The post “Sığmaz Sandıklara Hayaller” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar
Günümüz erkek egemen toplumu, kadınlara her defasında kaderlerine razı olmayı öğretiyor. Kader bazen 14’ündeki çocuk gelinin adı, bazen adı gibi yaşamının kendisi oluyor. Aynı zamanda kader, toplumsal geleneklerin kadınlara yüklediği ağır kabullenişle, razı kalıp şanslıysak yaşamanın ya da yükünü sırtlamayan bir hayatı seçerek yaşamın sonu oluyor. Kadınlar, yaşamları boyunca hep bir seçim yapmak zorunda bırakılıyorlar.
Çeyiz sandıklarından seçim sandıklarına, kadınların kaderi değişiyor mu?
Küçük bir çocukken evcilik oyunlarıyla genç kadınlığa varıncaya dek sürdürülen evlilik propagandası, kadınlara “iyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapmak zorunluluğunu dayatmaktadır. Erkek egemen bir toplumda kadının evliliğe hazırlanışı, geleneksel değerlerle birlikte bu propagandaya eklenir. Bu geleneklerden biri de itinayla hazırlanan, yıllarca bir sandıkta biriktirilerek kadının adeta ekonomisine dönüşen çeyizidir. Böylelikle kadınlar çeyiz sandıklarını yüklenip, aile evinden çıkıp, çocukken oynadıkları evcilik oyunlarını gerçek kılarlar. Çocuk gelin Kader’in yazgısı da böyle başlamıştı. 11’inde evlendirildi Kader, 12’sinde anne oldu, 14’ünde gömüldü. Çünkü ona yükledikleri çeyiz sandığı, onun tabutu oluverdi. “İyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapma şansı bile olmadan üstelik. Çeyiz sandığında biriktirilen onca şey dışında, evinde ölü bulunarak çıkarılan kefenli sandıkta, bir tek Kader’in cansız bedeni vardı. Ya Kader “iyi yaşamak” adına sandığı yüklenmeyip, kader dedikleri yazgıya başkaldırabilseydi? Yine de aynı kader yazılır mıydı onun için, bizim için, kadınlar için?
Günümüze dek kadınlar “özgür yaşam” mücadelesi adına hayatın her alanında sadece bir nebzecik eşitlik için görünmek, duyulmak, varlıklarını hissettirmek adına uğraştılar, mücadele ettiler. Onlar uğraştıkça kurtarıcı sanılan tüm iktidarlar her defasında, erkek egemen anlayışlarıyla kadınları engellemeye çalıştı. Bu alanlardan birisi de siyasetti. Tarihsel olarak bakıldığında kadınlar bir nebzecik kazanım elde etmiş gibi görünse de, istenilen özgürlük var olan iktidarlı, erkek egemen siyaset anlayışı değişmedikçe kazanılamamıştır.
Cumhuriyet’in, kadınlara batılı makyajı
Cumhuriyetle birlikte her kesim ulus-devlet anlayışına uygun olarak “Türkleştirildi”. Bu kesimlerden biri de farklılığı barındıran Osmanlı içerisindeki kadın hareketiydi. Ancak Cumhuriyetle birlikte kadın, Kemalistlerin “modern kadın” tahayyülüne uydurulmak istendi. Cumhuriyet erkekleri kadını batıya öykünen, makyaj yapan, tiyatrolara giden, erkeklerle aynı ortamlarda yemek yiyerek dans eden, güzellik yarışmalarına katılan bir kalıba sokmakla meşguldüler. Cumhuriyet’in kadın ideali söylenenin aksine eğitimli kadın yaratmak değil, erkeklerin yanına yakışan batılı modern görünümü yaratmaktı. Çünkü Cumhuriyet’in önemli misyonlarından biri zaten buydu, diğer yandan da etnik kökenin yok edilmesini sağlamak. Kemalist tarih yazımında yer alan “kadınlara bütün haklarını biz verdik” söyleminin altının boş olduğuysa, Osmanlı kadın edebiyatı ve dergilerinin 1990’lardan sonra feminist araştırmacıların gayretleriyle keşfedilmesi sonucunda bir kez daha anlaşılmış oldu.
Kadınların mebusluk propagandasının kısa tarihçesi
Osmanlı döneminden beri siyaset yapma mücadelesi veren Nezihe Muhiddin ve beraberindeki kadınlar, 15 Haziran 1923’te “Kadınlar Halk Fırkası” adlı partinin kuruluşu için İçişleri Bakanlığı’na başvurmuştu. Ardından “Kadınlar mebus olmak istiyor” şeklindeki haberler ardı sıra basında yer aldı. Bakanlığın uzunca süren sessizliğinden sonra, hükümet “kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı” gerekçesiyle partinin kurulmasına izin vermedi. Basında konuya ilişkin “bazı düşünceler nedeniyle uygun bulunmadığı” yazıldı. Bu “düşüncelerin” ne olduğu konusu hiçbir zaman açıklanmadıysa da parti tüzüğünün siyasi hakları ima eden 2. maddesi, belediye seçimlerinde aday olunmasını öneren 3. maddesi ve “kadınların savaş halinde askerlik yapmasını” öneren 8. maddesinin çok “taşkın” bulunduğu söyleniyordu. Diğer yandan kuruluş faaliyetleri devam eden Cumhuriyet Halk Fırkası sebebiyle “halk fırkası” adının bir kadın kuruluşu tarafından kullanılması “bölücü” olarak görüldü.
Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, “taşkın” maddeleri değiştirdiler. 1924’te Kadın Birliği adlı örgütü kurdular. Parti tüzüğünün 3. maddesinde “ Kadın birliğinin siyasetle alakası yoktur” yazıyordu. Birlik, uzunca bir süre kimsesiz çocuklara, yoksul kadınlara yardım etmek, ekmek ve iş olanağı sağlamak gibi “hayırseverlik” işleriyle uğraştı. Anlaşılan şu ki seslerini kısmakla iyi etmişlerdi, çünkü tam bu sıralarda İstiklal Mahkemeleri’nin darağacına gönderdiği insanların feryatları yükseliyordu.
1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı ise kadınların siyaset yapma isteğine kulak tıkamak için yeni bir bahane olarak gösterilmişti. Dönemin Cumhuriyet Gazetesi “Türkiye’de mühim meselelerin olduğu bir zamanda hanımlarımızın mebusluk propagandası veya reklamı ile meşgul olmaları pek ciddiyetsiz” diye yazıyordu. İsyan bahanesi ile çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu da etkisini göstermiş, kadınlara yönelik ciddi bir “yasaklar” uygulaması başlatılmıştı. Bu zorlamalar sonucunda 1926’da kadın birliği, Cumhuriyet Halk Fırkası’na üye olabilmek için başvuru yaptı. “Kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” şeklindeki açıklamalarla, yapılan başvuru kabul görmedi. Birlik içerisindeki bazı Kemalist kadınlar yeni çıkan Medeni Kanun’la “kadınlara layık olmadıkları hakların bile verildiğini” iddia ederek siyasi taleplerde ısrar edilmesini eleştirmişlerdi. Nezihe Muhiddin ve arkadaşları yılmadı, farklı şehirlerde şubeler açıp, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan genel seçimlere katılmak için kampanyalar başlatmak istedi, ancak teklif yine kabul edilmedi. Kadınlar bunun üzerine seçime erkek bir aday ile katılma kararı aldılar. Kendini “feminist erkek” diye tanıtan ve seçimler için bıyıklarını kesen Kenan Bey, alaylara tahammül edemeyince kadınlar bu kez adaysız kaldı. Kadınların siyaset yapma mücadelesi, Nezihe Muhiddin hakkında “birliğin kasasındaki parayı kişisel amaçlarla harcadığı” gerekçesiyle soruşturma açılması ve birlik yöneticiliğinden istifa ettirilmesiyle sona erdirildi.
1930’da kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1933’te Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine köy yönetimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1934’te ise Cumhuriyet’in erkekleri tarafından uzun yıllar tanınmayan mücadelenin sonucunda seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan meclise girmeyi bir türlü başaramayan Nezihe Muhiddin, tarihte iz bırakan diğer birçok kadın gibi bir akıl hastanesinde yaşamını yitirdi.
1935’ten 2013’e gelindiğinde…
78 yıl önce parlamentoya 17 milletvekili gönderen, ara seçimde de 1 milletvekilinin katılımıyla 18 sandalye kazanabilen kadınlar, 2013’e gelindiğinde ise 79 vekille mecliste yer tutmayı sürdürüyorlar. 1983 seçimlerine kadarsa 10’u aşmayan sayılarla temsil edilen kadınlar, darbenin ardından yapılan ilk seçimde ironik bir şekilde 12 sandalye kazanabildi. Buna karşın, kadın milletvekillerinin kabinede temsili, genelde tek isimle sınırlı kaldı. Tansu Çiller dışında Başbakanlık görevini üstlenen başka kadın olmadı. Günümüzde eşbaşkanlık sistemi ve yüzde 40 kadın kotasını getiren BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ise bir ilke imza attı. Parlamento da BDP’nin kadın temsiliyet oranının diğer mevcut siyasi partilere göre daha fazla olma nedeniyse, Kürt kadınının yaşamsal olanı politikleştirerek, Kürdistan özgürlük hareketi içerisinde deneyimledikleri öz örgütlenme konusundaki sürekli kararlılıktır.
Kadın Yolu dergisinin arasına sıkıştırılan radikal bildiri
Nezihe Muhiddin ve arkadaşları tarafından 1925’te yayımlanan Kadın Yolu isimli derginin dördüncü sayısını devletçi, milliyetçi ve militarist bulan bir grup kadın, yazılanları eleştirmek maksadıyla gizlice derginin sayfaları arasına bir dizi talepler sıralamıştır. Tarihsel dönem açısından oldukça radikal olan bu talepler, derginin nüshasının içinde bir müzayedede tesadüfen bulunan bir kitapçıktan alınmıştır. Bu şekilde varlığına ulaşılarak edinilen bu belge, hem Osmanlı kadın hareketi tarihi yazımı açısından hem de özellikle anarşist kadın hareketinin benimsediği söylemleri taşıması açısından önemlidir. Bildiride yazanlar şu şekildedir:
-Zevcelik ve validelik tabiatın emri, mukaddes vazife değildir.
– Mecburiyet-i askeriye kaldırılmalı, evlatlar vatana hibe edilmemelidir.
– Ahlaki ve milli iman kadının hürriyetine değil, içtimai muvazene için vasıta haline getirilmesine muavenet eder.
– Irk-ı milliyetçilik vatanperverlik değildir.
– Tek fırkalı nizamda siyasi haklar meclise girme ve rey verme hakkıyla elde edilemez.
– Maarif, vatan ve milletten ziyade, şahsi hürriyet ve iradeye katkıda bulunmalıdır.
Bu bildiri anlaşıldığı üzere kadınların yaşamlarını doğrudan etkileyen durumların bir reddedişidir. Yaşamsal olanın siyasallaştığı fikrinden yola çıkacak olursak, yazılanlar seçim hakkı talebinden çok daha ötedir. Bu belge adeta bir kadın özgürlüğü manifestosudur.
Bildirinin ilk maddesinde evliliğin, ailenin ve anneliğin kutsal bir durum olmadığından bahsedilmektedir. Anarşist kadın hareketi bahsedilen kutsallığı, bu yapıları ve içinde barındırdığı ilişki biçimlerini erkek egemen bir toplumda erkeğe yönelik birer hizmet aracına dönüşmesi dolayısıyla eleştirmektedir. Günümüzdeki mevcut aile yapısı hem sosyal hem de ekonomik olarak kadının sömürüldüğü bir mekanizmadır. Aile, devlet eliyle sağlamlaştırılan, hiyerarşik olarak erkekte belirginleşen iktidarlı ilişkiyi, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ile olağanlaştırmaktadır. Erkek egemen toplumda annelik kutsal vazife olarak addedilen bir kavram olarak “ev kadınlığı” ve “çocuk bakımı” gibi durumların yaratmış olduğu ekonomik ve sosyal sömürüyü kadınlar üzerinden yükseltir. Dolayısıyla tüm bu sorunsallar aslında iktidarlı ve erkek egemen toplumsal yapının sorunsallarıdır. Radikal olan bildiride yazılı olanlar değil, bu toplumsal yapının bizzat kendisidir. Çözüm de bu toplumsal yapıda var olan ilişki biçiminin öncelikli olarak reddedilmesi ve mevcut toplumsal yapının kökten değişmesidir.
Bildirinin ikinci maddesinde zorunlu askerliğin kaldırılmasından bahsedilmektedir. Günümüz anarşist kadın hareketi bu konuda “vicdani ret” mücadelesini dillendirmekte ve anti militarist bir anlayışı yaşamlarda örgütlemek için çabalamaktadır. Evlatlarını askere göndermeyerek böylelikle de savaşın bir unsuru olmalarını engelleyen kadınların da mücadelesine dönüşen vicdani ret hareketi, yaşadığımız bu topraklarda filizlenmeyi sürdürmektedir. Vatanın kutsallığı da tıpkı ailenin kutsallığı gibi sadece bir devlet propagandasıdır.
Bildirinin üçüncü maddesinde ahlak konusuna değinilmiştir. Yaşadığımız coğrafyada da toplumsal ahlak olarak tanımlanarak çoğu kez kadınların öldürülmesiyle belirginleşen cinayetler bizzat kadınların en önemli sorunlardan biridir. “Erkeklik en çok erkeği ezer” sözünden hareketle toplumda kültürel bir olguya dönüşen “erkeklik” kavramının en büyük korkusu kadınsılaşmaktır. Yaşadığımız toplumda bu kültürden beslenen erkek, cinselliğe ve kadın bedenine karşı duyduğu büyük endişe nedeniyle şiddete başvurmaktadır. Çünkü varoluşunu ve iktidarını ancak kadını öldürerek kazanabilir. Erkek, erkekliğinin onaylanmadığını ve tehdit altında olduğunu hissettiği her an, kadınsılaşmamak adına her şeyi yapar. Oysaki ahlak denilen şey, her bireyin kendisinin vicdani sorumluluğudur.
Dördüncü maddede bahsedilen vatanperverlik sözüyle anlatılmak isteneni ise anarşist Emma Goldman öyle güzel bir dille ifade etmiştir ki; “Peki nedir vatanseverlik?” diye sorulduğunda şu sözlerle karşılık verir;
“Bir kişinin doğduğu topraklara çocukluk anılarının, umutlarının, hayallerinin ve özlemlerinin bir arada toplandığı yere duyduğu sevgi midir? Çocuksu bir naiflikle bulutların akışını seyrettiğimiz ve kendimizi neden öylesine yumuşakça uçamadığımızı merak ettiğimiz yer midir? Milyonlarca parlayan yıldızı sayıp ruhlarımızın derinliklerine işleyen gözümüzün nuru mu? Kuşların müziğini dinleyip onlar gibi uzak diyarlara uçmak için kanatlarımızın olmasını dilediğimiz yer midir? Kısacası her santimetrekaresinin güzelliği eşsiz mutluluk, zevk ve oyun dolu çocukluğumuzu temsil ettiğimiz bu yere duyulan aşk mıdır? Eğer vatanseverlik buysa pek azımız vatanseverdir. Çünkü oyun mekanları artık fabrikalar, değirmenler ve madenlere dönüşmüştür. Kuşların sesini ise sağır edici makine sesleri almıştır. Artık büyük zaferler ve efsanelerle ilgili hikayeler de dinleyemeyiz, çünkü annelerimizin öyküleri acı, gözyaşı ve kederi anlatmaktadır.
O halde nedir vatanseverlik? “alçakların son sığınağıdır” ve diğer yandan vatanseverlik yapay bir şekilde yaratılmış yalanlar ve yanlış söylentilerin iletişim ağından kaynağını alan, insanı özgüveninden ve değerlerinden kopartırken, ona anlamsız bir kibir ve gurur katan, gerçekten de bir egoizmdir.”
Yaşadığımız topraklardaysa “vatan uğruna” ve “milliyetçilik” adına bir bir katledilen kardeşlerimizin acısı henüz taptazeyken “vatana hizmet için çalışacağız” vaatleri, vatanperver bu alçakların seçim demokrasisi yalanıdır.
Beşinci maddede siyasal hakların meclise girme ve oy verme hakkıyla edinilemeyeceği söylenmiş; altıncı maddede ise bireyin hürriyetinden ve iradesinden bahseden sözlerle asıl anlatılmak istenen gerçek demokrasi olmuştur. Sözümüz kendi bireyliğimizde, kendi kararlarımızla, irademiz ve gücümüzle bu vatanperver alçakların karşısında ancak karşılık bulmalıdır.
“Her birey kendi özgürlüğü ve gücü üstünde hak iddia etmediği sürece kimse özgür olamaz.” Emma Goldman
Sandığı yüklenmek…
“İyi yaşamak” adına seçim şansımız olduğunu sandığımız bu erkek dünyanın döngüsünde her defasında çaresiz hissettiriliyoruz. Kaderinki gibi, kurtarıcı sandıklarımız katilimiz olduğunda, buna da kader deyip geçiyoruz. Tıpkı “iyi yaşamak için iyi bir yöneten” gerektiği yalanına zorla inandırıldığımız gibi. Bizi yönetmek isteyenlerin seçim sandıklarına, tıpkı çeyiz sandıkları gibi onca değerli hayalimizi çaresizce teslim ediyoruz. Yıllarca biriken bu hayaller bir sandıkta gerçekleşsin diye, “iyi yaşamak” hakkımız diye, en nihayetinde özgürlük arayışında biçare yükleniyoruz bu sandıkları. Kendimiz dışındaki kurtarıcılar da zaten bizi bir tek bu sandıklarla kurtaracaklarını söylüyorlar; bizse kurtuluşu bu sanıyoruz, vaatlere kanıyoruz, sandığı yükleniyoruz, taşıdıkça altında eziliyor, ezildikçe yaşamdan vazgeçiyor, vazgeçtikçe de kaybediyoruz. Çocuk gelin Kader gibi ölüyoruz.
Yerel seçimlerin yaklaştığı, iktidarların seçim vaatleriyle ortalarda dolandığı, bir oy için binlerce yalanın üretildiği bir dönemdeyiz. Kadınlar yerel seçimleri konuşup, tartışırken elbette kendi hayallerinin gerçekleşmesi noktasındaki kararlar üzerine düşüneceklerdir. Yani kadınlar için yine bir seçim zamanı.
Oysa ne “iyi bir yaşam” var yaşadığımız düzende, ne “iyi bir yöneten”, ne de “ iyi bir eş” kadınlar için. Özgürlükse şayet peşinden koştuğumuz, özgür bir yaşamsa istediğimiz öncelikle iktidarlı ve erkek egemen bu düzeni yıkmalıyız. Yıktıkça, her an, kendi ellerimizle yaratmalıyız özgür yaşamı. Kaderi bozmak, ancak özgür bir yaşam için hayallerimizi sandıklara teslim etmeden, sandığı yüklenmeden, kaderin yazgısına başkaldırabilmektir. Çünkü ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar.
Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Sığmaz Sandıklara Hayaller” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Devletin Katliam Alevilerin İSYAN Geleneği VAR “- Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Güvenlik Birimlerinin “Gezi Analizi”, Fişlemenin Kanıtı
“Gezi Analizi” raporunda, 28 Mayıs’ta başlayıp Eylül’ün ilk haftasına kadar süren bu sürede gerçekleştirilen Gezi Parkı eylemlerin değerlendirmesinin ortaya konulduğu belirtildi. Raporun diliyle “Gezi Parkı olayları çerçevesinde”, 80 kentte (Bayburt hariç) 5 bin 532 eylem ya da etkinlik gerçekleştirildi. Eylemlere yaklaşık 3 milyon 600 bin kişi katıldı. 5 bin 513 kişi gözaltına alınarak soruşturma kapsamına alındı. Soruşturmalarda 189 kişi tutuklandı. 1 polis öldü, 697 polis yaralandı. 4 bin 329 direnişçi yaralandı, 5 direnişçi katledildi. Analizde tabi ki, Lice’de kalekol yapımına direnirken askerlerin açtığı ateş sonucu katledilen Medeni Yıldırım yok. Gözaltına alınanlar üzerinden hazırlanan raporda; kadın-erkek yüzdeleri, eğitim düzeyleri, ekonomik göstergeleriyle ilgili veriler de mevcut.
Analizin en dikkat çekici bölümü ise şöyle:
“Yine şüphelilerin yüzde 78’si Alevi kökenli olup bazı sendikalar/sivil toplum örgütleri, taraftar grupları içinde yer alanlar, ulusalcı, laik kesimler. Yüzde 12’si siyasi partilerle ilişkili, yüzde 6’sı marjinal sol oluşumlar içinde, yüzde 4’ü ise terör örgütleri ve yasal uzantıları içinde yer alıyor.”
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yapmış olduğu bu analiz, yıllardır “asılsız iddia” olduğunu ileri sürdüğü fişleme uygulamasına aleni kanıt niteliğinde. Alevileri görmezden gelen, hiçbir alanda tanımayan, fırsat buldukça da katleden devletin polisi, kimlerin Alevi olduğunun bilgisine sahip olduğunu ağzından kaçırarak açık verdi bir nevi.
Taksim Direnişi; Öfkenin, Sabrı Aşıp Sokaklara Taşması
Aslında evet, “Gezi protestoları, bir Alevi ayaklanmasıdır.” Taksim Direnişi, birbirinden farklı sınıfsal, etnik, inanç grupları ve toplumun çeşitli ezilen katmanlarını eylemde bir araya getirdi. Temmuz 2013 tarihli Meydan Gazetesi’nde Emrah Tekin’in “Gezi Parkı Direnişi, Sadece Gezi Parkı Direnişi Değildir!” başlıklı yazıda yazdığı gibi; Sünni-İslam merkezli yaklaşıma, kadın bedenine ve yaşamına müdahaleye, sınavlarla yaratılan rekabete ve adaletsizliğe, taşeronlaşmaya ve kapitalist sömürüye, kentsel dönüşüm bahanesiyle soylulaştırmaya ve yıkımlara, LGBTİ bireylere yönelik polis şiddetine ve linç girişimlerine, daha birçok baskı ve yasaklamaya karşı duyulan öfkenin, sabrı aşıp sokaklara taşmasıdır Taksim Direnişi. Dolayısıyla; evet, Gezi protestoları, bir Alevi isyanıdır. Aynı zamanda; bir kadın, bir trans, bir işçi, bir öğrenci, bir yaşam savunucusu, bir devrimci isyanıdır…
Alevilerin İsyan, Devletin Katliam Geleneği
Sünni-İslam algısındaki devletler, tarih boyunca Alevileri dışladı. Yok sayma, baskı, ötekileştirme, inkar, hatta imha politikaları dur durak bilmedi. Ne Alevilerin devlete isyanları bitti, ne de devletin Alevi katliamları.
Gazi ve Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi Katliamları
12 Mart 1995 tarihinde, Gazi Mahallesi’nde 4 kahvehane tarandı. 67 yaşındaki Alevi dedesi Halil Kaya yaşamını yitirdi. Olayın duyulması üzerine; Alevilerin çoğunlukta olduğu binlerce kişi, meselenin var olan bir Sünni- Alevi çatışmasından ziyade devlet provokasyonu olduğunun farkındalığıyla ve “Düşman camide değil, karakolda.” şiarıyla, Gazi Polis Karakolu’na doğru yürüyüşe geçti. Karakolda bulunan polisler tarafından, kalabalığın üzerine ateş açıldı ve bir kişi daha hayatını kaybetti. Ertesi gün, İstanbul’un çeşitli semtlerinden Aleviler ve devrimciler Gazi Mahallesi’ne doğru yürüyüşe geçti. Kolluk kuvvetleri doğrudan hedef gözeterek kalabalıkların üzerine ateş açtı. İlerleyen günlerde, devlet; mahallede sokağa çıkma yasağı ilan etti. Fakat bu, gösterilen direniş sayesinde fiilen hayata geçirilemedi. 15 Mart günü direniş ve beraberinde devlet şiddeti, Ümraniye 1 Mayıs Mahallesi’ne sıçradı. Burada da kolluk kuvvetlerinin insanların üzerine ateş açması sonucu, 5 kişi yaşamını yitirdi. Gazi Mahallesi’ndeki olayların yatıştığı 16 Mart günü, 17 kişinin hayatını kaybettiği öğrenildi. Daha önce OHAL valiliği de yapan Hayri Kozakçıoğlu, katliam sırasında İstanbul valisi idi.
2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı
2 Temmuz günü, Pir Sultan Abdal’ı anma etkinlikleri çerçevesinde kente birçok yerden insanlar gelmişti. Sivas’a gelenler arasında Aziz Nesin de bulunuyordu. Hintli yazar Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” adlı kitabını, gazetesinde yazı dizisi olarak basan Aziz Nesin, bir süredir radikal İslamcı kesimden tehditler alıyordu. Kitap tüm dünyadaki Müslüman camia tarafından yasaklanmış, yazarı hakkında ise ölüm fetvası çıkarılmıştı. 2 Temmuz günü Madımak Oteli önünde toplananlar, oteli ateşe verdiler ve burada 37 kişiyi yakarak öldürdüler. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, “Otel çevresinde toplanan vatandaşlarımıza herhangi bir şey olmamıştır.” dedi. Olayların failleri olarak, daha sonra göstermelik olarak yargılanan sanık avukatlarından 8’i daha sonra AKP’den milletvekili oldu. Refah-Yol hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan, sanıkları cezaevinde ziyaret etti. Sivas davası, 13 Mart 2012 tarihinde zaman aşımından düştü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, davanın düşmesiyle ilgili olarak; sanıkların “mağduriyetine” dikkat çekerken, “Bu karar milletimize hayırlı olsun.” dedi.
Maraş Katliamı 1978
19 Aralık akşamı, ülkücü tandanslı, “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı filmin gösterildiği sinemaya patlayıcı madde atılması üzerine, kentte bulunan faşistler çeşitli sendikalara ve bazı sol parti binalarına saldırdılar. Ertesi gün ise, Alevilerin yoğun yaşadığı Yörükselim Mahallesi’ne saldırarak Alevi dedelerinden Gıjgın Dede’yi öldürdüler. 26 Aralık tarihine dek süren saldırılarda, çoğunluğu Alevi 105 kişi yaşamını yitirdi. Sinemaya bomba atılmasından birkaç gün önce Alevilerin evleri işaretlendi ve bazı cami hutbelerinde bir Alevi öldürenin cennete gideceği söylendi. Bu söylenti kentte fısıltı gazetesi yoluyla yayıldı. Katliamın bir ve iki numaralı sanıkları olarak yargılanan iki yezid; Ökkeş Kenger ve Muhsin Yazıcıoğlu, daha sonra milletvekili seçilerek TC parlamentosuna girdi.
Çorum Katliamı
1980 yılının Mayıs ve Temmuz aylarında, kentte Alevilerin yaşadığı Milönü Mahallesi’ne yapılan faşist saldırılar sonucu 57 Alevi öldürüldü. Katliam, devletin televizyonu TRT’den, Alaaddin Camii’ne bomba atıldığı şeklinde yayımlanan yalan haber sonucu başladı ve kentte bulunan devlet destekli faşist gruplar infiale geçirildi. Yaşanan saldırılardan dolayı mahallelerinin girişine barikat kuran Aleviler ve devrimciler, daha sonra 12 Eylül darbesini yapan generallerden biri olan Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun tarafından tanklarla taranmakla tehdit edildi. Katliam sonrasında açıklama yapan dönemin içişleri bakanı Mustafa Gürcügil, “Çorum olayları solun bir tertibidir ve devleti yıkma eylemlerinden biridir. Devlete destek düşüncesiyle hareket eden sağ bir grup, bunların karşısına çıkmıştır.” şeklinde konuştu.
Malatya Katliamı
18 Nisan 1978’de, dönemin Adalet Partisi’nden belediye başkanı Hamit Fendoğlu’nun bombalı paketle öldürülmesi sonucu, kentte bulunan Alevilere yönelik saldırılarda 3 liseli Alevi genci katledildi.
Dersim Katliamı
Dersim, Osmanlı döneminden beri merkezi otoriteden bağımsız yaşıyordu. 25 Aralık 1935 tarihinde çıkarılan “Tunceli Kanunu” ile Dersim bölgesine “özel bir statü” getirildi. Buna göre bölgenin adı, iki yıl sonra TC devleti tarafından başlatılacak “Devletin Tunç Eli” operasyonuna ithafen, Tunceli olarak değiştirildi ve Dersim “yasak bölge” ilan edildi. 6 Ocak 1936’da ise, şimdiki Elazığ, Erzincan, Dersim ve Bingöl illerini kapsayan bölgede, “Genel Valilik” statüsü uygulamaya geçirilerek askeri vali sıfatıyla Abdullah Alpdoğan, Ankara yönetimince buraya atandı. Devlet bölgeye askeri yığınak yapması ve ablukaya alması karşısında direnişe geçen Dersim’liler 20-21 Mart 1937’de Pah köprüsünü yaktılar. 1938’de devletin ikinci kez askeri gücünü kullanarak, karadan ve havadan bomba yağdırması sonucu on binlerce insan yaşamını yitirdi. Daha sonra, 1936 yılında çıkarılmış olan ve kısaca, devlete Türk olmayanları başka yerlere sürme yetkisi veren “Zorunlu İskan Kanunu” uyarınca, on binlerce insan da topraklarından sürüldü.
Koçgiri Katliamı
1921 yılında, Sivas bölgesini de içine alan bölgede, yüzlerce Alevi-Kürdün yaşamını yitirdiği katliamdı. Katliamı gerçekleştiren devlet güçleri arasında, “Sakallı Nurettin” lakaplı Nurettin Paşa’nın komutasındaki Merkez Ordusu’nun emri altında, daha önce Pontus-Rum katliamlarını da yapan, o dönemin devlet tetikçisi denebilecek olan Topal Osman’ın Giresun Alayları da bulunuyordu.
TC Öncesi İsyan ve Katliamlar
1826 yılında Sultan 2. Mahmud’un gerçekleştirdiği Alevi katliamının yanı sıra, 1606-1611 arasında Kuyucu Murat Paşa katliamı, 1533-1534 arası Kanuni dönemi, 1514’te kan dökmeyeceğini söyleyip 40 binden fazla Alevi’yi diri gömerek idam ettiren, kafalarını kesip kuyulara attıran Yavuz Sultan Selim’in katliamları vardır. Ayrıca 1526 Baba Zünnun, 1527-1528 Şah Kalender Çelebi ve 1518 Bozoklu Şeyh Celal(Celali) isyanları-katliamları sayılabilir. Ayrıca Selçuklu Devleti döneminde 1236-1243 yılları arasında Baba İshak(Babailer) isyanları vardır.
Gelelim Günümüze
Devlet’in katliam geleneğini sürdüren AKP hükümeti döneminde, Alevilere yönelik birçok yeni politika geliştirildi elbette. Ve devletin Alevilerini yaratma çalışmaları yapıldı. Zorunlu din derslerinin kaldırılması, kimliklere Alevi yazılması, cemevlerinin ibadethane olduğunun kabul edilmesi gibi talepler görmezden gelindi misal. Devletin Dersim’le yüzleşmesi adı altında Dersim Katliamı meşrulaştırıldı. Sivas’ı yakanlar yargılanıyor denildi, dava zamanaşımına uğratıldı. 29 Mayıs 2013 tarihinde temeli atılan 3. Boğaz Köprüsü’ne, hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği Alevi katliamlarıyla bilinen, Yavuz Sultan Selim’in isminin verileceği açıklandı. Bu açıklama, Alevilerde bir öfke patlamasına neden oldu. Devletin, Alevilere yönelik geleneksel Sünni İslam merkezli yaklaşımı, bu öfkenin asıl kırılma noktasını oluşturuyordu.
Taksim Direnişi, tam da bu süreçte gerçekleşti. Sonrasında, “o paket!” açıklandı. Demokrasi Paketi’nde bahsi geçen Hacı Bektaş-ı Veli Üniversitesi, Alevilere ağır bir hakaretti. Bir üniversite kurulacak, o üniversitenin bir İlahiyat Fakültesi olacak ve bu fakültede Sünni İslam okutulacak. Alevilere hediye paketinde sunuldu bu haber, alenen hakaretti. Bunlar dışında Cami-Cemevi projesi, İzzettin Doğan& Fethullah Gülen ilişkisi, Alevilerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki rantsal dönüşüm projeleri, Maraş’ı anımsatacak bir şekilde Alevilerin dönem dönem kapılarının işaretlenmesi ve saymakla bitmeyecek uygulamalarla AKP hükümeti taşeronluğunda sürüyor devletin katliam geleneği, ta Yavuz’dan, hatta Muaviye’den beri. Ancak unutulmamalıdır ki, Alevilerin isyan geleneği de sürüyor, Hızır Paşa’ların inadına.
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 15. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Devletin Katliam Alevilerin İSYAN Geleneği VAR “- Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>