The post Anarşizm Nedir? (13): Sosyalizm – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşamı boyunca anarşizm için mücadele eden devrimci anarşist Alexander Berkman tarafından 1928’de yazılan, daha önce farklı dillerde “Anarşizm Nedir?, Anarşizmin ABC’si, Anarşist Komünizm Nedir?” isimleriyle yayınlanmış ve bugüne dek Türkçe çevirisi yapılmamış olan kitabın 13. bölümünü sizlerle paylaşıyoruz. Paylaşılmış bütün bölümlere BURADAN ulaşabilirsiniz.
Bu soruyu sorduğunda, sosyalist sana şu cevabı veriyor:
“Sosyalist partiye oy ver. Partimizi seç. Kapitalizmi ortadan kaldırıp sosyalizmi kuracağız.”
Sosyalist ne istiyor ve bunu nasıl elde edeceğini söylüyor?
Sosyalistlerin birçok farklı grubu var. Sosyal Demokratlar, Fabiancı Sosyalistler, Nasyonal Sosyalistler, Hristiyan Sosyalistler ve daha birçok farklı etiket altındaki sosyalistler. Genel olarak, hepsi yoksulluğun ve adaletsiz toplumsal koşulların ortadan kaldırılmasına inanıyor. Ancak hangi koşulların ‘adil’ olacağı ve daha da önemlisi, onları nasıl hayata geçirecekleri konusunda çok da anlaşamıyorlar.
Bugünlerde kapitalizmi geliştirme çabalarına bile çoğu zaman ‘sosyalizm’ deniyor, oysa gerçekte bunlar sadece reformlardır. Bu tür reformlar sosyalist olarak kabul edilemez çünkü gerçek sosyalizm kapitalizmi ‘iyileştirmek’ değil onu tamamen ortadan kaldırmak anlamına gelir. Sosyalizm, emek koşullarının kapitalizm içindeyken özünde iyileştirilemeyeceğini öğretir. Aksine işçilerin çoğunun koşullarının, sanayiciliğin ilerleyerek gelişmesiyle birlikte giderek daha da kötüye gideceğini söyler. Yani kapitalizmi ‘reform’ ve ‘iyileştirme’ çabalarının doğrudan sosyalizme karşı çıktığını ve yalnızca sosyalizmin gerçekleşmesini geciktirdiğini savunur.
Önceki bölümlerde işçilerin köleleştirilmesinin, eşitsizliğin, adaletsizliğin ve diğer toplumsal kötülüklerin tekel ve sömürünün sonucu olduğunu; bu sistemin devlet denilen politik makine tarafından desteklendiğini gördük. Bu nedenle, kapitalizmin ve ücretli köleliğin ortadan kaldırılmasını desteklemeyen sosyalizm ekollerini –ki kendilerine sosyalist deme hakları yoktur- tartışmanın hiçbir amacı olmayacaktır. Tıpkı ‘zenginliğin adil dağıtımı’, ‘gelirin eşitlenmesi’, ‘tek vergi’ veya diğer benzer planlar gibi sosyalist olduğu iddia edilen önerilerden bahsetmenin faydasız olduğu gibi. Bunlar sosyalizm değil sadece reformdur. Örneğin Fabianizm’deki gibi sade bir salon sosyalizmi, halklar için hayati bir değere sahip değildir.
Öyleyse temelde kapitalizm ve maaş sistemini ele alan işçiyle ve yoksun bırakılmışlarla ilgilenen -Sosyal Demokrat Hareket olarak bilinen- sosyalizm ekolünü inceleyelim. Bu ekol sosyalizmin tüm diğer biçimlerini uygulanamaz ve ütopik olarak değerlendirir. Kendisini -tüm sosyal demokratların incili ve rehberi olan- Karl Marks tarafından formüle edilen gerçek sosyalizmin tek sağlam ve bilimsel teorisi dedikleri Kapital’in sesi olarak adlandırır.
O halde marksist sosyalistler olarak bilinen Karl Marks’ın sosyalist takipçileri ne öneriyor?
Kapitalizmi ortadan kaldırmadıkça işçilerin asla özgür olamayacaklarını ve refaha eremeyeceklerini söylüyorlar. Üretim kaynakları ve dağıtım araçlarının özel girişimlerin elinden alınmasını öğretiyorlar. Yani toprak, makine, değirmenler, fabrikalar, madenler, demiryolları ve diğer kamu hizmetlerinin özel mülkiyete ait olmaması gerekir çünkü bu tür bir mülkiyet, işçileri ve genel olarak insanlığı köleleştirir. Bu nedenle, olmadıklarında insanlığın varlığını sürdüremeyeceği şeylerin özel mülkiyeti sona ermelidir. Üretim ve dağıtım araçları kamu malı haline gelmelidir. Serbest kullanım fırsatı; tekeli, faizi ve kârı, sömürü ve ücretli köleliği ortadan kaldıracaktır. Toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlik ortadan kalkacak, sınıflar ayağa kalkacak; tüm insanlar özgür ve eşit olacaktır.
Sosyalizmin bu görüşleri, çoğu anarşistin fikriyle tam uyum içindedir.
Şuanki mülk sahipleri mücadele etmeden mülklerinden vazgeçmeyecekler. Tüm tarih ve geçmiş deneyimler bunu kanıtlıyor. Ayrıcalıklı sınıflar her zaman kendi avantajlarına sahip çıkmışlar, toplum üzerindeki güçlerini zayıflatma girişimlerine de her zaman karşı çıkmışlardır. Bugün bile emeğin koşullarının iyileşmesi için verilen mücadelelere karşı çıkıyorlar. Bu nedenle -geçmişte olduğu gibi gelecekte de- onları tekellerinden, özel haklarından ve ayrıcalıklarından mahrum etmeye çalışırsan plütokrasinin karşı çıkacağı kesindir. Bu karşı çıkış, acı bir mücadeleyle bir devrime yol açacaktır.
Gerçek sosyalizm bu nedenle radikal ve devrimcidir. Radikaldir çünkü toplumsal sorunların kökenine kadar gider (radix Latince’de kök anlamına gelir); reformlara ve geçici değişikliklere inanmaz, her şeyi baştan sona değiştirmek ister. Devrimci, kan dökülmesini istediği için değil devrimin kaçınılmaz olduğunu açıkça öngördüğü için; mülk sahibi sınıflar ve mülksüzleştirilmişler arasında şiddetli bir mücadele olmaksızın kapitalizmden sosyalizme geçilemeyeceğini bilir.
“Ama bir devrim ise” diye soruyorsun, “sosyalistler neden onları göreve getirmemi istiyor? Devrim mücadelesini orada mı verecekler?”
Yerinde bir soru. Kapitalizm madem devrimle ortadan kaldırılacak, sosyalistler ne için görev arıyorlar, neden hükümete girmeye çalışıyorlar?
İşte tam da marksist sosyalizmin büyük çelişkisinin ortaya çıktığı yer, her ülkedeki sosyalist hareket için ölümcül olan ve onu işçi sınıfına herhangi bir şekilde faydası olmayacak şekilde etkisiz ve güçsüz kılan temel çelişki.
Sosyalizmin neden başarısız olduğunu, sosyalistlerin neden çıkmaz sokağa girdiğini ve işçileri neden özgürleşmeye götüremeyeceklerini kavramak için bu çelişkinin açıkça anlaşılması önemli bir gerekliliktir.
Bu çelişki nedir? Şudur: Marks, “devrimin, yeni bir topluma gebe olan kapitalizmin ebesi olduğunu” anlatmıştır. Yani kapitalizmden devrim olmaksızın sosyalizm çıkmayacaktır. Ama diğer yandan Marks Komünist Manifesto’sunda burjuvaziyi fethetmek için proletaryanın devletin siyasi mekanizmasını ele geçirmesi gerektiğinde ısrar etmiştir. İşçi sınıfı -Marks’a göre- sosyalist partiler aracılığıyla devletin dizginlerini kavramalı ve sosyalizmi başlatmak için siyasi gücü kullanmalıdır.
Bu çelişki, sosyalistler arasında büyük kafa karışıklığına neden oldu ve hareketi birçok fraksiyona ayırdı. Bunların çoğu, her ülkede bulunan sıradan sosyalist partiler, işlevi kapitalizmi ortadan kaldırmak ve yerine sosyalizmi getirmek olacak bir sosyalist hükümetin kurulması için siyasi iktidarın ele geçirilmesini savunuyor.
Böyle bir şeyin mümkün olup olmadığını kendin değerlendir. Sosyalistler en başta mülk sahibi sınıfların sert bir karşı çıkış olmaksızın servet ve ayrıcalıklarından vazgeçmeyeceklerini, bunun devrimle sonuçlanacağını kendileri kabul ediyorlar.
Düşün, yaptıkları işlevsel mi? Birleşik Devletler’i ele alalım. Elli yıldan fazla bir süredir sosyalistler Kongre’ye parti üyelerini seçtirmeye çalışıyorlar, yarım asırlık bir siyasi çalışmanın ardından Washington’daki Temsilciler Meclisi’nde sadece bir üyeleri var. Kongrede sosyalist çoğunluğu elde etmek, bu hızla gidilirse (ki bu hız gitgide azalacak) kaç yüzyıl alacak?
Sosyalistlerin bir gün bu çoğunluğu güvence altına alabileceklerini varsayalım. O zaman kapitalizmi sosyalizme çevirebilecekler mi? Tek tek eyaletlerin anayasalarının yanı sıra Birleşik Devletler Anayasası’nın da -her birinde üçte ikilik bir çoğunluk sağlanarak- düzeltilmesi ve değiştirilmesi gerekecektir. Dur ve düşün: Amerikan plütokratlar, tröstler, burjuvazi ve kapitalizmden yararlanan tüm diğer güçler; sessizce oturup anayasanın kendilerini mal ve ayrıcalıklarından mahrum bırakacak şekilde değiştirilmesine izin mi verecekler? Buna inanabiliyor musun? Jay Gould’un milyonlarını yasadışı olarak almakla suçlandığı sırada ne dediğini hatırlıyor musun? “Anayasanın canı cehenneme!” Ve her plütokrat, Gould kadar açık sözlü olmasa bile aynı şekilde hisseder. Anayasa olsun ya da olmasın, kapitalistler servetleri ve ayrıcalıkları için ölümüne savaşacaklardır. Ve devrimden kasıt tam da budur. Sosyalistleri göreve seçerek kapitalizmin ortadan kaldırılıp kaldırılamayacağına ya da sosyalizmin oy pusulasıyla oylanıp oylanamayacağına kendin karar verebilirsin. Ancak oy pusulaları ve mermiler arasındaki bir kavgayı kimin kazanacağını tahmin etmek zor değil.
Eski günlerde sosyalistler bunu çok iyi anlamışlardı. Daha sonra siyaseti sadece propaganda amacıyla kullanmak istediklerini iddia ettiler. Sosyalist ajitasyonun özellikle Almanya’da yasak olduğu günlerdeydi. Sosyalistler “Bizi Reichstag’a (Alman parlamentosu) seçerseniz, o zaman işçilere sosyalizmi orada vaaz edebiliriz ve halkı onun için eğitebiliriz.” diyorlardı. Bunun o zaman için bir nedeni vardı, sosyalist konuşmaları yasaklayan yasalar Reichstag’da geçerli değildi. Sosyalistler, sosyalizmi savunma fırsatına sahip olmak için siyasi faaliyetten yana oldular ve seçimlere katıldılar.
Zararsız bir şey gibi görünebilir ancak bu, sosyalizmin mahvoluşunu getirdi. Çünkü amacınıza ulaşmak için kullandığınız araçlar çok geçmeden amacınız olur, bu her zaman için doğrudur. Örneğin varoluşun yalnızca bir aracı olan para, hayatımızın amacı haline geldi. Devlet de benzer şekilde. İlkel topluluk tarafından bazı köy işlerine katılmak üzere seçilen ‘yaşlı’ yöneticiye, efendiye dönüştü. Sosyalistlerde de böyle oldu.
Yavaş yavaş tavırlarını değiştirdiler. Seçim toplantıları sadece bir eğitim yöntemi olmaktan çıktı, yavaş yavaş siyasi makamı güvence altına almak için amaca dönüştü. Yasama organlarına ve diğer hükümet pozisyonlarına seçilmek onların tek amacı haline geldi. Değişim doğal olarak sosyalistlerin devrimci ateşlerinin yavaş yavaş sönmesine yol açtı; soruşturmalardan kaçınmak ve daha fazla oy almak için onları kapitalizm ve hükümete yönelik eleştirilerini yumuşatmaya zorladı. Günümüzde sosyalist propagandanın ana vurgusu artık politikanın eğitimsel değerine değil sosyalistlerin göreve fiilen seçilmelerine dayanıyor.
Sosyalist partiler artık devrimden bahsetmiyor. Şimdi Kongre veya Parlamento’da çoğunluk elde ettiklerinde sosyalizmi yasallaştıracaklarını iddia ediyorlar: yasal ve barışçıl bir şekilde kapitalizmi ortadan kaldıracaklarını söylüyorlar. Başka bir deyişle, devrimci olmaktan çıktılar; yasayla bir şeyleri değiştirmek isteyen reformculara dönüştüler.
Öyleyse son birkaç on yıldır bunu nasıl yaptıklarını görelim.
Neredeyse her Avrupa ülkesinde sosyalistler büyük bir siyasi güç elde etti. Bazı ülkelerde artık sosyalist hükümetler var, diğerlerinde sosyalist partiler çoğunluğa sahip; başkalarında ise yine sosyalistler başbakanların yardımcılığını yapan kademeler de dahil olmak üzere devlet kademelerini, devletteki en yüksek mevkileri işgal ediyorlar. Sosyalizm için neler başardıklarını ve işçiler için neler yaptıklarını inceleyelim.
Sosyalist hareketin yatağı olan Almanya’da Sosyal Demokrat Parti çok sayıda hükümet dairesine sahip; üyeleri belediye, ulusal yasama-yargı organlarında ve Bakanlar Kurulu’nda. İki Alman Devlet Başkanı, Haase ve Ebert, sosyalistti. Şimdiki Reichskanzler (Şansölye), Dr. Herman Müller, bir sosyalisttir. Reichstag Başkanı Herr Loebe aynı zamanda Sosyalist Parti üyesidir. Scheidemann, Noske ve hükümette, orduda ve donanmada en yüksek mevkilerde bulunan çok sayıda diğer kişi, güçlü Sosyal Demokrat Parti’nin liderleridir. Onlar partinin davasını savunması gereken proletarya için ne yaptılar? Sosyalizmi yarattılar mı? Ücretli köleliği kaldırdılar mı? En azından bu amaçlar için girişimlerde bulundular mı?
Almanya’daki işçilerin 1918’de ayaklanması Kayzer’i ülkeden kaçmaya zorladı ve Hohenzollern Hanedanı’nın hükümdarlığı sona erdi. Halk sosyal demokratlara güvendi ve onları iktidara getirdi. Ancak sosyalistler hükümette bir kez güvende olduklarında halka karşı çıktılar. Alman burjuvazisi ve askeri kliği ile birleştiler, kapitalizmin ve militarizmin kalesi haline geldiler. Sadece halkı silahsızlandırıp emekçileri bastırmakla kalmadılar, aynı zamanda ihanetlerini protesto etmeye cesaret eden her sosyalisti vurup hapse attılar. Noske, devrim sırasında ordunun sosyalist şefi olarak, askerlerini işçilere karşı çıkardı ve onları -onu iktidara getiren proleterleri, kendi kardeşi olan sosyalistleri- toptan katletti. En sadık ve gözü pek devrimcilerden ikisi olan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg, 16 Ocak 1919’da Berlin’de sosyalist hükümetin göz yummasıyla ordu subayları tarafından soğukkanlılıkla öldürüldü. Anarşist şair ve düşünür Gustav Landauer ve Almanya’nın her yerinden çok sayıda işçi arkadaşı aynı kaderi paylaştı.
Haase, Ebert, Scheidemann, Noske ve onların Sosyalist teğmenleri devrimin hayati bir şeyi başarmasına izin vermediler. İktidara geldikleri an onu isyankâr emeği ezmek için kullandılar. Gerçek devrimci unsurların açık ve gizlice öldürülmesi, sosyalist hükümetin devrimi bastırmak için kullandığı araçlardan yalnızca biriydi. Sosyalist Parti, işçilerin yararına herhangi bir değişiklik yapmak bir yana, aristokrasinin ve efendi sınıfın tüm ayrıcalıklarını, çıkarlarını koruyarak kapitalizmin en gayretli savunucusu oldu. Bu nedenle Alman Devrimi, Kayzer’i kovmaktan başka hiçbir şey başaramadı. Krallık tüm unvanlarına, mülkiyetlerine, özel haklarına ve ayrıcalıklarına sahip olmaya devam etti; askeri kast, monarşi altında sahip olduğu gücü korudu; burjuvazi güçlendi, ekonomi kralları ve sanayi kodamanları eskisinden daha da büyük bir rahatlıkla Alman emekçisinin efendisi oldular. Arkasında milyonlarca oy bulunan Almanya Sosyalist Partisi, seçilmekte başarılı oldu. İşçiler ise tıpkı önceden olduğu gibi köle kaldılar ve acı çekiyorlar.
Diğer ülkelerde de manzara aynı. Fransa’da Sosyalist Parti hükümette güçlü bir şekilde temsil edilmektedir. Başbakanlık görevini de üstlenen Dışişleri Bakanı Aristide Briand, eskiden Fransa’daki partinin en büyük ışıklarından biriydi. Günümüzde kapitalizmin ve militarizmin en güçlü savunucusu. Eski sosyalist arkadaşlarının çoğu hükümetteki meslektaşlarıdır; daha birçok günümüz sosyalisti de Fransız Parlamentosu’nda ve diğer önemli mevkilerde bulunmaktadır. Sosyalizm için ne yapıyorlar? İşçiler için ne yapıyorlar?
Fransa’nın kapitalist rejimini savunmaya ve ‘istikrara kavuşturmaya’ yardım ediyorlar; yüksek devlet memurlarının daha iyi maaş alabilmesi için vergileri artıran kanunlar çıkarmakla meşguller. Onlar -Fransız kardeşleri gibi- işçileri kan kaybetmek zorunda olan Almanya’dan savaş tazminatı toplamakla meşguller. Fransa’yı ve özellikle okullardaki çocuklarını Alman halkından nefret etmeleri konusunda ‘eğitmek’ için çok çalışıyorlar; komşu ülkelere karşı şovenizm ve intikam ruhunu geliştirerek hazırladıkları bir sonraki savaş için daha fazla savaş gemisi ve askeri uçak inşa etmeye yardımcı oluyorlar. Fransa’nın her yetişkin erkek ve kadınını savaş durumunda seferber eden yeni yasa, önde gelen sosyalistlerden Paul Boncour tarafından tanıtıldı ve Temsilciler Meclisi’nin sosyalist üyelerinin desteğiyle kabul edildi.
Avusturya ve Belçika’da, İsveç ve Norveç’te, Hollanda ve Danimarka’da, Çekoslovakya’da ve diğer Avrupa ülkelerinin çoğunda sosyalistler iktidara geldi. Bazı ülkelerde tamamen iktidarlar, bazılarında ise kısmen. Ve her yerde, tek bir istisna olmaksızın aynı yolu izlediler. Her yerde ideallerinden vazgeçtiler, insanları aldattılar, siyasi yükselişlerini kendi çıkarları ve şanları için kullandılar.
Öfkeyle “Emeğin sırtında iktidara gelen ve sonra işçilere ihanet eden bu insanlar alçaklardır!” dediğini duyuyorum. Doğru ama hepsi bu kadar da değil. Bu sürekli ve düzenli ihanetin daha derin bir nedeni var. Bu neredeyse evrenselleşmiş olgunun daha büyük ve daha önemli bir nedeni var. Sosyalistler esasen diğer insanlardan farklı değildir. Tıpkı senin ve benim gibi onlar da insandır. Ve hiç kimse bir gecede alçak ya da hain olmaz.
Yozlaştıran şey iktidardır. İktidara sahip olduğunuz bilincinin kendisi, insanı tıpkı en iyi metali bile aşındıran en kötü zehir gibi yozlaştırır. Siyasetin her yerdeki pisliği ve kirliliği bunu yeterince kanıtlıyor. Dahası en iyi niyetlerle bile yasama organlarındaki veya hükümet pozisyonlarındaki sosyalistler, sosyalist nitelikte herhangi bir şeyi, işçilere fayda sağlayacak herhangi bir şeyi başarmada kendilerini tamamen güçsüz bulurlar. Çünkü siyaset, çalışma koşullarını iyileştirmenin bir yolu değildir. Asla olmadı ve olamaz.
Ahlaki yozlaşma ve kötüleşme yavaş yavaş gerçekleşir, o kadar kademeli olarak gerçekleşir ki kişi bunu fark etmez. Kongre’ye seçilmiş bir sosyalistin durumunu bir an için hayal edin. Diğer partilerden yüzlerce insan karşısında tek başınadır. Onların, kendisinin radikal fikirlerine karşı olduklarını hisseder, kendisini garip ve düşmanca bir atmosferde bulur. Ama o oradadır ve hali hazırda devam eden işe katılmak zorundadır. Bu işin çoğu -getirilen yasalar, önerilen yasalar- ona tamamen yabancıdır. Sosyalistin inandığı şeylerle hiçbir ilgisi yoktur, onu seçen işçi sınıfı seçmenlerinin çıkarlarıyla hiçbir bağlantısı yoktur. Bu sadece mevzuatın rutinidir. Ancak emeğe veya endüstriyel ve ekonomik duruma ilişkin bir yasa tasarısı ortaya çıktığında sosyalistimiz sürece katılabilir. Sürece katılır ve konuyla ilgili pratik olmayan fikirleri yüzünden ya görmezden gelinir ya da ona gülünür. Çünkü gerçekten pratik değiller. Yasalar en iyi senaryoda bile -önerilen yasa tekele yeni ayrıcalıklar verecek şekilde özel olarak tasarlanmadığında- kapitalist işleyişle ilgili konularla, bir hükümetle diğeri arasındaki bazı ticari antlaşmalar veya sözleşmelerle ilgilidir. Ama o sosyalist, sosyalist bir listeden seçildi ve kapitalist hükümeti ortadan kaldırmak, ticaret ve kâr sistemini tamamen ortadan kaldırmak onun görevidir, öyleyse sunulan ‘faturalar’ üzerine ‘pratik olarak’ nasıl konuşabilir ki? Elbette meslektaşları için bir alay konusu olur ve kısa süre sonra yasama salonlarında varlığının ne kadar aptal ve yararsız olduğunu görmeye başlar. Bu nedenle Almanya’daki Sosyalist Parti’nin en iyi insanlarından bazıları, örneğin Johann Most siyasi eyleme karşı çıktılar. Ama böyle dürüstlük ve cesarete sahip çok az insan vardı. Sosyalist genelde pozisyonunda kalır ve her geçen gün ne kadar anlamsız bir rol oynadığını fark etmek zorunda kalır. Çalışmada ciddi bir rol almanın, tartışmalarda sağlam fikirlerini ifade etmenin ve yargılamalarda gerçek bir faktör haline gelmenin bir yolunu bulması gerektiğini hisseder. Bu kendi onurunu korumak, meslektaşlarını saygıya zorlamak ve aynı zamanda seçmenlerine sadece bir kukla seçmediklerini göstermek için zorunludur.
Böylece rutini öğrenmeye başlar. Nehir taraması ve sahil ıslahı üzerine çalışır, ödenekleri okur, değerlendirilmek üzere gelen yüz faturayı inceler ve ara sıra söz aldığında -ki bu çok sık olmaz- sosyalist bakış açısıyla önerilen mevzuatı açıklamaya çalışır. Yapmak zorunda olduğu ‘sosyalist konuşmayı’ yapar. İşçilerin çektiği acılar ve ücretli kölelik suçları üzerinde durur; meslektaşlarına kapitalizmin kötü olduğunu, zenginlerin ve tüm sistemin ortadan kaldırılması gerektiğini bildirir. Sıkıcı konuşmasını bitirir ve oturur. Politikacılar ise birbirlerine bakışlar atar, gülümser ve şaka yaparlar; sonrasında ellerindeki işe dönerler.
Sosyalistimiz alay konusu olarak görüldüğünü algılar. Meslektaşları onun ‘ateşli havasından’ bıkmaktadır ve o, zeminini sağlama almakta gittikçe daha fazla zorlanır. Sık sık huzura çağrılır ve sadede gelmesi gerektiği söylenir. Ne konuşmasıyla ne de aldığı oyla kararlara en ufak bir şekilde bile etki edemeyeceğini bilir. Konuşmaları halka ulaşmaz bile; kimsenin okumadığı Meclis Tutanakları’nda kalır; siyasi entrikaların vahşi doğasında yalnız ve etkisiz bir ses olduğunun acı bir şekilde farkındadır.
O, seçmenleri yasama organlarına daha fazla yoldaş seçmeleri için çağırıyor. “Yalnız bir sosyalist hiçbir şeyi başaramaz.” diye sesleniyor. Yıllar geçiyor ve sonunda Sosyalist Parti, birkaç üyesinin daha seçilmesini başarıyor. Her biri ilk meslektaşlarıyla aynı deneyimi yaşıyor ancak şimdi sosyalist doktrinleri politikacılara vaaz etmenin yararsızdan daha kötü olduğu sonucuna hızla varıyorlar. Mevzuata katılmaya karar veriyorlar. Sadece ‘devrim çığırtkanı’ olmadıklarını; pratik insanlar, devlet adamları olduklarını, seçmenleri için bir şeyler yaptıklarını, çıkarlarını gözettiklerini onlara göstermeliler.
Bu durum onları yargılamalarda ‘pratik’ bir rol almaya, ‘iş konuşmaya’, yasama organında fiilen ele alınan konularla uyumlu olmaya zorlar. Bunların sosyalizmle veya kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla hiçbir ilgisi olmadığını gayet iyi biliyorlar. Tüm bu kanun yapma ve politik mumyalama, efendilerin halk üzerindeki hakimiyetini yalnızca güçlendirir; daha da kötüsü işçileri yasama meclislerinin kendileri için bir şeyler yapabileceğine inanmaya doğru yönlendirir ve onları siyasetle sonuç alabileceklerine dair sahte bir umutla aldatır. Bu şekilde onların durumlarını ‘iyileştirmek’ için yasa ve devlete ‘bir şeyleri değiştirmek’ için güvenmelerini sağlar.
Böylece devlet mekanizması işleyişini sürdürür, efendiler konumlarında güvende kalırlar. İşçilerin eylemleriyse yasama organlarındaki temsilcileri tarafından kendilerine ‘rahatlık’ sağlayacak yeni yasalar vaatleriyle durdurulur.
Yıllardır bu süreç tüm Avrupa ülkelerinde devam ediyor. Sosyalist partiler, üyelerinin çoğunu çeşitli yasama ve hükümet pozisyonlarına seçtirmeyi başardılar. Bu atmosferde yıllar geçiren, iyi işlerin ve maaşın tadını çıkaran seçilmiş sosyalistler, siyasi mekanizmanın bir parçası haline geldi. Sosyalist devrimin kapitalizmi ortadan kaldırmasını beklemenin faydası olmadığını hissetmeye başladılar. Hükümette sosyalist çoğunluk elde etmeye çalışmak, “iyileştirme” için çalışmak daha pratikti. Şimdiyse çoğunluğa sahip olduklarında devrime ihtiyaç duymayacaklarını söylüyorlar.
Sosyalistler yavaş yavaş, adım adım değiştiler. Seçimlerde artan başarı ve siyasi gücü güvence altına alarak daha muhafazakâr oldular ve mevcut koşullardan memnunlar. Burjuvazinin zenginliğinin, nüfuzunun atmosferinde yaşayarak ve işçi sınıfının yaşamından, acılarından uzaklaşarak ‘pratik’ dedikleri şey haline geldiler. Siyasi mekanizmanın işleyişini ilk elden görerek, onun ahlaksızlığını ve yolsuzluğunu bilerek o aldatma, rüşvet ve yolsuzluk bataklığında sosyalizm için umut olmadığını anladılar. Ancak az sayıda, çok az sayıda sosyalist, işçileri politikanın emeğin davasına yardım etme umutsuzluğu konusunda aydınlatacak cesareti buluyor. Böyle bir itiraf, maaşları ve avantajları ile siyasi kariyerlerinin sonu anlamına gelecektir. Bu yüzden onların büyük çoğunluğu düşüncelerini kendilerine saklamaktan ve yeteri kadar iyi yaşamaktan memnunlar. Güç ve konum, vicdanlarını yavaş yavaş bastırdı ve akıntıya karşı yüzecek güce ve dürüstlüğe sahip değiller.
Bir zamanlar dünyanın ezilenlerinin umudu olan sosyalizmin dönüştüğü şey budur. Sosyalist partiler, burjuvazi ve emeğin düşmanlarıyla el ele verdiler. İnsanlara, onların çıkarları için savaşıyormuş gibi görünerek kapitalizmin en güçlü kalesi haline geldiler. Oysa gerçekte sömürücülerle ortak bir amaç oluşturdular. Kendilerini o kadar unuttular ve orjinal sosyalizmlerine geri döndüler ki Büyük (Birinci) Dünya Savaşı’nda Avrupa’da bile sosyalist partiler, işçileri katliamlara yönlendirmek için devletlerine yardım ettiler.
Savaş, sosyalizmin iflasını açıkça gösterdi. Sloganı “Dünya işçileri birleşin!” olan sosyalist partiler, emekçileri birbirlerini öldürmeye gönderdi. Militarizmin ve savaşın düşmanları olmaktan ‘kendi’ topraklarının savunucuları haline geldiler ve işçileri askerlerin üniformasını giymeye ve diğer ülkelerdeki arkadaşlarını öldürmeye çağırdılar.
Gerçekten tuhaf! Yıllardır proleterlere kendi çıkarlarının efendilerininkine zıt olduğunu, emeğin ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmadığını’ söylüyorlardı ancak ilk fırsatta emekçileri orduya katılmaya ve katliam yapabilmesi için hükümeti desteklemeye ve para vermeye çağırdılar. Bu, Avrupa’nın her ülkesinde oldu. Doğru, savaşı protesto eden sosyalist azınlıklar vardı ancak sosyalist partilerdeki baskın çoğunluk onları kınadı, görmezden geldi ve katliam için birbirleriyle sıraya girdiler.
Bu, yalnızca sosyalizme değil tüm işçi sınıfına ve insanlığın kendisine karşı yapılmış en korkunç ihanetti. Amacı dünyayı kapitalizmin kötülüklerine, vatanseverliğin cani karakterine, savaşın acımasızlığına ve yararsızlığına karşı eğitmek olan sosyalizm; insan haklarının, özgürlüğün ve adaletin savunucusu, daha iyi bir günün umudu ve vaadi olan sosyalizm; sefil bir şekilde devletin ve efendilerin savunucusuna dönüştü. Militaristlerin ve milliyetçilerin bakıcısı oldu. Eski sosyal demokratlar ‘sosyal vatanseverler’ oldular.
Ancak bu, sadece ihanet yüzünden olmadı. Bu görüşü benimsemek, ana noktayı kaçırmak ve ondan çıkarılacak uyarı niteliğindeki dersi yanlış anlamak olacaktır. Hem doğası hem de etkisi bakımından ihanetti ve bu ihanetin sonuçları sosyalizmi iflas ettirdi, ona ciddiyetle inanan milyonları hayal kırıklığına uğrattı ve dünyayı karanlık gericilikle doldurdu. Ama bu yalnızca ihanet değildi, sıradan bir ihanet değildi. Gerçek sebep çok daha derinlerde yatıyor.
Harika bir düşünür (Hipokrat) “Ne yersek oyuz.” demişti. Yani yaşadığımız hayat, içinde yaşadığımız çevre, düşüncelerimiz ve yaptığımız eylemler, hepsi ince ince karakterimizi şekillendirir ve bizi olduğumuz kişi yapar.
Sosyalistlerin uzun siyasi faaliyeti ve burjuva partileriyle iş birliği, yavaş yavaş düşüncelerini ve zihinsel alışkanlıklarını sosyalist düşünce tarzlarından uzaklaştırdı. Yavaş yavaş sosyalizmin amacının insanları eğitmek, kapitalizm oyununu görmelerini sağlamak; onlara hükümetin düşman olduğunu, kilisenin onları cehalet içinde tuttuğunu, günümüz toplumunun üzerine inşa edildiği hurafeleri ve yanlışları sürdürmek için tasarlanmış fikirlerle aldatıldıklarını öğretmek olduğunu unuttular. Kısacası sosyalizmin insanların zihninden ve hayatlarından karanlığı kovacak; onları cehalet ve maddeciliğin bataklığından çıkaracak ve doğal idealizmlerini, adalet ve kardeşlik arayışını özgürlüğe ve aydınlığa doğru canlandıracak Mesih olduğunu unuttular.
Unuttular. ‘Pratik’ olmak için, bir şeyi ‘başarmak’ için, başarılı politikacılar olmak için unutmaları gerekiyordu. Bir bataklığa dalıp temiz kalamazsınız. Zaten unutmaları gerekiyordu çünkü amaçları ‘sonuç almak’, seçimleri kazanmak, iktidarı güvence altına almaktı. İnsanlara koşullarla ilgili tüm gerçeği anlatarak siyasette başarılı olamayacaklarını biliyorlardı çünkü gerçek sadece hükümeti, kiliseyi ve okulu düşmanlaştırmakla kalmaz, aynı zamanda insanların önyargılarını da açığa çıkartır. Bu yavaş ve zorlu bir süreçtir. Ancak siyasi başarı hızlı sonuçlar gerektirir. Sosyalistler mevcut güçlerle çok büyük bir çatışmaya girmemek için dikkatli olmalıydı; insanları eğitirken zaman kaybetmeyi göze alamazlardı.
Bu nedenle oy kazanmak onların ana hedefi haline geldi. Bunu başarmak için köşelerini tıraşlamaları gerekiyordu. Sosyalizmin yetkililer tarafından soruşturmayla sonuçlanabilecek, kiliseden hoşlanmayan veya bağnaz unsurların saflarına katılmasını engelleyebilecek kısımlarını yavaş yavaş tıraşlamak zorunda kaldılar. Uzlaşmaları gerekiyordu.
Onlar da bunu yaptı. Her şeyden önce devrimden bahsetmeyi bıraktılar. Acı bir mücadele olmadan kapitalizmin ortadan kaldırılamayacağını biliyorlardı ancak halka sosyalizmi yasayla, kanunla getirebileceklerini ve gerekli olanın hükümete yeterince sosyalist sokmak olduğunu söylemeye karar verdiler.
Hükümeti kötülüğün parçası olarak suçlamayı bıraktılar; işçileri -köleleştirme aracı olarak hükümetin gerçek karakteri hakkında- aydınlatmayı bıraktılar. Bunun yerine kendilerinin, sosyalistlerin ‘devlet’in en sadık ve en iyi savunucuları olduklarını iddia etmeye başladılar. Karşı olmak bir yana, onlar “yasa ve düzen”in en gerçek dostlarıydı. Yani onlar, sosyalistler, yasaları yapacak ve hükümeti yöneteceklerdi.
Bu nedenle hukuka ve devlete olan yanlış ve köleleştirici inancı zayıflatmak yerine, bu baskı aracı kurumların ortadan kaldırılması için onu zayıflatmak yerine, sosyalistler aslında halkın zorla otoriteye ve devlete olan inancını güçlendirmek için çalıştılar. Dünya çapında sosyalist partilerin üyeleri, devlete en güçlü şekilde inananlardır ve bu nedenle de devletçiler olarak adlandırılırlar. Ancak büyük öğretmenleri, Marks ve Engels, devletin yalnızca bastırmaya hizmet ettiğini ve insanlar gerçek özgürlüğe kavuştuğunda devletin ortadan kalkacağını açıkça söylemişti.
Siyasi başarı için sosyalist uzlaşma burada kalmadı. Daha da ileriye gitti. Sosyalist partiler oy kazanmak için halka organize dinin sahteliği, ikiyüzlülüğü ve tehdidi hakkında propaganda yapmama kararı aldı. Bir kurum olarak kilisenin, kapitalizmin ve köleliğin bir siperi olduğunu, her zaman böyle olduğunu biliyoruz. Açıktır ki kiliseye inanan, rahip tarafından yemin eden ve otoritesine boyun eğen insanlar, doğal olarak ona ve emirlerine itaat edeceklerdir. Cehalet ve batıl inançla dolu bu tür insanlar, efendilerin en kolay kurbanlarıdır. Ancak sosyalistler, seçim kampanyalarında daha büyük başarı elde etmek için, halkın önyargılarını kırmamak için din karşıtı propagandayı ortadan kaldırmaya karar verdiler. Dini bir ‘özel mesele’ olarak ilan ettiler ve kiliseye yönelik tüm eleştirilerini ajitasyonlarının dışında bıraktılar.
Kişisel olarak inandığınız şey aslında sizin özel meselenizdir ama diğer insanlarla bir araya geldiğinizde ve inancınızı başkalarına empoze etmek, onları sizin gibi düşünmeye zorlamak ve onları (gücünüz ölçüsünde) cezalandırmak için bir araya geldiğinizde, o zaman bu artık ‘özel meseleniz’ değildir. Onlara göre, insanlara kâfir oldukları gerekçesiyle işkence eden ve diri diri yakan engizisyonun bile ‘özel bir mesele’ olduğu söylenebilir.
Dinin ‘özel bir mesele’ olduğunu ilan etmeleri, sosyalistlerin özgürlük davasına en büyük ihanetlerinden biriydi. İnsanlık, dinsel zulmü ve engizisyonları mümkün kılan korkulu cehalet, batıl inanç, bağnazlık ve hoşgörüsüzlükten yavaş yavaş sıyrıldı. Bilimin ve tekniğin ilerlemesi, matbaa ve iletişim araçları aydınlanmayı getirdi; insan zihnini kilisenin pençelerinden bir dereceye kadar kurtarmış olan da bu aydınlanmadır. Aydınlanmanın da kendi dogmalarını kabul etmeyenleri lanetlemediğini söylemiyorum. Aydınlanmanın zulmü de hala devam ediyor ama bilginin ilerlemesi kiliseyi insanın zihni, yaşamı ve özgürlüğü üzerindeki eski mutlak etkisinden mahrum bıraktı; tıpkı gelişimin aynı şekilde hükümeti halka mutlak köle ve serf olarak muamele etme gücünden mahrum bırakması gibi.
Geçmişte insanlar için böylesine özgürleştirici bir nimet olduğunu kanıtlamış olan aydınlanma çalışmalarına devam etmenin ne kadar önemli olduğunu o zaman kolayca görebilirsin; devam etmek, böylece bir gün batıl inanç ve zorbalığın tüm güçlerini tamamen ortadan kaldırmamıza yardım edebilir.
Ancak sosyalistler dini ‘özel bir mesele’ ilan ederek bu en gerekli çalışmayı bırakmaya karar verdiler.
Bu tavizler ve sosyalizmin gerçek amaçlarının reddedilmesi oldukça iyi sonuç verdi. Sosyalistler ideallerin feda edilmesiyle siyasi güç kazandılar. Ancak bu ‘güç’ uzun vadede zayıflık ve yıkım anlamına geliyordu.
Uzlaşmaktan daha yozlaştırıcı hiçbir şey yoktur. Bu yönde atılan bir adım bir başkasını gerektirir, onu gerekli ve zorlayıcı hale getirir, kısa sürede sizi yuvarlanan bir kartopunun gücüyle sarar ve çığa dönüşür.
Sosyalizmin gerçekten önemli ve özgürleştirici özellikleri birer birer kamuoyunda daha olumlu karşılanan görüşleri güvence altına almak, soruşturmaları azaltmak ve “pratik bir şey” gerçekleştirmek için; yani daha fazla sosyalistin göreve seçilmesini sağlamak adına siyasete feda edildi. Her ülkede yıllardır devam eden bu süreçte Avrupa’daki sosyalist partiler milyonları bulan üyelik sayıları elde ettiler. Ancak bu milyonlar hiç de sosyalist değildi. Onlar, sosyalizmin gerçek ruhu ve anlamı hakkında hiçbir fikri olmayan parti üyeleriydi; eski ön yargılara ve kapitalist görüşlere batmış erkekler ve kadınlar: Burjuva zihniyetli insanlar, dar görüşlü milliyetçiler, kilise üyeleri, ilahi otoriteye ve dolayısıyla insan yönetimine inananlar, insanın insan tarafından yönetilmesine inananlar, devlete ve onun baskı-sömürü kurumlarına inananlar, ‘kendi’ hükümetlerini savunmanın gerekliliğine, vatanseverliğe ve militarizme inananlar…
Öyleyse, Büyük Savaş patlak verdiğinde birkaç istisna dışında her ülkede sosyalistlerin, yöneticilerinin ve efendilerinin anavatanı olan “anavatanı savunmak” için silahlanmaları şaşırtıcı mı? Alman sosyalisti, otokrat Kayzer için, Avusturyalı Habsburg monarşisi için, Rus çarı için, İtalyan kralı için, Fransız ‘cumhuriyeti’ için savaştı ve böylece bütün ülkelerden ‘sosyalistler’ on milyonu ölünceye ve yirmi milyonu sakat kalıncaya kadar birbirlerini katletti.
Siyasi, parlamenter eylem politikasının bu tür sonuçlara yol açması kaçınılmazdı. Çünkü gerçekte sözde politik ‘eylem’, işçilerin ve gerçek ilerlemenin amacı olduğu sürece, eylemsizlikten daha kötüdür. Politikanın özü yozlaşmadır, uzlaşmadır, ideallerinden ve tutarlılığından başarı için fedakârlıktır. Acı, kitleler için ve dünyadaki her saygın erkek ve kadın için bu ‘başarının’ meyveleridir.
Bunun doğrudan bir sonucu olarak, her ülkede milyonlarca işçinin cesareti kırılıyor ve umutlarını kaybediyorlar. Sosyalizm -haklı olarak böyle hissederler- onları aldattı ve onlara ihanet etti. Elli, hayır, neredeyse yüz yıllık sosyalist ‘çaba’; sosyalist partilerin tümüyle iflas etmesine, insanların hayal kırıklığına uğramasına neden oldu ve şimdi tüm dünyaya egemen olan ve emeği boğazından demir bir elle tutan bir gericiliğe yol açtı.
Sosyalist partilerin seçimleriyle ve politikalarıyla proletaryaya, ücretli kölelikten kurtulmasına yardım edebileceğini hâlâ düşünüyor musun?
Onların meyvelerinden onları tanıyacaksın.
“Ama Bolşevikler,” diye karşı çıkıyorsun, “işçilere ihanet etmediler. Bugün Rusya’da sosyalizm var!”
O halde Rusya’ya bir göz atalım.
The post Anarşizm Nedir? (13): Sosyalizm – Alexander Berkman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sosyalizmin Maduro Dilemması – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İşçi yönetimine geçen fabrikaların devlet bürokratlarının kararlarına bağlanması; devlet içinde bürokratik bir kastın oluşması, bu kastın karıştığı yolsuzluklar, kayırmacılık; komünal konseylerin devlet iktidarıyla karşı karşıya gelmesi; kapitalist üretim-dağıtım mekanizmalarının isim değişikliği dışında başka bir değişikliğe uğramamaları; emperyalizm ve dış kaynaklı dış düşmanlar söylemiyle yaratılan ve sürekli kılınan seferberlik hali… Yok, yanlış anlaşılmasın, 1917-1921 arası Bolşevik Parti icraatlarından bahsetmiyoruz! 1998’de Chavez’in iktidara gelişiyle başlayan, ölümü sonrası 2013’te Maduro’nun devraldığı “21. Yüzyıl Sosyalizmi” iddiası adı altında Venezüela’da yaşananlardan bahsediyoruz.
Sosyalist arkadaşların aklına bu kadarı gelir miydi bilinmez; Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro, son birkaç yıldır ara ara ama son aylarda sıkça, yaşadığımız coğrafya gündeminde yerini alıyor. Tayyip Erdoğan’ın esip gürlediği başkanlar arasında değil ama… Sosyalist Maduro’yu eleştirinin bir konusu yapmak bir kenara, medya hem de ana akım medya, övgüler eşliğinde Maduro ve Venezuela sempatisini yükseltiyor.
Nasıl yükseltmesin ki? Başkanlık rejimini resmi anlamda ilk kutlayan, Tayyip Erdoğan’ın politikalarını ABD emperyalizmine karşı girişilmiş bir mücadele olarak kutsayan, kilometrelerce uzak bir coğrafyanın sosyalist lideri Maduro.
Dış destekli iç tehditlere karşı “milli irade”nin sembolü. Suikast ve darbe girişimlerinde bulunulmuş, “faiz lobileri protestoları”nın hedefi… Üstelik bir Diriliş Ertuğrul hayranı… Erdoğan’la ne çok ortak noktası var!
Eleştirmek ve Savunmak Arasında Kararsız Kalmak
Yanlış anlaşılmasın, eleştirenler yok değil. Örneğin, yeni başkanlık rejimi kutlaması için geldiğinde, Venezuela dostu sosyalistlerden açık mektuplar dolaştı medyada. Ne tutumunun ne dış politikalarının anti-emperyalizmle ilişkisi olmadığı vurgulandı. Ya da halk hiperenflasyonla boğuşurken, küresel kapitalizmin genç ve popüler girişimcilerinden “milli gurur” Nusret’in lokantasında yakın zamanda yemek yemesini esefle kınayıp “zaten Venezuela sosyalist değildi ki” ilan eden de oldu.
Israrla savunan sosyalistler de yok değil. Bolivarcı/Chavist devrime yönelik karşı devrimci saldırıların, ABD’nin finanse ettiği muhalefetin, “ekonomi, medya ve şiddet” üzerinden şekillenen komploların hedefinde olmasından dolayı Maduro’nun devrimci bir savaş verdiğini söylüyorlar. %41 katılımlı son seçim galibiyeti üzerinden demokratik bir zafer yalanına kendini inandıranlar, Maduro’nun NEP vari 6 yıllık kalkınma programıyla her sorunu çözeceğine de inanıyor.
Anti-Emperyalizm Pelerininin Sakladıkları
Anti-emperyalizm adı altında ne örtülmeye çalışılıyor? Enerji ve madencilik sektörünün önemli isimlerinin (Chevron, Schlumberger, Halliburton, Barrick Gold) Venezuela’da 40 yıllık ihale aldığı gerçeği; yeni ekonomi planlarının ve yasaların tasarımının bu gerçeğe göre kurgulanacak olması, Maduro’nun önceleri arkadaş ve yoldaş dediği Trump’ın eleştirilmesini engellemek ve ılımlı bir ABD politikası için medyaya verdiği talimatları, devlet şirketi Citgo aracılığıyla bu ABD politikası için yarım milyon dolarlık yatırımı… Sonrasında, milliyetçi petrol takıntısı, politik kayırmacılık ve kurtarıcı önder sevicilikle oluşturulmuş politik bir kültür…
Temel ihtiyaç maddelerinin kıtlığı, enflasyon, 2014’ten beri devam eden protestolar… Nicolas Maduro isyanı bastırmaya yönelik otoriter ve şiddet yanlısı yöntemler izliyor. Bir yandan da, öz-örgütlü halk terörist, suçlu ya da aşırı sağcı gibi ifadelerle itibarsızlaştırılıyor. Bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
Şimdi bu durumun kafa karışıklığını yaşayan sosyalist arkadaşlar için başa dönelim. Maduro yönetimindeki Venezuela ya da tarihin farklı zamanlarında farklı yerlerdeki sosyalist uygulamalar arasındaki benzerlik bize ne ifade ediyor? Örneklerden aynı sonuç alınıyorsa, yöntemde ve bu yöntemi oluşturan ideolojinin kendisinde sıkıntı var demektir. Siyasal hegemonyası dışındakilerin düşman ilan edilmesi, muhalif seslerin bastırılması, yok edilmesi tipik bir iktidar davranışıdır. Siyaseten iktidara ilişkin kaygının ortadan kalktığı bir durumda, uygulanan her politika, her program iktidarı elde tutmaya odaklı bir hale dönüşür. Dahası, yanlış yöntemlerin doğru olduğu iddia edilerek başka otoriter uygulamalar, tekçi yapılar meşrulaştırılır. Maduro’ya ilişkin sosyalistlerin yaşadığı kafa karışıklığı bununla ilişkilidir. Ve anarşizmin iktidar eleştirisi, iktidara karşı mücadelesi ve iktidar dışı yapılar oluşturma çabasının nedeni işte tam da burada yatar.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sosyalizmin Maduro Dilemması – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Küba, Anayasadan Komünizm İbaresini Kaldırıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küba Parlamentosu anayasa değişikliği için çalışmalara başladı. Eski anayasada yer alan komünist bir toplum yaratma amacını belirten maddenin kaldırılması planlanıyor. Bunun yerine ” sosyalist sistemin oturtulması ” amaçlanacak!
Bazı çevrelerde bu durum, Küba Komünist Partisi’nin ” önderliğini ” sağlamlaştırma adına atılan bir hamle olarak görülüyor.
The post Küba, Anayasadan Komünizm İbaresini Kaldırıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum! beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri!
Nazım Hikmet RAN
Dünyanın en büyük şirketleri bile doğaya uyumlu otomobiller, bulaşık makineleri, giyecekler üretti. Medya “yeşil”e bürünmüş, dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizle ilgili bilgilendirici programlar yapıyor. Eski ABD başkanı Bill Clinton, Uzakdoğu’dan Afrika’ya çevre ile ilgili bilinçlendirici seminerler veriyor. Çevre kahramanları Greenpeace aktivistleri, “bu gidişe bir dur demek için” neredeyse her sene kendilerini sarkıtacakları bir köprü buluyor. Organik pazarlar, organik yiyecekler, her şeyin doğalı… Ekoloji, dört bir yanımızı sarmış durumda!
1960’lardan bu yana siyaset sahnesinin önemli akımlarından biri yeşil hareket. Roma Kulübü Büyümenin Sınırları’nı yayınladığından bu yana, yeşil siyaset felsefesi de, hareketi de bir hayli yol katetti. Tabi ki bu tarz bir gelişmeye neden olan etmenlerden biri, kapitalizmin içinde bulunduğumuz zaman diliminde ulaştığı boyut. Gittikçe karmaşıklaşan, teknolojik açıdan büyüyen, küreselleşen, farklı iktidarlarla ilişkilenen kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribat, artık herkesin kabul ettiği bir gerçek.
Ekolojik krize karşı önlemler farklı coğrafyalarda farklı aktörler tarafından yürütülüyor. Greenpeace, WWF gibi neredeyse tüm dünyada aktif olan birçok STK dışında, yeşil hareket somut anlamıyla siyaset arenasında. Yeşiller Partisi, özellikle Avrupa’daki devletler bünyesinde bir hayli aktif ve parlamentoda siyaset yürütüyor. Sol partilerin, ekoloji hareketiyle yakın teması Batı’da 1960’lara dayansa da, yaşadığımız coğrafyada yakın zamanda fark edilen ekoloji meselelerin toplumsal hareketlenmelerdeki etkisi, sol partilerin ekoloji meselelerine yönelmesine yol açtı.
Batı’da solun ekoloji ile teması, eko-sosyalizm gibi farklı hareketlerin ve düşüncelerin evrilmesine yol açtı. Bu durum, özellikle ekoloji meselesinin farklı bir düzlemden değerlendirilmesine neden oldu. Bu değerlendirme önemliydi. Çünkü, liberal bir çevreci duyarlılıktan çok daha fazlasıydı solun ekoloji ile buluşması. Bu buluşma sadece, sol açısından değil, ekolojik sorunlara karşı politikleşen insanlar için de önemliydi. Özellikle yaşam mücadelelerinde belirginleşen bu politik tutum, ekolojik mücadelelerin bu coğrafyada yakın bir zamanda neye evrileceğini görmemiz açısından da önem taşıyor.
Sosyalizmin ekoloji anlayışı
Önceleri, “çevre meseleleri” olarak görülen ve fazla önemsenmeyen ekoloji, kriz haline dönüştüğünden bu yana kimsenin kaçamayacağı doğal bir gerçek. Ekolojik kriz, modern uygarlığın enküçük zincirine dahi zarar verdiğinde, bu diğer zincirlere de etki edebiliyor. Dengelerin bu kadar iç içe geçtiği bir zeminde ekonomik dengeler de, siyasi dengeler de, sosyal dengeler de aniden bozulabilir bir durumda.
Yeni toplumsal mücadelelerde bir dinamo niteliği olarak görünen ekoloji hareketi, klasik toplumsal hareketlerin ilgisini çekmiş durumda. Bunda ekolojik tahribatların şirketler ve devletler eliyle yapılıyor olmasının ve buna karşı çıkış için insanların bir araya geliyor olmasının büyük bir payı var.
Yaşam alanlarının devlet ve şirketler eliyle katlediliyor olması, buna karşı bir örgütlenme dinamiği oluşturdu. Bergama köylülerinin “haklı” mücadelesi hepimizin aklında. Benzer yerel mücadelelerle beraber, kapitalizm ve devlete karşı yürütülen mücadeleler farklı bir yerden politik ve herkesin gözünde meşru bir anlam kazanmaya başlıyor.
Bu durum, solun bu yeni sorunlar karşısında eski tarz hareket etme mantığının gözden geçmesine neden oldu. Beslenilen kaynakların güncelliğini kaybettiği fark edildi. Birçok Marksist, çıkıp Marksizm’in güncellemeye ihtiyacı olduğunu söyledi. Kapitalizmin sadece “sınıfsal” eleştirisinin yetersiz olduğu, kapitalizmin başka boyutlarının da olabileceği solun kaynaklarına geri dönmesine yol açtı.
Bu tarz bir yeniden değerlendirme, güncel parametrelerle beraber Marksist ideolojiyi “şimdi”yle uyumlu hale getirmeyi hedeflese bile insan ve doğa arasındaki ilişkinin kuruluşunu sorgulamak, bu ilişkinin sorgulanmasının elzem olduğu bugünlerde, Marksist felsefenin ekolojik sınırlarını göstermek açısından önem taşıyor.
İnsan-doğa karşıtlığı
İnsan ve doğa arasındaki ilişkiye, insanın doğayı dönüştürme girişimi olarak düşünülen “emek” süreciyle beraber varoluşsal bir mücadele atfettiğimizde; insanı, doğa dışında bir gerçeklik olarak ele almaya başlarız.
Bu emek süreci, insanın toplumsallaşmasıyla ilişkilidir Marksizm’de. İnsanın bilinçli faaliyetleri ile doğayı değiştirme sürecidir. Marksizm, insanın insan olma durumunu bu noktaya koyar, bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürdüğü sürece özgürleşir insan. İnsanın kültürünü kurduğu bu aşama, doğaya bağlı olmaktan kurtarmıştır insanı.
Murray Bookchin’in ikinci doğa dediği bu kültür, zorunlu olarak doğayı değiştirecektir Marksizm’de. Bu tarz bir değişimin olumsuz bir yanı olmadığını savunan eko-sosyalizm, sorunu bu kültürel dünya içerisinde evrilen kapitalist üretim tarzına koyar. Ancak bu üretim aşaması bile, belli bir aşamaya kadar, insanın “doğadan özgürleşme” sürecinin bir parçasıdır. Yani son birkaç yüzyıllık dönem öncesine kadar, insanın doğayla kurduğu ilişki çok da sorun teşkil etmemektedir.
Bu tarz bir bakış açısı, bu üretim tarzının nasıl bir sürecin sonucunda oluştuğunun dışarıda bırakılmasına neden olur.
İnsan ve doğa arasındaki tahakkümlü ilişki biçimi, bu tarz bir üretim sisteminin sonucunda değil, bu kültürün (ikinci doğanın) kurulduğu aşamadan beri süregelir. Bu insanın doğayla mücadelesinden değil, iktidarlı toplumsal ilişki kurma biçimlerinden kaynaklanır.
Şunu hemen belirtmekte yarar var, bu bakış açısı insanın toplumsallaşması ya da kültürünü yaratmasının karşısında değildir. “Bir tarz” toplumsal örgütlenme biçiminin, ekolojik krizinin oluşmasına zemin hazırladığını söyler. Ekolojik kriz, kapitalist üretimin sonraki aşamalarında değil, iktidarlı ilişki biçimlerin toplumsalı kurmasıyla oluşmuştur.
Kapitalist ekonomi tek başına bu ekolojik krizi yaratmamıştır. Dolayısıyla bu krize karşı bakılacak yer sadece iktisat değildir. Toplumsal örgütlenmenin nasıl kurulduğu, bu kuruluştaki iktidar ilişkileri asıl bakılacak yerdir.
Marksizm insan doğa ilişkilerini düzenleyen ilk ideolojidir varsayımı
Eko-sosyalizmin büyük isimlerinden John Bellamy Foster,
“Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, “Marx… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” diyerek Marksizm’e belki de, ilk ekolojik teorik temel olduğunu atfedilmektedir.
Marks’ta bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan düşünceleri görmezden gelirler.
Foster gibi düşünürlerin, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiye güncel bir ayar çekilmeye çalışılır. Bu tarz çabalar, Marksizm’in ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir.
Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır.
Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur.
Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.
Ekolojik Krizin Nedeni
İnsanın bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürme faaliyeti, her üretim tarzında farklı sonuçlara neden olabilir. Ekolojik krizin kökenini iktidarlı toplumsal ilişkilerde arama, kapitalizmin bu krizde etkisi olmadığını göstermez. Aksine kapitalizmin ideolojisinin artan bir şekilde içselleştirilmesi, şirketlerin sınırsız kar hırsı için oluşturduğu sonsuz üretim-sonsuz tüketim sarmalı ekolojik uyuma en çok zarar veren durumlar haline gelmiştir.
İçinde bulunduğumuz çağda, doğadan iyice yabancılaşan insan, aynı zamanda kendi yarattığı kültüre de yabancılaşmıştır. Doğanın anlamı, bu üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo haline gelmiştir.
Ekolojik krizi anlamamız için sadece üretimin nasıl yapıldığını görmek yeterli değildir. Bunun nasıl toplumsallaştığının da ortaya koyulması gereklidir. Ekolojik kriz basit bir anlamda çevrenin kirletilmesi değildir. Toplumsal yaşamın kurulma sorunudur. Sorunu bu şekilde belirlemek, ilerleme, uygarlık, kalkınma, ekonomi, teknoloji vb. birçok kavramı da sorgulamayı gerektirir.
Ekolojiyi içermekteki ısrar
Ekoloji tabanlı bir bakış açısı yakalamakta önemli meselelerden biri, doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Burada temel mesele, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Çevreci bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmek de ısrarcıdır. Bu faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı, iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla, ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.
Bu çevreci bakış açısı, yeşil harekette sık karşılaşılan bir tutumdur. Özellikle doğa korumacı etkinlikler içine girmiş birçok STK, bu tutumun sergileyicisi konumunda, ekoloji konusunu manipüle etmek dışında hiçbir şey yapmazlar. Greenpeace, WWF, TEMA benzeri kuruluşlar buna en büyük örneklerdendir. Halihazırda ekolojik yıkıma neden olan büyük şirketlere ve devletlere çevreye duyarlı sertifikası vermek, beraber kampanyalar düzenlemek dışında, üyelerinden bağış toplamak hariç bir şey yapmazlar.
Bu bakış açısının, siyasal alandaki ifadesi konumunda olan Yeşiller Parti’leri farklı devletlerin parlamentolarında, temsili demokraside temsilcilik rolü oynamaktan öteye gidemezler. Devletlerin kalkınmacı modellerinde “çevre”yi temel alan yaklaşımlarıyla, bir yandan ekonomik fayda gözetirken öte yandan “çimlere basmayalım” çevreciliği yapmaktan öteye gidemezler.
Radikal bir tutumla yola çıkmış, ekolojik hareketin felsefi temeli iddiasında olan eko-sosyalizm, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, eko-sosyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır.
Her şekilde “mülk edinilecek” doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.
Bütün bunlara rağmen, ekolojiye yönelik bu ısrar, toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketlenmeyi devam ettirici dinamolar bulmak, yeni ve yerel örgütlenmeler yaratmak amacından öteye gidemeyecektir. Çünkü, ekoloji meselesini basite indirgeyen çevreci yaklaşımlar, bazen gerçek ekoloji mücadelelerin önündeki en büyük engel konumuna dönüşebilir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>