The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hedef 2050
Yaşadığımız topraklarda, çılgın projeler birbirini takip ediyorken; 2023, 2071 hedefleri art arda açıklanırken; kentler kimilerinin isteklerine göre fütursuzca dönüştürülürken; kırlar sanayi ve kentin ihtiyaçları için talan edilirken; öğrendik ki, önüne böylesine çılgın projeler koyan sadece T.C Devleti değilmiş, meğer Fransa da 2050 yılına Paris için “çılgın projeler” üretiyormuş.
Projenin mimarlığını, yapı dünyasının dâhisi olarak bilinen Belçikalı mimar “Vincent Callebaut” yapıyor. Çalışmalarının eksenini “ekoloji ve sürdürülebilirlik” üzerine oturtan mimar, Paris Belediyesi’nin siparişi üzerine görenleri adeta “büyüleyen” bir proje ortaya koymuş. Yukarıda, simülasyonu bulunan projenin adı “Akıllı Paris”.
Akıllı Paris
Akıllı Paris için söylenenler hayli ilginç: “2050’ye kadar şehrin sera gazı salınımını yüzde 75 oranında azaltmak isteyen Paris Belediyesi tarafından sipariş edildi. Proje 8 bölümden oluşuyor ve yüksek teknoloji ürünü sürdürülebilir tasarım ve bitkilendirmeyle şekillendiriliyor. Toplam 15 kuleden 5’inin her birinin cepheleri, biçimleri yusufçuk böceğinden esinlenilmiş iki büyük fotovoltaik ve termal güneş panelleriyle dikkat çekici şekilde kaplanmış olacak ve paneller gün boyu hem elektrik hem de sıcak su üretecekler. Aynı zamanda, geceleri, bir dönüşümlü hidroelektrik pompalı depolama istasyonu, kulenin tepesinden bir şelalenin yağmur suyunu toplayan farklı seviyelerde konumlandırılmış tankların havuzları arasından dışarı akmasına imkan verecek. Projenin diğer göze çarpan öğeleri, sebze bahçelerini, konut kuleleriyle bütünleşmiş denizanasından ilham alınarak tasarlanmış bir çift köprüyü, rüzgâr türbinlerini ve yosun biyoreaktörlerini içeren bir “dikey parkı” taşıyan birkaç büyük bambu kulesini içeriyor. Vincent Callebaut Architectures’a göre, projenin sekiz temel bölümü şehir için çok büyük miktarlarda yenilenebilir enerji üretecek ve kaliteli yaşam alanlarını arttıracaktır.”
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dediğinizi duyar gibiyim. Aynı şekilde düşünüyorum. Dünyanın en büyük nükleer şirketlerinin açık ortağı olan, dünyanın dört bir yanında yaptığı nükleer denemelerle birçok canlının kanına giren, sanayisinin deniz aşırı hamleleriyle ürettiği pisliğin boğazımıza kadar geldiği bir devlet neden böyle bir proje yapmaya ihtiyaç duyar?
Çünkü;
Şehirler, devletler ve kapitalistlerin ortak ürettiği projelerdir. Dolayısıyla onların arzuları ve çıkarları doğrultusunda, tarih boyunca sürekli dönüştürülmüşlerdir. Bugüne en yakın kent anlayışı, Sanayi Devrimi’yle beraber oluşur. Madenlerin ve fabrikaların çevresine kurulan ilk modern şehirler, oradaki işletmelerde çalıştırılan yoksul işçilerin aynı yere tıkıştırılması ile oluşur. Bugün yaşadığımız mega kentler, geçmişin bu sömürgeci anlayışının mirasını taşırlar ve onun devamcılığını yaparlar!
Kentin var olmasının yegane koşulu, kırın talan edilmesi ve insansızlaştırılmasıyla mümkündür. Binalar için kullanılacak taşlar, dağlar eritilerek elde edilir. Alışveriş merkezlerinin, sanayinin elektriği; dereler, ovalar ve tepeler tutsak edilerek üretilir. Kentlere hammadde ve sermaye taşınsın diye, her yere asfalt dökülür. Hem insansız yaşam alanları hem de tarım alanları, deyim yerindeyse köklenerek şehir için işlenir ya da şehre taşınır. Sözün kısası, kır, git gide sıskalaşırken, şehirler de şişmanlar. Böylece kır aşırı sıskalıktan, kent de aşırı şişmanlıktan hastalanmaya başlar.
Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı
Bundan 23 yıl önce, “artan çevre sorunları, kuzey ve güney ülkeleri arasındaki yaşam kalitesi-refah dengesizliği, yoksulluk-yoksunluk, tarımsal reformlar silsilesi” ve daha birçok “çevre” sorununa bir çözüm bulabilmek için, Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde bir araya gelen “zengin devletler”, Rio Çevre ve Kalkınma Konferansı”nı imzalamıştır. Konferansta ayrıca “Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi” ve “Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” de kabul edilmiştir. Öte yandan, hükümetler tarafından oluşturulan ve küresel ısınmaya yönelik “ilk çevre sözleşmesi” özelliğini taşıyan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, sera gazlarının oranlarını düşürmek ve bu gazların zararlarını en aza indirmeyi kendine ulvi bir görev edinenlerin toplamının sözleşmesidir. ‘97 yılına gelinince de aynı çevrenin hedefleri, Kyoto Protokolü ile devam edecektir.
Bu hastalıklı “mekan” politikası, içindeki tüm yaşamlarla beraber devleti ve kapitalizmi de sakatlar ve günden güne her şeyi biraz daha öldürür. Yeterince gün ışığı alamayan salon çiçekleri nasıl soluyorsa, yaşamla bağlarını yitiren insanlar da solmaya, verimsizleşmeye başlar. Çalışmayan, çalışamayan; tüketmeyen, tüketemeyen insan kendisiyle beraber kapitalizmi tarihin çöplüğüne gönderir.
Bu ve bunun gibi “çevreci projeler” de yaşamın sürdürülebilmesi için değil, kapitalizmin sürdürülebilmesi için üretilir. Enerji santralleriyle, taş ocaklarıyla, madenlerle, GDO’lu sebze meyveleri ve tüketici kültürüyle “kır”ı (dolayısıyla yaşamı) çoraklaştıran kapitalizm; onu şehrin üzerine giydirilen bir aksesuar gibi kullanmak ister. Devasa binaların, yol kenarlarının, beton adaların üzerini örten yeşil örtülerin, nükleerin yerini alması planlanan rüzgar ve güneş santrallerinin “biz”leri kurtaracağı yalanını söylerler.
2023’den 2050’ye Aynı Hikaye
Yaşadığımız topraklarda ise durum biraz daha farklı işler. Henüz dünyayı yeterince kirletemeyen T.C devleti ve benzeri daha zayıf devletlerin; geçmişte Fransa, Almanya, ABD, İngiltere gibi devletlerin, yaptıklarını daha yeni yapmaya başladığı için projeleri daha “ekolojik” olmaktan ziyade daha “kalkınmacı” daha “ilerici” olmak zorundadır. Büyük abilerinin izinden sapmadan giden T.C devleti, nükleer santraller, duble yollar, kentsel dönüşüm projeleri ve HES’lerle talanlarını sürdürürken; bir yandan da RES’ler ve GES’lerle, gelecekte kendisinin de kalkışacağı “ekolojik kentlere” göz kırpmaktadır.
Sözün özü, bu projeler, “ekolojik kentler”, “çevre ve kalkınma konferansları”, dünyayı cehenneme çevirenlerin, bu cehennem çukurlarının bir kısmını cennete benzeterek “yıktıklarını geri getirmeye” çalışmasından başka bir şey değildir. Bu, bir yamadır. Fakat milyonlarca yıldan beri biz canlılara ev sahipliği eden bu evren, artık yama kaldıramayacak kadar yıpranmış, üzerindeki canlılar da durmadan yenilenen yalanlara inanmaz olmuşlardır. Sizin anlayacağınız 2023 neye hizmet ediyorsa, 2050 de ona hizmet ediyordur. Üçüncü havalimanı neyi öldürüyorsa, devasa binaların tepesine kurulmuş yeşil bahçeler de aynı şeyi öldürüyordur!
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Paris ‘ Yeşil’e ‘ Doyacak”- Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Belgesel Fotoğraf Topluluğu’ndan Direnişin Kitabı Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan: Önce kısaca kendinizden söz ederek başlayalım isterseniz. Kimdir Bahar ve Yücel, ve böyle bir çalışma yapmaya nasıl karar verdiniz?
Bahar Gökten: Ben fotoğrafçılık okudum, şimdi de fotoğraf çekiyorum. Gezi sürecinde de fotoğrafçı ile direnişçi arasında gidip gelmeler yaşayan, o süreci fotoğrafla anlatmaya çalışan biri diyelim kısaca.
Yücel Tunca: Ben eskiden gazeteciydim, 10 yıldır Galata Fotoğrafhanesi’ndeyim. Fotoğraf Vakfı’ndayım ve fotoğraf dersleri veriyorum. Son 7 yıldır, bu çalışmanın pratik kısımlarını Gezi Parkı’nda yapıyordum. Dolayısıyla 2011 sonlarında bu parkın ortadan kaldırılma planlarını yavaş yavaş duymaya başladığımızda, bir şehir refleksinin ötesinde başka bir dikkatle de dinlemeye başladım. Çünkü burası aynı zamanda benim yaşam alanımdı. Bu konuya biraz daha eğildim, Fotoğrafçı İnisiyatifi’nin kurulması da böylece ortaya çıktı.
2012’de projeler belli olmaya başladıkça, burayı elden giden bir şey değil de, savunulması gereken bir şey olarak gördük.
O zamanlar Taksim Platformuydu, sonrasında Taksim Dayanışması olarak bizlerinde çalışmalara fotoğraflarımızla destek olabileceğimizi söyledik. Daha sistematik çekimler yapmaya başladık. Belgesel fotoğraf grubumuz da bu konuya özellikle eğildi. Ardından yapılmaya başlanan Taksim nöbetlerine de katıldık. Bununla da yetinmeyip, 20-25 kadar fotoğrafçı kendi fotoğraflarını basıp yine bir Taksim nöbetinde, bir cumartesi günü, çıktık sokağa. Meydanda yürüyüş yaparak, insanların biraz daha bu konudan haberdar olması için gayret göstermeye çalıştık. Çünkü hala o tarihlerde, birçok kişi Gezi Parkı’nın nasıl bir tehdit altında olduğunu bilmiyordu.
Böylece yavaş yavaş kendi çevremizde de daha fazla sayıda fotoğrafçı bu yaptıklarımızdan haberdar oldu. Mayıs sonrasında başlayan saldırılarda da, daha önce oluşmuş olan “ortak akıl”, bundan sonra da beraber hareket edelim demeye başladı. Haziran ayının sonunda da “Taksim’den Elini Çek” internet sayfası oluşturup, çektiğimiz fotoğrafları orada paylaşmaya başladık. Ağustos ayının sonlarına doğru da bu kitabı hazırlamaya karar verdik. Kasım ayına yetiştirmeyi planlıyorduk ama olmadı. Şimdiye kalmış oldu.
Meydan: Taksim Direnişi haftalarca süren, birçok mekana sıçrayan bir eylemliliğe dönüştü. Tüm bunları fotoğraflamak elbette oldukça zor bir iş. Çekilen binlerce kare arasından bu kitapta kullandığınız fotoğrafları seçme işi de bir o denli zor olsa gerek. Neydi sizin hassasiyetleriniz, bu seçkiyi yaparken nelere dikkat ettiniz?
Yücel: Kitaptaki fotoğrafların seçiminde belli bir editör olmasın dedik. Herkesin gelip fotoğraflarla ilgili görüşlerini söyleyebileceği bir ortamda fotoğrafları seçtik. Binlerce fotoğraftan, daralta daralta, fotoğraf sayısını 350’ye kadar indirdik. Daha az fotoğrafla Gezi Parkı’nın istediğimiz bütünsellikte anlatılamayacağına ikna olunca, elemeyi durdurduk.
Elimizde bir liste oluşturmuş ve birçok başlık belirlemiştik, seçtiğimiz fotoğrafların bu başlıklarda olmasına gayret ettik. Hem temsiliyetler anlamında, yani kadın temsiliyeti, lgbt temsiliyeti, anarşist temsiliyeti, siyasi yapılar, örgütler, hem de revirinden kütüphanesine, bostanından seyyar satıcısına varıncaya dek, tüm o parçalı yapıyı eksiksiz verebilmeyi amaçladık. Dolayısıyla seçkiyi de bu gözle yaptık.
Hep geri dönüşler yaparak, eksik olan kısımları doldurmaya gayret ettik. Ama asıl eksenimiz kronolojik bir sıralamaydı. Gezi öncesi günlük hayat, yavaş yavaş başlayan protestolar, inşaat çalışmalarının başlaması, ondan sonra da en son Ağustos ayında başlayan forumlara, yeryüzü sofralarına varıncaya değin bizim tanık olabildiğimiz hemen her türlü eylemliliğin kitaba yansıyabilmesini sağlamaya gayret ettik.
Meydan: Direniş, Gezi Parkı’na başta söylendiği gibi bir kışla yapılmasına mani olabildi ama bugün hala tam da bizim istediğimiz gibi bir alan değil. Gezi Parkı’nın çevresine dökülen betonlar adeta bir beton çölünü andırıyor, AKM hala polis işgalinde. Sizin bu bölgeyi fotoğraflama çabanız devam edecek mi?
Yücel: Aslında kolektif olarak henüz böyle bir karar almış değiliz ama bireysel olarak ben hala Taksim’i çekmeye devam ediyorum. Biliyorsunuz, yakın zamanda belediyenin yayınladığı bir plan var Taksim Meydanı için. Bu plana baktığımızda, birkaç ağaç dışında meydan şimdikinden çok farklı konumda değil. Ve tepkilerin yeniden yükselmesi çok olası.
Ağustos’tan sonra biraz daha stabil durumdayız ama seçim öncesi tekrar başladıkları bu durumda taraf olmayı sürdüreceğiz elbette. Mesela, Gezi’nin yıl dönümünde açık hava sergisi düşünüyorduk ama bu planın açıklanmasıyla eylemlilikleri daha önceden başlatacağız gibi görünüyor.
Meydan: Kitabı incelerken, bazı fotoğrafların mozaiklenerek görüntünün netsizleştirilmiş olduğunu fark ettik. Bunun sebebi nedir?
Yücel: İki şey mozaikledik; birincisi, cinsiyetçi küfürler, diğeri de iki ya da üç fotoğrafta da fiili eylem halinde olan protestocular, doktor ve sağlıkçıların yüzlerinin net görünmesini engelledik.
Fotoğrafın yapısını bozuyorduk. Kişinin yüzünü mozaiklediğimiz fotoğrafta, fotoğrafın da anlamını yitirdiğini gördük, ama biz bunun böyle olması gerektiğini düşündüğümüzden yapacak başka bir şeyimiz yoktu.
Bahar: Gezi’de de sıkça bir araya geldiğimizde konuştuğumuz bir şeydi bu. Fotoğrafladığımız kişilerin hayatlarında olumsuzluğa dönüşebilecek birçok şey yaşanabilirdi; yüzlerin görünmeyeceği bir biçimde fotoğraf çekmeye çalışarak bu sorun aşılabilirdi. Bunun farkında olmayan arkadaşların çektiği fotoğraflarda, kameranın bazen polis kamerası konumuna geçtiği uyarısında bulunarak, o arkadaşların da hassas davranmaları konusu çokça konuşuldu. İster istemez bizim fotoğraflarımız bazen delil olarak sorun teşkil edebiliyor.
Meydan: Kitap, baştan sona kolektif bir çabaya vurgu yapıyor. Sizin için birlikte fotoğraflama ne anlam taşıyor?
Bahar: Mayıs’ta çalışmalarına başlayan Fotoğraf İnisiyatifi öncesinde de konuştuğumuz bir konu vardı; fotoğrafçıların fotoğraf çekip ortak bir çalışma yürütemediği, o nedenle çektikleri fotoğrafları kendi dosyalarında eşe dosta göstererek ya da kendi kişisel sitelerinde tuttukları.
Ama Gezi süreciyle beraber, bunun da aşılmaya başlandığını söyleyebiliriz. Yani bu kitap çalışmasının ve web sitesinin onun için ayrıca bir önemi var, birbirini tamamlayan çalışmalar bunlar. Çünkü hepimiz her yerde olamayacağımızı ve farklı bakış açılarına da sahip olduğumuz için bir araya geldiğimizde çok daha güçlü bir şey yapabileceğimizi, tabii ki biliyorduk. Bu sürecin buna vesile olması çok önemli, çok kıymetli.
Meydan: Son olarak bu kitabı nerelerden edinebileceğimizi söyleyebilir misiniz?
Yücel: Kitabı dağıtıma vermeyi ve birçok noktada okuyucuyla buluşturmayı istiyorduk ancak, dağıtım firmaları kitabı almak istemediler. Gerekçe olarak da Gezi ile ilgili kitapların satmadığını söylediler. Kitabımız şimdilik, elden dağıtım yaptığımız bazı kitapçılarda ve burada, Galata Fotoğrafhanesi’nde bulunuyor.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post Belgesel Fotoğraf Topluluğu’ndan Direnişin Kitabı Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>