The post Mehmet Ayvalıtaş Anmasına Polis Saldırdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Taksim Gezi İsyanı’nda yaşamını yitiren Mehmet Ayvalıtaş’ın katledilişinin 3. yıldönümünde yapılan anmaya polis saldırdı.
1 Mayıs Mahallesi’nde devrimci kurumlar, Mehmet Ayvalıtaş’ı anma etkinlikleri kapsamında ortak bir yürüyüş gerçekleştirdi. Mehmet Ayvalıtaş Kütüphanesi önünde bir araya gelen kurumlar, Mehmet Ayvalıtaş’ın vurulduğu yere doğru yürüyüşe geçti. Şükrü Sarıtaş Parkı’nda yapılmak istenen anmaya, polis gaz bombası, tazyikli su ve plastik mermi ile saldırdı. Saldırıya taşlarla karşılık verilirken, sokaklara barikatlar kuruldu.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post Mehmet Ayvalıtaş Anmasına Polis Saldırdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”Ethem Sarısülük Mezarı Başında Anıldı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1 Haziran 2013 tarihinde Ankara’daki Taksim Gezi İsyanı eylemlerinde katil polis Ahmet Şahbaz’ın hedef gözetip başından vurarak katlettiği Ethem Sarısülük, yaşamını yitirmesinin üçüncü yıldönümünde, Çorum Sungurlu Beylice köyünde bulunan mezarı başında anıldı.
Anmaya İstanbul ve Ankara’dan gelen yoldaşları, ailesi, dostları, çeşitli devrimci kurumlar, Ankara Emek ve Demokrasi Platformu, Taksim Dayanışması, yine Taksim Gezi İsyanı’nda katledilen Berkin Elvan’ın annesi katıldı. Aile adına yapılan konuşmada Ethem’in ağabeyi Mustafa Sarısülük, Ethem’in mücadelesinin sürdüğünü vurguladı.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post ”Ethem Sarısülük Mezarı Başında Anıldı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”Ali İsmail Korkmaz Katledildiği Fırının Önünde Anıldı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Taksim Gezi İsyanı sürecinde Eskişehir’de gerçekleşen eylemler sırasında faşistler tarafından katledilen Ali İsmail Korkmaz için, saldırıya uğradığı Kurtuluş Mahallesi Sanayici Sokak’taki ekmek fırınının önünde anma düzenlendi.
Anmaya Antakya’dan gelen baba Şahap Korkmaz, abi Gürkan Korkmaz, yakınları ve çok sayıda mücadele dostu katıldı. Ağabeyi Gürkan Korkmaz, anmaya gelemeyen Ali İsmail’in annesinin sözlerini de aktardı. Gürkan Korkmaz: “Ali İsmail bu sene mezun olacaktı. Kep atacaktı, biz karanfil atmayacaktık. Cübbe giyecekti, kefen giymek zorunda kalmayacaktı. Ama biliyoruz, görüyoruz ki; dün, iki gün önce binlerce Ali İsmail mezun oldu. Bizden bir evladımızı aldılar, binlerce evladımız, kardeşimiz oldu.” dedi
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post ”Ali İsmail Korkmaz Katledildiği Fırının Önünde Anıldı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ”Abdullah Cömert Katledildiği Sokakta Anıldı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Taksim Gezi İsyanı eylemlerinde Antakya Armutlu’da başından vurularak katledilen Abdullah Cömert, katledildiği sokakta ailesi, dostları ve yoldaşları tarafından anıldı. Hatay Emek ve Demokrasi Güçleri’nin çağrısıyla Ahmet Atakan Sokağı’nda bir araya gelinerek Abdullah Cömert’in katledildiği sokağa doğru yürüyüş gerçekleştirildi.
“Her yer Gezi, her yer direniş”, “Ali, Ahmet, Abdullah kavgamızda yaşıyor” sloganları eşliğinde gerçekleşen yürüyüşe Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz ve Ahmet Atakan’ın anneleri de katıldı.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post ”Abdullah Cömert Katledildiği Sokakta Anıldı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir Strateji Olarak Seçimler
Özgürlük mücadelesi veren tüm hareketler dönemsel stratejiler kurar ve bu stratejilere göre hamleler yaparlar. Kürt Özgürlük Hareketi de 40 senedir sürdürdüğü özgürlük mücadelesinde, farklı dönemlerde, farklı stratejiler kurmuştur. Hareketin seçimlere girmesi ve halktan oy istemesi, bu stratejilerden sadece bir tanesidir. Bu yazıda, halkın bütünlüklü var olma mücadelesinin içerisinde, hareketin parlamentoda da var olma stratejisi olan “seçimlere katılma ve oy isteme” hamlesinin yanı sıra, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oy istemiyle başlayan siyasi sıkışmayı ve 13 Mart Ankara bombası sonrası başlayan siyasi savrulmayı tartışacağız.
Sokağın Beraberliğinden Sandığın Birleşmesine
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesinde yaşanan toplumsal patlamaların en genişi ve en uzunu Taksim İsyanı’ydı. Çok özneli bu patlamanın öznesi başta birkaç ağacın kesilmesine karşı koyan çevreciler gibi yansıtılmak istense de, gerçekte olan hükümetle karşı karşıya kalmış tüm öznelerin katılımıyla oluşmuş bir isyan olmasıydı.
Toplum ve bireyler üzerinde her gün artan baskı, isyanı tetiklemişti. Baskının karaktersizliği yani sadece bir kesime değil her kesime, her karaktere değiyor olması, Taksim İsyanı’nın karakterini de zorunlu olarak birleştirici kıldı. İdeolojisi, dili, dini, cinsiyeti, sıkıntıları sorunları birbirinden farklı olan birçok birey ve topluluk, isyanın birer öznesi olabildi. İsyanın bu özne çokluğu hem Taksim işgali süresince hem de sonrasında, isyanın, devlet tarafından kontrolünü zorlaştırdı. Kolluk kuvvetlerinin, Taksim Dayanışması’yla ya da ‘kitle’ örgütleriyle yapmaya çalıştığı anlaşmaların, isyanın başka özneleri tarafından sürekli bozuluyor olması, isyanın çapını genişletiyor ve etkisini büyütüyordu. Taksim’in yaklaşık 15 günlük işgalinin sonlanmasıyla başlayan “Her yer Taksim her yer direniş” sürecinin yayılmasında da, bu çok özneli karakter belirginleşiyordu. Bu çok özneliliğin korunmasını ilkeleştirerek oluşturulan forumlar, -bayraksızlık, flamasızlık, dövizsizlik- “biz”, “barışcıl bir yürüyüş yapacağız”, “barikat yok, taş yok” gibi tutumlarla bir “biz” tanımlayarak, farklılıkları aynılaştırıyordu. Çok öznelilikten tek özneliliğe ve salt AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığına indirgenen forumlarda aslında seçimlere hazırlık yapılıyordu.
Bir meydanda başlayan ve sokaklarda süren isyanı anlamlandırmak önemliydi. Arzulanan bir devrime benzetmenin, ya da teslimiyetçi bir “olmadı”yla atlatmanın ötesinde; belirtmek gerekir ki paylaşma ve dayanışma ilişkileriyle örgütlenmiş bir karşı koyuşla, iktidarın korkarak ve şaşırarak saçmaladığı bir süreç yaşadık. Belki de kazanacağımız en önemli anlamdı bu. Taksim İsyanı’nın çok çok sonrasında bile, sokak yürüyüşlerinde, cadde kapatmalarda, polisin onlarca uyarısına rağmen yapacağını yapan, yürüyüşlerde ya da toplanmalarda izin istemeden doğrudan eylemler örgütleyen bir anlayıştı bu. Böylesi anlamlarla dolu bir sürecin her halde en anlamsız evresi ise bir seçim süreciyle sonlanması oldu. Bu anlamsızlık meydandan, sokaktan gelerek; foruma, seçime, sandığa, adeta açık alandan kapalı alana giden, madden yaşanan bir kapatılmanın manevi etkisiydi. Seçim sürecinin şartlarına uymak için sokağın sakinleşmesini istemek ise, bu sıkışmanın başlangıcı olacaktı.
Seçimlere Girmek ve Herkesten Oy İstemek
Kürt Özgürlük Hareketi’nin 8. seçim stratejisi olan 7 Haziran seçimlerinin, Taksim İsyanı sürecinin hemen sonrasında şekillenmiş olması, isyan bakımından bir talihsizlikti. Seçimler için bir avantaj olarak kullanılmak istenen isyan süreci, isyanın her öznesinin seçim kampanyasının da bir öznesi olmasını amaçlıyordu. Ulusalcı özneler dışındaki herkes HDP içerisinde kabul ediliyor ve forumlar döneminde AKP ve Tayyip Erdoğan karşıtlığı zeminleştirilerek oluşturulan birleşik anlayışın çatısı HDP yapılıyordu. Ufak tefek tartışmaların ötesinde herkes, HDP için oy çalışması yapmaya ya da oy atmaya çağrılıyordu. HDP içerisindeki reformist çevrelerin üstlendiği seçim kampanyasının en önemli mottosu, başkanlık rejimi karşısında parlamenter rejimi savunacak tek gücün HDP olduğu mottosuydu. Tabi ki bu motto, böylesi bir sade söylevle değil, üst mesajında allanıp pullanarak seçmene sunuluyordu. Seçmene sunulan alt mesajda ise biraz tehditkar bir taraflaşma tarifleniyordu: “HDP’ye oy atmayan AKP’den taraftır”. Bu mottolarla oluşturulan kampanyanın sorunu; yeni çıkılmış “hak istenmez alınır” sürecinden “başkanlık sistemi diktatörlüktür, parlamenter sistemde hakkımızı istemeliyiz”- sürecine çekilen bireyler ve topluluklar olmuştur. Hem de, bu seçimin asıl öznesi olan Kürt halkının -dolayısıyla Kürt Özgürlük Hareketi’nin- stratejilerinden bir tanesi olan “parlamentoda var olma” stratejisinin, HDP ve içerisindeki reformistler tarafından herkese, bir “kurtuluş planı” olarak sunulmasıdır.
Bu yanılgı bile çelişiktir. Kurtuluş, devletten-kapitalizmden yani sistemin kendisinden olmalıyken, sistemi bir hükümete indirgemek, bu kurtuluş planının çelişkisini göstermiyor mu? Başkanlık rejimine karşın parlamenter rejimi savunmamızı istemek alaycı değil mi? Seçime kadar sokakta iktidarı şaşırtan-saçmalatan bu isyan sürecinin öznelerine, seçimler için “bu daha başlangıç mücadeleye devam” demek alaycı değil mi?
Herkes için sorduğumuz bu soruların cevapları illa ki verilecektir. Şöyle ya da böyle, seçimler ve oylar savunulacaktır. Biz anarşistler için ise, sorulan bu soruların cevabı bile yok. Anarşistlerden parlamenter rejimin savunucusu olmasını istemek sadece sığlıkla tanımlanamaz. Bu istek, sığlığın saflığının ötesinde en derininden densizlikle tanımlanmalıdır.
Seçimlerde muhalefet de hükümet de meşrudur.
Parlamenter sistemde azınlığın çoğunluğu yönettiğini anlamak için toplama çıkarma yapmak yeterli olacaktır. Birçok seçimde en yüksek oy oranını alarak hükümet olan AKP’nin bile toplam 80 milyonluk nüfusun sadece 22 milyonundan oy alarak seçilmesi, bunu anlamamız için oldukça yeteridir.
Parlamenter sistem gibi başkanlık sistemi de çoğunlukçu demokrasinin benzer paradoksudur. Bu paradoksun en önemli dinamiği olan seçimlerin, adalet ve özgürlük için uygulanabilecek bir sistemi oluşturması beklenemez. Seçimlere katılmak ve oy istemek bütünlüklü bir stratejinin parçası bile olsa, bu, seçimleri ve dolayısıyla seçim sonucunda seçilenlerin tümünü meşrulaştıracaktır. Seçimlerde kazananın kazancı da kaybedenin kaybı da meşrudur.
Son süreçteki 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde oluşan tüm meşruluk tartışmalarını, bu kaçınılmaz birincil ilke ile algılamamız gerekmektedir. Yalnız, iktidarların ilkelerinin olmayacağını, seçimi kazanan partinin 7 Haziran seçimlerinden sonra meclisi işletmeyerek hükümet kurma krizi içerisinde oluşturduğu karmaşayla deneyimledik. Karmaşa, seçimlerin yenilenmesiyle sürdü. Bu süreç bize, sistemin kendi kendine ihanetini ve bu ihanetin olağanlığını deneyimletti. Olağandışı bir seçim süreci değil, seçimin ta kendisiydi 7 Haziran. 1 Kasım seçimlerindeyse hükümet, halktan aldığı oyların “meşruluğu”yla Kürdistan’da sürdürdüğü savaşı sertleştirdi, rejim tartışmaları içerisinde parlamenter sistemden başkanlık sistemine belirsiz fiili bir geçiş başlattı. Mahalle mahalle süren savaşın bir saldırısı da Ankara’nın Çankaya Mahallesi’nde sürmekteydi. Bu günlerdeyse, sistemin bir başka olağan ihaneti tartışılmaya başlandı: Dokunulmazlıklar. Fezlekelerle parlamenter sistemin seçimlerinin meşruluğu tartışılıyor. Dokunulmazlığa da dokunulacak ve seçimlerin meşruluğu bir kez daha sistemin içinden ihlal edilecek. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a değişen bir şey yok. Parlamenter sistemin olağan ilkesizliği sürüyor.
Kendi kendine sürekli ihanet içerisinde ilkesizlik timsali olan bu sistem, yakında, bir başka benzer ilkesiz sistemle, başkanlık sistemiyle değiştirilecek. Değişim için anayasa değişikliği şart, bunun için de referandum. Referandumlar sanki partilerden bağımsız bir seçim atmosferinde başlar ve biter. Bir önceki seçimlerde HDP rejim değişikliğinin önündeki tek güçtü ve bu güce dahil olup olmamak bir “ak’la kara” meselesiydi. Reformistler böyle bir algı örgütleyip seçimleri bir kurtuluş planı olarak savunuyorlardı. Şimdi, referandumla beraber aynı algı örgütlenmek istenecek hatta “kendin için oy at”, “kendine oy at” diyerek bizden yine oy atmamızı isteyecekler. Dolayısıyla; attığımız taraf kazansa da kaybetse de yine seçimleri, dolayısıyla çoğunlukçu demokrasiyi meşrulaştırmamızı isteyecekler.
7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinden sonra oluşan bu sıkışmış sürecin Rojava Devrimi’nin tüm olumlu rüzgarına rağmen esintisiz kalması, durağanlığı; Fırat Nehri’ne konmuş bir terazinin hafifliğinden havada kalan kefesi gibi havada duruyordu. Terazinin Bakur kefesindeki tek ağır şeyse, Fırat’ın bu tarafında hendek ve barikatların ardında halkın mahallelerini savunmasıydı. Bölgenin tamamını sadece coğrafik değil sosyolojik ve psikolojik olarak da bölen Fırat, TC için de adeta geçilemez bir sınır. Terazinin dengesizliği Rojava’dakilerin ağırlığının ötesinde savaşın “bu kadar alçaklaşacağı ve vahşileceği” düşünülememişti. Düşünülemeyen bir başka şeyse, parlamentoda var olma stratejisinin son hamleleriydi. HDP’nin 7 Haziran’daki seçimlerde yükselişinin ardından 1 Kasım seçimlerindeki düşüşün yarattığı olumsuzluktu. Bu olumsuzluk Bakur’da çok hissedilmezken, Ankara ve batısındaki HDP’li seçmeni oldukça olumsuz etkilemişti. Meşru mücadelesiyle, seçimlere ve seçim kampanyalarına yüklenen seçmene, tüm savaş karşıtı barışcıl söyleve rağmen, seçimleri savaş isteyenler kazanmıştı. HDP içerisinde bu kampanyalara kapılarak tüm motivasyonunu buraya yoğunlaştıranların yaşadıkları demotivasyonu batıda yaşayan Kürtler aracılığıyla Bakur’a aktarmış olmaları, sürecin en olumsuz etkiydi.
İstanbul, İzmir ve Ankara’dan başlayarak Amed’e, Wan’a taşınan bu etki, aşırı motivasyonun ve demotivasyonun yarattığı algı göçleriyle ve çözüm sürecinin çözümsüzlükle sonuçlanmasıyla bir hareketsizlik başlattı.
Burası Bakur’dur. Hendeklerin barikatların ardındaki çocukların gençlerin ve kadınların yarattıkları öz yönetim ve öz savunmalarla Farqin’den Nusaybin’e hareket, sokak sokak mahalle mahalle yine yeniden örgütlendi. Hareketsizlik Bakur’da uzun sürmedi ve hendeklerin, barikatların arkasındakiler tarafından yeni bir hareketlilik örgütlendi.
Ankara ve batısı içinse benzer bir olumlu yorum yapılamaz. Taksim İsyanı’nın sokaktan sandığa sıkışmasının olumsuzluğunu yaşayan batıda bu hareketsizlik, aşılamayacak bir engelle karşı karşıya. Batının doğusunda taş üstünde taş kalmıyorken, savaş tüm alçaklık ve vahşiliğiyle sürerken; mücadelelerin yarattığı hareketler, savaşın etkisiyle azalmakta. Sokaktan uzaklaşanlar artık sokağa yakınlaşmamaktadırlar. “Taksim İsyanı’nda yaptık olmadı” düşüncesiyle çözümlemelerden kaçınarak, eleştiri özeleştiri süreci işletmeden savaşı duymaz ve görmez hale gelmeyi tercih etmektedirler.
Bir oyla birleşenlerin bir bombayla ayrışması kaçınılmazdı. Bir “yardımlaşma” ilişkisinin ötesinde Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bir parçası olarak paylaşma ve dayanışma mücadelesinde olanlar için, Kürt halkıyla seçimler üstünden yardımlaşma bir gereklilik değildir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamentoda var olma, seçimler ve oy isteme stratejisinin yanlışlığını eleştiriyorsak, savaşın etkisini batıya taşıma stratejisiyle halk içinde patlatılan bombaları da tabii ki eleştireceğiz. Ve herkes eleştirilmelidir, ama sonuç olan bu bomba, Kürt halkının meşru mücadelesinden ayrışma için bir sebebe dönüşmemelidir. Aksi halde böylesi bir dönüşüm, siyasi savrulmanın başlangıcı olabilir.
Bir seçmen için, HDP’nin tarafında olmak, Kürt halkının asimilasyona karşı koymak için başlattığı mücadelenin de tarafında olmaktır. Taraflık algısını bir çizginin herhangi bir tarafında olmaya indirgememiş olsak bile bazı olayların yorumlanmasında adeta bir çizgi gibi taraflar ayrışırlar. HDP öncesi Kürt Özgürlük Hareketi’nin parlamenter sistem içerisindeki adayları ya da partilerinin seçmenleriyle, HDP’nin bugünkü aday profillerinin ve seçmenlerinin tam tamına örtüştüğünü söyleyemeyiz. Zaten HDP’nin önemli amaçlarından biri de buydu. Daha önce Kürt Özgürlük Hareketi’ne oy vermemiş olan seçmenin oyunu alabilmekti. Bunun sonucu olarak artık HDP’nin bir değil iki seçmeni var. İkinci seçmen de HDP’nin tarafını bilmekte ve bu tarafın tarifini de yapabilmektedir. Yalnız HDP’nin seçim kampanyalarının renkli atmosferinde bu taraflaşmanın bilgisinde bulanıklaşmalar yaşanmıştır. Çeşitli ülkelerdeki ‘özgürlükçü’ sosyalist partilere benzetilen ve sanki Kürt Özgürlük Hareketi’nden tamamen ayrık bir parti çalışması gibi görünümler oluşmuştur. Bu oluşan görüntünün çevresinde toplananlar, Ankara Kızılay bombası sonrasında bulundukları taraf konusunda endişelenmişlerdir. Artık HDP’nin tarafında olmayacakları kesin gibi olan bu ‘özgürlükçü’ reformistlerin cevaplaması gereken bir soru vardır: Şimdi kime oy vereceksiniz? Yoksa oy atmayarak parlamenter sistemin ya da başkanlık sisteminin bir parçası olmayacak mısınız? Size, sizin sözünüzle cevap vermek isteriz: “HDP’den taraf olmayan AKP’den taraftır”.
Bizim tarafımız başından beri belli, biz anarşistiz. Size sözümüz, bizim tarafımızdan olmayın da sizden başka bir şey istemeyiz.
Baştan beri HDP içerisinde pozisyon alan reformist bireylerin yanı sıra STK’lar, güruhlar ve gruplar 13 Mart’la beraber savrulmalar yaşayacaktır. Savrulmaların sadece HDP’den olması bizi hiçbir şekilde kaygılandırmasa da HDP’den başlayan bu kaçış, Kürt Özgürlük Hareketi’nden ve Kürt halkının meşru mücadelesinden kaçışa dönüşecektir. Bir oyla adaletsizliğe karşı koymak ve özgürlük için bir araya gelme romantizmi, bir bombanın ardından bir gerçekle karşılaştı ve bu gerçek herkesi savuracaktır.
Sıkışmalar sonrasında oluşabilecek savrulmaların tümü otoriteyle, devletle, kapitalizmle yüzleşemeyenler için bir muammayken; biz devrimci anarşistler için tüm sıkışmışlıklara rağmen savrulmamanın berraklığı örgütlülüğümüzde, teorimizde ve eylemimizdedir. Mücadelemizin berraklığı geleneğimizdedir.
The post “Bir Sıkışma Süreci Oy Bir Ayrışma Süreci Bomba!” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Seçim, Savaş, Koalisyon Oyalamasyon” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>7 Haziran genel seçimlerinin, sonucunda hiçbir partinin tek başına hükümet kuramaması, gündemi koalisyon görüşmelerine ve politikacıların çıkar manevralarına kilitledi. 12 yıldır iktidarını sürdüren AKP’nin bu seçimlerde tek başına hükümet kuramayacak oluşu, muhalefet partilerini harekete geçirdi. Hızla, olası koalisyon senaryoları tartışılmaya başlandı, hesaplar yapıldı, ihtimaller konuşuldu. Seçim sonuçlarını yorumlayan parti genel başkanlarının hepsi -ağız birliği edercesine- devleti hükümetsiz bırakmayacaklarını açıklarken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, hükümet kurma görevini seçimlerden birinci parti çıkan AKP’nin genel başkanı Ahmet Davutoğlu’na ancak 32 gün sonra verdi.
AKP’nin Koalisyon Oyalamaları
Hükümet kurma görevinin verilmesi işinin olabildiğince ağırdan alınması -dillendirilmese de- partilerin tavırlarını görmeden hareket etmek istemeyen AKP’nin bir taktiğiydi. Şüphesiz bu durumun da başlıca sebepleri olarak Tayyip Erdoğan’ın iktidarını paylaşmaktan korkmasını ve AKP’siz kurulacak bir koalisyonla birlikte 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları başta olmak üzere birçok dosyanın açılma ihtimallerini sayabiliriz.
Seçim sonrası oluştuğu iddia edilen “AKP’ye karşı %60’lık blok”un, meclis başkanlığı seçimlerinde MHP’nin HDP destekli CHP adayı Deniz Baykal’ı desteklememesi ve AKP adayı İsmet Yılmaz’ın seçilmesiyle, illüzyondan ibaret olduğu açığa çıktı. AKP’siz bir koalisyon ihtimalinin düşüklüğünü de gözler önüne seren meclis başkanlığı seçiminin ardından, Davutoğlu parti liderlerini ziyaret ederek görüşmelere başladı. Yoğunluklu olarak CHP’yle süren bu görüşmelerden sonuç çıkmadı; Davutoğlu görevi almasından 35 gün sonra koalisyonun kurulmayacağını açıkladı. Böylece TÜSİAD, MÜSİAD gibi sermaye grupları başta olmak üzere kapitalistlerin, Taksim Gezi İsyanı ve 17-25 Aralık yolsuzluk olayları ile kutuplaşan siyasi anlayışların uzlaşmasıyla sağlanacağı düşünülen ekonomik istikrar için istediği AKP-CHP “Büyük Koalisyon”u kurulamadı.
Tayyip Erdoğan: “Koalisyon Değil Başkanlık”
7 Haziran seçimlerinden sonra oluşan tabloyla tek başına iktidar olamayan AKP ve Tayyip Erdoğan, yeniden tek başına iktidar olabilmek için pek çok siyasi hamle ve manevra gerçekleştirdi. Bunlardan ilki koalisyonun kurulamaması sonucunda, 1 Kasım’da yeniden bir seçim gerçekleştirmek ve seçime kadarki süreçte devleti yönetecek seçim hükümetini kendi tasarrufunda oluşturmaktı. Bu yüzden de kurulması düşünülen seçim hükümetine MHP’den Tuğrul Türkeş’e ve HDP’den Levent Tüzel’e bakanlık teklifi götürerek partilerde çatlak yaratıp bu partilerden en az birini baraj altında bırakma amacıyla kimi siyasi hamleler gerçekleştirildi.
Tüm bu hamleler 1 Kasım sonrası oluşacak siyasi tabloda başkanlık sistemine geçiş için yeterli koltuk sayısına yönelikti. Kaldı ki Tayyip Erdoğan 7 Haziran seçimleri öncesi yaptığı konuşmalarda da başkanlık sistemine “huzur içinde geçiş” için 400 milletvekilinin verilmesi gerektiğini söylemişti. Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçişte bahsettiği “huzur”un ne anlama geldiği, devletin 20 Temmuz’daki Suruç Katliamı sonrası geçtiği savaş durumuyla anlaşıldı.
Hükümet Koalisyonundan Savaş Koalisyonuna
400 milletvekili alamayınca “huzursuzlaşan” Erdoğan, devletin yıllardır uyguladığı Kürt halkını asimile, Kürt siyasetini ise yok etme politikasını aleni bir şekilde sürdürdü. Çözüm süreci olarak adlandırılan, çatışmasızlık ve tek taraflı ateşkes sürecinde sürdürülen, sözde de olsa barış politikası terk edilerek Kürdistan’da bir savaş başlatıldı. 20 Temmuz’dan itibaren başlatılan bu savaş çerçevesinde pek çok yerleşim alanında 90’lı yıllardaki OHAL uygulamalarını çağrıştıran geçici güvenlik bölgeleri oluşturuldu, ormanlar yakıldı, sokağa çıkma yasakları ilan edildi, askeri ve siyasi operasyonlarla 1000’in üzerinde insan gözaltına alındı ve aralarında çocukların da bulunduğu 70’in üzerinde insan katledildi.
AKP, başlattığı bu savaşın “kendince” meşruiyetini kazanmaya çalışırken bir takım ittifaklar ve koalisyon arayışları içine girdi. Başkanlık sistemi noktasında kendisine bir getirisi olmadığı için kurmadığı hükümet koalisyonu yerine “savaş koalisyonu” yolunu seçti. Oluşturulmak istenen bu koalisyon 7 Haziran sonrası birden bire ortaya çıkmadı.
Seçim Vaadi Bu Kez Barış Değil Savaş!
AKP 17-25 Aralık operasyonlarının, “dış güçlerin” kendisine yönelik bir darbe girişimi olduğunu varsayarak yeni bir süreç ilan etmişti. “Yeniden milli mücadele” olarak adlandırılan bu sürecin ilk mitingini ise, o dönem başbakan olan Tayyip Erdoğan, “Samsun’a çıkarak” gerçekleştirmişti.
Şimdilerde ise AKP, milliyetçi söylemine devam ederek, var olan savaşın nedenini HDP’ye verilen oylar olarak açıklıyor. Kürdistan coğrafyasını, ormanlarından kentlerine dek yangın yerine çevirmeyi amaçlayan bu devlet iktidarı, kendi sermaye gruplarının yanı sıra, kendisine “muhalif” görünen bazı medya gruplarını da fiilen söz konusu savaş koalisyonuna katmış görünüyor. 7 Haziran seçimleri öncesi HDP’ye açık destek veren bu çevreler, önceki dönemlerden aşina olunan ”6 aylık hamile eş”, ”3 aylık yeni evli asker” söylemli polis-asker cenazesi “haberleriyle” savaş çığırtkanlığı yaparak misyonlarını sürdürüyorlar. Toplumun “milliyetçi hassasiyetlerinin” yanı sıra “dini hassasiyetlerini” de kullanan devlet iktidarı, yürüttüğü bu savaşı “hak ile batılın” savaşı olarak lanse ediyor.
1 Kasım seçimleri öncesi devlet iktidarı, bu savaş koalisyonu ile topluma bir savaş vaat ediyor. “Son gerilla ortadan kaldırılıncaya dek”, “Evlatlarını da kendilerini de feda etmeye hazır”, “Amacı Allah nasip ederse şehit olmak” olan devlet iktidarının bu vaadi toplumda nasıl bir karşılık bulacak, önümüzdeki süreçte göreceğiz. Ancak 90’lı yıllardaki asker-polis cenazelerinden farklı olarak bu defa cenazelerde gözlemlenen, ”Onlar saraylarda oturup, zırhlı araçlarda gezerken, çocukları bedelli askerlik yapıyor; olan yoksulların çocuklarına oluyor. Böyle vatan sağolmasın.” içerikli, devlete ve onun savaşına yönelik tepkiler, bu savaş vaadinin toplumda bulacağı karşılığa dair büyük bir soru işareti oluşturuyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Seçim, Savaş, Koalisyon Oyalamasyon” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Şiddet Sarmalı”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kasım 1967’de devletin siyasal şiddetinin tartışıldığı ve panelistlerin arasında Hannah Arendt ve Susan Sontag’ın da bulunduğu bir panelde, Noam Chomsky, rasyonel bir devletin, şiddet eyleminin sonunda daha kötü olan yok edilmediği sürece, şiddetin meşru olmadığını savunacağını söyler.
Burada Chomsky’nin vurguladığı, eylemin meşru olmayacağı koşullardan ziyade, bu meşruluk için kötünün yaratılmasıdır. “Meşru” şiddet tekeli konumundaki devletin siyasal şiddeti kullanmasındaki en önemli neden de budur; kötü olarak adlandırdığını yok etmek.
TC devleti, “meşru” iktidarının şüpheye düştüğü zamandan bu yana, meşruluğunun kaynaklarını arttırma niyetiyle “dâhili ve harici bedhahlar” yaratmaya başlamıştır.
Doğrudan Şiddet
Devletin üst düzey kademelerinde yer alanların açıklamalarındaki şiddetle sokakta yaşanan arasında o kadar büyük bir uyum var ki. Devlet, “ürettiği şiddeti” sadece Kobanê sınırındaki sınır köylerinde, sınır dışında kullanmak üzere yaptığı provalarla hissettirmiyor. Bu şiddetin benzer biçimleri TC sınırları dâhilinde kendini belli etmekte.
Kobanê’yle dayanışma eylemlerinde 30’un üzerinde insan katledildi. Gaz bombası ve polis kurşunuyla katledilenler; özellikle Taksim-Gezi İsyan’ı sonrasındaki sürecin “devletin normaline” dönüşü için kullanılan en belirgin yöntemdi. Kobanê dayanışma eylemlerinde ortaya çıkan şiddet bunun birkaç katıydı. Özellikle TC sınırından içeriye girmek zorunda bırakılanların uğradığı şiddete, jandarmanın katlettikleri eklenince, devletin öldürmek için/ siyasal şiddetini dayatmak için neden bulmada çok da sıkıntı çekmediği ortaya bir kez daha çıktı.
Katledilen 30 kişi, sadece devletin polisi, jandarması, askeri ya da Siirt’te katledilenler gibi korucular tarafından vurulmadı. Özellikle Antep’te IŞİD yanlıları ve Hizbulkontra devredeydi. Açığa çıkarılan şiddetten nemalanmaya çalışan iktidar odakları, Kobanê’de niyetlendiği şeylere, farklı şehirlerde girişmeye başlamıştı. Üniversitelerdeki saldırılarla, şiddet politikalarını yayanları; ırkçı saldırılarla özellikle İstanbul’da ve Antep’te belirginleşen kesimler takip etti. Okyanustaki köpekbalıkları gibi kan kokusunu alan, iştahla kana doğru yüzüyordu.
Şiddet Ortamının Hazırlanması
Tayyip Erdoğan’ın “Artık polisin kalkanıyla yaşanan durumun önüne geçilemeyecek, bedeli ne olursa olsun, devlet olarak herkesin anladığı dilden konuşacağız” sözleri, devlet şiddetinin nedeni değil bir parçasıdır. Tabi ki bu, devletin cumhurbaşkanıyla, başbakanıyla, iç işleri bakanıyla, valisiyle buna benzer bir ağız yaptığı açıklamaların devlet eliyle yönlendirilen şiddette etkisi olmadığı anlamına gelmez.
Şiddet, özellikle son dönemde toplumsal iletişim araçlarıyla oldukça yükseltilerek toplumsal kesimlerin bu şiddet sarmalının içerisine girmesi istendi. Bu durum tabi ki sadece TC devletinin psikolojik politikası değildi. Küresel iletişim ağlarındaki yaygın şiddet görüntüleri, şiddetin normal kılınmasında önemli rol oynadı. Özellikle sosyal ağların hızlı ve yaygın kullanımı düşünüldüğünde, şiddetin bu ağlar üzerinden salıkverilmesinin toplum-devlet ilişkisinde etkisinin ne olacağını anlayabilmek için toplum mühendisi olmaya gerek yok.
Devlet bir yandan kolluk kuvvetleriyle “meşru şiddet” tekelini kullanarak adaletsizliklere karşı tepki verilmesinin önüne geçmeye çalışırken, toplumda bir kendiliğinden devlet kontrolü gerçekleştirebilmek için, şiddet sarmalının içerisine soktuğu (ya da içine girmeye meyilli) kesimlerin yarattığı şiddeti yönlendirmeye çalışıyor. Devletin boşluk bıraktığı alanlarda, bu yönlendirilmiş şiddetin toplumsal adaletsizliklere yönelecek tepkiyi kırmasını bekliyor. Kobanê sürecinden önce de, Suriyeli mültecilere yönelik şiddet; bu durumun ön aşaması konumunda bulunuyor. Kobanê dayanışma eylemlerine yönelik şiddetin yoğunlaştığı şehrin, Suriyelilere yönelik şiddetin yoğunlaştığı şehirle aynı olması rastlantı değil.
Kendini AKP muhalifi diye adlandıran kesimlerin, bu süreçte /faşist söylemleri AKP’ye muhalefet etmek bir kenara; devlet şiddetini besliyor. Bu nedenle artan faşist şiddetin sadece hükümetle ilişkilendirilmesinin bir mantığı yok.
Irkçı/faşist şiddetin toplumun geneline yayılıyor olma durumu, tabi ki bu şiddeti yönlendireceklerin işine yarayacak. Bu toplumsal zıtlaşma üzerinden TC sınırlarının içinde ve dışında kendi politikalarını sorgusuz sualsiz işletebileceği bir zemin bulacak siyasal iktidarın da, genel anlamıyla bölgede bu tarz bir şiddet sarmalını yaratmak isteyen küresel iktidarların da bu durumdan yararlanacağı açık.
Toplumsal Devrim Kobanê’den Yayılacak
Kobanê yaklaşık bir aydır direniyor. Direnen Kobanê meşruluğunu, bir varoluş mücadelesinden alıyor; Rojava Devrimi’nin kaçınılmaz toplumsal gerçekliğinden alıyor. Üretilmiş şiddetin ayrımındayken destek alacağımız ancak böyle bir gerçekliktir.
Kobanê’deki direnişten; Rojava Devrimi’nden korkanlar bu şiddetin üreticileridir. Kobanê ve Rojava Devrimi için dayanışmanın sınırları eritiyor oluşu, devrimin yayılacak olma korkusuyla devlet şiddete sarılmıştır. İspanya’dan Ukrayna’ya tüm toplumsal devrimlerde olduğu gibi…
The post “Devletin Şiddet Sarmalı”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Gezi’nin Ruhu Araf’ta” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz sene Mayıs ayının sonunda bir şeyler oldu ve Taksim Gezi Parkı’ndan başlayarak öngörülmemiş bir durum çıktı açığa. Yaşanan kimilerince darbe girişimi, kimilerince masum taleplere yönelik şiddete tepki ya da iktidarın yaşamlara müdahalesine yönelik birikmiş öfkenin taşmasıydı. Kim ne derse desin 2 hafta boyunca Taksim Gezi Parkı’nda kolektif olarak yaratılan ve yaşanılan bir şeyler vardı. Ve bu İstanbul’la sınırlı da kalmayarak birçok kente yayıldı. Birçok kesim ve kişi, ortaya çıkan halet-i ruhiyeye “Gezi Ruhu” dediler.
Şüphesiz Gezi Parkı etrafında şekillenen toplumsal hareketlilik homojen değildi, mevcut iktidar yanlıları dışında hemen hemen her kesim bir ucundan kendi meşrebince dahil oldu bu hareketliliğe. Bu nedenle de Gezi etrafında şekillenen hareketliliğin, farklı kesimler bakımından birbirinden çok farklı -kimi zaman hemen hemen birbirine zıt- anlamlar taşıdığı açık. Uç bir örnek vermek gerekirse, bir taraftan Gezi’nin çıkış noktası olan polis şiddetine karşıtlıkla beraber tüm güvenlikçi yaklaşımları reddeden ve “kimsenin askeri olmayacağız” diyenler, öbür yandan “mustafa kemalin askerleriyiz “ söylemleri ve orduyu göreve çağıran darbeci militarist söylem bir arada olmasa dahi, yan yana görüntü verdi. Ama Taksim Gezi İsyanı birincisinden yana şekillendi. Bu nedenle bu yazıda “Gezi Ruhu” derken bir şekilde bu süreçte görüntü veren her bir söylem değil, isyana hâkim olan genel söylem ve pratik kastedilecektir.
Çünkü “Taksim Gezi isyanı”, toplumdaki ezilen kesimlerin birbirlerine omuz vererek birlikte gerçekleştirdikleri bir kalkışmaydı. Ve iki haftalık bu sürecin doğru bir okuması da ancak ezilenlerin örgütlü mücadelesi perspektifinden yapılabilir.
Gezi Parkı’nın şiddetle zapt edilmesinden sonra sokak eylemlilikleri devam etti. Bir taraftan da mahalle forumları, işgal evleri, bostan direnişleri, işgal edilen fabrikalardaki özyönetim deneyimleri Gezi’nin devamcısı olarak hayata geçirilmeye çalışıldı ve bunların bir kısmı halen devam ediyor. Mahallelerdeki hareketliliğin isyan sonrası seyri bakımından bir şeyler yazmak için hem henüz erken ve hem de bu konu ayrı bir yazıyı hak ediyor şüphesiz. Ancak her cumartesi Taksim’e yapılan çağrılar, şaşmaz bir şekilde aynı şekilde devam eden toplaşma, su ve biber gazı servisi, ara sokaklarda barikat kurup bir süre çatışma ve gözaltına alınanlar dışında evlere dağılma seremonisi, isyan sürecinde açığa çıkan adrenalinin fetişi haline döndü. Azalan kitle, artan şiddet ve sıradanlaşmayla birlikte bu da gün geçtikçe daha da etkisizleşen bir seyir izledi ve sokak da eski seyrine döndü. Gezi’nin yıldönümündeki cılız eylemliliklerden sonraysa iktidara yakın gazetelerde coşkuyla “gezi ruhuna el fatiha” haberleri yapıldı.
Gezi’den sonra aynı cümleyi iki farklı tonlamayla sık sık duyar olduk: “Nerede gezi ruhu?” Biri herhangi bir toplumsal adaletsizlikte, isyan günlerindeki karşı çıkışı arayan sitemkâr ton. Diğeri ise o iki haftalık süreçte yaşananlara duyulan özlemi ifade eden nostaljik “nerde o eski günler” tonu.
Allaaşkına nedir bu “Gezi Ruhu” denen şey, hem nasıl oldu da bir vardı bir yok oldu. Nerede arayalım da bulalım onu? İşte yukarıda yazılanlarla bir giriş yapmaya çalıştığımız bu yazının cevap bulmaya çalışacağı soru tam da bu. Ancak ruh soyutluğunda değil, açığa çıkan söylem ve pratiklerin somutluğu üzerinden o “ruh”un bileşenlerini ve bileşemeyenlerini ortaya koymaya çalışacağız.
O halde önce nelerin var olduğundan bahsetmek lazım. Her şeyden önce sokağa çıkmış isyan vardı. Gezi Parkı’nı yıkıp yerine kışla/AVM/otel/rezidans/kültür merkezi vs. dikeceğiz diyen iktidar, Gezi Parkı park olarak kalsın diyen insanlar ve bu insanlara sabahın köründe gazla copla pervasızca saldıran, çadırları yakan polis… Elbette polis şiddeti yeni değildi. İster emek sömürüsüne karşı dursun, ister adaletsizliğe; ister deresine kurulan HES’e karşı dursun, ister köyüne yapılan kalekola devlet copunu mermisini hiç esirgemedi halktan. Üstelik 1 Mayıs 2013’le birlikte Taksim’de eylem yapmak yasaklandı ve yapılan her tür eylem ve basın açıklaması polisin şiddetiyle dağıtıldı. Ancak her bardağın bir taşma noktası vardı. Evlerinde oturup lanet okumakla yetinen sessiz çoğunluk sokağa çıktı yani isyan etti. Sokaktaki toplumsal muhalefetle birleşince devlet bir mevzi kaybetti, çünkü beklemediği bir şeye hazırlıksız yakalandı.
Sonra direniş vardı. Dövüşerek kazanılan mevziler, barikatlarla devlete kapatıldı. İktidar tüm gücüyle yüklense de, her defasında geri püskürtüldü. Elbet sonsuza dek böyle kalamayacaktı, herkes bunun bilincindeydi. Ama olsundu, önemli olan ne kadar süreceği değil, nasıl sürdüğüydü.
İşte burada paylaşma ve dayanışma girdi devreye. Herkes yeteneğini koydu ortaya. Kimi barikat kurdu, kimi yemek yaptı. Kimi gaz yedi, kimi gaz yiyenlere talcidli su verdi. İnsanlar evlerinde battaniye-elbise getirdiler orda kalanlar için, polisten kaçanlara kapılarını açtı, kapının önüne limon-süt bıraktılar. Kimi mesleğini herkesin hizmetine sundu; yaralıları tedavi etti, karakollarda gözaltı peşinde koştu. İşte isyana rengini veren temel şey de buydu.
Ve şimdiye kadar sokakta hiç ya da pek yan yana gelmemiş kesimler birlikte omuz omuza direndiler. Sınıf mücadelesi, kadın, LGBT, ekoloji, gençlik hareketi, Kürt halk hareketi gibi birbirinden kopuk mücadelelerin özneleri bir arada eylediler. Şimdiye kadar sadece kendi derdiyle dertlenen kesimler, esasen dertlerinin ortak olduğunu anlamaya başladılar. Şekiller değişse de öz hep aynıydı. Taraflar farklı olsa da değişmeyen şey tahakküm ilişkisiydi. İşte bu bir aradalığın yarattığı şey, tahakküm ilişkilerinden birine karşı mücadele yürütülürken diğer tahakküm ilişkilerini devam ettirmeme, yok saymama gerekliliğiydi. Bu ise yeni iktidar ilişkileri doğurmadan mücadele etme pratiğini geliştirdi. Örneğin “Küfürle değil inatla diren” diyen kadın hareketi, direnişte kullanılan cinsiyetçi söylemleri değiştirdi.
Olan şeylere bakıldığı gibi paralelinde olmayanlara da bakılabilir. Direnişin yarattığı her şey iktidarın bir mevzisini yıkar. Mesela paylaşmanın olduğu yerde kapitalizm barınmaz. Dayanışmanın olduğu yere iktidar sızamaz.
Bu liste uzayabilir ama uzatmaya gerek yok. Ancak anlatmaya çalıştığımız şudur, bugün özlemle yâd edilen ve adına Gezi Ruhu denilen şey, soyut bir ruh değildi. Orada hep beraber yaratılan değerler, yaratılan bir direniş kültürü ve kolektif bir yaşam vardı. Burada bir isyanın formülünü çıkarmak derdinde de değiliz. Ancak neyi aradığımızı bilmeden onu bulamayız. Neyi istediğimizi bilmeden onu yaratamayız.
Tersinden söylemek gerekirse, orada yaşanılanın, yaratılanın ve yıkılanın ne olduğunu iyi tahlil edersek, o direnişi her an ve her yerde yaratabiliriz. Bir fabrikada veya işçilerin çalıştığı herhangi bir işyerinde, bir okulda, evde ya da sokakta. Her neredeysek orayı direnişin mekânı haline getirebiliriz. Yeter ki isyan edelim, direnelim, paylaşma ve dayanışmayı düstur edinelim ve bunları yaparken de iktidarı kendi içimizde yeniden üretmeyelim.
Davut Erkan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Gezi’nin Ruhu Araf’ta” – Davut Erkan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir
1949’da ABD Hava Kuvvetleri’nde roketlerle ilgili bir deneyde, ivmelenmenin insan üzerindeki etkileri inceleniyordur. Deneyde insan tepkileri incelenip değerlendirilecektir. Sensörler insan vücuduna takılır. Bunun iki yöntemi vardır. Biri doğru, diğeri de yanlış takılış şeklidir. Görevlilerden biri 16 sensörün hepsini takar. Ancak görevli bu sensörlerin 16’sını da yanlış takmayı “becerebilmiştir”. Deneyi yapan mühendislerden biri olan Edward Murphy duruma çok sinirlenir. Ve bu durum, Murphy’i onunla özdeşleşmiş bir sözü söylemesine neden olur; Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir.
Aynı mantık üzerinden sarf ettiği birçok olumsuz önerme, yaşanan olumsuz deney sonrası gerçekleştirilen basın toplantısında kullanılır. Murphy’nin bu olumsuz açıklamasıyla beraber, açıklamaya konu olan sözler, temelini matematiksel bir kuramdan alan bir kanun olarak anılmaya başlanır.
“Bir şeyin ters gitme olasılığı varsa, ters gidecektir. Bir şeyin birkaç şekilde ters gitme olasılığı varsa, hep en kötü sonuç doğuracak şekilde ters gidecektir. Bir şeyin ters gidebileceği olasılıkları engelleseniz bile, anında yeni bir olasılık ortaya çıkacaktır.”
Murphy Kanunları, 30 Mart Yerel Seçimleri’nde muhalefet için işledi. Seçimlerden galibiyet beklemeyen ama hakkındaki iddiaları çürütmeye bile gerek duymadan siyasal ahlaksızlık ve otokratlıkla iktidarı elinde tutmaya çalışan hükümetin oylarının azalacağı görüşü muhalefette baskındı. Aslında muhalefet iddiasını buraya koymuştu. AKP için güvenoyu yoklaması niteliğinde geçen seçimlerden, Tayyip
Erdoğan istediğini aldı. Belki istediğinden fazlasını… Çankaya senaryoları, bir süredir dondurulan başkanlık sistemi söylemleri etrafında tekrar dillenir oldu.
Hükümet kendisini aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Peki, bizim için seçim sonucuyla değil, seçimle beraber değişen neydi?
Mesela rüşvet alınmamış, yolsuzluk yapılmamış oldu. Yandaş patronlara “havuz” oluşturulmamış oldu. Bakan çocukları, banka müdürleri, para simsarları çalmadıklarını “ayakkabı kutularına” doldurmamış oldular. Aynı şahıslar cezaevinden, babalarının “paşa gönül yasalarınca” çıkarılmamış oldular. Dolayısıyla, yasalar hükümetin gücünü pekiştirecek şekilde değiştirilmemiş oldu. Yargı doğrudan hükümetin emrine verilmemiş oldu. Siyasal baskı ve tehdit yapılmamış oldu.
Yerel seçimlere kadarki süre içinde hükümet, meşruiyetini sorgulatan ithamları çürütmek bir kenara, suçsuzluğu ispatlamaya çalışmak için çabaya gerek duymadı. Başbakan, partisi ve medya üçlüsü tüm bu olan biteni, darbe girişimi olarak niteledi ve herkesi buna inandırmaya çalıştı. Seçimle beraber, “darbe girişimi” belki belli bir süre savuşturulmuş oldu. Muhalefet partilerinin iddialarının aksine, hükümet kendisini “akladı”. Aklamakla kalmadı, yakın gelecek hesaplarını, seçimle pekişmiş güç üzerinden yapmaya başladı.
Burada aklamakla kastedilen, tabi ki mevzu bahis durumların hakikatte öyle olmadığı değildir. Ancak seçim dönemiyle beraber, ortaya çıkan politik çürümüşlüğün sadece seçim siyasetine harcanmış olduğudur. Seçimlerden medet umanlar, AKP’yi seçimlerle meşrulaştırmışlar; ortadaki tüm yolsuzluklar kabul edenleretmeyenler demokrasisine indirgenmiştir. AKP’yi seçimlerde kendine muhatap olarak görmek, seçimlere bunun bilinciyle girmek her şeyi demokrasi sosuyla meşrulaştırmaktır.
Muhalefet edememe
Aslında işin nasıl evrileceğini görmek için siyasi partilerin Taksim Gezi İsyanı’ndan bu yana söylemlerini takip etmek yeterli. Oluşan toplumsal muhalefetten sandık hesapları yapanların niyetlerini, Haziran ayından bu yana görmemek mümkün değil. Temsiliyet kaygısı gütmeyen doğrudan eylemin anlamını bir türlü çözemeyenler, siyasal süreçleri karşılama noktasında da güdük kalmışlardır. Oysa her siyasi çürümüşlük, her yolsuzluk büyük bir eylem dalgasıyla kendini göstermiştir.
Bakan çocuklarının, banka müdürlerinin yolsuzluklarının açığa çıktığı ilk günden bu yana yoğunlaşan sokak eylemleri sadece artan bir seyirde devam etmemiş, aynı zamanda farklı yerelliklerde kendini belirginleştirmiştir. Ortaya çıkan toplumsal rahatsızlık kendini doğrudan sokakta ortaya koyabildiğinden daha da toplumsallaşabilmiş, medyanın illüzyonunun karşısında kendi gerçekliğini doğrudan dayatabilmiştir.
Kendi gerçekliğini bu şekilde yaratabilen bir muhalefet sadece, ezilen kesimlere ulaşabilir.
Yerel seçimlerin yaklaşmasını fırsat bilen ve Taksim-Gezi İsyanı sonrasında bile eski siyasal bağnazlıklarını halka dayatan siyasal yapılar, seçim gündemiyle doğrudan eylemi bilinçli bir şekilde sonlandırmayı hedeflemişlerdir.
Taksim-Gezi İsyanı’ndan istediği geri dönüşü alamayan bu temsiliyet bağımlılarının, halkın siyasal iradesini, siyasi kaygılarını doğrudan eyleme geçirmesine anlam verememesi, siyasal temsiliyetle kurulan bağ üzerindendir. Yerel iktidarların, koltukları tutmanın hesaplarını yapanlar; yolsuzluklara karşı başlatılan her eylemin temsili bir karşılığını aramışlardır.
Siyasal gerçekliğini, halkın siyasal özneler olarak doğrudan kendini gerçekleştirdiği eylem alanlarından uzak tutanların, tek teselli olarak “oy arttırma” durumlarını belirtmeleri boşuna değildir. Oy arttırdıklarından, belediye meclislerine girdiklerinden mesut görünenlerin, seçim öncesi yolsuzluk vakalarının, siyasal baskı ve şiddetin hakkından nasıl gelineceğine ilişkin normal olarak bir yolu, yöntemi bulunmamaktadır. Giriştikleri muhalefet, halkın siyasi, ekonomik ve sosyal rahatsızlıklarını kendilerine seçim mezesi yapmaktan öteye gidememiştir.
Seçim sürecine böyle girilirken, seçim sonrası muhalefete soyunan bazı kesimlerse “AKP türü toplumsallık” gibi kavramlaştırmalarla, AKP’ye oy veren tüm kesimlere düşman kesilmiş, açık bir şekilde kentli, seküler ve modern kesimler dışındaki tüm kesimleri kendine düşman edinmiştir. Bu noktada, bu tarz bir toplumsallığa soyunanların aslında toplumsal kaygılarının olmadığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Elitizm eleştirilerine kulak tıkayanların bu yaptığının aslında tam da söyledikleri şey olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu aslında bir tür toplumsallaşamama öz eleştirisidir.
AKP’nin şimdiki konumu
Tayyip Erdoğan’ın, ailesi ve kurmaylarını yanına alarak yaptığı Balkon Konuşması, seçimler sonrası bir milat gibi görüldü kimilerince
Rabia işaretiyle sadece etrafındakileri selamlamayan, aynı zamanda küresel iktidarlara da mesaj yollayan Erdoğan’ın seçim galibiyetine ilişkin en ilginç başlığı, The Economist attı; “Merhamet, Yüce Sultan!”
Tayyip Erdoğan’ın son süreçte özellikle yolsuzlukların ortaya çıkmasıyla belirginleşen otoriter karakteri, The Economist de dahil tüm uluslararası basının bir süredir gündemindeydi. Özellikle sosyal medya yasakları ve hukuki değişimler aynı medyada geniş yer ederken, tüm süreçte eleştirel bir ton hakimdi uluslararası gündemde.
Uluslararası güçlere gönderdiği mesajlarla, tüm bu gizli tehditleri karşısına alan Tayyip Erdoğan, seçim sonrasında, sivrileşen eleştirilerin önünü biraz almışa benziyor. Suriye savaşı, bir satranç hamlesi olarak hükümetin elinde olağanca sıcaklığıyla duruyorken (hem de bu meseleye ilişkin tapeler ayan beyan ortadayken), Seymour Hersh’in sarin gazı meselesini gündem etmesi uluslararası iktidarların AKP’nin yükselişi karşısındaki tavırlarının ne olacağının sinyalini veriyor. El-Nusra ve AKP arasındaki doğrudan ilişkiyi sorgulayan Hersh aslında seçim öncesi birçok kimsenin cesaret edemediği bir soruyu da soruyor; bu tapeleri hakikaten kim ortaya çıkardı?
Siyaseten Milat Koymak
Siyasal süreçlerde milat koymak, belirtilen zamandan sonra siyasi, ekonomik ve sosyal değişimleri görmek açısından önem taşır. Yaşanan gelişmenin köklü etkilerinin ne olduğunu açığa koyar.
Seçimlere milat koyan temsili muhalefetin de, balkon konuşmasıyla hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını öngören hükümet yanlılarının da yanıldığı bir yer var. Son iki aylık süre içinde bizi oyalayan seçim gündemini de, sonrasında açığa çıkan durumu da Taksim-Gezi sonrası dönemden bağımsız göremeyiz.
Biz, ezilenlerin kendimize milat olarak alması gereken nokta Taksim-Gezi İsyanı’dır. Muhalefeti toplumsallaştıracak aynı ruhla sokaklarda, yerellerde olmak; siyasal muhalefeti temsilcilere bırakmadan, siyasi irademizi doğrudan kullanmak; ekonomik siyasi bir gerçekliği yaratacak özörgütlülükler geliştirebilmektir. Bunu yaparken, elitist bir tavırdan ziyade ezilen sınıf gerçekliğimizle hareket etmektir. Devrimci anarşist bir tutum ancak böyle ortaya konabilir.
Keza toplumsal değişimler, devrimler kanunlara, bilimsel önermelere sığmaz. Murphy Kanunları kapitalist sistem içindeki siyasal anlamada işe yarar olsa da. Toplumsal hareketler ve etkisinin ne olacağı deneylerle tespit edilemez. Taksim-Gezi İsyanı’ndan bu yana sandıklara bırakmadığımız, bu tespiti zor gerçekliktir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Kazanan Kim” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Karşılaştırmalı Medya appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sosyal medya, yaşamın vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Yaşadığımız coğrafyada ise sosyal medya araçlarından en çok kullanılanlar Facebook ve Twitter. Facebook, kullanıcıların düşüncelerini, beğenilerini, beğenmediklerini kişisel bilgileriyle beraber paylaştıkları bir ağ. Facebook’tan farklı olarak Twitter ise 140 karakterlik ifadelere olanak vermesiyle, çok şeyi az kelimeyle anlatmanız gereken, Facebook’tan daha kişisel bir sosyal iletişim aracı. Bu yüzden Twitter, Facebook’a oranla özellikle güncel meselelerde daha çok dikkate alınıyor.
Facebook ve Twitter siyasal anlamda da bir örgütlenme aracına dönüşmüş durumda. Bunun en büyük örneğini Taksim Gezi İsyanı’nda gördük, bu ağların sadece magazin ve eğlence için olmadığını anladık. Özellikle isyan süresince Twitter kullanımının biçim değiştirmesi ve kullanımıyla ilgili veriler, bu siyasallığın anlaşılmasında önem taşıyor. İsyanın daha ilk haftasında 91 milyon tweet atıldı. Kimisi Talcid tarifi verdi, kimisi wifi noktalarını söyledi, insanlar barikatlara çağırıldı, polisin nöbet tuttuğu yerler ilan edildi… Sadece süreç içerisinde değişmedi bu ağların kullanımı, sonrasında da devam etti.
İsyandan önce Twitter’da kelime bulutu “ben, benim, güzel, çok, araba, konser, para…” iken Taksim Gezi İsyanı’yla birlikte kelime bulutu altüst oldu ve kelimeler “biz, hepimiz, insanlar, halk, hayat, istifa, korkak medya…” olarak değişti. İsyan bir anlamda bu sosyal ağların politikleştirici etkisini arttırma fırsatı oldu. Taksim Gezi İsyanı’nda devlet ve polis terörü tarafından katledilen direnişçiler, en çok konuşulanlar arasındaydı.
Bu yazıda bir karşılaştırma yaptık. İsyan sürecindeki yandaş medyayı ve direnişçilerin aktif olarak kullandığı sosyal medyayı karşılaştırarak isyanın medya gerçeğini bir kez daha göstermek istedik. Karşılaştıralım bakalım kim gerçekçi, kim yalancı!
Yandaş Medya-Sosyal Medya Karşılaştırması
Mehmet Ayvalıtaş, 2 Haziran gecesi Taksim Gezi direnişiyle dayanışmak için 1 Mayıs Mahallesi’nde düzenlenen eylem sırasında, TEM Otoyolu’nda eylemcilerin üzerine sürülen bir arabanın altında kalarak yaşamını yitirdi. Ancak 3 Haziran günü yayımlanan yandaş gazetelerin manşetlerinde, Mehmet’in ezilerek katledilmesine ilişkin hiçbir bilgiye yer verilmedi. Yandaş medya bunun yerine, direnişin başlangıcından dördüncü gününe kadar meydana gelen hasarın maliyetini yazmayı tercih etti.
Türkiye gazetesi manşetini “Acı bilançoyu İçişleri Bakanı açıkladı: Zarar 20 Milyon”; Zaman gazetesi ise “Çevre Duyarlılığı Yakıp Yıkmaya Dönüştü” şeklinde atarken, Akşam gazetesi manken Azra Akın’ın yeni sevgilisiyle ilk defa Taksim direnişinde görüntülenmesi haberini sürmanşetine taşıdı. 4 Haziran günü Milliyet gazetesi Mehmet Ayvalıtaş’ın katledilmesini Tayyip Erdoğan’ın “Tencere tava, hep aynı hava” sözünü başlık atarak verdi. Posta gazetesi polis kurşunuyla yaşamını yitiren Ethem Sarısülük’ün öldürülmesini, Mehmet Ayvalıtaş ile birlikte resimlerini yan yana koyarak, “İki Ölüm Birden” başlığıyla 80 kelimeyi geçmeyen bir haberle verdi. Haberde Ethem’in polisin sıktığı kurşunla katledildiğinin “bir iddia” olduğu vurgulanırken, Mehmet’in katledilmesine ilişkin, resminin kullanılması dışında bir kelime dahi etmedi. Aynı günlerde yayımlanan Milli Gazete’nin manşeti, hafızalardan silinmeyecek türdendi. “TAKSİM Bu Kapağın Altında” diyerek ana sayfasına bir bira şişesi resmi yerleştirerek Taksim’de direnen binlerce direnişçinin “bilinçaltında yatan gerçeğin alkol” olduğunu iddia ederek, isyanın psikolojik çözümlemesini yapmaya kalkıştı!
Mehmet Ayvalıtaş’ın katledilmesinin haberini yandaş medya görmezden geldi ancak Mehmet’in öldürülmesi sosyal medyada büyük yankı uyandırdı ve Twitter’da 12.615 kere tabela edildi.
Abdullah Cömert, 3 Haziran gecesi Antakya’da düzenlenen Taksim dayanışma eylemleri sırasında, polisin başına hedef alarak sıktığı gaz fişeğiyle katledildi. Sözcü gazetesi Abdullah Cömert’in katledilmesinin haberini ancak 5 Haziran günü “Gezi’ye İlk Kurban” manşetiyle verirken, tıpkı Güneş gazetesinin yaptığı gibi, katledilen Mehmet Ayvalıtaş’ın ölüm haberini yok saydı.
Abdullah Cömert’in ölüm sebebi sosyal medya tarafından haftalarca gündem oldu ve Twitter’da 14.708 kez tabela edildi.
Ankara Güvenpark’ta 1 Haziran günü düzenlenen eylemde, katil polis Ahmet Şahbaz’ın sıktığı kurşunla başından vurulan Ethem Sarısülük, 14 Haziran günü yaşamını yitirdi. 15 Haziran’da yayımlanan bazı gazetelerde cinayet, kısa bir haber şeklinde yer aldı.
Polis Taksim Meydanı’nı ele geçirip, yeniden saldırmaya başladığında ise birkaç gazete dışında, bu saldırılara ilişkin hiçbir haber yapılmadı. Polis Ethem’in Ankara’da düzenlenen cenaze törenine saldırdığında, yandaş medya bu saldırıyı da görmezden geldi. Aynı gün Kazlıçeşme’de düzenlenen AKP mitingi 17 Haziran tarihli Yeni Şafak ve Yeni Akit gazetelerinde “Burası Türkiye”ve “Milli Direniş” manşetleriyle yer aldı. Gazetelerde ne polisin saldırısına karşı sürmekte olan direnişten ne de katledilen kardeşlerimizden bahsedildi.
Ethem Sarısülük, yandaş medya tarafından göz ardı edilse de sosyal medya kullanıcıları polisin saldırı aracı olarak sadece gaz ve suyu kullanmadığını gördü. Polisin direnişçilere yönelik orantısız gücü Twitter’da 17.329 kez tabela edildi.
Devletin Diyarbakır’ın Lice ilçesine inşa etmek istediği kalekola karşı 28 Haziran günü eylem yapan halkın üzerine jandarma ateş açtı ve 18 yaşındaki Medeni Yıldırım açılan ateş sonucu katledildi. Bu katliam Bugün gazetesinin manşetinde “Lice’de Kanlı Provokasyon” başlığıyla verildi. Akşam gazetesi Lice’de katledilen Medeni’nin haberini “Olayların Nedeni Kalekol Değil, Uyuşturucu Rantı” başlığıyla verdi. Sözde barış sürecinde olduğunu iddia ederken yeni kalekollar yapmaya devam eden iktidar partisi AKP’nin gazetesi Zaman ise “Çözümü Baltalama Eylemleri Sürüyor” diyerek, devlet eliyle gerçekleştirilen bu cinayeti manipüle etmeyi sürdürdü.
Medeni’nin askerin ateş açması sonucu katledilmesi sosyal medyayı ayağa kaldırdı. Bu katliam, Twitter’da 11.673 kez tabela oldu.
Eskişehir’deki eylemlerde polis-faşist işbirliğiyle dövülen, hastaneye gittiğinde sağlam raporu verilen, eve döndüğünde beyin kanaması belirtileriyle tekrar hastahaneye giden ve uzun süre yoğun bakımda kalan Ali İsmail Korkmaz, 10 Temmuz günü tüm direncine rağmen yaşamını yitirdi. 11 Temmuz günü yayımlanan gazetelerden Takvim, ülkelerin iftar hesaplamalarını “İftar Vakti” manşetiyle yazarken, işkenceyle katledilmenin haberine ana sayfasında yer bile vermedi. Vatan gazetesi ise AKP’nin talan projelerinden sadece biri olan “4. Köprü” yü göze parmak şeklinde manşetine taşırken, Ali İsmail’in katledilişine ana sayfasında küçük bir yer ayırdı.
12 Temmuz’da manşetlere baktığımızda Yeni Akit gazetesinin, direnişe destek veren kişilere “Taksim’in Keneleri” diye hitap edildiğini gördük.
Ali İsmail Korkmaz’ın ölümünden sorumlu olanlar sadece onu ölümüne döven faşistler ve polis değildi. Ali İsmail’in gittiği hastanedeki doktorlar da bu cinayetin bir parçası oldular. Dövüldüğü esnada görüntü alan kameraların kayıtlarının silinmiş olması halk tarafından büyük tepkiye neden oldu. İnternette “katil polis” sıfatının en çok kullanılmasına neden olan da Ali İsmail’in ölümüydü. Ali İsmail’in katledilmesi Twitter’da 229.106 kez tabela oldu.
Ahmet Atakan, 10 Eylül günü Antakya’da ODTÜ’yle dayanışma eyleminde gaz fişeğinin başına isabet etmesiyle bulunduğu binanın çatısından düşerek yaşamını yitirdi. 11 Eylül’de çıkan gazetelerin birçoğu Ahmet Atakan’ı polisin gaz fişeğiyle değil, binadan düşerek öldüğünü yazdı. Ahmet Atakan’ın katledilmesi üzerine düzenlenen eylemler sırasında Türkiye ve Yeni Akit’in manşetlerinde “Merkez Üssü Hatay” ve “Ölü Seviciler İş Başında” yazıyordu.
Ahmet Atakan’ın ölümünün en başında yandaş medya, çatıdan düşerek öldüğünü söyleyip bilgileri yanıltıcı şekilde verse de direnişçiler, Taksim Gezi İsyanı’nının ilk gününden beri yandaş medyaya güven olmayacağını biliyorlardı. Ahmet Atakan’ın katledilmesi, sosyal medyada polis şiddetinin en çok konuşulduğu dönemde, Twitter’da 416.707 kez tabela oldu.
Gülsuyu’nda uyuşturucu çetelerinin mahalle halkına saldırması sonucu çıkan çatışmalarda 29 Eylül günü kafasının arkasından tam 6 kurşunla vurularak yaşamını yitiren Hasan Ferit Gedik’in katledilmesi, 30 Eylül günü “demokrasi paketi” gündemiyle örtüldü. 30 Eylül günü yandaş medyanın manşetlerinde, tam sayfa olarak “demokrasi paketi” yer aldı. Hürriyet ve Star gazetelerinde haber “Öncü Paket” ve “30 Eylül Devrimi” gibi manşetlerle yazarken, hiçbir gazetenin ana sayfasında Hasan Ferit’in katledilişine dair bir haber yer almadı. Gülsuyu’ndaki katliam haberini yapan Zaman, Habertürk ve Vatan gazeteleri ise ellerinde uzun namlulularla nöbette olan insanları sayfalarına koyarak, cinayeti manipüle etmeye çalıştı.
Hasan Ferit Gedik’in öldürülmesi ve Gülsuyu’nda yaşananlar yandaş medyada oldukça manipüle edildi. Hasan Ferit Gedik’in cenazesinin medyada anlatımı da tam bir fiyaskoydu. Babası cezaevinde olan ve ailesinin isteğiyle bekletilen cenazenin Armutlu Cemevi’nden Hasan’ın yaşadığı mahalle Gülsuyu’na götürülmesine izin verilmediğinden dolayı hem ailesi, hem arkadaşları, hem de cenazeye katılmak isteyenler günlerce sokak ortasında bekletildi. Yaşanan gelişmeler dakika dakika sosyal medya üzerinde paylaşıldı. Hasan Ferit’in cenazesi, Twitter’da 27.204 kez tabela oldu.
Son olarak diyebiliriz ki; sosyal medya, isyan sürecinde halkın gerçekleri görmesinin, duymasının ve bilmesinin en önemli aracına dönüşürken, “Yıllardır bizi uyutmuşlar” diyenlerin sayısının da ciddi oranda artmasını sağladı.
Deniz Seyrek /Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 14. sayısında yayımlanmıştır.
The post Karşılaştırmalı Medya appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Doğrudan Demokrasi Festivali appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Yunanistan’da anarşist ve anti otoriter örgütlenmelerin, özyönetimle işleyen üretim alanlarının, kooperatiflerin deneyimlerini paylaşmak üzere bir araya geldikleri Doğrudan Demokrasi festivali 4-5-6 Eylül tarihlerinde gerçekleştirildi. Konuşmaların, forumların, atölye çalışmalarının konserlerin oluşturduğu festival, Selanik kentinde yapıldı.
Festivalin ilk günü olan 4 Eylül’de “Ortak Kullanım Mücadelelerinin Birleşmesinin Gerekliliği” başlığıyla gerçekleştirilen forumda, halkın ortak ihtiyaçları doğrultusunda öz örgütlenmeyle gerçekleştirilecek üretimlerin karşılıklı dayanışma ve işbirliği ağlarıyla birbirini desteklemesi üzerine fikirler paylaşıldı. Selanik’te suyun ticarileştirilmesine karşı mücadele veren “136 Hareketi”, üreticiden tüketiciye aracısız ürün sağlama amacıyla bir araya gelen 16 kolektifin ortaklaştığı “Aracısız Ürün Satış Ağı”, doğrudan demokratik karar alma süreciyle sekiz aydır patronsuz üretimlerini sürdüren VIO.ME. işçileri, hükümetin kapatma kararından sonra işgal edilerek özyönetimle çalışmasını sürdüren Yunanistan Devlet Televizyonu ERT işçileri yaptıkları konuşmalarda kendi deneyimlerini aktardı.
5 Eylül günü, festivalin ikinci günü, konuşmaların ana başlığı ise “Mücadeleye Devam”dı. Konuşmacılar, mücadele deneyimlerini aktarırlarken, mücadelelerin dayanışma ilişkisi ile ortaklaştırılarak büyütülmesinin yolları üzerine önerilerini sundular. Türkiye’de mücadele yürüten Devrimci Anarşist Faaliyet adına Alp Temiz, Bulgaristan’daki Adelante Sosyal Merkezi’nden Yavor Kiselintsef, anti militarist Ilham Nisvan ve akademisyen Kostas Lampos konuşma yaptı.
Devrimci Anarşist Faaliyet’in İngilizce yaptığı konuşma aynı zamanda Yunancaya tercüme edildi. Önceki ay Meydan Gazetesi’nde yer alan “Barikatların Ardındaki Direniş Alanından, Mahallelerdeki Forumlara: Doğrudan Demokrasi” başlıklı yazının İngilizce çevirisi, festival boyunca açık kalan DAF standında yoğun ilgi gördü.
DAF’ın İngilizce yaptığı konuşmanın Türkçe çevirisi ise şöyleydi:
Tüm İstanbul’da ve Anadolu’nun pek çok yerinde kentsel dönüşüm projeleri; gecekondu yıkımlarıyla, AVM ve rezidans inşaatlarıyla, soylulaştırmaya çalıştığı meydanlarda basın açıklamalarını dahi yasaklamasıyla hız kazanmıştı. Dönüşüm yalnızca kentlerde değildi. Kırsal dönüşüm de son yıllarda başta Hidroelektrik, Termik ve Nükleer Santral projeleriyle, madenlerle, kaya gazı aramalarıyla, kapitalist tarım politikalarıyla vadilerde, köylerde yaşamı yok etmeye başlamıştı bile. Kırdan kente taşınan yalnızca göçe zorlanan insanlar olmadı, aynı zamanda kırsal dönüşüme karşı başlayan isyanlar kentteki mücadelelere de ruhunu aktardı.
Taksim Gezi isyanında ne bir kahraman vardı ne de bir halk önderi. Kırsallardaki pek çok mücadelede olduğu gibi iktidarsız alanlarda özdenetimleriyle, öz disiplinleriyle ve gönüllülükleriyle bir araya gelen bireyler devlete ve kapitalizme karşı verdikleri mücadelede otoriteden rekabetten ve bencillikten uzak, bir ilişki biçimi deneyimlediler. Yine kırsallardaki pek çok mücadelede olduğu gibi Gezi Parkı’nda da deneyimlenen paylaşma ve dayanışma ilişkileri; siyasi duyarlılığı olmayan pek çok bireyi etkilemeye, dönüştürmeye yetti.
Gezi Parkı’ndaki direnişin 2013 yılındaki toplumsal mücadelelerindeki başlıca tetikleyicilerinden biri bu yılki Hrant Dink anması oldu. Hrant Dink; 19 Ocak 2007’de Taksim yakınlarında çalıştığı Agos Gazetesi binası önünde Faşistler tarafından katledilen Ermeni gazeteci. Katledildiğinden bu yana her yıl 19 Ocak günü Taksim Meydanı’ndan Agos Gazetesi önüne yürüyüş düzenleniyordu. Bu yıl, Taksim Meydanı’nda başlatılan kentsel dönüşüm projelerini gerekçe göstererek bu yürüyüşe katılan bizim dışımızdaki hemen hemen tüm muhalif gruplar yürüyüşün başlangıç noktasını Taksim Meydanı dışında başka bir noktaya taşıdılar. Ama biz 6 yıl önce Hrant’ı teferruat olarak gören anlayışın bugün yaşam alanlarımızı soylulaştırdığını biliyorduk ve buna rağmen ısrarla Taksim Meydanı’nı kullanmaya devam etmeliydik. Bu anmada Taksim’den vazgeçersek yıllardır mücadele ettiğimiz, 1886’da Haymarket’te katledilen yoldaşlarımızı andığımız Taksim 1 Mayıs’ından da vazgeçmemiz beklenecekti.
Nitekim 1 Mayıs sabahı Taksim Meydanı’na çıkan yollar polis tarafından kuşatıldı. Devrimcilerin Taksim Meydanına girmesi yasaklandı. Devlet 1 Mayıs için başka meydanları önerdi. Başbakan Erdoğan’ın özel teşekkürlerini kazanan bir partinin yaptığı 1 Mayıs “kutlaması” haricinde Anarşistler, Kürtler ve Devrimci Sosyalistler, kentsel dönüşüm bahanelerine karşın Taksim ısrarını sürdürdüler. 1 Mayıs günü gerçekleşen polis saldırılarında çok sayıda eylemci polis tarafından yaralandı.
Polis saldırıları ve devlet terörü yalnızca büyük yürüyüşleriyle sınırlı kalmadı. Basın açıklaması yapmak için toplanan 10 kişilik gruplara bile TOMA’larla ve gaz bombalarıyla saldırdılar. Taksim’de ve İstiklal Caddesi’nde polis şiddeti bir rutin haline gelmişti.
Mayıs ayı sonlarında Gezi Parkı içindeki ağaçların, proje kapsamında kesilmeye başlanması bardağı taşıran son damla oldu. Gezi Parkındaki cılız direnişin tüm Anadolu’da yankı bulması uzun sürmedi. Çatışmalar her şehirde meydanlarda, parklarda ve varoşlarda hızla yükseldi. Haziran boyunca 5 kişi devlet terörü ile katledildi.
Pek çoğunuzun burada öğrenmek istediği, Gezi Parkı’nda ve mahalle forumlarında karar alma sürecinin nasıl işlediği. Taksim Meydanı ve Gezi Parkında kaldığımız süre boyunca gerçekleşen ilişki biçimi 15 Haziran’daki büyük polis saldırısı sonrasında mahallelerde güçlenen forumlarda doğrudan demokrasi tartışmalarını belirginleştirdi. “Barikatların Ardındaki Direniş Alanından, Mahallelerdeki Forumlara: Doğrudan Demokrasi” başlığıyla Meydan Gazetesi’nde yer alan değerlendirme gerçekleşen deneyim hakkında yerinde tespitlerde bulunuyor. Bu metnin İngilizce çevirisinin dökümünü hazırladık, bu konuyla ilgili tartışmaları konuşmalar sonrasında sürdürebiliriz.
Mevcut deneyimlerle birlikte antikapitalist, anti otoriter ve anti hiyerarşik yaşam tahayyüllerini yaşamlarımıza indirgeyebilmenin pek çok yolunu bulduk. Bugün bu yolları ve yöntemleri tartışmak adına buradayız.
Yaşamın yeniden yapılandırılması, ilk kez bizim ortaya çıkardığımız bir kavram değil. 1917’de Ukrayna’da, 1936’da İspanya’da deneyimlenen, bugünse halen Güney Amerika’da, Chiapas’ta gerçekleşen bir durum. Bu kavram bizim için de yeni değil. TC devleti ile Kürt halkı arasında gerçekleşen savaşın sıcak zamanlarında, Kürdistan’ın büyük kentlerinden Amed’de, Mezopotamya Sosyal Forumu’nda da biz Yaşamın Yeniden Yapılandırılması’ndan söz etmiştik. Weranşar’da, Gever’de pek çok değerli deneyim gerçekleşti. Bugün Rojava’da da bu deneyimlere benzer deneyimler kısmen de olsa yaşanıyor.”
Festivalin son günü 6 Eylül’deki konuşmaların ana teması ise “Olağanüstü Hal’den Mücadele Meclislerine” idi. Konuşmalara hızlı tren projesine karşı mücadele eden örgütlenmeler; NO TAV İtalya ve NO TAV Fransa, Halkidiki’deki maden projesine karşı mücadele veren S.O.S. Xalkidiki, anti otoriter ve antikapitalist yayın kolektifi BABYLONIA dergisi katıldı.
Aynı gün farklı bölgelerde mücadele veren örgütlenmeler arasında ortak çalışma ve hareket ağı toplantısı da yapıldı. Bu toplantıya Devrimci Anarşist Faaliyet ve Yunanistan’dan Anti otoriter Hareket’in yanı sıra Bulgaristan, Almanya, İtalya, İngiltere’den örgütlenmeler de katılım sağladı. Anti otoriter, anti hiyerarşik ve antikapitalist; doğrudan demokratik karar alma süreçleriyle işleyen örgütlenmelerle oluşturulacak yaşamın yeniden yapılandırılması, tartışmaların asıl odağını oluşturdu.
3 gün süren festival boyunca örgütlenmelerin, kolektiflerin, kooperatiflerin kurdukları stantlarında bilgi paylaşımları devam etti. Atölye çalışmalarında yer alan katılımcılar arasında, sistemin her türlü eğitiminden uzak bir şekilde, yaşamın bilgisi paylaşıldı. Festival günleri boyunca her akşam anti otoriter, devrimci ve muhalif müzik gruplarının konserleri yapıldı.
Festivalin katılımcıları 7 Ağustos günü düzenlenen mitingde bir araya gelerek, başbakanın Yunanistan’ın büyük patronlarıyla yapacağı toplantıyı protesto etmek için toplantı alanına doğru yürüyüşe geçti. Polisin yapılan yürüyüşe saldırması sonucunda, otuz kişi gözaltına alındı.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır.
The post Doğrudan Demokrasi Festivali appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>