The post Danıştay Ayasofya Kararını Daha Sonra Açıklayacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ayasofya’nın müze olmaktan çıkarılıp camiye çevrilmesi ve ibadete açılması ile ilgili yapılan başvurunun ardından Danıştay’da görülen duruşma tamamlandı. Mahkeme, kararını 15 gün içinde yazılı olarak açıklayacağını bildirdi.
Bizans’ın Osmanlılar’ın eline geçmesinin ardından 1511 yılında camiye dönüştürülen Ayasofya, 1934 yılında T.C. Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye çevrilmişti. Müze olduktan sonra bile Ayasofya’nın bir bölümünde ibadet yapılabilirken hemen her seçim dönemi siyasetçiler tarafından Ayasofya’nın yeniden camii yapılacağı sözleri verilmekte, bu yönde görüşler açıklanmaktaydı.
The post Danıştay Ayasofya Kararını Daha Sonra Açıklayacak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post POLİTİKA? – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Politika, tarihsel süreç içerisinde toplumsal ilişkilerin ve mekanizmaların değişimiyle birlikte dönüşüme uğramış, oldukça farklı biçimlerde tanımlanmıştır.
Belirli bir yerleşim alanında nüfusları giderek artan topluluklar farklı istek, arzu ve ihtiyaçları yaratmış ve politikanın, toplumsal ihtiyaçların ortaklaşa giderilebilmesinin yolu olduğu giderek ortaya çıkmıştır.
İnsanın toplumsal yapısının işleyiş yolu olarak politikanın önemi kimi düşünür ve filozoflar tarafından dile getirilmiştir. Aristoteles’in insanı “zoon politikon/politik hayvan” olarak tariflemesi de politikanın insan toplumsallığına ilişkin olduğuna dair bir görüşün yansımasıdır.
Politika temel olarak, zihinsel ve fiziksel alanlarda çeşitlenmiş ihtiyaçların toplumsal çapta giderilmesi için kararlar alma, kararların uygulanmasını sağlama çabası olarak tanımlanabilir.
Toplumsal yaşam biçimlerinin hemen hepsi için geçerli olabilecek bu işleyiş, iktidarlı yapılar ile birlikte yozlaşmış ve dönüşüme uğramıştır. Toplumsal yapıyı ve onun ürettiği avantajları kontrol altına almaya çalışan iktidarlar, baskı ve manipülasyon yoluyla politika yapma biçimini değiştirmiştir. Bu biçim bir kişi, grup ya da sınıfın/zümrenin hakimiyetine geçmiştir. Politika toplumsal bir uğraş olmaktan çıkıp ya tamamen iktidarların hakimiyetinde kalarak sadece “yönetim” olarak anlaşılmış ya da iktidarların izin verdiği ölçüde, sınırlarını iktidarın çizdiği bir çerçeve içerisine hapsedilmiştir.
Siyaset Yapmak
Toplumsal bir sorumluluk içerisinde tek tek bireylerin düşlediklerini eyleyebilmeleri olarak tanımlayabileceğimiz özgürlük halinin yolu toplumsal yaşamı sürdürmekten ve dolayısıyla politika yapmaktan geçerken iktidar ve mülkiyet ilişkileriyle sarılı otoriter mekanizmaların varlığı ile birlikte yeni politika yapma yolu köleliğe neden olmuştur.
Politika sözcüğü Türkçe’de “siyaset” olarak karşılık bulmaktadır. Arapça kökenli bir kelime olarak siyasetin “hayvan ve reayayı keyfi yönetme” anlamına sahip olması da yukarıda bahsedildiği gibi politikanın yozlaştırılmış biçiminin günümüzde kabul gören anlamını işaret etmektedir.
Günümüzde devlet, politika sahnesini tamamıyla kendisi doldurmaya çalışmaktadır. Politika toplumsal yaşamı tümüyle düzenleme iddiasına sahip devletli sistemin sınırlarına sıkıştırılmıştır. Günümüzde politika denildiğinde akıllara partiler, seçimler, anayasa vs. gelmesinin nedeni de iktidarlı mekanizmaların son üç yüz elli yılda politika alanını domine etmiş olması ve devletli bir işleyişin konusu dışındakileri politikanın dışına itmiş olmasıyla alakalıdır.
Politika ve Anarşizm
Bilimde, teknolojide ve ekonomide büyük gelişmelerin yaşandığı ve aynı zamanda büyük toplumsal sorunların ve dönüşümlerin yaşanmaya başlandığı modern dönemle birlikte toplumsal yaşamın kim tarafından ve hangi temellerle inşa edileceğine dair de önemli düşünce ve hareketler gelişmiştir.
Politikanın sınırlarının tekrar tartışıldığı, politika yapma hakkının tek bir kişi ya da zümrenin elinden alınmak istendiği dönemle birlikte siyasi hareketler ve ideolojiler “politik” arenaya etkide bulunmuştur.
Toplumsal dönüşümü öngören hareket ve ideolojilerin politikanın alanının genişlemesine dair talep ve mücadeleleri, politikanın tanımı ve uygulanmasına dair önemli tartışmaları ve çatışmaları yaratmıştır. Halkın, temsilcileri yoluyla politikaya dahil olmasını isteyen teori ve ideolojilerin yanında toplumsal üretimi sağlayan ve halkın büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının devleti kontrol ederek toplumsal yaşamı düzenlemesi gerektiğini düşünen teori ve ideolojiler ortaya çıkmıştır.
Politikayı devletli arenada konumlandıran, yönetsel bağlama sokan düşüncelerin karşısında ise anarşizm belirmiştir.
Toplumsal yaşamı düzenlemek politikanın konusu ise anarşizm de toplumun iktidarsız bir biçimde yeniden organize edilmesini savunduğu için politik bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Hem tek bir kişi ya da grubun uğraşı olan eski iktidarlı politika yapma biçimine hem de halkın temsilcileri yoluyla icra edilen politika yapma biçimine karşı çıkarak halkın tamamının toplumsal yaşamı düzenleyebilmesi için etkin birer özne olacağı politika yapma biçimini amaçlamıştır.
Toplumsal yaşamın radikal dönüşümünü, bir devrimi amaçlayan ve buna göre politika yapma biçiminin değişmesini isteyen anarşizmin bu güçlü iddiası ile birlikte, Birinci Enternasyonal, Paris Komünü, 1917 Rus Devrimi, 1921 Mahnovşçina deneyimi ve 1936 İberya Devrimi başta olmak üzere, dünyadaki toplumsal hareketlerde önemli etkileri bulunan bir hareket ve ideoloji olduğunu görmek mümkündür.
Anarşizm, toplumsal anlamda etkisi yüksek bir hareket ve ideoloji olarak politika yapma biçimlerinin tartışılmasında da oldukça büyük katkılarda bulunmuştur. Liberal politika yapma biçiminde deneyimlenen, temsili demokrasinin çıkmaza girmesi durumu ve işçi sınıfını otoriter araçlardan ayrı düşünemedikleri için politikanın tek partinin çıkar ve söylemlerine terk edildiği örnekleri yerel, bölgesel veya küresel çapta açlık, göç, savaş, sömürü gibi toplumsal adaletsizlik ve baskı pratiklerine neden olmuştur.
Tüm bu toplumsal sorunların çözümü olarak da liberal veya marksist teori ve hareketler özgürlükçü düşüncelerden beslenmeyi tercih etmektedir. Devletli toplumsal yaşama itirazı, birey ve toplum analizleri gelişmiş olan anarşist teori ve pratikten yeni politika yapma araçları ödünç alınmaya çalışılmıştır. Özörgütlenme, özyönetim gibi kavramlar bu yöntem ve araçlardan sadece birkaçıdır.
Günümüzde liberal ve marksist teorilerin etkilendiği bu kavramların kökenleri pek tabi ki klasik anarşist döneme kadar gitmektedir. Ayrıca bugün bu kavramların kökenlerini ve bir ideoloji olarak anarşizmin politikadan ne anladığını klasik anarşist düşünürlerin politikaya bakış açısına bakarsak anlayabiliriz.
Bakunin ve Anarşist Politika
Klasik, devrimci anarşizmin politika ile ilişkisini kurabilmek için yüzümüzü dönmemiz gereken kişilerden biri Bakunin’dir. Bakunin’in devrimci mücadele, anarşizm ve politika konusundaki düşüncelerini en net anlayabileceğimiz metinler ise I. Enternasyonal’e dair yazdıklarında ortaya çıkmaktadır.
Bakunin, dönemindeki politika yapma biçimini analiz etmiş ve politikayı “bugüne kadar, gerçek bir halk politikası olmadı. Bugüne kadar var olan biricik politika, sonu gelmez üstünlük mücadelesinde birbirlerini devirip birbirlerinin yerine geçmek için işçilerin fiziksel yiğitliğini kullanan ayrıcalıklı sınıfların politikası oldu.” sözleriyle eleştirmiştir.
Fransız Devrimi’nde olduğu gibi bir önceki döneme göre politikanın çerçevesinde büyük değişikliklerin meydana geldiği zamanları da yetersiz ve eksik bulmuştur: “Fransız Devrimi bile halkın konumunu esaslı bir şekilde değiştirmedi. Yalnızca yerine burjuvaziyi geçirmek üzere, soylular sınıfını ortadan kaldırdı”.
Bakunin’in, bu anlayışla birlikte, I. Enternasyonal esnasında yürütülen “Enternasyonal’deki işçilerin politik mücadele verip vermemesi” tartışmasında politika karşıtlığı yapmasını iyi anlamak gerekmektedir: “Kurtuluş söz konusu olduğunda, her türlü politika, gerici unsurlar tarafından belirlendiği için, Enternasyonal’in öncelikle kendisini bir bütün olarak politikadan arındırması ve ardından da burjuva toplumsal düzenin yıkıntıları üzerinde Enternasyonal’in yeni politikasını oluşturması gerekiyordu”.
Enternasyonal örgütlenme Bakunin’e göre sadece ekonomik nitelikte de değildir. Bu kurtuluş aynı zamanda toplumsal, felsefi ve ahlakidir. Ayrıca tüm devletleri ve sınırlarını ortadan kaldırma anlamında da negatif bir politiklik taşımaktadır. Mevcut politik düzeni yıkmak oldukça politik bir niteliktir.
Malatesta ve Politik Mücadele
Anarşist mücadele içerisinde pek çok teorik ve pratik tartışmada yer almış, anarşizmi örgütlemeye çalışmış ve politik örgütlenmelerin içerisinde bulunmuş biri olan Errico Malatesta’nın politika hakkındaki düşüncelerine bakmak da politika yapmanın anarşizm içerisinde nasıl anlaşıldığını görmek açısından önemlidir.
Malatesta politik mücadele sözüyle, devlete karşı mücadeleyi kastetmektedir ve ona göre devlet, yasaları yoluyla politika yapma meşruluğunu kendi elinde tutan bir yapıdır. Herkesi ilgilendiren tüm konularda, herkesin onayı alınmalıdır; bu nedenle Malatesta insanları yeni bir politika tarzına çağırmaktadır.
“Politik özgürlük sağlanmadan ekonomik özgürlüğe, ekonomik özgürlük sağlanmadan da politik özgürlüğe ulaşılamaz” derken de politik özgürlükten kastı -toplumun kendi yaşamını organize edebilmesi için- devletin politik arenadan silinmesidir.
Politika alanını kendi çıkarları doğrultusunda domine eden devletin karşısında halkın yaşamsal acil ihtiyaçlarının karşılanması doğrultusunda verilen hak mücadelelerini de “mücadele ederken de bir şeyler öğrenileceğine ve biraz olsun özgür olmak için başlanan mücadelenin, özgürlüğün tadına varıldığında tamamen özgür olmak için verilen bir mücadeleye dönüşeceğine inanıyoruz.” ifadesiyle politik mücadele kapsamında değerlendirmiştir.
Politik Mücadele ve Devrimci Anarşizm
Bugün her türlü bireysel ve toplumsal özgürlüğün karşısında, toplumsal yaşamın tamamını kontrol etmeye çalışan iktidar mekanizmaları tarafından icra edilen “politika” tarzı, devrimci anarşizmde kullanılacak bir yöntem değildir. Aksine devrimci anarşistlerin, toplumların bütünlüklü özgürlüğü için devletlerin politikasına karşı kendi yaşam alanlarını kurup büyütme ve nihai olarak tüm iktidar mekanizmalarını yok etme mücadelesi kendi politikalarının özünü oluşturmaktadır.
İlyas Seyrek
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 52. sayısında yayınlanmıştır.
The post POLİTİKA? – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Seçimlerin Maskotu “Çocuklar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Partilerin çocuklarla ilgili seçim sonrasına dair yaklaşımları böyleyken seçim öncesi propagandalarında, kendilerinden beklenen siyasi pragmatizmleri doğrultusunda çocuklara ve onlarda cisimleşen “saflık, iyilik” temalarına yer vermelerinde hiçbir sakınca yok. Çocukların, sembolik olarak, devletin karar alıcılarının koltuklarına birkaç saatliğine oturtulduğu 23 Nisan günlerinin dışında “hatırlandığı” nadir dönemlerden olan seçim öncelerinde, yaptıkları propagandalarında siyasetçiler, kendi siyasi meşrepleri doğrultusunda, çocuk ve onun temsil ettiği ne kadar olumluluk varsa çekinmeden kullanmaya girişiyor.
ABD eski başkanlarından George W. Bush’un 2000 seçim kampanyası öncesi kullandığı “Leave No Child Behind-Geride Hiçbir Çocuk Gariban Kalmasın” sloganı, ABD başkanlarının başka coğrafyalardaki başta çocuk ölümleri olmak üzere imza attığı katliamlar hatırlandığında “kötü bir şaka” olarak hafızalarda canlanıyor. Benzer şekilde, ellerinde Filistinli çocukların kanı olan İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun seçim reklamı filminde çocuk bakıcısı kisvesine bürünerek oy istemesi, devlet siyasetçilerinin riyakarlığına dair çarpıcı bir örnek olarak hatırlanıyor. Erdoğan da seçim kampanyalarında dünyadaki benzerlerinden elbette geri kalmadı ve geçtiğimiz yıl yapılan 24 Haziran seçimleri öncesi “Hatırla çocuk” temalı bir reklam filminde rol aldı. Erdoğan’ın okuduğu metinde geleceği kuracakları belirtilen çocuklara asker mezarlıkları eşliğinde, seçim sonrası buharlaşırcasına unutulacağı herkesçe bilinen çeşitli öğütler veriliyordu. Ancak her üç örnekte de çarpıcı olan nokta, birbirinden farklı coğrafyadaki bu üç devlet yöneticisinin “çocuk” temalı bu seçim propagandalarındaki samimiyetten uzaklığının, bu propagandaların alıcıları tarafından da biliniyor oluşu idi. Buna dair en yakın örneği, 31 Mart seçimlerini kaybeden bir muhtar adayının, daha önce yaptırdığı bir parkı söktürmesinde görmüştük.
Çocukları toplumda, kendi iradeleri ve karar alma yetileri olan bireylerden öte, seçimlerde oy getirisi olabilecek bir araçsallığa indirgeyen sandık siyasetçileri ve partilerinin yanı sıra çocuklara yönelik bu politikaları, aslında devletlerin onlara genel anlamdaki yaklaşımıyla paralellik gösteriyor. Devletlerin kapitalist “gelişmişlik” düzeyi birbirinden farklı olsa da, çocuklara saygı göstermeyen, onların fikirlerine kapalı ve çocukları amaç değil araç olarak gören politikalar tüm devletler için geçerli. Küresel bazda devletlerin savaşlarını koordine eden Birleşmiş Milletler’e bağlı UNICEF ile de bu politikalar, çeşitli yardım fonları adı altında “-mış gibi yapmak” şeklinde hayata geçiyor. Savaş, barış ya da seçim dönemleri devletlerin çocuklara dair bakış açılarında, fiziksel ve cinsel şiddet, çocuk işçiliği, göçmenleştirme gibi gerçekler göz önüne alındığında, ciddi farklılaşmalara yol açmıyor.
Emrah Tekin
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post Seçimlerin Maskotu “Çocuklar” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post AKP’ye Karşı Kaç AKP – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidarda 17 yılı geride bırakan AKP, 2017 Referandumu ve 24 Haziran 2018 seçimleri sonrası belirginleştirdiği, “ilerlemeden, pedal çevirerek ayakta kalma” politikasını sürdürüyor. 31 Mart seçimlerinde gerçekleşen ciddi oy kayıpları ve kendi içinde yaşadığı gizlenemez çatlaklar, AKP’nin esas olarak Gezi Direnişi ile açığa çıkan, sandığa yansımasını ise 7 Haziran 2015’te somutlaştıran, ancak daha uzunca bir zamana yayılması muhtemel düşüşünün belirtilerinden bazıları olarak öne çıkıyor. Erdoğan’ın “partili cumhurbaşkanlığı” sıfatını almasıyla, uzunca bir süredir bir siyasi parti olmaktan çok, tek adamın seçim ve bazı siyasi faaliyetlerini yürüten bir aparat işlevi gören AKP’de Davutoğlu ile Gül-Babacan kulvarlarında 23 Haziran seçimi sonrası yaşanma ihtimali yüksek hareketlilik, iktidar partisinde bahse konu çatlağın gizlenemezliğini ispatlıyor.
Devletin “parti” kanadında bunlar yaşanırken, 24 Haziran 2018 sonrası ortaya çıkan yeni rejim mimarisinin en tepesini oluşturan “başkanlık” makamında ise bazı “vitrin değişiklikleri” göze çarpıyor. Bu değişiklikle, AKP’nin kuruluşunda yer almış, bakanlık yapmış ve kilit görevlerde bulunmuş bazı “ağır toplar” devlet bankalarının yönetimine ve Cumhurbaşkanlığı bünyesinde yeni oluşturulan Yüksek İstişare Kurulu üyeliğine getirildi. Bu atamalara, genel olarak, “siyasi rüşvet” şeklinde yapılan peşin yorumlardaki kısmi haklılık payı saklı tutulmakla birlikte, AKP döneminde, şirketlerin yanı sıra farklı rant ve sermaye çevreleriyle geliştirdiği ilişkilerle “siyasetin kasası” haline gelen devlet bankaları Halkbank, Vakıfbank ve Ziraat Bankası’nın, inşa edilmeye çalışılan yeni rejimdeki önemli rolü gözden kaçırılmamalı. Söz konusu bankaların, 24 Haziran seçimleri sonrası başında Berat Albayrak’ın bulunduğu Hazine ve Maliye Bakanlığı’na bağlanması ve Albayrak’ın da Pelikancılarla olan malum ilişkisi yeni görevlendirmelerde, kritik zamanlarda ortaya çıkan bu “gizemli kliğin” rolünü akıllara getiriyor.
Atamalardaki diğer adres olan Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’nun (YİK) ise AKP ve Erdoğan’ın ideolojik olarak yaslandığı Necip Fazıl’ın, Başyücelik Devleti tahayyülündeki yüksek devlet organı “Başyüceler Şurası’na” benzerliği, AKP’nin aynı zamanda bir semboller ve tarihsel göndermeler partisi olduğu göz önüne alındığında dikkat çekici. Gerek bankalara, gerekse de YİK’e ataması yapılan isimler arasında bir dönem ANAP üzerinden merkez sağ ile yolları kesişmiş Abdülkadir Aksu’nun yanı sıra, Bülent Arınç, Faruk Çelik, Mehmet Ali Şahin, Cemil Çiçek gibi, AKP’de kuruluş dönemini çağrıştıran ve daha ötesi muhafazakar kimlikleri ağır basan siyasetçilerin olduğu görülüyor. Ardında Erdoğan’ın bulunduğunun su götürmez bir gerçek olduğu bu yeni görevlendirmelerin, bu yanıyla çözülme emareleri gösteren AKP tabanına yönelik “birlik ve dirlik” mesajı olduğu açık.
Diğer yandan söz konusu görevlendirmelerle atanan isimlerin zaman zaman birlikte anıldığı Davutoğlu ile Gül-Babacan eksenlerine kayışlarının önünün alınmasının amaçlandığı söylenebilir. Bu atamalar aynı zamanda -atanan isimlerin- AKP ve sağ muhafazakar cenahtaki ağırlıkları nedeniyle, uzun zamandır yalnızlaştığı şeklinde yorumlara muhatap olan Erdoğan için yeni bir güç tahkimi anlamını da taşıyor. Böylelikle Erdoğan, bir süre önce ortaya attığı ancak yeterince ilgi görmeyen “Türkiye İttifakı” stratejisine AKP ve çeperindeki sağ seçmen bazında karşılık almış izlenimi verirken, partinin kuruluş dönemine atıfla “istişare eden ve edilen lider” imajına da sahip olacak. AKP’nin fabrika ayarlarına geri dönmesi olarak formüle edilen bu beklentinin, 31 Mart’ta “safları terk eden” küskün AKP seçmeninde güçlü olduğu ve bu seçmeni geri kazanmak için önümüzde Erdoğan için hayati önem taşıyan bir 23 Haziran olduğu unutulmamalı.
“Türkiye İttifakı’ndan” söz açılmışken bu söylem üzerinden kısa bir gerilim yaşanan Devlet Bahçeli ve MHP’ye, dolayısıyla, “pazara kadar değil mezara kadar” ömür biçilen, ancak bir seçim pazarı sonrası bitmesi muhtemel Cumhur İttifakı’nın, söz konusu atamalarla ilişkisine de bakılmalı. Bu anlamda, yeni görevlendirilen isimlerin, geçmişte MHP ile yaşadığı kimi gerilimler de akılda tutularak, Cumhur İttifakı’nın “paralel bileşenleri” olma vasfıyla, Bahçeli’yi dengelemesinin düşünüldüğü söylenebilir. Ancak söz konusu siyasetçilerin döneme ve koşullara göre konumlanma “yetenekleri” hatırlandığında bu beklentinin karşısında büyük bir soru işareti beliriyor. Bu anlamda MHP, Cumhur İttifakı dolayımıyla bir oy rezervi olmaktan çok, AKP’yi sınırlayan bir siyasi özne olma özelliğini sürdürecek gibi görünüyor.
Erdoğan ve AKP’nin bankacılık bürokrasisi ve Cumhurbaşkanlığı teşkilatlarına yaptığı bu atamaların, iktidarının istikbali açısından ne getirip götüreceğini az çok kestirebilmek için önümüzde üç önemli dönemeç var. Birincisi malum 23 Haziran seçimlerinde -sonuçlarının tanınıp tanınmamasından bağımsız- alınacak sonuç… Diğeri ABD-Rusya arasında “denge siyaseti” adı altındaki pragmatizmin geldiği sınırda muhatap olunacak ABD yaptırımlarının ekonomik sonuçları… Bir diğeri ise hem muhafazakar, hem de merkez sağ seçmende yeni bir yönelim oluşturması muhtemel, Davutoğlu ve Gül-Babacan çevrelerinin sonbahara doğru yapmaya hazırlandıkları çıkış… Ancak, “atama hamlesinin” figürlerinden Bülent Arınç’ın, gayet uluorta biçimde “partili cumhurbaşkanlığını” tartışmaya açan sözleri, iktidar açısından hem bu dönemeçlere, hem de “inşa sürecindeki” rejime giden yolun dikenlerle dolu olduğunu gösteriyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 50. sayısında yayınlanmıştır.
The post AKP’ye Karşı Kaç AKP – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İktidarların Tribün Korkusu – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>On bin insan. Gözlerini dikmiş sahaya bakıyor, sahadakiler de birbirlerine. Koluna girdiğin kişinin adını bilmiyorsun. Yaşını belki tahmin edebilirsin ama nerede oturur, işi nedir, cebinde parası var mıdır? Aç mıdır, tok mudur? Annesinden azar yiyip mi gelmiştir buraya, arkadaşlarının yanından kaçıp mı? Bilemezsin. Gördüğün seninle aynı renk atkıyı boynuna doladığı. Hep bildiğin gol kaçınca bağrını sıktığı, gol atınca sımsıkı sarıldığı. Hele ki hakem hata mı yaptı? Başka hangi konuda böylesine hemfikir olabilirdiniz ki zaten?
90 dakika bitti mi, bazen inanılmaz mutlu bazen hayatın anlamını sorgularcasına çıkış kapısına yürürken 90 dakika boyunca sımsıkı sarıldığın bu insanı kaybedersin. Belki üzüntünün sebebi de budur…
Futbol çok keyifli bir oyundur. Ama oyun sadece sahada oynanmaz. Tribün de oyunun içinde bir parçadır. Futbol kulüpleri şirketleşmeye başladığından bu yana tribünün etkisiyle sahaya, sahanın etkisiyle tribüne müdahale başlamıştır. Yani oyun olan futbolun kalabalıklar tarafından izlenmesi, futbol kulüplerinin de bu kalabalığı kar elde edebilmek için kullanması, hem futbolu hem de tribünü bir endüstriye dönüştürmüştür. Artık futbol kulüplerinin tek amacı tribünlerin istedikleri “hiza”ya gelmesidir. Endüstriyel futbol var olduğundan beri bu böyle olmuştur…
Şimdilerde bir fabrika veya ağır sanayi işçisini futbolla çok bağdaştıramasak da bildiğimiz tanıdığımız birçok futbol takımı, işçilerin bu oyunu oynama “arzusuyla” kurulmuştur. Mesela Arjantin’de demiryolu işçilerinin kurduğu Boca Juniors, Türkiye’de 500 işçiden fazla işçi çalıştıranlara spor kulübü kurma zorunluluğu gelmesiyle kurulan demiryolu işçilerinin takımı Adana Demirspor… İngiltere’de West Ham-Millwall rekabetinin nedeni ne sanıyorsunuz? Green Street Hooligans filmindeki gibi bireysel bir kin değil. İki liman işçilerinin kurduğu takımın bir grev sürecinde anlaşamaması, futbol takımlarının birbirine “düşman” olmasına neden olmuştur. Almanya’da zengin Hamburg’un köşede kalmış mahallesinde kurulan St.Pauli de işçi takımı olmasa da duruşuyla zenginlik karşıtı bir tavırdadır. Liverpool, Arsenal, Livorno, Schalke, Karabükspor, Zonguldakspor… diye listeyi uzatabiliriz.
Bu saydığım işçi kulüpleri de dahil olmak üzere futbolun oyun olarak ilgi görmesiyle tüm kulüpler ticari hamleler yapmışlardır. Yoğun ilgi “para kaynağı” olarak görülmüş, eski yüzyıllardan kalan gladyatör arenaları yerini devasa stadyumlara bırakmaya başlamıştır. 40, 60, 80 hatta 100 bin kişilik stadyumlar kulüplere yüksek gelir sağlarken kapitalizmin tüketim çılgınlığından da nasibini almıştır.
Bu dönüşüm için pilot bölge olarak İngiltere Premier Ligi seçilmiş, tüm ülke liglerinde İngiltere ligi örnek gösterilerek olası dönüşümler meşrulaştırılmıştır. Türkiye’deki e-bilet uygulaması da yine Avrupa’da seneler önce kendisini “Endüstriyel Futbol”un beşiği haline getiren ligler örnek alınarak devreye konulmuştur. Tabi Türkiye’deki bu dönüşüm belki de 5-10 sene sonra olacakken, hızla devreye konulmasının belki de başlıca nedeni 2013 yılında Taksim’de başlayan Gezi İsyanı, sonraki süreçte bu isyanın tribünlerde yer bulmasıdır.
Hatırlarsanız 2013 Mayıs ayında başlayan Gezi İsyanı sonraki sene tribünlerde 34. dakikada “Her yer Taksim Her yer direniş” sloganıyla yer bulmuştu. Bu slogan takımın renklerinin ne olduğu fark etmeksizin her tribünde aynı coşkuyla söylenmişti. Gezi isyanını sokakta “kontrol altına” alan iktidar, tribünlerde alamayınca 2014 yılında Passolig uygulamasını devreye koyma kararı almış ve hızla bu sisteme geçmeyi zorunlu hale getirmişti. İktidar tribünlerin kontrolsüz bir yer olmasından o kadar rahatsızdı ki “Çarşı” grubunu darbe teşebbüsü ile yargılaması da bunun en açık göstergesiydi.
Passolig’in futboldaki şiddet olaylarını önleme bahanesi kısa bir zamanda çökmüş, şiddet ve holiganlık devam etmiş, tribünler muhalif ses olmayı sürdürünce de tüm taraftarlara “6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlemesine Dair Kanun uyarınca” passoligleri iptal edilerek, para cezaları verilmiştir. Passoligle tribünlerde geliştirilen gözetleme sistemleri iktidarın her koltuğa ulaşmasını sağlamış, böylelikle tribünün sesinin kesilmesi beklenmiştir.
Bazı durumlarda para cezası vermek ve passolig iptali de yeterli görülmemiştir. Gözdağı vermesi açısından “Nuriye Semih Yaşasın” pankartı açan Beşiktaşlılar tutuklanmış, hukuki bir karşılığı olmadığından itirazlar sonrası kısa sürede serbest bırakılmıştır.
Bu durum sadece Türkiye’de değil Türkiye futbol liginin örnek aldığı liglerde de görülmektedir. İskoçya ligindeki Celtic taraftarları İrlanda’nın bağımsızlığını savunan İRA (İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu) yanlısı bayrak ve pankartlar açması nedeniyle tespit edilip defalarca kez tribünlerden uzaklaştırılmıştır. Bu gibi tepkisel pankartların Şampiyonlar Ligi gibi UEFA’yı ilgilendiren maçlarda açılması durumunda da UEFA kulübe baskı yapan bir kurum rolünü fazlasıyla yerine getirmiş ve kulübün bu “zararlı” taraftarları uzaklaştırması için her türlü yaptırımı uygulamıştır.
Geçtiğimiz senelerde Avrupa’daki anarşist hareketin, sokak eylemlerinin yükselmesiyle UEFA anarşizmin sembolüne benzerliğinden dolayı Şampiyonlar Ligi maçlarında Beşiktaş tribünlerinde “çarşı” yazılı veya “A” harfi yuvarlak içine alınmış pankartları maç öncesinde toplatmıştı. Bu da korkunun UEFA’yı paranoyaklaştırması gibi görülebilir.
Gelinen noktada tribünlerdeki birçok çatlak, futbol yöneticileri ve gözetleyicileri tarafından kapatılmıştır. Yeni çatlaklar patlak verse de, tribünlerden kısık da olsa muhalif sesler duysak da, futbol endüstrisinin daha da kötü bir noktaya gideceği ve tüm sesleri kısacağı aşikardır. Tribünlerin yaşanan bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı kendi renkleriyle yorumlayıp ürettikleri sloganları, ıslıkları, pankartları, koreografileri yasaklayarak futbolu sadece izleyip tüketebileceğimiz, Umberto Eco’nun dediği gibi “Pazar günü maç varsa devrim yapamazsın” sözü gibi karalamak ve bir oyun olmaktan çıkarmak istiyorlar. Ancak gün gelir, sessizlik bozulur, herkesin alışık olduğu üçlünün ardından bir ıslık sesi duyulur; korkuyla kapatılmaya çalışılan çatlaklar derinleşir ve oyun yeniden kurulur.
Furkan Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post İktidarların Tribün Korkusu – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Anarşistler ilkesel olarak oy kullanmaz ve seçimlere katılmazlar
Bir oy ile politikleşmek; parti ya da başkan seçimlerinde bir oyluk kampanyaların parçası olarak politikleşmek. Türkiye’de yapılan son seçimlerde seçmenin %87’si seçimlere katılmıştır. Seçimlere katılanların sayısı 49 milyon, katılmayanların sayısı ise yaklaşık 9 milyondur. Sistem değişikliği için önümüzde yapılacak olan referanduma katılım da benzer sayılarda olacaktır.
Seçmen için seçimlere katılmak ne demektir?
Seçimli sistemlerin tümünde, çoğunluk olan iktidar olur. Demokraside, çoğunluğun iktidarı demokratiktir. Çoğunluk olan iktidardır, azınlık olan ise iktidar olamamıştır. Çoğunluğun ve azınlığın ilişkisi, seçimler sürecince iki ayrı yöntemin tartışması şeklinde sürmüştür. Tartışmadıkları tek şey ise seçimlerdir. Seçimler bir grubun toplumu “ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle başlayan, diğer grubun ise “hayır ben-biz yönetmek istiyoruz” sözüyle karşılık bulduğu bir iddiadır. Seçimler, iddianın taraflarının anlaşarak başlattığı seçmen sayma sürecidir ve seçmenler olmadan gerçekleşemez. Hangi tarafın seçmeni diğerinden çoksa, toplumun yönetimi de o tarafta olacaktır. Seçmen, bu iddialaşmada sadece sayısal bir değerdir. Bu sayısal değer gündelik yaşamında birçok sorunu çözmeye çalışarak yaşayan vatandaş için önemsenecek bir değer değildir. İddialaşmanın tarafları seçimlerdeki katılımı arttırmak için, vatandaşı, sayılan seçmen sıfatından çıkarıp iddianın içine sokmak isterler. Böylece iddiaya katılım artacaktır. Katılımın artması, bir sayı olan seçmenin, öncelikle iddiayı ve sonrasında ise seçimleri ve daha da sonrasında seçimlerin sonucunda oluşacak iktidarı içselleştirmesini sağlayacaktır. Seçmen kazansa da kaybetse de seçimin sonucunu ve seçilmiş tarafın iktidarını kabullenecektir. Vatandaşın bu kabullenmesi, seçimlerde iddialaşan her grubun kazanımıdır. Seçimi kazanan hükümetini sürdürdükçe, kaybeden de muhalefetini sürdürecek ve her iki taraf da bir dahaki seçimleri bekleyeceklerdir.
Seçmen sorumluluğu ne demektir?
Vatandaşın toplumun yönetimine katılması demektir. Atacağı bir oyla toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal yönetimine katıldığını sanan seçmen, sorumluluk safsatasıyla yaratılan bu sistemle anlaşacaktır. Anlaşma basittir; kullandığın oy kazansın ya da kaybetsin sen kazanana, yani haklı iktidara, yönetilme hakkını sunmalısın. Bu, kullanacağın bir oyla onaylayacağın anlaşmanın sorumluluğudur.
Seçmenlerin bir oy ile eşitlenmesi ne demektir?
Seçimler sınıflar arası çatışmada bir yanılgı yaratır. Seçimler 1400 lira maaş verilen bir işçiyle 14.000 lira maaş verilen bir mühendisi ve hatta bu işçi ve mühendisin “bir” üretiminden 140.000 lira kazanan patronu bir oy ile eşitleme yanılgısını yaratmaktadır. Aylarca süren ve bir günde biten bu yanılgının ardından toplumsal yönetimde hiçleşen ezilenler, seçilmiş tüm yönetimlerin sömürüsünü yaşarlar.
AKP’nin senelerdir süren genel yönetimi süresince de yeni yasalarla işletilen taşeronluk sisteminin, CHP yerel yönetimlerinde de işlediği aşikardır. Yaklaşık 20 senedir yapılan tüm seçimlerde en yüksek oyu alan bu iki partinin sınıfsal çelişkideki pozisyonları benzerdir. Aralarından birinin hükümet ve diğerinin muhalefet olması, sınıfsal çatışmayı olumlu ya da olumsuz etkilemeyecektir. 140.000 lira kazanan patronun toplumsal yönetime etkisi her daim daha fazla olacak, kapital sahibi olarak yönetime sahip olanlarla sürekli ilişkileri sürecektir. Emeğine 1400 lira verilen işçinin ise yönetime etkisi olmayacaktır. Bir oy ile başlayan ve biten yanılgının bir anlık “bu toplumda ben de varım” mutluluğu ise gündelik yaşamın sosyal ve ekonomik gerçekliğiyle sonlanacaktır.
Kalifiye seçmen olmak ne demektir?
Toplumda çoğunluk kesime ait olmak demektir. Seçimlere giren her grup için toplumun çoğunluğunu oluşturan kesim, seçimin sonucunu belirleyecek olan kitledir. Kitlenin özellikleri, seçim propagandalarının eksenini de belirler. AKP de CHP de, toplumda çoğunluğu oluşturan Türk, Sünni, milliyetçi-ulusalcı gibi toplumda genel geçer değeri olan kesimleri kazanmayı amaçlar. Kalifiye seçmenin dışında kalan seçmen ise, kitle sayısına oranla daha az oy demektir. Bu, kalifiye olmayan seçmenin, seçim propagandalarında ikincil önemde kalması anlamındadır. Böylece vatandaşın sosyal ve ekonomik kimliği, onun seçmenlik derecesini belirlemiş olur.
Seçimlerde iktidara muhalefet olmak ne demektir?
Seçimlerde iktidara muhalefet olmak, geçmiş seçimlerde seçilmemişsin ve gelecek seçimler için umutlusun demektir.
Seçimli sistemlerin tümünde seçime en az iki grubun katılımı gereklidir. Kazanan ve kaybedenin belli olacağı seçim gününe kadar iki grup birbirlerine muhaliflerdir. Kazananın iktidar olması paralelinde kaybeden ise muhalefet olacaktır.
Parlamenter sistemde parlamento içerisinde AKP’nin tüm kararlarına karşı koyan CHP, AKP’nin yaptığı yönetim uygulamalarını, devletin işleyişine ve toplumun yaşamına olumsuz olan etkilerini gündeme getirir. Muhalefetin parlamento içindeki bu misyonu iktidara zıt bir propaganda yapmasını da sağlar. Muhalefetin seçmenle kurduğu salt ilişki artık budur; çünkü seçmenle bir oy için başlattığı anlaşma, seçimleri kaybetmesiyle sonlanmıştır.
Parlamento dışındaki muhalefet ise, muhalefetinin varoluşunu seçimleri kazanan iktidara karşı koymaya dayandırmaz; parlamento dışı muhalefetin dayanağı emperyalizm-kapitalizm karşıtlığıdır. Söz konusu muhalefet, Marksist Leninist sınıf çerçevesinde sınıfsal çatışmanın tarafıdır. Sınıfsal çatışmanın burjuvazi karşısında işçi sınıfının iktidarıyla sonlanacağı devrim için mücadele ederler. Mücadele stratejileri içinde seçimlerde parlamenter muhalefetle pratik bir taraflaşmadan yanadırlar. Bir strateji olarak seçimi savunan devrimci muhalefet, seçim süresince toplumu örgütleme olanağını vurgular. Vatandaşın seçim süreçlerinde bir oy ile yaşayacağı politikleşmeden faydalanabileceğini savunur. Marksist Leninist toplamında bilimsel sosyalist örgütlenmeler, yorum farkları dışında, stratejik olarak seçimlerin kullanılmasını savunur.
HDP Kürt halkının parlamentodaki temsiliyetinin ötesinde devrimci muhalefetin de toparlandığı bir kuruma dönüşmüştür. HDP 1 Kasım genel seçimlerine kadar katıldığı seçimlerde seçmen sayısını sürekli olarak arttırmıştır. Artık parlamentoya bir parti olarak katılma şartı olan %10 seçmen sayısına ulaşabilmekte ve parlamentoda bir parti olarak bulunabilmektedir. Kendi birincil seçmeni olan bölge halkından aldığı oy sabitleşmiştir. Metropollerden alacağı oylarla %10-11 arası iniş çıkışlar yaşamaktadır. Yalnız 1 Kasım ile beraber başlayan TC’nin Kürt Hareketi ile iç ve dış politikalarında karşı karşıya kalması süreci, seçilerek parlamentoya giren HDP’nin yasal-yasa dışı yöntemlerle parlamentodan çıkarılmasıyla sonuçlanmıştır. Seçilmişlerin dokunulmazlıklarına rağmen birer birer yargılanıyor ve tutuklanıyor olması, kural koyucunun yani devletin kendi kurallarını değiştirebilme serbestliğinin göstergesidir. Bir başka gösterge ise genel seçimlerin yanı sıra yerel seçimlerde seçilerek belediye başkanlığını kazanan HDP’li belediyelere kayyum atanmasıdır. Devlet iç ve dış stratejileri paralelinde seçimleri ve seçilmişleri hiçleştirerek, temsili demokrasilerin bir yönetilme yanılgısı olduğunu ispatlamaktadır.
7 Haziran seçimlerinde hepimizin bir parçası olduğu bütünlüklü bir isyan sürecinin, sokak eylemlerinin, yavaş yavaş sandığa sıkıştırıldığını gördük. CHP’den Vatan Partisi’ne varoluşsal olarak olağan karşılayacağımız bu sıkışmanın anlaşılmaz ve karmaşık tarafı, HDP’nin topluma yaptığı sokak değil sandık telkiniydi. Sokak eylemlilikleri toplumsal bir şekilde sürerken seçim kampanyaları içinde erimekte, Kobanê’nin kurtuluşu bile kampanyaya sıkışmaktaydı. Her gün sokağa bir kampanyanın parçası olarak değil kendini gerçekleştirmek için çıkanlar, sokaktan önce sandığın binalarına sonra evlerinin bulunduğu apartmanlara girdiler. HDP, bir oyla bir gün değil, bir direnişle her gün politikleşenlerden “Haydi AKP diktatörlüğüne son” diyerek oy kullanmasını istedi. Seçim kampanyaları, kullanılan oylar ve değişmeyen sistem, değişmeyen devlet diktatörlüğünde birer birer umutsuzluğa dönüştü. “Bu düzen böyle gelmiş böyle gider” söylevi dillerden dillere yayılır olmadı mı? Umudu sokaktan sandığa sıkıştırılanlar ve umudu oy kullanmak sananlar, şimdi, bu yanılgıyı bir başka seçimle tekrarlamak istiyorlar. Oy, umut değil seçmenin politikleşme yanılgısı; seçimler ise adalet ve özgürlük için umut değil, toplumun yönetilme yanılgısıdır.
Seçimler iktidarın ya sürmesi ya sonlanması demektir. Her iktidar toplumun tümünün onayını almak ister, bu onay seçimlere katılarak verilir.
Art arda seçimleri kazanan AKP’nin sürekli çatırdama senaryolarıyla geçirdiği bir iktidar döneminde, zamansız bir referandum seçim sürecindeyiz. Bu zamansız seçimler yani standart periyotta olmayan seçimler, AKP’nin sevdiği seçimlerdir. İktidar olmanın çoğunluk olmanın serbestliğiyle kurgulandığı; iktidarın kurallarını kendinin koyduğu ve beğenmediği kuralı kaldırdığı bir seçim sürecinin daha içindeyiz. Bu referandum, AKP’nin üçüncü referandumu ve AKP bunu da kazanırsa, toplumun şekillendirmesinde önemli bir pozisyonda kazanmış olacaktır. AKP’nin seçim stratejilerinde en önemli ayrıntı kendi seçmen sayısını artırmasını istemesinin yanı sıra seçime katılan seçmen sayısına da artırmak istemesidir. İktidar kendisine muhalif olanların duygu ve düşüncelerini önemsemiyormuş gibi davransa da gerçekte önemser; çünkü iktidarın en çekindiği şeylerden birisi toplumsal onayı alamamaktır. İktidar zaten kendisi için oy kullanan seçmenin onayını almıştır. Muhalif olan seçmenin onayını alması için muhalif seçmenin seçime katılması yeterlidir. Muhalif seçmenin seçime katılmış ve kaybetmiş olması, seçim sonuçlarının meşruluğunu sağlayacaktır. Çünkü meşru olmayan bir iktidar, iktidar olamaz. Kendi iktidarı için en çekineceği şey seçimlere katılımın düşük olması demektir. Direk ya da dolaylı boykot AKP’nin gerçek korkusudur. Bunun için AKP katılımı artırmayı genel gerilimi artırmaya endekslemiştir. Kendi propagandasını yaparken provakatif söz ve eylemlerle muhalefeti gererek, seçmenler arası cepheleşmeyi artırır. Cepheleşme artıkça seçime katılım da artacaktır.
Seçimlere katılmamak tarafsızlık mı demektir?
Yönetme ve yönetilme ilişkisini reddeden anarşistlerin, toplumun yönetimi için yapılan seçimleri de reddetmesi gerekmektir. Bu bir tarafsızlık değil, yöneten ve yönetilenin olmadığı bir dünya için mücadeleye taraflaşmak demektir. Seçimin özgür irade yanılgısı yarattığı aşikardır. Özgür iradesiyle toplumsal yönetime yakınlaştığını ve etki ettiğini düşünen birey, bu yanılgı ile gündelik gerçeklerden uzaklaşacaktır. Bireyin yaşadığı adaletsizliklere, tutsaklıklara, yoksulluğa ve yoksunluklara uzaklaşarak daha itaatkarlaşması kaçınılmazdır. Bireyin yadsındığı toplum anlayışının yarattığı adil ve özgür olmayan bu dünya düzeninde, toplumun yönetiminin seçimle belirlenmediği toplum yoktur. Seçmene sunulan seçenekler bellidir ve seçmenin seçimi ne olursa olsun değişmeyen belli başlı gerçekler vardır:
1) Emeğini ve zamanını satarak yaşamak zorunda olanların, yani ezilenlerin, yönetime etkisi yoktur.
2) Ezilenler için seçim sonrası yönetimlerin uygulamalarında fark yoktur.
3) Kapital sahiplerinin yönetim sahipleriyle çıkar birlikleri vardır.
4) Her toplumda kronikleşmiş iktidar ve muhalefet potansiyeli olan aileler, aşiretler, ideolojik partiler, mezhepler ve etnisiteler vardır. TC’de bu Türk Kürt, Sünni, Alevi, laik, muhafazakar gibi şekillenmiştir.
5) İktidar, devlet-şirket ilişkisinin düzenlenmesinden sorumludur. Bu sorumluluğunu yürütme, yargı ve kolluk kuvvetleri gibi organlarını kullanarak yapar. Bu, ezen ezilen ilişkisinin istenilen sabit şeklinin sürekli savunulması sorumluluğudur. TC’de ve diğer dünya devletlerinin hangisinde seçimleri kazanan iktidarın ezilen sınıfı ezen sınıftan kolladığı deneyimlenmiştir? Seçilmiş muhafazakar, liberal ve hatta sosyalist hiçbir iktidar, ezilenler sınıfının çıkarlarını gözetmemiştir.
Anarşistler seçimlerde oy kullanarak -kullandıkları oy kazansa da kaybetse de- seçimi kazananın iktidarını onaylamayı savunamazlar. Anarşistler, Marksist Leninist bilimsel sosyalistler gibi seçimler süresince seçim kampanyalarına katılarak toplumun örgütlenmesini bir stratejiye dönüştürmezler. Seçimlere katılan taraflar, halkın adalet ve özgürlük taleplerinin tümünün seçim söylevlerinde kapsandığı ve seçimi kazanmaları sonrasında bunun karşılanacağı yanılgısını yaratırlar. Bir yanıyla kapsamlı talep anlamı taşıyan seçim kampanyasının bireysel ya da örgütsel destekçisi-dayanışmacısı olmak, bu yanılgının yayılması sağlamaktır. Seçim sürecini faydalanacak bir fırsata çevirmeyi istemek seçim sisteminin yani bu yanılgının propagandasını yapmak istemektir. Anarşistler, toplumu oluşturan bireyleri oy kullanmama sorumluluğuna çağırmalıdırlar. Bu çağrı, bireyin kendi iradesini, ayrıca adil ve özgür bir dünya isteğini bir partinin ya da başkanın iradesine bırakmama sorumluğudur. Böylesi bir sorumluluk bir güne değil her güne yayılacak bir politikleşmenin başlangıcıdır.
Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referanduma Dair Yayınlanan Birinci Bildirisi
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devrimci Anarşist Faaliyet’in Referandum Üzerine Birinci Bildirisi: “REFERANDUMA DAİR” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “DEVLET ÇÖKÜYOR” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hepimiz biliyoruz ki tarihteki önemli siyasi dönüşümlerin, ekonomik ve sosyal alanlarda muhakkak bir iz düşümü olur, keza bunun tersi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu dönemlerde devletlerin izlediği siyasetlerin ışığında sermaye el değiştirir; kültüre müdahale edilir; yeni dönemin yeni insanları ve yeni araçları, yeni argümanlar doğrultusunda yeniden üretilir.
Devletli tarih, bu “yeniden üretimlerin” bir tekrarı gibidir. Hitler Almanya’da iktidara geldikten hemen sonra zengin fakir demeden tüm yahudilerin ve diğer ötekilerin mallarına el koyup, “Sermayeyi Almanlaştırma” hamlesine girişmiştir. Buradaki amaç açıktır; yeni değerlerle kurulan yeni sistemin zenginleri ya o değerleri benimseyen eskinin zenginleri olacaktır ya da eskinin zenginleri varlıklarını yeni zenginlere bırakarak ortadan kaybolacaktır. Aksi takdirde, bir devletin en yakın dostu olan bir zenginin bile, kırılgan ve genç bir devleti-düşünceyi alaşağı etme ihtimali vardır.
Biz Bu Hikayeyi Bir Yerlerden Hatırlıyoruz Ama…
Sanırım hikaye bir yerlerden tanıdık geliyor. Hatta, bu hikaye yaşadığımız coğrafyada birden fazla yerden tanıdık geliyor. İsterseniz en güncel olandan başlayalım. Devletin 17 Aralık ile başlayıp, 15 Temmuz’da doruk noktasına ulaşan cemaat kavgası ve sonrasında yaşananlar bunun için önemli bir örnek oluşturuyor. Özellikle OHAL sürecinin başından bu yana, cemaat ile – sadece cemaat değil, Yeni Türkiye’nin geleceğine gölge düşürebilecek olası tüm tehditler ile – en ufak bir ilişkisi tespit edilen tüm büyük şirketlere birer birer kayyum atanması ve bunların zaman içinde iktidara daha yakın sermaye gruplarına aktarılıyor olması, bunun bir göstergesi. Tabii ki bu kayyumlarla sınırlı değil. AKP, iktidara geldikten sonra, mantar gibi bitiveren birçok sermaye grubu ve kişi de vardır. Bu dönemde, zenginleşen Cengiz İnşaat, Limak Grup, Kolin Grubu, Çalık Holding, Sancak Grubu ve Torunlar Grup gibi şirketlerin veya bunların patronlarının isminin 2000’li yıllardan önce ne kadar bilinir olup olmadığına bakarsak, burada söylenmek istenen daha iyi anlaşılabilir.
Türk Sermayesinin İnşası
Bütün bunların haricinde, Kürdistan’daki belediyelere kayyum atanması, üniversitelerden ve kamu kurumlarından yapılan “temizlik” de bu değişimin sosyal, kültürel ve etnik ayağını oluşturur.
İşte yazının başında bahsettiğimiz “çökme”, tıpkı irili ufaklı mafyaların ve kabadayıların çeşitli mekanlara çökmesi gibi, devletin ve onun başındakilerin çıkar çatışması içerisindeki güç gruplarına çökmesidir. Bütün bunlarla beraber, yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu çökme politikaları ne ilk ne de son olacaktır. Bugünkü, iktidar bu politikayı Osmanlı’dan ve T.C’nin kurucu unsurlarından almıştır.
TC Devleti’nin kurucu unsuru olan İttihat ve Terakki Partisi, 1915 yılında yayımladığı “Harb ve Olağanüstü Siyasi Durum Sebebiyle Başka Yerlere Gönderilen Ermenilere Ait Mülk ve Arâzînin İdâre Şekli Hakkında Talimât-nâme” ile katledilen ve sürgüne gönderilen Ermeniler’in mallarına el koymuştu. Bir başka benzer “çökme” hikayesi de, Kürtlere uygulanmıştı. 1924 yılında Şeyh Sait İsyanı’nın kanla bastırılmasından sonra çıkarılan “Takriri Sükun Kanunu”, bir nevi OHAL ilan ederken; sonrasında hazırlanan “Şark Islahat Planı Kararnamesi”nin beşinci maddesinde mallara el koyma ve söz konusu malların satılmasını engelleme gibi birçok ekonomik yaptırım uygulanmıştır.
TC’nin inşasının en büyük hamlesi ise “Varlık Vergisi” kanunudur. Bir defaya mahsus uygulanacağı söylenen kanun, bir defada neredeyse zengin fakir ayırt etmeksizin, tüm gayrimüslimleri bu topraklardan silmeye yetmiştir.
11 Kasım 1942’de, yani Şükrü Saraçoğlu hükümeti kurduktan birkaç ay sonra, devlet, “savaş koşullarında çok yüksek karlar elde edenlere karşı bir mücadele başlatıyoruz” sloganıyla “Varlık Vergisi”ni meclisten geçirdi. Fakat önceki dönemde toplum olacaklara hazırlanarak, uygun koşullar yaratıldı. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu gayrimüslimleri işaret ederek “Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır” açıklamasında bulundu.
Varlık vergisiyle birlikte dönemin ana akım yayın organları, daha 5 ay öncesinden “algı operasyon”larına başladı: “Vurgunculara ders olsun. İzmir’de bir Yahudi 5 sene hapse mahkûm oldu.” (Tasvir-i Efkâr, 1 Temmuz 1942), “Mal saklayan tacirler, iki Yahudi ticarethanesi sahipleri milli korunma mahkemesine verildi.” (Cumhuriyet, 14 Ağustos 1942), “Kiraların artmasına Yahudiler sebep olmuş.” (Tasvir-i Efkâr, 8 Ekim 1942)
Bu koşullar altında uygulanmaya başlanan varlık vergisi, sözde gayrimüslimleri kapsamıyordu ama raporda yazılanlar ve uygulamalar öyle söylemiyordu:“…M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5’ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50’sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25’ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5’ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödeyecekler..”
Üstüne üstlük, bu yasa sadece zengin gayrimüslimleri kapsamıyor, küçük esnaf olan gayrimüslimlerin de ödeyemeyecekleri faturalar çıkarılıyordu. Varlık vergisinin bu topraklara faturası ağır oldu; vergiyi ödeyebilenler ödedi; ödeyemeyenlerse çalışma kamplarına gönderildi. Birçok kişi intihar etti ya da çalışma kamplarında yaşamını yitirdi. Geriye kalanlarsa coğrafyayı terk etmek zorunda kaldı. Varlık vergisinin ardından kalan ise yepyeni bir Türkiye ve “Türk Burjuvazisi” oldu.
Dün Türkçü ve Laik, Bugün Yine Türkçü Ama İslamcı
Aslına bakılırsa durum bugün de pek farklı değil. Devlet elinde kocaman bir torbayla sermayedarların ve kapitalistlerin kapısını çalıyor; kapıyı açan kurtulurken, kapıyı açmayan torbanın dibini boyluyor. FETÖ’cü, laik, liberal hiç fark etmiyor; minareyi çalan kılıfını hazırlıyor.
Tarih değişiyor; iktidarlar, elitler ve onların ideolojileri değişiyor fakat uygulamalar aynı kalıyor. Dün Eminönü’ndeki bir peynirci dükkanına sermayeyi Türkleştirmek adına çöken devlet, bugün Fatih’teki bir ekmek fırınına “FETÖcü” diye el koyabiliyor. Dünün Türkçü, laik cumhuriyetçi zenginleri, bugünün yine Türkçü ama bu sefer İslamcı, muhafazakar zenginlerine dönüşüyor.
Yani sözün özü, bugünkü iktidar da T.C’nin 90 yıllık çökme politikasını sürdürüyor!
The post “DEVLET ÇÖKÜYOR” – Özgür Oktay appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 7 Haziran Genel Seçimlerine İlişkin DAF’ın Bildirisi :Demokrasi ve Meşruluk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Demokratik devlet terimsel olarak bir çelişkidir. Çünkü devlet asıl olarak tahakküm, otorite ve iktidar ile ilgilidir, zorunlu olarak toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğine dayanır.”
Michael Bakunin
Sadece seçim sürecinde değil, tüm siyasal süreçlerde, partilerin yoğunluklu olarak yaptığı ajitasyon demokrasi üzerinedir. En muhafazakarından en liberaline, demokrasi üzerindeki bu ajitasyon ortaklığı, seçimlerin ve temsili demokrasinin meşruiyet ihtiyacından kaynaklanır. Bu ortaklık, temsili demokrasinin, gerçek bir demokrasi olduğu yanılsamasını oluşturma çabasıdır. Yani seçimler, bu yanılsama içerisinde yapılmaya çalışılıyor. Seçimler üzerinden olabilecek bir galibiyet ya da yenilgi, bu yanılsamayla meşrulaştırılıyor. Öncelikle, hiçbir kesim tarafından sorgulanmayan bu yanılgıyı düşünmek gerekir.
Aslında “demokrasi” terimi ve bu terimin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin muğlaklık aşikardır. Terimin içi boştur. Öyle ya da böyle tüm siyasal tartışmaların meşrulaştırıcısıdır. Her şey “demokrasi” için yapılır, her icraat “daha demokratik” olma vaadiyle desteklenir. Belki de son zamanlarda karşılaştığımız en büyük vaat ve icraat ise, ABD’nin “Demokrasi götürmek” için Irak’ı işgal etmesidir.
Bu muğlaklık, temsili demokrasinin dokunulmazlığını garanti altına alıyor. “Demokrasi için bir oy at” mottosuyla yapılan seçimler bütününde bu dokunulmazlıktan yararlanmaktadır. Özünde bir oy eşitliğine dayanan seçimler, aslında toplumsal refahın ve egemenliğin eşitsizliğini yaratan bir iktidar hilesidir.
Bu hile içerisinde seçimler, tabii ki demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olarak sunulur. Seçimler dışındaki her şey ya ütopik ya da despotiktir!
Demokrasi ve kapitalizm arasındaki ilişki, kavramı bu muğlaklığa zorlayan bir başka nedendir. Zira kapitalizmin siyaset üzerindeki ve küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan yeni iktidarların hükümetler üzerindeki belirleyiciliği giderek artmaktadır.
Bütün bu muğlaklığıyla demokrasinin parlamenter biçimi, mevcut siyasi ve toplumsal yapının iyileştirilmesine yani “iyi devlet”e odaklanmıştır. Bu siyaset tarzı, müzakereci ve reformcudur.
Ancak devrimci siyasetin hedeflemesi gereken, mevcut toplumsal yapının iyileştirilmesi değil, onun yıkılması ve yeni bir toplumsal yapının inşa edilmesidir. Özgürlüğü ilke edinecek devrimci bir siyaset tarzında, herhangi bir temsiliyete yer yoktur. Devrimciler, parlamenter demokrasiye özgü temsil alanı içerisinde yer almamalı; seçim, siyasi partiler, piyasa, medya ve şiddet aygıtlarının birlikteliği ile işleyen mekanizmaya katılmamalıdırlar. Öyle ya da böyle bu mekanizmanın içerisinde yer almak, onu meşrulaştırmak ve yeniden üretmektir. Parlamenter demokrasiyle amaçlanan da, her şeye rağmen bu mekanizmanın devamlılığını sağlamaktır.
Oy hakkı, yurttaş olan her bireyin kendisiyle ilgili alabileceği kararları ve bu kararların uygulanma şeklini, yani kendi iradesini temsilcilere teslim etmesinin önünü açan bir ilkedir. Halkın siyasete katılımının yegane aracı olarak görülen oy hakkının evrimine bir göz atmak, bu işleyişin neyi gizlediğini anlamak açısından önem taşımaktadır.
Siyasete soylular dışındaki kesimlerin katılımı, Antik Yunan’dan Magna Carta’ya bir dizi siyasal süreçte de kendini göstermiştir. Ancak eşitlik, özgürlük ve adalet gibi kavramlar, 1789’dan sonra seçim meseleleriyle ilişkilendirilmeye başlanmıştır.
Antik Yunan’da şehir devletlerinde siyasete katılım “yurttaş”larca gerçekleştirilmekteydi. Ancak burada yurttaş kavramı, toplum içerisindeki herkesi değil, sadece reşit ve soylu erkekleri kapsamaktaydı. Kadın, köle ve yabancılar yurttaş olarak görülmüyordu.
Roma İmparatorluğu’ndan önceki cumhuriyet döneminde, senatoya yalnızca Cicero’nun “yönetime doğuştan yatkınlıkları olanlar” diye adlandırdığı soylular girebiliyordu, yönetilmeye yatkın olan ezilenler değil…
1215’te İngiltere’de, Magna Carta ile toprak ağaları siyasette söz sahibi olmaya ve politika yürütme hakkına sahip oldu. Bu yeni durum ezilenler lehine bir kazanım olarak, yani soyluların sahip olduğu siyaset hakkının dağıtılması olarak anlatıldı. Ancak değişen tek şey, siyasi iktidarın toprak ağaları ve aristokrasi arasında pay edilmesiydi.
İki yüzyıllık süreç boyunca siyasi ve ekonomik kazanımlarını arttıran ticaret burjuvazisi ise, 1688’de İngiliz Devrimi’nden sonra, avam kamarası aracılığıyla siyasi iktidara ortak olmuştur.
Gelişen ticaret, sanayi ve teknolojiyle zenginleşen burjuva girdiği iktidar mücadelesini, liberal demokrasi ile süslemiştir. “Evrensel oy hakkı” düşüncesi tam da böyle bir sürecin sonunda burjuvazinin gündemine girmiş, 1789 Fransız Devrimi’nin sonucunda evrensel oy hakkı tartışmaları başlamıştır.
1791 yılında özel mülkiyet sahibi olan kişilere oy kullanma hakkı veren bir anayasa kabul edildi. Bu anayasada yer almasına rağmen oy kullanma hakkı, ancak 1848 Devrimleri sonrasında kabul görmeye başladı.
Bu tarihsel süreç karşısında, oy hakkının ezilenler için mücadeleler sonucu elde edilmiş olduğu kabulünü tekrar düşünmek gerekiyor. Ezilenler, bu toplumsal hareketliliklerde tabi ki yer almışlardır. Ancak, ezilenlerin bu süreçlerdeki talebi ne siyasal iktidar, ne de oy hakkı olmuştur. Buna rağmen burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirdikten sonra özgürlük, adalet ve eşitlik sağlayacağı vaadinde bulunmuş, iktidara yerleştikten sonra ise bu iktidarını paylaşmayacağını her fırsatta göstermiştir. 1848 Devrimleri süreciyle oluşan devrim süreci, burjuvaziyi korkutmuş olacak ki, 1791 yılında sadece özel mülkiyet sahiplerine ayrıcalık olarak tanınan oy hakkının çapı genişletilmiş ve genel oy hakkı kabul edilmiştir. Esasen burjuvazi, bu siyasi hamlesiyle ezilenlerin isyanını oy sandıklarıyla manipüle etmeye ve bu şekilde pasifize etmeye çalışmıştır. Bu hamlesini ezilenlerin lehine “ilerici” ve “demokratik” bir gelişme olarak nitelendirmiştir.
Bütün bu “ilerici” hamlelere rağmen, 1871’de Paris halkının monarşiye karşı öz-örgütlülüğüyle yarattığı Paris Komünü, ne oy hakkı ne de temsil sistemiyle ilgisi olmayan bir başkaldırının sonucuydu.
Avrupa, Liberal demokrasinin “bahşettiği” genel oy hakkıyla genel olarak 20. Yüzyılın ortalarında tanıştı. Unutulmaması gereken, kazanım diye gösterilen burjuva aldatmacalarına rağmen halkın Paris Komünü’ne benzer deneyimlere giriştiği ve ezilenlerin gerçek kazanımlarının ancak bu tür başkaldırılar soncunda elde edildiği gerçeğidir.
İlerici ya da demokratik kazanımlar diye ifade edilen genel oy hakkının, ezilenlerin mücadeleleriyle ilişkisinin anlaşılması, bu ikisinin özdeşmiş gibi algılanmaması gerektiğini göstermektedir.
Devlet ve demokrasi arasındaki ilişkiyi biraz daha gözler önüne sermek için, Bakunin’in devlet üzerine düşüncelerine bir göz atmakta fayda vardır.
Bakunin öncelikle devleti baskıcı sınıf ya da seçkinlerin faydasına toplumu denetleyen toplum karşıtı bir aygıt olarak tanımlar. Temelde şiddet üzerine inşa edilmiş olan devlet, politik baskı aracılığıyla bu eşitsizliğin devamını sağlamakla ilgilenen bir kurumdur. Sürekli bir bürokrasinin varlığına dayanır. Ki bu, yönetenler yönetilenler ikililiğini ortaya çıkarır.
Devletin toplumsal refahın oluşturulması için gerekli olduğu iddiası devletin bir tahakküm mekanizması olduğu gerçeğini gizlemekte kullanılan bir maskedir. Bu mekanizma içerisinde yapılacak yönetici seçimleri, bu gerçeklikten uzak düşünülemez. Birkaç yılda bir halktan, kimin yöneteceğini belirlemek üzere oy kullanmaları istenir. Oy kullanan insanların bir şekilde sistemin çalışmasının kontrolünü elinde bulundurduğu illüzyonu sayesinde sistem meşruiyet kazanır.
Bakunin, aslında parlamenter demokrasiyi iki şekilde ele alır. Birincisi parlementarizmin burjuva demokrasisi anlamına geldiği, bir diğeride iktidarın kaçınılmaz olarak iktidarı elinde bulunduranları yozlaştırdığı üzerinedir.
Parlamenter demokrasi daha dünya üzerinde ender olarak var olduğu bir zamanda Bakunin gibi yoldaşlar bu meselenin yaratacağı yanılsama üzerinde durmuş ve toplumun farklı kesimleri arasında eşitlik hissi uyandıracağına ilişkin uyarılarda bulunmuşlardır. Parlamenter demokrasilerde yaygın olarak karşılaşılan asıl aldatmaca “halkın kendini yönettiği” aldatmacasıdır. Parlamenter demokrasi kaynağını bir kurgudan alır. Halkın oylarıyla seçilerek iş başına getirilen yasal ve idari yapılar, halk iradesinin temsiliyetine odaklanır. Böylece siyasal işleyişte halkın doğrudan katılımının engellenmesi özgürlüğümüzün reddedilmesi anlamına gelir. Toplumsal işleyişte adalet ve özgürlük ancak, bireylerin karar alma süreçlerindeki doğrudan katılımı ve kontrolü ile sağlanabilir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, parlamenter demokrasinin işlediği farklı coğrafyalarda gerçek bir halk denetiminin olmadığı ve olamayacağını görebiliriz.
Parlamenter demokrasi, devrimci eylemin belirleyici gücünü göz ardı etmeye çalışır. Bu ikisinin yan yana gelmesi olanaksızdır. Çünkü devrimci eylem parlamenter demokrasi yönetilen toplumsal yapıyı yıkmayı hedeflerken parlamenter demokrasi ise kendini devamlı olarak “bu tip” tehditlerden korumaya çalışır.
19.yüzyılın başlarında tesis edilen “oy hakkı” aracılığıyla halka özgürlük sağlayacaklarını vaat edenler, halkı aristokrasinin iktidarını devirmeye yönelttiler. Ancak sonrasında iktidarın büyüsüne kapılmaktan kendilerini alamadılar.
Bu büyü ile beraber, güce kavuşup kendilerini toplumun üstünde görmeye başlayan siyasi iktidar pozisyonundakilerin, dünyaya bakış tarzları da değişir. “Yönetim işiyle ilgilenen bir işçiler parlamentosu olsa bile sömürücü ve tahakkümcü hale gelir, kararlı aristokratların, otorite ilkesinin tapıcıları meclisine dönüşür.” Dahası yöneticiler, ezilenlerce seçilseler bile yönetici olmadan önce seçmenlere verdikleri her türlü sözü seçildiklerinde unutur, siyasi iktidarın sanal gerçekliğinde kaybolup giderler.
Demokratik düşüncelerinden ve amaçlarından bağımsız olarak, tüm yöneticiler iktidarlı konumlarından elde ettikleri üstünlükle, aynen bir kralın tebaasına yaptığı gibi halka üstten bakar. Parlamenter demokraside yöneticilerin konumlarında ve bakış açılarında değişiklikler meydana gelmiştir. “Kurumlaşmış konumlar ve bu konumlarla gelen ayrıcalıklar, herhangi bir bireyin nefretinden veya kötü niyetinden çok daha güçlü motivasyon oluşturur.”
Siyasi iktidar egemenlikten ve hegemonyadan başka bir anlama gelmez. Bu ikisinin olduğu yerde yöneticilerin iktidarına zorla boyun eğen halk vardır. Yönetici olanların varlığı devam ettikçe bu zulümden rahatsızlık da devam edecektir. Yöneticiler de daha baskıcı tedbirlerle halka boyun eğdirmeyi sürdüreceklerdir. Siyasi iktidarın doğası budur. Politik kurumlar ne kadar eşitlikçi olursa olsunlar, yöneten hep siyasi, ekonomik ve sosyal iktidarlar arasındaki denge olacak ve kanunlar bu dengeye göre yapılacaktır.
Eğri oturup doğru konuşalım. Toplumsal muhalefetin parçası olan kesimlerin meclisteki çoğunluğu elde edip rejimi değiştirmek gibi bir hedefi olamaz. Kötünün iyisini hedefleyenler, fark etmeden devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar ve bu andan itibaren bir aldatmacanın içinde olduklarını algılayamazlar. Toplumsal muhalefet, bu seçim aldatmacasının dışında varlığını sürdürmesi gerektiğinin farkında olmalıdır. Çünkü bu seçimde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetme vardır. Her seçimde yükselen oylar, başarı olarak görülür. Meclisteki sandalye sayısındaki artış “kazanım”dır. Toplumsal muhalefet, yükselen oyları başarı artan sandalye sayısını kazanım olarak görüyorsa bu aldatmacanın kendisine hapsolmuştur, artık kendisine toplumsal demesine de gerek yoktur.
Devletin seçim aldatmacası sanal bir gerçeklik üzerine kuruludur. Bu sanal gerçeklikte kazanım yoktur. Bu aldatmacaya dahil olan herkesin gözüne bir perde iner ve bu körlük içerisinde kazanım elde ettiğini düşünenler yanılırlar. Çünkü bu aldatmacada kazanan ya da kaybeden yoktur. Her zaman aldatmacanın kendisi kazanır. Ekonomik, siyasi ve sosyal baskıya sürekli olarak maruz kalan ezilenler de bir oy atarak bu aldatmacanın içine çekilirler. Atacakları bu oy ile içinde bulundukları ekonomik ve sosyal pozisyonu değiştirebilecekleri yanılgısına itilen ezilenlerde kısmi bir rahatlama amaçlanır. Aldatmacanın kazanımı tam da budur. Ezilenleri ezilen olma durumundan kurtaracak olan aldatmaca içerisinde kime oy verdiği değil bu aldatmacanın dışına çıkmasıdır.
Ancak zaten seçimlere dahil olmanın içerisindeki alt metni de iyi okumak gerek. Seçimlere girmeyi, ehveni şer olarak düşünen mantık, zaten bu aldatmacada dahi yenik başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve sosyal iktidarların konumlarının değişmez olduğunu kabullenen bu zihniyet, kendisini bir kaybediş içerisinde gördüğünden varlığını sürdürebilmek için, uygun bir pozisyonda konumlanmaya çalışır.
Kazanım olarak ortaya koyulan hedefler, iktidarlar arasındaki savaşta “bize ne düşerse” mantığıyla şekillenir. Seçimlerin ve oy vermenin tarihinde olduğu gibi, bu mantık aristokrasiyle savaşa tutuşan burjuvazinin kazanımlarını kendi kazanımları gibi görmüş, böylelikle toplumsal devrimden ezilen kesimleri uzaklaştırabilmiştir.
Siyasi iktidarı ele geçirenler ister askeri darbeler aracılığıyla ister parlamento seçimleriyle olsun, yöneten ve yönetilen ayrımını ortadan kaldırmayı hedeflemediklerinden dolayı, hiçbir koşulda ezilenlerin çıkarlarına uygun hareket etmeyeceklerdir. Bu doğrultuda gerçekleştirilecek dönemsel hamleler, ezilenlerin lehine gibi geçici durumlar yaratsa da siyasal iktidarın -kendinde kötü olan- karakteri buna engeldir.
Seçim kazanımları, sokağı düşürüyor. Çok fazla oy demek, çok fazla insanın sokağa çıkması demek değil. Syriza, Yunanistan’da sağcı ANEL ile hükümet kurduktan sonra beklenti çok büyüktü. IMF ile ekonomik ilişkilerden, Avrupa Birliği’yle siyasal ilişkilere kadar herkes tam bir özgürleşme, rest çekme, bu kapitalist güç odaklarından tamamen kurtuluş bekliyordu. Syriza, son on yılda Yunanistan’daki sokak muhalefetinin, genel grevlerin taleplerinin firesiz uygulayıcısı olarak görüldü.
Ancak gerçek bundan çok uzaktı. Kimse Syriza’nın PASOK’laşacağını düşünmezken, önce IMF ve AB ile ilişkiler, “karşıyız ama bir de siyasal gerçekler var” ilkesiyle baştan konuşulmaya başlandı. Öte yandan, Rusya gibi “antikapitalist” devletlerle “kapitalist olmayan” ticaret ve enerji görüşmeleri yapıldı.
İç siyasette herkes, Yunanistan’daki ekonomik krize bir çözüm noktasında Syriza’ya bu kadar bel bağlamışken, Syriza hükümeti de “elinden gelenin en iyisini” yaptığını iddia ediyor. Yunanistan’da sokak muhalefeti Syriza ile beraber farklı bir biçim kazanıyor. Syriza ve parlamenter çözümden medet umanlar, Syriza’ya şimdiden zaman tanımak gerekliliğini vurgulamaya başladı bile.
Ancak bu zaman tanıma sürecinin sınırılarının ne olacağını tahmin etmek çok zor değil. Syriza, Yunanistan’da sokak hareketleriyle, doğrudan eylemlerle, özyönetim ve özörgütlenme pratikleriyle toplumsal devrime odaklanılan bir ortamda, dolaylı ya da doğrudan bir hedef yanıltma rolü üstleniyor. Syriza hükümet olmadan önce sokaklardaki hareketliliğin parçası olan kesimler, Syriza’nın çıkaracağı yasalara, ekonomi ve siyasi politikalarına bel bağlamış durumda.
Tıpkı 1968 yılında Fransa’da oluşan sokak hareketlerinin ve Taksim-Gezi Direnişi’nde yükselen toplumsal muhalefetin, seçim aldatmacasına kanalize edilmek istenmesi gibi.
Son üç yılda AKP, devletin tüm mekanizmalarından aynı anda yararlanma stratejisine yönelik yürüttüğü siyaseti başarıyla sürdürüyor. Ekonomik ve siyasi çıkarları için bu mekanizmaları istediği gibi kullanan AKP’nin başarısı tabi ki biz ezilenlerin aleyhine olacaktır. Aynı zamanda da bu başarı AKP’nin, şiddet tekeli olan devletin tüm mekanizmalarını kullanarak ekonomik, siyasi ve sosyal sömürüyü daha fazla arttırmasını sağlayacaktır.
AKP diğer yandan yeni ve mutlak bir hiyerarşi de tanımlamaktadır. Bu hiyerarşinin en tepesinde bulunan Tayyip Erdoğan, zaten fiili olarak işlettiği başkanlığını kılıfına uygun hale getirmeye çalışmaktadır.
Genel seçim, ya da başka seçimlerin Tayyip Erdoğan’ın mevcut konumunu sarsmayacağı aşikar.
Aslında bu genel seçimlerin de Tayyip Erdoğan’ın siyasetler hiyerarşisindeki konumunu değiştirmeyeceği açıktır. Çünkü yasal dayanağı olsun/olmasın ya da nasılsa sonrasında bu dayanak oluşturulur mantığıyla hareket eden Tayyip Erdoğan’ın pozisyonunu, yasama yürütme erkini seçecek bir seçimin de, yargı erkini seçecek seçimlerin de değiştirmeyeceği aşikardır.
Ekonomiden iç ve dış siyasete birçok alanda hükümet üstü davranarak müdahil olan Tayyip Erdoğan bu pozisyonunu, sağlamlaştırarak bu davranışını sürdürümeye devam ediyor.
Tayyİp Erdoğan “Seçİlmİş Cumhurbaşkanı”
İktidar kurumlarının ısrarlıca vurguladığı bir durum önemlidir. Bu da seçilmiş cumhurbaşkanı olma meselesidir. Seçilmişlik üzerinden kendini meşrulaştıran Tayyip Erdoğan’ın devlet kurumları arasındaki pozisyonu önemli bir yerde durmaktadır.
Tayyip Erdoğan’ın seçilmiş cumhurbaşkanı olduğu vurgusu, devletin sözcüleri tarafından her fırsatta dile getirilerek milli irade vurgusu yapılmakta; iktidarda olanın halkın istediği kişi olduğu iddiasıyla bir mantık kurulmaya çalışılmaktadır. Bu mantığın medya aracılığıyla toplum içerisinde yer ettiği doğrudur.
Ancak seçilmişlik hikayesi parlamenter demokrasinin en belirgin hilelerinden biridir. Seçimlerle “seçilmiş” olma durumunun iktidar yapılanmasına nasıl yardım ettiğini, cumhurbaşkanlarının sözcülerinden her fırsatta duymuyor muyuz? Seçimin yarattığı “meşruiyet”in nelere yol açtığını görmek açısından bu durumu iyi irdelemek gerekiyor.
İradenin Teslimi, Özgürlüğün Yitirilmesi
Anarşizmin üzerinde en fazla durduğu kavramlardan biri de özgürlüktür. Toplumsal adaletsizliğin özünü özgürlüğün yitimine koyan anarşizm, tahayyülünü kurduğu yaşamda en büyük değer olarak özgürlük üzerinden bu tahayyülü somutlaştırmaya çalışır.
Kapitalist ve devletli sistem içerisinde yaşam, tamamıyla bireyin iradesinin teslimine dayanır. Hep daha iyi bilen, daha iyi yapan, daha iyi yönetenler tarafından belirli özgürlükleri ellerinden alınmış bireylere, bu durum normalmiş gibi gösterilir. Bu durumu normalleştirmeye çalışan, bireyin yerine karar verebilme ve bu yetiden güç alarak uygulatabilme iktidarına sahip yönetenlerdir.
Düşündüğünü gerçekleştirebilme durumu, bireyin özgürlüğü ile doğrudan ilintilidir. İrade tesliminde, özgürlük için zorunlu olarak birarada olması gereken bu iki durum, yani düşünme ve düşündüğünü gerçekleştirme birbirinden ayrıştırılır. Düşünme işi, bir başkasına ya da başkalarına bırakılır.
Bu düşünme sürecinin siyasi süreçle ilişkisi, toplumsal organizasyonun nasıl şekilleneceğine ilişkin akıl yürütmeyi kimin yapacağı ile ilgilidir. Temsili sistemde bu akıl yürütme işi, bir coğrafyada yaşayan halkın yerine bir takım uzmanlar yani siyasetçiler aracılığıyla yapılır. Bu toplumsal organizasyonda kolaylık yaratan bir durum gibi gözükse de aslında yaratılan, herkes yerine, herkes için, düşünecek bir azınlığın oluşturulmasıdır.
Parlamento Seçimleri Merkeziyete Yol Açar
Genel seçimler, belli bir coğrafyada yaşayan halkın bir sonraki seçimlere kadar, onların yerine karar alacak, neyin iyi neyin doğru olduğunu söyleyecek, alınan kararlarla hiç de ezilenlerin çıkarına olmayan durumlara yol açacak bir sisteme dayanır.
Seçim sistemi devletin hegemonyasını sürdürdüğü alanda yaşayan halkın, belirli bir süre boyunca yöneticilerini seçmesine dayanır. Gelecek seçimler açısından düşünürsek 80 milyon insanın beş yıllık tasarrufunu hazırlayacak 550 kişilik bir gruptan bahsediyoruz. Hele bu azınlık grubun geleceğinin belirlenmesi yasalar tarafından güvence altına alınmışken… Devletin hegemonya sınırları dahilindeki herkesin ve her şeyin bu azınlık grubu tarafından belirleniyor oluşu merkeziyetçiliğin belirtisidir.
814.578 kilometre karelik bir alanda kimin neye nasıl ihtiyacının olduğunu, bu ihtiyacının nasıl karşılanacağının belirlenmesinin yetkisi de bu azınlık grubunun kararıdır. Hükümet programlarının ve yasa koyucular tarafından ortaya atılan önerilerin dikkatlice incelenebilmesi için gerekli bilgi ve zaman hiçbir zaman halka verilmez. Benzer şekilde bütün devletlerdeki toplumsal düzenlemeler ve planlamalar bu şekilde yapılır. Bu merkezlerden çıkan mutlak kararlarla tüm siyasi ve idari işleyiş sürdürülür. Ya da sürdürülemez.
Aslında çoğu kez sürdürülemez. Çünkü yerele özgü çözümler, merkezi karar mekanizmalarından çıkarılamaz. Merkezin siyasi, ekonomik ya da toplumsal çıkarlarından bağımsız kararlar alınamayacağından, işleyiş de buna göre planlanacaktır. Bu teknik çıkmaz, bugün ulus devleti, yerel yönetimlere daha fazla sorumluluk vererek çözümler bulmaya yöneltmektedir. Devlet varoluşsal olarak merkezi bir yapılanma olduğundan, bu teknik çıkmazın üstesinden gelemez.
Seçime Girmek İktidarı Olumlamaktır
Atılan her oy, boş oylar da dahil olmak üzere, sistemin olumlanması anlamına gelir. Hemfikir olmadığımız bir siyasi pratiğe zorlanarak, bizim irademizi teslim alacak olanları seçmenin bir mantığı yoktur. Bu mantıkla düşünecek olursak oy kullanmak, her zaman daha iyi çobanların olabileceğine inanmaktır.
Şimdiki hükümet nasıl kendi çıkarları doğrultusunda davranıyorsa, bu davranışın boyutlarını yasalarla güvence altına alıyorsa, yetkiyi fütursuzca kullanıyorsa seçimlerle ve atılan her oyla bu potansiyel başka bir çıkar grubunun ellerine teslim edilir. Yani seçimlere katılmak ve oy kullanmak kime oy verdiğinden bağımsız olarak bu işleyişin sürdürülmesini sağlar. Çünkü parlamenter siyasetin doğası gereği, bu durum kişiye ya da gruba özel değişiklik göstermez. Kim daha fazla otoriteye sahipse ya da kim daha çok bu otoriteyi isterse ona hizmet eder.
Doğrudan demokrasi salt bir örgütlülüğün işleyiş tarzı olarak algılanmamalı, aynı zamanda bireyin yaşama biçimi olarak da ele alınmalıdır. Ezen (yöneten), ezilen (yönetilen) ayrımının olmadığı bir yaşamı ve ilişki biçimini yaratmak, şimdiden böylesi bir yaşamı kurmak ve böylesi ilişkileri gerçekleştirmekle mümkündür. Toplumu yönetenlerin, hükümetin daha ötesinde devletin, biz yönetilenler üzerinde aldığı kararları uygulaması ve temsili demokrasi çerçevesinde bizi bu yönetime müdahil oluyormuşuz gibi göstermesi bir demokrasi aldatmacasıdır.
Bu koşullarda doğrudan demokrasi kendini bize zorunlu olarak dayatmaktadır. Yaşamları boyunca toplumsal kararlarda edilgen olan birey, doğrudan demokrasiyle toplumsal kararlarda etken hale gelir. Doğrudan demokrasi, merkeziyetçi olmayan, karar almada herkesin dahil olabileceği ve sonsuz söz hakkına sahip olduğu ikna ilkesini benimseyerek işleyişini sürdüren bir yöntemdir. Doğrudan demokrasi, yönetenlerin temsili demokrasisinin, parlamentonun, politikacıların, seçimlerin ve oy pusulalarının oluşturduğu merkeziyetçi, bireyi edilginleştiren ve bütünüyle iradenin teslimiyetine dayanan aldatmaca karşısında bireyin etkenleştiği kendi iradesini teslim aldığı bir yöntemdir. Böylelikle yöneten ve yönetilen arasındaki muğlaklık kendini netleştirir. Yani temsili demokraside bireyin yönetime katıldığı aldatmacası doğrudan demokrasiyle bireyin yönetimde etken bir özneye dönüşmesiyle açıklanabilir.
Paylaşma ve dayanışmayla dolu özgür ilişkilerin doğrudan demokrasi ile işleyen karar alma süreçlerinin sonsuzluğuna kazanım derken, böylesi önemli bir deneyimi yine temsili demokrasinin muğlaklığına geri çekerek sandıktan birinci parti çıkmaya indirgemek, böylesi bir özgürlüğü hiçleştirmekten başka bir şey değildir.
Bu hiçleştirmenin karşısında yakın zamanda ezilenlerin katılımıyla deneyimlediğimiz Taksim-Gezi İsyanı ve yaşamakta olduğumuz Rojava Devrimi vardır. Bu deneyimlerle birlikte herhangi bir rejimin sonlandırılması herhangi bir hükümetin istifası ile gerçekleşmedi. Ezilenlerin katılımıyla ve kendi irademizle gerçekleşen bu deneyimler karşısında şimdi tekrar irademizi temsili demokrasinin sandığına mı sıkıştıracağız? Paylaşma ve dayanışmanın gücüyle kendi yaşamımız adına karar alabilmenin çabasını sarf etmişken kazanılmış bu günlerden sonra yine biz ezilenler adına kararlar alacak, biz ezilenler adına bu kararları uygulayacak en kötü rejimden, en kötü hükümetten daha az kötüsü yeni bir rejimin ve hükümetin sadece bir oyuna mı indirgeneceğiz! Bu devrim ve isyan süreçlerini görmezden gelerek gücüne güç katmak isteyen ya da bu süreçleri bir iktidar değiş tokuşu nasiplenmesi olarak gören partiler şunu bilmelidirler ki, başlangıcından bugününe sürmekte olan şeyi anlamamışlardır!
Taksim-Gezi İsyanı ve Rojava Devrimi sırasında alışkın olmadığımız yeni bir anlayış örgütlendi. Direniş ve isyan süreci özellikle yaşan siyasi baskıya rağmen sokaklara çıkan, slogan atan ve karşı koymanın coşkusuyla direnen insanlar yarattı. Ancak yaşanan tüm bu süreçlerden sonra yenilenen bu yaşamlar nasıl bir yaşamsal ve siyasi mücadele sürdürecekler, bu sorunun cevabı çok önemliydi. Çünkü gelecek günlerde seçimlerle birlikte göreceğiz ki tüm bu süreçlerin ezilenler açısından en önemli kazanımlarından birisi olan doğrudan demokrasiyi anlayamayan zihniyet, hep bildiği ve uyguladığı yönteme yeniden dönecektir. Devrimin ve isyanın mücadelesini verenler, yaşamdaki çatlakları derinleştirirken; bunu anlayamayan zihniyetse STK’larına gönüllü, partilerine üye, sandıklarına seçmen aramanın peşine düştüler düşecekler. Unutmayalım bu süreçlerin ezilenlere yaşattığı gerçek şudur: Biri ya da birileri bizim adımıza karar vermeden, şimdi, şu anda her şeyi değiştirebilecek gücümüzün olduğu.
Devrimci anarşistler parlamenter demokrasinin seçim sistemini, toplumsal adaletsizliklerin çözümü olarak görmez, çünkü;
-Toplumsal devrimle hedeflenen, bütünüyle gönüllü örgütlenmelerden oluşan devletsiz bir toplumdur. Yani zora dayalı olmayan ve otoritenin olmadığı bir öz-örgütlülüktür.
-Bireysel iradenin temsilciler aracılığıyla teslimiyetine dayanan temsili demokrasi başta olmak üzere, anarşizm demokrasinin birçok biçimini reddeder.
-Temsilcilerin belirlenmesi, bireysel inisiyatifin denetlenmesinin imkansız olduğu bir üst organa devredilmesi anlamına gelir. Bu fiilen bireyin özgürlüğünün yadsınmasıdır.
-Oy hakkı, siyasal ve ekonomik eşitliğe ulaşmak için kullanılamaz. Çünkü bu burjuvazinin diktatörlüğünü destekleyen bir araç olarak kalmaya mahkumdur.
-Seçimler sınırlı bir özgürlük alanıdır ve reformlarla, iktidarların verdiği küçük tavizlerle sınırlıdır.
-Mevcut siyasal hukuksal düzeni içselleştiren, “demokratik haklar” talep ederek radikal taleplerle başkaldırma potansiyelini yitiren muhalefet, sorunlarını uzlaşma yoluyla çözme arayışındadır.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız pratikler ezilenlerin 1930’lu yıllarda, İberya’da CNT-FAI’nin(Ulusal Emek Konfederasyonu-İberya Anarşist Federasyonu) öz-örgütlülüğü ile Katalonya ve Aragon başta olmak üzere, İberya genelinde; Mahnovistlerin Ukrayna’nın Golya-Polye bölgesinde Özgür Topraklar deneyiminde, Güney Amerika’da örgütlenen Zapatist köylülerin, doğrudan demokrasi ve özyönetim örneklerinde olduğu gibi yüzümüzü döndüğümüz, yaratmaya çalıştığımız doğrudan demokrasi deneyimleridir.
Bugün Kürdistan coğrafyasında gerçekleşmekte olan Rojava Devrimi ile oluşturulmak istenen deneyim yukarıdaki anarşist deneyimlerle benzerlikler taşımaktadır. Rojava’da bu süreç halkın doğrudan karar alma süreçlerine dahil olduğu, bölgede ekonomik, siyasi çıkarı bulunan devletlere, şirketlere ve iktidar odaklarına karşı girişilmiş büyük özyönetim deneyimidir.
Devrimci anarşistlerin, devrimci siyasal süreçlerden kastı, bu deneyimlerdir. Bu deneyimlerin hiçbirisinde devletin temsiliyet kurumları yoktur. Halkın doğrudan katılımı vardır ve yine halk alınacak tüm kararların uygulayıcısıdır. Doğrudan demokrasi ve öz-yönetimin uygulandığı bütün bu deneyimler, “yönetici” sınıfın ortaya çıkmasını engellemek amacıyla oluşturulur.
Seçim ismi verilen siyasal sürecin, toplumun siyasi, sosyal ve ekonomik ihtiyaçları için organize edildiği iddiasının gerçek olup olmadığının anlaşılmasında, bu gerçekliğin içindeki siyasal öznelerin kim ya da kimler oldukları ve bu siyasal öznelerin faaliyetlerinde neyi nasıl yaptıklarının anlaşılması önemlidir.
Parlamenter sistem, kendini seçmene göre ayarlayamaz. Günümüz kapitalist sistemi gibi parlamenter sistem de, ihtiyaçların azaldığı bir seyirde değil, tam tersine ihtiyaçların çoğaldığı bir seyirde meşrulaşır. Yani seçmenin ihtiyaçlarına göre değil, seçmen adına sonsuz bir ihtiyaç belirleme yöntemi izleyerek meşrulaşır.
Parlamenter demokrasiye inananlar, biz devrimci anarşistler oy kullanmadığımızda ve “oy kullanmayın” dediğimizde, bireyi önemsizleştirdiğimizi ve edilgenleştirdiğimizi söyleyerek, bizi siyasal etkisizlikle eleştirebilirler. Daha da ötesinde kandırmaca kampanyalarını, çalınan-yakılan oyları, tüm entrikaları anlattığımızda bizi siyasetsizliğin aşırı şüpheciliğiyle suçlarlar. Biz ise aslında herkes tarafından görülen ama her seçim dönemi görülmüyormuş gibi davranılan gerçekleri söylemeyi sürdürürüz.
Devrimci anarşistlerin yaratmaya çalıştığı siyasal gerçeklikle, devletin ve kapitalizmin siyasal gerçekliği zıttır. Dolayısıyla, devrimci anarşistlerin seçimlere katılmaması siyasetsizlik değil, ilkesel bir tavırdır. Oy verip/vermemeyi siyaset karşıtlığına indirgemek parlamenter demokrasiyi olumlayarak devletin kendi adaletsizliklerini gizlemeye yarayan bir yöntemdir.
Örneğin vereceği bir oy ile patronuyla kendini eşitleyen bir işçinin bu geçici politikleşmede kendi geleceğine dair iradi bir eylem içinde olduğunu zannetmesi, kapitalizmin adaletsizliklerinin olağan algılamasıyla sonuçlanabilir. Her yeni seçim döneminde değişen, adaletsizlikler değil; sadece seçilenler olacaktır ve bu hep böyle tekerrür etmiştir, edecektir.
Siyasal olanla yaşamsal olanın ayrıştırılması, devletin ve kapitalizmin istediği bir ayrıştırmadır. Ezilenler bu ayrışma nedeniyle gündelik yaşamın içerisinde karşı karşıya kalınan adaletsizlikleri siyasi bir tavırla karşılamaktan yoksun kalıyor. Çünkü temsili demokraside siyasal olan seçim süreçlerinde herhangi bir partiye oy atmaktır.
Devrimci anarşistler için yaşamsal olan siyasal, siyasal olan yaşamsaldır. Birey, içerisinde bulunduğu topluluğun kendisidir. Alınacak ve uygulanacak kararlarda edilgen değil doğrudan etkendir. Pasif siyasal bir özne değil, aktif siyasal bir öznedir.
Anarşizmin tarihine bakacak olursak birbirinden değerli birçok deneyimde de böyle olmuştur. Anarşistler, siyasal alanda doğrudan demokrasinin işletildiği karar alma süreçlerini, kimi zaman mahalle ya da halk meclisleri, kimi zaman da kooperatifler ve sendikalar içinde deneyimlemiştir. Aynı zamanda yaşamsal olanı da yine bu deneyimlerin içine yedirerek gerçek kılmışlardır. Örneğin CNT sadece siyasal alanda mücadele eden bir sendika değil, üyesi olan işçinin yaşamsal dönüşümüne dair pratikleri olan bir örgütlenmedir. Devrimci anarşistler bugüne değin toplumsal ihtiyaçlar ile alakalı, öz-örgütlülüğe dayalı sosyal, ekonomik ve siyasal birliktelikleri savunmuşlardır.
Seçim çalışmalarına yönelik doğrudan ithamlar (bunlar hırsızdır, bunlar yalancıdır…) basit eleştirilerdir. Gerçek nedenlere odaklanmalıyız. Çünkü bu basit eleştiriler, eleştirinin muhatabını parlamenter sistem olmaktan çıkararak kendisini, siyaset yapanla özdeşleştirmek gibi bir hataya dayandırır. Kaldı ki bu tarz eleştiriler parlamentoda siyaset yapanların işidir.
Seçim süreçlerinde oy kullanmama çağrımızın nedenlerinden biri, devlete karşı mücadele çağrısı yapmaktır. Bu ilkesel olarak devlete karşı olmamızla ilintilidir. Diğer yandan oy kullanmama çağrımızın başka nedenlerinden biri de kapitalizme karşı mücadele çağrısı yapmaktır. Bu da ilkesel olarak kapitalizme karşı olmamızla ilintilidir.
Seçimler, bizi somut olandan uzaklaştırır. Biz ezilenleri belirli bir sürece hapseder. Bu sürecin kendisi tamamıyla bir illüzyondur. Bu illüzyonu layığıyla yerine getiren parlamenter demokrasi, onun uygulayıcıları devletin ve kapitalizmin içindeki çözümlemeleri halkın talepleriymişçesine uygular ve dillendirirler. Ekonomik ve sosyal sömürüyü bu talepler çerçevesinde farklı söylemlerle meşrulaştırırlar. Seçim dönemi boyunca verilmiş tüm bu vaatler bir süreliğine yaratılan bu illüzyonda bir çözüm olarak sunulur. Halbuki devletin ve kapitalizmin seçim dönemleri dışındaki adaletsizlikleri, bu kısa süreli illüzyonda görünmez kılınır. Kapitalizme ve devlete karşı verilen mücadelenin bütünlüklü verilmesi gerektiğini düşünen biz devrimci anarşistler, bu yüzdendir ki ilkesel olarak seçimlere katılmayız ve oy kullanmayız.
Biz devrimin genel seçimlerle geleceğini düşünmüyoruz. Devrime giden yolda seçimleri, “ilerici” ya da “demokratik” bir aşama diye de nitelendirmiyoruz. Devrimden anladığımız, bütünlüklü bir mücadele ile yaratılacak olan toplumsal devrimdir. Yoksa meclistekilerin bir kısmının değişmesi ya da meclisteki hangi koltukta kimin oturacağını belirlemek değildir.
Farklı düşüncelerle anayasayı değiştireceğini ve devletin yapısını düzelteceğini vaat ederek başa gelenlerin bugünkü durumunu düşünelim. Bütün bu koşullarda meclise girip de yasalarla işi düzelteceğini söyleyen muhalefete de hatırlatalım: Siyaset üstü statü, hukuk üstü uygulamalar, askeri ve idari bürokrasi ve tüm benzeri uygulamalar her ne olursa olsun hiçbir iktidar adayının değiştirebileceği bir durum değildir. Çünkü parlamenter siyaset koltuğu kapan her iktidar için bu uygulamaları bir gereksinim olarak dayatır.
Bu değişmez iktidar yapılanmasıyla mücadele, yukarıdan aşağı inen yasalarla değil gücünü ezilenlerden alan toplumsal devrimle olur. Yüzümüzü dönmemiz gereken yer meclis değil ezilenlerin yaşam alanlarıdır. Ezilenlerin örgütlenmesinde de bu anlayış yıkılmadığı sürece yerine konabilecek yeni bir deneyimin üretilmesi mümkün değildir. Yaşadığımız coğrafyada toplumsal devrim iddiasındaki öz-örgütlülüklerin bu düşünceyle yakın ve uzak dönem stratejilerini belirleyip, buna uygun pratikler oluşturması gerekir. Biz devrimci anarşistlerin iddiası budur.
Yerel seçimler sürecinde vurguladığımız gibi, otuz seneyi aşkın bir süredir Kürt halkının özgürlük mücadelesindeki öznenin kim olduğu gerçeğini tekrar ve tekrar hatırlamak gerekir. Hatta Rojava Devrimi süreciyle bir kez daha düşünmek gerekir. Bu siyasal özne, halkın haklı mücadelesidir.
HDP’nin şu an içinde bulunduğu düzlemin arka planını iyi okumalıyız. Kürt halkının haklı mücadelesinde halkın öz örgütlülüğünün etkisi aşikardır. Otuz senelik savaş sürecinde verilen azimli mücadele ve bu mücadelede yaşanan kayıplar, bugünkü toplumsal mücadelenin meşruluğunun kaynağıdır. HDP’nin siyasal meşruluğu, başarılı siyasetçilerinin stratejilerine değil, Kürt Özgürlük Hareketinin tüm coğrafyaya yayılan toplumsal etkisine ve bu meşruluğun ardındaki halkın öz-örgütüne dayanır. Yine bu siyasal meşruluk parlamentoya değil, “terörist” yaftalamalarına rağmen sürdürülen mücadeleye dayanır.
Bugün HDP’nin “ilerici” ya da “demokratik” diye ifade edilen konumun ardında, devlet manipülasyonlarıyla inkar ve imha edilen, katliamlarla yok edilen bir halkın somut mücadelesi vardır. Seçim sonuçlarında oluşacak bir sihirbazlığın karşısında ilk dikilecek olanlar da, dünden bugüne bu şiddet mekanizmasına karşı mücadele eden halkın örgütü olacaktır. O halde kabul etmek gerekir ki; seçim siyasetinin ötesinde ve onun öncülü olan bir siyasal gerçeklik vardır. Bu siyasal gerçeklik, devrimci siyasetin gerçekliğidir. Bu siyasal gerçeklik kendi siyasal alanlarını oluşturur ve bu siyasal alan içerisinde kendini gerçekleştirir; devletin siyaset alanlarında değil.
Bizim kabul ettiğimiz bu siyasal gerçekliğe karşın, devlet mekanizması ve farklı ekonomik ve toplumsal çıkar grupları, kendi gündemleri doğrultusunda sürekli bir “sivilleşme” vurgusu yapmakta, tek muhatap olarak HDP’yi işaret etmektedir. İktidar kendi siyasi gerçekliği içerisinde hareket eden, hareketleri bu siyasal alan çerçevesinde sınırlı olacak bir muhalefet istemekte ve bunu demokrasinin şartı olarak göstermektedir. Üstelik “demokrasi için” öne sürülen bu şartlar, devletin saldırılarının ve katliamlarının sürdüğü bir ortamda dillendirilmektedir. Bu, devletin korkusunun devam ettiğini gösteriyor. Devletin korkusu, kendi siyaset alanının dışında hareket eden ve bu nedenle kontrol edemeyeceği bir toplumsal hareketin varlığına dayanıyor.
Devrimci anarşistlerin seçim süreçlerindeki ilkesel ve pratik tutumları, bu siyaset alanının dışına çıkmakla ilgilidir. Bizler -devrimci bir siyaset tarzını savunan her toplumsal muhalefetin yaptığı gibi- kendi siyasal alanlarımızı ve süreçlerimizi kendimiz yaratırız.
Anarşizmin tarihi boyunca halkların özgürlük mücadelelerindeki rolü, halkların öz-yönetimiyle oluşturduğu öz-örgütlülüklerle kurduğu dayanışma ilişkisinde belirginleşmiştir. Biz devrimci anarşistlerin de, her alanda yan yana olduğumuz Kürt halkı ve halkın öz örgütüyle kurduğumuz dayanışma ilişkisi ortadayken, HDP’ye oy vermek ya da oy vermemek ikilemi üzerinden yapılacak bir değerlendirmenin anlamı yoktur. HDP’ye Oy verme-oy vermeme ikiliği üzerinden şekillenen tartışmaların altı boştur.
İçinde olduğumuz seçim sürecinde, meseleyi sadece oy vermeye indirgeyenler, tam da iktidarların siyaset diliyle konuşmakta ve anarşizmin ideolojisinden habersizce tartışmaktadır. Anarşizmin seçimlere dair ortaya koyduğu; iradenin teslimi, özgürlüğün yitirilmesi, merkeziyet, iktidarı olumlamak, otorite, toplumsal muhalefetin alanının daraltılması ve siyasetin seçime indirgenmesi gibi eleştiriler önemsenmeden; yine anarşizmin orta koyduğu “doğrudan demokrasi” ilkesi ve yakın zamanda Rojava’daki devrim gibi toplumsal hareketliliklerin seçimlerle ilgisizliği göz ardı edilerek anarşistlere yöneltilen eleştirilerin de altı boştur.
Gerçekçi konuşalım, parlamenter demokrasi daha önce de vurgulandığı üzere “iyi devlet”i hedefler. Anarşizmse iyi devleti değil, devletsizliği hedefler. HDP’yi oluşturan muhalif kesimlerin içerisinde “devlet” mekanizmasının kendisiyle sıkıntısı olmayan kesimlerin “iyi devlet” hedefleri olabilir, hatta bu “iyi devlet”i seçimler yoluyla kendilerinin kuracağını savunanlar da olabilir. Bu kesimlerin siyasal perspektifleri ve stratejilerinin, biz anarşistlerin perspektifi ve stratejisiyle benzeşmeyeceği aşikardır. Bu aynı zamanda ideolojik bir ayrımdır.
HDP’nin şimdiki konumundaki bir gerçeklikten bahsetmek zorunludur. Muhalefet, uzun süredir parlamento başarısı görmediğinden bir “kazanım”a odaklanmış durumda ve bu noktada HDP’nin barajı aşması, kazanım olarak görülüyor. Bu “kazanılabilir kazanıma” odaklanmak “gerçekçi” olma gerekliliğiyle savunuluyor. Ancak gözardı edilmemesi gerekir ki, “kazanılabilir kazanıma” odaklanmış bir toplumsal muhalefet, devletin müsaade ettiği alanda top koşturmaya mahkumdur. Toplumsal muhalefetin buraya sürüklenmesi demek; “gerçekçi olmayan” Taksim-Gezi İsyanı’nı ıskalamak, “gerçekçi olmayan” genel grevler yerine iş mahkemelerinde “sınıf mücadelesi” yürütmek, 1 Mayıs’ı devletin bahşettiği alanlarda “kutlamak” demektir. Bizler biliyoruz ki, devletin hukuku adaletsizliğin kurallar haline getirilmiş biçimidir. Bu adaletsizlik mekanizmasının kazanılabilir kıldığıyla yetinmek ve onun hukuk kuralları içerisinde hareket etmek bize bir şey kazandırmaz. Zira, kazanılabilir olan ezilenlerin lehine olsaydı, devlet onu kazanılabilir kılmazdı.
Ezilenlere kazandıracak tek siyaset, meşruluğunu haklılığından alan sokak siyasetidir. Sokak siyasetinin, sokağın meclise siyasetçi göndermesi demek olmadığını söylemeye gerek yok sanırız. Halkın kendi öz örgütlenmeleriyle oluşturduğu siyaseti yaratmasıdır sokak siyaseti. Meşruluğunu sokaklardan; ezilenlerin yaşam alanlarından alan muhalefetin temsiliyet tuzağına düşmemesi önemlidir. Toplumsal muhalefet açısından gerçek kazanım, sandıkta alınan oy sayısıyla ölçülmemelidir. Yunanistan’daki muhalefetin “seçim başarısı” tam da bu gerçeği göstermektedir. Syriza, temsiliyet tuzağına yukarıda da belirttiğimiz gibi düşmüş ve tam da kazandığını sandığı yerde kaybetmiştir. HDP’nin barajı aşmasını kazanım ölçütü alan muhalefet kaçınılmaz olarak Syriza’yla aynı yanılgıya düşecektir.
Bütün bunlar biz devrimci anarşistlerin parlamenter demokrasinin yarattığı durumdansa mevcut hükümetin baskısını ve iktidarını pekiştirdiği bir dikta rejimini tercih ettiğimiz anlamına gelmez. Bizim vurgulamaya çalıştığımız şudur; ekonomik ve siyasi adaletsizlikler üzerinden yükselen bir işleyişte parlamenter demokrasi ve seçimler, ezilenler için bir aldatmaca ve tuzaktan başka bir şey değildir. Demokrasi ve adalet örtüsü altındaki bu sistem, siyasi ve ekonomik iktidar konumunda bulunanların, yani ezenlerin, ezilenler üzerinde kurduğu hegemonyanın, ezilenlerin özgürlüğünü yok etmek için kalıcılaşmasından başka bir şey değildir. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, ekonomik ve siyasi adaletsizliği ortadan kaldırmak için ezilenler tarafından kullanılabileceğini reddediyoruz. Parlamenter demokrasi ve seçimlerin, her koşulda halka düşman olan ekonomik ve siyasi iktidarların açık ya da gizli diktatörlüğünü, fiili olarak destekleyen bir araç olacağını düşünüyoruz.
DEVRİMCİ ANARŞİST FAALİYET
DEVRiMCİ ANARŞiST FAALiYET’in 7 Haziran Genel Seçimlerine ilişkin hazırladığı metin.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post 7 Haziran Genel Seçimlerine İlişkin DAF’ın Bildirisi :Demokrasi ve Meşruluk appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Seçme Beğenme Alma” – Güven Salgun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir gün susuz kalmayı mı tercih ederdiniz iki gün aç mı?
Bir dostunuzla bir daha ömür boyu görüşmeyecek olsanız kimi seçerdiniz?
Anneniz mi hastalansın yoksa babanız mı?
Asılarak mı idam edilmek isterdiniz yoksa elektrikli sandalyede mi?
Cevap vermek güç, öyle değil mi? Bir seçim yapmak zorunda olduğunuzu size kimse söylemedi ancak seçenekleri görür görmez “acaba hangisini seçsem” diye düşünmeye başladınız. En sonunda da “Hiçbirini istemiyorum!” dediniz. Peki ya seçeneklerden biri daha tercih edilebilir görünseydi, doğru cevabı seçenekler dışında aramak aklınıza gelir miydi?
Geçtiğimiz ay meclisteki muhalif partilerden CHP ve MHP, insanların beğenmese de seçmeleri için ortak bir “çatı adayı” belirledi. Adaydan hoşnut olmayan, hatta adaya oldukça tepkili olanların pek çoğu önüne başka seçenek konulmadığı için oyunu çatı adaya kullanacak. “Beğenmesen de birini seç işte!” sloganı kulağa o kadar hoş gelmediği için “Tatava yapma, bas geç!” sloganı üzerinden yapılan propaganda yakın zamanda gerçekleşen yerel seçimlerde çok tutmuştu ve sözde seçmenler, sözde seçimlerini yapmak üzere mutlu mesut sandığa koşmuşlardı. Ancak aradan kısa bir zaman geçip de kendilerinden aynı şey istendiğinde, yaptıkları seçimlerin kendilerini ne kadar ifade ettiğini, geleceklerini belirleme inisiyatifinin gerçekten de kendilerinde olup olmadığını sorgulamaya başladılar.
Kapitalist sistemin reklam ve pazarlama anlayışı, açıkça ortada ki, ürün tanıtmak veya tercih edilebilir olmaya çalışmaktan ziyade çeşitli ikna ve manipülasyon tekniklerinden yararlanarak müşterinin tercihini belirlemek. Bu gizli kapaklı yapılan bir iş de değil; bu teknikler satış teknikleri veya sosyal mühendislik adı altında satışçılara ve pazarlamacılara öğretilmekte. Bu satış tekniklerinin bir tanesi seçimlerle doğrudan alakalı – ismi ise “acaba değil hangi” tekniği. Literatürde geçen tanımıyla bu tekniğe göre “bireye herhangi bir ürüne gereksinim duyup duymadığı ya da herhangi bir konu hakkında seçim yapmak isteyip istemediği sorulmadan, doğrudan seçenekler sunulur ve bir anlamda emrivaki yapılarak içlerinden birini seçmesi beklenir.” Size gösterilen kırmızı elbisenin mi yoksa mavisinin mi size daha çok yakışacağını düşünmeye başladığınızda, elbiseye ihtiyacınız olup olmadığı sorusu giderek daha az aklınızı kurcalayacaktır.
İnsanın doğuştan sahip olduğu (bu değiştirilemeyeceği anlamına gelmiyor) düşünme biçimine göre, elindeki seçeneklerden en iyisini seçmeye odaklanan kişi kendisine dayatılan seçeneklerin arasında olmayan bir alternatifi düşünmekte zorlanıyor. Bu düşünme biçimi hayatın her aşamasında bireye dayatılan seçeneklerle pekiştiriliyor. Bireyden beklenen “aşağıdaki seçeneklerden doğru olanı” işaretlemek. Ömrü boyunca bütün düşünsel aktivitesini bu yönde yoğunlaştıran birey, farklı düşünebilme alışkanlığı edinmekten yoksun bırakılıyor. Bunun bir sonucu olarak da bütün derdi seçimlerde hangi adayı seçeceği haline geliyor.
Siyaset rüzgârı ne yönden eserse essin, yönetmeye ve yönetilmeye dayanan bir sistemde “aşağıdaki seçeneklerden” hiç birisi doğru değildir. Sizi kimin yöneteceğine dair seçenekler gözünüze sokulup SEÇ! emrini aldığınızda, cevabını aramanız gereken soru “Beni en iyi yönetecek kişi kim?” değildir. Ömrünüz boyunca aklınıza bile gelmemesi için uğraşılsa da, kendinize asıl sormanız gereken soru “Beni birinin yönetmesini istiyor muyum?”dur.
Güven Salgun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Seçme Beğenme Alma” – Güven Salgun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “İşte Şimdi Sahne Sizin” Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Örtünen Değil, Örtülen Kadın
Günümüze kadar cumhuriyetin modern kadın kimliği ile ilişkili olarak örtünme, ideolojik bir temelde sorgulanmıştır. Cumhuriyetin gelişiyle topluma dayatılan “modernlik”, kadınlar için yeni bir kimliğin habercisiydi. “Modern” cumhuriyetle kadın başı açık, okur-yazar, seçme ve seçilme hakkına sahip bir kimlikle sınanıyordu. Geleneksel değerlerinden kopartılan toplum, bir de üstüne hiç de tanışık olmadığı Avrupalılar gibi davranmaya zorlanıyordu. Kılık kıyafet değişikliği, sembolik olarak Halifelik misyonunun terk edilişinin bir görüntüsüydü. Ancak bu yeni kimlik sadece biçimseldi ve özde kadının ev hapisliğini değiştirmedi. Genelde ev işçiliğinden çocuk bakıcılığına pozisyonu değişmeyen kadına, ayrıntılarda, yani sembolik olarak, yeni ulusal anlayışın örgütlenmesinde çeşitli pozisyonlar verildi. Bu bazen ulusal anlayışın dikte edildiği eğitim kurumlarında erkeğe yardımcı Fatma Rafet Angın gibi kadın öğretmenler olurken, bazen de erkeklik fabrikası orduda yaşamları için isyan edenlerin üzerine bombalar yağdıran Sabiha Gökçen gibi kadın askerler oldu.
Tek partili dönemden çok partili döneme, değişim vaadiyle yoksullaştırılanlar da yine en çok kadınlar oldu. Seçim zamanları oy uğruna modernizm rüzgarını arkasına alarak “başörtüsünü yobazlıkla” suçlayıp iktidar olanlarla, “başörtüsü değerimizdir” diyerek kaybettikleri iktidarı tekrar kazanmak isteyenlerin nutuklarıyla başörtüsü, erkekler tarafından bir siyaset aracına dönüştürülmüştü.
Meclis ve orduyu elinde tutan Kemalist rejim, yeni kurulan cumhuriyette devletin tüm organlarını kontrol ediyordu. Devlet Kemalist rejimin birebir işlediği bir yapıyken şehir merkezlerinden uzaklaştıkça kenar mahalle ve köylerde muhafazakâr cemaatler Kemalist rejim karşıtlığı yapıyor ve karşı karşıya geliyorlardı. Bu karşılaşmaların en belirgin sloganı ise yine kadının örtüsü oluyordu. Her iki taraf da kadının iradesini hiçe sayarak, kadının iradesi üzerine siyaset yapıyordu.
“Kadının Başındaki Bela: YÖK”
1966-67 yılları… Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde derslere başörtüsüyle girmek isteyen ilk kadın öğrenci Nesibe Bulaycı, yönetmelik gereğince eğitimine devam edebilmek için başörtüsünü çıkarmak zorunda kalır. Aynı fakültenin öğrencisi, aynı zamanda günümüz Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın da halası, Hatice Babacan ise başörtüsünü çıkarmayı reddeder, okuldan atılır ancak yaşananlar hafızalara kazınır. Çünkü bu ilk reddedişle “türban eylemleri” şeklinde ifade edilen siyasi çekişme başlamış olur.
“Modern Ortamda Teokratik Giysi Olmaz”
1973 yılında Ankara Barosu’na başı açık kaydolan Avukat Emine Aykenar, bir süre sonra başını örtmeye karar verir. Bunun üzerine dönemin Ankara Barosu Başkanı Yekta Güngör Özen imzasıyla “modern ortamda teokratik giysi olmaz” gerekçesiyle, aynı zamanda “mesleğin gelenek, onur ve kurallarına aykırı davranış” maddesine dayanılarak Ankara Barosu’ndan atılır. Aynı yıllarda benzer gerekçelerle kadın memurlar ve öğretmenler memuriyetten atılmışlar ya da başı açık bir şekilde çalışmayı sürdürebilmişlerdir.
Biçimsel Etkileşim Öze İşlesin Diye…
Kemalist rejimin günümüzde yavaş yavaş kaybettiği etkisinin en belirgin yansımalarından biri, Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili açılan davalar ve sonuçlarıdır. Özellikle bu yargılamalar arasında Balyoz darbe planı oldukça manidardır. “Yapılamayan” darbenin bir cami bombalamasıyla başlatılacağı bilgisinin varsayım ya da gerçek olmasının da bir önemi yoktur. Böylesi bir bilginin açığa çıkması, zaten bir darbedir. Balyoz planları darbe için yapılmış olsun ya da olmasın, zaten bu planlar açığa çıktığı günden itibaren bir darbe süreci yaşanmaktadır. Hükümet, varsayım olan ya da olmayan bir darbe planı üzerinden alışılagelmedik, anlaşılması zor bir darbe yapmıştır. Aynı ’80 darbesinin en önemli gerekçesi olan “Kardeş kardeşi öldürüyor, durdurmamız gerek” sözünün arkasından darbeyle gelen katliamın ve senelerce sürecek bir savaşın ilk adımlarının atılması gibi.
Bir başka gerekçesi irtica olan Kemalist rejimin komutanı Kenan Evren ise Kuran-ı Kerim’den ayetlerin yer aldığı bildiriler dağıtıyor, konuşmalarında peygamberden Allah’tan bahsediyordu. Bu biçimsel etkileşim öze işlesin diye her şehre, her kasabaya imam hatipler açılıyordu. Toplumun soldan sağa kayışı sağlandıkça daha dengeli bir politikayla başörtüsü yasağı sürdürülüyor ve Kemalist rejimin modern görüntüsü değişmiyordu. ’80 darbesiyle netleşen görüntünün siyah beyazdan renkliye geçişi, adeta televizyon görüntüsünün değişmesi gibidir ve bu değişimi muhafazakar gelenekten gelen liberalizmin sembol karakteri Turgut Özal başlatmıştır. Özal, ekonomik olarak liberalken, sosyal açıdan muhafazakar bir yapıdaydı, yani kendisine biçilen kıyafet buydu, O da bu kıyafeti giymekten oldukça memnundu. 1980 Anayasası’ndaki başörtüsü yasağına yaklaşmadı bile. Özal’ın, sonrası süreçlerde de yasağa yaklaşmama ve uzak kalma tutumu sürdü. Özal’ın ve sonrasındakilerin bu uzak kalma tutumu, resmi yasağın fiili serbestliğine dönüşmeye başlamıştı. Ama başörtüsünün fiili serbestliğinin de sınırları vardı. Öğrenci ve memur olan başörtülü kadınlar ayrıntılarda ufak tefek sorunlar yaşasalar da genelinde sorun yaşamamışlardı. Ta ki başörtüsü serbestliği Kemalist rejim tarafından tekrar bir tehlike olarak görülene kadar.
Milli Görüş’ün devamcısı Refah Partisi’nin 1995’te birinci parti olarak meclise girmesi ve Adalet Partisi devamcısı Doğruyol Partisi’yle 1997’de koalisyon oluşturup hükümet kurmasıyla başlayan “tehlike” 1997’de adeta bir darbeyle karşılandı ve böylece başörtüsü için de her şey değişmeye başladı. Resmi yasak tekrar fiili yasaklamayla sürerken, sonrasında 1998’de Refah Partisi Kemalist rejimin “laik cumhuriyet ilkelerine aykırılık”tan kapatıldı. Bu kapatılmadan üç yıl sonra Refah Partisi yerine kurulan Fazilet Parti’sinden İstanbul milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın yemin törenine başörtüsüyle katılması yeni bir krize yol açtı ve beraberinde başlatılan yargılamanın sonuçlanmasıyla, 2001’de Fazilet Partisi de kapatıldı.
1994’te HEP’li Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana yemin töreninde Kürtçe yemin ettiği için, İstanbul milletvekili Merve Kavakçı ise yemin töreni esnasında başörtüsü taktığı için siyasetten ötelendiler. Belki de bu ortak kader, bugünkü Kürt siyasetinin meseleye bakışındaki önemli etkenlerden biridir.
Başörtüsü yasağının fiiliyattaki saçma sapan uygulamalarına karşı, başörtüsü takan her kadın direnmek zorunda kaldı. Saçma sapan uygulamalardı çünkü o dönemlerde üniversite kapılarındaki genç kadınların başörtülerinin üzerine bir de peruk taktığı görüntüler, bize yasağın anlamsızlığını gösteriyordu.
Aynı süreçte belirginleşen Fethullah Gülen cemaati ve bugünün iktidarı AKP de yine Kemalist rejimin tedirgin olacağı benzer anlayışın devamcılarıydılar. Yalnız bu devamcılar kendilerinden öncekilerin birçoğunun birçok özelliğini taşırken, diğer yandan kapitalizme entegre bir Türkiye’nin oluşturulması için oldukça prezantabl davranıyorlardı. Muhafazakar sol ile sağ arasında liberal kimlikli bir AKP’nin kendini bulma çabası hissediliyordu. Bu çabada önemli etkiyi, kanaat önderleri oluşturuyordu. Başörtüsünü biçimselden başlayan bir değişimle öze indirecek olan değişimin bu sembol karakterleri bir bir açığa çıkmaya başlamıştı. Dünün direnen başörtülü kadınının mücadelesi üzerine, toplumun imaj olarak beğeneceği başörtüsü koyuluyor ve başörtüsü direnişin sembolünden, liberallerin imaj savunusuna dönüşüyordu.
Cumhuriyetin başından itibaren ikili kavgadaki taraflar zaman zaman hissettikleri ama bir türlü net olarak göremedikleri üçüncü karakterle ilk kez bu kadar net bir şekilde karşılaşıyorlardı. Bu karakter bir yandan Kemalistlerin ilerlemeci modern özelliklerini taşırken, diğer yandan Kemalizm karşıtı muhafazakar Müslümanların muhafazakar özelliklerini de sahipleniyor ve açığa çıkan modern Müslüman anlayışla bu kapsamdaki tüm kavramları da mülkiyetine geçiriyordu. Modernizmin en belirgin özelliği demokrasinin “savunuculuğundan” muhafazakarlığın olmazsa olmazı alkol yasağına kadar her şeyin kendi bünyesinde bulunmasını istiyordu. Her daim kenar süsü olan milliyetçiliği ise işine gelince yükseltiyor, işine gelince düşürüyordu. Bu algının yarattığı imaj haline gelen başörtüsünün ve onun yaratıcısı kadının serüvenine gelince…
Modern Müslüman Kadının “Şule başı”
1960’lı yıllarda, aristokrat Müslüman gazeteci Mehmet Şevki Eygi öncülüğünde haftalık çıkan Yeni İstiklal Gazetesi’nde yazmaya başlayan Şule Yüksel Şenler, özellikle başörtüsü konusundaki farklı söylemleriyle karşımıza çıkar.
Şule Yüksel Şenler döneminin “misyoner” kadınlarından biridir. Anadolu’yu kapı kapı dolaşarak kadınlara “örtünün” çağrılarında bulunur. Aynı zamanda görüntüsü, düzgün diksiyonu, ikna kabiliyeti ve entelektüel birikimiyle kadınları etkiler. Örtülü kadının özel ve kamusal alandaki kabulünü bir karşı koyuş olarak “modern” Müslüman kadın prototipiyle değiştirmeyi misyon edinmiş ve kısa zamanda bu tarzdaki kadınları etrafında toplamayı başarmıştır. Konuştukları ve yazdıkları kadar taktığı “örtüsü” de dönem itibariyle kadınların “modern” örtüsü haline gelir. Kendi ifadesiyle, protokollerden bıkmış bir prensesin Roma’daki sıkıcı hayatı ve onu haber yapmak isteyen gazeteci arasındaki aşk hikayesini anlatan “Roman Holiday” isimli filmin başrol kadın oyuncusu olan Audrey Hepburn’nun başındaki örtüden esinlenerek taktığı bu örtünme şekli günümüze değin uzanan “şule başı” modelidir.
“I’m Malcom X” ya da “I’m Şule Yüksel Şenler”
Siyah Müslümanlar Hareketi’nin anlatıldığı Malcolm X filminin son sahnesinde Güney Afrikalı ilkokul öğrencilerinin tek tek ayağa kalkarak “I’m Malcolm X!” (Ben Malcolm X’im) demeleri filmi izleyenleri oldukça etkilemiştir. Şule Yüksel Şenler hakkında Star Gazetesi yazarlarından, AKP’nin kalemşoru Hakan Albayrak’ın bir yazısında Şule Yüksel Şenler-Malcom X benzetmesi bizlere tek tek ayağa kalkan ve Şulebaşlarıyla günümüze dek çoğalan “modern” Müslüman kadınlarını çağrıştırmaktadır.
Şule Yüksel Şenler “modern” örtüsüyle bir dönem sonrasını epey etkilemiş ve bu konuda oldukça da başarılı olmuştur. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın özellikle televizyonlardan yayınlanmasında ısrarcı olduğu, Şule Yüksel Şenler’in aynı adlı romanından diziye uyarlanan ve şimdilerde ATV kanalında yayınlan Huzur Sokağı da izleyicilere bu başarı öyküsünü anlatıyor. Dizinin kadın karakteri Feyza gerçek hayattaki Şuleyi mi anlatıyor bilemiyoruz ancak bu romanın aynı zamanda birçok üniversitenin kapı girişinde elden ele dağıtılması Şulebaşlı Feyzaların artık her yerde olduğunun bir göstergesi olsa gerek. Ancak “modern görünümlü” de olsa topluma, erkeğe, aileye yakıştırılan ve istenilen kadınlar olarak. Tarih boyunca bir kumaş parçası kadar değersiz görülüp fikri sorulmadan, bu kumaş parçasıyla taçlandırılan kadınlar olarak. Bütün ataerkil yapıların yıkılmadığı, kadın üzerindeki zorunluluklarının yok olmadığı sürece kendi yaşamı hakkında karar veremeyen kadınlar olarak. Ne modern zihniyetli cumhuriyetçilerin, ne de muhafazakar modern görünümlü şulebaşçıların kurtaramayacağı kadınlar olarak.
On Gram Örtünün Altına Gizlenen Özgürlük
Kalemi güçlü yazarlardan Onur Caymaz örtünmeye ilişkin bir yazısında şu şekilde ifade etmiş; bu işin kökü İsa’dan bile yedi yüzyıl öncesine Asurlulara dek dayanıyor diyerek. Eski bir Sami inancına göre, kadının saçları, cinsel organını kaplayan kılların devamıymış ve erkekler tepedeki kıllara bakıp, “aşağıdaki”ni hayal etmesinler diye Asur’da kadınların başları kapalıymış. Fakat bu işin “iktidar mücadelesi”ne dönüşmesine sebep olan sürecin başlangıcı, Aziz Pavlus’a dek uzanıyormuş. Tarsuslu Pavlus, Korinthoslulara Mektup’ta “Tanrı esiniyle dua eden veya konuşan her kadın başını örtmelidir. Erkek başını örtmez, Tanrı’nın imgesidir ve şanıdır, ama kadın erkeğin şanıdır, çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır ve erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır” der. Belki de bu yüzden Müslüman yazar Muhammed Kasimi, “Her örtünün ardında, kadına duyulan üç bin yıllık kin vardır” demiş.
Sözün özü; başörtüsü yaşadığımız coğrafyada yüz yıllık cumhuriyetin kuruluşundan önce başlayan belki de yıkılmasından sonra da sürecek bir kısır döngüdür. Başörtüsünün siyasetten arınması oldukça zorken artık tesettür modasıyla bir imaj olarak, başka bir döngüde kısırlaşmıştır. Siyasetin tükettiği başörtüsü, alışveriş merkezlerinde lüks markaların vitrinlerinde pahalı etiketlerle kapitalizmin modern Müslüman kadınına, yani tüketicisine sunuluyor. Müslümanlığın dini gereksinimini uygulamak isteyen kadın, gelenekselden moderne on gram kumaş parçasının altında kendi özgürlüğünü örtüyorsa şayet, örterek sakladığı özgürlüğü aynı zamanda onun kendi benliğidir de ve kadının kendi özgür benliğiyle alacağı kararlarla yaşamasını kimse yasaklayamaz. Çünkü yeryüzüne gelen ilk kadın olduğu söylenen Lilith de, özgür kararlarını yasaklayan Adem’e karşı koyarak yalnız kalacağını bilmesine rağmen yine de özgürlüğü seçmiştir.
Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.
The post “İşte Şimdi Sahne Sizin” Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Siyaset Sıkışması”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Siyasetin üç yüz elli yıllık modern devletli türü, insanların toplumsal yaşamını belirlemede bir zorunluluk. Bu zorunluluk, sadece şimdi bir sıkışmışlık hissi yaratmıyor. Siyaset bu şekilde ifade edildiği ilk günden bu yana, bu sıkışmışlığı yaşıyor toplum. Toplumsala ilişkin olan, oy atmak ve atmamak arasında sıkışıp kalıyor. Çünkü “homo politicus”un tek “iradi” siyasi etkinliği bu.
Siyaset mekanizması bu çoktan seçmeli sistem etrafında şekilleniyor. Tabi ki bu şekillenme ardında siyasi, sosyal ve ekonomik iktidarları gizliyor. Bu sıkışmışlık, meşru siyaset biçimi olarak yüceltilirken, sıkışmışlığın dışı siyaset dışı olarak tahlil ediliyor. Bu en çok devletin çıkarını kollarken, toplumsal muhalefet bu sıkışmışlığın meşruluğuna ya da kolaylığına kanıyor. Toplumsal vasfını unutup, bu tarz bir siyasetin muhalefeti oluyor. Devletin siyaset parkında oyun oynamaya devam ediyor.
İşte bu devletli siyasete karşı, yaşamın siyasallığını savunan, siyasallığını toplumun gerçekliğinden alan bir anarşizm var. Anarşizm, devletli siyasetin bahşettiği alanlar dâhilinde gerçekleştirmez kendini. Anarşizmin siyaset alanı toplumdur. Bireylerin gönüllü toplumsal sorumluluk aldığı bir ortamda kendi siyasi gerçekliğini kurar. Yöntemi budur.
Anarşizm bu yöntemle, yüzyıllardır farklı coğrafyalarda kendi siyasi gerçekliğini yaratabilmiştir. Sıkışmış bir devletli siyaset yerine, bireylerin doğrudan müdahil olabildiği ve toplumsal sorunların böyle aşıldığı bir yol örgütlemiştir. Bu tarz bir siyasetin örgütlenişini, devletli siyasetin güncel konularında bulmak tabi ki güçtür. Anarşizmin bu doğrudan etkisi doğal olarak devletli siyasete gündem olmayacak, engellenecektir. Bu toplumsal hareketin siyaset tarzı tabi ki iktidar mekanizmaları tarafından açığa çıkarılmayacak; Uzak Asya’dan Güney Amerika’ya, Orta Avrupa’dan Mezopotamya’ya yaşattığı toplumsal deneyimlerin hepsi yok sayılacaktır.
Bütün bunlara rağmen anarşizmin siyasete soktuğu ve tartıştırdığı meseleleri, kavramları başka toplumsal hareketler üzerinde bıraktığı etkisi, bu hareketlerin mücadele hattı, yöntemi ve mücadelenin dayanağını oluşturan noktaları bütünüyle değiştirerek kendini göstermektedir.
Bu değişimi görmek için “devlet”in toplumsal muhalefette artık ne kadar olumsuz bir anlam kazandığına bakmak yeterlidir. Sadece ekonomik değil, farklı iktidarları da gündeme getirerek son elli senedir siyaset arenasında birçok toplumsal hareketi sadece düşünsel olarak beslemeyen, aynı zamanda bu hareketlerle kurduğu dirsek temasıyla anarşizm, devletli olmayan siyasetin gündemini belirleyebilmiştir. Bu değişimi görmek için 1968’lerin farklı coğrafyalarda yarattığı etkiye bakmaya gerek yok. Bu değişimi bu coğrafya üzerindeki toplumsal hareketlerde de görmek mümkün.
Tüm bu dolaylı etkilerin yanında, anarşizmin doğrudan toplumsal hareketlerle kendini var ettiği bir süreci yaşamaktayız. Asturya’dan Amed’e, New York’tan Selanik’e, İstanbul’dan Chiapas’a mücadele anarşizmin yerelliklere özgü anlayışını savunan doğasıyla, bu deneyimlerin farklı özgün koşullarda nasıl daha da farklılaştırılabileceğini gözler önüne seriyor.
Tabi ki bunu görmek için devletli siyasetin lugatinden konuşmayı bırakmak ve bu sıkışmışlıktan dışarı çıkmak gerekiyor.
Hüseyin Civan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 4. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Siyaset Sıkışması”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>