The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Felsefi önermeleri net bir şekilde ortaya koyabilmek; bu budur diyebilmek hiçbir zaman kolay olmamıştır. Genellikle doğru ya da yanlış olarak kabul gören önermeler dahi, doğru değil mi, yanlış değil mi sorgulamasından kaçınamaz. Bu felsefenin bir gerekliliğidir. Ortaya konulan önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını etraflıca tartışır. Sadece bilimsel verilere uygun ya da uygun değil demek, felsefe için tarihin hiçbir döneminde yeterli olmamıştır ve olmayacaktır. Bu düşünce ve düşünmenin kendisiyle ilgilidir. Daha önce ele alınan bağlamlardan farklı bağlamlar zaman içerisinde belirginleşebilir. Bu da bazen aynı meseleleri, aynı kavramları, aynı önermeleri hiç bitmeyen bir şekilde felsefi düşünce ve düşünmenin konusu yapmaktadır.
Felsefe düşünce tarihi boyunca bu şekilde ele alınan kavramlardan birisi de kötülüktür.
Neden Kötülüğü Tekrar Sorguluyoruz?
Kötülüğün kaynağını bulmaya yönelik sorgulama, içerisinde onunla mücadele etme ve böylelikle onu ortadan kaldırma isteğini de taşır. Özellikle aydınlanma etkisiyle, metafizik nedenlendirmelerden ziyade daha maddi temelde nedenlerle açıklanmaya çalışılan kavram, bu isteğin mümkün olduğundan hareket eder. Yani kötülük, bilimsel bir şekilde açıklanabilirse, onu oluşturan etmenler yok edilebilir. Ancak bu tarz düşünme sadece bireye odaklanır. Bu anlayış kötülüğü suçla eşitler, yok etmenin yolu iyi bir ceza sistemi yaratmaktır. Bugün suç ve ceza sisteminin, kötülüğün engellenmesinde işe yaradığının düşünülmesi bir yana, tam tersi bir etkiye sahip olduğu açıktır. Öte yandan, “eylemi” suç diye niteleyenin de ceza verme yetkisine sahip olanın da varlığı tartışılmadan kötülüğü bu basitlikte ele almak açık bir indirgemeciliktir. Ve tabi ki bunu yapmak birilerinin işine gelir!
Kötülüğe yönelik farklı felsefi yaklaşımlar, hep deneyimlenmiş bir kötülükten yola çıkar. “Kötü olan eylem” i eyleyen ve bu eylemden muzdarip olan… Dolayısıyla mesele (kendi eylemi üzerine düşünebilen) birey, eylemlerini gerçekleştirmesindeki iradesi ve eylemlerinin sorumluluğu üzerinden şekillenir.
Bu tarz örneklendirmelerin farklılığı, kötülüğü ele alırken sadece kötülüğü eyleyen ve bundan etkilenen ikiliğinden çıkarmaya yardımcı olmuş, meselenin daha geniş bir perspektiften ele alınmasını sağlamıştır. Ancak yine de bu daha geniş perspektif, toplumsal olan ile eşitlenmiş, kötülük ve buna kaynaklık eden nedenler etraflıca konuşulmadan bir oldu bittiye getirilmiştir. Ya da bu (ortaya çıkan kötü durumun toplumsal ve psikolojik değerlendirmeleriyle sağlanan) daha geniş perspektif kötülüğün kurumsallaşmış hallerini soyut bir biçimde ele almaya meyletmiştir.
Kötülük Probleminin Siyasallaştırılması
Kötülük probleminin siyaset ile ilişkilendirilmesindeki en büyük örneklerden birisi II. Dünya Savaşı olmuş; bu süreçte yapılan katliam benzeri toplu kötülük örneklerine referanslı birçok yazı kaleme alınmıştır. II. Dünya Savaşı’ndaki “Rasyonalize edilmiş katliamlar”, kötülük meselesinin sadece dinsel kökenlerinden kurtarılmasının yetmeyeceğini açık bir şekilde göstermiştir. Bu durumu açık bir şekilde ifade eden birçok düşünür, böylelikle kötülük problemini başka toplumsal durumlarla ilişkilendirmeye çalışmıştır.
Ancak burada bir başlangıç noktası sorunu vardır. Keza insanlık, II. Dünya Savaşı öncesinde de katliamlar yaşamıştır. II. Dünya Savaşı’nda yaşanan “büyük kötülükler” rasyonel bir şekilde nedenlendirilerek felsefi düşünmenin bir konusu yapılıyorken; bundan önceki “büyük kötülükleri” metafizik motivasyonlarla nedenlendirip, başka boyutlarla ele almamak bir çelişkidir. Dinsel ya da rasyonel nedenlendirmeler, açığa çıkan bu toplu kötülük durumlarını açıklamada güdük kalıyorsa; bunlar arasında bağ kurabilmek, durumu açıklayabilmek için başka bir dayanak noktasına ihtiyaç vardır.
Kropotkin ve Anarşist Ahlak
“Büyük kötülükler”in henüz toplumsal ve psikolojik ilişkilendirmelerle ele alınmadığı; ortada ne eleştirel teoricilerin ne postyapısalcıların olduğu; kötülüğe ilişkin örneklendirmelerin ne Arendt’in Nazi Subayı Eichmann örneğine ne de Foucault’nun Riviere örneğine referans verilerek yapıldığı bir dönemde; 19. yüzyılın sonlarında Pyotr Kropotkin Anarşist Ahlak’ı kaleme alıyordu. Ve sanıldığının aksine metafizik nedenlendirmelerle ya da dogmatik ilkelerle ahlaka konu olan kavramları değerlendirmiyordu.
Daha önce bahsettiğimiz gibi kötülüğe ilişkin yazılanlar deneyimlenmiş kötülük örneklerinden yararlanırlar. Anarşist Ahlak’ta bu örnek, dönemin en ünlü seri katillerinden Karındeşen Jack’tir.
İşlenen cinayetler üç ayrı çerçevede ele alınır. İlki Jack ve katlettiği kişi arasındadır. İlk değerlendirme doğrudan iki birey arasındaki eyleme odaklanır. Bir birey diğerinin yaşamına son vermiştir. Eylemde bulunanın davranışı diğer bireyin varlığını ortadan kaldırmaya yöneliktir.
İkincisi, Jack’i cinayetlere yönelten nedenlerdir. Bunda içinde yetiştiği kültürden okuduğu kitaplara, düşüncesini şekillendiren “dış etmenler” vardır. Bu noktada birey ve içinde bulunduğu nesnellik ve deneyimleri söz konusudur. Şüphesiz bu çerçeve önemlidir. Çünkü bireyin içerisinde yaşadığı sistem söz konusudur.
Ama tam da bu aşamada bir üçüncü çerçeve belirir. Bu üçüncü çerçeve yine “dış etmenler” ile ilişkilidir. Üçüncü çerçevede Kropotkin, “Jack ve bütün Jacklerin katlettiğinin on katından da fazla sayıda kadın, erkek ve çocuğu soğukkanlılıkla katletmiş bir yargıç” sorunsalını ortaya koyar.
Bireyin düşüncesini şekillendirebilen, hareketlerini belirleyebilen “dış etmenler”, Kropotkin’in Anarşist Ahlak’ında nesnel bir veri ya da kaçınılmaz bir gerçeklik değildir. Öte yandan birbirinden bağımsız da değildir. Sistematik bir şekilde işleyen kötülük söz konusudur üçüncü aşamada. Bu ilişkisellik “dış etmenler”in politik bir çözümlemesiyle anlaşılabilir.
Kötü Olan İktidardır, İktidarlıdır
Daha önce vurguladığımız gibi, bu alt başlıkta olduğu gibi iddialarda bulunmak o kadar kolay değildir. Anarşizm nasıl mevcut düzene ilişkin bir eleştiri, özgür bir toplumu gerçekleştirmek için bir ideoloji ve hareket, bu topluma ulaşmak için bir yöntem ve örgütlenme biçimiyse aynı zamanda felsefi bir bakış açısıdır. Ve bu bakış açısının temelinde iktidar ve iktidarlı olanı incelemek önemli yer tutar.
Kötülüğü sadece birey, iradesi ve sorumluluğu üzerinden ele almak bir alanı görünmez kılacaktır. O da bireyin içerisinde bulunduğu nesnel gerçekliktir. Ancak burada gözden kaçan, nesnel gerçekliğin içindeki iktidarın ya da kötülüğün kurumsallaşmış halleridir. Önemli olan, nesnel veri gibi kabul edilen kurumsallaşmış iktidara/kötülüğe odaklanmaktır. Kropotkin’in yapmaya çalıştığı, kötülük meselesinde, bireyin eylemlerini gerçekleştirdiği, eylemlerini gerçekleştirirken etkilendiği, eylemleriyle etkilediği, onun dışındaki dünyada doğal gibi anlaşılan, ancak hiç de öyle olmayan iktidar ve iktidar ilişkilerine odaklanmaktır.
Hobbesçu Varsayım
Ahlak felsefesinin konusu gibi görünen kötülük meselesi, aslında siyaset felsefesi açısından da önemlidir. Bir doğal durumda kaçınılmaz olarak ortaya çıkan Hobbesçu evrensel savaş düşüncesi, insanın özünde kötülük olduğu varsayımına dayanır. Seçimlerinde özgür olan bireyler, kötülüğe meyilli olduklarından ve böyle bir durumda birbirlerine kötülük yapacaklarından dolayı bu özgürlüğü kısıtlayacak bir kuruma ihtiyaçları vardır. Bu devlettir. “Kötü insan” oldukça devlete ihtiyaç vardır. Devlet toplumsal çatışma temelinde kurulduğu için, ontolojik olarak kötülüğe ihtiyaç duyar. Hem de bu kötülüğün ebedi olması lazımdır ki, devlet de varlığını sürdürebilsin. İnsan doğasına kötülük yüklenmesinin sebebi işte budur.
Sözde özünde kötü olanı kontrol altında alan bu kurumsallaşma, yine sözde meşruluğunu bireylerin “varlılığını” devam ettirebilme kaygısıyla kazanır. Ancak ne pahasına? Özgürlük! İktidar ve kurumsallaşmış bir iktidar biçimi olarak devlet “özgürlük” yiyen canavarlardır.
Anarşist felsefe, iktidarı, ister bireyler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkmış olsun, isterse de kurumsallaşmış biçimleri olan devlet ve kapitalizm olsun; özgürlüğün tezatı olarak ele alır. İktidar ve iktidarın biçimlerinden kurtulmadan özgürlüğün gerçekleşebileceğini düşünmez.
Burada özgürlük meselesine ilişkin bir ayrımı ortaya koymak, hem “kötüyü eyleme özgürlüğü” gibi bir çelişkiyi fark etmeye olanak sağlayacaktır hem de kötüyü ısrarlıca insan doğasına yıkmaya çalışan bir iktidar fikrinin de altını boşaltacaktır. Bu ayrım özgürlüğün toplumsallığı fikridir.
Özgürlüğün Toplumsallığı
Bakunin’in “insanın sadece özgür insanlar arasında özgür olacağı” önermesi tam da bu duruma odaklanır. Bir kişinin bile özgür olmadığı bir toplumda iktidar ilişkileri devam ediyordur ve bu yüzden, doğrudan ya da dolaylı bu iktidar ilişkisinin sürdürülmesi sağlanıyordur. İşte, özgürlüğün tam da bu kolektif niteliği, onu önümüze “bireyin her istediğini yapma serbestliği” olarak değil de “kolektif bir sorumluluk” olarak çıkarır. Dolayısıyla, Hobbesçu doğal durumda birbirini öldürmeye odaklanan insanlar fikri, özgür olmayan insanları zorunlu kılar.
Bunun nedeni açıktır; özgürlüğün olduğu bir durumda iktidarın varlığı anlamını yitirir. Özgürlük gerçekleşmeden kötü ve kurumsallaşmış kötülükten kurtulunamaz.
Kötülük probleminde, Kropotkin’in üzerinde durduğu işte tam bu meseledir. İktidar ve iktidar ilişkilerinin var olduğu toplumda, dolayısıyla özgürlüğün olmadığı bir toplumda kötülük zorunludur. Ancak burada Kropotkin’in bireyi ve bireyin toplumsal olan ile ilişkisini es geçmeden üstünde durduğu mesele, iktidar kurumları meselesidir. Yöneticiler ve halk, mülk sahipleri ve mülksüzler gibi zorunlu olarak dayatılan ikiliğe dayalı siyasi ve ekonomik sistemler yok edilmediği takdirde “kötülüğün sürdürüleceği”ni savunur. Bu, tabi ki bir öncelik sonralık ilişkisi değildir. Bireyler arasındaki iktidarlı ilişkilerin değişmesi için mücadeleyi, kurumsallaşmış kötülüklerden kurtulma mücadelesiyle eş zamanlı kılar.
Kötü, kötülük gibi kavramlar tartışılırken; varlığının sebebini bu kötülükten alan kurumsallaşmaların es geçilmemesi; bu kavramların özgürlükle ilişkisinin açıkça ortaya konması; ve meselenin sadece psikolojik, toplumsal açılardan değil de siyasal bir perspektifle ele alınması, kötülüğün kaynağını sorgulamakta bize iyi bir çerçeve sağlayacaktır. Tabi anarşist bir bakış açısıyla bu üçünün ilişkisi kurulduğu sürece…
Hüseyin Civan
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
The post Kötü İktidardır – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Bandwagon ” – Melisa Eskizerci appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Doğada toplu olarak yaşayan birçok hayvan türü, kendilerini koruma ve hayatta kalma içgüdüsüyle “sürü”ler halinde hareket ederler. Sürünün dışında kalanların yaşama şansları ya çok azdır ya da hiç yoktur. Sürünün önünde bulunan hayvan, diğerlerine yol gösterir. Hepsi onu takip eder. Ancak çoğu durumda davranışları sorgulanmadığından, tüm sürüyü peşinden sürüklediği durumlarla da karşılaşılır. Yani içlerinden biri uçurumdan atlarsa, diğerleri de peşinden gelir. Tüm sürü uçuruma atar kendini.
Sorgulamadan ortak davranış göstermek olarak adlandırabileceğimiz bu durum, yalnızca hayvanlarda görülmez, kendini en akıllı varlık sayan insanlar arasında da rastlanır. Peki, kendini bir koyunun muhakeme yeteneğinden kat be kat üstün gören insanda, nasıl oluyor da bu tür sürü davranışına rastlanabiliyor?
İnsan doğadan yabancılaştıkça, gittikçe daha da mülkiyetçi ve kapitalist ilişkilerin kıskacına hapsoldukça, toplumsallaşmasında da ciddi sıkıntılar ortaya çıkar. Kendi bireyliğinin farkında olmayarak topluluk içinde yaşıyor oluşu, onu daha da güçsüz ve savunmasız kılar. Kendini ancak o toplum içinde var edebileceğini, o toplumda var olmasının da o toplumun genel davranış kalıplarını benimsemesi ya da çoğunlukla sorgulamadan sahiplenmesi sayesinde olacağını düşünür.
Kendini başlangıçta farklı ya da özel olarak düşünen insan, gün geçtikçe kapitalizmin açık ya da gizli saldırılarının hedefi olmaktan kurtulamaz. Her gün reklamlarla, medyayla algılarına saldırılan insan, gittikçe kendisi olmaktan uzaklaşır. İçinde bulunduğu topluluğun davranışlarını taklit etmekte, tekrarlamakta bir problem görmediği gibi böylesinin daha kolay ve “güvenli” olduğunu düşünür. Artık o da topluluğun alışkanlık, düşünce ve değer yargılarının devamı haline gelmiş, sürünün bir parçası olmuştur.
Kendilerini insanın düşünce ve iradesinin üzerinde gören kişiler, topluluklar, ideolojiler ve bunlardan beslenen en büyük yapı olan devlet, kalabalıkları egemenliklerinde tutmak için her yöntemi kullanır. Adaletsizliklerin üzerine kendini inşa etmiş olan bu totaliter yapı, insanların kontrolsüz ve denetimsiz olmalarını kendisine bir tehdit olarak görür. Ya bu tehdit unsurlarını fiziken ortadan kaldırır, ya da kalabalıkları denetimi altına alır. Toplumu bir sürüye çevirirsen idare etmesi de o kadar kolay olur (Bu topraklarda kendisine çoban diyen bir politikacının başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapacak kadar yükselebilmesini hatırlayalım).
İnsanların kalabalıklara sorgusuz güveni ve dahi olma isteği, tam da popülaritenin ve modanın temel aldığı bir şeydir. Kalabalıkların daha iyi olduğu duygusu kendisini hiç de sevmediği bir müzik grubunu dinler, hiç tutmadığı bir futbol takımını destekler, hiç desteklemediği bir siyasi partinin mitinglerine katılır bulabilir. Çünkü popüler olan, moda olan daha çok tercih edilecektir. Ve bir süre sonra da neyi neden yaptığını unutup sadece onun içinde bulunmayı isteyecektir. Neticede, toplu hareket eden insan, mitinglerde Ali İsmail’in annesini yuhalar duruma da pekala gelebilir olacaktır.
Devletin kirli propagandalarına maruz kalan kişiler, bir süre sonra devletle aynı dili konuşmaya başlarlar. Bu konuda devletin baskı ve zor aygıtları da kişinin bu noktaya gelmesini çabuklaştırır. İstekleri, beğenileri, kültürleri, dilleri, yaşama alışkanlıkları farklı olanlar, büyük sürü için bir tehdit olduklarından, bir tür mahalle baskısı ile ortadan kaldırılmaları mübahtır. Çünkü, sürüye uymayan, sürüyü bozacağı için istenmez. Söz konusu sürüyse, gerisi teferruattır. Öyle ki, Türk olmayanların başına neler geldiğini gören bir kimse, “Ne Mutlu Türküm Diyene”yi daha “içten” söyler.
İnsanların önünde iki seçenek olsa ve bunlardan birini seçmeleri istense, kararı, toplumun büyük kısmının üzerinde yoğunlaştığı seçenek etkilemez mi? Yoksa bu topraklarda, eski bir darbeci generali yüzde doksan iki ile cumhurbaşkanı seçilmezdi!
Birey, kendini sürü psikolojisinden ayıran en temel özelliğini, akıl ve muhakeme yeteneğini devlet ve kapitalizmin otoritesinde kullanamaz. Bu iki otoritenin uygun gördüğü davranışları herkes yapıyor diye yapmaya başlar. Tüketmemeyi düşünmez mesela, neyi tüketeceğini düşünür. Aynı şekilde devletsiz ve yasasız bir yaşam düşünmez. Devleti temsilen hangi hükümeti seçeceğini ya da yasaların nasıl olması gerektiğini düşünür. Devlet ve kapitalizm telkinde bulunduğu davranışlarla bizleri kendi otoritesine alır ve devamlılığını sağlar. Bizleri tek tipleştirerek bizden bir sürü yaratır.
Hayvan ya da insan. Bizi kendimiz olmanın dışına iten, kişiliksizleştiren, yok sayan her yaşam biçimi, bizi bir sürünün parçası haline getiriyor. Bütün davranışlarımızı da bu sürünün liderinden beklemek,uçurumdan atlamaktan farksızlaşıyor. Günün birinde, gerçekten bizi kendi savaşlarına kurban etmeyeceğinin de garantisi yok.
Melisa Eskizerci
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Bandwagon ” – Melisa Eskizerci appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>