The post Sınır Aşırı Müdahaleciliğinin Sınırı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Pençe-1, Pençe-2, Pençe-3, Pençe-Kaplan, Pençe-Kartal, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı, Bahar Kalkanı… Bunlar, TSK’nin Irak ve Suriye’deki sınır ötesi askeri operasyonlarının adları. Devlet iktidarı 24 Ağustos 2016’da başlattığı Fırat Kalkanı’ndan bu yana, yukarıda adı geçen operasyonlarla Irak’ın kuzeyinde Başur, Suriye’de El Bab, İdlib ile Rojava’da Afrin ve Gre Spi’de (Tel Abyad) asker bulunduruyor. Bu bölgelerde yerel milis adıyla lanse edilen cihatçı çeteler ise Libya ve Dağlık Karabağ’da olduğu gibi “gereği görüldüğünde” mobilize edilerek “vekil güç” olarak TSK yedeğinde tutuluyor.
Ankara’nın birden fazla toprak parçasındaki bu aktif dış politikası, “Mavi Vatan” adıyla belirlenen deniz sınırlarıyla Güney Ege ve Doğu Akdeniz’de denizleri de hedefe koyarken, Libya’daki askeri varlık ise yayılmacılık eğiliminin “kıta aşırı” karakteri olarak belirginleşiyor.
Öncelikle belirtmek gerekir ki TC devletinin aynı anda bu kadar farklı coğrafyadaki askeri varlığı, Cumhuriyet’in kurulduğu 1923’ten beri bir ilk. Somut askeri varlık dışında, Güney Ege ve Doğu Akdeniz gibi bölgesel gerilimlerde, “pazu göstermek” şeklindeki meydan okuyuşlar ve Somali, Cibuti gibi bazı Afrika ülkelerinde -şimdilik- yumuşak güç olarak tezahür eden hamleler, TC dış politikasında önemli bir değişim yaşandığını gösteriyor. Bu değişimin en somut örnekleri, özellikle Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimde tanık olduğumuz, diplomaside askeri adımları önceleyen ve müzakereyi ikinci plana iten hamlelerdi. Uzlaşmaz gibi görünen bu hamlelerin sonunda, son olarak Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimde görüldüğü gibi, gidilen yer müzakere masası olsa da devlet iktidarının son yıllarda dış politikayı, iç politikada kullanışlı bir araca tahvil etme anlamında benzer başka örneklerinde de gördüğümüz üzere içeriye “yedi düvele meydan okuyan güçlü devlet” imajı çiziliyor.
Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığı yaptığı 2009-2014 arasında TC dış politikası, “sıfır düşman” söylemiyle Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da “yumuşak güç” görünümlü bir yönelişe girmişti. 2009’da gerçekleştirilen Ermenistan açılımı, Sırbistan ile kurulan ilişkiler ve Başur’da Barzani yönetimine yakınlaşma, “barışçı” yumuşak güç politikalarına örnek gösterilebilir. TC’nin o dönemdeki bu politikalarının yürütücüsü olan başlıca enstrümanlar ise inşaat sektörü başta olmak üzere şirketler ve dönemin “sıkı ortağı” Cemaat’e bağlı okullardı.
AKP üzerinden Ortadoğu’da “model ülke” olarak vitrine çıkarılan TC’nin o dönemdeki “barışçı” dış politikası küresel anlamda ABD, AB ve Körfez devletleri ile içeride TÜSİAD-MÜSİAD ve liberal çevrelerden oluşan geniş bir desteğe sahipti.
Bu “barışçı” dış politikanın satır arası okumalarında ise Nazi döneminin kolonizasyon politikalarının ana söylemlerinden biri olan Lebensraum’u (hayat sahası) görmek mümkündü. AKP’nin dış politika yapıcılarından Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabında yer verilen bu yayılmacı kavrama göre TC’nin, Osmanlı bakiyesi coğrafyalarda güç ve nüfuz sahibi olması amaçlanıyordu.
Ancak 2011 yılında patlayan Arap Ayaklanmaları ve Suriye Savaşı, AKP’nin komşularla “iyi ilişkilere” dayalı dış politikasını gözden geçirmesine vesile oldu. Tunus ve Mısır’daki seçimlerde Müslüman Kardeşler bağlantılı iktidarların iş başına gelmesi, Kuzey Afrika’dan başlayan ve Suriye’ye uzanan bir domino etkisi beklentisini doğurdu. Bölgesel dış politikadaki bu değişimin ana motivasyonunu “Saraybosna’dan Halep’e, Musul’dan Gazze’ye” Sünni Müslüman dünyasının “davasının” liderliğine oynamak oluşturuyordu. En az bunun kadar ağır basan bir diğer önemli motivasyonun da agresif bir dış politikayla, 2009 sonrası küresel bazda dünyaya arz edilen düşük faizli nakit akışı nedeniyle geçici bir refah dönemi yaşayan TC ekonomisini, kapitalist devletler liginde üst sıralara çıkarmak olduğunu belirtmek gerek.
Dönemin mevcut devlet iktidarının, söz konusu bölgesel heveslerinde ABD, AB ve Körfez monarşileri ile İran-Irak-Suriye’den oluşan Şii ekseni geriletme adına ortak bir zeminde buluştuğu da hatırlanmalı. Suriye Savaşı’nın başlarında bir araya gelen bu blok, ilerleyen yıllarda 2013’te Mısır’daki askeri darbe sonrası bu kez de Müslüman Kardeşler karşıtlığı ve destekçiliği temelinde ayrıştı.
Yaşanan bu ayrışmada AKP’nin dış politikasındaki yayılmacı yönelimin diğer devletler nezdinde, giderek ciddi bir tehdit unsuru olarak algılanmasının payının da olduğu belirtilmeli. Söz konusu ayrışma Ankara’yı, bölgesel hegemon bir güç olmak idealiyle çıktığı yolda, 19. yüzyılda ittifaklar dışı kalan ve bu nedenle denizaşırı sömürgelerine yönelen Britanya İmparatorluğu’ndan mülhem “değerli yalnızlık” söylemini yükseltmek zorunda bıraktı.
Bölgede daha aktif rol oynamaya dayalı bir dış politikayı savunan ve devletin kurucu kadrosu olan Kemalistleri bu noktada “pasiflikle” eleştiren AKP, Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığında özellikle 2011 sonrası, TC’nin önemli jeostratejik konumunun etkili bir dış politika geliştirilmesiyle daha işlevsel olacağını savunan bir hat izlemeye başladı. Bu hat aynı zamanda, Soğuk Savaş sonrası, söz konusu jeopolitiğin yeniden okunmasına dayalı bir dış politika güncellemesini zorunlu kılıyordu. TC dış politikası AKP dönemine kadar, Kürt sorunu konusunda, genellikle askeri anlamda Irak, diplomatik olarak ise kısmen Yunanistan gibi komşu ülkelere müdahaleler dışında, saldırgan olmayan bir bölgesel pratik içindeydi. Davutoğlu döneminde bu “durağan” dış politika, Neo-Osmanlıcı ve muhafazakar bir zemine oturtularak imparatorluk bakiyesi topraklar üzerinden saldırgan ve yayılmacı bir yönelim kazandı. Bu saldırgan dış politika zamanla, mevcut sınırlar haricinde, -Osmanlı İmparatorluğu’nun işgal ettiği coğrafyalar kast edilerek- bir de “gönül sınırlarının” olduğu şeklinde ifade edildi ve koyu hamaset diliyle irredantist bir tahayyül ortaya konuldu.
Latince “terra irredanta – geri alınmamış toprak” anlamındaki söz dizisinden ortaya çıkan irredantizm kavramı, Türkçeye “kurtarımcılık” olarak geçmişti. 1870’te İtalya devletinin “ulusal birliğini” oluşturma politikaları çerçevesinde ortaya çıkan irredantizm, 20. yüzyıl başlarında ise devletlerin yayılmacılık idealleri için kullanılmaya başlandı.
Devletlerin, eski imparatorluk bakiyesi olduğunu öne sürdüğü coğrafyalardaki “dil, din, ırk, kültür birliği” içinde olduğu iddia edilen halklar, irredantist politikalar sonucu savaşlar yaşadı, yaşam alanlarından sürüldü ya da katledildi. Bugün Rojava’da yaşananlara baktığımızda, Kürt ve Arap nüfus özelinde yaşanan coğrafi yer değiştirmeler ve askeri operasyonlar sırasında yaşanan katliamlar, Ankara’nın Osmanlı bakiyesi olduğunu iddia ettiği coğrafyalara dair tasarruflarının irredantist sonuçlarını görüyoruz.
Ahmet Davutoğlu döneminde TC’nin bölgesel rolünde, o döneme kadar kullanıldığı gibi “köprü” değil “merkez” devlet olduğu iddiasıyla ortaya konan kültürel ve siyasal hegemonya idealleri, 2016’dan beri Suriye’ye yönelik operasyonlarla askeri belirginliği artan bir hüviyete büründü. TC devletinin kuruluşundan bu yana bir şekilde var olan bu politikanın “sınırlı” örneklerini, 1939’da Antakya’nın ilhakı ve 1974’te Kıbrıs’taki askeri darbe gerekçe gösterilerek adanın kuzeyinin işgalinde görmek mümkün. İçinden geçtiğimiz süreçte ise AKP, 2016’daki Fırat Kalkanı’ndan beri bu “sınırlılığı” farklı coğrafyalara dair attığı askeri adımlarla zorluyor. Diğer taraftan, devletlerin otoriter yönetimlerinin güçlenmesiyle doğru orantılı olarak yayılmacılık idealleri artan irredantist politikalar, AKP tarafından “Kızıl Elma” gibi milliyetçi söylemlerle aynı zamanda içerideki muhalifleri sindirmeye odaklı bir “iç fetih” aracı olarak da kullanılıyor.
Ancak tüm bu fetihçi dış politika hamlelerinin tıkandığı, istikbal vaat etmediği ve sürdürülebilir olmadığına dair güçlü veriler mevcut. Orta ölçekte güce sahip bir bölgesel devletin cari kapasitesinin çok üzerindeki söylem ve iddialar, bu verileri doğrular nitelikte bir okuma yapmayı kolaylaştırıyor.
Suriye ve Rojava’daki askeri varlığını Rusya ile ABD arasında gidip gelen ve kırılganlığa müsait denge politikasına oturtan Ankara, son süreçte özellikle İdlip’teki gözlem noktaları üzerinden Rusya ile bir gerilim yaşayabileceğinin işaretlerini veriyor. Son olarak Ermenistan-Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ çatışmalarına gönderilen cihatçı çeteler, TC’nin İdlip’teki varlığını bir vadeye kadar daha uzatma, Tel Rıfat-Menbiç ve Kobané’yi de pazarlık konusu haline getirme kozu olarak görülmeli. Bununla beraber bu kozun Rusya’nın, Kuzey Kafkasya’da Çeçenistan Savaşı’ndan bu yana, terörist olarak tanımladığı ve “yuvasında yok etmek üzere” Suriye Savaşı’ndaki varlık koşullarından biri olan cihatçı çeteleri, arka bahçesi olan Güney Kafkasya’da bir tehdit olarak bulması halinde, ters tepen bir silaha dönüşmesi muhtemel. Aynı ifadeleri, bu çetelerle mezhepsel düşmanlık halindeki İran için de kullanmak mümkün.
Libya’da var olan iki hükümetten, Trablus’taki Müslüman Kardeşler bağlantılı Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile kurulan ortaklık ise Mısır, Suudi Arabistan ve BAE ile halihazırda var olan gerginliğe yeni bir gerilim başlığı ekledi. Müslüman Kardeşler hamiliği üzerinden belirginleşen bu gerilim, diğer taraftan da eski Osmanlı işgal coğrafyası olan Kuzey Afrika’daki TC varlığı üzerinden BAE’nin ideolojik ve finansal desteğinde, yeni tip bir Arap milliyetçiliğinin yükselmesini sağladı. Buna göre Irak, Suriye, Libya’daki askeri varlığı ile TC, en az Şii İran kadar, Sünni Arap dünyasında ciddi bir tehdit olarak algılanmaya başlandı.
Diğer yandan geçtiğimiz yıl sonu Trablus’taki UMH ile Avrasyacı amirallere ait olan Mavi Vatan Projesi kapsamında imzalanan anlaşmadaki “deniz sınırlarının” doğu ucu, ülkedeki diğer iktidar olan Tobruk hükümetinin kontrolünde bulunan Bingazi’de kalıyor. Dolayısıyla “ölü doğan” bu anlaşmanın uygulanabilirliği için, devlet medyasının geçtiğimiz günlerdeki “başarı” haberlerinin aksine, Ankara destekli UMH’nin Rusya, Mısır, BAE ve Fransa destekli Tobruk hükümetine bağlı güçlerle savaşması ve Bingazi’yi alması gerekiyor.
Güney Ege’de 12 mil, kıta sahanlığı, tartışmalı adacık ve kayalıklar için Yunanistan ile yaşanan gerilimde de bu içeride çok ses çıkaran, ancak bir o kadar da başarısız dış politika nedeniyle, normal şartlarda Ege’ye kıyısı olan iki devlet arasında çözülebilecek bu sorun AB ve ABD’nin de dahil olduğu bir gerilime dönüştü.
Ankara’nın bu saldırgan dış politikasının bir sonucu da Doğu Akdeniz’de ABD’nin NATO müttefikleri üzerinden kurduğu dengeyi bozması nedeniyle karşı karşıya kaldığı yalnızlaşma oldu.
NATO müttefiklerinin bölgedeki uyumuna dayalı bu dengeye göre TC İsrail ile gerilim yaşamayacak, karşılığında ABD Güney Kıbrıs’a ambargo uygulayacak, Yunanistan’ı da Ege’de TC’nin hassas olduğu 12 mil sınırını aşmaması noktasında frenleyecekti. Amacı Rusya’yı Akdeniz’den dışlamak olan bu dengenin, Ankara’nın bölgedeki bu saldırgan dış politikası nedeniyle bozulma ihtimali karşısında Yunanistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, Mısır, İsrail, Güney Kıbrıs tarafından oluşan TC karşıtı blok ABD tarafından desteklendi.
Ekonomisi kriz altında, orta ölçekte bir bölge devletinin boyunu çok aşan bu dış politika hamlelerinin orta ve uzun vadede yenilgi ile sonuçlanması kaçınılmaz görünüyor. Müzakere dili yerine savaş dilinin kullanılması, fiili propaganda bakanlığı işlevindeki İletişim Başkanlığı aracılığıyla kof hamaset yüklü videolar yayınlanması, “şehit” temalı devlet propagandası bu politikanın görünürlüğünü bir süre için gizleyebilir belki, ancak yenilgisini engellemek söz konusu olamaz.
Umalım ki bu yenilgi emperyal hayaller gören devlet iktidarı ile sınırlı kalsın. Aksi halde tarih, ekonomik ve siyasal anlamda sıkıştıkça içeride baskıyı artıran, dışarıda da yayılmacı emelleri uğruna savaş naraları atan otoriter iktidarların müsebbibi olduğu, ancak ezilen halkların bu savaşların bedelini ağır şekilde ödediği örneklerle dolu.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.
The post Sınır Aşırı Müdahaleciliğinin Sınırı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suriye’de Bütün Yollar İdlip’e Çıkar – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>29 Nisan 2015’te İstanbul Fatih Camii avlusunda bir grubun “kutlama” yapmak için lokum dağıtmasını muhtemelen çoğumuz hatırlamıyordur. Söz konusu “lokumlu kutlama” Suriye’nin kuzeybatısında bulunan İdlip kentinin cihatçı çeteler tarafından ele geçirilmesi, daha ayrıntıda ise kente bağlı Cisr-eş Şuğur beldesinin İştebrak köyünde cihatçıların gerçekleştirdiği Alevi katliamına atfediliyordu.
2015 yılı, Suriye Savaşı’nda müdahaleci devletlerin bazı hesaplarının sarpa sarma emareleriyle başlamıştı. Ocak ayının sonunda Kobanê’nin IŞİD’den özgürleştirilmesi, IŞİD nezdinde cihatçı çeteler ve onlara açık ya da örtük destek veren devletleri, başka “açılımlar” yapmaya zorluyordu. Nisan ayının sonlarında İdlip kentinin, Suudi Arabistan, Katar ve TC’nin desteğinde kurulan, El Kaide kökenli cihatçı çeteler Nusra Cephesi ile Ahrar-uş Şam’ın da bulunduğu çatı oluşum Fetih Ordusu tarafından işgal edilmesi, Suriye’de Esad yönetimini yıkma hedefinden vazgeçmeyen yukarıdaki devletler tarafından, rejim değişikliği fikrini değiştirme eğilimindeki ABD’ye de bu fikrini tekrar gözden geçirme mesajı içeriyordu.
Aynı yılın Eylül ayında Rusya’nın aktif olarak sahaya inmesi ve 2016’da Halep’in cihatçı çetelerden özgürleştirilmesi sonrası ilan edilen çatışmasızlık bölgeleri, bugün İdlip’te karşı karşıya bulunulan durumun kilometre taşlarını döşedi. Astana Görüşmeleri ile ilan edilen 4 çatışmasızlık bölgesinden biri olan İdlip, cihatçıların yenilgiye uğradığı diğer üç bölgeden, ağır silahlarını bırakmaları karşlığında, ileride belki de Suriye Savaşı’na dair anımsayacağımız sembollerden biri olacak o yeşil otobüslerle taşındığı bölgeydi aynı zamanda. Bu yanıyla İdlip, Şam yönetimi ve Rusya’nın işbirliğinde zamanı gelince imha edilecek bir cihatçı çöplüğüne dönüştürülürken Suriye’de 2011’den beri terör estiren bu çeteler, geldikleri Türkiye’nin sınırında oluşan bu rezerv alanına sürülerek onları gönderenlere de “alın cihatçılarınızı” mesajı veriliyordu.
Hazin Bir Çığlık: “Sıkıştık Kaldık İdlip’te”
Devletin yarı-resmi propaganda gazetesi Yeni Şafak’ın muhabirlerinden Yılmaz Bilgen’e ait olan bu sözler bir yanıyla TC’nin Suriye Savaşı’nda yürüttüğü politikalarının “sıkışıp kaldığı” yeri işaret ediyordu. Aynı ifadelerin detayında Bilgen, Erdoğan’ın danışmanı olarak bilinen ve iktidarın para-militer çetelerinden biri olan SADAT kurucusu Adnan Tanrıverdi’yi bizzat verdiği “bilgilerle” durumun vehametine dair uyardığını, ancak “susması konusunda” tehdit edildiğini belirtiyordu.
Suriye Savaşı’nın başından bu yana canlı tuttuğu bir amaç olarak Esad yönetiminin devrilmesi, 2014’te Kobanê’ye yönelik IŞİD işgal tehdidinden beri de Rojava kazanımlarının gerilemesi için birbirinden farklı sayısız cihatçı çeteyi destekleyen TC’nin şu sıralar İdlip’te de aynı çetelere verdiği destek bir sır değil. Ancak Yeni Şafak muhabirinin, devletten “şimdiye kadar ne yaptıysa onu yapması” yönünde gerçekleştirdiği imdat çağrısına aldığı olumsuz yanıtın nedenini, TC’nin İdlip’te yaşadığı sıkışmışlığın devletler arası ölçekteki yansıması olarak da okumak gerek. Astana Görüşmeleri çerçevesinde alınan kararla, bölgedeki varlık nedeni olan “ılımlı cihatçılarla radikalleri” birbirinden ayırma misyonunu hayata geçirmek şöyle dursun; TC, El Kaide kökenli Heyet Tahrir-eş Şam (HTŞ) çetesini terör listesine almayı geçtiğimiz ayın başlarında akıl etti. Bu ağırdan alınmış kararda, devletler arası diplomaside cihatçı çetelere verilen desteğin günden güne aşikar hale gelmesi sonucunda oluşan suçluluk psikolojisinin getirdiği bir acelecilik vardır.
İdlip: El Kaide Emirliğinden Selefi-İhvancı Rekabetine
IŞİD’in Rakka ve Musul’u işgal etmesi sonrası ilan ettiği “hilafetin” bir benzerinin, El Kaide uzantısı çetelerce İdlip’te “emirlik” şeklinde hayata geçirilmesi nedeniyle El Kaide emirliği olarak anılan İdlip’teki cihatçı çeteler, yukarıda tasvir edilen bu sıkışmışlıklarının yanı sıra kendi içlerinde de ideolojik bir rekabet halindeler. 2017’nin başında ve yaz aylarında yaşanan, El Kaide kökenli çatı örgüt HTŞ’nin TC sınırları dahil olmak üzere İdlip’in %60’tan fazlasını kontrolüne aldığı “cihatçı iç savaşı” sonrası, cihatçı çetelerdeki bölünme selefi ve İhvancı olmak üzere ideolojik bir vasıf da kazandı. Bu çatışma ve bölünmelerde ise TC izlerini görmek mümkün. 2016 sonlarındaki Halep kuşatması sırasında, TC’nin -muhtemelen İran ve Rusya’ya verilen tavizler paralelinde- burada bulunan bazı çeteleri Fırat Kalkanı bölgesine kaydırması, şu anda HTŞ olarak anılan çete tarafından ihanet olarak nitelendirilmişti. Cihatçı çeteler arasında yaşanan çatışmaların nedenleri arasında, şimdilerde İdlip’te TC tarafından kurdurulan Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi çatısı altında birleşen Ahrar-uş Şam ve Nureddin Zengi Hareketi başta olmak üzere bazı çetelerin Ankara ile kurdukları ilişki yatıyordu.
Cihatçılar arasında var olan rekabetin ideolojik arka planında ise yine ağırlıkla TC etkisiyle, selefilik/İhvancılık merkezli bir çekişme yatıyor. Savaşın ilk yıllarında El Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi iken, terör listesine alınmamak ve devletlerin silah desteğinden mahrum kalmamak için çıktığı isim değişikliği yolculuğunda son olarak Heyet Tahrir-eş Şam adını alan örgüt, selefiler arasında en güçlüsü olarak biliniyor. 2018 başlarında, HTŞ’nin El Kaide’ye olan biatını geri çekmesi ve Eymen-ez Zevahiri’nin selefilere yaptığı birleşme çağrısı sonrası ortaya çıkan Hurras-ed Din (Dinin Koruyucuları) adlı çete ise El Kaide’nin şu andaki Suriye kolu olarak görülüyor. İdlip’teki selefi cephede, çeşitli cihatçı çetelerle IŞİD arasında yaşanan çatışmalarda IŞİD’den yana tavır koyan Cund-ül Aksa da yer alıyor. Söz konusu selefi çetelerin, eninde sonunda gerçekleşecek İdlip savaşında, TC’nin İhvancı vekil örgütlerine karşı ortak hareket etmesi mümkün. Ayrıca Çin’in Uygur bölgesinden gelen cihatçıların kurduğu Türkistan İslam Partisi de daha önce yaptığı gibi El Kaide çizgisindeki çetelerle birlikte hareket edebilir.
İdlip’teki İhvancı cephede ise TC’nin, 17 Eylül’de Soçi’de varılan mutabakat sonrası alacağı tavra göre hareket etme eğilimi ağır basarken bu çetelerde var olan Esad yönetiminin devrilmesi fikri, TC ile kurulan ittifakın temeli olarak belirginleşiyor. TC’nin, İdlip’te Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi çatısında birleştirdiği çetelere dair bir diğer tasarrufu ise, bu yapının Fırat Kalkanı ve Afrin işgal bölgelerinde oluşturulan Suriye Ulusal Ordusu ile birleşmesi. Böylece, diğer çatışmasızlık bölgelerinin aksine İdlip’ten gidecek başka yeri olmayan bu çetelere bu bölgelerde yeni kapılar açarak, “sahadan masaya tutunmak” amaçlanacaktır. Selefi cihatçıların, Rusya ve Çin’in İdlip’e müdahale gerekçelerinden olan yabancı savaşçı profilinin aksine “yerli ve milli” ağırlığa sahip olan İhvan bağlantılı çeteler, devlet propagandisti kimi yorumculara göre, bu kimlikleriyle hamileri TC’nin, masada kendi lehine kullanacağı bir argüman oluşturuyorlar. Ancak sahada var olan “ılımlı ile radikal olanın” geçişkenliğe açık poziyonunun, bu tezi boşa çıkarması muhtemel.
Tahran Zirvesi’ndeki “Davetsiz Misafirler”
Astana Görüşmeleri’nin 3 garantör devleti Rusya, İran ve Türkiye’nin katıldığı toplantıların 7 Eylül’de Tahran’da gerçekleştirilen ayağında, zirvede alınan kararlardan çok, Erdoğan’ın yukarıda bahsi geçen 4 çatışmasızlık bölgesinden 3’ünün, -kendi deyimiyle- “farklı bahanelerle tek tek tasfiyesine” dair yaptığı serzeniş ve başlaması an meselesi olan İdlip’e yönelik kara operasyonunu “cihatçılar adına konuşma ihtamı” pahasına durdurma çabası konuşuldu. Bu durum bir yanıyla, TC’yi -görünmeyen 4. üyesi Suriye olan- Astana Üçlüsü’nden Rusya ve İran önünde truva atı misyonuyla karşı karşıya bırakırken diğer taraftan Putin’in “bu masada IŞİD ya da Nusra yok, onlar adına konuşamayız” şeklindeki yoruma açık sözleri, bu sözlerin muhatabına dair, iki yıl önceye dayanan bir hatırlatmayı da zorunlu kılıyordu. O dönem (2016 Ekim ayı) hazırlığı yapılan Halep’e yönelik operasyon öncesi Erdoğan, Putin’in kendisinden Nusra’nın bölgeden çıkarılması için “ricacı olduğunu” belirtirken bu ifadeler, TC devletinin söz konusu çeteler nezdinde “üçüncü tarafların ricasını” yerine getirme rezervinin bulunduğu şeklinde bir itiraf niteliği de taşıyordu. Bu sözlerden yaklaşık bir yıl sonra ise İdlip’teki çatışmasızlık bölgesine TSK askerlerinin intikali, Putin’in “masada olmadığını” söylediği söz konusu cihatçı çetenin eskortluğunda gerçekleşmişti. TSK’nin bölgedeki -bir yıl boyunca hayata geçirmediği- varlık nedeni Nusra ardılı HTŞ benzeri cihatçı çeteleri tasfiye iken, burada bulunma hali iç politikaya “Askerimiz İdlip’te” şeklinde sunularak, içeride hedeflenen toplumsal katmana yönelik işgalci motivasyon diri tutuldu.
Tahran Zirvesi’nde Türkiye, bu tutumuyla Astana Üçlüsü içinde “yerini yadırgayan” bir özne olduğunu tekrar belirginleştirdi. Savaşın başından bu yana zaten ABD, Suudi Arabistan, Fransa gibi kategorik olarak Rusya-İran bloğunun karşısında konumlanan TC, rejim değişikliği yönünde ABD’nin başını çektiği bloktan Suriye’ye dönük herhangi bir saldırıda ne kadar kaygan bir zeminde durduğunu 2017 yılının Nisan ayında ABD’nin Şayrat Hava Üssü’ne füze saldırısına verdiği destek ve geçtiğimiz Nisan’da Doğu Guta’daki çatışmalar sırasında yaşanan gerilimde yine heveskar bir şekilde ABD saldırılarını onaylamasıyla göstermişti.
Son Savaş Öncesi “İmkansız Görev”
Nitekim zirvenin akabinde Erdoğan’ın Wall Street Journal’a yazdığı, ABD’nin de kullandığı, olası müdahale karşısında oluşacak insani kriz argümanlarıyla dolu makale, bu zemine ne kadar meyyal olduğunu gösterdi. Elinde koz kalmadığında, oyun bozarak kendisine alan yaratan TC’nin bu hamlesi sonrası Putin’le yapılan Soçi’deki görüşme sonrası mutabakat, İdlip’e yönelik saldırıyı şimdilik durdurmuş görünse de TC’nin kucağına bir alev topu bırakıyordu. Soçi’de üstlenilen “imkansız göreve” göre 15 Ekim’e dek, bir yıldır yapılmayan şey yapılarak ılımlı-radikal gruplar ayrıştırılacak. Uzlaşmayarak sonuna dek savaşmayı göze almış cihatçıların varlığı aşikarken, bu “görevin” nasıl hayata geçeceği herkes için bir soru işareti. Suriye açısından İdlip, eninde sonunda temizlenecek bölge olarak anlam kazanırken, orta vadede bu kazanım, Halep ve İdlip’ten, Şam-Lazkiye hattına uzanan otoyolun açılması olarak somutlaşacak. Rusya ise Soçi’de, ilk kez bir NATO devletiyle askeri anlaşma imzalayarak, hem TC’nin tekrar ABD kampına kaymasının engelledi, hem de İdlip’teki “temizlik işini” gerektiğinde kendisi yapmak üzere TC’ye ihale etti.
Soçi’de İdlip özelinde varılan geçici mutabakat, TC açısından Suriye’deki savaşla yüzleşmeyi şimdilik ertelemiş görünüyor. Ancak aynı gün Suriye hedeflerine yapılan İsrail saldırılarında ve düşürülen rus uçağında görüldüğü gibi, Ortadoğu’da farklı tasarruflara sahip bölgesel ve küresel devletlerin, değişen stratejileri yeni savaşlara kapı aralamaya aday. Bu stratejiler geçerli olduğu oranda ise 2011’de iç isyanlar olarak başlayıp vekalet savaşına evrilen, sonrasında ise devletlerin direkt müdahil olduğu Suriye’de, devletler İdlip üzerinden, savaşta yeni bir aşamaya geçecek.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Suriye’de Bütün Yollar İdlip’e Çıkar – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “İdlip’e Gelenler, Geldikleri Yere Dönsün” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, İdlip’te oluşturulacak silahsızlandırılmış bölgelere dair açıklamalarda bulundu. Konuyla ilgili Russia Today’e demeç veren Muallim, halen İdlip’te bulunan, Nusra Cephesi başta olmak üzere cihatçı terör çetelerinin Türkiye’den giriş yaptığını ve oraya geri dönmeleri gerektiğini ifade ederken, Rusya-TC arasında varılan mutabakat gereği, bu çetelerin silahsızlandırılmasının “Türkiye’nin sorunu” olduğunun altını çizdi. Velid Muallim ayrıca, silah bırakmayı kabul eden ve “yabancı savaşçı” statüsünde olmayanların da aftan yararlanabileceğini belirtti.
Öte yandan İdlip’te silahtan arındırılmış bölgelerin oluşturulmasına dair gelen haberler, halen beklenen düzeyde değil. TC’nin oluşturduğu çatı örgüt Ulusal Kurtuluş Cephesi bileşeni, İhvan bağlantılı Feylak -eş Şam adlı cihatçı çete, ağır silahlarını silahsızlandırılmış bölgeden çekmeye başladı. Ancak asıl silahsızlandırılması hedeflenen Heyet Tahrir -eş Şam (HTŞ) çetesi, söz konusu mutabakata dair tavrını henüz açıklamış değil. İdlip’in özellikle kuzeyindeki ve batısındaki TC sınırlarını kontrol altında bulunduran El Kaide kökenli cihatçı terör çetesi, henüz resmi bir açıklama yayınlamadı. Ancak HTŞ’nin medya organı İba Haber Ajansı, Rusya-TC arasında varılan mutabakatı 1992’deki Bosna Savaşı sırasında Srebrenitsa’da silahların teslimine dair yapılan anlaşmaya benzeterek, TC’yi kendi çıkarları paralelinde hareket etmekle suçladı. HTŞ’nin üst düzey isimlerinden Ebul Feth el Fergali de sosyal medya hesabında konuya dair açıklamalar yaparak “sadık mücahitlerin silahlarını asla bırakmayacaklarını, kendilerinden silahlarını teslim etmelerini isteyenleri de kim olursa olsun düşman olarak göreceklerini” belirtti. Fergali silah bırakmayı “dine, Allah’a ve şehitlerin kanına ihanet” olarak nitelendirdi. HTŞ’nin bir başka üst düzey ismi Mısırlı Ebu Yakzan da, “Önce silahları isteyenlerin boynunu vuralım” dedi.
Cihatçı çetelerin “akil adam” olarak nitelendirdiği ve daha önce TC devletine dair “Türkiye’nin duruşunu, hakkını burada inkâr edemeyiz. Türkiye, kapılarını bize açtı ve yaralılarımızı tedavi etti.” şeklinde övgü dolu sözler sarf eden Abdullah Muheysini de “Silahınız namusunuz gibidir” diyerek mutabakata mesafeli olduğunu ortaya koydu.
El Kaide bağlantılı diğer çetelerden Hurras -ed Din mutabakata uymayacaklarını belirtirken, Uygur kökenli cihatçı teröristlerden oluşan Türkistan İslam Partisi ise, HTŞ’nin tavrına göre, tutum belirleme eğiliminde.
The post “İdlip’e Gelenler, Geldikleri Yere Dönsün” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suriye’de Perde İdlip’te Kapanacak mı? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Son olarak ülkenin güneyindeki Dera’a ve Kuneytra’da, Rusya’nın savaşa sahada müdahil olmasıyla dengelerin Şam yönetimi lehine değiştiği 2015 sonbaharı sonrası ise,Halep,Hama,Humus ve Doğu Guta cephelerinde yenilgiye uğrayan cihatçı terör çetelerinin nakledildiği Türkiye sınırındaki İdlip, 2011’den bu yana süren savaşta devletlerin son hesaplaşma alanı olma ihtimalini güçlendiriyor. Suriye ordusu ve müttefikleri, 2015 yılı ortalarından itibaren,karşılarındaki güçlerin alansal dağınıklığı ve çeşitliliği gibi faktörleri göz önünde bulundurarak, Suriye’de kontrolünü kaybettikleri bölgeleri “parça parça” geri alma stratejisi geliştirmişlerdi. Bu stratejiye, sahadaki ilerleyişin yanı sıra, Astana ve Soçi Görüşmeleri gibi diplomatik gelişmelerin eklenmesiyle, bu görüşmelerde ilan edilen “çatışmasızlık bölgeleri” kararları, askeri gücü sınırlı olan Şam ve müttefiklerinin geri almayı hedeflediği bölgelerdeki işini kolaylaştırmıştı.
Ülkenin kuzeybatısındaki İdlip’i, en son ortadan kaldırılacak olan bir cihatçı çöplüğü haline dönüştüren süreç, bu stratejinin bir sonucuydu. İdlip’in Suriye Savaşı’ndaki bu son hesaplaşmanın adresi olmasındaki seçimin ise, iki yönlü bir nedenselliği var. Cihatçı çeteler lehine belirginleşen ilk neden, 2015 Nisan ayında, ABD,TC,Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi geniş bir konsorsiyumun desteğini alan cihatçı çatı örgüt Fetih Ordusu’nun bölgeyi işgal ederek, IŞİD’in Rakka’yı ele geçirmesi sonrası, bir başka büyük kentin Şam kontrolünden çıkarılması anlamını taşıyordu. İdlip’in, cihatçı çetelere desteği aşikar olan Türkiye sınırında bulunması ve coğrafi olarak Lazkiye, Halep, Şam güzergahı boyunca stratejik bir noktada olması, bu anlamı Rakka’dan sonra işgal edilen diğer büyük kent olma sembolizminden daha öteye taşıyordu. 2011’den bu yana süren savaşta, rejim değişikliği amacıyla yola çıkan ve bu doğrultuda yukarıda adı anılan devletlerin desteğini alan cihatçı çeteler için “yolun sonu” anlamı taşıyan İdlip’in seçimindeki diğer bir nedensellik ise, Şam yönetimi tarafından, “bazı devletlere” verilmiş bir mesaj niteliği de taşıyor. Bu mesajın, siyasi literatüre “cihatçı otobanı” kavramını kazandıran kimlere verildiğini görmek için de, İdlip’ten sınırın öte tarafına bakmak yeterli olacaktır. Halep’in cihatçılardan temizlenmesiyle başlayan İdlip’in cihatçı rezerv sahasına dönüştürme pratiği, ülkenin İdlip’e uzak bölgelerindeki cihatçıların da TC sınırındaki bu bölgeye taşınmasıyla, Şam yönetiminin başına bu problemi saranlara bu çetelerin, belki ileride kendileri aynı sorunla baş etmek üzere geri gönderildiği izlenimini veriyor. İleriki süreçte sertleşmesi muhtemel çatışmalar sonrası, hayatta kalmaya çalışacak olan cihatçı çete mensuplarının, yönelebilecekleri tek güzergah TC sınırlarının öte tarafı olacaktır. Diğer taraftan da, halen, ağır bir ekonomik krizle burun buruna olan TC, olası bir İdlip savaşı sonrası, sınırlarına akın edecek on binlerce sivilin yaratacağı maliyetin, kuşkusuz tedirginliğini yaşarken, şimdiden BM’nin “sınırlarını aç” telkinlerine muhatap olmaya başladı. Devletlerin stratejilerinde, örneğin cihatçı çeteler kadar bir kullanışlılığı olmayan bu insanlar, savaşın bir çok evresinde devletler arası pazarlık ve santaj unsuru olmaktan öteye gidemedi.
Astana Görüşmeleri sonrası oluşturulan çatışmasızlık bölgeleri arasında yer alan İdlip’e, TSK’ye bağlı birlikler, El Kaide bakiyesi Heyet Tahrir-eş Şam (HTŞ) kontrolündeki bölgelerden geçerek, adı geçen cihatçı çetenin “eskortluğunda” üsleneceği bölgelere konuşlanmıştı. Bölgeye HTŞ benzeri cihatçı çeteleri , içinde bulunduğu “sıcak ilişkileri de” kullanarak tasfiye etme misyonuyla da giren TC’nin bu pozisyonundaki güvenilirliği, özellikle Rusya ve Suriye nezdinde zamanla daha çok sorgulanır hale geldi. Son olarak İdlip’te TSK’nin konuşlu olduğu ve sorumluluğu altında bulunduğu bölgelerden Rusya’nın Hmeymim Üssü’ne yönelik İHA bombardımanı ve 25 Suriye askerinin öldürüldüğü saldırılar gerçekleştirildi.
Rejim değişikliği ısrarında, bu fikrin ateşli savunucularından Körfez devletleri ve ABD dahil olmak üzere yalnız kalan ve sadece bu nedenle bile Suriye’deki savaşın kaybedenleri arasında yer alacak olan TC devleti, şu sıralar bu kaybını diplomaside gerçekleştirmek istediği bazı hamleler ve “masadaki uzlaştırıcı güç” kimliğiyle dengeleme arayışı içinde. Bu “hamleler” arasında 7 Eylül’de Rusya,Fransa ve Almanya’nın, TC’nin çağrıcılığında İstanbul’da bir araya geleceği, TC makamları tarafından dile getirildi. Söz konusu toplantıya muhatap diğer devletlerden henüz katılımlarına dair net teyit gelmemesi ve söz konusu tarihe kadar Rusya’nın TC’ye İdlip’teki cihatçı çeteleri “ikna etmesi için” süre verdiği şeklinde geçilen bilgiler, bu “hamlelerin” sahiplerine olumlu getirileri açısından soru işaretleri barındırıyor. Şark ul Evsat gazetesinin verdiği bilgide, “ikna edilmek üzere” adı geçen cihatçı çete El-Kaide kökenli Heyet Tahrir-eş Şam (HTŞ), son olarak TC’nin oluşturduğu Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne katılmayı reddederek, söz konusu soru işaretlerinin daha da büyümesini sağladı. Zamanla bu soru işaretlerinin yerini, 2016 sonunda Halep’te benzeri yaşandığı üzere, sahada yalnız bırakıldığını gören cihatçı çetelerin hedefi haline gelme endişesine bırakması ise uzak bir olasılık değil.
İdlip’teki savaş beklentisinin, sahada ısınmaya başlayan suların yanı sıra diplomasi masasına da zorlu pazarlıklar ve kurulan yeni ittifaklar şeklinde yansıması bekleniyor. Söz konusu yeni ittifak eksenlerine dair en bariz örneği ise, Şam yönetimi ile, Rojava temsilcileri arasında şu sıralar ikinci turu başlayan görüşmeler oluşturuyor. Suriye Demokratik Güçleri ve onun ana omurgasını oluşturan YPG’yi savaşın başından beri, “yerli bir unsur” olarak gören Şam yönetimi ile Suriye Demokratik Meclisi (SDM) arasındaki görüşmelerin gündem maddeleri arasında İdlip’e yönelik operasyon ve TC işgali altındaki Fırat Kalkanı ile Afrin bölgelerinin özgürleştirilmesi yer alıyor. Görüşmelerde YPG/Asayiş güçlerinin Suriye polis gücüne, SDG unsurlarının ise orduya entegre olması gibi gündemlerin konuşulduğu bilgilerinin medyaya yansıdığı görüşmelerin sonuçları, savaşın bitişine dair somut bir gösterge olması ve Kürtlerin savaş sonrası Orta Doğu’da kurulacak yeni dengedeki rolleri bakımından önümüzdeki yıllara yayılan etkiler barındırma potansiyeli taşıyor. Bu potansiyel, Irak’tan sonra Kürt sorununu “çözmüş” bir Suriye ile birlikte, gözleri aynı sorunları yaşayan İran ve TC’ye çevirme ihtimalini barındırması açısından, önümüzdeki yıllarda bölgede savaştan,uzlaşmaya, diplomasiden yeni ittifaklara bir dizi ihtimali barındırıyor.
İdlip’te “son savaş” ya da “savaşların anası” olarak adlandırılan operasyon ve çatışmalar, bazı beklentilere paralel bir final mi olacak? Ya da hem sahada hem de masada, yeni kutupların ortaya çıkacağı, yeni çatışma alanları mı yaratacak? Her iki ihtimalde de, savaşın son cephesi İdlip’te devletlerin ellerinde kalan tüm kozlarını oynayacağı gerçeği ortada duruyor. Sonuçları arasında ise, yeni göç dalgaları, yeni saldırı alanları yaratmış cihatçı terörizm, ekonomik krizin İdlip’teki savaşla artması muhtemel olumsuz çarpanları gibi olasılıklar bulunuyor.
The post Suriye’de Perde İdlip’te Kapanacak mı? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post IŞİD Katliamlarla Geri mi Dönüyor? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Irak’ta Musul ve Suriye’de Rakka gibi kentlerde kontrolü ele geçirdikten sonra dünya coğrafyasının önemli bir bölümünde dehşet saçan cihatçı terör çetesi IŞİD, “bitti, dağıldı” gibi söylemlerin gündeme geldiği bir süreçte, önce Erbil’de, valilik binasına düzenlediği iddia edilen bir saldırıyla, ardından da iki gün önce Suriye’nin güneyindeki Süveyde vilayetinde, “eski günlerini” hatırlatan ve en az 250 kişinin yaşamını yitirdiği katliamla tekrar gündemde.
Erbil’deki valilik saldırısı, her ne kadar IŞİD tarafından üstlenilmese de, olayın cihatçı terör çetesinin kökeninin dayandığı El Kaide tarzı “çifte intihar saldırısı” şeklinde cereyan etmesi, saldırıda IŞİD’i “olağan şüpheli” haline getirdi. Kaldı ki IŞİD’in yine aynı coğrafyadaki Kerkük’te, 21 Ekim 2016’da Erbil saldırısından daha büyük çaplı benzer bir sızma-saldırı girişimi olmuştu.
Suriye’deki Süveyde katliamı ise, direkt olarak IŞİD tarafından üstlenildi. Dürzilerin yoğun olarak yaşadığı kente sızan ve hemen hepsinin üzerinde intihar yeleği bulunan 100’e yakın çete mensubu, sabah saat 05:00 sıralarında bombalı araçlarla sebze haline saldırdı ve burada 40’tan fazla sivili katletti. Diğer çete grupları ise, en az 10 köye girerek silahlarla katliam gerçekleştirdiler. Süveyde’deki katliam, IŞİD’in gerek içinde bulunduğu yenilgi ve geri çekilme görüntüsü, gerekse de biçimsel anlamda 2015 Haziran ayında Kobané’de sivillere ve yerel savunma güçlerine yönelik, yine en az 250 kişinin yaşamını yitirdiği katliamla benzerlikler taşımasıyla dikkat çekti. O tarihte IŞİD Kobané’ye farklı kollardan, yine sabah saatlerinde saldırmış, söz konusu saldırı çetenin 25 Ocak 2015’te Kobané’yi, aynı yılın Haziran ayında da bölgenin doğusundaki Tel Abyad’ı kaybetmesine misillemesi şeklinde gerçekleşmişti.
Bu katliamlara karşın IŞİD, 2015 yılı Haziran ayının kendisi açısından olumsuz bir milat olmasının önüne geçemedi ve son olarak 2017’de önce Musul, sonra da Rakka’yı kaybederek teritoryal alan hakimiyetini hemen hemen yitirdi. Çete bu süreçle beraber Paris, Brüksel, Barcelona, İstanbul’da havalimanı, Sultanahmet saldırıları ile Suruç, 10 Ekim Ankara Gar Katliamı gibi saldırılarla gündeme geldi.
2013-2016 yılları arasında kontrolü altında tuttuğu sınır hatları, kapıları ve yerleşim yerlerindeki hakimiyetini 2016 sonu itibarıyla kaybetmeye başlayan IŞİD, bu dönem sonrası sızma ve vur kaç saldırılarına yöneldi, zamanla bir süre sonra bu sınırlı saldırıları da yapamamaya başladı. Bu durum, cihatçı terör çetesiyle ilgili “bitti, dağıldı” yolunda yorumların yapılmasına neden oldu. Bu yorumlarda ise kuşkusuz, Musul’un yanı sıra, küresel cihat stratejisine sahip bir örgüt olarak, IŞİD kaynaklı bu yönde bir açıklamada bulunulmamasına karşın, kamuoyunda çetenin “başkenti” kabul edilen Rakka’da kontrolün kaybedilmesinin payı vardı.
Ancak son süreçte, IŞİD’in hem Suriye’de, hem de Irak’ta bazı saldırılar gerçekleştirdiği yönünde haberler medyaya yansıdı. Indepedent’ın savunma muhabiri Kim Sengupta da bu ayın başında kaleme aldığı makalesinde bu konuya dikkat çekerek, IŞİD’in toparlanmaya başladığı ve Suriye’deki etkinliğinin artmakta olduğunu gösteren bazı emarelerin olduğundan söz etmişti. Sengupta, IŞİD’in halen en az 8 bin savaşçısının olduğunu da dile getirmişti. Kim Sengupta, IŞİD’in tekrar güçlenme eğiliminin ortaya çıkmasına neden olarak, devletlerin politikalarını göstererek, Donald Trump’ın ABD’nin Suriye’deki faaliyetlerini kısıtlama emri vermesi ve TSK saldırıları altındaki SDG’nin bu sebeple IŞİD ile mücadelesinin sekteye uğramasına dair örnekler vermişti.
IŞİD, 2014’te ilan ettiği hilafetin -alan hakimiyeti anlamında- şu sıralarda çok uzağında olsa da, cihatçı terör çetesinin Orta Doğu coğrafyasında devletlerin, son on yıllar boyunca yarattığı, halen sürmekte olan yıkımın ve terörokrasi politikalarının bir sonucu olarak tekrar güçlenmesinin mümkün olmadığı söylenemez. Devletlerin nüfuz mücadelelerinin tekrar arttığı Suriye’de, IŞİD ve benzeri cihatçı çeteleri yaratan etkenlerin hala güçlü olduğu göz önünde bulundurulduğunda Süveyde’deki katliam, çetenin devletlerin savaş ve yıkımlarıyla can suyu bulan mayasının tekrar tutabileceğini gösterdi.
The post IŞİD Katliamlarla Geri mi Dönüyor? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suriye Ordusu Deraa’da: Sonraki Hedef Ne? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suriye Savaşı’nda, gündemde eskisi kadar yer teşkil etmemekle birlikte önemli gelişmeler yaşanıyor. Öyle ki, bu gelişmelerin, savaşın sahadaki ve masadaki seyriyle birlikte Suriye haritasında değişiklilere yol açabileceği söylenebilir. Suriye’de ordu birlikleri ve ona destek veren milis güçleriyle, müttefiki Rusya’nın hava operasyonları desteğinde ülkenin güneyindeki Deraa’ya 18 Haziran’da başlattığı askeri harekat, bölgede kontrolü elinde bulunduran cihatçı çetelerin yenilgisiyle sonuçlandı. Ürdün sınırında bulunan Deraa, savaşın başladığı 2011 yılında cihatçıların kontrolüne geçmişti. Kenti 2013 yılında kısa bir süre Şam yönetimine bağlı güçler geri almış, ancak bir süre sonra cihatçı çeteler Deraa’da tekrar kontrolü sağlamıştı.
Deraa, Suriye’deki savaşa cihatçı vekilleri aracılığıyla müdahale eden ABD’nin, Ürdün’de oluşturduğu ortak operasyon odası projelerinden ilkini hayata geçirdiği bölgeydi. Suriye’nin kuzeyinde Antakya ve Antep’te de oluşturulduğu yönünde bilgiler olan söz konusu proje ilerleyen yıllarda “eğit-donat” gibi isimlerle de anılmıştı.
Deraa’ya, aynı zamanda savaşın başlangıcı sayılan 2011’in, 6 Mart’ında duvarlara “Halk Rejim’in Yıkılmasını İstiyor” yazan, yaşları 9-14 arası değişen 13 çocuğun gözaltına alınmasıyla başlayan gösteriler sonrası, gelinen süreçte 7 yılını geride bırakan Suriye Savaşı’nda, bu açıdan sembolik bir önem de atfediliyor. Bu açıdan Deraa’nın Suriye ordu güçlerinin kontrolüne geçmesi, Şam yönetiminin savaştaki psikolojik üstünlüğünü domine etmesi nedeniyle de önemli. 2015’te Rusya’nın savaşa Suriye lehine müdahil olması sonrası Esad güçleri, Şam’ın banliyösü Doğu Guta ve Halep’in doğusunun cihatçı çetelerden temizlenmesiyle savaştaki askeri ve psikolojik üstünlüğü geri kazanmaya başlamıştı.
Geçtiğimiz yıl ABD-Ürdün-Rusya arasında yapılan anlaşmayla “gerilimi azaltma bölgeleri” arasına dahil edilmesi konusunda uzlaşılan Deraa’daki bu gelişme, diğer taraftan devletler arasındaki bazı pazarlıkların da bir sonucu olarak da okunmalı. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun 11 Temmuz’da gerçekleştirdiği Moskova ziyareti sonrası “Şam yönetimiyle sorunumuz yok” açıklamasının, Suriye’deki İran yanlısı güçlerin Rusya garantörlüğünde deaktif görünüme geçirilmesi karşılığında yapılmış olma ihtimali yüksek. İsrail halen, Deraa’ya da stratejik bir yakınlıkta bulunan Golan Tepeleri’ni BM’nin aksi yöndeki kararına rağmen işgal altında bulunduruyor, bu bölgeden cihatçı çetelere askeri ve lojistik destek sağlıyordu. Sahadaki askeri gelişmelerle birlikte, devletler arası pazarlıkların daha “geniş açılı” çekilmiş bir fotoğrafını ise 16 Temmuz’da gerçekleşecek Putin-Trump zirvesi sonrası görmek mümkün olabilir. Bu görüşmeye Donald Trump’ın, ABD Orta Doğu politikasının kırmızı çizgisi olan İsrail’in güvenliği için, İran’a karşı savaşa daha açıktan müdahil olmak ile ABD bütçesinin dengeleri açısından savaşın ekonomik maliyeti ikilemi arasında gitmesi ise muhtemel.
Deraa sonrası Suriye ordusu ve müttefiklerinin hedefinin neresi olacağı ise cevabı merakla beklenen bir başka soru. 2015 sonrası savaşta dengeleri lehine çevirmeye başlaması sonrası Halep’in doğusu, Hama, Humus ve Şam banliyölerinin cihatçı çetelerden kurtarılması şeklinde bir sıralama takip eden Suriye ordusunun sonraki hedefinin Türkiye sınırındaki İdlib olması muhtemel. Ayrıca TC’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı adını verdiği, işgal alanlarına da sıranın geleceği düşünülmeli. Diğer taraftan ise, IŞİD karşıtı koalisyonda ABD ile müttefik olan, beri yandan da Şam ile müzakere kapısının karşılıklı olarak açık bırakıldığı SDG hakimiyet alanlarının da varlığı düşünüldüğünde, Suriye’de önümüzdeki süreçte, sıcak çatışma olasılıklarının da var olduğu, diplomasi ve pazarlıkların eksik olmadığı bir dönem ufukta görünüyor. Bu olasılıklar içinde TC’nin nasıl var olacağı ise yanıt arayan bir başka soru. SDG’nin Suriye’de elinde bulundurduğu alanlar nedeniyle Şam yönetimiyle “Kürtleri ezmek üzere” işbirliği teklifi yapması muhtemel olan Ankara’ya, 24 Haziran öncesi vaatlerinden birisinin “Suriye’yi özgürleştirmek” olduğu hatırlatılarak, Şam’dan olumsuz yanıt verileceği açık. Diğer taraftan da, Deraa sonrası hedef olarak dillendirilen İdlib’teki askeri ve siyasi varlığı, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı işgal bölgelerinin halen varlığını koruması, Astana Mutabakatı başta olmak üzere TC’ye, kurduğu ya da uzak durduğu ilişkileri tekrar gözden geçirmeyi dayatacağa benziyor.
The post Suriye Ordusu Deraa’da: Sonraki Hedef Ne? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Rus Medyası’na Göre Çin’in Astana Sürecine Dahil Olmasını Türkiye Engelliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Rusya,İran ve TC devletleri tarafından 2016 sonunda oluşturulan ve Suriye Savaşı’nı diplomatik müzakereler yoluyla sonlandıracağı iddia edilen Astana Süreci’ne yönelik Rusya’da yayınlanan İzvestiya gazetesi önemli iddialarda bulundu. Gazeteye konuşan Suriye’nin Çin Büyükelçisi İmad Mustafa , Pekin yönetiminin Astana’daki ittifaka dahil olmak için temaslarda bulunduğunu söyledi. Mustafa, 9. tur görüşmelerinin 14-15 Mayıs’ta gerçekleştirileceği Astana’ya Çin’in katılımına Ankara’nın olumsuz baktığını belirtti. İmad Mustafa’nın, Suriye’de Cerablus,El Bab ve son olarak Afrin gibi bölgeleri işgal etmesini de işaret ederek “Türkiye, Çin’in katılımıyla beraber ‘Doğu Türkistan İslam Hareketi’ gibi sınır ötesi terör örgütlerine desteği kesme ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne daha fazla saygı gösterme baskısının artmasından çekiniyor” şeklindeki ifadeleri dikkat çekti.
The post Rus Medyası’na Göre Çin’in Astana Sürecine Dahil Olmasını Türkiye Engelliyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ABD: “İsrail’in Kendini Savunma Hakkını Destekliyoruz” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suriye’deki savaş sahası bahane edilerek, İsrail üzerinden yükseltilmek istenen ABD’nin İran’a yönelik geriliminde bugün, İsrail tarafından, işgal altında bulundurduğu Golan Tepeleri’ndeki askeri tesislerine Suriye’den saldırı yapıldığı bahanesiyle, Suriye’deki İran hedeflerine yönelik saldırıda bulunulmuştu.
Saldırı sonrası ABD’den ”İran rejiminin Suriye’ye İsrail’i hedef alarak saldırgan roket ve füze sistemlerini konuşlandırması, tüm Ortadoğu için kabul edilemez ve son derece tehlikeli bir gelişmedir” şeklinde, bölgedeki yangına benzin taşıyan bir açıklama geldi. Açıklamada bu ve benzeri saldırıların sorumluluğunun İran Devrim Muhafızları’nda olduğu iddia edildi. ABD’den yapılan açıklamada ayrıca, İsrail’in “kendini savunma hakkının” kuvvetle desteklendiği vurgulanarak, arka planında, Şii-Sünni gerilimi de katılarak Suudi Arabistan gibi devletlerin dahil olduğu ABD-İsrail ittifakında, Suriye üzerinden, İran’a yönelik tehdidin ucu açık bırakıldı.
Suriye Dışişleri Bakanlığı ise, İsrail’in yeni saldırı dalgasını, Suriye’ye yönelik savaşta ‘yeni bir aşama’ diye niteledi. Suriye Dışişleri’nin açıklamasında ”İsrail’in yıllarca teröristleri destekleyerek perde arkasından müdahil olduktan sonra şimdi doğrudan müdahil olması, saldırganlıkta yeni bir aşamanın başladığını gösteriyor” denildi.
The post ABD: “İsrail’in Kendini Savunma Hakkını Destekliyoruz” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post The Independent Muhabiri Cockburn’den Efrin Saldırısı için “Halep ve Rakka” Benzetmesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İngiltere’de yayınlanan The Independent gazetesinin Ortadoğu muhabirlerinden Patrick Cockburn, son yazısında, ÖSO adı altındaki cihatçı çeteler ve TSK saldırıları altındaki Efrin’e dair yorumlarını aktardı. Cockburn yazısında, Halep ve Rakka’da yaşanan yıkımla Efrin saldırısı arasında benzerlik olabileceğini belirtirken, yaşanacak sivil katliamlarına dikkat çekti. Patrick Cockburn yazısında şu değerlendirmelerde bulundu:
“…Efrin’de büyük çatışmalar yaşanacak ve bunlar muhtemelen, Doğu Guta, Rakka veya Halep’in doğusunda görülenler kadar yıkıcı ve kanlı olacak. YPG savaşçıları 2012’ye dek uzanan çatışma deneyimine sahip; bunun büyük kısmını IŞİD gibi fanatik düşmanlar karşısında edindiler. Muhtemelen şu olacak: Türk generaller sokak savaşında kaçınılmaz olan ağır kayıplardan sakınmaya çalışacak ve Afrin’i hava saldırıları ve top ateşiyle yerle bir edecek. Kaçınılmaz olarak, korkunç boyutlarda sivil kayıplar verilecek.”
Cockburn ayrıca, Efrin saldırısına dair “etnik temizlik” uyarısında bulunarak şu ifadeleri kullandı:
“Suriyeli Kürtler varoluşsal bir tehditle karşı karşıya olduklarına inanıyor. Türkiye’nin sadece Afrin’i değil, Kürtlerin kontrolündeki, Suriye topraklarının yüzde 25’ine denk düşen toprakları da ortadan kaldırmak istediğini düşünüyorlar. Bazıları, yenilginin, çoğunluğu oluşturdukları bölgeler arasında geleneksel olarak öne çıkan Afrin’deki Kürtlerin etnik temizliği anlamına geleceğine inanıyor. Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Afrin yüzde 55’i ile Arapların, yüzde 35 sonradan yerleştirilmiş Kürtler var ve yüzde 6-7 Türkmenler var. Bütün mesele Afrin’i gerçek sahiplerine teslim etmek” dediği konuşmasına atıfta bulunuyorlar. Kürt liderler arasında, Erdoğan’ın Halep’in kuzeyinde ve batısında, doğrudan veya dolaylı Türk kontrolü altında olacak bir Sünni bloku bölgesi yaratmayı planladığına dair bir şüphe var.”
The post The Independent Muhabiri Cockburn’den Efrin Saldırısı için “Halep ve Rakka” Benzetmesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suriye’de Yedekler Çekiliyor Devletler Sahaya İniyor – Emine Sakin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşanan son gelişmelerle Suriye, savaşın 7 yıldır sürdüğü bir coğrafya olmaktan çıkıp devletlerin birbirlerine karşı, askeri, siyasi ve ekonomik güç gösterisinde bulunduğu bir alana dönüşmeye başladı. ABD ve Rusya başta olmak üzere devletlerin Suriye’de bulunma bahanesi olan IŞİD tehlikesinin de giderek güncelliğini yitirmesiyle beraber savaş, bu gerekçe üzerinden yürütülen vekalet mücadelesinde, devletleri aracılar olmaksızın karşı karşıya getirme potansiyeline evrildi. Şubat ayı içinde karşılıklı olarak düşürülen uçaklar, İHA’lar, vurulan konvoylar ve bunlara yapılan misillemeler, bu potansiyeli 7 yıllık savaşta olmadık biçimde açığa çıkarmış durumda.
ABD, Rusya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, İsrail, Fransa, Almanya ve son olarak ülkenin geleceğinde söz sahibi olma “açık sözlülüğüyle” aktif katılım göstereceğini bildiren Çin, Suriye’deki savaşta varlığı bilinen devletlerden sadece birkaçı. IŞİD’e karşı 2014’te kurulan koalisyonda en az 40 devletin yer aldığı bilgisi, Suriye Savaşı’nın, dünyanın dört bir tarafından devletlerin müdahil olduğu küçük çaplı bir dünya savaşı olduğu gerçeğini idrak etmemizi sağlıyor.
Savaşa taraf olan devletler sahadaki varlıklarını -müsebbibinin yine kendileri olduğu- “terörizmle mücadele” adı altında sunarken, bu tehdidin göreceli olarak azalmasıyla, yeni düşmanlar var etme ya da eski düşmanlıklarını yeniden hatırlama yoluna gidiyorlar. Suriye ve Irak’taki IŞİD varlığını bahane ederek savaşa giren ABD, Suriye’de bulunmasını şimdi de terör örgütü olarak ilan ettiği “Hizbullah tehdidi”yle gerekçelendiriyor. Tabi, her ne kadar yüksek perdeden dilendirmese de bu tehdidin sarmalındaki İran, Esad, Rusya eksenini göz ardı etmeden… Nitekim Deyr-ez Zor’da Rusya destekli paralı askerlerin ABD tarafından vurulması, İran’a ait bir İHA’nın İsrail tarafından düşürülmesi, Suriye’deki üslerin hedef alınması ve buna misilleme olarak Suriye’nin Rus yapımı hava savunma sisteminin bir İsrail uçağını düşürmesi, devletlerin Suriye’deki “tehdit” algıları üzerinden değerlendirilmeli.
Bu çok denklemli savaşta, desteklediği cihatçı çeteler haricinde -yine IŞİD bahanesine sığınarak- aslen Rojava’nın siyasi varlığını tehdit sayarak Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı ile sahaya giren TC de, ABD gibi Suriye’deki varlık bahanesini güncelledi. Afrin’i hedef alarak bölgedeki YPG varlığını kendi sınırlarının beka (var oluş) gerekçesi olarak sunan TC, bu gerekçesinin haklılığına dair şimdiye dek taraftar bulmuş gibi görünmüyor. Bu durumun en açık örneği ise, TC’nin Astana’da kağıt üzerindeki ortaklarından İran ve Rusya’nın açık ya da örtülü desteğiyle, TSK/ÖSO saldırısı altındaki Afrin’e yapılan askeri sevkiyatta görüldü. Diğer taraftan, Leopard tankı başta olmak üzere devletlere sattığı silahlarla savaşın görünmeyen finansörlerinden olan -bir diğer müttefik- Almanya da TC’nin Afrin saldırısına şerh koyuyordu.
TC’nin Suriye’de Afrin saldırısıyla açığa çıkan, ancak birçok başlığı içeren ihtilafları yaşadığı bir diğer devlet ise ABD’ydi. Bu ihtilaf her ne kadar İran-İsrail, Rusya-ABD, Suriye-İsrail gerilimlerinde olduğu gibi “olası karşı karşıya gelişleri” içermese de, TC’nin iç politikasına yönelik oldukça kullanışlı bir enstrüman. Nitekim ABD, “Osmanlı tokatları”, ve “anti-emperyalist” nutuklarla tehdit edilirken, dün Rakka’da, bugün de Menbiç’te aynı ABD’yle ittifak için neredeyse yalvar yakar olunuyor ve bu durumun absürtlüğü -1,5 yılı aşkındır süren OHAL’le- susturulan medya sayesinde görünmez kılınabiliyor.
Kimi iç politik dengeler, kimi elde ettiği nüfuz alanlarını genişletmek için Suriye’deki varlıklarını pekiştiren devletler; savaşı askeri ve diplomatik iki farklı sahnede sürdürüyor. Biri, birbirlerini “aracısız” hedef alma potansiyeli taşıyacak kadar sert, diğeri ise yumuşak güç olarak tanımlanabilecek bu sahnelerden her biri, Suriye’de süren savaştan çıkar devşiren devletler için, sahadaki varlıklarına dair “anlaşılabilir” argümanlar üretiyor. Ancak bu “anlaşılabilir” argümanlar, savaşların belli bir zaman aralığında gerçekleştiği ve genellikle taraflardan birinin kazanıp birinin yenilmesi gerçekliğiyle kıyaslandığında ortadan kalkıyor. Arda kalan gerçeklik ise, Suriye’de sonu hiç gelmeyecekmiş gibi görünen savaş ve bu savaştaki devasa yıkımda var olan sorumluluklarıyla yüzleşmekten kaçınan, bunun için gerekirse birbirleriyle çatışmayı göze alan devletler olarak ortaya çıkıyor.
Emine Sakin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Suriye’de Yedekler Çekiliyor Devletler Sahaya İniyor – Emine Sakin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ABD-TC Arasında Şimdi de Ateşkesin Kapsamı Gerilimi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde alınan “Suriye’de otuz günlük ateşkes” kararının ardından, Efrin saldırısının ateşkesin kapsamına girip girmediği tartışması, ABD-TC arasında var olan gerilimlere bir yenisini ekledi. TC Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, BMGK’ye üye 15 üyenin oybirliğiyle aldığı 240 sayılı kararın Efrin saldırısını kapsamadığını iddia etmişti. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert ise, yaptığı açıklamayla tartışmaya yeni bir boyut kazandırdı. Nauert, Efrin saldırısı kast edilerek “…BM’nin ateşkes kararına girmiyor mu? Türkiye’nin ateşkesi ihlal ettiğini düşünüyor musunuz?” şeklindeki bir soru üzerine “Türkiye BM kararını tekrar açıp okumalı” dedi.
“Efrin Suriye sınırları içerisinde değil mi?” sorusuna Nauert, “Evet haritayı açıp bakarsanız, Suriye sınırları içerisinde olduğunu görürsünüz. Türkiye’ye bir kez daha açıp BM tarafından kabul edilen ateşkes kararını okumasını öneririm” diye yanıt verdi. Nauert daha sonra ateşkes kararından bir bölümü okuyarak söz konusu ateşkesin Suriye’nin tamamını kapsadığını belirtti.
Nauert, ateşkes metninin içerisinde sadece, cihatçı terör çeteleri El Kaide, Nusra ve IŞİD’in isimlerinin geçtiğini ve bunlara yönelik olanlar dışında her tür operasyonun ateşkes kapsamına girdiğini belirtti.
The post ABD-TC Arasında Şimdi de Ateşkesin Kapsamı Gerilimi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Suriye’de Kadınlara ve Çocuklara BM Gözetiminde “İnsanı Yardım” İşkencesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Suriye’de BM’ye bağlı kuruluşlar ve diğer sivil toplum kuruluşları adına insani yardım adı altında yardım taşıyan bazı kişilerin kadınlara ve çocuklara cinsel işkence yaptığı öğrenildi. Üç yıl önce de , benzer endişelere neden olan haberler nedeniyle uyarılar yapılmasına rağmen, özellikle Suriye’nin güney bölgelerinde bu tür olayların yaşanmaya devam ettiğini ortaya koyan bir rapor da yayınlandı. Bir yardım çalışanı ise birçok uluslararası kuruluşun yaşananlara göz yumduğunu belirterek, “Bu tehlikeli bölgelere yardım ulaştırmanın tek yolunun yerel kuruluşlarla birlikte çalışmak olduğunu düşünüyorlar” dedi. Yaşananlar 2015 yılında da gündeme gelmiş, bir yardım kuruluşu çalışanı olan Danielle Spencer, Ürdün’deki göçmen kamplarında kadınların insani yardım alabilmek için istismara ve tacize maruz kaldığını söylemişti.
Suriye’de Kadınlara ve Çocuklara BM Gözetiminde “İnsanı Yardım” İşkencesihttps://t.co/6LbbGhIqAF pic.twitter.com/m1fINioQfW
— Medyan Haber (@medyanhaber) 27 Şubat 2018
Spencer, Suriye’nin güneyindeki Dera ve Kuneytra bölgelerinde yaşananlarla ilgili şunları söyledi:
“Yardımı dağıtmıyorlar, kadınlarla seks için kullanıyorlar. Bazı kadınlar bunu yaşamış. Hatırlıyorum bir keresinde bir kadın ağlayarak başından geçenleri anlatıyordu. Kadınlar ve kız çocukları hayatta kalmaları için gerekli olan gıda ve diğer temel yardım malzemelerini alırken korunmalı. Yaşamak isteyeceğiniz son şey size yardım getireceğine güvendiğiniz kişinin o yardım karşılığında cinsel ilişki istemesi. Cinsel şiddet o kadar yaygındı ki kadınlar yardım dağıtım noktalarına gidemez olmuşlardı. Toplum tarafından etiketlenmek istemiyorlardı. ‘Bir kadın gıda paketi aldıysa karşılığında mutlaka cinsel ilişkiye girmiştir’ algısı yerleşmişti”
Uluslararası Kurtarma Komitesi (IRC) Dera ve Kuneytra’da 190 kadın ve kız çocuğunun yardım kuruluşu çalışanları tarafından istismar edildiğini raporlamıştı. Birleşmiş Milletler’e, söz konusu kamplarda,konunun daha detaylı biçimde araştırması teklif edilmiş, ancak bu teklif BM tarafından reddedilmişti.
Kaynak: BBC Türkçe
The post Suriye’de Kadınlara ve Çocuklara BM Gözetiminde “İnsanı Yardım” İşkencesi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>