The post “21. Yüzyılda Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Aktivizm”- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Aktivist projenin -malumunuz- başını çeken Greenpeace’in Bölgesel Koordinatörü Ricardo Scheleff’e yöneltilen ‘aktivist ne demektir?’ sorusuna verdiği yanıt açıklayıcı: ‘Sosyal bir değişim yaratmak için çevresine karşı sorumluluk hisseden kişi aktivisttir.’
Bu anlayış, öznelerini aktivistlerin oluşturduğu, proje geliştirme, ağ oluşturma, lobicilik, gösteri yürüyüşü, kampanya yürütme gibi kelime haznesiyle yeni bir sözlüğe de sahip. Aslen Fransızca activiste- İngilizce activist kelimesinden dilimize çevrilen bu kavram, çeviride ‘amaçlarını gerçekleştirmek için doğrudan eyleme geçen kimse, eylemci, militan’ gibi adlandırılsa da, kullanımından bugüne sözlük anlamının dışına taşarak, kimilerince ‘makul görülen’ bir mücadele anlayışını temsil ediyor. Dolayısıyla bugünkü kullanımıyla 70’lerdeki eylemci ya da militan anlamındaki kavramları kapsayıcılığı da oldukça sınırlı.
Bu yazı, bir kelime olarak aktivisti ya da kendini aktivist diye tanımlayanları irdelemekten ziyade, bir ideoloji olarak aktivizmin ve uygulayıcılarının yaratmaya çabaladığı muhalefet anlayışının çıkmazlarını, deneyim ve eyleme yöntemlerini sorgulama niyetine dair başlangıç olma amacını taşıyor.
Konu odaklı kampanya
Aktivist yapılanmaların ve kendine aktivist diyen kimselerin en belirgin özelliklerinden birisi konu odaklı çalışma yürütmesi. Kadın hakları, lgbtt, hayvan hakları, çevre, küreselleşme-nükleer-savaş karşıtlığı vb. sayılabilecek farklı birçok konuda alan çalışması yapan aktivistler, üzerinde çalıştıkları konular üzerinde kampanya örgütleyerek bir tür duyarlılık üretmeye çalışırlar. Toplumsal meseleler artık ‘sorumluluk’ kapsamında değerlendirilmelidir.
Bağlantıları kopar, her koyun kendi bacağından mı asılır?
Aktivizmin en karakteristik özelliklerinden birisi örgütlenme alanlarını parçalayarak bütünün parçaları arasında bağı kopartmaları. Böylece kadın mücadelesinin bileşeni bir kadın için, yaşadığı sorunun aynı zamanda devletin ekonomi politikalarıyla alakalı olduğu gerçeği silikleşir. Kadının yaşadığı mağduriyet yalnızca toplumun eğitimsizliği, cahilliği ya da kültürsüzlüğü gibi ‘göbeğini kaşıyan adam’ sığlığında açıklanır. Ardından çoğunlukla iş olsun diye yapılan ‘birbirimize değemiyoruz, alanlar arası bağlantı kuramıyoruz konseptli’ toplantı ve seminerler, çoğunlukla entelektüel bir aktivite tadında gerçekleştirilir. Niyet önemlidir, ve fakat çoğu zaman bile bile ladestir.
Öfkeden suçluluk duygusuna yeni bir rol modeli: Nasıl bir sorumluluk alırdınız?
Mücadeleler arası bağların kopartılmasıyla bağlantılı bir başka özellik de toplumsal sorunların çözümünün bir tür ‘sorumluluk’ kapsamında ele alınmasıdır. Bu şekilde sistemin özünde var olan eşitsizlik ve çıkmazlar, her bireyin kendi eksiklikleri noktasında bir ‘duyarlılık’ meselesi olarak açıklanır. Ve hatta bu anlayış, yalnızca bir kültürsüzlük meselesi haline getirilerek şarkiyat sorunu çerçevesinde Kürt düşmanlığına kadar vardırılabilir.
Mücadele anlayışları öfke ve isyan ile değil başkalarına karşı sorumluluk, duyarlılık vb. bir tür suçluluk duygusu ile şekillendiği için, psikoloji alanının üstüne çalışmasına ihtiyaç duyduğu kişilerdir. Hayatı için pratik kaygılarla yaşamını savunmak adına değil de, başkaları için sorumluluk ve suçluluk duygusuyla hareket ettikleri için, hazır kalıpları sahiplenerek yollarına devam ederler. (elbette bu durum, yalnızca sorumluluk ve suçluluk duygusunu değil, aynı zamanda sosyalleşme, farklı olma vb. duyguları da karşılar)
Bugünden gerçekleşecek devrimci yaşam pratiği kaygısının esamesi okunmaz hayatlarında. Bu yüzden sokaktaki varlıkları da eylemin bereketliliğini değil, çoğunlukla şovu andıran bir gösteriyi andırır. Rolleri aynıdır, ve birbirlerini sürekli tekrar eder. Yaratıcılıkları çoğunlukla kapitalizmin kendilerine sunduğu yeniliklerin birer taklidinden ibarettir. Yaşamın bütününü kapsayan bir farkındalığı değil, gösterinin ötekilerden kendisini ayıran farklılığını önemserler.
‘Sistem iyi çevresi kötü’ : Dikkat siyaset var!
Sonuç mu? Örneğin ‘yeşili seven’ duyarlı vatandaşın termikçi şirkete karşı olan ‘radikal’ tavrını, kapitalizme karşı gösterdiğini çoğunlukla göremezsiniz. –alanlar arası bağlar çoktan kopmuştur- Çünkü bir aktivist için mesele yalnızca x şirketinin yeteri kadar duyarlılık gösterememesinden kaynaklanır ve amaç bu şirketi ‘acilen sorumluluğa çağırmak’ olacaktır. Meselenin bütün şirketlerin özünde var olan kar hırsı olduğu, bu sorunun hangi iktidar ilişkileri sonrası ortaya çıktığı, bu durumdan kimin ne kazandığı ya da sorunların çözüme ulaşmamasının kimlerin işine geldiği her zaman için görmezden gelinebilir ayrıntılardır. Bu sorunu derinlemesine inceleyerek bütünlüklü bir anlayışa sahip örgütlenmeler, ‘siyaset var’ şiyarıyla lanetlenir. Yani aslında, sistem iyidir ama ‘çevresi kötüdür’ ve aktivistlere düşen görev, yalnızca sistemi duyarlılığa çağırmaktır.
Böylece ıslıkların, renkli gösteri ve kampanyaların ardında, düşmanı yardıma çağıran bu boş ve anlamsız çaba apaçık bir şekilde gerçeklikten sıyrılır.
Toplumsal çelişki yok, hepsi teknik aksaklık
Aktivistler için çoğu sorun aslında teknik bir meseledir. Ve sistemin teknik aksaklıkları her zaman müzakere ve diyalog süreçleri geliştirilerek, katılımcı demokrasi yöntemi kullanılarak çözülmelidir. Bizim düzeni değiştirmek gibi bir derdimiz yok, anlaşsak yeter! Mücadelenin kendisi, esnafla müşteri arasında geçen bir tür pazarlık meselesi olarak gösterilir ve ortada açık bir şekilde duran sınıfsal ve sosyal çelişkiler, karşılıklı anlaşıp konuşularak çözülebilecek teknik bir meseleye indirgenir. Bu diyalog ve müzakere süreçleri, çoğunlukla aktivistleri temsilen Sivil Toplum Kuruluşları(STK) ve STK’laşmış örgütler aracılığıyla uzlaşma masalarında sağlanır.
Bir kariyer serüveni: “Üst düzey bir aktivist olarak..”
Aktivistler için mücadele bir tür iş koşuşturmacısı gibidir, bu sebeple çoğu kimse aktivizm mesleğine adaptasyonda sıkıntı çekmez. Aktivizm, kapitalizmin dünyasına algısal olarak çok yakın bir yöntemi benimsemiş olduğu için, kişinin dünyasında çoğunlukla iş ile hobi arasında bir yer tutar. (Hatta ticarette dahi daha çok risk alabilirsiniz.) Aktivist olmak kolaydır, çünkü devrimci değildir. Ve bu tutum apaçık sahiplenilir. Aktivistler, sisteme dair uyuşmazlığın en kolay kabul gören biçimi olarak bu rollerine sıkı sıkıya sarılırlar. Başbakanın hakkını aramaya davet ettiği hanım arkadaşlardır.
İşi gereği sabah 9 akşam 5 aktivistlik yaparken, mesaisi dışında hayatına ‘suya sabuna dokunmadan’ devam ederler. Sistemin kendisini en kolay sızdırdığı gündelik yaşamda onlar için her şey olduğu gibidir. Bu şekilde sistemin onu devam ettiren birer parçası haline gelirler. Nükleer ve iklim değişikliği aktivist sertifikasına sahip olan ve hiçbir eylemi kaçırmayan bu kişiler, zamanla aktivistlik kariyerinde üst sıralara yerleşirler.
Uzmanlaşma kaçınılmazdır. Bu durum onları neredeyse kendi küçük değişim taleplerini bile içten içe reddeder hale getirir. Ağaçların kesilmediği, hayvanların katledilmediği bir ülkede, bir çevreci nasıl olur da kariyerini devam ettirebilecektir? Evet sistem iyidir, aslında düşününce çok da kötü değildir ve çatlaklar derinleşmese hiç de fena olmayacaktır. Bu kadar deneyimi boşuna mı edindim? Zamanla sistem artık aktivistin varlığının bir gereği olur. Yanisi, herkes kendine yarattığı küçük ve şirin kovuğunu savunarak, gerçek değişimin karşısında bir nefer haline getirilir.
Yönlendirilmeye öyle açık ki..
Elbette mücadele zeminlerini böylesi küçük parçalara bölmek, bir yandan da onu çok daha kolay kontrol edilebilir bir hale getirir. Devletlerin ve özellikle devasa vakıfların fon ya da hibe programlarıyla beslenen bu tarz çalışmalar, muhalefeti kontrol edilebilir ve bilgisine kolayca ulaşılabilir hale getirir. Sistem, kendi karşıtını uluslararası şirketlere muhtaç ve onlarla organik bir bağlantı içerisinde konumlandırmak için olağanüstü bir çaba sarf eder. Bu durum paranoyak ‘dış mihraklar’ söyleminin ötesinde, yalın bir gerçekliği ifade eder. Rockefeller ailesinin başını çektiği Davos Dünya Ekonomi Forumu’nun karşı zirvesi Dünya Sosyal Forumu’nun Rockefeller Vakfı tarafından hibelenmesi saklanmaya dahi gerek duyulmayan bir gerçektir. Sonuçta Rockefeller vakfının bu aileyle ne ilgisi olabilir?
Sonuç yerine
Bugüne baktığımızda oluşturulan parçalı muhalefet anlayışının, yerelliği ve bireyselliği yükselterek daha ‘demokratik’ bir örgütlenmeyi sağladığı savunulanlar arasında. Ancak bu durumun toplumsal sorunlar arasındaki bağlantıyı toparlanamayacak derecede koparması, bütünleşik bir koordinasyon ve eylem planının sağlanamaması, parçaların içine türlü yollarla sızmayı kolaylaştırması nedeniyle hareketlerin sınırlarını belirlenebilir kılması, yıllardır tarif edilemeyecek tahribatlara sebep oldu.
Sistemin bütününü göremeyen, politik mücadeleyi ‘siyaset var’ söylemiyle reddeden bir anlayışın toplumsal bir dönüşümü sağlayamayacağı açık. Üstelik böylesi bir siyasetsizlik, eskinin ideolojik propaganda ve devrim tahayyülünü reddederek kendini bir tür ‘solcu karşıtlığı’ üzerinden var etmekte. Eskiyi eleştirerek yeni bir politik mücadele hattını oluşturmak yerine, -gerçek bir alternatiften söz ediyorum- siyasetsizliği savunan bir anlayışın getirdiği şey, stratejisiz, tahayyülsüz ve alternatif gelecek vaadi olmayan bir siyasetsizlikten öte değil.
Bu sorunun en güncel halini Occupy Wall Street ile başlayan zincirleme işgal hareketinin Obama’nın seçim propagandası haline dönüşmesi gerçekliğinde apaçık gördük.* Eylemleri bir tür etkinlik haline getiren ve politik argümanları olabildiğince öteleyerek hareketlerin geleceğini dahi tartıştırmayan bir mücadele anlayışını ‘yöntem’ olarak benimsemenin artık bilinçli bir karşı hareket olduğunu görmek gerekiyor. Buna karşı yaratılacak hareketlerin de, kapitalizmin kendi yarattığı karşıtlara karşı olmak gibi kısır bir döngünün parçası olarak değil, devrimci bir alternatifin bugüne verilecek cevabının ne olması gerektiğini düşünerek, ve farklı mücadeleleri ‘duyarlılık’ değil ‘birlik ve dayanışma’ esasına göre örgütleyen bir anlayış olması gerektiğini, artık hepimiz biliyor olmalıyız.
*Devrimci Anarşist Faaliyet’in ‘Bir %99 etkinliği olarak Occupy’a Anarşist Bir Eleştiri’ adlı kitapçığı, Amerika’daki işgal hareketinin açmazlarını göstermek açısından oldukça verimli bir tartışmanın önünü açmıştı. Okumak için: http://issuu.com/faaliyet/docs/occupy
Mine Selin Sayarı
[email protected]
The post “21. Yüzyılda Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Aktivizm”- Mine Selin Sayarı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Estetik Bir Saldırı: MODA” – Esra Yılmaz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Moda bir tür faşizmdir
Moda sektörü kadının toplumsal cinsiyetini maddi nesneler yoluyla teşhir eder. Kadın bedeni sezonluk defileler, mağazaların ışıltılı vitrinleri, reklam filmleri, afişler, kataloglar ya da medyada sunulan kadın imgeleriyle tek tipleştirilir. Artık modern teknolojinin de yardımıyla kadın bedeni üzerinde her türlü değişimin yapılabildiği bir kil kütlesi halini almıştır. Kadın bedeni yeniden ve yeniden biçimlendirilerek bir arzu nesnesine, bir imaja dönüştürülür. Modanın gençlik, incelik ve erotizm takıntısı kadının gerçek varlığını göz ardı ederek onun erkeklerin gözünde önem kazanmış boyutlarına indirger ve kadının cinsel nesne, eş, ana, ev kadını rollerini de pekiştirir.
Peki, bu iktidar mekanizması nasıl işler? Moda sektörü kadını öncelikle bir imaj olarak sunar ve ürettiği kadın imajlarını medya aracılığıyla yaygınlaştırır. Kadınlar her gün her yerde karşılarına çıkan bu imajlardan etkilenir ve “işte kadın olmak böyle bir şey olmalı” derler. İşte kadınlar böyle düşünmeye başladıkları anda kendilerine rağmen başka bir şeye dönüşmeye de başlamış olurlar. Tüm bu süreci kendi özgür seçimiymiş gibi algılayan kadın iktidarın tuzağına düşer. Sonuçta moda, medya ve reklam sektörü işbirliği içinde, kadınların nasıl besleneceklerinden nasıl konuşacaklarına, nasıl duygulanacaklarından nasıl giyineceklerine kadar her şeyine karar verirler.
Moda sektörü kadının kişiliğini parçalar. Kadınlar, patriyarkadan sonra kendilerine ait olmayan bir dünyada yaşadıkları için kendilerini gözetlemeyi öğrenmişlerdir. Moda sektörü de benzer bir şey yapar; kadınları seyirlik bir nesne yapar, “estetik açıdan” gözetler. Böylece iktidarın en sinsi biçimi olan içselleşmiş otorite daha da güçlenir. Bu süreçte kadının kişiliği, gözetleyen yan (erkeğin bakışı) ve gözetlenen yan (kendisi) olarak ikiye bölünür; kadın kendisine yabancılaşır.
Görüldüğü gibi modanın kadınlarla özdeşleştirilmesi nedensiz değildir. Tek kelimeyle kadınlar modanın saldırısı altındadır. Nitekim moda kadınlara birçok açıdan zarar verir.
Moda kadınları hasta eder
Moda sektörü kadının bedenine zarar verir. Kadınlar kendileri için üretilen imajlara benzemek isterken modanın kurbanı olurlar ve fiziksel olarak acı çekerler. Çünkü kadın giysileri erkek giysilerine göre hareketi kısıtlayıcı niteliktedir. Simone de Beauvoir’ın yıllar öncesinden gördüğü gibi “Kadın gibi giyinmek kadar doğal olmayan bir şey yoktur; hiç kuşkusuz erkek kıyafeti de yapaydır ama daha rahat ve daha sadedir, hareketlerin engellenmesi için değil desteklenmesi için tasarlanmıştır.”
Bir zamanlar giyilen dar korseler, krinolin denilen demir kafesli etekler kadınların vücutlarında deformasyona neden olmuştur. Uzak Doğu’da kadınlar güzellik uğruna yıllar süren işkencelere katlanıyorlardı. Küçük yaşlardan itibaren kız çocuklarının ayakları sarılarak küçük kalıplara konuluyor ve bir süre sonra ayaklar vücudu taşıyamayacak hale geliyordu. Günümüzde durum çok farklı sayılmaz. Neredeyse kadının simgesi haline getirilen topuklu ayakkabılar şişmeden iltihaplanmaya, yürüme güçlüğünden bel ağrılarına kadar çeşitli sağlık sorunlarına; aynı şekilde dar iç çamaşırları normalden fazla terlemeye yol açarak mantar hastalıklarına neden oluyor. Moda sektörü fizyolojik sorunlara yol açarak kadınları sağlığından ediyor.
Moda sektörü kadının bazı ruhsal hastalıklara yakalanmasına da neden olur. Moda sektörü giysiler aracılığıyla bedenleri kontrol eder. Moda giysiler olduğu gibi moda bedenler de vardır. Bu sektörün uydurduğu ve yaygınlaştırdığı ideal kadın bedeni ölçülerine uyum sağlama endişesi taşıyan kadınlar ergenlik döneminden itibaren yüksek risk altındadırlar. Birçok vakada ölümle sonuçlanan yeme bozuklukları ortaya çıkar. Tıbbi adı “anoreksiya nevroza” ve “bulimia nevroza” olan bu hastalıklar kişinin gerçeklikten koptuğu, beden algısının bozulduğu durumları ifade eder. Örneğin bu hastalığa yakalanmış bir kadın bir deri bir kemik kaldığı halde kendisini kilolu bulur. Psikiyatri ise her zaman yaptığını yapar, yani toplumu sorgulamadan bireyi tedavi etmeye çalışır.
Moda “modern” kadınlar üzerinde işler! Modaya karşı direnişin estetik araçları üzerinde ayrıca düşünmemiz gerekir ama ister modern olsun isterse olmasın, tüm kadınlar erkek egemen kültürün tahakkümü altındadır. Kadınlar kendi kimlikleri ya da özgürlükleri için mücadele etmeye en temelden başlamalıdır. Her şeyden önce kendileri adına üretilen kimlikleri toptan reddetmeli ve aslında erkekleri bile faşizan bir biçimde yöneten cinsiyet rejiminin tam karşısında saf tutmalıdır. Emma Goldman’ın deyişiyle “kadının gelişmesi, onun özgürlüğü, onun bağımsızlığı kendinden ve kendisi aracılığı ile olmalıdır. İlk önce, kendisini bir seks metası olarak değil, bir şahsiyet olarak değerlendirmesi ile. İkinci olarak, herhangi birisinin kendi vücudu üzerinde hak iddia etmesini reddederek; kendisini toplumun değer yargılarının ve sınırlamalarının korkusundan özgürleştirerek” işe başlamalıdır.
Esra Yılmaz
The post “Estetik Bir Saldırı: MODA” – Esra Yılmaz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Çılgınlık Eder Vururum Seni”- Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız toplumda erkeklik yüceltiliyor ve erkek olmaya da anlamlar yükleniyor. “Erkekliğe leke sürdürmemek” adına erkeğin sevgisi, kadının ölümü oluyor. Şarkı sözlerine, filmlere ve romanlara bile konu olan bu gibi söylemler özellikle bu topraklar gibi arabesk kültürle yoğrulan toplumlarda kişiyi tetikleyici hale getirebiliyor.
Evet, arabesk sanatçısı Ümit Besen’i çoğumuz biliriz. Kendisinin, 1995’te ve 2003’te çıkarttığı albümlerinde bulunan bir şarkısı var; “bir çılgınlık eder vururum seni”. Bu şarkı bir bakıma kadın cinayetlerine değiniyor. Nasıl mı?
Kadın artık yediği dayaktan, her gün yaşadığı ıstıraplardan, erkekten bıkmıştır. Boşanmak ister, dava açar (bazılarımız bu aşamaya bile gelemeden öldürülüyor). Tabi erkek derbeder olur güya karısını seviyor ya, bırakmak istemez. Hâlbuki sevgi değildir derdi; kim yemek yapacak, kim çamaşır yıkayacak, kim hizmet edecek, kim her sıkıntıya katlanacaktır. Bu yüzden de ikna etmeye çalışır, ancak kadın karar vermiştir çünkü dönse başına ne geleceğini bilir, dönmez. Erkek der “ya benimsin ya kara toprağın”, kadın tedirgin olur savcılığa gider şikâyette bulunup koruma talep eder, “beni koruyun bu adamdan” diye. Bazen umursamazca “kocandır hem döver hem sever”, bazen alaya alır gibi “çok fazla arka sokaklar izlemişsiniz”, bazen de gelme bıktım dermişçesine “artık öl de kurtulalım” denilerek kadın ciddiye alınmaz. O yaşamı için ölüme karşı tek başına mücadele eder.
Erkekse bu durumu erkekliğine yediremez. Ve şarkı çalmaya başlar “olamazsın başka biriyle evli/yastığımda hala saçının teli/rahat bırakmazlar anılar beni/bir çılgınlık eder vururum seni”. Erkek hınca hınç dolmuştur, gözü kararmıştır çünkü artık istenmiyordur. “Öldürmem gerek namusum için ya benim olmalı ya kara toprağın” diyerek öfkesine sarılır. Ve bildiğimiz vahşet gerçekleşir. Elli bıçak darbesi, yedi kurşun izi ve baltayla parçalanmış ceset parçaları…
Ümit Besen’in şarkısındaki “bir çılgınlık eder vururum seni” sözleri sevgisinden çıldırmış bir erkeği anlatsa da günümüzde kadınların vahşice öldürülmesi erkeğin sevgisinin bir sonucudur. Ve maalesef dünya bu “çılgınlığı” seyrediyor…
Nergis Şen
[email protected]
The post “Bir Çılgınlık Eder Vururum Seni”- Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Domuzları Sevmem”- Canan Kardeş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hayatımda müdürüme hiç çıkışmamıştım ama sakınmayacağız dedik sözümüzü bu sefer, ne lan iskele babası mıyız! Gittik müdüre; “Ne sanıyorsunuz siz kendinizi, kendi ülkemde, örfüme âdetime ters şeyimi yiyeceğim? Bizi buna zorlayamazsınız. Ben bir daha o tabaklardan yemek yemem, sıkıysa yedirin! Kaldırın şunları! İstemiyoruz! Yemeyeceğiz!”… diyemedim ya lan. Gerçi bize yedirmiyorlardı zaten de… Bizim yemekler de aynı mutfakta pişiyor kardeşim, ben nasıl alayım ağzıma o mutfakta pişen yemeği. Bana farklı yemek gelecek ama o tabakta az önce domuz yemiş adam, olur mu öyle şey. Bir şey diyemedik tabi, paşa paşa yedik.
Fasulye, pilav…
Fasulye pilav yedik o gün. Ondan önce de fasulye pilav yemiştik. Biz haftada dört defa fasulye pilav yeriz. Geri kalan günlerde de makarna, güveç, nohut filan yeriz. Bazen ne yediğimizi biz de bilmeyiz de, işte. Ama domuz yemeyiz, orası kesin. Yahu ben gitsem Avrupa’da hapishanede kalsam bana getirecekler mi dolma mı, böreği mi, kebabı mı? Eee.. O zaman? Burada da vermiyorlar gerçi ya. Demem o ki, bizim müdürlerde de kabahat yok, ne yapsın adamlar, her hapishaneye ayrı ziyafet çekecek değiller ya. Bunun ardı arkası kesilmez ondan sonra. Vay bana özel yemek, vay bana özel banyolar, beni evden alsın şöförler falan da filan… kesilmez abi bizim milletimiz böyle, adam da haklı.
Misal, ben dokuz haftadır izin yapamıyorum. Ama burası da dingonun ahırı değil, öyle başıboş bırakayım değil mi? Müdüre söyleyecektim bunu, ne oldu bizim izinler, diye de fırsat olmadı işte. E insan bir başına da söyleyemiyor, şimdi adam demez mi bir sen misin paşa çocuğu diye. “İzinse herkese vermek lazım, o zaman da bırakalım, iti, kopuğu, teröristi cirit atsın hapishanede”… demedi de, diyebilir yani. İzin izin diyorum da hafta sonu izni yani. Geçen söyleyecek oldum bizim çocuklara da ne yapsak dilekçe mi yazmak lazım acaba filan dedim, “hem yemek meselesini de söyleriz köpek miyiz abicim biz, yediğimiz, yemediğimiz belli değil” dedim de, Şeref abi sağ olsun “ebenin ***na gitsin o dilekçe senin” dedi. “yazalım da g**ümüzü ***sinler. Oğlum sen siyasi koğuşların oralarda gezme artık, ***na koyayım. ***tiğimin çocukları ne anlatıyorlarsa, ağzından değil **tünden çıkıyor laflar sanki ***na koyayım, **ktir git kendi iznini kendin iste. Ben simit getirir onu yerim, ******, ********* *******” dedi.
Tam o sırada mahkum koğuşlarında bir gürültü koptu, içeride isyan çıkmış. Hep birlikte koştuk. F tipi koğuşlarda bir bağırış, haykırış, ortalık savaş alanı gibi. Biliyorlarmış İnsan Hakları şeysi’nden birilerinin geldiğini, siyasi suçlulardan Aysel’e demişler, “senin odanda teftiş yapacaklar”, o da izin vermemiş içerisinin düzenlenmesine. Bütün koğuşlar hemen haberleşmiş, örgütlenmiş. Nasıl yapıyorlar, valla bazen imreniyorum piçlere. Lan bir biz birleşemedik şu yemek davasına, zorla domuz eti yediriyorlar, şu domuzlar inadım inat diyor, hep bir ağızdan bağırıyorlar. Dear Europeans, you do not torture indeed, but you close your eyes to the torturers.!* Ne dediklerini de sonradan öğrendim. İngilizce de biliyor pezevenkler. Lan okumuş etmiş adamlarsınız, yok haktır, hukuktur bahanesine ne uğraşıyorsunuz anarşiklikle. Bunu yapmayan adam niye yapmıyor… Bir siz misiniz akıllı? Herkes yapsa n’olacak, dedim ya önünü alamazsın bunun ondan sonra. Bunların niyeti başka… Vereceksin sopayı vereceksin sopayı. Biz de öyle yaptık zaten Avrupalılar gittikten sonra. Sopayla yapmadık ama bizim de kendi yöntemlerimiz var annadın mı? Var mı öyle üç beş kişi bir araya gelip, ortalığı velveleye verme. Madem bize domuz eti yediriyorlar, biz de yatırdık bunları çamura gördük domuzların etini. Domuz dedim midem bulandı gene. İtoğlu itler… Ondan sonra bizim hakkımız hukukumuz. Yapabiliyorsan gel bizim domuz etine karşı çık. Mutfakta o leş gibi tabaklardan nasıl yiyeceğiz biz şimdi. Offf…
* Sayın Avrupalılar! İşkenceye yapmıyorsunuz ama işkenceye göz yumuyorsunuz.
Canan Kardeş
(Bu yazının yazarı F Tipi Film’de kadın gardiyanı canlandıran oyunculardan biridir)
The post “Domuzları Sevmem”- Canan Kardeş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hafızalara taze deltalara su: Cin Ayşe appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Cin Ayşe’nin belirgin amaçları var. Bunlardan ilki, kadınların yazdıklarına sansürsüz, genel ahlâkı dışarıda bırakarak görünürlük kazandırmak; kadının tarihin dışına bırakılmışlığına, itilmişliğine sekte vurmak. Amaçlardan bir diğeri de, kaz(ı)ma işlemi yapmak. Bu kazı çalışmasının en temel amacı kadının, eril anlayışla kurulu sanat tarihindeki yerini yeniden teslim etmek. Tarihin içinde bir kazıma işlemi gerçekleştirmek için belirli dosyalar hazırladı Cin Ayşe: “Kadınların Dada’sı”, “Beat kuşağı kadınları”, “Kadınların Sürrealizm’i” ve “Art Brüt Kadınları”. Ayrıca,”Beden” ve “Yas” gibi tematik sayıları da var.
Cin Ayşe, fanzin ruhunda, dergi oylumundadır. Var olan ve var olagelmiş sanat ortamlarında ve kültürün köşesinde bucağında kalmış, unutulmuş üretim alanlarında kadın yaratıcının durumuna yeniden ışık tutmayı amaçlar.
Cin Ayşe’nin 8 Mart’ta hazırlanan 9. sayısı çok sevgili Pınar Selek’e adandı ve bu sayının dosya konusu “Kadınların Fluxus’u”.
Yazışma adresi: [email protected]
Blog adresi: http://cinayse.blogspot.com/
The post Hafızalara taze deltalara su: Cin Ayşe appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Sezuan’ın İyi İnsanı”- Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Kardeşinizi boğazlıyorlar göz yumuyorsunuz! Basıyor çığlığı da siz susuyorsunuz. Aranızda dolaşıyor zorba, birini daha seçmek için. Susarsak dokunmaz bize diyorsunuz. Ne mene yerdir burası, ne biçim insanlarsanız siz. Haksızlık yapılan şehirde ayaklanmalı insanlar. Ayaklanma olmazsa batsın o şehir… Karanlık basmadan yansın kül olsun!”
Bu sözler, Brecht’in -savaş ve barış hali gözetmeksizin- kapitalist topluma dair bir eleştiri yaptığı Sezuan’ın İyi İnsanı isimli oyunundan. Brecht bu oyunuyla bize bir umut vermek yerine soru sorarak, umudu nasıl bulabileceğimiz konusunda bizi düşündürmek istiyor.
Oyun, Çin’in yarısı Avrupalılaştırılmış şehri Sezuan’da başlar. Oyunda Sezuan Eyaleti, insanların başka insanların sırtından geçindiği tüm ülkeleri temsil eder. Bu kentte yoksulluk kol gezer. Kurulu sistemin değişmesini, devrilmesini engellemek ve sistemin işlerliğini göstermek için, 3 Tanrı Sezuan’a gelir. Tanrıların amacı “iyi insan”ı bularak sorunun sistemde olmadığını göstermektir. Tanrılar Sezuan’a geldiğinde onlarla karşılaşan yoksul sucu Wang olur. Wang, Tanrılara kalabilecekleri bir yer bulmak için kapı kapı dolaşır. Fakat kimse Tanrıları evinde ağırlamak istemez. Wang öfkelenir kapısını açmayanlara; “Sezuan’ın adını lekelediniz” der. Bu sırada aklına kapısını çalmadığı fahişe Shen Te gelir. Sezuan’ın iyi insanıdır o, kimseye “hayır” diyemez. Bu yüzdendir ki Tanrıları da buyur eder evine. Tanrılar, Shen Te’ye iyiliği karşılığında yüklüce bir para verdikten sonra Sezuan’dan uzaklaşırlar. Shen Te ise bu para ile fahişeliği bırakarak, bir tütüncü dükkanı açar. Bu olayla artık Shen Te’nin kapitalist işleyiş içerisindeki konumu değişmiştir. O artık bir fahişe değil, iş kadınıdır. Bunu öğrenen yoksul, işçi-işsiz insanlar, daha önceleri hor gördükleri Shen Te’nin etrafında toplanmaya başlarlar. Shen Te kimisine yemek, kimisine yatacak yer verir. Fakat, Shen Te’nin iyilikleri zamanla kendisine zarar vermeye başlar. O da herkes gibi, insanları her geçen gün yoksulluğa sürükleyen kapitalist işleyişe ayak uydurmak zorunda kalır. Bu yüzden dükkanını koruyacak, parasının da işleyişini sağlayabilecek olan acımasız, katı yürekli erkek kuzen Shui Ta kılığına bürünür. Ve Shui Ta zamanla büyütür işleri. Eze eze insanları, sağlamlaştırır kendi düzenini.
Shen Te olduğunu da unutmaz arada. Üstelik aşık da olur bir adama. Fakat ona çıkarcı yaklaşan bir adamdır bu. Ne kadar uğraşsa da sevdiğine karşı, Shui Ta olmaktan kurtaramaz kendini, üstelik karnı da burnunda. Bu sefer çocuğu için devam eder Shui Ta olmaya. Herkes birden Shen Te’nin peşine düşer Sezuan’da. Çünkü Sezuan’ın yoksulluğu arasında aradıkları, Shen Te gibi iyi bir insandır aslında. Acımasız Shui Ta’nın onu zorla sakladığını öne sürerler. “İyi insan” Shen Te’nin yok olduğunu duyan Tanrılar, hemen geri gelirler dünyaya. Shui Ta’ya sorarlar “İyi insanımıza ne yaptın?” diye. Dayanamaz artık Shui Ta ve tabi Shen Te, “Benim sizin iyi insanınız” der.
“Evet benim. Hem Shui Ta, hem Shen Te’yim.
Benim ikisi de.
Şu eski buyruğunuz var ya
İyi ol ve yaşa, diye
İşte yıldırım gibi o böldü beni ikiye”
Tanrılar söylediklerini kabul etmez, sustururlar Shen Te’yi. Çünkü onlar için olmalıdır “iyi insan”. Şayet yoksa “iyi bir insan”, zordur o zaman Tanrıların işi. Zordur, çünkü inandıramazlar kimseyi düzenin iyi olduğuna. Ve oyun biter, gözler seyirciye döner;
Değerli seyirciler, kızmayın sakın!
Biliyoruz, böyle bitmemeli oyun.
Yolumuzu aydınlatan bir masaldı,
Elimizde bu acıklı sonuca vardı
Şaşkınız, uğradık umut kırıklığına;
Perde kapandı, karşılık verilmedi sorulara.
Size bağlı olsaydı yaşamamız,
Tiyatromuzun tadını çıkarmalısınız.
Gerçek şu ki: salık vermezseniz bizi dostlara,
Kilit vurmamız gerekir kapılarımıza.
Bir son bulamayışımız belki korkumuzdan;
Nasıl bitmeli dersiniz? – Bizimki olağan –
Kesemizi boşalttık gene bulamadık.
İnsan mı değişmeli, dünya mı?
Tanrılar mı yoksa? Ya da hiç mi olmasın Tanrı!
Şaka değil, durumumuz gerçekten bitik.
Tek çıkar yol bu kargaşalıkta:
Bir de siz düşünün oturduğunuz koltukta.
Ne türlü yardım etmeli ki insanoğlu
İyi yaşasın ömrü boyunca?
Saygıdeğer seyirciler kendiniz arayın, haydi kendiniz bulun sonu.
Güzel bir son olmalı; olmalı, olmalı!…
Didem Erbak
[email protected]
The post “Sezuan’ın İyi İnsanı”- Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Adalete GÜVEN’im Yok!” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“18 yaşındaki oğlum patronları tarafından öldürüldü. Karakol, yaralı gittiği poliklinik, öldürüldüğü Evyap Lisesi’nin patronu ve herkes bu olayı örtbas etmek istedi” diyen, acılı annenin dört yıldır oğlu Güven Karakuş için çalmadığı kapı, gitmediği yer kalmadı. Karakuş ailesinin bu süreçlerde neler yaşadığını ve adalet süreciyle dayatılan adaletsizlikleri anne Aysel Karakuş’la konuştuk.
6 Eylül 2008’de 18 yaşında bir lise öğrencisi olan Güven Karakuş’un ölümüyle ilgili bazı gazeteler ve televizyon kanallarında acılı bir annenin feryadına tanık olmuştuk. Anne oğlunun ölümünün bir kaza olmadığını oğlunun kasıtlı bir cinayete kurban gittiğini söylüyor ve “adalet istiyorum” diyerek feryat ediyordu. Aysel Karakuş gazetelere, televizyon kanallarına, başvurabileceği bütün mercilere gitmiş, yazılması gereken bütün dilekçeleri yazmış. Ancak oğlunun öldürüldüğüne dair hiçbir kanıta ulaşamamış. Mevcut kanıtlar annenin söylediği üzere, emniyetteki belgelerin arasında uzun süre unutulmuş, oğlunun ölümüne neden olanlar tarafından yok edilmiş.
Dört yıl süren yargı süreci boyunca seslerini duyurmaya çalışan Karakuş ailesinin tek istediği oğullarının ne şekilde ve kimler tarafından öldürüldüğüne ilişkin bir açıklama. Çünkü Güven’in ölümünün ardında açıklanamayan birçok soru, ortadan kaybolan kamera görüntüleri, doktor raporları gibi önemli kanıtlar var. Kimsenin cevaplayamadığı soruların cevabını bu dört yıllık süreçte bir dedektif gibi oğlunun ölümünü aydınlatmaya çalışan anne Aysel Karakuş bulmuş. Meydan Gazetesi olarak Güven Karakuş’un ölümüne neden olan olayları, Karakuş ailesinin dört yıldır neler yaşadığını ve adalet süreciyle dayatılan adaletsizlikleri anne Aysel Karakuş’la konuştuk.
Karakuş ailesi 2006 yılında Erzurum’un Tekman ilçesinden İstanbul’a gelmiş. Güven Şişli Lisesi’nde son sınıfta okurken, bir yandan harçlığını çıkarmak için bir pimapencinin yanında çalışıyormuş. Ancak parasını doğru düzgün alamayınca işten ayrılmak istemiş.Patronu Mehmet Eker, Güven’i ölümünden bir gün önce arayıp tekrar işe çağırmış. Güven çalışmak için değil ama daha önce alamadığım paramı alırım düşüncesiyle son kez gitmiş işe. Gidiş o gidiş.
Anne Aysel Karakuş olayı şu şekilde anlatıyor; “Bu Mehmet Eker’ler arabayla çarşıdan almışlar oğlumu Evyap Lisesi’ne götürmüşler. Bize öğlenden sonra haber geldi, “oğlunun eli kesildi, gelin” diye. “Biz sonra öğreniyoruz ki Güven’im ölümle pençeleşiyor.” Aile olanlardan bihaber hastaneye koşuyor. Kötü haberi de o sırada öğreniyorlar. Anne Aysel Karakuş “oğlum nasıl öldü, kim getirdi, ne olmuş” dese de nafile, ne ilgilenen, ne de sorularını yanıtlayan biri var.
Aysel Karakuş olaydan hemen sonraki gün oğlunun öldürüldüğü Evyap Lisesi’ne gidiyor. Okuldaki hademelere soruyor, soruşturuyor; “Güven o gün malzemeleri taşımış işi bitmiş saat on gibi patrona bir telefon gelmiş, panik olmuşlar, onlar telefonda konuşurken Güven de hademeyle konuşuyormuş. Sonra bu patronlar apar topar birbirleri ardına düşmüşmüşler, Güven de herhalde paramı verin diye bunların peşine düşmüş. Sonra kavga çıkmış. Oğlumu dövüp, temizlik odasına kilitlemişler. Yalvarışını duyunca okulun temizlikçisi kadın kapıyı açmış, yaralı kaçmış Güven.”
Güven yaralı bir halde koşarak oturdukları mahalle meydanındaki polikliniğe gitmiş. Güven’in yaralı koştuğuna tanık olanlar varmış ama mahkemede tanıklık etmemişler. Hatta meydanda bulunan mobese kamerası dahil diğer dükkanların tüm kamera kayıtları silinmiş ve yok edilmiş. Anne, Derman Polikliniği’nde çocuğunun yaralı halde 4 saat bekletildiğini, Güven’in kendileri ve polis dahil kimseyi aramadığını, ama hastaneden de kimsenin onlara haber vermediğini söylüyor. Poliklinikte Güvenle ilgili hiçbir rapor düzenlenmeden Güven ambulansla Okmeydanı Hastanesi’ne sevk ediliyor.
Annenin anlattığına göre Güven Okmeydanı’na kaldırıldığı sırada Şengül Kömeç isimli bir kadın Güven’i görüyor ve bunu anneye anlatıyor. Kadın bana anlattı; “Hastanede oğlumun yanına doktorun geldiğini ve olayın nasıl meydana geldiğini sorduğunu, oğlum Güven’in ise o yaralı halde olmasına rağmen, eliyle patronu Eker’in yanında bulunan damadını işaret ettiğini onlar yaptı dediği söyledi.” Karakuş ailesi Okmeydanı hastanesine oğullarını görmek için gittiklerinde yanlarına gelen bir başka doktor da “teyze senin oğlunu darp etmişler bu işin peşini bırakma” demiş.
Bu sorumsuzluğa karşı Anne Karakuş polikliniğin sahibine kadar gitmiş ancak yardım bulacağına “Bu işin peşini bırak, burası Karadeniz, benim boğazıma bıçak dayadılar, sana da bir şey olursa sorumlusu ben değilim ” sözlerini işitmiş.
Tüm anlattıklarınız yani bu yaşananlar Mehmet Rıfat Evyap Anadolu Teknik Meslek Lisesi’nde gerçekleşiyor. Bu konuda Evyap patronu size bir açıklama yaptı mı? diye soruyoruz Anne Aysel Karakuş’a; “Evyap’ın patronuna da gittim belki yardım eder bu işi çözer diye, iş adamı ya anlattım derdimi, anlatmaz olaydım. İlk gittim sekreterleriyle konuştum, içeri almadılar resmi bir arabaya bindirip kapıma kadar getirdiler. Meğer benim oturduğum yeri, telefonumu her bir şeyi biliyorlarmış. Beni eve getiren de patronun oğluymuş.” diyor.
Bu olayın ardından Evyap’ın patronu Fikret Bey Anne Aysel Karakuş’u bizzat telefonla arıyor ve olayın ne şekilde olduğunu soruyor. Anne anlatıca Evyap’ın patronu “Ahh Hüseyin sen neyin peşindesin” diyor. Hüseyin Pişkin okulun müdürüymüş. “Ben üç ay önce bunun bir pisliğini daha temizledim” diye ekliyor.
Telefon konuşmasının sonrasında anne duyduklarına inanamamış; “Bu okulun namusuz müdürü Muş Hınıslı bir kıza da tecavüz etmiş, Evyap’ın patronu da aileye 40 bin lira para verip köyüne göndermiş” diyor. Bu telefon görüşmesinden sonra Evyap’ın patronu birkaç kez daha aramış Aysel Karakuş’u ama Karakuş patronun yardımcı olmayacağını anlamış ve açmamış telefonunu.
Peki sonra ne yaptınız sesinizi duyurmaya nasıl devam ettiniz, oğlunuzla ilgili hukuki herhangi bir gelişme yaşandı mı diye soruyoruz ancak annenin boğazında bir bir düğümleniyor sözler; “Mahkeme ifadeleri hep başka. Güven camın üzerine düştü boynu kesildi dediler, sonra iç kanamaya bağlı trafik kazası. Okul yapılırken her adım başına kamera koyuldu diye Fikret bey telefonda kendisi söyledi bana ama okulun her katında aslı duran kamera kayıtları ise bana bir türlü verilmedi. Karakol amiri Evren Kadıoğlu okulda kamera yok diye ifade verdi. Yani örtbas etmek istediler her şeyi.”
Defalarca Evyap Lisesi’ne gitmiş durmuş. Yine öyle bir zamanda okulun kameraları sökülürken müdürün ve öğretmenlerin konuşmalarını içeren bir CD bulup, çıkartıp, vermiş hakime. “Oğlumun boynuna tornavida sokmuşlar, darp etmişler hepsi bu CD’de var” diyor. Anne her mahkemeye sunmuş bu CD’yi ancak kabul ettirememiş. En sonunda bir savcı incelensin demiş o kadar.
Anne Aysel Karakuş’un gitmediği yer, çalmadığı kapı kalmamış; polise, karakollara, Hüseyin Çapkın’a Nimet Çubukçu’ya, Beşir Atalay’a, Abdullah Gül’e, başbakana kadar hepsine gitmiş. “Ama devletin adaleti yok! Ne çözümü oğlumu öldüren patronları bir kez bile gözaltına alıp da, sormadılar bile.”
Gittiği karakollarda Karakuş ailesi defalarca darp edilmiş; “dövüldüğümüze dair doktor raporları ve kamera kayıtları var. Bize polise mukavemetten dava açılırken, hiç kimseye soruşturma bile açılmadı.” Davayı soruyoruz Anne’ye; “Oğlumun ölümünü trafik kazası diyerek örtbas ettiler. Sonuç 3 sene 4 ay, o da para cezasına çevrildi” diyor. Acılı anne feryat ediyor; “paramız olsaydı, gücümüz olurdu belki başka olurdu o zaman. Bu Evyap Ayazağa’yı satın almış, bu semtte herkes ona çalışıyor,avukatları da, oğlumun dövüldüğüne tanık olan herkesi de paralarıyla bir bir satın aldılar.”
Anne Aysel Karakuş belki biçare olur diye Müge Anlı’nın programına kadar gitmiş ama onlar da kabul etmemişler. “Oyak Sitesi’nde Evyap’ın patronuyla yan yana oturuyorlarmış” diyor Anne.
Güven’in davası Yargıtay’da bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz diye soruyoruz; “Oğlumun kanı satılık değil ki devletin parasını istemiyoruz biz, tazminat peşinde de değiliz. Dört yıldır oğlumun fotoğrafıyla gezmedik yer, çalınmadık kapı bırakmadım. Yine yaparım, yapacağım.” diyor anne Aysel Karakuş.
Güven Karakuş’un ölümünün ardında bilinmeyen ve cevaplanmayan birçok soru var. Ancak Karakuş ailesi canı yanan her aile gibi bu cinayeti sadece “aydınlatmak” istiyor. “Oğlumun adı Güven’di. Benim Güven’im gitti. Güvenimle birlikte devlete de, polise de, doktora da, adalete de her şeye de güvenim gitti. Oğlumun katilleri bulunana kadar mücadele edeceğim.”
The post “Adalete GÜVEN’im Yok!” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadından Reklam Panosu Olur Mu? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ayrıca bu reklamı 8 saat boyunca halka açık bir alanda göstermek zorunda olan kadınların, çalıştıklarını kanıtlamak için de fotoğraflarını Facebook ve Twitter’ da paylaşmaları gerekiyor.
The post Kadından Reklam Panosu Olur Mu? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kanıt Yok Karar Belli: Gülsüm Özgür Değilse Hepimiz Tutsağız! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Gizli tanık ifadesine göre gözaltına alınan Gülsüm, Terörle Mücadele Şubesi’ne götürüldü.
Parmak izleri alındı.
Elinde barut izine rastlanmadı.
Evde yapılan aramada bir silah bulunamadı.
Dava dosyasında gizli tanık ifadesi dışında bir de polis tutanağı yer alıyor. Bu tutanakta polis, hazırlanan dava dosyasına saldırının olduğu gece Gülsüm’ün görüldüğüne dair bir tutanak sunuyor, fakat bu tutanağın düzenlendiği saat ilginç bir şekilde gizli tanık ifadesinden önceki bir saate rastlıyor…
Bunlara dayanarak, Gülsüm’e “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak”, “Adam öldürmeye teşebbüs”, “Kamu malına zarar vermek”, “Ateşli silahlar kanununa muhalefet etmek” suçlarından dolayı ağırlaştırılmış müebbet istendi.
Mahkeme sanığın iyi halini göz önünde bulundurarak, cezasını müebbet hapse çevirdi. Ayrıca Gülsüm Koç’un “Kamu görevi nedeniyle öldürmeye teşebbüs” ve “Kamu malına zarar verme” suçlarından da toplam 26 yıl 8 ay hapisle cezalandırılmasına hükmetti.
Durum böyleyken Gülsüm’e silahtan beraat, saldırıdan müebbet verildi.
Devlet tarafından fişlenmenin açıkça yaşandığı bu davanın başından sonuna kadar ispatlanan tek gerçek ise, devletin adaletsizliği oldu.
The post Kanıt Yok Karar Belli: Gülsüm Özgür Değilse Hepimiz Tutsağız! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Ölüm Tarlası: Juarez”- Filiz Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir tarla düşünün. Üstünde çiçekler, buğday, arpa bitmeyen. Çorak, toz toprak içinde bir tarla. Ölüm tarlası. Amerika-Meksika sınırında bulunan, bir kan tarlası Juarez.
Bu kente girdiğinizde çoğunlukla ne olduğunu anlamlandıramadığınız bir koku duyarsınız, ölümün kokusunu. Herhangi bir sokak başında kesik bir kol, bacak ya da kafa görmeniz ise hiçbir zaman sıra dışı olmayacaktır. Dünyanın en yüksek suç oranının olduğu bu kent, aynı zamanda en büyük uyuşturucu kartellerini de barındırır. Yaşamın kıyısında, var olan herkesin sınırda yaşadığı bir yerdir aynı zamanda. İşte böyle bir kavşak noktasında bulunan Juarez’de, 1994’ten bu yana yüzlerce kadın katledildi.
Seri bir şekilde katledilen yaklaşık 500 kadının bazıları diri diri gömüldü, bazıları bir varilin içine konup yakıldı, bazıları vurularak, bazıları boğularak ya da bıçaklanarak öldürüldü. Çoğu öldürülmeden önce şiddetli işkence gördü, tecavüze uğradı. Katledilen bu kadınların cesetleri çöle, çöp konteynırlarına, kanalizasyon çukurlarına atılmış halde bulundu, hatta bazılarının cesetleri bulunamadı bile. Öldürülen bu kadınların yaşları değişiyor aralarında on yaşında çocuklar da var, aynı yaşta çocuğu olan anneler de. Çoğunun ortak noktası ise kadın olmaları ve tekstil atölyelerinde çalışıyor olmaları.
1994’te Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) ’nın imzalanmasının ardından, Juarez kentinde bir çok tekstil atölyesi açıldı. Atölyelerinin açılmasının ardından ise Juarez’de kadın cinayetleri %600 arttı.
Amerika – Meksika sınırındaki bu kent elbette büyük yatırımcılar için oldukça karlıydı. Aralarında Tommy Hilfiger, Calvin Klein, GAP gibi markalara da üretim yapan atölyelerin kurulduğu bu kentte yoksulluk oranı hala oldukça yüksek. Kentin bazı bölgelerinde hala elektrik kullanılmıyor, bazı bölgelerinde ise hiçbir altyapı yok. Yine de, atölyelerin açılmasının ardından kent, Meksika’nın başka bölgelerinden de göç alan bir çekim merkezine dönüştü. Birçok kadın ailelerinin evlerinden ayrılıp, Juarez’deki tekstil atölyelerinde çalışmaya geldi.
Kadınların sosyal hayata “iş gücü” olarak katılımı, onların cinayetlere kurban olmalarına yol açtı. Atölyelerde erkeklere nazaran daha ucuz iş gücü oldukları için yoğun olarak kadınlar istihdam edilirken, erkekler işsiz kaldı. Ekonomik kaynaklar konusunda on yıllardır devam eden bu rekabetin, maço kültürle çarpıştığı noktada çalışan kadınlar hedef alınarak katledildi. Bir yandan evinin kadını, çocuklarının anası olması beklenen kadının, kendisine biçilen bu rolü gerçekleştirmeyip çalışmak için evden ayrılması, diğer yandan ise erkeklerin hali hazırda sahip oldukları hakimiyet alanlarını kaybetmesi, bölgedeki maço kültürün daha da agresifleşmesi ile kadınlara duyulan nefreti ve kadın cinayetlerini tetikledi.
Buna karşılık, günde yaklaşık 8-9 lira kadar bir para için 12 saat çalışan kadınlar da ucuz iş gücü olarak kullanıldığını ve en ufak “daralmada” işten ilk atılacak olduğunu bilirler. İster evde ister fabrikada olsun, kadının kapitalizm içindeki bu pozisyonu onu kullanılıp atılabilir bir özne haline getirir.
Durum böyleyken kadınların korkunç işkencelere maruz kalması, tecavüze uğraması, öldürülmesi kapitalist kültür içinde önemsiz bir ayrıntı, bir teferruattır.
Juarez ‘de yaklaşık 20 yıldır devam eden bu cinayetler, bu topraklardan da çok alışkın olduğumuz bir manzarayı ortaya koyuyor. Art arda gelen cinayetlerin ardından polis birkaç kişiyi gözaltına alıyor, sorguluyor, mahkemeye çıkarıyor, yargılıyor, suçlu buluyor, masum buluyor, hapse tıkıyor, serbest bırakıyor. Tüm bunlar birbiri ardına sıralanıyor fakat polisin de yargının da devletin de bizzat dahil olduğu bu sistematik katliam devam ederken, Juarez’in kadınları kardeşleri için, yaşamları için adalet için mücadele etmeye devam ediyor.
1999 yılında Juarez’de kadınlar ilk defa Tecavüz ve Cinsel Saldırı Kriz Merkezi Casa Amiga’yı kurdular. Bunun ardından 2002 yılında toplumsal adalet hareketi olarak “Ni Una Mas” (Biri daha asla) kuruldu ve hem yerel hem de uluslararası anlamda Juarez’de yaşananları duyurmak ve durdurmak için çalışma yürütüyorlar.
Filiz Aktaş
The post “Bir Ölüm Tarlası: Juarez”- Filiz Aktaş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerden Dayanışma Hastanesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Onlar kapitalizmin sağlık sistemine karşı herkesin faydalanacağı bir dayanışma hastanesi kurarak, devlet olmadan da yaşayabiliriz diyorlar. Çünkü devlet olmadan işimiz çok daha kolay! Anarşist ve komünist inisiyatiflerin ortak çalışmasıyla yürütülen Dayanışma Hastanesi (Koinwniko İatreio), Yunanistan’da gönüllülük ve dayanışma esasına dayanarak, ihtiyacı olan herkese ücretsiz sağlık hizmeti sunuyor. Meydan Gazetesi inisiyatiflerinden Özlem Arkun’un Dayanışma Hastanesi gönüllüleri ile yaptığı röportajı sizlere aktarıyoruz.
“Devlet olmadan işimiz daha kolay!”
Artık sağlık satılabilir tedavi hizmeti; tedavi ise, hastalığın sürekliliğini sağlayarak, maksimum kazanç sağlamak anlamına geliyor. İlaç sektörünün piyasada gittikçe daha büyük bir paya sahip olması, hastanelerin özelleştirilmesi, sağlık ve sosyal güvence konularındaki yeni düzenlemelerin hepsi bu ticarileşmeye zemin hazırlıyor. Hal böyleyken parası olmayanlar, bırakın tedavi olmayı hastaneden randevu almaya bile çekiniyor.
Bu yazıda yukarıdaki tarifin dışında bir hastaneden bahsediliyor. Bu hastane, Yunanistan’daki Dayanışma Hastanesi. Dahiliye, pediatri, diş ve kamu eczanesi gibi hizmetleri içinde barındıran Dayanışma Hastanesi, Yunanistan’ın Selanik şehrinde bir seneyi geçkin bir süredir halka hizmet veriyor. 200 kadar doktorun gönüllü olduğu bu hastanede, fiili olarak çalışmayan ancak hastaneyle dayanışmak isteyen birçok başka doktor, bedava sevk alarak hastane ile dayanışma gösteriyor. Ekonomik krizin etkisi hissedilmeye başladığından bu yana, bir taraftan halkın sağlık alanındaki ödenekleri kesintiye uğrarken, diğer taraftan da artan işsizlikle birlikte sağlık sigortasından da faydalanamayan insanların sayısı giderek artıyor. Durum böyle iken Selanik’te gönüllülükle işleyen ve tamamen ücretsiz olarak hizmet veren bu hastane, birçok insan için gerçek bir çözüm üretiyor.
Anarşist ve komünist inisiyatiflerin ortak çalışmasıyla yürütülen bu deneyimi paylaşmak adına Dayanışma Hastanesi’nin biri dişçi (Nefeli) diğeri sekreter (Delia) olan iki gönüllüsüyle yaptığımız röportajı aşağıda yayınlıyoruz.
Merhaba, ilk olarak Dayanışma Hastanesi fikri nasıl ortaya çıktı?
Nefeli A.: Aslında fikrin ilk ortaya çıkışı, yaklaşık iki yıl önce, göçmenlerin yaptığı açlık grevine rastlıyor. Çalışma ve oturma izni olmayan yaklaşık 300 göçmenin katıldığı açlık grevi süresince birçok politik grup onlarla dayanışma gösterdi. Bu grupların arasında bir de doktorlardan oluşan bir gönüllü grubu vardı. Bu açlık grevi süresince göçmenlerin sağlık durumu takip edildi, 40 günün sonunda göçmenlerin kağıtlarını alıp, açlık grevini sonlandırmalarının ardından gönüllü doktorlar tarafından bir toplantı yapıldı. Göçmenlerin sağlık hizmetinden faydalanamadığı gerçeğinden yola çıkarak oluşan göçmenler için bir hastane fikri, daha sonra biraz daha büyüyüp genişleyerek herkese açık bir Dayanışma Hastanesi fikrine dönüştü. Bu kararın alınmasının ardından herkesi dayanışmaya çağırdık. Bu süreçte birçok kişi bizimle dayanışma gösterdi, birçok şehirden her anlamda destek geldi. Sadece doktorlar, hemşireler ya da eczaneler değil herkes bu dayanışmaya ortak olmak için elinden geldiğince destek gösterdi. Bu hepimiz için çok motive edici bir süreçti.
Dayanışma Hastanesi herkese açık dediniz, peki Dayanışma Hastanesi’nde tedavi olmak için herhangi bir önkoşul var mı?
Delia N.: Herhangi bir önkoşul yok fakat, Dayanışma Hastanesi’nin bazı prensipleri var. Irkçı, faşist ideolojilere ve azınlıklara uygulanan ayrımcılığa karşı, dayanışma ve eşitlik prensiplerini sahipleniyoruz. Çünkü herkesin sağlık hakkı olduğunu savunuyoruz. Bu yüzden muayene olmak için randevu almak yetiyor.
İşsizliğin arttığı ve her geçen gün daha fazla insanın sağlık sigortasından faydalanamadığını biliyoruz. Bu durumda Dayanışma Hastanesine olan talep oldukça yoğun olmalı. Hastanenin işleyişini nasıl programlıyorsunuz?
D: Evet aslında oldukça yoğun çalışıyoruz, talep gerçekten de yüksek. Bu yüzden randevu sistemi işleri sıraya sokması açısından oldukça kolaylaştırıcı oluyor. Bunun dışında biz de bir mesai sistemi uyguluyoruz. Sabah 10-14, öğleden sonra ise 17-22 arasında çalışan iki vardiyalı bir sistemle çalışıyoruz. Hastanede her ay hep birlikte yapılan düzenli toplantıların dışında, her grubun kendi arasında aldığı toplantılarla vardiyaları ve nöbetleri belirliyoruz. Mesela sekreterler olarak biz ayda iki toplantı yapıyoruz ve günde iki vardiya olarak çalışıyoruz. Böylece kişiler kendi yoğunluklarına göre en uygun inisiyatif çizelgesini çıkarıyorlar.
Diğer taraftan siz de hiçbir tedavi ve ilaçtan para almıyorsunuz. Peki, Dayanışma Hastanesini nasıl döndürüyorsunuz?
N: Bu noktada bireylerin bizimle gösterdikleri dayanışmayı esas alıyoruz. Dayanışma Hastanesi açıldığından bu yana birçok insan hem parasal anlamda hem de ilaç göndererek bizimle dayanışma gösterdi ve göstermeye devam ediyor. Hastanenin doktorlarının yanısıra bizimle dayanışma gösteren başka hastanelerden 200 kadar gönüllü arkadaşımız var. Bu şekilde hastanenin hizmet veremediği kliniklere de bedava sevk sağlayabiliyoruz. Bu şekilde örneğin doğum kliniğimiz henüz olmadığı halde, hamileleri hastaneye sevk ediyoruz.
D: Bireysel dayanışmanın yanı sıra biz de zaman zaman bazı etkinlikler düzenleyerek bütçe oluşturuyoruz. Örneğin geçtiğimiz Kasım ayında dayanışma merkezinin ilk yılında, üç gün süren bir dayanışma takvimi organize ettik. Bir sergi düzenledik ve bir dayanışma konseri yaptık, bu şekilde biraz para topladık. Yani hastanenin ekonomik iskeletini dayanışma oluşturuyor.
Peki, Dayanışma Hastanesi’nin bir hayır işi olmadığını nasıl anlatıyorsunuz?
N: Gelen insanlara anlatıyoruz, herkesle konuşmaya çalışıyoruz. Ve genellikle olumlu tepkiler alıyoruz. İnsanlar genellikle bunun bir parçası olduklarını anlıyorlar ve dayanışma göstermek istiyorlar. Örneğin benim bir hastam gelip hastanenin temizliğini yapıyor. Bunun dışında düzenli olarak hastanelerin önünde eylemler yapıyoruz. Bu eylemlerle hem doktorları, hemşireleri bu dayanışmaya dahil etmek için hem de Dayanışma Hastanesine gelen insanlara derdimizi bir nebze daha anlatabilmek için önemsiyoruz. Bu yüzden iletişime geçtiğimiz herkesi bu eylemlere çağırıyoruz.
Bunların dışında belediyenin ya da polisin tepkisi nasıl Dayanışma Hastanesi’ne?
D: Aslında şimdiye kadar hiç olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadık. Hatta altı ay önce belediye başkanı bize para vermek istedi. Ama biz kabul etmedik ve bunu yazılı olarak deklare ettik. Bu bağışı kabul etmedik çünkü belediye birçok alanda göçmenlerin işlerini zorlaştırıyor, onlara karşı ayrımcı bir politika uyguluyor. Biz belediyenin bu politikalarına karşı mücadele ediyorken, aynı kurumdan para almayı kabul etmiyoruz. Aynı şekilde polis de bize ilaç vermek istedi ve biz bunu da kabul etmedik. Çünkü polis de hem göçmenlerin, hem yoldaşlarımızın hem de toplumsal amaçlarımızın tam da karşısında duruyor. Dolayısıyla onları da onların yardımlarını da istemiyoruz; çünkü onlar olmadan işimiz çok daha kolay!
Yeri gelmişken genel olarak nasıl bir toplumsal amaçtan bahsedebiliriz? Dayanışma Hastanesinin örnek aldığı deneyimler var mı?
D: Zapatist kliniklerini örnek olarak verebiliriz. Aslında biz de dayanışmayı yükselten bir fikri benimsiyoruz. Ulusal sağlık sisteminden dışlanmış, sigortasız ve güvencesiz kimselerin sağlık hizmetlerimizden karşılıksız bir şekilde faydalanmasını istiyoruz. Bunu yaparken de kolektif bir dayanışma ilkesini işletiyoruz. Çünkü insan sağlığının, üzerinden kar edilen bir alan olmasını reddediyoruz. Bunun için de herkese açık bir dayanışma ile özyönetimi esas alan bir sağlık sistemini işletiyoruz. Böylece insanların devlete ihtiyacı olmadığını açık bir şekilde gösterebiliyoruz. Aslında bu bütünlüklü bir tahayyülün sadece bir parçası. Ve bu parçasında bize düşen sağlığın ücretsiz olması, halk sağlığının adım adım örgütlenmesi oluyor.
Son olarak bu sayıda değindiğimiz diş sağlığı ve beslenme ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Bir dişçi ve antikapitalist olarak diş problemlerinin kapitalist beslenme alışkanlıkları ile nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsun?
N: Bu konuda bildiklerimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim. Kapitalist beslenme kültürüne özellikle fastfood kültürüne baktığımızda yediklerimiz fazlasıyla yumuşak. Oysa diş sağlığı için yumuşak değil sert yiyecekler her zaman daha iyi. Bununla birlikte tabi endüstriyel gıdaların, et, süt, yoğurt gibi üretimi endüstriyelleşen ürünlerin besleyici değerini kaybetmesi bir yana zararlı hale gelmesinin de etkisi vardır. Fakat beslenme alışkanlıklarının dışında kapitalist sistemde sağlığın satılıyor olması da çok büyük bir etken. Yani iki taraflı bir kapitalist etki söz konusu. Hem hasta ediyor hem de tedavi etmiyorlar. Mesela diş sağlığı Danimarka, İsveç gibi Avrupa ülkeleri dışında sağlık güvencesi kapsamına alınmıyor. Bu yüzden çoğu kez görmezden geliniyor. Diş sağlığının ücretli olmasından dolayı sürekli ihmal ediliyor olması da ağız sağlığının bozulmasında oldukça etkili.
Paylaşımlarınız için teşekkür ederiz.
The post Anarşistlerden Dayanışma Hastanesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bütün Kadınlar Sokağa! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Erkek egemenliğinde görmezden gelinen, iktidarlarca baskılanan, kapitalist sistem tarafından sömürülen kadınlar, her yıl olduğu gibi bu yıl da 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde sokaklarda olacaklar.
Erkek egemenliğinde görmezden gelinen, iktidarlarca baskılanan, kapitalist sistem tarafından sömürülen kadınlar, her yıl olduğu gibi bu yıl da 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde sokaklarda olacaklar.
Kadınlar gerçekleştirecekleri bir çok eylemle erkek egemenliğine, kapitalizme, devlete, kadın cinayetlerine, şiddete karşı isyanlarını sokaklara taşıyacaklar. Kadınların 8 Mart eylem programı ise şu şekilde;
10 Mart’ta Bütün Kadınlar Alanlara!
İçinde birçok bileşenin bulunduğu 8 Mart Kadın Platformu “Savaşa, Cinsiyetçi Politikalara, Yoksulluğa, Kadın Katliamına, Emeğimizin Sömürüsüne Karşı Direnerek Örgütleniyoruz” şiarıyla 10 Mart Pazar günü, Kadıköy’de bir miting gerçekleştirecek. Kadınlar hep birlikte bir kez daha; 8 Mart’ın resmi tatil ilan edilmesi, kadınlar üzerindeki baskıyı iki katına çıkaran, tacizi, tecavüzü ve beden politikalarını meşrulaştıran savaşın son bulması ve gerçek bir barışın sağlanması için meydanlardan haykıracaklar. 8 Mart Kadın Platformu, emeğini, bedenini, kimliğini yok sayanlara karşı “Artık Yeter!” diyerek bütün kadınları sokaklara çağırıyor.
Kadınlar 8 Mart Günü İş Bırakacaklar
TMMOB, TTB, DİSK ve KESK’li kadınlar, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün ücretli resmi tatil günü ilan edilmesi ve cinsiyet ayrımcılığına tepki göstermek için 1-8 Mart tarihleri arasında bir eylem planı hazırladılar.
İş hayatında erkek egemenliğine tepki göstermek amacıyla 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde iş bırakacaklarını, alanlarda eylem düzenleyeceklerini söyleyen kadınlar, işsizliğe, yoksulluğa, sömürüye, cinsiyet ayrımcılığına, güvencesiz çalışmaya, kadını eve hapseden politikalara ve şiddete karşı mücadeleyi arttırmayı amaçladıklarını belirttiler. Kadınlar 3 Mart günü tutuklu olan kadın arkadaşlarının yanında Bakırköy Cezaevi’nde, 8 Mart günü ise iş bırakarak Şişli Cami önünden AKP Şişli binası önüne yürüyüş yapacaklar.
Anarşist Kadınlar Bütün Kadınları Sokaklara Çağırıyor
Anarşist Kadınlar 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla “Saraylarınız Yıkıldığında Kadınlar Özgürleşecek” sloganıyla yola çıkarak üç faklı yerde eylem düzenliyor.
Bu eylemler öncesinde kadınlar “Biz kadınlar tüketim saraylarınızda deliriyor, patronların saraylarında sömürülüyor, adalet saraylarınızdan tabutla çıkıyoruz. Sevginiz, gösterişiniz, verdiğiniz üç kuruş para ölüm oluyor. Öyle ki bu erkek dünyanızda yaşamak bazen ölmekten bile beter. Kaçacak delik, saklanacak in, sığınacak yer yok. Nereye gidersek gidelim karşımızda hep baskınız, hep şiddetiniz.” diyerek yazılı bir çağrıda bulundular.
Eylemlerin ilk durağı “Tüketim saraylarınız yıkılacak” denilerek 2 Mart’ta Şişli Cevahir Alışveriş Merkezi önü, ikincisi ise “Adalet saraylarınız yıkılacak” denilerek 5 Mart günü Çağlayan Adliyesi C Kapısı olacak. Eylemlerin son durağı ise “Patronların sarayları yıkılacak” söylemiyle 8 Mart günü Tuzla’da direnen ISMACO işçisi kadınların direniş çadırı.
Anarşist Kadınlar “Kapınıza dayanıyoruz” şiarıyla gerçekleştirecekleri tüm bu eylemlere, “Mart ayında dayanıyoruz kapılarınıza; saraylarınızın önüne geliyoruz öfkemizi haykırmaya. Haydi, kadınlar, el verin dayanalım kapılarına!” diyerek bütün kadınları çağırıyorlar.
Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla feminist kadınlar, parti, dernek, demokratik kitle örgütlerinden kadınlar ve ayrıca birçok bağımsız kadın, 10 Mart Pazar günü Kadıköy’de yapılacak olan kadın mitinginde buluşacaklar.
The post Bütün Kadınlar Sokağa! appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>