The post Hindistan’ın Pembe Giymiş Kadınları: Gulabi Çetesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Onların ne adaletsizliğe tahammülü, ne de adalet için mahkemelere ve hakimlere ihtiyaçları var. Onların adaleti vicdanlarından ve ellerindeki bambu sopalarından geliyor, onlar Gulabi Çetesi.
Gulabi çetesi kimlerden mi oluşuyor? Onlar başlık parası yüzünden kaynanasından, sofradaki yemek yüzünden kocasından dayak yiyenler; yoksulluktan aç yatıp, işsizlik maaşı almaya gittiklerinde ise memurlara rüşvet vermek zorunda kalanlar. Çoğu okuma yazma bilmiyor, çocuk yaşta evlendiriliyor. Onlar Hindistan’ın en yoksul bölgesi olan Banda ve civarında yaşayan, kastın en altında olmaları sebebiyle ezilen, kadın olmaları sebebiyle de iki kez ezilen kadınlar…
Gulabi Çetesi’nin kadınları, tüm bu koşullar hayatlarını işkenceye çevirirken sessiz kalmak
yerine isyan etmeyi, tek başlarına dertlenip kahır çekmektense bir araya gelip örgütlenmeyi seçmiş kadınlar.
“Kim yalnız başına savaşabilir” diyor bu çetenin kurucularından Sambat ve ekliyor; “Gücümüz
mücadelemizden geliyor. Ben kadınların çektiklerini gördüm, benim savaşım sadece kendim için değil, ezilen tüm kadınlar için. Kadınlar bize katılıyorlar çünkü artık katlanmak istemiyorlar, bu onların da savaşı.”
Gulabi Çetesi yalnızca kadınlara yönelik adaletsizliklere değil, toplumsal adaletsizliklere
de doğrudan eylemle karşılık veriyorlar. Karşılarındaki ister polis, isterse devlet yetkilisi olsun, onlar doğru bildiklerini yapmaktan hiç geri durmuyorlar. Örneğin toplumsal bir adaletsizliğe karşı yapılan bir eylemde gözaltına alınan ve on gün boyunca hakkında hiçbir suçlama olmaksızın nezarette tutulan birinin durumunu sormak için karakola giden Sambat, orada yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Ona ne olduğunu sorduğumda beni dinlemediler. Onlara beni dinleyin dedim ama bana bu işe karışmamı söyleyip beni oradan uzaklaştırmaya çalıştılar. Bense orada kalmakta ısrarcı oldum fakat aralarından biri benim üzerime yürüdü ve beni dövmeye kalktı. Ben de kendimi korumak için elimdeki defteri yüzüme siper ettim ve geri çekildim, bunun üzerine daha da sinirlenen polis bana vurmaya başlayınca ben de defteri bırakıp elime sopamı aldım ve onun kafasına vurdum… O günden beri bizden korkuyorlar ve ne zaman biri polisle bir sorun yaşasa – ki bu her gün oluyor- biz gidiyoruz ve kolayca çözüyoruz.”
Benzer başka bir örnek ise elektrik idaresinde yaşanıyor; faturalarını ödeyemeyenlerin elektriklerini kesen memurlar, bir de elektrikleri yeniden açmak için rüşvet istediğinde karşılarında Gulabi Çetesi’ni buluyor. Ellerinde lathi dedikleri uzun sopalarla pembe giymiş kadınları karşılarında bulan memurlar, tam da o anda bir hata yaptıklarının farkına varıyorlar.
Başka bir örnek ise şöyle; köyde fakirler için ayrılan buğdayları deposunda öylece tutan memurun ofisinin kapısına dayanan Gulabi Çetesi, ayrılan buğdayları iki traktöre yükleyerek ihtiyacı olanlara dağıtıyor.
Onlar şiddet uygulayan erkeklerin ya da devlet yetkililerinin hayatlarını zindan ederken, kendi aralarında kurdukları dayanışma ile de birbirlerinin hayatlarını kolaylaştırıyorlar. Kendilerini şöyle tarif ediyorlar: “Biz hizmet edenlere, alt tabaka diyorlar oysa altta olanlar aslında bizi kendilerine hizmet ettirenler; çünkü biz, onların çamaşırlarını yıkayan, sokakları süpüren, saçlarını kesenleriz. Ve bu yüzden onlardan çok daha üstlerdeyiz…”
Gulabi Çetesi kadınlarının nüfusu bugün Banda ve çevresinde neredeyse 100.000’e ulaşmış durumda. Onlar sömürüye karşı, yaşamları için mücadele ediyorlar. Her türden adaletsizliğe karşı doğrudan eylemle hareket eden ve örgütlülüklerinin gücüyle hayatlarını dönüştüren Gulabi Çetesi’nin kadınlarını selamlayarak, onların sözleriyle yazımızı sonlandıralım:
“Bu yol çiçeklerle değil tersine dikenlerle kaplı bir yol ve yalnızca kalplerinde
dünyanın çilesini taşıyanlar bu yolda yürüyecek cesarete sahiptir.”
The post Hindistan’ın Pembe Giymiş Kadınları: Gulabi Çetesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kullan-at Kılavuz: Hacze karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kullan-at: Hacze karşı
Borç yiğidin kamçısıdır derler. Ama günümüzde borçlar, türlü ödemelerle baş edemeyen ailelerin en büyük kabuslarından biri. Haciz ise borcunu ödeyemeyen aileler için, gölgesi kendinden daha büyük bir yaptırım. Evdeki eşyalar çoğu zaman borcu karşılayamıyor olsa da eve gelen haczin yarattığı korku, yaptırımın ta kendisi. Bunu bilen bankalar ya da alacaklılar ise, borçlarını tahsil etmek için ilk olarak avukatları aracılığıyla adreslerimize çeşitli kağıtlar gönderiyorlar. Kişilerin bu konudaki bilgisizlik ve çaresizliğinden de faydalanarak faizdi, masraftı, vekalet ücretiydi derken ödenecek miktarın çok üstünde bir fatura çıkartıyorlar. Peki, bizler kendimizi bu yavuz hırsızlardan korumak için ne yapmalıyız?
Eve İcradan Kâğıt Geldi!
İcra Takibi alacaklının borçludan alacağını almak için, İcra Müdürlüğü’nde başlattığı işlemin hukuki adıdır. Haciz ise borçlunun mal ve haklarına İcra Müdürlüğü aracılığı ile el konulması demektir. Haciz halk arasında icra işlemlerinin tümünü kapsayacak şekilde kullanılmakta ise de icra takibi işlemlerinin bir aşamasından ibarettir.
İcra Müdürlüğü tarafından gönderilen tebligatlar, genellikle icra takibi üzerine düzenlenen ödeme veya icra emridir. Üzerini dikkatle okuyunuz. Eğer borcunuz yoksa, borç miktarı doğru değilse, önceden ödediğiniz borç tekrar isteniyorsa, yasal haklarınızı kullanarak takibi durdurabilirsiniz.
Takibe İtiraz Etmemenin Sonuçları Nelerdir?
İtiraz etmemeniz halinde, itiraz süresi sonunda hakkınızdaki icra takibi kesinleşir. Takip kesinleştikten sonra evinize hacze gelinebilir, aracınız haczedilip yakalanabilir. Bankada bulunan paralarınıza, gayrimenkullerinize ve üçüncü kişilerde bulunan hak ve alacaklarınıza haciz konulabilir. İtiraz ederek takibi durdurmanız durumunda, açılacak dava sonucunda itirazınız mahkemece haksız bulunursa aleyhinize %20 icra inkar tazminatına hükmedilebilir. Alacaklı mal kaçırma ihtimaliniz olduğunu düşünüyorsa, mahkemeden aldığı ‘ihtiyati haciz kararı’ ile size ödeme emri tebliğ edilmeden, mallarınızı ihtiyaten haczedebilir.
Haciz İşlemi Nedir?
İcra memurunun gözetiminde alacağın tahsili için yetecek miktarda eşyanın tespit edilerek haciz tutanağına yazılmasıdır. Alacaklının talebi olursa eşyalarınız evinizden alınarak yediemin depolarına götürülebilir veya size yediemin olarak bırakılabilir. Haciz işlemi sırasında icra memuru beyan ve taleplerinizi haciz zaptına yazmakla yükümlüdür. Haciz tutanağını dikkatle okuyun, okumadan imzalamayın. Talepleriniz yazılmaz ise bu hususu yazarak zaptı imzalayabilir veya imzalamaktan çekinebilirsiniz.
Maaş Haczedilebilir mi?
Borçlunun almakta olduğu maaşın ancak 1/4’ü haczedilebilir. Emekli maaşları, kural olarak haczedilemez. Takip kesinleştikten sonra borçlunun muvafakatı halinde haczedilebilir. Emekli maaşlarında haczin kaldırılması süreye bağlı değildir ve İcra Müdürlüğü’nden talep edilir.
Haczedilen Eşyaların Akıbeti Nedir?
Haczedilen eşyalar alacaklının talebi olursa yediemin depolarına götürülür. Daha sonra yasal prosedüre uygun olarak icra müdürlükleri tarafından satılır. Satış bedelinde, borca yetecek kadarı alacaklıya ödenir.
Haczedilen Eşyamı Geri Alabilir miyim?
İcra takibine neden olan borcunuzu ve icra masraflarını ödediğinizde haczedilen eşyanızı geri alabilirsiniz. Eşyanızın tutulduğu yediemin deposunun ücretini de sizin ödemeniz gerekir.
Borçluların büyük kısmı orta ve dar gelirliler
İcra takiplerinin çoğu, kredi kartı ve bireysel kredilerden kaynaklı banka alacaklarından kaynaklanıyor. Borçluların büyük kısmı ise orta ve dar gelirliler.
Bankalar ödemeler aksamaya başladığında, çoğunlukla dosyayı idari takibe alarak telefonla aramaya başlar. Koşulları uygun olursa, borcu yeniden yapılandırırlar. İcra takibindeki banka dosyalarından ilk kez hacze gidildiğinde, yöntem olarak eşyalar muhafaza altına alınmaz. Sadece haczedilip borçlu ya da 3. bir şahsa yed-i emin olarak bırakılır. Çünkü orta halli bir evden haczedilerek muhafaza altına alınan eşyaların satışından elde edilecek para, çoğunlukla haciz ve muhafaza sırasında yapılan masrafları ve yed-i emin ücretini ancak karşılar. Eşyalar yeni bile olsa fiyatları 2. el eşya fiyatı üzerinden belirlenir. Ve bu rakamın da %60 ya da %40’ına satılır. Bu yüzden genellikle haciz ve muhafaza yapmaktan çok bunun yapılacağına dair baskı yapılarak tahsil edilme yolu tercih edilir.
Hiçbir belgeyi imzalamayın
Alacaklı haciz sırasında ya da icra dairesinde borçludan icra taahhüdü almak isteyebilir. Bu taahhüdü hiçbir şekilde imzalamayın. İmzalamak bu borcu ödeyeceğinizi taahhüt etmek olacaktır. Ve borcu bu kez ödemezseniz normalde karşınıza çıkmayacak ceza hükümlerine tabi olabilirsiniz. Siz her zaman için “Tamam öderim, olunca öderim” gibi ifadelerle geçiştirin. Ve hiçbir şekilde hiçbir belgeye imza atmayın. Sizi korkutacaklardır, korkmayın, kanmayın. Ama “yasal” avukatınız size şöyle diyebilir: “Ödeyemeyeceğiniz taahhütde bulunmayın, icra taahhüdünü ihlal ettiğiniz takdirde, taahhüdü ihlalden hakkınızda ceza davası açılabilir.“ Siz yine de hiçbir belgeyi imzalamayın.
Kefil olmayın, taahhüt vermeyin, muvafakat etmeyin
Borçludan tahsil edilme olasılığı düşükse haciz sırasında veya icra dairesinde borçlunun yakını vs. dosyaya icra kefili alınmaya çalışabilir. Birinin icra kefili olması durumunda o kişiye aynı dosyadan icra emri gönderilerek, icra takibe kefil olunan miktar için bu kişiye karşı haciz işlemlerine başlanır. Böyle bir durumda kefil olmayın, herhangi bir taahhüt vermeyin, emekli maaşının haczine muvafakat etmeyin.
Lüzumlu eşyalardan bir taneden fazla bulundurmayın
Evinizde lüzumlu eşyalar birer tane olsun. Çünkü, yürürlüğe giren yeni yargı paketine göre, borçlu ve aynı çatı altında yaşayan aile bireyleri için lüzumlu eşyaların birer tane olması durumunda bu eşyalar haczedilemiyor.
Ayrıca, borçlunun ekonomik faaliyetini sürdürebilmesi için gerekli eşyalar da haczedilemiyor. Yani terzilikle geçimini sürdüren bir kimsenin dikiş makinesi haczedilemiyor. Bankalarda alacaklarınız ve hesaplarınıza haciz konulmaması için de banka hesabınızı kullanmayın.
Orta halli bir evden haczedilen eşyaların satışından elde edilecek para, çoğunlukla haciz ve muhafaza sırasında yapılan masraflar ve yed-i emin ücretini ancak karşılar. Bu yüzden genellikle haciz ve muhafaza yapmaktan çok, avukatlar ve avukatlık kimliği kullanılarak haciz yapılacağına dair baskı yapılarak tahsil edilme yolu tercih edilebilir.
The post Kullan-at Kılavuz: Hacze karşı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Boş Sahne’de Bir Maymun – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kafka hayatı boyunca bürokrasiye ve otoriteye, zorluklardan kaçtığı için karşı koyamamış ve bu nedenle kızgınlıklarını, arayışlarını, yapayalnızlığını yazdığı hikâyelere yansıtmıştır. Bu hikâyelerden birisi de, bir avcı şirket tarafından yakalanıp gemiye tutsak edilen bir maymunun insanlaşma sürecini anlattığı “Akademi İçin Bir Rapor” isimli hikâyesidir. Bu hikâyede tutsak edilen maymun, bir zamanlar “her tarafa yayılan bir duygu olarak tanımladığı özgürlüğü”, gemiden okyanusa atlama ihtimali olarak görür. Buna karşın tek çıkış yolunu onu kapatan insanları taklit etmekte bulur ve zamanla insanlaşarak büyük kafesten kurtulur. İsmi artık Peter olur. Hatta bir insan olarak şempanze bile beslemeye başlamıştır. Kafka’nın maymunu kimisine göre sahte özgürlüğün yanılsaması, kimisine göre ise sonsuz bir modern köleliğin çelişkisi olmuştur.
Öyküdeki çelişkileri, arayışları ve eleştirileri irdelerken bu öyküyü bir tiyatro oyunu olarak sahneleyen Boş Sahne isimli tiyatro grubunu izleme ve onlarla tanışma fırsatı buldum. Boş Sahne ekibi(Saim Güveloğlu ve Filiz Bozkuş) “sade ve özgür bir şekilde yaşamak, yaşadığımız gibi tiyatro yapmak istiyoruz” diyorlar. Neden Boş Sahne diye sorduğumda ise Peter Brook’un Boş Alan kuramından etkilenerek karar verdiklerini söylüyorlar. Günümüz yönetmenlerinden Peter Brook’un bu kuramına göre her boş alan sahnedir, oyuncu o boş alanda yalnızdır ve o alanı istediği gibi doldurabilir.
2011 yılından beri oyunlarını sahneleyen Boş Sahne’nin ilk oyunu Ursula K. Le Guin’in aynı adlı öyküsünden oyunlaştırdıkları “Labirentler” isimli oyun. Bu oyun üzerine yaptığımız sohbette ise bu oyunu neden seçtiklerini ve oyunun nelerden bahsettiğini anlattılar. “Oyun bir yaratığın başka bir yaratığa labirentler içerisinde yaptığı farklı birçok deneyi, deneye maruz kalanın bakış açısıyla anlatıyor” diyorlar ve ekliyorlar “Bizim insan olarak bildiğimiz şu; deneyleri bizim başka bir insana veya hayvana yapmamız olduğu için deneyi yapanın gözünden bakmak. Ursula ise bu öyküsünde deneye maruz kalanın tarafından bakıyor.” Öykünün onları etkileyen ve onlara güzel gelen yanı ise Ursula’nın hikayeyi bir ajitasyon içerisinde değil de bir yandan isyan eden, bir yandan komik duruma düşen, bir yandan da ağlayan, aslında farklı bir çok boyutu yansıtan bir şekilde, yazması olmuş. Bu oyuna hazırlanırken Foucault okumaları gerçekleştirmiş, kapatılma ve hapishanelerde yapılan deneyler ile ilgili araştırmalar yapmışlar. Ve tüm bu çalışmalar sonrasında oyunu, Foucault’nun tanımlamış olduğu mikro iktidar üzerinden yorumlamışlar. Aynı zamanda “Oyunu didaktik olmaktan çıkararak Ursula’nın kendi edebiyatında yapmayı önemsediği bir şeyi yaptık” diyorlar.
Gelelim yazının başında da bahsettiğim ikinci oyunları Kafka’nın öyküsü Akademi İçin Bir Rapor’a. Bu oyunu neden seçtiklerini sorduğumda Kafka’nın minör edebiyatını* tiyatroya uyarlamak istemelerinin, karşılarına bu oyunu çıkarttığını söylediler. Bu oyuna 8 ay çalışmış, çalışmalarını yoğunluklu olarak üç ayda tamamlamışlar. Bu yüzden oyunu, oynadıkça keşfettiklerini söylüyorlar. İnsanlaşan maymun Peter, “Sayın akademi üyeleri” diye başlıyor oyununa ve ilk olarak tükürmeyi öğrendiğini söylüyor. “İnsanlarla aramda bir fark vardı: Onlar bana tükürdüğünde ben yüzümü siliyordum fakat ben tükürdüğümde onlar yüzlerini silmediler”. Yine oyunun bazı kısımlarında “ilerlemeliyim, ilerlemeliyim” diyerek koşuyor Peter. “Bu durum modernizme bir eleştiri mi acaba?” diye sorduğumda, aslında oyunda maymunun bir yaban olarak modern dünyaya baktığının vurgusunu yapıyorlar. Maymunun kendi maymunluğu bastırarak, insan olma durumunun eleştirisinin aslında Kafka’nın kendi yaşamında da olduğu belirterek “Tıpkı oyunda maymunun kendi kimliğini bastırdığı gibi Kafka da kendi yaşamında anadili Çekçe olmasına rağmen, Almanca yazıyor” diye ekliyorlar. Bu öyküde maymunun yersiz-yurtsuzlaştırılarak tutsaklaştırılması ve yavaş yavaş kendi dilinden, kimliğinden uzaklaşmasının, yaşadığımız coğrafyadan tanıdığımız bir gerçeklik olduğunu söylüyorlar. Tüm bunlara rağmen Kafka oyunda, maymunun insanlaşmasını tek çıkış yolu olarak belirtiyor ve özgürlüğü çıkış yolundan farklı bir yere koyuyor. Sizce Kafka çıkış yolu ve özgürlük arasında nasıl bir fark koyuyor dediğimde, bana aslında öykünün bu ayrımında Kafka kendisi konuşuyor diyorlar. “Genel özgürlük veya çözümler Kafka’ya göre değil; bunun yerine o çıkış yolları arıyor. Kafka bu konuştuklarımızdan günlüklerinde de bahsedebilir aslında. Ama Deleuze’ün minör bir edebiyat içinde yazdığı, bunun çok politik olduğudur. Kafka yüce bir özgürlük duygusundan bahsetmiyor fakat her an bir çıkış yolu aramanın yani insanın bunu aramasının aslında politik bir karşılığı olduğundan bahsediyor.” diye ekliyorlar. Peki, insanlaşmak onun için tek çıkış yolu mu dediğimde “O koşullar altında. Mesela Almanca konuşmak zorunda olduğunda Almanca konuşuyor Kafka. Ve tam bu yüzden Deleuze, Kafka bu kadar politik olabilir. O, Almanca yazmak zorunda olduğunu biliyordur ve azınlık olarak çoğunluğun dilinde yaptığı edebiyat politik bir eyleme dönüşür.” diyorlar.
Oyunda maymun karakterini Filiz Bozkuş canlandırıyor. Oyunu izlerken karakterin özelliklerini, izleyene oldukça iyi yansıtıyor ve dolu bir tek kişilik performans sergiliyor. Oyunu bir oyuncunun öyküyü anlama çabası olarak tasarladıklarını söylüyorlar. Ve bu anlama çabasını seyirci ile paylaşıyorlar. Seyircinin artık didaktik tiyatronun öğreticiliğini, yani tepeden inme bir şeyi, kabul etmek istemediğini söylüyorlar. Ve son olarak “ Biz anladık oynuyoruz değil, siz de gelin ortak olun, birlikte anlayalım demek istedik” diye ekliyorlar sohbetimizin sonunda.
Gelgelelim Kafka’ya; O öyküsünde tüm çelişkileriyle, arayışlarıyla ve eleştirileriyle özgürlüğün değil ama bir çıkış yolunun peşinden koşuyordu. Ben ise “boş sahneye” baktığımda görüyorum ki, eğer kapitalizm yaşamlarımızın içerisine bu kadar sızmamış olsaydı, insanlaşmak tutsak edilen maymun için belki bir çıkış yolu olarak görülebilirdi. Bense yaşamlarımıza dönüp baktığımda, yaşadığımız sistemin içindeki bütün çıkış yollarının yine bu sisteme çıktığını görüyorum. Ve hatta diyebilirim ki bu yolları bize tek çıkış yolu olarak gösteren ve insanları gerçek özgürlüğe dair ümitsizleştiren de bu sistemin ta kendisi. Eğer bir gün gemideki tutsak edilmiş maymunlar, insanları taklit edip tükürmeyi öğrenmek yerine, hep beraber zincirlerini kırmayı seçerlerse, özgürlük bütün maymunlar için bir hayal değil, gerçeklik olacaktır.
Bakalım sizler bu oyunu izlemek için gittiğinizde kendinizi bir akademi üyesi olarak mı yoksa bir maymun olarak mı göreceksiniz? İşte bu sorgulamayı yaşayabilmek için bu oyuna gitmenizi ve aynı zamanda Kafka ile tanışmanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.
* Minör edebiyat, Deleuze ve Guattari tarafından etnik bir azınlığa mensup yazarın yaşadığı ülkenin dili ile yaptığı edebiyat olarak tanımlanır.
The post Boş Sahne’de Bir Maymun – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “KIYAMET: bir yok oluş mu, yoksa kurtuluş mu?”- Özgür Benol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kıyam Arapça’ da ayağa kalkma, bir işe kalkışma anlamına gelir. Kıyamet kelimesi ise kıyam kökünün çoğul hali, kelime anlamıyla ayaklanma, başkaldırı, topluca ayağa kalkma anlamına gelir.
Mayalarda, İslam’da, Hinduizm’de, Hıristiyanlık’ta, Budizm’de, Yezidilik’te, Brahmanizm’de ve başka birçok dinde geleceğine inanılan bir kıyamet günü olmuştur. Budizm’de, dünyanın 6000 yıllık döngüsünde ilk binyılın başladığı gündür; Hıristiyanlıkta, Tanrının Krallığı’nın kurulacağı Altın Çağ’ın başladığı gündür. Tüm dinlerde benze şekilde kıyamet gününün, adaletsizliklerin ve bencilliğin dayanılamaz hale geldiği zamanlarda geleceği düşünülmektedir. Kıyamet ezilen halklar için kurtuluşu müjdeleyen kutlu gündür. Kıyametin tarihi belki devlet kadar eskidir.
Hristiyanlık inancına göre Adem ve Havva’nın cennetten kovulup dünyaya yollanmasıyla, dünya insanlığın cezalandırıldığı ve sınandığı bir yer olagelmiştir. İnsanlığa verilen ceza yoksulluk, açlık, savaş, afetler gibi felaketlerdir. Kıyamet günü ise insanların tanrı tarafından affedileceği, insanların kurtulacağı gündür. Aslında Tanrı’nın değil, devletin başının altından çıkmış bu felaketlerin sona ermesidir. Kıyamet devletin hükmünü kaybetmesi, Kutsal Ruh’un, Yahuda’nın, iyiliğin (Taoizmde “yin”) kurallarının geçerli olacağı kutlu günlerin gelmesi demektir.
Tarih boyunca halklar, Kıyamet’in geldiğine inanarak pek çok kez ayaklanmıştır. Örneğin, İsa’nın doğumundan hemen önce Kudüs ve bugünkü Filistin toprakları Roma kolonileriydi. Bölgede yaşayan Yahudi halkı, gelirlerinin %45’ini, Roma’ya ve Roma tapınaklarına vergi olarak vermek zorundaydılar. Çoğunluğunu topraksız köylüler, düşük ücretli işçiler ve kölelerin oluşturduğu halk, bir Mesih’in gelmesini ve Davut’un krallığını tekrar kurması umuduna sıkıca yapışmışlardı. İsa’nın asılmasının ardından, onun vatanı Galile’de yaşayan köylüler ayaklanmışlar ve Roma’ya karşı “kıyam”a girişmişlerdi. Galile’li köylüler, Roma’ ya karşı savaşı ancak isyancı köylülerin yanında savaşmaya gelecek bir Mesih’in yardımı ile kazanabileceklerine inanıyorlardı. Ayaklanma sırasında pek çok kişi Mesih olduğunu iddia ederek, ayaklanmaya öncülük etmişti.
Mesih ve Mehdi kıyametin gerçekleşmesinden önce beklenen, insanları felaketlerden, savaşlardan kurtaracak, tekrar yeryüzünde adaleti kuracağına inanılan kişidir. Mehdi; İslam’da kıyametten önce, insanlara doğru yolu gösterecek, insanları imana yönlendirecek kişidir. Maniheizm’de, Tanrı Ahura Mazda’nın elçisi olan Mehdi’nin kıyametten önce gelip insanları dine yönelteceğine inanılır. Hristiyanlıkta İsa Mesih, Tanrının Krallığı’nı tekrar kuracaktır. Fakat bu krallık, yeryüzü krallıklarının aksine zorla ve kılıçla değil; barış ve ikna ile yönetilecektir. Kıyametle birlikte Mesih ve Mehdi inanışı neredeyse her dinde vardır. Mehdi hakkındaki genel inanış, Mehdinin son savaşçı, yeryüzüne barış ve huzuru getirecek kişi olduğudur. Mehdi aslında kurtarıcı sembolüdür.
Kıyamet; geçmişte pek çok halk için bir ayaklanma günü, eski bozuk düzenin değişeceği bir kurutuluş gününü ifade etti. Kıyamet ilahi adaletin sağlanacağı bir kutlu gündü. Ancak kıyamet dünyanın değil, bozuk düzenin sonudur. Halklar “artık kıyamet günü geldi.” diyerek defalarca ayaklandılar. Bu ayaklanmalara da genelde mehdiler öncülük etti.
11. yy. ila 13. yy arasında Avrupa’da pek çok başka tarikatı etkilemiş Hristiyan Fransisken tarikatı mensuplarına göre tarih Tanrı üçe ayrılmıştır. Bu inanışa göre birinci dönemde insanlar ancak korku ve baskı ile yönetilmişti; ikinci dönemde bilgelik ve disiplin hakim olmuştu. Gelecekteki son dönemde ise bütün yeryüzü yasalarının sonu gelecekti, bütün yeryüzü efendileri ortadan kalkacaktı. Bu dönem insanlık için sevgi ve ruhsal kurtuluş çağı olacaktı. Fransiskenler mülkiyeti reddettikleri gibi papazların, baronların mülklerine de el koyup, bu mülkleri dağıtıyorlardı. Aynı dönemde Avrupa’nın dört bir yanında köylüler özel mülkiyeti kaldırıyor, kilisenin dini otoritesini reddediyor, Papa’yı Deccal ilan ediyorlardı. Beklentileri İsa’nın dönmesi ve Avrupa’daki Babil olan Vatikan’ı ortadan kaldırmasıydı.
Bundan 650 yıl sonra Filistin’e yakın bir bölgede, bu sefer başka bir devlet, topraklar fethedip, cihatta bulunduğunu iddia ederek bölge halklarına zulmediyordu. Emevi Dönemi’nde İslam Devlet’i zalimleşmiş, bölgede Arap halkı dışındaki halkları hor görmüş, sömürmüş, öfkelerini katliamlarla dize getirmeye çalışmıştı. Bu baskılardan nasibini alan halk; (özellikle Arap olmayanlar) Ali ve soyunun da yaşamış olduğu eziyetleri görerek, kendilerini Ali’nin yanında olduğunu belirterek, ezilen kimliklerini öne çıkartıp kendilerine Şii demişlerdir. Aynı dönemde bir kültür beşiği olan şimdiki İran, Irak, Suriye, Azerbaycan ve Anadolu’ da yaşayan pek çok halk, İslam’daki ezilen damarı benimseyip inandıkları dinlerle harmanlamışlardı. Tabii hepsi, “doğru” İslam’ı yayma iddiasındaki Emevi, ardından Abbasi hanedanlarının hışmına uğramışlardır. Emevilerin hanedanının sonu ve Abbasi hanedanının başına yayılan 130 yılda sayısız isyan gerçekleşmiştir. Ezilenlerin yanında duran söylemlerle iktidara gelmiş Abbasiler de halklara aynı inkar ve imha politikasını uygulamıştır. Bölge halkları, bu dayanılmaz koşulları değerlendirerek, kıyamet vaktinin geldiğine inanmışlardır. Bu dönemde en çok ayaklanmanın baş gösterdiği İran’da Şiiliği ve Şiilik ile ilişkili mezhepleri benimseyen halk, Muhammed’in soyundan gelen 12. İmam’ın(12. önder) yeryüzüne adaleti ve barışı getireceğine inanmıştı. Halkın içinden birçok kişi çıkıp, 12. İmam olduğunu ilan ederek, ayaklanma başlatmıştır. Bazen halk ortaya çıkan imamı kendi yükseltmiştir.
Mehdi bekleyişinin özünde başkaldırı, adalet arayışı ve iktidarlara mücadele vardır. Mehdi bozuk düzeni düzeltecektir, adaleti hakim kılacak kişinin ise kavga etmesi gereken; sözde adalet tekelini elinde bulunduran devlettir. Çünkü devlet tebaası altındaki halklara hükmederken, adaletli olduğunu varsayar. Düzenin adaletsiz olduğunu söyleyen ve düzelmesi gerektiğini dile getiren, devletle ters düşecektir. Tarihte Mehdi olduğu iddiasıyla ortaya kişiler, her seferinde mevcut bulunan iktidarla savaşmışlardır. İçinden çıktığı halkı iktidara karşı kıyam etmeye çağırmış, halkın adalet arayışını dile getirmişlerdir.
Adaletsizliklere karşı Mehdi olduğu iddiasıyla ayaklanan çoğu önder, ayaklanmanın bastırılması halinde işkencelere maruz kalarak öldürülmüştür. (İsa; savaşmayı, şiddeti reddetmesine rağmen işkenceyle öldürülmüştür.)
Halk ise Mehdilerin kılıçla, okla, işkence ile öldürülemeyeceğine inanır. Mehdi bedenen ölmüş gözükse bile aslında ölmemiştir. Kıyametten önce geri gelmek üzere ya toplumdan uzakta bir mağaraya çekilmiştir ya da Tanrı onu yanında korumaya almıştır. O kıyamet günü geldiğinde toplumsal adaleti sağlamak için dönmeyi beklemektedir. Mehdi’nin ölümsüz olması aslında insanlara anlattığı ilkelerde, uğruna savaştığı, öldürüldüğü adalet ve özgürlük mücadelesinde yaşamaktadır. Mehdiler bedensel varoluşlarının ötesine geçmiş, uğruna insanlara anlattığı, savaştığı, öldürüldüğü adalet ve özgürlük mücadelesinde var olmaya başlamışlardır. Bu ölümsüzlük anlayışı Mehdilik inancına özgü değildir, halkların özgürlük mücadelelerinde sembole dönüşmüş çoğu ayaklanma lideri için de geçerlidir.
Kıyamet, ya her dinin kutsal kitabında geleceği bildirilmiş, ya da yazılı olmayan dinlerde bir kehanete dayandırılmıştır. Kıyamet gelecekte bir günde beklenmektedir. Buradan baktığımızda; kıyamet beklentisinin, halkların adalet ve özgürlük arayışlarını, tarihi meçhul bir güne ertelemelerine yol açacağı düşünülebilir. Fakat tarihi incelediğimizde kıyameti bekleyenlerin, kıyameti tanrıdan beklemediğini, kendi kıyametlerini yarattıklarını görüyoruz. Kıyamet kehaneti ise kendini gerçekleştirmeye yönelik öngörülen kehanetlerdendir. Çünkü kıyamet beklentisi insanların adalet beklentisiyle örtüşmektedir. Ezilenler toplumsal adaleti sağlama, zalim iktidarları lağvetme şansını yakaladıklarında, kendi kıyamet günlerini ilan etmişlerdir. Kıyamet gününde ayaklanmayla hem kalkıştıkları işi kutsal kılmışlar hem de iktidara yenilemeyeceklerini bildirmişlerdir.
Buraya kadar günümüzde inanılandan epey farklı bir kıyamet inanışı çizdik. Günümüzde insanların korktuğu, sakındığı, beraberinde dünyanın sonunun getireceğine inandıkları bir kıyamet günü var. İki kıyamet arasında bir uçurum var gibi gözükse de iki kıyametin de temelinde insanlığın aynı ihtiyaçları ve beklentileri var. Günümüzde kıyamet, bütün insanlığın kurtuluşunu ifade etmiyor olsa da iman edenler için cennet vadediyor. Günümüz kıyametinde, iktidarlar halkın mahkemelerine çıkmıyor, bireyler tanrının mahkemelerine çıkıyor. Günümüz kıyametinde adalet beklentisi bireylerin cennetlik ve cehennemlik olarak ayrılmasından ileri geliyor. Kuran-ı Kerim’de detaylıca tariflenen mahşer meydanında; insanların günah ve sevaplarının şeceresi çıkartılıyor, her insan kendi işlediği suçlardan sorumlu tutuluyor. Hırsız çaldığı maldan yargılanırken, onu çalmaya zorunlu kılan yoksulluk, açlık durumları hesaba katılmıyor. Hırsızın ihtiyaç duyduğu besinden veya eşyadan fazlasına sahip olduğu halde ihtiyacı olanları mahrum bırakan mülk sahiplerine herhangi bir kefaret yüklenmiyor. Günümüzde kıyamet; firavunlar, zalimler, devletler için bir gelecek felaketi değil tüm insanlık ve beraberinde dünyadaki tüm yaşamın nihayete ermesi anlamına geliyor. Günümüzde, ahlakın bozulmasından, kardeşin kardeşi öldürmesinden, dünyanın çivisinin çıkmasından sorumlu tutulanlar; insanlığı yoksulluğa sürükleyen, savaşlar çıkartan, halkı kendi arasında amansız bir rekabete sokan şirketler, devletler, zalimler değil; yeryüzünde yolunda gitmeyen şeylerin vebali (yoksulluk, savaş, açlık, yozlaşma) bireylerin başına yıkılıyor.
Günümüzde kıyametin faturası tek tek bireylere kesiliyor. İnsanların gereksinimlerinden adalet ise, cennet ve cehennem arasında sıkıştırılmış durumda. Kıyamet anlayışındaki süregelen bu köklü değişim bize kıyametin ötesinde, değişen bir din anlayışını da işaret ediyor. Açıkça bu değişim, devletçi bir anlayışın yansımasıdır.
Özgür Benol
[email protected]
The post “KIYAMET: bir yok oluş mu, yoksa kurtuluş mu?”- Özgür Benol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bilgi Teknolojileri Çağında, Sistemde Çatlaklar; Hackerlar ve Hacktivizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suçum merakımın bir parçası. Ben bir hacker’ım. Bize tek tek engel olabilirsiniz ama hepimizi durduramazsınız.
(Hacker Manifestosundan)
2013’e girilen ilk saatlerde, ODTÜ’lü öğrencilere destek vermek amacıyla YÖK’ü hackleyen Redhack, bazı üniversitelerle ilgili yürütülen yolsuzluk soruşturmalarına ait belgeleri yayımladı. Öğrencilerin harç paraları karşılığında, bankaların rektörlere lüks araba aldığına ilişkin verilerin de içinde bulunduğu 60 bin belgeyi Redhack ele geçirdi. Bu olaydan sonra, birkaç üniversite böyle bir usulsüz durumun olmadığını vurgulayan açıklamalarda bulundu. Yaşanan adaletsizliklere karşı sanal üzerinden eylemlerini gerçekleştiren hackerlar, iletişim teknolojilerinin kapitalizm için önem kazandığı günümüzde modern çağın Robin Hoodları oluyorlar.
Hackerlık ya da Hack kavramının geçmişi 1960’lara kadar dayanmaktadır. Tam kelime anlamı; bilgisayar sistemlerine girip çökerten demektir. İlk hackerlar elektrikli oyuncak trenlerin devrelerini değiştirip yeni şeyler ekleyerek trenlerin daha hızlı gitmesini sağlayan bir avuç insandı. Günümüzde ise işler artık trenlerle yürümüyor. Küresel dünyada değişen dengelerle beraber trenler rafa kaldırılıyor, hackerlar artık büyük ölçekli şirketleri, bankaları, hatta daha da ileriye gidip devletlerin kaleleri olan istihbarat örgütleri dahi hackleyebiliyorlar.
Son dönemde popülerleşen konumlarıyla, yaşanan adaletsizliklere karşı verdikleri yaratıcı cevaplarıyla hackerlar birçok insanı mutlu ediyor. Peki devletlerin terörist, sanal haydut ya da siber suçlu diye nitelediği hackerlar, kendi tecrübelerinin sınırlarını zorlayan birkaç çocuk mu?
Büyük şirketlerin, büyük devletlerin, bu devletlerin kurumlarının canını yaptıklarıyla sıkmalarından bütün bunların çok da çocuksu işler olmadığı açık. Örneğin 23 yaşındaki Robert Morris… Morris kendi kendini kopyalayabilen bir virüsün mucidi. Bu virüsle, ABD’nin Soğuk Savaş yıllarında geliştirdiği bir savunma projesi olan ARPANET’i çökertip 6000 bilgisayarı kullanılamaz hale getirmişti. Bu olay hackerlık kavramının toplumsal anlamda tanınmasına yol açtı. Morris kadar ünlü bir başka hacker, Kevin Mitnick. İlk bilgisayar korsanı olan Mitnick, birçok küresel şirketi hackleyip milyonlarca dolarlık zarara uğratmıştı. Mitnick defalarca kez yakalanmış ve ceza almıştı. Mitnick kadar CIA ve FBI’ın peşinden koştuğu bir başka isimse Kevin Poulsen. Poulsen, iki arkadaşıyla birlikte bir radyo programının telefon hatlarını hackleyip, radyo programının hediye olarak vereceği Porsche marka arabayı “kazanmış”. Bunun sonucunda yakalanıp ceza alınca, bu sefer de onu yakalayan kurumlara kafasını takmış; CIA ve FBI’ı hackleyen Poulsen, 17 ay kaçabildikten sonra yakalanmıştı.
Batı Almanya’da, Chaos Computer Club isimli bir hacker grubu, ABD menşeili küresel bir şirketin bilgisayarlarına girip gizli bilgilerini SSCB’ye satmaya çalışınca, hack meselesinin etkisi ve içeriği bir hayli değişmeye başladı. Bahsi geçen olayla beraber, devletler de hack meselesini gündemlerine aldı. Hack işinin kontrol edilmesi zor bir olay olması ve arkasında iz bırakmadan sadece bir bilgisayarla tüm gizli bilgilerin ele geçiriliyor oluşu, devletleri ve şirketleri bir hayli tedirgin etmişti.
Tüm bu yaşananlardan sonra, devletler ve büyük kapitalist şirketler artık kendi hackerlarını yaratmaya başladı. Bu hackerların görevi, sistemin zayıf noktalarını tespit etmek ve bu sistemleri güçlendirmek. Tabi ki bu tarz hackerlar aynı zamanda, diğer devletler ve diğer şirketlerin zaaflarını bulup müdahale etmek için de kullanılıyor. Devletler ve şirketler arası rekabet, bilgi teknolojilerinin gelişmesiyle sanal bir savaş halini alıyor.
Son dönemdeki eylemleriyle popüler olan hackerların (Anonymous ve Redhack gibi) muhalif karakteri ön plana çıkıyor gibi görünse de, tüm hackerlar muhalif demek anlamına gelmiyor bu durum. Farklı ideolojik kaygılarla hack eylemleri gerçekleştiren birçok hacker mevcut. Ancak muhalif hackerların bu kadar popüler olmasının arkasında başka bir durum yatıyor.
Yaşadıkları adaletsizliklere somut anlamıyla cevap veremeyen bireyler; adaletsiz durumları sorgulatan sanal eylemlerle karşılaştıkları anda, bu eylemlerin destekleyicisi konumda buluyorlar kendilerini. Belki de bu, somut anlamıyla kendini ifade edememenin getirdiği bir durum. Redhack’in YÖK’ü hackledikten sonra açıkladığı belgeler insanların büyük bir kısmında, “iyi yapmışlar” hissi yarattı. Bu hissiyatın bir benzerine de ABD’deki insanlar, Anonymous’un eylemleriyle kapıldılar. ABD’de yaşanan kriz sonrası gerçekleşen %99 etkinliklerini organize edenlerden biri de Anonymous grubuydu. Peki, sanal ortamda toplumsal rahatsızlıklara “adalet koyabilme” çabasına girişmiş bu topluluklar gerçekten de toplumsal adaletsizliklere çözüm olabilir mi?
Toplumsal adaletsizlikler karşısında kendini somut anlamda ifade ettiğinde, türlü baskı ve şiddetle karşılaşan bireyler, bu gibi adaletsizliklere karşı kendini ifade etmede toplumsal bir sorumluluk almaktan artık kaçıyorlar. Bu yıldırma politikası, devlet tarafından vatandaşlara sistematik olarak en küçük yaşlardan itibaren uygulanıyor. İşte böyle bireylerin oluşturduğu bir toplumda, toplumsal adaletsizliklere karşı bir şeyler yapmanın sorumluluğunu alan kahramanlara ihtiyaç duyuluyor. Yakın zamanda bu kadar popüler hale gelen hackerların durumu da belki bununla alakalı.
Hackerlar, bu kahramanlık boşluğunu dolduruyorlar. Toplumsal adaletsizliklere karşı cesaretle yaptıkları, teknolojinin kapitalizm için bu kadar gerekli olduğu bir zamanda sistem içi çatlaklar yaratıyor olabilir. Bu noktada, bu niyetle girişilmiş her çaba olumlu bir girişim olabilir. Ancak özellikle medyada yaratılan kahraman hackerlar algısı, arkasında toplumsal adaletsizlikler karşısında herkesin yerine bir şey yapan kahramanlar algısı oluşturuyor. Bu tarz kahramanların olduğu yerde, toplumsal adaletsizliklere karşı somut mücadele sanal anlamıyla kendini buluyor. Ancak unutulmamalıdır ki, yaşanan adaletsizliklere karşı mücadele sadece sanal olduğunda bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmak mümkün olamayacaktır.
The post Bilgi Teknolojileri Çağında, Sistemde Çatlaklar; Hackerlar ve Hacktivizm appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Çüş Oha Yuh” – Oğul Akdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hükümet halkı nasıl soyacağının hesabını herhangi bir açık bırakmayacak şekilde her detayıyla hayata geçiriyor
Yoksulun tepesine basa basa iktidarını sürdüren AKP hükümetinin, halkın sırtına yüklediği keyfi uygulamalarından biri de ev ve iş yerlerine gelen faturalara yansımış olan kesintiler.
Hükümetin kalkınmak için yapamayacağı şey yok!
Geçenlerde televizyonda doğalgaza ve elektriğe yapılan zamlarla ilgili bir haberde vatandaşın birine soruyorlar; asgari ücret belirlendi 774 lira, ancak yapılan son zamlarla vatandaş bu parayla yine zorda kalacağa benziyor. Vatandaş soruya cevap veriyor, “Başbakan kalkınma peşinde, gelişiyoruz. Eee zam yapıyorsa, vardır bir bildiği”. Yani bizim de çorbada tuzumuz olsun der gibi konuşuyor. Yalnız çorba kaynamış, dibi tutmak üzere. Nasıl mı?
Faturalara yansıyan zamların peşi sıra yapılıyor olmasının “bilinen nedeni” kalkınma peşindeki ülkenin giderek borçlanması, borcun artması ve artan borcun envai çeşit vergi saçmalıklarıyla hissettirilmeden vatandaştan kesilmesi. Olayın özetinin özeti bu, ancak vatandaşın cebinden çıkan bu kesintilerin “asgari” yani çorba da bir miktar tuz olmadığı, neredeyse insanlardan zorla “gasp” edildiği gözden kaçmamalı. Peki bu gasp nasıl oluyor?
Bir faturaya 9 çeşit vergi ve fon
Elektrik faturası incelendiğinde, faturaya yansıyan enerji bedelinin dışında, 9 çeşit vergi ve fon olduğu görülmektedir. Bunlar Kayıp- Kaçak Bedeli, Dağıtım Bedeli, Perakende Satış Hizmet Bedeli, Sayaç Okuma Bedeli, İletim Sistemlerini Kullanma Bedeli, Enerji Fonu, TRT Payı, Elektrik Tüketim Vergisi ve KDV şeklinde sıralanır. Fatura tutarı incelendiğinde 100 liralık bir faturanın yaklaşık 50 lirası enerji bedeli ise, 50 lirası da bu 9 çeşit vergi ve fon adına kesilmektedir.
Kaçak elektrik bahane! Rant şahane!
Hükümet bu bedellere gerekçe olarak “kaçak” olarak tabir edilen elektrik kullanımına işaret etmektedir. Elektrik kaçağı bir bölgeye verilen belirli watt elektrik dışında kullanıldığı tespit edilmiş olan enerji kullanımıdır. Bu kullanımın bedeli bölgesel değişkenlik göstererek, vatandaşın elektrik faturasına yansımakta, eşit miktarda dağıtılmaktadır. Şu sıralar meclise önerge olarak sunulan, kaçak kullanım meselesi yani “Herkes ‘dürüst vatandaş’ olmalı, kimse kimsenin faturasına ortak olmamalı” sözleri gündemde. Özellikle gecekondu yerleşimlerinin bir sorunu olarak gösterilmek istenen bu durum, hükümetin insanları birbirine düşürmek amacıyla uydurduğu esas sorunu görünmez kılma çabasıdır. Zaten yıllardır her hükümet kayıp, kaçak denilen sorunu çözme yöntemini “Doğudaki kaçak kullanıyor, onların bedelini batıdaki ödüyor” propagandasıyla yapmaktaydı. Yani bu konuda iktidar da muhalefet de aynı tarafta, ama farklı çalıp oynuyorlar. Biri kaçak elektrik peşinde, diğeri enerji bahanesiyle (HES)lerle köylünün suyunu gasp etme peşinde. Zaten hükümetin asıl istediği enerji ve ekonomi konusunda kalkınma değil, kalkınma adıyla insanları kandırma politikasıdır.
Peki bu “kaçak” olarak tabir edilen bedel neye göre belirleniyor?
Kaçağın nasıl belirlendiğine ilişkin, Enerji Piyasası Denetleme Kurumu’dan bir yetkilinin basına yansıyan bir konuşması oldukça düşündürücüydü. Yetkili, “Mevcut teknoloji eski olduğu için kayıp ve kaçağı tam olarak ölçmek mümkün olmuyor. O nedenle genel bir oran alıp bunu ülke çapında uyguluyoruz” demişti. Bu itiraf bile “kaçak tutar” diye vatandaşın faturalarına yansıyan bedelin tümüyle keyfi bir uygulama olduğunu ortaya koymaktadır.
Hem zamlar hem de faturalara yansıyan bu keyfi kesintilerle yine olan yoksullara oluyor. Ancak hükümetin elini cebimize sokarak gasp etiği bu keyfi uygulamalara karşı, bizlerin de yapabileceği şeyler var. Faturalara yansıyan bu kesintilere itiraz etmeli, bu konularla ilgili mecra olan Hakem Heyetleri’ne keyfi olarak alınan pay için müracaat ederek kısaca bizden alınanı geri alabiliriz. Hakem Heyetleri’nde alacağımız sonuç olumsuz olsa bile, davayı Tüketici Mahkemesi’ne taşıyarak hukuki bir mücadele başlatabiliriz. Benzer bir hukuki kazanım yakın bir tarihte yaşandı. Emekli öğretmen olan İhsan Çolak, lehine sonuçlanan karar sonrasında, elektrik faturasına yansıyan 25 aylık kesintilerin toplamını icra yoluyla geri aldı. Emekli öğretmen İhsan Çolak, “Kayıp kaçak bedeli”, “Perakende satış hizmet bedeli”, “Sayaç okuma bedeli”’, “İletim bedeli” adı altında kesinti yapılmasını haksızlık olarak nitelemiş, faturaya yansıtılan toplam bedel üzerinden, harcanan elektrik, KDV ve kesintilerin ay ay dökümünü yaptı. 25 ayda 2 bin 788 liralık fatura ödeyerek kendisinden fazla tahsil edildiğini öne sürdüğü 707 lirayı AKEDAŞ’tan geri aldı. Ancak bu bir örnek kazanım olsa da herkes için bu şekilde sonuçlanmayabilir. Devletin adaletinin zenginin, şirketin, patronun ve kendi tarafında olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, yoksulun bu işten pek çıkarı olmasa da, yine de bu gaspın peşine düşmeliyiz. Böylelikle asıl hırsızın kaçak elektrik kullanmaya mecbur bırakılmış yoksul değil, elini zorla cebimize atan hükümet olduğunu deşifre etmeliyiz.
Kontörlü sayaç soygunu
Hükümet artık kontörlü sayaç uygulamasını zaten hayata geçirmiş durumda. Yani paran varsa suyun, elektriğin ve ısınmak için gazın var. Paran yoksa hiçbirini kullanmaya da hakkın yok. Kontörlü sayaç ile ilk olarak halk, hizmet garantisi almaksızın belediyeye ve belediyelerin anlaşmalı olduğu şirketlere ödeme garantisi vermiş oluyor. Son zamanlarda Tayyip’in “tasarruflu olalım” sözlerinin ardında bu uygulamanın büyük payı var. Önce sayaç montajları, sonra kontör dolumu yapmak için ödenen nakit para yani sıcak para. Belediyeler ve anlaşmalı şirketler için hepsi kazanç, hepsi birer rant kapısı. Vatandaş, eline tutuşturulan bu kartlı sistemle yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için daha da borçlanacak ve bir sömürünün daha pençesine düşecek.
Bir de bu sayaçların kontrolünü yapacak, dijital faturalarını yazacak ve denetleyecek olan görevliler var. Özelleştirmelerle birlikte taşeron şirketlere çalışan ve çoğu geçici olan bu görevliler söktükleri sayaç, tespit ettikleri kaçak kullanım üzerinden de prim kazanacaklar. Böylece sökülen her sayaç, kesilen her kullanım ihtiyacı, her ihbar bu görevli için ekmek parasına; soğukta, karanlıkta ve susuz kalacak olan için de eziyete dönüşecektir.
Sosyal adaletsizlik, sosyal patlama
Hükümet halkı nasıl soyacağının hesabını herhangi bir açık bırakmayacak şekilde her detayıyla hayata geçiriyor. Ancak bu gaspın getirisi şimdilik pek hissettirmese de ilerleyen zamanlarda büyük bir sosyal adaletsizliğin sonucu olarak karşımıza çıkacaktır. Ve burada karşı karşıya gelen yine yoksullar ve işsizler olacaktır. Umalım ki böyle olmasın, bu adaletsizlikler yerini hükümete, belediyelere, şirketlere ve patronlara karşı oluşacak olan toplumsal bir adalet mücadelesine bıraksın.
Oğul Akdoğan
[email protected]
The post “Çüş Oha Yuh” – Oğul Akdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Hindistan’da Kadınlar Sokaklara Çağırıyor” – Canan Soylu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hindistan’da bindiği otobüste 6 kişi tarafından tecavüze uğrayıp hayatını kaybeden Jyoti Singh Pandey’in ardından, öfke dinmiyor. Aralık ayında uğradığı toplu tecavüz sonucu 10 gün boyunca yaşam mücadelesi veren, ancak kurtarılamayan kadının ölümünden sonra kadınların protestoları artarak sürüyor. Genç kadının tecavüzcülerinin yargılanması için özel bir mahkeme kurulurken; tutuklanan 6 kişinin yargılanmasına başlandı. Tecavüzcülere idamdan, hadıma kadar birçok ceza isteniyor. Yüksek Mahkeme avukatlarından birinin idama ilişkin söyledikleriyse dikkat çekiyor:
“Olaya baktığınız zaman, yasaya göre ciddi olarak istisnai bir durum olarak değerlendirilebilir ve bu nedenle idam cezası uygulanabilir. Ancak ben, ölüm cezasının bir toplumda şiddet kültürünü güçlendirdiğine inanıyorum. İdam cezası, bir insanın öldürülmesi, devlet tarafından uygulanan bir şiddet ve intikam biçimidir.” Bunun yanında Hindistanlı kadınlar da verilecek hiçbir cezanın, daha yaşananlarda da görüldüğü gibi adaleti asla sağlayamayacağını düşünüyor.
Tecavüz sonucu hayatını kaybeden “Hindistan’ın Kızı”nın sıkça konuşulur olması; Hindistan’da yaşanan, kadınları ve kız çocuklarını hedef alan tecavüz, taciz ve kaçırılmaları yeniden gündeme getirdi. Hindistan’da kız bebek olduğu anlaşılan hamilelikler sonlandırılıyorken, her yıl on binlerce kız çocuk kaçırılarak fuhuşa, zorla evliliğe ve ev içi köleliğe mecbur bırakılıyor. Çoğu zaman bu yaşananlar da ekonomik yolsuzluklara, polis teşkilatının suç örgütü haline gelmiş olmasına ve toplumsal adaletsizliklere bağlanıyor.
“Yeni Delhi’de komşusunun tecavüzüne uğrayan 10 aylık bebek, tecavüz edilip Kalküta sokaklarına terkedilen 18 aylık bebek, Pradeş’te polis karakolunda tecavüz edilip öldürülen 14 yaşındaki kız, Hovra’da bir erkeğin kendi karısının toplu tecavüze hedef etmesi…”
Bunlar unutulan kadınların hikayeleri olmuşken, Delhi’de yaşananlarla kadınlar hikayelerini değiştirmeye başladı. 21 dakikada bir tecavüzün yaşandığı toprakların kadınları, her vakanın ardından adalet için uzun ve zorlu bir mücadeleye girişmiş, çoğunda umduklarını bulamamışlar. Üst kasttaki erkeklerin “dokunulmazlar sınıfından bir kadına tecavüz edemeyeceği” gerekçesiyle mahkemeler tecavüzü yok sayıyorken kadınlar mahkemelerden adaleti bulamıyorlar ve artık sokaklara çıkıyorlar. Kadınları yasalarıyla “erkeklerden alt sınıfta görerek yok sayan” devlete, tecavüzleriyle katleden erkeklere karşı sokaklara çıkan Hindistanlı kadınlar, yaşam için haykırıyorlar ve yaşam için sokaklardalar.
*Toplu tecavüz sonucu hayatını kaybeden 23 yaşındaki Jyoti Singh Pandey, “Hindistan’ın Kızı” sıfatıyla hem Hindistan’da hem de uluslararası manada gündeme gelerek, Hindistan’daki şiddet mağduru kadınların simgesi haline gelmiştir.
Canan Soylu
[email protected]
The post “Hindistan’da Kadınlar Sokaklara Çağırıyor” – Canan Soylu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Devlet Kaç Yaşama Bedel?” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in sonradan verdiği bilgilere göre, yine geçen yıl bu zamanlar itibariyle toplam 2824 öğrenci cezaevlerindeydi.
Devletin başka bir üst düzeyinin tabiriyle “suyun akıp yatağını bulması” gibi; devlet de potansiyel teröristlerin önünü kesmenin yolunu bulmuştu. Sağlığın, ancak yaygın hastalıklarla iyileştirilebileceği kadar akıl almaz bir önerme olan suçluların ancak cezaevlerinde ehlilleştirilebileceği yalanı, zaten yüzyıllardır toplumların beynine kazındığından, bu potansiyel teröristlerin kapatılması, suç işlemeye meyilli kimi çevreler dışında tepki çekmiyordu. İnfazlar durdu mu? Elbette hayır. Lakin bu kadar çok insanı katletmek, her devlet gibi tarihi katliamlardan ibaret olan TC’nin uluslararası imajını gölgeleyeceğinden, kapatmak daha temiz bir çözümdü, daha çok tercih edildi. Toplumun diğer kesimlerinden kapatılan yüzbinlerce kişi gibi bu 2824 öğrenci de kapatıldı, cezaevleri yetmez oldu. Suçlar yaratıldı, suçlular tespit edilip kapatıldı.
Mesela devletin ve kapitalizmin sürdürülebilirliğini sağlayan kurumlara molotof atan, kapatıldı. Sonuçta ikisi de iliğimizi kemiğimizi sömürmek değil, refah içinde yaşamamız için var(!) ve buna karşı çıkmak, tahammül edememek tabi ki cezalandırılmalıdır.
Yıllarca eğitim adı altında sistemin bilgisi beynine nakşedilen 20li yaşlardaki öğrencinin yaratıcılığı sönümlendirilir, üstüne ekonomik koşullar da eklenince makarna denildiğinde aklına en fazla domates sosu gelir. Bilginin kapatıldığı üniversiteye girmek için sınav süzgecinden geçmiş olan öğrenci, makarnalığı içselleştirdiğinden, yanında domates taşımasının terör örgütü üyeliğine delil sayılabileceğini öngöremediği için cezalandırılmalıdır.
Hakkari Emniyet Müdürlüğünün internet sitesinde bile, düzülen methiyelerin ardından “…doğa harikası bu çiçek, Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nca koruma altına alınmıştır.” sözleriyle tanıtılan ters lale, bir öğrencinin üzerinden fotoğrafının çıkması üzerine, örgüt üyeliği suçlamasına delil sayıldığından öğrenci cezalandırılmalıdır. Çünkü bu çiçek terör sembolüdür aynı zamanda.
8 Mart’ta, 1 Mayıs’ta, Newrozda, 16 Mart’ta ve daha birçok günde slogan atan, ideolojik halay çeken ya da horona duran, puşi takan, marş ve şarkılarda sözünü bilmese bile ağzını kıpırdatan ve hatta bazı fotoğraflarda ağzının açık olduğu tespit edilen, yanında limon, süt, sirke, domates, yumurta, yoğurt taşıyan öğrenci cezalandırılmalıdır. Bunu, bakkala markete gitmemek için evdekilere koz olarak kullanan da, “Neden gitmedin, arkadaşların o marketi mi bombalayacaktı?” denilerek cezalandırılmalıdır.
18 Aralık 2012 tarihinde -ana akım medyanın diliyle- Başbakan’ın gelmesi bahanesiyle ODTÜ’yü savaş alanına çevirenler ve bunlarla dayanışma gösterenler elbette cezalandırılmalıdır. Geçen yıl aynı ay Roboski katliamı gerçekleştirilirken devletin kullandığı teknolojinin ürünü olan Göktürk-2’nin hayırlara vesile olmasına karşı çıkmak, oldukça büyük bir suçtur.
Cezalandırılması gerekenler saymakla bitmeyecek sanırım. Neyse, sonuç itibariyle Başbakan ODTÜ’ye 8 TOMA, 200 zırhlı araç ve 3600 polisle girdi. Ben İÜ’ye girişte çantamdaki biber gazını vermedim diye ÖGB “Bayansın diye böyle artistlik yapıyorsun değil mi? Ah sen erkek olacaktın…” dedi, devamını anlatmayayım.
Gereği düşünüldü.
Hakim Bey, bir saniye! 8 TOMA, 200 zırhlı araç ve 3600 polis kaç tane 10 liralık biber gazı eder?
O değil de, Hakim Bey bir saniye daha! Bir devlet kaç özgür yaşama bedel?
Yaz kızım, gereği düşünüldü. Cevabı sayılamayacak kadar çok olan sorular sorduğundan tutukluluk halinin devamına…
(*Bu arada, tutuksuz yargılanan kökten imhacı müdür, geçtiğimiz Haziran ayında ilk duruşmada beraat ederek bizleri şaşırmaktan kurtardı.)
Mercan Doğan
[email protected]
The post “Bir Devlet Kaç Yaşama Bedel?” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Şaylemez için Kürtler meydanlara çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İTALYA/ İtalya’nın Pisa şehrinde düzenlenen bir yürüyüşle katliam protesto edildi. Pisa Belediyesi önünde ki yürüyüşe 400’ü aşkın kişi katıldı. Yürüyüş sonunda Paris katliamıyla ilgili KCK tarafından yapılan açıklama okundu.
AVUSTURYA/ Katliam Avusturya’nın Innsburg şehrinde protesto edildi. Eylemde Kürtçe, Türkçe ve Almanca açıklamalar yapıldı, bildiriler dağıtıldı.
AVUSTRALYA/ Katliam Melbourne kentinde düzenlenen bir gösteriyle protesto edildi. Victoria Kürdistanlılar Derneği ve Avusturalya Kürt Federasyonu tarafından organize edilen oturma eylemi şehir merkezindeki Federasyon Meydanı’nda gerçekleştirildi. Melbourne’da yaşayan Kürtler Melbourne Fransız konsolosluğuna giderek katliamın sorumlularının biran önce bulunması için resmi taleplerini ilettiler.
KANADA/ Kanada’nın Toronto kentinde yaşayan Kürt kadınları ise yaptıkları bir açıklama ile katliamı kınadı. Toronto Özgür Kürt Kadın Komitesi tarafından yapılan açıklamada, katliamın Kürt kadın özgürlük mücadelesine karşı yapılmış bir katliam olduğu belirtilerek nefretle kınandı.
The post Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Şaylemez için Kürtler meydanlara çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Katliamı lanetleyen Paris’teki eyleme on binlerce kişi katıldı, dayanışma gösterdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Eyleme 50 dolayında kadın örgütü katılarak destek verdi. Fransız Komünist Partisi eyleme tam kadro katıldı ve güçlü mesajlar verdi. Fransa Komünist Parti (PCF) uluslararası ilişkiler sorumlusu Jacques Fath, partisi adına yaptığı coşkulu konuşmasında “Yenilen bir halk olmaz” dedi. Yeşillerden Montreuil Belediye Başkanı, Avrupa Parlamenteri Marie-Christine Vergiat, Kürdistan-Korsika Derneği yöneticisi Dominique Torre, Sosyalist Parti’den Creil Belediyesi gençlikten sor umlu başkan vekili Meral Jajan, senatör Michel Billout, Barış Hareketi temsilcisi ve daha birçok isim yürüyüşte hazır bulundu. Türkiyeli farklı sosyalist yapılar da eyleme katılarak Kürtlerin acısını paylaştı ve “halklararası dayanışma” mesajı verdi.
Paris’te infazın faillerinin bir an önce bulunması ve hesap sorulmasının istendiği eylem Kürt siyasi camiası açısından da en geniş katılımlı eylemlerden biri oldu. BDP Eş Genel Başkanları Gültan Kışanak ve Selahattin Demirtaş, DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk, milletvekili ve Leyla Zana, Kongra Gel Başkanı Remzi Kartal, KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar, KNK Başkanı Tahir Kemalizade, Ezidi ve Alevi örgütleri yöneticileri, İslami hareket, Kürdistan Komünist Partisi de eylemin katılımcıları arasındaydı.
Aysel Tuğluk yaptığı konuşmada “Bu arkadaşlarımız, özgürlüğe yürüyüşün özgür kadın olmanın halkının mücadelesini yürütme inadıydı, isyandı, direnişti, mücadeleydi bu arkadaşlarımız” dedi.
The post Katliamı lanetleyen Paris’teki eyleme on binlerce kişi katıldı, dayanışma gösterdi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hêrsa komkujîyê berdewam dike appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Şaylemez’in Fransa’nın başkenti Paris’te vahşice katledilmesi üzerine İstanbul’da birçok kadın örgütü bir araya geldi. Anarşist Kadınlar da bu katliamı lanetlemek adına kara mor bayraklarıyla katledilen Kürt kadınları için yürüyüşe katıldı. Demokratik Özgür Kadın Hareketi’nin çağrısıyla Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelen kadınlar, Fransız Konsolosluğu’na yürüdü. Kadınlar “Katlederek bitiremezsiniz”, “Katil Devlet hesap verecek”, “Jin, Jiyan, Azadî”, “Katiller bulununcaya kadar alanlardayız” sloganlarıyla, ellerinde katledilen kadınların fotoğraflarıyla birlikte yürüyerek konsolosluğun önüne siyah çelenk bıraktılar. “Kadın özgürlük mücadelesini katlederek bitiremezsiniz” yazılı pankartın açıldığı yürüyüşün ardından basın açıklaması gerçekleştirildi. DÖKH adına açıklama yapan Duygu Koçak, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in katledilmesini Kürt özgürlük ve kadın özgürlük mücadelesinin yanı sıra, barış girişimlerine yönelik bir saldırı olarak değerlendirdi. BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel de yaptığı konuşmada, öfkelerinin çok büyük olduğunu belirterek, “Onların mücadelesi sadece Kürt kadın hareketinin değil, dünya ve Türkiye kadınlarının da mücadelesidir. Şimdi mücadelemizi daha güçlü devam ettireceğiz ve biz kadınlar bu saldırının hesabını soracağız” dedi.
The post Hêrsa komkujîyê berdewam dike appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “İşte 29 Yaşında Emekli Olmayı Başaran Genç!” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Emekliler geçtiğimiz ay açıklanan intibak yasasıyla kendilerine 1 TL ile 330 TL arasında gelecek olan zamları dört gözle beklerken, Macit’in başarısını duyunca şaşkınlıklarını gizleyemediler.
Bir işçinin emekli olabilmesi için yaklaşık 9000 gün çalışması ve 60 yaşını doldurması gerekirken Macit, sadece 2 sene çalışarak emekli olabilecek. Üstelik Macit’in emekli maaşı da tam tamına 8 bin TL olacak.
Beyoğlu doğumlu Macit erken yaşta emekli olabilmek için ilk olarak “Genç Siviller” adlı topluluk içinde yer almış ve yalakalık koşturmacasına başlamış. Daha sonra 2011 seçimleri öncesinde kapı kapı dolaşarak, gerekirse başkanlarının paspası olarak, İstanbul’dan 16. sırada milletvekili adayı olabilmiş ve son anda gümrükteki 122 bin oyun gelmesiyle barajı kıl payı geçerek milletvekili olmuştur. Milletvekili olduktan sonra maaşı 11 bin 250 TL olan Macit, 2 sene sonra ise emekli maaşı ile birlikte toplam 19 bin 300 TL maaş alacak. Evet, bizim Macit, meclise 27 yaşında giren, en genç milletvekili olan Muhammet Bilal Macit’tir. AKP milletvekilliğini 16. sırada, son anda kapmıştır.
Kendisini başarılarından dolayı tebrik eder, emekli Mustafa amcamıza, Nebahat teyzemize aybaşına kadar sabır dileriz.
Furkan Çelik
[email protected]
The post “İşte 29 Yaşında Emekli Olmayı Başaran Genç!” – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>