrusu, geçmiş materyal dünyayı algılayışımızdaki değişimler tarihlemedeki çok sayıda gelişimin artık hız kazanmış olması nedeniyle (Karbon 14, Termoluminesans, Optik Uyarmalı Lüminesans, Bayes Teoremi) dünyanın her yerinde kültür tarihi duvarlarının esneyip parçalandığını bize gösteriyor. Basitçe söylemek gerekirse kültür tarihine ilişkin işaretlerin homojenleşmesi artık doğru değil ve literatüre katkıda bulunmasından çok kafa karıştırıyor. Bu, Kuzeydoğu Amerika ya da Adena’nın (erken ya da az kompleks) ve Hopewell’in (geç ya da çok kompleks) geleneksel ayrımındaki örneklere yansıyor (Lepper ve diğerleri 2014). Benzer bir şekilde, Geç Ormanlık Dönem Sonu (Terminal Late Woodland) ve Erken Missisipiyen (Emergent Mississippian) gibi kategorilere dair -M.S. birinci binyıl dolaylarında Amerikan Dipleri’ndeki (Amerikan Bottom) sosyal değişimleri açıklamak için kullanılan- yeni bilgiler “Missisipiyenizasyon” sürecinde meydana gelen farklı geleneklerin kaynaşmasıyla bulanıklaştı. Benzer meseleler ayrıca Güney Asya Arkeolojisi’nde, Kuzey Hindistan’daki Mikrolit ve Mezolitik kültürlere dair ayrımlara da yayıldı. Anarşist arkeolojinin, kendi yerel arkeolojik manzaramızın kelime dağarcığı için spesifik olarak yaratabileceğimiz ya da yeniden kullanabileceğimiz doğrudan müdahale yolları noktasında bir potansiyeli var. Öncelikle dönem ve tiplerin spektrumunu (görüngülerini) kabul edip aralarında bir geçişkenlik olmasına izin vermeliyiz. Bu daha hassas kronoloji ve materyal işaretlerinin ortaya çıkma potansiyeline aracılık etmektedir.

Üzerinde durduğumuz “tanımsızlık”, tanımlar ya da tipolojilerin kendi hallerinde kötü oldukları anlamına gelmiyor ancak yine de kendi analizimize yoğunlaşmak geçmişin dinamiklerini ve değişkenliğini anlamamız için yardımcı, kullanışlı bir ayrım olacaktır. Sırf tasnif için yapılan tasnif, şeyleri bir kutuya hapseder ve bükmesi ya da parçalaması zor bir hale getirir. Tipolojiye yönelik anarşist yaklaşım, malzemenin kategorize edilmesini değil ancak insan yapımı materyallerin, özelliklerin, insanların ya da merkezlerin arasındaki ilişkiyi vurgular. İlişkisel bakış açısına sahip arkeolojilere ait bu damar, geçmişe dair ilgi çekici (ve tam olarak anarşist) bir yaklaşımdır. Yine de eğer zeminimizi tipolojilerin değişkenliğinde tutarsak toplumların keşfi ya da yerel yerleşim örüntülerine dair tekil biçimlerin geçici analizinden daha iyi sıyrılabileceğimizi vurguluyoruz. Umuyoruz ki anarşist felsefenin bize sağladığı değişkenliğe yoğunlaşarak arkeolojinin geçmişi katmanlı yönleriyle öğrenmesini sağlayabiliriz. Bu şekilde geçmişi mevcut insanlara daha iyi bir yön ve konteks sağlayacak şekilde, çeşitli doğrultularda kanıtlayıp ortaya çıkarmaya niyetleniyoruz.

Edward R. Henry, Bill Angelbeck ve Uzma Z. Rizvi

Edward R. Henry, St. Louis Washington Üniversitesi Antropoloji Bölümü Yüksek Lisans Adayı

Bill Angelbeck, Douglas Yüksekokulu Antropoloji Bölümü Fakülte Üyesi

Uzma Z. Rizvi, Pratt Sanat ve Tasarım Enstitüsü Sosyal Bilimler ve Kültür Çalışmaları Bölümünde Profesör Öğretim Üyesi

Çeviri: Zeynel Çuhadar

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Anarşist Arkeoloji Tartışması (1): Tipolojiye Karşı – Arkeolojik Paradigmaya Eleştirel Bir Yaklaşım appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/19/anarsist-arkeoloji-tartismasi-1-tipolojiye-karsi-arkeolojik-paradigmaya-elestirel-bir-yaklasim/feed/ 0
Kılavuz Kavramlar (2) : DEVRİM https://meydan1.org/2020/11/19/kilavuz-kavramlar-2-devrim/ https://meydan1.org/2020/11/19/kilavuz-kavramlar-2-devrim/#respond Thu, 19 Nov 2020 09:23:18 +0000 https://meydan.org/?p=66610 İçerisinde yaşadığımız devletli ve kapitalist sistemin analizini yapmak, düşlediğimiz adil ve özgür dünyayı, bu özgür dünyanın değerlerini sade bir dille anlatabilmek için gazetemizde anarşist düşüncenin dikkat çektiği belirli kavramları ele alıyoruz. Meydan Gazetesi olarak devrimci anarşist perspektif ve eylemlerimiz sonucunda biriktirdiğimiz deneyimlerimizden hareketle yorumladığımız kılavuz kavramlardan birini daha, devrim kavramını sizlerle paylaşıyoruz. Devrim halkı yazılı […]

The post Kılavuz Kavramlar (2) : DEVRİM appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
İçerisinde yaşadığımız devletli ve kapitalist sistemin analizini yapmak, düşlediğimiz adil ve özgür dünyayı, bu özgür dünyanın değerlerini sade bir dille anlatabilmek için gazetemizde anarşist düşüncenin dikkat çektiği belirli kavramları ele alıyoruz. Meydan Gazetesi olarak devrimci anarşist perspektif ve eylemlerimiz sonucunda biriktirdiğimiz deneyimlerimizden hareketle yorumladığımız kılavuz kavramlardan birini daha, devrim kavramını sizlerle paylaşıyoruz.

Devrim halkı yazılı veya sözlü emirlerle değil eylemle özgürleştirecektir.”
M. Bakunin

Yüzyıllardır baskı, sömürü, kölelik ve katliam düzenine karşı ezilenlerin verdikleri mücadelelerin başlıca kavramlarındandır devrim. Kökten bir dönüşümü ifade eder. Yaşamlarımızı sürdürebilmenin, özgürce yaşamanın koşulları devrimle somutlanmıştır.

Fakat Bakunin’in 1880’lerde dediği gibi, Fransız Devrimi de dahil, geçmişteki tüm devrimler fevkalade önemli fikirlerden ilham alsalar dahi ayrıcalıklı sınıfların halkları egemenlik altına almak ve sömürmek üzere verdikleri kavgalardan başka bir şey olmamıştır.

Bu sebeple anarşist bir perspektifle devrimi düşünüp yaratmamız gerekmektedir. Devrim toplumun ileri gelenlerinin ve belirli düzeyde bilince sahip insanların belirleyiciliğinde ve kontrolünde, gelecekte yapılacak, gerçekleştiği anda tüm yaşamı değiştirecek bir alt üst oluş anı değil, aksine şimdi şu anda yaşamın dönüşümüdür.

Devrim Hem Bireysel Hem Toplumsaldır

Devrim, tek tek bireylerde başlayan bir süreç olup bireylerin farkındalıklar edinmesi, iktidarsız ilişkiler kurarak örgütlenmesi, otoriteye ve mülkiyete dayalı sistemi reddederek yaşamlarını dönüştürmesidir. Bencil, rekabetçi, ihtiraslı, iktidarlı alışkanlıkların dayattığı yaşama karşı geliştirilmiş bir tavırdır, zihindeki iktidarlardan kurtulabilmektir. Aynı zamanda bireyin kendi yaşamının sorumluluğunu almasıdır.

Bireylerin dönüşümü ile bağlantılı olarak devrim toplumdaki bireyler arası ilişkinin, ekonominin, doğayla kurulan ilişkinin ve tüm yaşamın iktidarlı ilişkilerden, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmalardan arındırılarak anarşist ilkelerle dönüştürülmesidir. Tüm toplumsal yaşamın yeniden yaratılmasını hedefleyen devrim kişilerin, grupların/kolektiflerin gündelik yaşamlarında var olmaya başladıkça toplumsallaşacaktır.

Devrimin Toplumsallaşması Örgütlü Mücadele ile Gerçekleşir

Anarşizm belirli ekonomik, toplumsal ve politik koşulların, kırılma anlarının oluşmasını beklemeden şimdi, şu anda politik ve yaşamsal örgütlenmeler yoluyla devrimi gerçekleştirmeye yönelik bir ideolojidir. Farkındalıklar edinmiş, adaletsizlikler sistemini yıkarak kendi yaşamını ve tüm toplumsal yaşamı yeniden örgütlemeyi hedefleyen bireyler, oluşturdukları politik ve yaşamsal örgütlenmelerle bu hedefi gerçekleştirebilir. Anarşist birey devrimcidir. Devrimci olmak anarşist bireyin yaşamsal alanları yeniden örgütlemek için mücadele etmesi demektir.

Sadece politik mücadele ve politik örgütlenmeler yoluyla mevcut toplumsal, politik, ekonomik yapıları ve bu yapıların sürdürücüsü iktidarlı ilişki biçimlerini değiştirmek mümkün değildir. Devrim, mevcut iktidar mekanizmaları daha tam anlamıyla yıkılmadan bireylerin ve toplumun gündelik ihtiyaçlarını organize edecek yaşamsal örgütlenmeler kuruldukça ve örgütlendikçe bireylerin ve toplumun iktidarlı ilişkilerden, kapitalizmin ve devletin kültürel kodlarından sıyrılarak iktidar mekanizmalarını köklü bir biçimde yıkacak niteliğe ve niceliğe ulaşacaktır. Aynı şekilde bireylerin ve toplulukların farkındalıklı ve iktidarsız bir şekilde oluşturdukları yaşamsal örgütlenmelerin devamlılıklarını sağlamaları, yaygınlaşarak toplumsal bir devrime ulaşabilmeleri için politik çalışma, mücadele, örgütlenmeler gerçekleştirmeleri gerekmektedir.

Çünkü biz anarşistlere göre devrim bir yandan özgür bir dünyanın yaratımı, bir yandan da özgür bir dünya mücadelesi boyunca içinde bulunduğumuz bütünlüklü bir süreçtir. Devrimi yaratmak için devrimi yaşamak gerekir.

Devrim Özgürlük, Özgürlük Anarşizmdir

“Özgürlük ancak özgürlükle yaratılabilir.”
M. Bakunin

Toplumdaki tüm bireylerin düşlediklerini eyleyebilecekleri, kendi iradelerini ortaya koyarak kendilerini gerçekleştirebilecekleri özgür bir dünya için toplumsal dönüşüm, devrim gereklidir. Anarşist bir devrim ise her bir bireyin şimdiden kendisini var edebileceği kararlaşma süreçleri ve örgütlü mücadele yoluyla gerçekleşebilir. Bireylerin devrimin aktif özneleri olmasının ve uyumlu bir toplumsal işleyişi yaratmasının koşulu anarşist ilke ve değerlerin pratiklenmesi, sürdürülmesi ve korunmasıdır.

Devrim süreci mevcut toplumsal işleyişin dışında bırakılan her bireyin, anarşist yaşamsal ve politik örgütlenmeler yoluyla kendini var edebildiği karar alma süreçlerine doğrudan dahil olmasını gerektirir. Bu süreç, bireylerin ve toplumun tümü için adaletin, özgürlüğün “devrim sonrası”na ertelenmeden, şimdiden sahiplenilmesi ve yaşatılması sürecidir. Bireylerin anarşist dönüşümü, devrimi içselleştirmiş bireylerden oluşan bir toplumu yaratır.

Anarşist mücadele ve toplumsal örgütlenme devrimi yaşamaktır. Anarşist devrim özgür yaşamın yaratılmasıdır. İktidarlı ilişkilerin, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmaların ortadan kaldırılmasıdır. Devrimin sürdürülmesi anarşizmin ilkelerine bağlılıkla, örgütlülükle mümkündür. Bireyin ve toplumun bu ilkelere bağlı kalması bireysel ve toplumsal dönüşümün sürekli olmasının garantisidir.

Biz anarşistler için tüm adaletsizliklerin kaynağı olan iktidarlı ilişkilerin, mülkiyete ve otoriteye dayalı mekanizmaların ortadan kaldırılmasıyla iktidarlı ilişkiler yerini anarşist ilişki biçimine bırakır. Bu ilişki, bireyin özgürlüğünü temel alan ve bireyin başka bireylerin, canlı-cansız tüm varlıkların özgürlüğünü önemsediği bir ilişki biçimidir. İktidarın olmadığı ve iktidarlı ilişkilerin sürmediği dünyada birey ve toplum tam anlamıyla özgürdür.

Ayrıntılandıracak olursak biz anarşistler için devrim ekonomik ve toplumsal adaletsizliklerin kaynaklarından biri olan mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Üretimden tüketime, tüketimden dağıtıma kadar tüm ekonomik işleyişin kolektifleştirilmesidir. Bireyin ve toplumun ihtiyaçları karşılanırken üretim araçlarının ve üretilen ürünlerin bir birey, grup ya da bir kurumda birikmediği, dağıtımın (herkesin verebildiği kadarını verip ihtiyacı kadarını aldığı biçimde) adaletli bir şekilde yapıldığı ekonomik işleyiştir ve anarşist bireyler tüm bu ekonomik işleyişin doğrudan öznesidir.

Biz anarşistler için devrim yöneten ve yönetilen ayrımlarının ortadan kaldırılmasıdır. Toplumun işleyişine dair tüm kararların, bu kararlardan doğrudan etkilenen ve o toplumu oluşturan tüm bireyler tarafından alınması; bireylerin, iradelerini doğrudan yansıtabilecekleri kararlaşma süreçlerine katılmasıdır. Toplumsal işleyiş komün ve komünlerin oluşturduğu federasyonlarla sağlanacaktır.

Biz anarşistler için devrim ezen ezilen ilişkisinin sonlandırılmasıdır. İktidarlı ilişkilerin, adaletsizliklerin; sömürü, baskı ve şiddetin; renge, yaşa, cins ve türe göre belirlenmiş her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıdır. Her bir bireyin eş değerde olduğu toplumsal yaşamdır.

Biz anarşistler için devrim bilginin, bilimin toplumsal yaşamda ayrıcalık yaratmadığı bir işleyiştir. Yaşamın bilgisi ve deneyimine herkesin ulaşabileceği koşulların yaratılmasıdır.

Biz anarşistler için devrim insanın insan üzerindeki, diğer varlıklar üzerindeki yani tüm doğa üzerindeki tahakkümünün ortadan kaldırılmasıdır. Doğayı, tüm canlı ve cansız varlıkları bir kaynak olarak gören insan merkezci anlayışın yıkılması ve bu anlayışın yerine, insanı doğanın bir parçası olarak değerlendiren ekolojik uyumun gerçekleşmesidir.

Kısacası devrim özgürlüğün ifadesidir ve özgürlük anarşizmdir.

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Kılavuz Kavramlar (2) : DEVRİM appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/19/kilavuz-kavramlar-2-devrim/feed/ 0
Korona’da Duyarsızlaşma https://meydan1.org/2020/11/18/koronada-duyarsizlasma/ https://meydan1.org/2020/11/18/koronada-duyarsizlasma/#respond Wed, 18 Nov 2020 08:19:00 +0000 https://meydan.org/?p=66582 Günler “Korona salgını sürecini atlattık, atlatıyoruz, atlatacağız…” diye bekleyerek geçiyor. Ne zaman geçecek ya da acaba hiç geçmeyecek mi gibi birçok soru ve bu sorulara üretilen birçok cevap, teori, yaklaşım da beklemekle geçen günlere eşlik ediyor. En iyi ihtimalle üretilecek bir aşının kendisinin değilse bile haberinin yayılması hepimizin içine -bir anlık da olsa- su serpecek. […]

The post Korona’da Duyarsızlaşma appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Günler “Korona salgını sürecini atlattık, atlatıyoruz, atlatacağız…” diye bekleyerek geçiyor. Ne zaman geçecek ya da acaba hiç geçmeyecek mi gibi birçok soru ve bu sorulara üretilen birçok cevap, teori, yaklaşım da beklemekle geçen günlere eşlik ediyor. En iyi ihtimalle üretilecek bir aşının kendisinin değilse bile haberinin yayılması hepimizin içine -bir anlık da olsa- su serpecek.

Ama görünen o ki bu en iyi ihtimal de gerçekçi bir ihtimal olmaktan çok uzak şu anda. Aşı üretilse bile sana bana ulaşması yılları bulacağı söyleniyor. Bir süper kahraman çıkıp da bizi bu salgından kurtarmayacaksa ne kadar süreceğini bilemediğimiz bir süre boyunca salgının kendisini de etkilerini de yaşayacağız.

Tahammülsüzleşiyoruz

“Tahammül nedir? Tahammül insanlığın bir parçasıdır. Hepimizin hataları ve eksikleri var; gelin karşılıklı olarak birbirimizin hata ve eksiklerini bağışlayalım, çünkü, tahammül doğanın ilk yasasıdır.” – Voltaire

Eğer virüsün varlığından haberdar olur olmaz bir ada satın alıp ailemizle yerleşecek kadar şanslı değilsek ya da satın aldığımız güvenli alandan dışarı çıkmadan uzun bir süre yaşayacak kadar birikimimiz yoksa koronavirüs salgınının bizim için hiç de kolay geçmediğini söyleyebiliriz.

“1,5 metre mesafe” kuralının toplu taşıma araçlarının hiçbirinde işletilmediği ya da işletilemediği ortada; mesafesizlik kaçınılmaz. Mesafesizlik gerçeğiyle karşılaştığımız tek yer toplu taşıma araçları değil tabi; yürüdüğümüz yoldan marketlere, iş yerlerinden devlet dairelerine kadar her yerde aynı mesafesizliği yaşıyoruz. Üstelik işlemeyen, işletilemeyen daha pek çok “kural” da absürt şekilde uyarı tabelaları ve anonslarında yerini koruyor.

Bu absürtlüğün içinde yaşıyoruz. Bindiğimiz metrobüsteki havasızlıktan, sıkışıklıktan, mesafesizlikten duyduğumuz rahatsızlığı nasıl ifade edeceğimizi çoğu zaman bilemiyoruz üstelik. Aslında metrobüse binen her birimiz biliyoruz; bizi salgın döneminde sıkış tepiş yolculuk etmeye zorlayan da metrobüsün dolup taşmasına sebep olan da yaşadığımız sistem. Sıkıştığımız metrobüsün camından seyrettiğimiz özel araçları ve onların çoğunlukla boş koltuklarını gördüğümüzde hepimizin bedenini olduğu gibi içini de sıkıştıran aynı adaletsizlik değil mi?

Bu adaletsizliği yaşayanlar olarak birbirimize tahammülsüzleşiyoruz. Yaşadığımız sıkışma, metrobüsün kapısı açılınca binen ilk kişiye yönelen “Eh be kardeşim, yer mi var da biniyorsun?” tepkisine dönüşüyor. Toplu ulaşım araçlarında neredeyse olmazsa olmaz diyebileceğimiz bu cümle, korona salgını sürecinde yerini “Görmüyor musun, tabelada 1,5 metre mesafe yazıyor!” cümlesine bırakıyor. Metrobüse binmeye çalışıp girebildiğinde “Oh be!” diyen de muhtemelen birçoğumuz gibi koşuşturmalı bir günün yorgunluğunu üzerinde taşıyanlardan olsa bile bizi sıkıştıranın o kişi olduğunu düşünüyor, adeta onu günah keçisi ilan ediyor ve ona öfkeli gözlerle, tüm beden hareketlerimizle rahatsızlığımızı ifade ediyoruz. Binilen metrobüste karşılığını bulan tahammülsüzlük, başka bir tahammülsüzlüğün de sebebi oluyor ve aynı toplumsal sorunun parçası olan binlerce kişi birbirimizle kurduğumuz duygudaşlık bağını yitiriyoruz.

Kendimizi Bir Başkasının Yerine Koymak

Theodor Lipps duygudaşlığı şöyle tanımlıyor: “Bir insanın kendisini karşısındaki bir nesneye yansıtması, kendini onun içinde hissetmesi ve bu yolla o nesneyi içine alarak/özümseyerek anlaması sürecidir.”

Duygudaşlığı yitirmek, birbirimizle kurduğumuz empati ilişkisini yitirmenin de bir parçası aynı zamanda. Her koyunun kendi bacağından asıldığını iddia eden kapitalist işleyiş herkesin yalnızca kendi çıkarını düşündüğü bir toplum oluşturmaya çalışırken böyle bir toplumda birimizin yaşadığı sorun diğerlerinin yaşadığı sorundan bağımsızmış gibi görünmekte ve aynı toplumsal sorunları yaşadığımız insanların yerine bile kendimizi koyamaz hale gelmekteyiz. Birçok yabancılaşma tanımının kapsayabileceği bu durum aslında bireylerin birbiriyle ve toplumla ilişkisizleşmesi, mesafelenmesidir.

Korona virüs salgını bu mesafelenmenin boyutlarını ortaya koydu. Yaşadığımız sistem bireyin toplumla ilişkisini yasalarla ve kurallarla, türlü sınırlamalarla öylesine belirliyor ki bir salgın anında, bireyin toplumla kurduğu ilişkiye dair kendiliğinden sorumluluk geliştirmesi “hassasiyet” meselesi oluveriyor. Oysa virüsün birimizden bir diğerine bulaşma riskinin, kendimizi ve tanıdığımız tanımadığımız herkesi önemsemek konusunda bir önleme dönüşmesi olağan değil mi?

Değersizleştiriliyoruz

Kuşkusuz yaşadıklarımız sadece tahammülsüzlük olup birbirimize verdiğimiz tepkilerde sınırlı kalmıyor ve toplumla mesafelenmemiz yalnızca birbirimizle kurduğumuz empati ilişkisinden bizi yoksun bırakmıyor; aynı zamanda kapitalizmin davranışlarımızda alışkanlık haline getirmeye çalıştığı bu ilişki biçimleriyle, oluşturulan büyük bir değersizliğin de parçası haline geliyoruz. Değersizlik, ilk önce kendimizi değersiz hissetmekle başlıyor ve çember giderek genişliyor. Bir yanda yaşamak için çalışmak zorunda olanlar varken diğer yanda çalışanların sırtından kazandıklarıyla bir ömür çalışmadan yaşayabilenler var. Yaşamını “en asgari” şekilde sürdürenler, yani bizler, değersiz değiliz de neyiz bu sistemin içinde? Sistemin çarklarını döndürebildiğimiz sürece ihtiyaçlarımızı karşılayabiliyorsak ve çarklar dönmediğinde ölüme bile terk edilebiliyorsak çevremizle nasıl değerli ilişkiler geliştirebiliriz?

Yabancılaştırılıyoruz

Georg Simmel diyordu ki: “Cemaat olgusu bir yanda, yabancılaşma diğer yanda insanların dışsal kimliğinin iki kutbunu oluştururlar.” Weber de “Akılcılaşma bir yandan eski metafizik umutları ve inançları yıkarken, diğer yandan da insanlara yeni yükler getirmektedir. Bu yük insanın üzerine baskı yaparak onun yabancılaşmasına neden olur.” diyordu. Bu sözler kulağa güzel geliyor ama bizim için çok da bir anlam ifade etmiyor. Biz çoğu şeyi bildiğimiz gibi yabancılaşmayı da kendi yaşamlarımızdan biliyoruz.

Her gün aynı şeyleri yapmaktan önce kendimize yabancılaşıyoruz. Yaptığımız şey ne olursa olsun, onun toplumsal alandaki karşılığını göremiyoruz. Bazılarımız ne işe yaradığını bile tam olarak bilmediği makinelerin karşısında saatler boyu çekiç sallıyor; bazılarımız ise hiç inanmadığı yalanları sırf salgın döneminde evine ekmek götürebilmek ve faturalarını geç de olsa ödeyebilmek için ardı ardına sıralıyor. Kendimize, gün içerisinde yaşadıklarımıza yabancılaşıyoruz. Sabah kalkıyoruz, sonra aradaki saatler yaşanmamış gibi kendimizi yorgun argın evde buluyoruz. Kiminle konuştum, neye güldüm bunların hiçbirini hatırlamıyoruz bile. Otobüslerdeki, yollardaki yüzlerce binlerce insanın da bizim gibi olduğunu; onlarla beraber yaşadığımızı da unutuyoruz haliyle. Sonra kendimizi yalnız hissediyoruz ve içinde yaşadığımız toplum da bize yabancı gelmeye başlıyor. Ne saatlerimizin ne kendimizin ne de toplumun farkında değiliz artık. Çünkü ancak bu hale getirilirsek el uzatmayacağız diğerimize, ancak böyle davranmaya devam edersek bizi her gün açıklanan sayılarla uyutabilecekler. Peki biz kendine ve topluma yabancılaştırılanlar nasıl olacak da tekrardan kendimizi, dostlarımızı ve diğer insanları tanıyacağız? Nasıl olacak da hayatımızı gerçekten “yaşayacağız”?

Dayanışma Duygusu Olmadan Olmaz

Dayanışmayı belki de en iyi anlayan ve anlatan Kropotkin’e göre diğer insanlarla kurulan ve onları destekleyen faaliyetlerin kaynağı çıkar ilişkisi değil içgüdüsel dayanışma duygusudur. Dayanışma duygusunu bu sisteme rağmen koruyabildiğimizde birbirimizin acılarına ve mutluluklarına ortak olabilir, birbirimizi anlayabilir ve ortak değerler üretebiliriz. Ancak dayanışma duygusuyla birbirimizi önemseyebiliriz ve özgürleşebiliriz. Dünyanın görüp geçirdiği bütün sistemlerde ve en büyük felaketlerde bile varlığını korumayı başaran dayanışma duygusu olmadan toplumun kendini sürdürebilmesi, çökmeden kalabilmesi mümkün değilken bu duyguyu yaşayanlar, her gün daha fazla kişinin bu duyguyu yeniden yaşamına alabilmesi için mücadeleyi sürdürüyor.

Şeyma Çopur

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Korona’da Duyarsızlaşma appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/18/koronada-duyarsizlasma/feed/ 0
E-Scooter: Ulaşıma Çözüm mü Sorun mu? https://meydan1.org/2020/11/18/e-scooter-ulasima-cozum-mu-sorun-mu/ https://meydan1.org/2020/11/18/e-scooter-ulasima-cozum-mu-sorun-mu/#respond Wed, 18 Nov 2020 07:19:00 +0000 https://meydan.org/?p=66578 Büyükşehirlerin büyük semtlerinde belirmeye başladılar ilk olarak. Yaptıkları kazalar, aldıkları yatırımlar, haklarında getirilecek yasal düzenlemeler, kendi aralarında girdikleri rekabetler ve hem ihtiyaç karşılama hem de eğlence aracı olarak tercih edilmeleri sebebiyle giderek popüler hale geldiler. Onlar korona krizi sürecinin yeni trendi: elektrikli scooter uygulamaları. Tüm dünyada son 10 yılda giderek yaygınlaşan çevrimiçi ulaşım uygulamaları bu coğrafyada […]

The post E-Scooter: Ulaşıma Çözüm mü Sorun mu? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Büyükşehirlerin büyük semtlerinde belirmeye başladılar ilk olarak. Yaptıkları kazalar, aldıkları yatırımlar, haklarında getirilecek yasal düzenlemeler, kendi aralarında girdikleri rekabetler ve hem ihtiyaç karşılama hem de eğlence aracı olarak tercih edilmeleri sebebiyle giderek popüler hale geldiler. Onlar korona krizi sürecinin yeni trendi: elektrikli scooter uygulamaları.

Tüm dünyada son 10 yılda giderek yaygınlaşan çevrimiçi ulaşım uygulamaları bu coğrafyada da korona virüs salgınından önce -kısa mesafelere ulaşmak, toplu taşıma araçlarına varmak için- kullanılmaya başlanmıştı. Korona salgınının ortaya çıkışı ile fiziksel mesafeyi korumak isteyen ve toplu taşımadan uzak duran insanlar için bireysel seyahat, bisikletler ve scooterlar giderek daha fazla tercih edilir oldu. Satın alma ya da uygulamalar aracılığıyla kiralama yöntemleri ile insanlar için günlük bir tercih haline geldi. Ancak son dönemde artan otomobil fiyatları bu alandaki sahiplik oranını düşürüyor ve kiralama şirketlerini daha da yükseltiyor.

Ulaşım Sorununa Karşı Alternatif Bir Araç!

Küresel, neoliberal kapitalizmin gelişebilmesi, kendisini yeniden üretip sürdürebilmesi amacıyla kent mekanlarını da birer meta olarak kullanması ile ilişkili olarak büyüyen kent merkezleri ve metropoller dünya nüfusunun önemli bir bölümünü barındırmaya veya bu nüfusu doğrudan etkilemeye başladı. Toplumsal ihtiyaçları bütünlüklü bir şekilde karşılama amacı olmayan bu ekonomik sistemde genişleyen, nüfusu giderek yoğunlaşan kent mekanlarında, metropollerde ulaşım ihtiyacının karşılanması da karmaşık, çok parçalı/aktörlü hale geliyor. Özellikle geri bırakılmış ülkelerde daha yoğun yaşanan hava kirliliği, trafik ve ulaşım sorununun çözümü için önerilen çevrimiçi motosiklet, scooter ve bisiklet paylaşım/kiralama uygulamaları mevcut ekonomik koşulları düşündüğümüzde mekansal, sosyal pek çok çelişkiyi daha fazla görünür hale getiriyor.

Kentsel ulaşım hızlı bir dönüşümün kıyısında görünüyor. Çevrimiçi teknolojilere dayalı paylaşımlı ulaşım uygulamaları insanların seyahat etme ve şehirlerin planlanma ve inşa edilme şeklini ve dolayısıyla toplumun mekanını etkilediği için toplumsal yapı ve ilişkileri de etkiliyor.

Esnek yapısı sebebiyle de küresel, neoliberal ekonomik sisteme oldukça uygun olan bu uygulamalar giderek büyük bir sektör haline geliyor. 2020 itibariyle dünya çapında 20 milyar dolarlık değere sahip olan bu şirketlerin 2030 yılında değeri 42 milyar dolara çıkacağı öngörülüyor. 2019 yılında yaklaşık 774 bin olan paylaşımlı e-scooter sayısının ise 2024’de 4.6 milyona çıkacağı öngörülüyor. Hatta bu popülerlik sonucunda TCDD’nin de Çuf Çuf isimli scooterlar ile bu sektöre dahil olacağı haberleri yayılıyor.

Toplumsal Soruna Bireysel “Çözüm”

Toplumsal yapıların, mekanizmaların sonucu olarak ortaya çıkan toplumsal sorunların ortadan kaldırılması için bütünlüklü politika ve araçların planlanması ve uygulanması gerekirken kapitalist sistem çözüm için yine küçük, yüzeysel ve bireysel alanları işaret ediyor. “Her koyun kendi bacağından asılır” anlayışını daha sistematik, çağa uygun bir şekilde revize eden sistem teknolojik gelişmeleri, araçları ve bu gelişimin kültürünü bu alanlarda kullanıyor.

Maliyeti ve gerekli altyapıya sahip olmaması sebepleriyle toplumsal karşılığı olamayacak ve sorunlara neden olan yapılara kökten bir cevap olamayan e-scooterlar bireysel bir çözüm, sorundan kaçış olarak ortaya çıkıyor. İnsanların, trafikte kalırlarsa en yakın scooter ya da motosiklet paylaşım uygulaması ile toplu ulaşım araçlarına ya da varacakları hedefe ulaşmalarını sağlıyor. Böylece sadece var olan trafik ve ulaşım sorununun etrafından dolaşarak ve onu öylece kendi haline bırakarak bir kesimin işini gerçekten görüyor. Bütün toplumsal yapıların, toplumun bütününün çözmesi gereken bir sorunu sadece bir kesim için çözmenin -toplumsal ve ekonomik- maliyeti her zaman yüksek olmuştur, bunu da unutmamak gerekiyor.

Orta Sınıfın Yeni Ulaşım Araçları

Büyükşehirlerin büyüksemtlerinde, ulaşım aksları çevresinde, iş merkezleri etrafında yoğun kullanılan bu ulaşım araçları özellikle beyaz yakalıların, orta sınıf genç kesimin, öğrencilerin tercihi olarak beliriyor.

Hızlı hareket etmeyi sağlayan, eğlenceli, bireyselleştirilen -toplumsal- ihtiyacı karşılayan ve giderek ulaşım konusunda bir yaşam şekli haline gelen bu araçlar belli kesimlerin kültürel bir kodu haline de geliyor. Genellikle çalıştığı alanın, işin mülkiyeti üzerine olmayan fakat kendisini sürekli geliştirmek zorunda olan beyaz yakalı kesimde mülkiyetten bağımsız bu araçları kullanmak daha yaygın görünüyor.

Bu mikro mobilite araçları daha ekonomiktir çünkü bir araç edinmek ve bakımını yapmaktan daha ucuzdur. Bu ulaşım türlerini kullanmak, uygun fiyatlar ve genellikle ücretsiz park yeri nedeniyle diğer faaliyetler için para tasarrufu yapmalarına olanak tanıyor. Orta sınıfın daha yüksek gelirlileri için özel, kişisel scooter sahibi olma davranışı da artış gösteriyor.

Ne Ekolojik Ne Ekonomik

Mikro mobilite araçları diye tanımlanan, elektrikli scooterlar da dahil olmak üzere bisiklet, elektrikli bisiklet gibi ulaşım araçları kısa mesafe ulaşımlarında otomobil kullanımının yerini ikame edebileceği söylemiyle ekolojik bir perspektiften de sahipleniliyor. Yaşam alanından ya da bulunulan yerden toplu ulaşım araç ve merkezlerine ulaşımda, ulaşım sistemlerinin birbirine entegrasyonunda tamamlayıcı bir araç olarak tariflenen elektrikli scooterların böylesi söylemler üzerinden kitlesel üretiminin ekolojik maliyeti tabi ki düşünülmüyor. A+ şeklinde tanımlanan, daha az su ve enerji harcayan çamaşır makineleri gibi makine, alet ve araçların ekolojik krizlerin önlenmesinde kurtarıcı olarak görülmesi nasıl bir yanılsamaysa ve bu makinelerin kitlesel üretimi için çok fazla enerji ve su harcandığı kesin olarak biliniyorsa, bugün bu ulaşım araçlarının üretilmesinde kullanılan doğal varlıkların da oldukça fazla olduğu bilinmelidir. Bir günde defalarca kez kullanılan scooterların çabucak bozuluyor olması ve hızlıca hurdaya çıkması sebebiyle geniş çaplı üretimi gerektiriyor. Daha yaygınlaşma sürecinin başında olduğumuz şu günlerde bile bozulan/hurdaya çıkan scooterlar sebebiyle e-scooter şirketlerinin milyonlarca lira/dolar para harcadıkları biliniyor. Bu ulaşım araçlarının fazlaca üretiminin, aynı enerji tüketimini ve fosil yakıtların oldukça fazla kullanılması sonucunu yaratacağını görmek gerekiyor.

Tüm bu yaşananların ve verilerin ışığında bu araçların yaşam alanlarımıza, toplumsal yaşama dair pek çok sorunu görünmez kılacağını, sorunların çözümünü engelleyeceğini ve yeni sorunlar yaratacağını öngörebiliriz. Ve tekrar vurgulamak gerekir ki ulaşıma dair sorunların kalıcı ve sürekli çözümü için sorunların kökenini, mekana dair ekonomik, toplumsal politikaların yaratıcısı olan yapıları/sistemi sorgulamak gerekiyor.

İlyas Seyrek

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post E-Scooter: Ulaşıma Çözüm mü Sorun mu? appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/18/e-scooter-ulasima-cozum-mu-sorun-mu/feed/ 0
Yaşamak İçin Direniş ve İşgal https://meydan1.org/2020/11/17/yasamak-icin-direnis-ve-isgal/ https://meydan1.org/2020/11/17/yasamak-icin-direnis-ve-isgal/#respond Tue, 17 Nov 2020 09:00:00 +0000 https://meydan.org/?p=66600 Mülkiyet sahte Tanrıların sonuncusudur.Pierre-Joseph Proudhon Avrupa’nın bahsedildiği gibi özgürlükler dünyası olmadığı iyice ortaya çıkıyor. Ekonomik tedbirler adı altındaki yoksullaştırma politikaları, göçmenlere destek gibi gösterilen toplama kampları, savaş istekleri ve yükselen faşizm birkaç örnekten biri. Her coğrafyada olduğu gibi orada da direnenler var ve o coğrafyadakiler direnişi “işgal evleri” ile de gerçekleştiriyorlar. Devletler ise bunlardan bazılarını […]

The post Yaşamak İçin Direniş ve İşgal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>

Mülkiyet sahte Tanrıların sonuncusudur.
Pierre-Joseph Proudhon

Avrupa’nın bahsedildiği gibi özgürlükler dünyası olmadığı iyice ortaya çıkıyor. Ekonomik tedbirler adı altındaki yoksullaştırma politikaları, göçmenlere destek gibi gösterilen toplama kampları, savaş istekleri ve yükselen faşizm birkaç örnekten biri. Her coğrafyada olduğu gibi orada da direnenler var ve o coğrafyadakiler direnişi “işgal evleri” ile de gerçekleştiriyorlar. Devletler ise bunlardan bazılarını seçerek sadece onlara saldırıyor. Bunun nedeni ne olabilir?

Mülkiyet Hırsızlıktır

Mülkiyet kapitalizmin ve devletin varlığının olmazsa olmaz koşulu ve yeniden üretiminin en önemli dayanaklarından biridir. Devlet bunun farkında olarak tahakkümü altındaki bütün mülklere el koyar ve insanları bu mülklerde yaşamaya zorlayarak sisteme bağımlı kılar. İşgal evleri de özellikle Avrupa’da göçmenlerle dayanışmak gibi en yaygın işlevlerinin yanı sıra temelde bu bağımlı kılınmaya ve mülkiyete karşı yaratılmış özgül bir direniş biçimidir. Devletler de işgal evlerinin, kendi mülkiyete ve otoriteye dayalı sistemlerine karşı oluşturduğu tehlikenin farkındalar.

Son yıllarda özellikle Avrupa’dan ardı ardına işgal evi tahliyeleri ve polis baskınları haberleri geliyor. Devletler işgalleri altındaki coğrafyalarda en ufak bir özgür alanın bile olmasına dayanamıyor.

Aklımıza gelen ilk örneklerden biri Yunanistan’daki Libertatia işgal evinin öncesinde -bütün devletlerin gerektiğinde kullanmaktan çekinmediği- faşistler tarafından saldırıya uğrayıp kundaklanmasından sonra polis tarafından zor kullanılarak tahliye edilmesi oluyor. Anarşistler tarafından yürütülen bu işgal evi bir yandan toplumsal alandan dışlanan bir yandan da politik olarak oldukça sallantılı bir yerde duran göçmenlerle dayanışma gösteriyor, aynı zamanda kaderine yenik düşmüş bir binayı yıkımdan koruyarak soylulaştırmaya karşı direniyor. Yani bir yandan kapitalizmin yarattığı mülkiyetçiliğe karşı gelirken bir yandan da devletin yoksulları kentlerden kovması anlamına gelen soylulaştırmaya karşı geliyor. Libertatia işgal evinin faaliyetleri bunlarla da sınırlı değil. Eylemliliklerin örgütlenmesi, film gösterimleri, politik tartışmalar ve baskı gören bütün devrimci yapılarla kurulan dayanışma ağları geriye kalan faaliyetlerinden sadece birkaçı.

Başka bir yakın örnek de yine işgal evi kültürünün yaygın olduğu Yunanistan’dan geliyor. Mundo Nuevo (Yeni Dünya) işgal evi de Syriza zamanı baskı politikalarından nasibini alanlardan. O dönemin kapitalistleşme ve neoliberal politikalara uyum süreci boyunca sayısız polis saldırılarına uğradılar. İşgalcilere bu durum sorulduğunda şu cevabı veriyorlardı: “Eskiden kurşun sağdan geliyordu şimdi ise soldan geliyor. Aralarındaki tek fark bu.” Yeni bir dünyayı yaratmak isteyenlerin karşılaştığı bu manzara; bize önemli olanın partilerin ideolojileri değil kapitalizmin kendi ekonomik anlayışı dışında devletin de kendi dünyası dışında bir yaşamın örülmesine engel olma çabaları olduğunu hatırlatıyor. İşgal evindeki devrimci anarşistlerin uyuşturucu karşıtı mücadelesi herkes tarafından bilinmesine rağmen bu işgal evinin tahliyesinin de “uyuşturucu ile mücadele için yapılar kurma” bahanesiyle gerçekleştirilmeye çalışıldığını hatırlatmakta fayda var.

Almanya’daki en eski işgal evi olarak bilinen ve kendini anarşist-queer-feminist olarak tanımlayan Liebig-34 de benzer alanlarda faaliyet gösteriyordu. 1999 yılından bu yana -9 Ekim günü çitlerini söken, kapılarını parçalayan polis tarafından yapılan baskına kadar- sisteme dahil olamayan ezilenler için yaşam alanı yaratmaktan fazlasını yapıyorlardı. O günden beri Almanya’nın sokakları insanların öfkeleriyle alev alev yanmakta. Diğer işgal evi tahliyelerinde gördüğümüz durumu burada da görüyoruz: Bir yanda devletlerin kolluğu polisler var, diğer yanda dayanışma ve paylaşma kültürünü yaratan, savunan anarşistler.

Mülkiyetin ne olduğu, işgal evlerinin bununla ve devletli sistemle olan ilişkisinin nasıl ilerlediğini biliyoruz. Devletin baskısının işgal evlerinin politizasyonu ve devrimciliğiyle doğru orantılı şekilde arttığını söyleyebiliriz. Çünkü devlet, en güçlü temellerinden biri olan mülkiyet algısının devrimi toplumda örgütleyenler tarafından yıkılmasının kendisinin sonunu getirebileceğinin farkında. Bu baskılara verilebilecek en güzel cevabı ise Yunanistan’dan anarşistler şöyle vermişti: “Libertatia’nın inşası sadece Libertatia’yı ilgilendirmiyor. Tam tersi bütün antifaşist, anarşist ve devrimci hareketi ilgilendiriyor. İşgal evlerinin savunulması genele yayılmış baskı koşulları ortamında güçlü bir sembolizm yaratarak faşist şiddete ve devletin baskılarına karşı çok güçlü bir mesaj gönderiyor.”

Burak Aktaş

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Yaşamak İçin Direniş ve İşgal appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/17/yasamak-icin-direnis-ve-isgal/feed/ 0
Röportaj – Ankara’da Devrimci Anarşizmin Kara Bayrağını Yükseltenler: KARALA https://meydan1.org/2020/11/16/ankarada-devrimci-anarsizmin-kara-bayragini-yukseltenler-karala/ https://meydan1.org/2020/11/16/ankarada-devrimci-anarsizmin-kara-bayragini-yukseltenler-karala/#respond Mon, 16 Nov 2020 15:36:00 +0000 https://meydan.org/?p=66585 Yaşadığımız coğrafyada devrimci muhalefet üzerindeki baskının giderek arttığı bir süreçten geçiyoruz. Buna rağmen devrimci anarşizmin kara bayrağını Ankara’da yükselten Karala ile Ankara’daki devrimci anarşizmi, mücadeleyi, politik ve toplumsal atmosferi konuştuğumuz röportajı sizlerle paylaşıyoruz. Meydan Gazetesi: Ankara’da anarşizmin nasıl bir tarihi var? Karala örgütlenmesinin ana motivasyonu nedir? Örgütlenme sürecinden bahsedebilir misiniz? Karala: Aslında Ankara’da anarşistlerin varlığını 90’ların […]

The post Röportaj – Ankara’da Devrimci Anarşizmin Kara Bayrağını Yükseltenler: KARALA appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
Yaşadığımız coğrafyada devrimci muhalefet üzerindeki baskının giderek arttığı bir süreçten geçiyoruz. Buna rağmen devrimci anarşizmin kara bayrağını Ankara’da yükselten Karala ile Ankara’daki devrimci anarşizmi, mücadeleyi, politik ve toplumsal atmosferi konuştuğumuz röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Meydan Gazetesi: Ankara’da anarşizmin nasıl bir tarihi var? Karala örgütlenmesinin ana motivasyonu nedir? Örgütlenme sürecinden bahsedebilir misiniz?

Karala: Aslında Ankara’da anarşistlerin varlığını 90’ların başına kadar çeşitli alanlarda görebiliyoruz. Geçmişte işçi mücadelesinden öğrenci hareketlerine anarşistlerin varlığına rastlayabiliyoruz. Ancak örgütlü bir anarşizm anlayışından bahsetmek için ne yazık ki çok da gerilere gidemiyoruz. Ankara’da anarşizmin tarihinden bahsederken Ali Kitapcı’ya değinmek gerekiyor. Uzun yıllar boyunca kentte verilen mücadelelerin içerisinde olmuş, toplumsal mücadelenin ana eksenlerinden biri olan sendikal hareketin içerisinde bir anarşist olarak mücadele etmiş ve 10 Ekim Katliamı’nda yaşamını yitiren yoldaşımızdır.

Biz 2 sene önce, katliamın 3. yılında dergimizin ilk sayısını Ali Kitapcı’ya atfederek anarşizmi toplumsallaştırmak, Ankara’da devrimci anarşizm mücadelesini başlatmak için yola çıktık. Bu noktada en temel motivasyon kaynağımız, Ankara’da gerçekleştirilen bu katliama cevap veriyor oluşumuzdur. Devlet 10 Ekim’de bir anarşisti öldürdü ve biz devrimci anarşistler bin anarşist olarak onların karşısına çıkma hedefiyle var olduk. Bu temelde de 2 yıldır, İberya’da eşek üstünde köy köy gezerek devrimci anarşizm mücadelesini büyüten yoldaşlarımızdan ödünç aldığımızı ödünç veriyor, Ankara’yı sokak sokak gezerek devrimci anarşizmi örgütlüyoruz.

Kasım 2019’dan beri aktif olan bir büromuz var, burası Ankara’da örgütlü mücadelenin sürdürüldüğü, anarşizme ilişkin çeşitli aktarımların gerçekleştirildiği bir alan. Ankara’da hem Bakunin’in, Kropotkin’in, Emma Goldman’ın düşüncesini ve eylemini anlattığımız etkinliklerle hem de devletin tüm saldırılarına rağmen sokaklarda gerçekleştirdiğimiz eylemliliklerle örgütleniyoruz.

Ankara, “başkent” gibi devletsi ve merkezi bir nitelendirme taşımasının yanı sıra üniversite gençliği mücadelesinin de köklü geleneğine sahip bir metropol. Bununla birlikte OHAL döneminde Yüksel’deki eylemler sürecinde olduğu gibi son zamanlarda da sokağın hareketlendiğine şahit olduk. Karala, Ankara’da devrimci mücadelenin yükseltilmesine dair nasıl bir öngörüde bulunabilir?

Evet, Ankara devletin merkezi olan ve tüm kurumlarının bir arada bulunduğu bir kent. Bu da buradaki yaşamın kendisini doğrudan etkiliyor. Devletin merkezi olması nedeniyle en sert reflekslere sahip olduğu yer ama devrimci mücadelenin de çok güçlü bir geleneğe sahip olduğu bir kent. Yaşadığımız coğrafyada devletin ezilenlere yönelik tüm saldırılarının kararlaştırıldığı yer olduğu gibi, devrimci mücadelenin de filizlendiği yer. Devlet hem yıllarca buradan yönetmiş hem de yıllarca ODTÜ’den, Cebeci kampüsünden, DTCF’den çıkan devrimci hareketlerle karşı karşıya kalmış.

Bu nedenle şehirde ortaya çıkan her türlü hareket, anında devletin hedefi haline geliyor. Öğrenci hareketinin temel talepleri, işçi mücadelesinin hak arayışları, kadın cinayetlerine karşı çıkarılan her ses devlet tarafından anında bastırılmaya çalışılıyor. Birçok kentte herhangi bir olağanüstü duruma neden olmayan ve zaten olmaması da gereken en basit eylemler bile kriminalize ediliyor.

Polis tarafından özellikle gençliğe yönelik sürdürülen bir kaçırma politikası söz konusu. Kentte örgütlü mücadele eden veya edecek olan herkes bu kaçırma, tehdit etme politikalarıyla karşı karşıya kalıyor.

Bütün bunlar bize şunu gösteriyor; bir devlet kendi yasalarında bile meşru gördüğünü iddia ettiği sıradan bir sokak eylemini dahi zor gücüyle bastırmaya çalışıyorsa o sıradan sokak eyleminde devleti temelden sarsan bir dinamik var demektir.

Bu noktada bizim üzerimize düşen de devletin ısrarla kapatmaya çalıştığı sokakta, ısrarla mücadele etmektir. Ne şekilde engellemeye çalışırsa çalışsın biz bu mücadeleyi yükselteceğiz. Zaten kentteki 2 yıllık süreç göz önüne alındığında da giderek yükselen bir toplumsal mücadeleyi görebiliyoruz.

Coğrafyanın her yerinde olduğu gibi Ankara’da da, devlet iktidarının kapitalist politikaları çerçevesinde birçok yerde AVM açıldığını biliyoruz. AVM’lerin, aynı zamanda genç işçi sömürüsünün belirginleştiği tüketim mekanları olduğu gerçeğinden hareketle, Karala’nın bu alana dair tasarrufları nelerdir?

Ankara’da adı A ile başlayan ve sayısını bile bilmediğimiz onlarca AVM var. Kapitalizmin sureti olan bu merkezler; işçiler, özellikle genç işçiler için sömürünün de merkezi. Sömürü varsa mücadele de mutlaka vardır tabii ki. Biz de bu alanda Genç İşçi Derneği ile birlikte örgütlenme çalışmaları yürütüyoruz. Daha önce bu alışveriş merkezlerinin yakınlarına ve şehrin merkezi noktalarına GİDER’in afişlerini astık.

Zaten bizim aramızda da bu alışveriş merkezlerinde veya hizmet sektörünün farklı alanlarında çalışan birçok arkadaş var. Bu süreçte bizimle irtibat kuran genç işçilerle birlikte iş yerlerinde karşılaşılan çeşitli hak ihlalleri ve sömürüye karşı mücadele etmeye devam ediyoruz.

Bu alışveriş merkezleri nasıl sömürünün merkezleriyse, aynı zamanda mücadelenin de merkezleri olmalıdır. Bizler bunu yaratabilmek için, patronların karşısında yalnız kalmamak için bu sömürü merkezlerinde örgütlenmeye devam ediyoruz.

20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara Gar Katliamları’nın yıl dönümlerinde Karala’nın sokakta belirginleştiği görüldü. Her iki yıl dönümü öncesi, eylemlilik süreçlerini nasıl örgütlediniz? Eylemlerde ve genel anlamda polisin size karşı özel bir baskısı var gibi, bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Biz bu katliamları doğrudan devlet tarafından planlanan katliamlar olarak görüyoruz. Her iki süreçte de Dikmen’de, Tuzluçayır’da, Keçiören’de, Seyranbağları’nda, Cebeci’de, Kızılay’da, Esat’ta, Yenidoğan’da, Batıkent’te kısacası şehrin her yerinde herkesi katliamların 5. yılı anmalarına, sokağa, hesap sormaya çağırdık.

Şehrin tüm sokaklarına katledilen yoldaşlarımızın isimlerini, fotoğraflarını astık; yazılamalar yaptık. Gençlik örgütleriyle birlikte mahallelerde yürüyüşler düzenledik, bildiriler dağıttık. Bu süreçte pek çok arkadaşımız polis tarafından gerek telefonla aranarak gerek yolu kesilerek sindirilmeye çalışıldı. Öğrenci olan arkadaşlarımız burslarıyla, işçi olan arkadaşlarımız işleriyle tehdit edildi.

Suruç Katliamı’nı anmak için şehirde uzun süredir yapılmayan bir şeyi yaparak Kızılay Meydanı’na, Güvenpark’a çıktık. Burada eyleme katılan tüm yoldaşlarımız gözaltına alındı. Polis şiddeti sonucu iki yoldaşımızda kaburga kırıkları, bir yoldaşımızda yüz felci oluştu.

Ankara Katliamı’nı anmak için katliamın yapıldığı meydana yürümek üzere toplandığımızda da yoldaşlarımız gözaltına alındı. Burada polis amiri, açıkça bir yoldaşımıza yönelik “Seni bu sokaklarda gezdirmem!” diyerek tehditler savurdu. Biz bunu her iki eylem öncesi şehrin tüm sokaklarını adımladığımız için söylediğini biliyoruz.

Gözaltılarda bize yönelik ısrarla uygulanan şiddet politikasının sokakta ısrarla mücadeleyi savunduğumuz, her koşulda gün geçtikçe örgütlendiğimiz için yapıldığını, aslında anarşist olduğumuz için yapıldığını biliyoruz. Biliyoruz çünkü devlet, en çok devletin başkentinde devletin kendisini hedef alan anarşistlerden korkuyor. Devlet anarşistlerden korkuyor çünkü devletin başkentinde devletin katil olduğu gerçeğini sokak sokak anarşistler haykırıyor.

6 ayı aşkın süredir devam etmekte olan korona krizi, Ankara yerelinde, ezilenlerin yaşamlarını nasıl etkiledi?

Aslında devletin yarattığı bu krizin yaşadığımız coğrafyanın her yerinde olduğu gibi Ankara’da da ezilenleri hedef aldığını gözlemledik. Sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı süreçte Ostim’de, Şaşmaz’da, Siteler’de fabrikalar çalışmaya devam etti; işçiler her gün toplu taşıma araçlarıyla bu fabrikalara gitmeyi sürdürmek zorunda bırakıldılar.

Ankara’da vaka sayılarının diğer kentlere oranla 3-4 kat arttığı bir süreç söz konusu olmuştu. Bu süreçte Bilkent Şehir Hastanesi açıldığı için kapatılan ve hepsi aynı yerde bulunan 3 büyük hastane tekrar açıldı. Bu hastanelerin önünde geçtiğimiz hafta İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin Ankara’daki sağlık emekçilerinin koronavirüs sürecinde karşılaştığı durumları açıklayan raporu okuması polis tarafından engellendi ve sağlık emekçilerine burada bir saldırı gerçekleşti.

Bunun dışında Ankara’da hizmet sektörü çok yoğun. Bu sektörde birçok işletmenin uzun süre kapalı kalması, birçoğunun hala kapalı olması büyük bir işsizlik sorunu yarattı. Bu noktada ezilen mahallelerde bu süreçte dayanışma ilişkileri kurmaya çalıştık.

Ankara, nüfusu ağırlıklı olarak memur ve öğrencilerden oluşan bir şehir. Korona krizinde de üniversite ve liselerin kapatılması şehri doğrudan etkiledi.

Ankara “başkent” gibi devletin cisimleştiği bir yer olma niteliğinin yanı sıra devrimci anarşizm mücadelesinin bir “yereli” olma işaretlerini nasıl gösteriyor?

Biz Ankara’da 2 yıldır örgütlü bir şekilde mücadele ediyoruz. Bir düşüncenin bir kentte yaygınlaşması için baktığınız zaman öyle çok uzun bir süre sayılmaz. Ancak artık Ankara’nın her sokağında anarşizmi görebiliyoruz. Bu 2 yılda Ankara’da anarşizme duyulan ciddi bir merakın ve örgütlü mücadele isteğinin olduğunu gördük.

Bu mücadele, OHAL’le birlikte Ankara’da sokağın hareketsizleştirilmesine yönelik politikaları boşa düşürdü. Artık Ankara’da adaletsizliklere, baskılara, katliamlara sessiz kalmayan ve kendi eylemliliklerini yaratabilen bir sokak hareketi var. Gerek gençlik örgütleriyle gerek kentteki işçi hareketleriyle birlikte ördüğümüz süreçlerle mücadeleyi sürdürüyoruz.

Yakın döneme kadar Ankara’da anarşizm sadece üniversite kampüsleri içerisine sıkıştırılmıştı. Bu süre içerisinde biz bu durumu değiştirdik. Mahallelerdeki liselere yönelik çalışmalar yapıyoruz. Kentin her yerinde, her alanda anarşizmi örgütlüyoruz. Artık Ankara’nın ortasında devrimci anarşizm mücadelesini toplumsallaştırmak için mücadele eden bir örgütlenme var. Ve bu mücadele gün geçtikçe büyüyor.

Cevaplarınız için teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Son olarak Meydan gazetesine hem bu röportaj için hem de 2 yıldır bizimle kurdukları dayanışma ilişkisi için teşekkür edelim. Tüm baskı politikalarına karşı mücadeleyi daha fazla büyüteceğimizi bir kez daha belirtiyoruz. Ankara’da yaşayan herkesi mücadeleye çağırıyoruz. Yaşasın devrimci anarşizm!

Bu röportaj Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Röportaj – Ankara’da Devrimci Anarşizmin Kara Bayrağını Yükseltenler: KARALA appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/16/ankarada-devrimci-anarsizmin-kara-bayragini-yukseltenler-karala/feed/ 0
Ödüllendirilen Açlık https://meydan1.org/2020/11/16/odullendirilen-aclik/ https://meydan1.org/2020/11/16/odullendirilen-aclik/#respond Mon, 16 Nov 2020 14:26:30 +0000 https://meydan.org/?p=66580 World Food Programme (WFP) olarak bilinen Birleşmiş Milletler (BM) Dünya Gıda Programı, yürüttüğü projeler dolayısıyla geçtiğimiz günlerde Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. Böylelikle BM bu ödülü 12. kez almış oldu. Nobel Vakfı’nın ödüle layık gördüğü ve esasında tamamen çözümsüzlükler üzerine kurulu ilişkilerle yürütülen programa, Dünya Gıda Programı’na farklı bir perspektiften bakalım. Kuruluşu ve Amacı Program, […]

The post Ödüllendirilen Açlık appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
World Food Programme (WFP) olarak bilinen Birleşmiş Milletler (BM) Dünya Gıda Programı, yürüttüğü projeler dolayısıyla geçtiğimiz günlerde Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. Böylelikle BM bu ödülü 12. kez almış oldu. Nobel Vakfı’nın ödüle layık gördüğü ve esasında tamamen çözümsüzlükler üzerine kurulu ilişkilerle yürütülen programa, Dünya Gıda Programı’na farklı bir perspektiften bakalım.

Kuruluşu ve Amacı

Program, Birleşmiş Milletler’in 1960 yılında Gıda ve Tarım Örgütü Konferansı’ndan sonra ABD’deki Food For Peace (Barış İçin Gıda) programının direktörü George McGovern’ın önerisiyle, “doğal afetler, savaşlar gibi nedenlerle yaşanacak acil ve insani gıda ihtiyaçlarını gidermek” amacıyla 1961 yılında Roma’da kurulmuştur. İlk faaliyetini 1963 yılında gerçekleştirmesinden sonra 1965 yılında kalıcı olarak çalışmaya başlamıştır. Dünya üzerindeki açlığı sıfıra indirmeyi amaçladığı söylenen programın 2018 yılı için açıkladığı raporda belirtilen en büyük finansörlerinden ikisinin dünya üzerindeki açlığı yaratan başlıca güçlerden ABD ve AB olduğu bilinmektedir.

Sorunlu Ortaklıklar

2001’den günümüze değin ABD’nin Afganistan’a, 2003’te Birleşik Krallık ile birlikte Irak’a saldırmasının ardından yıllar sonra dönemin Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’nı yürüten Condoleezza Rice, her iki saldırının da bu ülkelere demokrasi götürme amaçlı yapılmadığını açıklamıştı. Saldırının hemen ardından WFP Irak’a insani yardımları TC üzerinden ulaştırmıştı. Aynı dönemde WFP ile pazarlığa oturan TC, 1998’de kapatılan temsilciliği 2003 yılında tekrar faaliyete sokmuştu ve 31 Aralık 2004’te insani yardımın son bulmasıyla temsilcilik işlevini yitirmişti. WFP’nin 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi’nde Irak’ın önemli ilerleme kaydetme potansiyeline sahip olduğunu belirtmesinin yanında, nüfusunun yarısından fazlasının yoksulluk sınırında yaşadığı satırları da yer almaktadır. WFP’nin de Irak’ta yaşanan savaş kaynaklı yoksulluğu, bu yoksulluğa sebep olanların sağladığı fonlarla kapatmaya çalıştığı gözlemlenmektedir.

WFP’nin bir başka sorunlu ortaklaşması ise Türkiyeli şirketlerle gerçekleşmektedir: Eczacıbaşı ve Limak Holding. Bu şirketlerin yanı sıra Gates Vakfı’nın da yer aldığı Sosyal Kalkınma Amaçları Etki Hızlandırıcı Programı çerçevesinde geçtiğimiz yıl 6-8 Temmuz’da İstanbul’da gerçekleştirilmiş olan bir etkinlikte “Hedef, yerlerinden edilmiş kişilere yardım etmek, dezavantajlı kitlelere destek vermeye odaklanıyoruz; mültecilerin potansiyeline inanmalı ve yatırım yapmalıyız.” gibi söylemler ön plana çıkmıştı. Başta Suriye’ye yönelik olmak üzere dahil olduğu savaşlar sebebiyle insanların yerlerinden edilmesinde rol alan TC’nin kendisine yakın olan bu şirketler vasıtasıyla göçmenlerin yaşadığı sorunların giderilmesine yönelik programa dahil olmaya çalışması, devletlerin ve BM’nin çokça yaşadığı türden çelişkilere bir başka örnek olmuştur.

Ayrıca daha sorunlu bir başka WFP ilişkisi BM’nin benzeri programlarının da daimi finansörü olan Bill ve Melinda Gates Vakfı ile kurulmuş olandır. Gates Vakfı’nın çeşitli kapitalistlerin de desteğiyle GDO’lu tohumları yaydığı ve bunu biyoteknoloji adıyla maskelemeye çalıştığı bilindiği halde Dünya Gıda Programı’yla tekrar bir etkinlikte buluşması dikkat çekicidir.

Yeşil Devrim ve Gates Vakfı

Yeşil Devrim, 1960 yılından sonra geleneksel tarım yöntemlerini sönümlendirip genetiği değiştirilmiş tohumları ve bu tohumlardan elde edilecek üretimi destekleyen bir süreçtir. Elde edilecek üretimler hususunda ise geleneksel tarıma oranla daha çok gübre ve suya ihtiyaç duyulmaktadır. İhtiyaç duyulan suyun ekim için kullanılmasından kaynaklı olarak içilebilir su kıtlıklarının yaşandığı ve bununla birlikte yerel üretimin Yeşil Devrim sürecinde yok olduğu veya derin hasarlar aldığı bilinmektedir. Bu süreç ekilebilir alanın arttırılmak istenmesiyle birlikte var olan ormanların yok edilmesiyle sonuçlanmıştır. Geleneksel tarım yöntemleri suyun daha verimli kullanılmasına ve yer altı varlıklarının kendini dengelemesine olanak tanırken yeni sistem ihtiyaçlarının karşılanması adına var olan yer altı ve yer üstü varlıklarının sonuna kadar sömürülmesi gerekliliğine dayanmaktadır. Dolayısıyla Yeşil Devrim ile birlikte su kıtlığının daha fazlalaşmış olduğunu söylemek mümkün.

Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın bahsi geçen Yeşil Devrim’in neresinde yer aldığına gelecek olursak Bill Gates’in bahsi geçen ilişkiler ağında bilindiği kadarıyla fon sağlayıcı konumda olduğu görülmektedir. Zira bu bağlantıyı kendisi de yalanlamamış, hatta genetiği değiştirilmiş tohum ve bitkilerin iklim değişikliklerini telafi ettiğini öne sürmüştür. Fakat Yeşil Devrim ile birlikte öne çıkan bu tohumların kullanılması Hindistan ve Meksika gibi ülkelerde kuraklığı arttırmışken Gates Vakfı’nın aynı yöntemleri kullanmayı düşünerek dahil olduğu AGRA’nın (Growing Africa’s Agriculture) farklı bir sonuç vermesi düşünülemez.

Çözümsüzlük

WFP’nin insani yardım adı altında gündem ettiği gıdaya erişim konusu, yazıya başlamamızdaki en önemli nedenlerden biriydi. Peki WFP gıdaya nasıl erişmektedir? WFP’nin dağıttığı gıdaya erişimi BM’nin açtığı ihaleleri gerekli kuruluşlarla ilişkilendirmesiyle başlayıp kabul edilen ihracatçı firma veya kuruluştan istenilen gereksinimlerin temin edilmesiyle son bulan bir süreçtir.

BM bu ihalelerde çocuk işçi çalıştırmama, silah kaçakçılığı yapmama gibi belirli kriterleri gözettiğini belirtmektedir. Fakat konu kendisine fon sağlamak olduğunda bu kriterleri gözetmemesi BM’nin temel çelişkisini ortaya koymaktadır. Bu çelişki yerkürenin farklı coğrafyalarında ortaya çıkan toplumsal, ekonomik, ekolojik ve siyasi sorunların yaratılmasındaki payının büyüklüğü ile ilişkilidir.

BM böylesi öncelikleri her yerde gözetmeyerek halihazırda çözümü sağlayamayacağını itiraf da etmiş olmaktadır. Açlığı yaratan ve savaşları başlatanlardan yine açlığı dindirmesini ve savaşları bitirmesini beklememek gerektiği bir kez daha ortaya çıkmıştır. Nobel Vakfı’nın da açlığın, yoksulluğun, savaşın çözümündeki katkıları sebebiyle verdiğini iddia ettiği ödül esasında sorunun kendisine; açlığa, yoksulluğa, savaşa verilmektedir. Açlık ödüllendirilmektedir.

Sergen Saka

Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

The post Ödüllendirilen Açlık appeared first on Meydan Gazetesi.

]]>
https://meydan1.org/2020/11/16/odullendirilen-aclik/feed/ 0