The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Şirketleri Maviye Boyayan ILO” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz 13 Mayıs günü Soma’da yaşanan katliamda (açıklanan rakamlara göre) 301 işçinin yaşamını yitirmesinin ardından madenlerdeki ağır çalışma koşulları, güvencesizlik, taşeron sistemi çokça konuşulmaya başlandı. Yerin yüzlerce metre altında, yüzlerce işçi katledildikten sonra, bu coğrafyada sanki daha önce hiç iş cinayeti yaşanmamış, işçiler sanki hiç göz göre göre katledilmemiş gibi, herkes işçilerin güvenliğinin sağlanmasına ve bunun denetiminin gerekliliğine dem vuran açıklamalarda bulundu. Televizyonlardaki tartışma programları, gazetelerdeki köşe yazıları hep bundan bahsetti; çalışma alanları daha güvenli hale getirilmeli, bunun denetimi eksiksiz sağlanmalıydı. İşte tam da bu konuyla alakalı olarak herkes baz alınması gereken bir “standart”tan bahsediyordu. Televizyoncular, gazeteciler, sendikacılar, milletvekilleri… Soma benzeri “elim kazaların” önlenmesi için ILO standartlarının tanınması gerekiyordu.
Sendikalar, yazarlar-çizerler, muhalefet partileri bir noktaya odaklanmış, hükümetin ILO sözleşmelerini imzalaması gerektiğine vurgu yapıyordu. Öyle ki ana sendika DİSK “TBMM, ILO’nun Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi’ni İmzalasın” açıklamaları yapmış, ana muhalefet partisi CHP’nin genel başkan yardımcısı Sezgin Tanrıkulu da “AKP hükümetinin derhal yapması gereken öncelikli görevlerden biri ILO’nun ilgili maddelerini derhal imzalamak” diyerek ILO’yu meclis gündemine taşımıştı.
Peki, katledilen yüzlerce işçinin ardından böylesine gündem olan, gerekli önem arz edildiği takdirde benzer katliamların önlenebileceği iddiasını yaratan ILO neydi?
ILO Nedir?
1919 yılında, Versailles Barış Antlaşması’na bağlı olarak İsviçre’de kurulmuş ILO (International Labour Organisation – Uluslararası Çalışma Örgütü), 1946 yılında Birleşmiş Milletler’in uzmanlık kuruluşu haline gelmiştir. Örgüt, “Evrensel insan ve çalışma haklarının korunması” ilkesi iddiasıyla kurulmuştur.
Temel çalışma hakları, örgütlenme ve toplu sözleşme hakkı, zorunlu çalıştırmanın kaldırılması gibi alanlarda belirli standartlar yaratan ILO, çatısı altında bulunan üye ülkelere de bu standartlara uyma noktasında sözleşmeler sunarak tavsiyeler vermektedir. “Bağımsız işçi ve işveren örgütlerinin gelişiminin teşviki”ni amaçları arasında tutan ILO, “eşit katılım” ilkesinden de vazgeçmeyerek işçiyi, işvereni ve hükümeti bir araya getirmektedir. Yani Uluslararası Çalışma Örgütü ILO, işçiyi, işçinin katili patronu ve katliama göz yuman devleti aynı masada çözüm aramaya itmektedir.
ILO’da Çözüm: İşçi, Patron, Devlet El Ele
Her yılın Haziran ayında ILO’nun Cenevre’de düzenlenen ve örgütün bütçesinin de oluşturulduğu Uluslararası Çalışma Konferansı’na ikisi hükümet delegesi, biri işveren, biri ise işçi temsilcisi olmak üzere her ülkeden 4 delege katılım gösterir. Ülkelerin çalışma koşullarıyla ilgili değerlendirmeler yapan ILO’nun toplantısına, katılımcı ülkelerin ilgili bakanları da katılır. Çalışma hayatına ilişkin sorunların halledilebilmesi savıyla yola çıkan bu toplantıda patron, bakan, devlet üçlüsü işçilerin koşullarının “iyileştirilmesi” noktasında fikir teatisinde bulunurlar; yani aslında işçiyi az ücretle çok saat-kölece koşullarda çalıştıranlar etrafında toplandıkları masalarda planlarının devamını getirirken, bunu da “işçiyi düşünen” imajına bürürler.
Global Compact ve Şirketleri Maviye Boyamak
“Sürekli rekabet içerisindeki iş dünyasına ortak bir kalkınma kültürü yaratmak” kaygısıyla oluşturulan Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi olan Global Compact, imzacısı olan şirketlerin sosyal sorumluluk ve sürdürülebilirlik ilkelerini benimseyerek çalışmalar yürütmesini öngören bir BM sözleşmesidir. ILO’nun da imzacısı olduğu Global Compact, sürdürülebilir ve kapsamlı küresel ekonomiyi – yani kapitalizmin gelişmesini – amaçlarken, bu noktada BM ajanslarını, çalışma örgütlerini ve sivil toplumu şirketlerle bir araya getirir.
Sözleşmeye taraf olan şirketlerin orta vadede ekonomik kazançlarını arttırmasını, kısa vadede ise toplumsal sorumluluklarını en bilinçli şekilde yerine getirmenin “prestij”ini sunan sözleşmenin, BM’nin şirketlere uzattığı “iyiliksever ve güler yüzlü” kılıfın ardında, çok daha büyük bir sömürüye sebep verdiğini görmek gerek.
Bluewash denilen kavram aynı Greenwash (yani yeşille yıkama) denilen yöntemde olduğu gibi şirketlerin aslında ekoloji yanlısı olmadığı halde “öyleymiş gibi gösterildiği” bir yöntemdir. Bluewash’ın mavisi BM’nin mavisinden gelmektedir. Arkasına BM’nin uluslararası yardımsever bir kuruluş olma niteliğini alan şirketler her ne kadar öyle olamsa da “öyleymiş gibi” kendilerini gösterebilirler. Şirketlerin “imaj yenilemesi”ne ve sosyal sorumluluk sıfatı altında kapitalizm sürdürülmesine fırsat yaratan Global Compact aracılığıyla bugüne kadar yaşanan talanlardan örnekler vermek de mümkün tabi. Örneğin; Global Compact’ın imzacısı olan Brezilya menşeili Yaguarete PORA isimli şirket, Paraguaylı Ayoreo yerlilerinin yaşamakta olduğu ormanı yok etmiş, bunun ardından yerliler şirketin Global Compact’ten çıkarılmasına dair bir dilekçe yazmış ancak konuya ilişkin BM’den herahangi bir açıklama gelmemişti.
Küresel kapitalist sürdürülebilirliği kendine ilke edinmiş bir uluslararası sözleşmenin emekçiden yana taraf olma olasılığı, tabi ki yoktur. ILO, Global Compact’a attığı imza ile Global Compact’a imza atan şirketlerin saygınlığını arttırmış, “emek sömürüsü”nde bulunmayan şirketler yanılsamasının oluşmasına izin vermiştir.
ILO’nun Esas Amacı
Emek sömürüsüne ilişkin verilerin birincil kaynağı konumunda bulunan ILO, yaptığı tespitlerle her ne kadar “emek”ten yana bir tarafmış gibi görünse de, ILO’nun hedefi ezilenlerin artık ezilmediği bir dünya yaratmak değildir.
ILO, kapitalizmin kusursuz işleyebilmesinin garantörü olma rolüne soyunmuştur. Olabildiğince az hak ihlalleri, iş cinayetleri, sömürünün olmaması kapitalizmin tıkır tıkır ve herkes için işlediği bir dünya olabileceği yanılsamasıyla oluşan kuruluş, şirketlerin ekonomik hedeflerine hızlı ve daha verimli ulaşabilmek adına şirketlere yardımcı bir nitelik taşır.
ILO’nun küresel karakteri, kapitalizmin küresel niteliğiyle uyumludur. Bu sürdürülebilir kapitalist hedefler, tüm coğrafyalarda savunulur.
ILO’nun verilerini biz ezilenler nasıl kullanırsak kullanalım, ortadaki veriler kapitalist şirketlerin kar-zarar hesaplamalarını daha düzgün yapabilmeleri adına gerçekçi olmak zorundadır.
Birleşmiş Milletler’e bağlı bir kuruluştan, daha adil bir var oluş beklemek boşunadır. Hele bu küresel kuruluşlara umut bağlamak… Muhalefetiyle, sendikalarıyla yaşadığımız coğrafyanın toplumsal muhalefetinin temsilcilerinin de bel bağladıkları kuruluş, küresel rantlardan dolayı geçtiğimiz Mayıs ayında Özbekistan’da pamuk tarlalarında çalıştırılan çocuk işçileri gündemine almamayı seçmiştir.
İçinde bulunduğumuz günlerde 103. konferansını gerçekleştiren bu örgütün, Soma Katliamı’nın ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Yardımcısı Halil Etyemez’i de Türkiye’nin ILO Yönetim Kurulu Asil Üyeliğine seçmesini de düşünerek, ILO’nun ne kadar “emekten yana” olduğunu bir kez daha düşünmek gerek…
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Şirketleri Maviye Boyayan ILO” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Bir İmzayla Sen Vicdanını Onlar Cüzdanlarını Rahatlatıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Dünyanın en büyük imza kampanyası platformu olan Change.org, yerel ve küresel çapta yaşanan tüm sorunlara çare oluyor! Platformun 196 ülkedeki 40 milyon kullanıcısının başlattığı kampanyalarla birlikte Fransız eyaleti havaya böcek ilacı sıkmayı bıraktı, Kapadokya otel inşaatlarıyla bozulmaktan kurtarıldı, Garanti Bankası engelli dostu ATM’leri kullanıma açtı, Endonezyalı lider göçmen işçiden özür diledi, bisikletliler İzmir’de İZBAN toplu taşıma araçlarına binme hakkını elde etti…
Başka nice sorunlara çözüm bulmak için kurulan Change.org internet sitesi, başlattığı kampanyalarla “toplumların dönüşümü”nü amaçlıyor. Sitenin Türkçe giriş yazısında niyetlenenlerle de bu toplumsal dönüşüm arasında sıkı bir bağ var. Site, dünyayı değiştirmeyi amaçlayan kullanıcılarına şöyle sesleniyor: “Hiç kimsenin çaresiz olmadığı ve değişim gerçekleştirmenin günlük yaşamının parçası olduğu bir dünya için çalışıyoruz. Bu daha başlangıç ve senin de bize katılacağını umuyoruz.”
Değişim
İsminden de anlaşılacağı üzere sitenin felsefesi “değişim”. Change.org, yeryüzündeki tüm problemlere, bu değişim arzusunu taşıyan insanların bir araya gelip imzalar vererek çözüm bulmasını amaçlayan bir platform.
“Önceden insanları bir dava etrafında toplamak fazlasıyla zaman, para ve karmaşık altyapılar gerektiren zorlu bir uğraştı” diyen site giderek küreselleşen iletişim teknolojilerinden feyz almış olacak ki, sanal kampanyalarla yaratılacak değişime odaklanmış. Site, bankaların aidatlarının iptalini isteyen müşterilerden yolsuzluk yapan devlet görevlilerinden hesap sorulmasını isteyenlere kadar birçok farklı kesimden gelecek imzalarla, insanları harekete geçirmeyi, şirketleri ve devletleri “daha hesap sorulabilir ve duyarlı” hale getirmeyi amaçlıyor.
Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar “gelecekten kaygı duyan”ları bu sanal platformda bir araya getiren site, herkesin fikrini açıkça söyleyebileceği bir zemin yaratıyor. Yaşamlarının gerçekliğini dönüştürmek için çabalamayanlara, toplumsal sorunlara dair bir imza vermelerini salık vererek fark yaratmayı amaçlıyor!
Change.org, bütün bu işleri dünyanın dört bir yanından bir araya gelerek dünyayı değiştirmeyi amaç edinmiş kadrosuyla gerçekleştiriyor. Bu az sayıdaki “cesur” insan, belki yanı başınızda, belki de dünyanın diğer ucundaki sorunlara çözüm için çabalarken, yeni “sanal kahraman”lar da dünyayı daha iyi ve yaşanabilir bir yer yapmak için ellerinden geleni ortaya koyuyor.
Peki, “değişim”e bu kadar gönülden inanan bu “cesur” insanlar da nereden çıktı?
Çare Change.org Kadrosu
Her yıl dünyanın en zengin iş adamlarının listesini açıklayan bir dergide Change.org’un mucidi ve CEO’su Ben Rattray’in, “2012 yılı en başarılı iş adamları listesi”nde yer alması, muhtemelen bir “tesadüf” değildi. Fortune dergisi, dünya liderlerini bir kenara bırakıp sosyal sorumluluk sahibi insanları listelemeye başlamamıştı elbette. Rattray’i bu listeye sokan kriter onun “dünyayı değiştirme” hayali değil, kurucusu olduğu Change.org’un 2013 Mayıs ayı içerisinde on sekiz farklı ülkeye yaptığı 15 milyon dolarlık yatırımdı.
Çevreci aktivizm, haciz karşıtı imza, sendika savunusu gibi söylemlerle kampanyalar düzenleyen bu sitenin “ideolojisiz” olduğu öne sürülse de, sitenin adına dikkatlice bakmak gizlenen bu ideolojiyi görmeye yetiyor.
İsmini ABD Başkanı Barrack Obama’nın 2008 seçimlerinden alan site, seçim zamanında üyelerine “yeni yönetimin öncelik vermesi gereken on konu”yu oylamaya sunduğunda ortaya çıkan tablo, Obama’nın istek listesi olmuştu. Ayrıca, sitenin “ideolojisiz olduğu”na bir karşı çıkış da, ABD’de sendikal hakları için greve giden öğretmenlerin derslere girmemesinden şikayetçi olarak eğitimde reform isteyen mücadele karşıtı bir STK olan StudentsFirst ve Stand For Children ile olan ortaklığından geliyor.
STK Görünümlü Şirket: B-Şirket
Sitenin ismindeki “org” uzantısına aldanmayın. “Organization”dan (örgüt) gelen org. uzantısının genellikle kar amacı gütmeyen yardım vakıfları ya da STK’lar tarafından kullanıldığı bilinir. Ancak Change.org’ta kullanılan bu uzantı, sosyal sorumluluklu bir internet sitesinden öte, şeffaflığı engelleyen multi milyon dolarlık bir şirketi gizlemekte kullanılıyor. Yani bu sosyal sorumluluk görünümü, sitenin karına kar katmasına zemin sağlıyor. Kampanyalarla toplanan imzalı dilekçelerin ilgili vakıf ve STK’lara satılması da zaten bu “şirket”in işleyişini açıkça gösteriyor.
Standford’lu sınıf arkadaşları Ben Rattray ve Mark Dimas tarafından kurulan sitenin amaçları, “belli duyarlılıklar üzerinden bir araya gelen kullanıcıların kar amacı gütmeyen sosyal ağ platformlarıyla, sosyal değişime odaklanmak” olduğu öne sürülse de Change.org’un site üzerinden gerçekleştirdiği alış veriş, STK görünümlü şirketi açığa çıkartıyor.
İlk kez 2010 yılında ABD’de gündeme gelen, Benefit Corporations(B-Corps) yani B-Şirketler, kar hırsıyla çalışan şirketlerin aksine “toplumsal fayda” için çalışılması gerektiğini vurguluyor. Şeffaflık ve hesap verilebilirliğin esas alındığı, kamu yararı için sosyal vicdanı ilke edinerek faaliyet yürüttüklerini söyleyen B-Şirketler, fikirlerin eyleme dönüştürülmesi konusunda da hayli istekli.
Bir B-Şirketi olduğu söylenen Change.org’un faaliyetleri ise tam bu noktada dikkat çekiyor.2010 yılından bu yana kullandığı imza modeliyle çalışan Change.org, The Bay Citizen’in raporuna göre 2011 yılından itibaren bu yolla kazanç sağlamaya başlıyor ve ilk kez “kar amacı gütmeyen” pozisyonundan çıkıyor.
Şirket, sosyal değişimle ilgili politikalarını, STK’ların adalet ve eşitlik için toplum yararına düzenlediği her kampanyayı sahiplenebileceğini söylerken, esas olarak STK’ların sponsorluğundan bahsediyor. Kendi kampanyalarını Change.org’ta yayımlatarak hedef kitlelerini büyütmeyi amaçlayan grupların bu sanal platform şirketine sundukları teklifler, ABD İletişim İşçileri Sendikası’nın yaptığı gibi kimi zaman 280.000 dolara kadar çıkıyor.
İklim değişikliği, evsizler, göçmenler, gay hakları gibi birçok sosyal konuya ilişkin kampanya düzenleyen Change.org aynı zamanda kampanyalarına imza atan kullanıcıların ve üyelerin kişisel bilgilerini ve mail adreslerini ilgili kurum, vakıf ve STK’lara satarak da bütçesini büyütüyor. Change.org’a attığınız bir imza sonrasında mail adresiniz konuyla ilgilenen benzer kuruluşlara satılıyor. Netroots Vakfı’nın açıklamasına göre satılan mail başına belirlenen bu fiyat, 1.75 dolar.
2012 Ekim ayında Huffington Post, sitenin ortaklık sözleşmelerinde değişikliğe gittiğini duyurdu ve artık Change.org’u hazırlayanların kişisel olarak karşı olduğu reklamları bile alacağını açıkladı.
Change.org: Clicktivizm mi, Slacktivizm mi?
Clicktivizm, sosyal medyayı kullanarak eylemler düzenleyen aktivistler için kullanılır. Bu eylemlerin başarısı kampanyalar için kaç “click” aldıklarıyla ölçülür. Slacktivizmden farklı olarak burada düzenlenen kampanyalar, sadece internet üzerinde kalmaz, gerçek hayatta da eyleme dönüşür. Tabi clicktivizm, slacktivizmin internet üzerinden düzenlediği kampanyalar için de kullanılır. İmza kampanyaları düzenlemek ya da politikacılara-şirket CEO’larına mail göndermek bunlar arasında sayılabilir. Clicktivizme en büyük eleştiri, sokak eylemlerini sanal ortamdaki imza kampanyalarına dönüştürmesi konusundadır.
Slacktivizm ise; slacker ve activizm kelimelerinin birleşiminden oluşturulan bir kavramdır. Slacker’ın Türkçe karşılığı, tembeldir. Kelime, herhangi bir sosyal olayı destekleyerek iyi hisseden, pratikte fazla bir şey yapmadan bu az çabasından hoşnut olmasını niteler. Slacktivizm kavramı ise, sosyal ağlarda yayınlanan mesajları kopyalayıp yapıştırarak, kişisel bilgilerine yazarak ya da profil resmini değiştirerek, sanal ortamda gündeme dair bir söz üretme anlamına gelir.
Sosyal medyanın, genç gruplar arasında yaygın olarak kullanımıyla yaygınlaşan bu kavram ilk kez 1995’te Cornerstone Festivali’nde, gençlerin topluma etki edebileceği protesto dışı eylemler için kullanıldı. Örneğin bir protestoya katılmak yerine, ağaç dikmek gibi… Burada kullanılan anlamı olumluydu. Ancak 2001’de Newsday’deki bir makalesinde Monthy Phan, kelimeyi şimdiki olumsuz anlamında kullandı ve slacktivizm, kişilerin reel siyasi alanlardan uzaklaşarak sanal ortamda muhalefet yapmaya sıkışmasını tanımlamakta kullanılmaya başlandı.
Change.org ve benzeri sosyal ağlardan örgütlenen sanala hapsedilen muhalefetin birer yansımasına dönüşürken, benzer sosyal ağlar da bu karşılaştırma ekseninde değerlendirilmektedir. Kişilerin var olan adaletsizliklere karşı mücadele etmektense klavye aktivizmine hapsolmasına sebep olan Change.org’un aldığı en büyük eleştirilerden biri de, slacktivizme ilişkindir.
Toplumsal Muhalefeti “Vicdan” Diyerek Pazarlayanlara Karşı Direnişin Gerçekliği
Change.org ve benzeri sosyal ağlar (MoveOn, İmza.la gibi) şimdiden yayılmaya başladı bile. İnternetin mantığından faydalanılarak örgütlenen bu ağlarla sosyal vicdan sahibi ve sorumluluğu yüksek bir sanallık yaratılıyor. Kamuoyunun vicdanı ise, bu sanallığa hapsedilmeye çalışılıyor.
Toplumsal muhalefet gerçeklikten uzaklaştırılıp sanala hapsedilmek istenirken; “şeffaflık”, “kamu yararı”, “sosyal görev” denilerek kendini var eden STK’lar ise birer şirkete dönüşüyor. Kişisel bilgilerden toplum vicdanına kadar her şeyi pazarlayan bu şirketler, muhalefeti de kendi söylemlerini kullanarak sindirmek istiyor.
İnsanların uğruna yaşamını yitirdiği, devlet terörüne-polis şiddetine-kapitalist sömürüye karşı girişilmiş bir mücadelede ortaya çıkan “Bu daha başlangıç” sloganını bile pazarlanacak bir metaya dönüştüren bu ve benzeri sosyal ağlara karşı esas alınması gereken, “iyi hissedilecek” kampanyalar düzenleyen şirketler değil, sokaklarda örgütlenen mücadelenin kendisidir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.
The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Bir İmzayla Sen Vicdanını Onlar Cüzdanlarını Rahatlatıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kadın, erkek, çocuk “gelin” mücadele edelim- Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Zehra, Kiraz, Minure ve Selda hepsinin aynı hikayesi…12 -13 yaşında zorla büyüdüler, daha kendileri büyümeden kucaklarına aldılar bebeklerini büyütmek için… Bir çoğu mutsuz ve hikayelerinin başı da sonu da hep umutsuz…
Günümüzde toplum tarafından genç bir kadın için kurgulanan egemen yazgının dışında, kadınlar hayallerini gerçekleştirebilmekten çok uzaktalar. Genç bir kadın olmanın toplumsal yazgısıyla birlikte, “kadın olmak” toplumda dayatılmış rollere hazırlanmayı gerektiriyor çünkü. Bu hazırlık sürecinde, daha evlenmeden evliliğe alıştırılıyor genç kadınlar; küçük bir çocukken kollarda sallanan bebeklerle, çat pat söylenen ninnilerle alışıyorlar anneliğe. Erkek egemen toplum nezdinde kutsal sayılan evliliği, “mutlu bir yuva” olarak anlatırken; genç kadınların çeyiz sandıklarına ailenin diğer bütün kadınlarının el emeği göz nuru döktüğü danteller, oyalar işletilerek, evinin kadını olmayı; “yuvayı dişi kuş yapar” telkiniyle öğretiyorlar. Küçücükken başlıyor bu öğrenmeler, hepsi de genç kadınlar beyaz gelinlikler içinde “gelin” olup mutlu bir yuva kurabilsin diye.
Ancak bazı gelinler sizin “mutluluk” dediğinize “ölüm” diyor, “Zorla, tehditle, satıldım.” diyor. “Bilmeden, anlamadan, üç kuruş uğruna bizden vazgeçildi.” diyorlar. “Korkuyla, telaşla, küçük yüreği çırpınan uçamayan kuş misaliyiz.” diyor. Mutlu yuva yani evlilik dendiğinde “Severek dokunmak, hissetmek, hayata gülümsemek bizim kaderimizde yokmuş” diyor. Küçük anneler olup, büyük sorunlar yaşıyor, sorunlar ağır geldiğinde ise taşıyamıyorlar. Kimi kaderrine razı oluyor, kimi kaderinin kurbanı. Kadere inanmaya mecbur bırakılmış, sevmediği, tanımadığı, istemediği bir başkasının ellerine teslim edilmiş, bedenleri satılmış, duyguları tutsak alınmış genç kadınlar, yani “çocuk gelinler” onlar.
Çocuk gelinlerin hayatlarına açılan pencerelerden bakabilmeyi ve yansıtmayı isterdim. Milyonlarca genç kadının bu kanalla dili olmayı; yaşadıklarını, dertlerini bu sayfalara taşımayı ve buluşturmayı isterdim. Çünkü o kadar çok hikaye var ki sadece bildiklerimiz; hepsi yaşlarından büyük sayfalar dolusu yer kaplar.
Çocuk gelin olmayı kendileri seçmeyen, sayıları milyonları bulan bu kadınlar; ötelendikleri, görmezden gelindikleri bir tecrit sürecine mahkum edilmiş yaşıyorlar. Belki en yakınınızdaki kadınlar onlar; anneniz, kız kardeşiniz. Aslında hepimiz neyin ne olduğunu gayet iyi biliyor, izliyoruz; televizyon dizilerinden, reklamlardan, çevremizdeki sohbetlerden biliyoruz. Zorla, küçücükken gelin edilenleri. Ancak belki de bilmediğimiz ve bilmek istemediğimiz; bu genç kadınların ve bizlerin üzerinden yükselen başka hayatların olduğu ve bu başka hayatların bizlerin hayatlarını bir bir nasıl çaldığı.
Peki bir yandan “Çocuk gelinler olmasın” derken, öte yandan hayatlarımızı çalanları tanıyor muyuz?
Türkiye genelinde 181 bin 36, İstanbul’da ise 24 bin 934 çocuk gelin var. Günümüzde kadınlarda evlilik yaşı 12’ye kadar düşmüş durumda. Yasal anlamda, 18 yaş altı çocuk evlilik oranı ortalaması yüzde 30. Yasal düzenlemelere dayanarak, evlilik yaşını belirleyerek, kişinin kendi hayatını tayin etme hakkını istediği koşulda belirleyen devlet, kendi tahakküm halkasının bir parçası olan “çocuk gelinler” konusundaki yasal düzenlemelerine rağmen neden çözümsüz kalıyor?
Yaşadığımız coğrafyada adından sıkça söz ettiren ve tartışılan bu konuda, devlet odaklı sivil toplum kuruluşları tarafından örgütlenen sosyal sorumluluk projeleri kapsamında, “çocuk gelinler” adıyla bir dizi kampanya örgütlendi ve halen bu konuda yeni projeler oluşturulmaya çalışılıyor. Sözde amaçlanan şey; bu kampanyalarla küçük yaşlardaki genç kadınların eğitimlerinin sağlanması ve “hayata kazandırılması”. Eğitim konusu bu meselenin can damarı olarak lanse ediliyor. Bir diğer kampanya olan “Baba Beni Okula Gönder” de benzer projenin bir başka ayağı. Devlet odaklı bu projelerin içinde sadece duyarlı sivil toplum kuruluşları yok, Güler Sabancı gibi holding sahibi kadın patronlar, sosyal sorumluluk bilinci tavan yapmış kadın akademisyenler, kadın siyasetçiler ve birçok kadın kuruluşu da bu projelerin destekçileri arasında yer almakta.
Sosyal sorumluluk projelerine toplumsal, sosyal statü peşindeki kapitalistlerin yanı sıra, kadın örgütlerinin de alet ediliyor olması kadın mücadelesi adına büyük bir kayıp. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ise “halkı bilinçlendirme” adına özellikle de medyayı kullanarak mevzuyu kamu spotlarıyla halka taşımayı misyon edinmiş gözüküyor. Sosyal tespitlerini ise “doğudaki genç kızlarımız” sorunun içinde diyerek bu açıdan göstermeye çalışan devlet ise, sosyal sorumluluklu bu ve benzeri projelerle “görevini yerine getirdiğini” kanıtlama derdinde. Ancak ne kadar kanıtlamaya çalışırsa çalışsın, tıpkı sosyal statüsünü yükseltme derdiyle dert çözme peşine düşmüş sorumlu kapitalist Güler Sabancı gibi, sorumlu devlet gibi görünmenin ötesine geçemeyecektir. Çocuk gelinler dışında, kadın cinayetlerini, tecavüzü, tacizi kadına yönelik her türlü şiddeti meşrulaştıran ve her türlü cinsel istismara rıza gösteren devlet çocuk gelinleri yaratan sorunların kendisidir.
Uçan Süpürge (Kadın İletişim ve Araştırma Derneği) tarafından, Güler Sabancı’nın kanatları altında yürütülen “Çocuk Gelinler” isimli proje, 2006 yılından bu yana çalışmalarını sürdürmekte olduğunu belirtiyor. Projenin amacı “zorla erken yaşta evlendirildiği için sosyal yaşamdan, eğitimden ve istihdam olanaklarından mahrum bırakılan bu kadınlar için yasa koyucuların, kadın, çocuk ve insan hakları örgütlerinin, üniversitelerin, uluslararası toplumun, eğitim, sağlık ve iş dünyasının, kamu politikalarına yön veren tüm yapıların özgün biçimlerde işbirliğini sağlamaya aracılık etmek” şeklinde ifade ediliyor. Sabancı Vakfı’nın, toplumsal gelişime hibe programından alınan ödeneklerle ayakta durabilen, kısa film ve benzeri sosyal aktivitelerle görünür kılınmaya çalışılan bu proje, çocuk gelinlerin hayatlarını değiştirmekten oldukça uzak. Bu anlayışla yol alan projeye, samimiyet çerçevesinde, katkı sunmak adına eklemlenen başka bireyler ve kadın örgütleri de kendilerini bu oyunun bir parçası olarak görmeliler. Çünkü kadınların hayatları üzerinden yükselen iktidarların, kapitalistlerin çocuk gelinler mevzusunda da kendi çıkarlarını “sorumluluk almak” şeklinde belirginleştirmeleri, aslında bu projelerin kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramadığını gösteriyor. Devlet odaklı, 54 ilde 15 bin kişiye ulaştığı iddia edilen proje kapsamında, kadınlara, çocuklara, kamu, sivil toplum kuruluşlarına ve toplumun her kesimine “çocuk gelinler olmasın” mesajının verilip, 54 bin imza toplanarak TBMM’ye sunulması hedeflenmiş. Yani her zaman olduğu gibi sorunun kendisi olan devlet, kendi mercilerinde çözüm aramaya yönelik bir karşı muhalefeti, yine kendi içinden çıkarmaktadır.
Çocuk gelinler konusunda sorunlu bir başka yaklaşım da yaşanılan sorunun doğu-batı denilerek ayrıştırılması ve buna uygun bir politika izlenmesi. Bu bakış açısı toplumun ve iktidar odaklarının cinsiyetçi, ataerkil bakışının çocuk gelinler konusunda da sorunun kaynağını görme gerçeğinin üstünü örtecektir. Güler Sabancı’nın ve bir çok kadın kuruluşunun her meselede olduğu gibi “doğudaki yoksul ailelerin ekonomik imkansızlıklarla eğitilemeyen çocuklarını topluma kazandırmak” adına düşünülen bu sorumluluklu projeler bizleri, batıda sanki benzer durumlar yaşanmıyormuş gibi bir yanılgıya düşürmemelidir. Yaşadığımız coğrafyada büyük şehirlerde de para karşılığında tek günlük “eş”lerin, yani 12-13 yaşındaki kadınların pazarlandığı, 13-14 yaşında tecavüze uğrayan genç kadınların tecavüzcüleriyle evlendirildiği, kürtaj yasağı ile birlikte zorla erken evliliğine meyil hazırlayan bir hükümet hüküm sürerken, doğu-batı şeklindeki bölgesel ayrıştırmalarla yapılmak istenen, sosyal sorumluluk kılıfına sokulmuş bir yanılsamadır. Bu sorun yalnızca Türkiye’nin doğusunda ve batısında değil, dünyanın her yerinde kadına yönelik gerçekleşen ataerkil zihniyetin bir sömürü geleneğidir.
Yaşadığımız coğrafyaya ilişkin çocuk gelinler konusunda ısrarla yinelemek gerekirse; bu sadece doğuda yaşam süren genç kadınların sorunu değildir. Batıda da zorla erken evlendirilen binlerce genç kadın ve binlerce çocuk gelin vardır. “Toplumun kanayan yarası” denilerek lanse edilmeye çalışılan bu konuda devlet güdümlü başka planlar gözetilmektedir. Ve bu planlardan palazlanan yeni bir mücadele anlayışı karşımıza dikilmektedir.
Nasıl bir karşı muhalefet?
Birleşmiş Milletler, Türkiye’nin girişimiyle 11 Ekim tarihini “Dünya Kız Çocukları Günü” olarak ilan etti. İktidarlar “kadınlara ait” olan günler artsın istiyor. Böyle günlerle birlikte çocuk gelinler de meşrulaşsın ki, bizler bu duruma yavaş yavaş alışalım istiyorlar. Kadın cinayetleri, tecavüz, taciz ve şiddet karşıtı eylemlere ve mitinglere bir de bu gün eklensin istiyorlar. Devlet kendine karşıt muhalefetini de böylece yaratmış oluyor. Kadınlar da çözüm arayışlarını devletin kanallarında aramayı sürdürmeye devam ettikçe ne sorunlar çözülüyor, ne ölümler bitiyor ne de çocuk gelinler gelin olmayacakları bir hayata tutunabiliyor. Devletten eşitlik, adalet ve özgürlük talep etmek sadece kadınların hayatları üzerinden yükselen kapitalistlerin ve kısacası devletin işine yaramaktan bir adım öteye geçmiyor. Kadınların etrafında dolanan bu sorunlar ataerkil zihniyet ve anlayış yıkılmadıkça da çözülemeyecektir. Çünkü egemen anlayışın erkekleştiği bu dünyada, mevcut her şeyin erkekleşmesi yani iktidarlaşması kaçınılmaz hale gelmektedir.
İktidarın hiyerarşik yapısı gereği erkek egemen toplum, kadının üzerinde kaçınılmaz bir tahakküm oluşturur. Çocuk gelini “gelin” eden baba, babanın otoritesine boyun eğmek zorunda bırakılan anne bunun sürdürücüsüdür. Erkek egemen toplumda ailenin kutsallığı; dolayısıyla bu kutsallığın örf, adet, gelenek, namus vb. kavramlarla bezenerek bunun koruyucusu olan devlet, toplumsal normlar çerçevesinde sınırlandırılmış bir hayatı yaşamaya mecbur bırakılan kadınlara, erkeklere, çocuklara tüm topluma, varlığını ekonomik ve sosyal anlamda yasalarıyla eşitşiz ve adaletsizce dayatmaktan başka bir sorumluluk yüklenmemiştir. Çocuk gelinler gibi, hayattan tecrit edilen kadınların hayatları üzerinden yükselenler ve buna alet olanlar da ,bu sorumluluğa paydaştır. “Çocuk gelinler olmasın” diyebilmek için, kapitalistlerle işbirliğinden uzak durmak, devlet odaklı ve devlet içi talepkar söylemlerin dışında samimi, doğrudan bir mücadele hattını oluşturmaktır artık kaçınılmaz olan.
Kadın, erkek, çocuk “gelin” mücadele edelim.
Zeynep Kocaman
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 4. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kadın, erkek, çocuk “gelin” mücadele edelim- Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>