The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Korkunun teorisyeni olarak bilinen Thomas Hobbes, ölüm korkusunun belirleyici olduğu kaotik halden kurtulmanın yolu olarak, bireyin tüm özgürlüklerini devredeceği çok güçlü bir egemen, bir Leviathan yaratmayı öneriyor; bireyin özgürlüğünden vazgeçip, bu Leviathan’ın kucağında derin bir uykuya dalmasını diliyordu. Hobbes’un 17. yüzyılda, Leviathan ile tasvir ettiği bu korku politikası, o günden bugüne otoriter rejimlerin en belirgin özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Askeri darbelerin, sıkıyönetimlerin, OHAL’lerin bahanesi, iktidarlar tarafından her zaman kurtuluş ya da demokrasi olarak dillendirildi; ölüm, savaş, kriz gibi senaryoların zemini bu şekilde meşrulaştırıldı. Siyasal iktidarların uyguladığı baskı ve zulüm politikaları, topluma dayatılan korku üzerine inşa edildi.
Yaşadığımız coğrafyada, son bir yıldan bu yana onlarca bombalı saldırı yaşandı; bu saldırılarda yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı. Hemen her saldırıdan sonra ana haber bültenlerinde aynı haberler yayınlandı: “Bomba korkusuyla sokaklar boşaldı”, “İstanbul’un trafik yoğunluğu, bomba korkusuyla en düşük seviyede”, “Halk canlı bomba korkusuyla eve kapandı”…
Peki, bir türlü bitmek bilmeyen bu saldırıların ardından yaşanan ve toplumsal her alanda giderek örgütlenen sadece korku mu oldu yoksa korku, kendisinin var olmasını tetikleyen hiçbir etmen olmadan da, artık gündelik yaşamlarımıza tezahür etmeye ve sürekli hale gelerek bir paranoyaya dönüşmeye mi başladı?
İktidar Aracı Olarak Korku ve Korku Politikası
Birey sosyal bir varlık olarak toplum içerisinde var olduğu andan itibaren, korku hissini çeşitli şekillerde deneyimler. Bu deneyimin en yoğunlaşmış hali ise, bireyin yaşantısını şekillendirip tahakküm altına almaya çalışan iktidarlar için kaçınılmaz bir araç olarak kullanılan korkuyla ortaya çıkar.
Siyasal iktidarlar, “ne pahasına olursa olsun toplumsal birliği sağlamak” amacıyla korkuyu sıkça kullanır. Böylelikle, en büyük meşruiyet kaynağı ve aynı zamanda aracı olan korkuları üretir; kendi egemenliği için korkuyu toplumsal alanların tümünde sürekli kılar.
İktidarın çeşitli araçları kullanarak ürettiği “toplumsal korku” ne kadar güçlü olursa, siyasal iktidara ve devlete bağlılık da o kadar güçlü; korku unsuru ilan edilen “öteki ve düşman” unsurlara karşı tepki ve cezalandırma yöntemleri de o denli şiddetli olur. Siyasal iktidarlar, bireylerin iradelerini iktidara teslim ederek korkuları yok edebilecekleri gerçeğini dayatır. Bu yok etmenin ise “öteki”den korkmamak için ötekiyi korkutarak korkudan izole olmakla ve korku kaynağı olan “öteki”yi yok etmekle; kurulu düzene boyun eğmekle; hakim beklentilere uygun davranıp, bu beklentileri yaşama yansıtmakla mümkün olduğunu iddia eder.
İktidarlar, yürüttükleri korku politikalarıyla, bireylerin kendilerini yaklaşmakta olan bir felaketin “potansiyel kurbanı” olarak görmelerini sağlayacak bir politik atmosfer yaratmayı hedefler. Bunu, akla değil, insan varoluşunun en zayıf noktalarından birine, korku hissine hitap ederek yaparlar. Kendi egemenliğini sürekli kılabilmek için, topluma yönelik korku politikasını da sürekli kılan iktidarlar, korkuyu üretip yaygınlaştırdıkça, egemenliğini daha da artırır.
İktidarın bireye ve topluma yönelik ürettiği korku, güçlü olan ve mağdur olan ilişkisini de beraberinde getirir. Bu ilişki, iktidar karşısındaki bireyi giderek daha sinik, daha mağdur ve korkularına daha mahkum birine dönüştürür. Birey, sürekli olarak hissettiği korkunun yarattığı paranoya ile kendi dışında bir iktidar tarafından yönetilmeye tamamen açık bir hale gelir, itaatkarlaşır.
Korkunun Örgütlenmesi Toplumsal Paranoya
Korkunun bir dehşet duygusuna dönüşmesi sonucu açığa çıkan panikle başlayan paranoya bireyin yalnızca kendisini ilgilendirirken; topluma yansımasıyla açığa çıkan “toplumsal paranoya” ise toplumun bütününü etkiler.
Nereden, kimden geleceği ya da nasıl olacağı belli olmayan saldırı ihtimali, güvensizlik, gündelik yaşamın rutininin bozulması, giderek toplumda etkisizleşen birey olma hali, statüsünü, işini, konforunu kaybetme korkusu panikletir. İktidarsa bu panik hallerinden faydalanarak kendi çıkarları doğrultusunda toplumu etkileyecek senaryolar üretir. Birey, bu senaryoların kıskacında kontrolünü giderek yitirir.
Yaşadığımız coğrafyada katliamlarla ve bombalı saldırılarla bu panik hali bugün giderek toplumsallaşmakta; toplumsal paranoya gündelik yaşamın rutinine hakim olmaktadır.Bu toplumsal paranoyanın, yaşamlarımızın nasıl bir parçası haline geldiğini anlamak için, birkaç örneğe göz atalım.
Temmuz 2015’te, İstanbul’da bir belediye otobüsünde yolculuk yapan ve sıcaktan terleyen Pakistanlılar canlı bomba zannedilmiş, polis tarafından gözaltına alınmıştı. Aynı yıl, 10 Ekim Ankara Katliamından iki gün sonra, Ankara metrosunda bir kadın “arkadaş canlı bomba” diye bağırarak bir yolcuyu işaret etmiş; yolcu kendisinin canlı bomba olmadığını ispat etmek için ceketinin önünü açsa da, metro içerisindeki arbede engellenememişti.
Geçtiğimiz 10 Aralık’ta Beşiktaş’ta yaşanan patlamadan hemen sonra, Trabzon’da belediye otobüsünde yolculuk yapan tansiyon hastası kadın, kullandığı holter cihazının kabloları sebebiyle canlı bomba zannedildi. Bursa’daysa röntgen çekilen M.O’nun kemer tokasındaki el bombası ve tabanca deseni röntgene yansıyınca, hastaneye polis çağrıldı; canlı bomba sanılan M.O gözaltına alındı.
Ankara’da Rus Büyükelçisi Andrey Karlov’a düzenlenen suikastın ardından, suikastı kimin-nasıl gerçekleştirdiği soruları henüz yanıt bulamamışken; Rusya’nın Türkiye’ye uygulayabileceği yaptırımların senaryosu ve olası bir ekonomik krizin ya da savaşın etkilerinin nasıl olacağının düşünülmesi bile, yalnızca ihtimalleri düşünen toplumda açığa çıkan korkunun ve paniğin bir örneği oldu.
Bu zaman dilimi içerisinde, siyasi ve ekonomik açıdan konuşulmaya başlanan komplo teorileri, bombaların gölgesinde büyüyen toplumsal paranoya halini daha da arttırdı. “Dolar yükseliyor”, “zamlar geliyor”, “ekonomik kriz kapıda” haberleri medyada sıkça dillendirilmeye başladıkça; toplumsal paranoyanın bu kez de ekonomik yansımalarını hissetmeye başladık.
Toplumsal Paranoyadan Beslenen İktidar
Spinoza, “İktidarın kitlelerin kederine ihtiyacı vardır” der. Yaşadığımız coğrafyada korku, özellikle içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde, tıpkı kitlelerin kederi gibi, politikayla çok yakından ilişkili karşımıza çıkıyor. Savaş, bomba, ekonomik kriz, yoksulluk gündelik yaşama tutunmaya çalışan bizler için hayat, kalabalıklardan uzak güvende olduğu sanılan yerler aramakla geçiyor. Dolayısıyla, sosyal ve ekonomik krizlerin karşısında, yaşamımızı koruyabilmenin peşine düşüp, ne hapsedildiğimiz bu kriz hallerini ne de sıkıştırıldığımız “gerçeklik”leri sorgulayabiliyoruz. Büyük paranoyanın içinde; işe, okula ya da eve giderken bir bombanın hedefinde olmamanın kaygısına düşüp; toplumsal paranoyanın asıl kaynaklarından çok uzakta bir yerde, anlık korkuların esiri oluyoruz.
Sosyal alanlardaki “güven” unsuru kaybedildikçe; bunun yerini çatışma, gerginlik, düşmanlık kültürü ve toplumsallaşan paranoyalar alır. Bu durumda ise sürekli bir şeylerin tehdidi altında hissetmek ve gündelik yaşamın rutin döngülerini bile birer tehlike kaynağı olarak görmek söz konusu olur. Paranoyaya hapsolmuş bir toplumda, standart ve ortalama zihinsel kalıpların ötesinde; temeli korku, şüphecilik ve güvensizlik olan bir düşünce ve pratik sistemi işlemeye başlar.
Yaşamlarımızın savaş, bomba-ölüm ya da kriz kıskacında sıkışıp kalmasının; fiziksel ve psikolojik bütünlüğümüzün günden güne yıpranmasının ya da yok olmasının ve içinde bulunduğumuz sosyal-ekonomik koşulların bizi giderek tüketmesinin ana etmenlerinden biri de işte budur; toplumsal tüm alanlarda giderek örgütlenen bu paranoyak hal.
Merve Arkun
The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Polymath’ları” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
“Haydi Türkiye bu 100 yılda gelen bir şans, kullan bu şansını ve kır iç-dış siyasal-ekonomik-finansal vesayeti! Yaşasın tam bağımsız cihanşümul büyük Türkiye!” -Yiğit Bulut-
Bir insan isterse her şeyi yapabilir, her alanda yetkinleşebilir diyor Leon Battista Alberti. Alberti, İtalyan Rönesansı’nın önemli isimlerinden birisi. Yazar, şair, sanatçı, mimar, dilbilimci ve filozof… On parmağında on marifet. Alberti’nin olduğu gibi farklı alanlarda yetkinleşmiş bu çok yönlü insanları nitelemek için kullanılan bir kelime var; polymath. Birebirinden farklı birçok disiplinde çok bilgili ve yetkin olan kişi anlamına gelen sözcük 17. yüzyılda kullanılmaya başlıyor. Rönesansın ve Aydınlanmanın “ideal insanı”nı tanımlamak için kullanılan sözcük, bu dönemde bilim ve sanat alanında ön plana çıkan büyük düşünürlerden bahsedilirken sıkça kullanılır. Biz de polymath’ı karşılamak için kullanılan bir kavram var: Hezarfen. Hezar Farsça‘da bin, fen de Arapça ‘da bilim anlamına geliyor. Yani binbilimle uğraşan kişi…
Mevcut siyasi iktidar, kendi döneminin rönesansını mı yaşıyor olduğunu zannettiğinden ya da başka bir sebepten mi bilinmez ancak; polymath’larını bir bir sahaya sürüyor. Örneğin Rasim Ozan Kütahyalı… Kütahyalı’nın yetkin olmadığı konu yok. Siyasetten futbola her konuya ilişkin fikri ve bu geniş alanda hareket edebilen uzun elleri var.
Kütahyalı’nın ekonomist versiyonu olan Yiğit Bulut, farklı alanlardaki yetkinliğinin karşılığını Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanı olarak almış görünüyor. Ekonomi haberleri sunuculuğundan başdanışmanlığa giden yolda, farklı alanlarda yetkinliğini iyi kullanmış!
Tarihten yakın/uzak dönem siyasetine, ekonomiden uluslararası ilişkilere, kamu yönetiminden din bilimlerine varıncaya geniş yelpazesine sığdırdığı sonsuz bilgisiyle siyasi iktidarın ekonomik-politik perspektifini yaratıyor.
Turbo Kapitalizm
Ana akım medyanın neredeyse hepsi iktidar tarafından yönlendirildiğinden artık gündem sözcüğü anlamsız. Hele bir de Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanıysanız, söylediklerinizin, yazdıklarınızın gündem olmama ihtimali var mı?
Bunun bilinciyle olsa gerek, Yiğit Bulut devletin attığı her adımı anlamlandırmaya, haklılaştırmaya ve mantık yüklemeye çalışıyor. Doktrin üstüne doktrin, tez üstüne tez… Danışmanlık yaptığı zat-ı muhteremle aynı retoriği tutturmaya özen gösteriyor.
Bulut’un bir ay içerisinde üstünde durduğu en önemli mesele, TC’nin batı politikası… Mevcut iktidarın (tabi burada artık iktidardan anarşistlerin kastını neden ısrarla sadece hükümetle ilgili olmadığını, Tayyip Erdoğan’ın hükümet üstü konumundan daha iyi anlayabiliriz) yakın dönem hamlelerini okuyabilmek adına ne yazık ki Bulut’un yazdıkları az da olsa önem taşıyor.
Tabi bunu yapabilmek için Yiğit Bulut retoriğine biraz bulaşmış olmak gerekiyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dış politikada yönünü şaşıran TC’nin, dışarıdaki yerleşik yapının içeride türetmeye başladığı burjuva sınıfına ve onların uzantısı olan siyasetçilere teslim olduğu bir TC tarihi teziyle yola çıkıyor Yiğit Bulut. Erdoğan’ın ağzından düşürmediği faiz lobisi ve dış güçler gibi kavramlara bir tarihsellik de atfetmiş oluyor. Ve tabi şu an küresel kapitalizmin parçası haline gelmiş olan sermayedarlar da bu tarihsellikten nasibini alıyor.
Dış odakların tezgahları, bu tezgahın parçası olan türeme taşeronlar, sanal kamuoyu… Bu yeni terimlerin hepsi, Bulut’un Turbo Kapitalizm diyerek, kapitalizmin son aşaması tartışmalarına son noktayı koyduğu yerli yapım olan kavramlaştırmasının alt başlıkları…
Ancak şunu hemen belirtiyor. Burada eleştirilen ve yoğunluklu olarak batıyla ilişkilendirilen kavramın, ABD ile herhangi bir ilişkisi yok. Bu turbo durumun nedeni Avrupa, özelinde Almanya ve İngiltere… Osmanlı’dan kalan bir dava…
İngiliz Emperyalizmine Karşı Başkan Obama
ABD ile nasıl ilgili olsun? Bulut’a göre Obama’nın başkanlığı İngiliz Emperyalizmi’ne karşı ABD’de ezilen halkların en büyük cevabı… Dolayısıyla batıda TC’ye bir müttefik aramak gerekiyorsa bu ABD’den başka bir devlet olamaz.
Yeni Dünya Düzeni (bu polymath’ların en çok sevdiği kavramlardan biri) içerisinde Avrupa’ya artık yer yok. Yeni dengede ABD ve Rusya gibi devletlerin yanı sıra TC’ye de yer var. Överek bitiremediği Tayyip Erdoğan’ın dış politikadaki başarılarıyla, bu yeri TC’nin kazandığını her yazısında vurgulayan Bulut, denge siyaseti izlemenin en doğru hamle olduğu kanaatinde.
“Türkiye batıdan doğuya doğru kayıyor diyenlerin anlayamadıkları şey, batı diye neyi işaret ettiğimiz” diyen Bulut, 200 yıldır yaşadığımız topraklara en büyük kötülükleri yapan İngiltere ve Almanya’ya yönelik tarihsel kini her fırsatta kusuyor.
AB sınırı aştı, sınırlarını öğrenecek! Yesinler sizi insanlık örneği Avrupa! Çanakkale Geçilmez Doktrini… Bulut’un son ayda yazdığı yazıların başlıklarından birkaçı… Bu söylemsel sertlik bir yerden tanıdık geliyor ama kim kime danışmanlık yapıyor çok anlaşılmıyor.
Tam Bağımsız Türkiye
Erdoğan’ın iktidarı eline geçirmesiyle başlayan süreci, TC’nin bağımsızlaşma süreci olarak gören Bulut, tam bağımsızlık şartının başkanlık sistemi ve yeni anayasa merkezli bir devlet olduğunu vurguluyor. Anlaşılan Başkanın Başdanışmanı olmanın hazırlıklarını yapıyor Bulut.
Sınırsız hayal dünyası, kadim öfkesi, dünya ekonomisine yönelik içgüdüleri, sayısız komplo teorileri… Bulut, devlet zihniyetinin sözcüsünden başka bir şey değil. Yeni kavramlar, yeni anlamlar türetmeyi iyi öğrenen siyasi iktidar, sözcüleri vasıtasıyla düşman yaratma politikası üzerinden kendini var etmeye devam ediyor. Yegane meşruluğunu dayandırdığı şey olağanüstü durumlara müdahil olabilme kapasitesi olan devlet, sürekli bir düşman (ekonomide faiz lobisi, dış odaklar, yabancı sermaye ile ilişkili yerel sermayedarlar; dış politikada Almanya, İngiltere gibi devletler; iç politikada dıştan yönlendirmeli illegal güçler…) politikası üzerinden imitasyon durumlarının peşinde kendi iktidarlı konumunu stabil tutmaya çalışıyor. Bütün bunları yaparken de turbosunu eleştirdiği kapitalizmin özgün versiyonunu hegemonyasını sürdürdüğü coğrafyada kendi istediği şekilde işletmeye devam ediyor.
Ancak açık olan bir şey var, yaratılmaya çalışılan iç politikanın da dış politikanın da özü bir düşmana karşı savaş durumuna endekslenmiş konumda. Devletin bu politikalarında ön plana çıkan isimler, sürekli şekilde düşman yaratan, savaşa hazırlanan söylemler üretenler… Devletin bu söylemlerle kendisini kurmasına ihtiyacı var; mantıksızlığın bir mantığa ihtiyacı var.
Çünkü olur da bu mantıksızlık anlaşılırsa…
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Devletin Polymath’ları” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Örgütlü Bir Aile: Sarısülük Ailesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Onların mücadelesi özgürlük ve adalet için. Onların kavgası, katledilenlerin hesabını sormak için. Onların örgütlülüğü acıları paylaşarak azaltmak, katillere olan öfkeyi örgütlenerek büyütmek için. Onların mücadelesi Abdullah, Mehmet, Medeni, Ali İsmail, Ahmet ve Ethem için…
Canlarından bir parçayı, katil bir polisin sıktığı kurşunla kaybeden Sarısülük ailesinden Ethem Sarısülük’ün abisi Mustafa Sarısülük ile acılarını, öfkelerini ve mücadelelerini konuştuk.
Haziran ayında, coğrafyanın dört bir yanında alev alev yanıyordu sokaklar. Yıllar boyunca polis şiddetiyle, devlet terörüyle, kapitalist projelerle baskılananlar, yok sayılanlar isyan etmiş; özgürlüğe olan inançlarıyla milyonlar olmuş akıyordu sokaklara.
Devletse beklemediği bir anda karşılaştığı bu halk isyanını nasıl bastıracağının telaşına düşmüş, polisini salmıştı direnişçilerin üstüne; yıldırmak için, korkutmak için, katletmek için! Binlercemiz yaralandı, bazılarımız sakat kaldı… Polisin saldırısı, kardeşlerimizin bazılarını aldı aramızdan. Mehmet, Abdullah, Ali İsmail, Medeni, Ahmet…
Ethem de onlardan biriydi. 1 Haziran günü televizyonlara düşen görüntülerde rastladık O’na. Ethem Ankara’da, Kızılay’da direniyordu. Birçok kardeşi gibi, bizim gibi, özgürlük için çıkmıştı sokağa. Yaşamı boyunca hep karşısında olduğu adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için, özgür bir yaşamı kendi elleriyle örebilmek için dikilmişti polisin karşısına. Ama o gün devletin polisinin sıktığı kurşunla yaralandı Ethem, direnişçilerin yardımıyla hastaneye kaldırıldı. 14 gün boyunca direndiyse de özgürlük inancıyla çarpan kalbi, 14 Haziran günü sustu. Devletin katil polisi Ahmet Şahbaz’ın sıktığı kurşun, 14 Haziran günü aldı Ethem’i aramızdan.
Ölüm haberinin ardından da cenazesinde de sokaklar Ethem için doldu; Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de… Devletin polisi barikatların ardına hapsedip ailesinden, sevdiklerinden, dostlarından, yoldaşlarından uzak tutmak istese de Ethem’i, yapamadı. Ethem’in annesi seslendi onlara: “Çocuğumun önünden çekilin, bir resmini göreyim” Ve o gün, “Hepimiz Ethem’iz, öldürmekle bitmeyiz” sloganlarıyla toprağa verildi Ethem.
O’nun acısının ardından devlet susmalarını beklese de onlar susmadı; annesi, kardeşi, abisi, bütün Sarısülük ailesi… Onların acısı, kaybettikleri Ethem’lerinin ardından öfkeye döndü, katilin peşine düştü. Ne devletin baskısı korkuttu onları ne polisin tehdidi. Ethem’in annesi oğlunun ardından yas tutmadı, “Kavgasının arkasındayım, korkmuyorum” dedi, “Bin can daha veririm”diye meydan okudu katillere.
Çocukları katledilen diğer ailelerle bir oldular, birlik oldular, acılarını hep birlikte göğüslediler. Ali İsmail’in cenazesinde de, Mehmet’in cenazesinde de, barış istediği için katledilen Medeni’nin ailesinin yanında da onlar vardı. Çünkü biliyorlardı yüreklerini yakan acının aynı olduğunu, öfkenin aynı katillere olduğunu. Kardeşi İkrar “Ödediğimiz bedeller, kaybettiğimiz canlar bizi daha da güçlendirir” dedi, annesi Sayfı Sarısülük “Meydanlara inin, çocuklarınızın arkasında durun“ diye seslendi annelere.
Şimdi Sarısülük ailesi, birçoğumuzun haykırdığı gibi “mücadeleye devam” ediyor. Ethemlerinin ardından daha da büyüyen öfkeleriyle dimdik duruyorlar katil polisin, devletin ve devletin adaletsizliğinin karşısında.
Meydan Gazetesi: Merhaba. Kardeşiniz Ethem, geçtiğimiz Haziran ayında polisin sıktığı kurşunla katledildi. Katilin tutuksuz yargılanması kararını veren hakim, “Meşru müdafaa var. Vicdanım rahat. Milyonların bir araya gelmesi vereceğim kararı etkilemez” dedi. Cinayet kamera kayıtlarıyla, otopsi raporuyla kanıtlansa da devlet katili aklamak, cinayeti meşrulaştırmak için elinden geleni yaptı, yapıyor. Bu süreçten kısaca bahsedebilir misiniz?
Mustafa Sarısülük: Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bu topraklar Haziran Direnişi’yle birlikte çok önemli bir tarihsel süreçten geçmekte. 12 Eylül askeri faşist darbesinden sonra başlatılan cadı avları, uzun dönem bu toplumun suskun kalmasına sebep oldu. 90’lı yılların getirdiği bahar havası, işçi sınıfının emek ve demokrasi mücadelesini tekrar yükseltmeye başlamasıyla birlikte, toplumsal muhalefet yeniden canlanmaya başladı. Bu tarihsel zamanlarda devlet tarafından gerçekleştirilen gerici ve faşist katliamlara tanık olduk. Küreselleşme ve neo-liberal politikaları ülkemizde hayata geçirmek için amade ve uşaklıkta sınır tanımayan AKP iktidarı, bu politikaları hayata geçirmeye başladı. Yaklaşık 10 yılı aşkın bir süredir devam eden bu politikaların bir sonucu olarak toplumun bir başkaldırı içine girmesi aslında son derece normal. Kardeşim Ethem Sarısülük, Gezi Parkı süreciyle başlayan bu halk isyanı sonucunda, 1 Haziran günü, demokratik eylemlerde kafasına sıkılan kurşunla katledildi.
Bilindiği üzere Ethem’in vefatından sonra egemenler ve devlet yetkilileri o bilindik ağızlarıyla tekrar saldırıya geçtiler, kendilerine bağlı medyaları Ethem’in ölümünü adeta meşru göstermek için büyük bir telaş içine girdiler. Ve bununla birlikte polisin katliamcı mantığını gizlemek için siyasal iktidar tarafından hedef saptırılmaya çalışılarak ve devam eden yargı sürecine müdahale ederek faşist zihniyetlerini ortaya koydular.
Ethem’in polis tarafından öldürülmesinin ardından medyada, kardeşinizle ilgili çokça haber yazıldı, yayımlandı. Karakol inşaatında çekilen görüntülerine “terör kampında eğitim gördü” denildi, katili aklamak için Ethem’in “arkadaşlarının attığı taş ile yaralandığı” iddia edildi. Ethem’in nasıl öldüğü, kurşunu kimin sıktığı, yani cinayetin nasıl işlendiği açıkça ortadayken, böyle bir aklama politikası karşısında sizler ne hissettiniz?
Mustafa Sarısülük: Sizin de belirttiğiniz gibi, ekmek parası için gittiği karakol inşaatını terör kampı gibi göstermeleri veya “arkadaşlarının taş atması sonrası yaralandığı”nı söyleyen bu gerici zihniyete karşı en anlamlı duruşu, halkımız evladını bağrına basarak cevap verdi. Bizlerin Ethem’in ailesi olarak halkımıza bu dayanışma ve sahip çıkma anlamında tek söyleyebileceğimiz, teşekkür etmektir.
Devlet, “meşru müdafaa var diyerek” katil polisi yasasıyla korumaya, cinayeti hukukuyla ört bas etmeye çalışırken, katilin yargılandığı davadan bir beklentiniz var mı?
Mustafa Sarısülük: Devlet organize bir şekilde katletmeye devam ediyor. Zaten bağımsız olmayan bu yargıya, siyasal iktidar tarafından gerekli emirler öncesinden verilmiştir. Esasında bu ve benzer davalardan bir beklentimiz yoktur. Ama bu mücadeleyi sonuna kadar devam ettireceğiz. Bundan asla kimsenin şüphesi olmasın.
Biz bu davayı şu noktalardan önemsiyoruz. Katil devletin teşhiri için, hukukun olmadığını ve siyasal iktidarın pisliklerini teşhir etmek için çaba sarf edeceğiz. Zaten ilahi komedyanın ilk perdesi 23 Eylül’de görülmeye başlandı. Ve kamuoyu önünde devlet ve sözde adaletin el ele vererek, katil bir polisi nasıl aklandığına tanık olduk.
Yakın zamanda sözde “katilin yargılanması” için görülen duruşma da aslında devletin adaletsizliğini bir kez daha gözler önüne serdi. Katil polis Ahmet Şahbaz’ın duruşma salonuna kılık değiştirilerek getirilmesi, mahkeme salonunun polis tarafından işgal edilmesi, polisin ve mahkeme heyetinin ailenize dönük baskısı duruşma salonunda yaşananların çok organize olduğunun göstergesiydi. Gerek duruşma öncesinde yaşanan gerginlikler, gerek duruşma salonunda katilin deşifre olmasıyla yaşanan gerginlik ve davanın kapalı görülmesine dair çıkan karar, mahkemenin “adalet” arayışından çok uzakta olduğunu gözler önüne serdi. Duruşma salonunda, kardeşinizin katili oradayken ve devletin polisiyle, savcısıyla, mahkemesiyle, yargısıyla korunurken sizler neler hissettiniz? 23 Eylül’de görülen duruşmadan kısaca bahsedebilir misiniz?
Mustafa Sarısülük: 23 Eylül’de gerçekleşemeyen mahkeme, aslında önceden bütün kurgusu yapılmış ve oynanmaya hazır bir tiyatro gösterisiydi. Salona ilk girdiğimizde 150-200 tane sivil giyimli, hepsi çocuk yaşta, polis ordusuyla karşılaştık. Mahkeme heyetinin haberinin olmadığını söylemesine rağmen, sonradan anlaşıldığı üzere polislerin Ankara Valiliği tarafından görevlendirildiğini söylediler. Hatta sanık avukatları, önceden heyetin huzurunda polislere nasıl davranmaları noktasında telkinlerde bulunmuş. O polisler oraya bilinçli şekilde getirilmişlerdi. Sanki onlara “Bakın ve izleyin, siz korkmayın. Siz yeter ki halkı ve halkın çocuklarını öldürün, işkence yapın. Bu mahkemelerde nasıl aklandığınızı kendi gözlerinizle göreceksiniz” denilmektedir. Mahkeme heyetinin mübaşiri, salonu ve davayı heyetten daha iyi göreceği kanısı daha ağır basıyor. Heyet tam anlamıyla, kendi gerici hukuklarını bile katlederek, davayla ilgili kapalılık kararı aldı. Sanığın tanınması için mahkeme salonuna normal bir şekilde getirilmesi gerekirken, katil peruk vb. şeylerle heyetten ve bizlerden gizlenmeye çalışılmıştır. Bu durum, daha önce örneği bile olmayan bir uygulamadır.
Peki kardeşinizi katleden devletin polisi, hakimi, savcısı, yargısı bu kadar organize ve planlı bir şekilde hareket ederken, sizler adaletin nasıl mümkün olabileceğini düşünüyorsunuz?
Mustafa Sarısülük: Bu dava, devletin ve gerici iktidarın geçmişten bugüne işlediği suçlardan aklanılması davasıdır. Bu dava ile bu ülkede biz ve bizim gibi insanlara adaletin olmadığı, bir kez daha ortaya çıktı. Halkımıza şunu söylemek istiyorum ki, bu ülkede adalet aramayın ve kendi adaletinizi ve hukukunuzu kendiniz yaratın. Zaten heyetin arkasında yazan “Adalet mülkün temelidir” söylemi de aslında her şeyi açıklıyor. Mülkün, mülkiyetin, egemenlerin, rantın, sermayenin ve hukukunun olduğu bir yerde, halka adalet çıkması beklenemez.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Örgütlü Bir Aile: Sarısülük Ailesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>