The post Somali’de Çekirge İstilası appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Doğu Afrika’da her geçen gün daha fazla tarım arazisini tehdit etmeye başlayan çöl çekirgesi sürüleri, Somalili çiftçilere zor günler yaşatıyor. Somali ve Etiyopya’da yaklaşık 70 bin hektarlık arazinin çöl çekirgelerinin istilasından etkilendiğini açıklandı.
Ülkenin son 25 yılda görülen en büyük zararı gördüğünü belirtilirken, çekirge sürülerinin Kenya, Cibuti, Eritre, Güney Sudan ve Sudan’da etkisini genişletebileceği uyarısında bulunuldu.
Her gün 150 kilometre seyahat edebilen çekirge sürüleri, bir günde binlerce kişinin gıda ihtiyacını karşılayacak tarım ürününe zarar verebiliyor.
The post Somali’de Çekirge İstilası appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tarih Öncesi Dönemin Efendisiz Kenti: Çatalhöyük – Güven Gökdere appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>MÖ. 7000’li yıllara tarihlenen, yaklaşık 10.000 kişilik bir nüfusa sahip, ekonomik ve sosyal örgütlenmesinin gelişmişliği ile bulunduğu dönemin metropolü konumunda olan ve bizlere anarşist bir dünyanın şimdiden mümkün olduğunu gösteren bir kent…
***
Çatalhöyük, M.Ö. 7000’li yıllara tarihlenen, Konya ilinin ilçesinde bulunan tarih öncesi bir yerleşim alanıdır. İngiliz arkeolog James Mellaart, bölgede yapılan yüzey araştırmaları esnasında höyüğü keşfetmiş, 1958–1963 yılları arasında ekibi ile birlikte Çatalhöyük’te kazı çalışması yapmıştır. Ancak Mellaart’ın kazı alanındaki buluntular hakkında ilgili bakanlığa bilgi vermeyi reddetmesi sonucu kazı çalışmaları bakanlıkça durdurulmuş ve 1965 yılında başka bir isme devredilmiştir. Kazı çalışmasının ikinci etabında yeni kazı başkanının görevi Mellaart’a bırakıp ayrılması üzerine, Mellaart çalışmadan uzaklaştırılmış ve sınır dışı edilmiştir.
Uzun süre herhangi bir çalışmanın yapılmadığı yerleşim alanında, 1993 yılında bir başka İngiliz arkeolog Ian Hodder’ın başkanlığında, çeşitli coğrafyalardan arkeologların katılımıyla bir kazı süreci başlatılmıştır. Planlar çerçevesinde 2018 yazı son kazı sezonu olarak saptanmış olsa da Hodder çalışmaların devam edebilmesi adına uğraş vermektedir.
Peki Çatalhöyük bize ne anlatıyor? Bizler açısından önemi ne? Bu yazımızda bu soruların cevabını bulmaya çalışacağız.
Karşılıklı Yardımlaşma
İktidarların tarihsel süreç içerisinde her dönemde çizdiği bir insan modeli vardır. Bu insan bencil, çıkarcı ve faydacıdır. Yaşamın her alanında salt ben merkezli hareket eder, çıkarları doğrultusunda pozisyonlar alır ve diğer insanlarla, onların kendisine sağlayabileceği fayda ölçüsünde ilişki kurar. İktidarlar bu insan modeline muhtaçtır. İnsanın bu tarz bir canlı olduğu yönünde “kitlelere” her türlü kanaldan propaganda yapmak ve “kitleleri” insan doğası üzerine bu fikirlere inandırmak durumundadır. Zira varlıklarının meşruiyetlerini bu zemine dayandırırlar. İnsan doğasının diğer yönünün keşfedilmesi onlar açısından yıkımın başlangıcı sayılacaktır. Çünkü “kitlelerin” insan doğasına yönelik farklı bir bakış açısı yakalamaları, insanın aslında iktidarların anlattığı tarzda bir canlı olmadığı bilinirse, sömürüye, baskıya, zulme karşı dayanışma gösterilecek ve insanlığın üzerinde ağır bir yük olan devletlerin varlığı son bulacaktır.
Biz anarşistler, bencil, çıkarcı insan modelinin karşısında doğal olanın dayanışmacı insan olduğunu biliyoruz. Darwin’in çarpıtılan fikirleri ile ortaya atılan salt karşılıklı mücadeleye dayanan evrimsel anlayışa karşı çıkıyoruz. Bu anlayışa karşı Kropotkin ise Sibirya’daki gözlemleri üzerinden yola çıkarak yazdığı “Karşılıklı Yardımlaşma: Evrimin Bir Faktörü” adlı eserinde tür içi dayanışmanın evrimsel sürecin farklı bir yönü olduğunu açıklamıştır.
Kropotkin kitabın bir bölümünde şöyle der: «Topluluk halinde yaşam, en zayıf böcekleri, en zayıf kuşları ve en zayıf memelileri, en korkunç etoburlara ve avcı kuşlara karşı mücadele edebilecek ve korunabilecek hale getirmektedir; çok zayıf bir doğum oranına rağmen bazı türlerin varlığını sürdürmesini sağlayan şey iş birliğidir.”
“Adalet duyguları sürü halinde yaşayan tüm hayvanlarda gelişmiştir. Kırlangıçlar ve turnalar ne kadar uzak mesafeden gelirlerse gelsinler, her biri bir önceki yıl inşa ettiği ya da onardığı yuvaya geri döner. Eğer tembel bir serçe, bir arkadaşının yapmakta olduğu yuvayı sahiplenirse, hatta oradan birkaç saman çöpü kaçırmaya çalışırsa, serçe grubu tembel olana müdahale eder: ve açıktır ki, bu müdahale kural olmasaydı, kuşlar, hep yaptıkları gibi, yuva kurmak için asla bir araya gelmezlerdi.”
Bu alıntılarda da görüldüğü gibi Kropotkin kitabın genelinde topluluk halinde yaşayan canlıların doğalarında karşılıklı yardımlaşmanın önemli bir yer tuttuğunu ve bu türlerin karşılıklı yardımlaşma dürtüleri sayesinde daha ileriye doğru evrimsel bir süreç geçirdiğinden bahseder. İnsanın da topluluk halinde yaşayan bir canlı olduğu gözden kaçırılmaz ise aslında iktidarların ortaya koyduğu “doğal durumda herkesin birbirini parçaladığı” bir toplumsal yapı aslında hayali bir yapı olarak tanımlanabilir.
Bizler, ilksel kabileler üzerine yapılan antropolojik çalışmalar olsun, Çatalhöyük benzeri arkeolojik hareketler neticesinde ortaya çıkartılan örnekler üzerinden olsun, bizlere unutturulmaya çalışılan dayanışmacı insanı hatırlatmaya gayret ediyoruz.
Efendisiz ve Dayanışmacı Bir Toplum: Çatalhöyük
Peki varlığını hatırlatmaya çalıştığımız o insan hakkında Çatalhöyük’ten neler öğrenebiliriz?
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi MÖ. 7000’lere –yani günümüzden 9000 yıl öncesine- tarihlenen Çatalhöyük, bulunduğu dönemin metropolü konumunda. Keşfi ile birlikte bilim çevrelerinde büyük yankı uyandıran kent, Yakındoğu çıkışlı bir şehirleşme teorisinin tekrar düşünülmesi ve hatta rafa kaldırılması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Ekonomik ve sosyal örgütlenmesi dönem koşullarına göre üst düzeyde olup, sanatsal damarı gayet güçlü bir konumdadır. Herhangi bir savaş izine rastlanmaması, bin küsur yıllık bir yerleşim sürecinin barışçıl koşulların ağırlığında geçtiğini bizlere göstermektedir. Bu genel söylemde bulunduktan sonra belli başlıklar çerçevesinde Çatalhöyük’ü incelemeye başlayabiliriz…
Öncelikle höyük teriminden bahsetmemiz yerinde olacaktır. Höyük kısaca, eski bir yerleşme yerinin zamanla toprakla örtülüp tepe biçimine gelmiş halidir. Höyükler genelde üst üste gelmiş çok evreli yerleşim yeri birikimleridir. 1-40 metre yükseklikte ve 1000-1500 metre genişlikte olurlar. Uygarlıkların araştırılmasında önemli referanslardır. Höyükler, günümüze göre en yakını en üstte olmak üzere eskiye doğru uzanan bir katmanlaşma gösterirler. Çatalhöyük’te bu tanımda yer edindiği gibi yer seviyesinden daha da yukarıda olan bir yerleşim alanıdır.
Bu yerleşim alanının sakinleri bu bölgeyi bilinçli şekilde seçtiler. Zira sulak bir alanda bulunan yerleşim bölgesi, ihtiyacın karşılanması sayesinde hem tarımsal faaliyetlerini rahatça sürdürebilmesine hem su içmeye gelen yaban hayvanları avlayabilmesine, hem de kuzeydeki kil yataklarını kullanabilmesine yol açmıştır.
Çatalhöyük ismi ise bölge halkının verdiği bir isimdir. Bölge halkının Çatalhöyük ismini vermesinin sebebi ise yerleşim alanının doğu höyüğü ve batı höyüğü olmak üzere iki höyükten oluşup çatal şeklinde olmasıdır. Yazımızın asıl konusu olan ve bilimsel çevreleri asıl heyecanlandıran doğu höyüğü MÖ. 7400 – 6200 arasına tarihlenirken batı höyüğü MÖ. 6200-5200 yılları arasına tarihlenmektedir.
Çatalhöyük Köy mü, Kent Mi?
Bulunuşu ile birçok kesimi heyecanlandıran yerleşim yeri hakkında yapılacak araştırmalarda dikkat çekecek hususlardan bir tanesi alanın köy olarak adlandırılmasıdır. Bu konudaki düşüncelerimizi söylemeden önce biz anarşistlerin köy–kent kavramlarına bakışı hakkında kısaca bir açıklama yapmak yazının devamının sağlıklı şekilde ilerlemesi açısından olumlu olacaktır.
İlerilik ve gerilik söylemlerine her daim şüphe ile yaklaşan anarşistler “Hangi kriterlere göre ileri? Hangi kriterlere göre geri?” sorusunu her daim sormuşlar ve klasik bakış açısının sahip olduğu köyün geri kalmışlığı, kentin ileri bir düzeyde oluşu yönündeki fikirlere sıcak bakmamışlardır. Bir ileri–geri hiyerarşisinden rahatsız olan anarşistler, Marksist düşünce biçiminin sahip olduğu, köylülüğün aslında gerici bir hareket olduğu yönündeki düşünceye de itiraz etmiş ve köylü hareketlerini de sahip oldukları doğal isyan dürtüleri sebebiyle selamlamıştır. Dolayısı ile Çatalhöyük’ün kent yahut köy olarak tanımlanması anarşistler açısından aslında pek önem taşımamakla birlikte burada neye itiraz ettiğimizi açıklamak durumundayız.
Hakim olan anlayışa göre kent, köyden daha ileri, daha gelişmiştir. Peki döneminin koşullarına göre gelişmiş bir ekonomik ve sosyal örgütlenmeye sahip olmasına ve 10.000 kişiye yakın bir nüfusa sahip olmasına karşın – ki bugün dahi bu sayıda nüfusa sahip alanlar köy olarak nitelendirilmiyorken – Çatalhöyük neden köy olarak nitelendirilmekte, kent olarak tanımlanmaktan kaçınılmaktadır?
Bu konuda kazı başkanı Ian Hodder’a kulak verelim. Şöyle diyor Hodder: “Çatalhöyük’te evlerden, ağıllardan ve süprüntülerden başka bir şey yok. Kasaba terimiyle ilişkilendirilebilecek herhangi bir işlevsel farklılık taşımıyor. Çatalhöyük çok büyük bir köy yalnızca. Eşitlikçi köy fikrinin doruğa ulaştığı bir yer.”
“Çatalhöyük çok büyük bir köy yalnızca…” Hodder böyle tanımlıyor. Kent olmayışının sebebini ise işlevsel açıdan farklılık taşıyan herhangi bir yapının–alanın bulunmamasına bağlıyor. Yani tüm yapılar hemen hemen birbirine yakın boyutlarda ve iç dekorasyon açısından, kullanılan malzeme açısından belli yapıların ön plana çıkma durumu görülmüyor. Bu da demek oluyor ki yerleşim alanı içerisinde herhangi bir sınıfın, halkın geri kalanına göre daha imtiyazlı olması, onlardan üst bir konumda olması gözlemlenemiyor. Yani Çatalhöyük’te herhangi bir otorite bulunmuyor.
Herhangi bir otoritenin bulunmayışı dolayısı ile bu anlayış, kendi düşünce sistemine göre gelişmişliğin, ilericiliğin karşılığı olan kent sıfatını Çatalhöyük’ten esirgiyor.
Pierre Clastres, Devlet’e Karşı Toplum adlı eserinde otorite bulunan toplulukları ileri düzeyde, otorite bulunmayan yahut asgari düzeyde bulunduran toplulukların ise geri düzeyde olduğu savına sahip olan çalışmalar hakkında şöyle demişti: “İktidar sistemimiz en iyi kabul edilmekle kalmaz, arkaik toplumların da kesinlikle buna benzer bir gelişme gösterecekleri ileri sürülür. Çünkü ‘Nil dillerini konuşan topluluklardan hiçbiri büyük Bantu krallıklarının siyasal örgütlenme düzeyine ulaşamamıştır.’ ya da ‘Lobi toplumu siyasal örgütlerden yoksundur.’ demek, bir bakıma da bu toplumların gerçek bir siyasal iktidar oluşturmak için çaba harcadıklarını öne sürmek anlamına gelir. Yoksa Sioux yerlilerinin Aztekler’in düzeyine ulaşamadıklarını ya da Bororolar’ın siyasette İnkalar’ın düzeyine ulaşamadıklarını söylemenin ne anlamı olabilir?”
“Otorite yoksa, yöneten yoksa, geridesiniz! İlerlemeye, uygarlığa erişmeniz için bir otoriteye ihtiyacınız var!” söylemlerine alışığız.
Tarımsal faaliyetleri olan, hayvanları evcilleştiren, obsidyen, deniz kabukları gibi malzemeler üzerinden ciddi bir ticaret ağına sahip olan yani artı ürün elde eden Çatalhöyük insanı, kentinin etrafına da herhangi bir koruma önlemi almamıştı. Sur her ne kadar sonraki dönemlerde görülse de en azından sınır taşları o dönemde görülen yapılardandı. Ama Çatalhöyük halkı bu tarz şeylere de ihtiyaç duymamış, komşu yerleşim alanlarını bir tehdit olarak görmemiş, demek ki ilksel anlamda bir kapitalist çevrede bulunmamıştı. Zira kapitalizm sömürüye dayanan bir sistem olarak diğer sınıfı, diğer topluluğu sömürmeyi ana ilkelerinden bellemiştir.
Çatalhöyük Evleri
“Çatalhöyük’teki evler dikdörtgen planlı olup malzeme olarak genellikle kerpiç kullanılıyordu. Çatılar saz ve kamıştan olup onları ahşap dikmeler taşıyordu. Birbirine bitişik olan evlerin girişleri üstten veriliyor ve kent içindeki ulaşım damlardan sağlanıyordu.”
Bu cümleler okuyup geçebileceğimiz cümleler değil. Dikkatle incelememiz gereken cümleler.
Evlerin bitişik olmasına dair Hodder’un yorumu şu şekildedir: “Evler arasındaki benzerliğin yüksek olması, dip dibe denecek kadar bitişik olmaları ve birinin eve girmek için başkalarının evinden geçmesinin gerekmesi bakımından Çatalhöyük sıkı örülmüş bir topluluktu diyebiliriz.” Bu konuya dair başka bir yerde ise “yerleşim yerinin genel ortak kimliği, Çatalhöyük’teki evlerin bitişik örüntüsünden anlaşılabilir. Ayrıca bu bitişikliğe rağmen eve dayalı özerklik ön plandadır.” demiştir.
Evlerin birbirine bitişik olması, Hodder’ın da belirttiği gibi önemli bir konu. Bu toplumsal yakınlığın bir göstergesi. Yanı sıra girişlerin damdan verilmesi ve evlerin bitişik olması sebebiyle sokakların bulunmayışı da dikkatle incelememiz gereken konular. Sokak olmadığına göre Çatalhöyük insanı kent içi ulaşımı damlar üzerinden sağlıyordu. Yani bir Çatalhöyük evinin üzerinden günde yüzlerce insan geçiyordu. Bu yoğunluğa rağmen bin yılı aşkın süre bu tarzda bir yapılaşmanın bulunması Çatalhöyük insanının evinin üzerinden geçen insanlardan rahatsız olmadığı dolayısı ile adeta kentin büyük bir aile durumunda olduğunun göstergesidir. Girişlerin damdan verilmesinin sebebi olarak ise akla en yatkın gelen düşünce, yırtıcı hayvanlardan korunma olacaktır.
Damdan verilen girişten bir merdiven yardımı ile inilen evde hemen merdivenin ucunda ocak yer alır. Ocağın buraya konumlandırılışı dumanın rahat şekilde çıkışını sağlama amacıyladır. Ancak her ne olursa olsun duman sağlıklı şekilde çıkmamıştır. İnsan kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalar bize Çatalhöyük insanının solunum yolu rahatsızlıkları yaşadığını göstermektedir. Bunun yanı sıra altta kalan sıva katlarında is izlerine rastlanması da dumanın sağlıklı şekilde çıkış yapamadığını doğrular niteliktedir.
Burada altını çizmemiz gereken bir diğer nokta ise kadınlar ve erkekler üzerinde yapılan çalışmalarda dumana maruz kalma oranının hemen hemen aynı olmasıdır. Bu da demek oluyor ki kadının evde, erkeğin dışarıda olduğu bir bölünme söz konusu değil. Erkek de kadın kadar ev içinde ve ocak başında zaman geçiriyor ve dumana maruz kalıyor. Durum özelinde, kadın ve erkek arasında anti hiyerarşik bir düzlem olduğundan bahsedebiliriz.
Ortalama 80 sene kullanılan evler temizlendikten sonra yarısına kadar yıkılır ve yıkılan yarısı ile ayakta kalan yarısının içi özenle doldurulur. Daha sonra bu katmanın üstüne aynı boyut ve tipte bir yapı daha inşa edilirdi. Hodder konu hakkında şöyle bir ifade kullanıyor: “Dağıtıldıktan sonra doldurma özenle yapılır. İnsanlar nasıl ölünce atalara dönüşüyorlarsa ve onları saygıyla gömmek gerekiyorsa evlere de öyle yapılmalı. Özenle doldurulmalı.”
Duvar Resimleri, Sanatsal Faaliyetler ve İnanç Yapısı
Çatalhöyük’te güçlü bir sanatsal damarın varlığından bahsetmiştik. Yapı duvarlarında gerek içerdiği mesajlar açısından gerek ise kullanılan teknik açısından önemli çizimler bulunuyor. Örneğin dünyanın ilk haritası olarak kabul edilen haritanın Çatalhöyük’te bulunduğunun belirtilmesi burada önem taşıyor. Genel olarak şehir planlamasını içeren haritada, şehrin hemen arka tarafında Hasan Dağı gösterilmiş.
Diğer çizimler hakkındaki bilgilere geçmeden şu önemli sorun üzerinde durmak önemli. Bugün Çatalhöyük’e gidecek insanlar ne yazık ki kazılarda ele geçirilen buluntuları görme şansına sahip olamıyorlar. Çünkü buluntular ya Konya merkezindeki Konya Arkeoloji Müzesi’ne ya da Ankara’da bulunan Ankara Medeniyetler Müzesi’ne aktarılmakta. Dolayısıyla Çatalhöyük’e gidecek olanlar yapacağı gezi esnasında genel olarak boş evlerden oluşan şehir yapılanması ile karşılaşacaktır. Bu eksikliğin giderilmesi adına kazı alanında oluşturulan bir ev canlandırması bulunsa da genel anlamda eserlerin uzak alanlarda sergilenmesi sorunu devam etmekte olup, yerleşim alanı özelinde yakınlarda bir müze kurulması tartışma konusu olarak devam etmektedir.
Bu kısa bilgiyi verdikten sonra diğer duvar resimlerine geçebiliriz. Ancak diğer duvar resimleri hakkında burada verilecek bilgilerin daha sağlıklı bir zemine oturması adına dönem insanının bir inancı hakkında şu bilgiyi de vermemiz yerinde olacaktır.
Metamorfik inanç olarak dinler tarihi literatürüne de geçen bir inanç şekli dönem insanının zihinsel dünyasında önemli bir yer tutar. Bu inanç temel olarak “benzer benzeri doğurur” ilkesine dayanmaktadır. Dolayısı ile dönem insanı bir ava çıkmadan önce başarılı geçen bir av sahnesini resmetmesi yahut tiyatral bir şekilde canlandırması durumunda gerçekte de avın başarılı geçeceğine yönelik bir inanca sahiptir. Bu durum sadece av eylemleri için geçerli olmayıp hayvanların üremesine yönelik istek yahut topluluğun üremesine yönelik duyulan arzunun da gerçekleşmesi adına uygulanmaktadır. Çatalhöyük öncesinde de birçok duvar resimlerinde de hayvanların çiftleşme sahnelerine, kadınların doğum sahnelerine yahut erkeklerin ve kadınların cinsel ilişkiye girme sahnelerine rastlanmaktadır. Bu sahnelerin resmedilmesi ile oluşan enerjinin gerçeğe de yansıyacağı düşüncesi hakim düşünce olmuştur.
Çatalhöyük duvarlarındaki sahneler birçok noktadan dikkat çekicidir. İlk olarak dikkatimizi çeken şey bölge insanının hayvanları evcilleştirmesi ve tarımsal yaşama geçmesine rağmen evcil hayvanların ve bitkisel motiflerin duvar resimlerinde yer almamasıdır. Bu önemli bir noktadır. Zira Çatalhöyük insanının günlük yaşamında tarım ve evcil hayvanlar çok önemli bir yer almasına rağmen neden onlara duvar resimlerinde yer verilmemiştir? Bu sorunsalı kazı başkanı Hodder da dile getirmiştir: “Çatalhöyük’ün bitki ve hayvanların ilk evcilleştirilmeye başladığı dönemden çok sonra oluşmasına ve ekonomisini evcil bitki ve hayvanlara bağımlı olmasına karşın sembolizm yabanıl hayvanlar üzerinde yoğunlaşmaktadır. Leopar gibi yabanıl hayvanlara verilen simgesel önemle evcil hayvanların hiç simgeleştirilmediği gerçeği çok belirgin bir çelişkidir.”
Peki Bu Durumun Sebebi Ne Olabilir?
Yaban, tarih öncesi insanı için çok önemli bir yer tutuyordu. İnsan eli değmemiş yaban doğa, yaban hayvanları her daim insanların gözünde kutsallığın birikim noktalarından olmuştur. İnsanlara büyülü, uhrevi, ulaşılması güç gelmiştir. Dolayısı ile tarih öncesi insanı için kutsallığın en önemli birikim noktalarından olan yabanın duvar resimlerinde tercih edilmesi yine inanç yapılarıyla açıklanabilir.
Yani duvar resimlerinde yabanın tasvirinin hakim olması, evcil olanın ise pek yer bulmamasının sebebi zihinsel dünyaları ve inanç yapılarıyla alakalı.
Çatalhöyük duvarlarında sıklıkla yaban hayvanlarının merkezde olduğu ve etrafında kalabalık bir insan topluluğunun yer aldığı sahnelerle karşılaşıyoruz. Genellikle hayvanların dilleri dışarıda, tüyleri dikleşmiş, panik halinde oldukları gözlenirken çevrelerindeki insanlar adeta trans halinde olup, hayvanların dillerini, tüylerini, bacaklarını çekiştirir haldedirler. Bu insanların üzerlerinde leopar derilerinden yapılma giyseler olup bazılarının ellerinde silahlar vardır. Bu sahneleri iki yönlü inceleyebiliriz… İlk olarak bunlar yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız metamorfik inanç çerçevesinde değerlendirilebilir. İnsanlar burada birer av sahnesi resmetmiş olup gerçekte avlarının başarılı geçmelerini sağlamak adına bu tarz sahneleri çizmiş olabilirler. Ellerdeki silahlar ve bazı sahnelerde insanların yanında görülen köpekler bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Diğer yönüyle ise bunlar birer erginlenme sahnesi olabilir. Tarih öncesi toplumlarda bireyler belli bir yaşa kadar toplumun tam olarak üyesi kabul edilmezler. O yaşa geldiklerinde toplum onlara birer ödev biçer. Bu ödev bazen uzun süreli oruçlar, bedene işkenceler, inzivaya çekilmeler şeklinde bireyin sınanması ile olurken bazen de yaban ile uğraşma şeklinde gerçekleşmektedir. Yabanın öneminden bahsetmiştik. Yabanın kutsal anlamda önemi olmasının yanı sıra fiziksel güç açısından sahip olduğu görkem de insanların gözünde onu ayrı bir yere oturtuyordu. Dolayısıyla fiziksel anlamda bu denli güçlü olan canlıları kıstırmak, onların dillerini, tüylerini, bacaklarını, boynuzlarını çekiştirmek ve onları zor duruma sokmak da birer sınama öğesiydi. Bu ödevleri başarı ile yerine getiren bireyler topluma tam anlamıyla katılıyorlardı. Sahnelerde hayvanların dilleri dışarıda, tüyleri diken diken olmuş, tedirgin bir halde resmedilmeleri ve etrafındaki inşaların trans halinde olup onların vücutlarına müdahalelerde bulunmaları da bu durumun bir göstergesi olabilir.
Yanı sıra bu sahnelerde dikkatimizi çeken bir diğer önemli nokta kadın figürlerine yer veriliyor oluşu. Kadın figürlerinin bu tarz sahnelerde yer alıyor oluşu kadınların da avlara katıldığı ve dolayısı ile erkeğin dışarıda (avda) kadının evde olduğu keskin bir iş bölümünün Çatalhöyük’ün günlük yaşamında bulunmadığı yönünde yorumlanabilir. Sık sık olduğu gibi burada da Hodder’a kulak vermekte fayda var: “Özellikle kadınların evde kaldıklarına işaret eden herhangi bir bulgu bulunmaz.”
Leopar tasvirleri de Çatalhöyük insanı tarafından sıkça tercih edilen tasvirlerdendir. Fakat burada da ayrı bir nokta dikkat çekicidir. En sık rastlanan tasvirlerden biri leopar tasviri olmasına, diğer sahnelerde de insanların üzerlerindeki giysilerin önemli bir bölümünün leopar derisinden yapıldığı anlaşılmasına karşın Çatalhöyük’te leopar kemiğine rastlanmamıştır. Çeşitli hayvanların kemiklerine belli oranlarda rastlanmasına karşın leopar kemiğine rastlanmamıştır. Bu durum büyük ihtimalle bizim için anlam ilişkisi tam kurulamasa da onların inanç dünyaları ile alakalı bir durumdu. Belki de leopar onlar için bir noktada bir totem rolü üstlenmiş olup, kemiklerinin yerleşim alanına getirilmesi tabu niteliğinde olabilirdi. Derileri yerleşim alanının dışında soyulup bu şekilde getiriliyor olması muhtemeldi.
Bu tarz sahnelerin yanında Çatalhöyük duvarlarında el izlerine rastlıyoruz. Çeşitli bitkisel karışımlardan boya elde eden bölge halkı ya bu boyalara ellerini batırıp sonrasında duvara bastırma suretiyle ya da boyaları ağzına alıp duvarlara koydukları ellerinin üstüne püskürtme yoluyla bu izleri yapıyorlardı. El izlerinin duvarlara yapılmasının temel sebebi olarak insanın sahip olduğu varlıksal kaygıları öne sürebiliriz. Varoluşundan bu yana insan her daim varlığını sürdürmeyi amaçlamış, ölümün kaçınılmaz oluşunun farkındalığının dahi bu amacı sürdürmesini engellemesine müsaade etmemiş ve ölümünden sonra dahi çeşitli yollarla varlığının kendinden sonraki nesillerce bilinmesini ve onların bilinç dünyalarında yer edinerek varlığının sürekli hale gelmesini istemiştir. Bu el izleri de yaşanan bu kaygı çerçevesinde değerlendirilebilir.
Çatalhöyük duvarlarındaki örnekler, karşılaşılan ilk örnekler değildi tabi. M.Ö. 20.000’li yıllarda Fransa’daki mağaralarda da bunlara benzer av/erginlenme sahnelerine rastlanmaktaydı. Ancak yaklaşık 10.000 kişilik nüfusa sahip bir kent boyutundaki yerleşim alanının -Çatalhöyük’ün- bu denli güçlü sanatsal anlatımlara sahip olması, bu yerleşim alanının gözlerden kaçırmamamız gereken bir özelliğidir.
Güven Gökdere
Patika Arkeloji Grubu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 43. sayısında yayınlanmıştır.
The post Tarih Öncesi Dönemin Efendisiz Kenti: Çatalhöyük – Güven Gökdere appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kitap: “Karanlık Vardiya” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Köyler boşaltılıyor, elleri arkadan kelepçeli insanlar yüzükoyun yerlerde yatırılıyor, askeri araçların içerisinden çocukların üzerine kurşunlar yağdırılıyor, uçaklar köyleri bombalıyor, evler basılıyor, yargısız infazlar yapılıyor, ormanlar yakılıyor…
Televizyonda “Bizimkiler” dizisi yok, tetris oyununun modası çoktan geçti, o yılların fenomen yarışması “Hugo’nun yerinde yeller esiyor, Eurovision şarkı yarışmaları artık eskisi kadar popüler değil, çünkü 90’lardan bahsetmiyoruz. 2015’teyiz.
Ali Yılmaz, hazırladığı “Karanlık Vardiya” kitabında, sanki 90’ları değil de günümüzü anlatıyor. Kitap temel olarak, Antonio Gramsci’nin devletin zora başvurmadan ‘nasıl yönetebildiğini’ açıklamak için kullandığı “hegemonya” kavramını ele alıyor. Devletin, baskı aracılığıyla politik iktidar egemenliğini sağlamasının yanı sıra, kültürel iktidarı aracılığıyla da ideolojik bir hegemonya kurduğundan söz ederken; insanların kendini ve çevresini yanılsama içinde algılamasını sağlayan bu gücü sorguluyor.
Kitapta hegemonya, rızanın örgütlendiği yani şiddet ya da zora başvurmadan inşa edilen süreçler olarak tanımlanıyor. Devletin kendi varoluşunu sürekli ve vazgeçilmez kılabilmek için, bazen baskıya bazen de rıza üretmeye başvurmasının örnekleri sıralanıyor bir bir. Toplumun genelinin nasıl olup da kendilerine doğrudan hiç de faydası olmayan, hatta zarar veren ekonomik, politik, sosyal ve kültürel söylemleri -kimi zaman toplumsal huzur adına, kimi zaman eskiye dönme korkusuyla, kimi zaman da din ya da laiklik elden gidiyor paranoyasıyla- can-ı gönülden destekleyebildiklerini açıklamaya yarıyor.
Karanlık Vardiya, Brezilya’da 1964 seçiminden sonra yapılan darbenin ardından “ölüm filoları”nın binlerce kişiyi öldürmesinden, Vietnam’da tarım arazileri ve ormanların kimyasal silahlarla bombalanmasına kadar birçok rıza üretme örneğinden söz ediyor. 1980 darbesinin de rıza üretme amacıyla yapıldığına değinirken, o yıllar boyunca, spor salonlarının, depolar ve kışlaların, nasıl sorgu ve işkence merkezlerine çevrildiğini anlatıyor.
Devletin tüm bu zorbalık ve dayatmalarına karşı, 90’lı yıllarda cezaevlerinden başlayarak, üniversitelerde, fabrikalarda ve özellikle Kürt coğrafyasında karşı koyuşlar ve direnişler engellenemedi ve etkisi günümüze kadar devam eden isyanlara dönüştü. Tüm yasaklamalara karşın 1 Mayıs’ta sokağa çıkılmaktan vazgeçilmedi. Grev yasağına rağmen 1986’da Netaş’ta iş bırakan işçiler bu süreç boyunca hem patrona hem de devlete meydan okudu. Sonraki yıllarda “işçi baharı” olarak ivme kazanan işçi eylemleri 1990’lı yılların özelikle ilk yarısında kamu işçilerinin de katılımıyla büyümeye başladı. Cezaevlerindeki tek tip kıyafet dayatması ise, açlık grevleri ve ölüm oruçları ile yanıt buldu ve devlete geri adım attırdı. Üniversitelerde de örgütlenmeyi engellemek için dayatılmak istenen, üniversite yönetimlerinin kontrolündeki “tek tip” öğrenci dernekleri sistemine karşı direnişe geçilerek işgaller gerçekleştirildi.
Tüm bu ve benzeri direniş ve karşı koyuşlar, devletin 80 darbesiyle birlikte sarsılmaz gibi gösterdiği hegemonyasını kırmaya başlayınca; devlet, bu kez de resmi kolluk ve istihbarat güçlerinin yanı sıra koruculuk sistemi gibi para-militer güçlerle ve JİTEM gibi, varlığını hep inkar ettiği kontrgerilla örgütlenmeleriyle tüm toplum kesimleri üzerindeki baskısını daha da arttırmaya koyuldu. Bir yandan da faşist baskı uygulamalarının gün yüzüne çıkmasını engellemek amacıyla diyaneti, hukuk ve eğitim sistemlerini seferber etti; özellikle medyayı bu psikolojik savaşın özel bir silahı olarak kullanmayı ihmal etmedi.
Polisin sokak eylemlerine yaptığı saldırılarda katlettiği insanlar, infazlar, ev baskınları, soruşturmalar, polis sayısının artırılması, gözaltında tecavüz ve ölüm, okullara çevik kuvvetin girişi, basına uygulanan sansür, gazetelerin kapatılması, birçok gazetecinin silahlı ya da bombalı saldırıda ya da işkencede öldürülmesi, JİTEM tarafından öldürülenlerin cesetlerinin ayaklarından iple tanka bağlanarak sürüklenmesi ve çırılçıplak teşhir edilmeleri, köy baskınları, köylülere dışkı yedirme, korucuların tehditleri, ceset kuyuları, Kürt siyasetçilerin öldürülmesi, partilerin kapatılması, yeni hapishanelerin inşaası, yeni karakolların yapımı, arazilerin mayınlanması, yaylaların yasaklanması, olağanüstü hal, köy boşaltmalar, ilçelere giriş çıkışın yasaklanması yalnızca Karanlık Vardiya kitabında sıralanan olaylar ya da 90´lardaki bir televizyon kanalındaki haberlerden aklımızda kalanlar değil, günümüzde de aktörleri değişmiş olsa da, benzer biçimde sürdürülen, devletin hegemonya politikası.
Mine Yılmazoğlu
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Kitap: “Karanlık Vardiya” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Şirket Tarımcılığına Karşı Kolektif Tarım Yöntemleri” – Çiğdem Artık appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Boğaziçi Soma Dayanışması ve yapılan saha çalışmaları gösteriyor ki, tarımdaki neo-liberal dönüşümlerle yeni şehir tarzları oluşturularak, tarlalar ıssızlaştırılmaktadır. Özellikle de, sanayinin tarım alanlarını yok ederek genişlemesi, küçük çiftçiyi topraktan uzaklaştırmıştır, endüstriyel üretimde ve şehirlerde çalışacak ucuz iş gücü haline getirmiştir. Çiftçiliğe devam eden üreticiler ise, piyasa karşısında ne emeklerini ne de maliyetlerini karşılayacak bir alan bulamamıştır. Uygulanan bu neo-liberal politikalar karşısında ise, yerel örgütlenme ve yerel yönetim fikirleri tartışılmaktadır. Üniversiteler bu politikalar karşısında nasıl bir örgütlenme modeli oluşturabilir, oluşturmalıdır? Piyasadan tasfiye edilen küçük çiftçi ile nasıl bir ilişki kurmalıdır ki, alternatif ekonomi tartışmalarını hayata geçirebilsin?
Boğaziçi Üniversitesi’nde bulunan üç oluşum, Bu-Koop, Öğrenci Kooperatifi ve Tarlataban İnsiyatifi, bu sorulara cevaben, birer örgütlenme örneği oluşturmaktadır. Boğaziçi Tüketim Kooperatifi, piyasadaki aracıları ortadan kaldırarak örgütlenen, üreticilerden doğrudan ürünlerini alan bir tüketici örgütlenmesidir. “Bu ürünleri ürettik ama kime satacağız” sorusunu soran çiftçiye, ürünlerini satabilmesi için bir alan yaratmaktadır. Tüketiciler için de, tarım politikaları karşısında pratik uygulamaların yanında söylem ürettikleri, ayrıca yarı üretici konuma geçtikleri bir oluşumken, Tarlataban İnsiyatifi bir üretim ayağıdır. Toprak ile ilişiği kesilenleri, yeniden toprakla buluşturan, pratikte karşılaştıkları, tarımdaki dönüşümler ile yüzleşmesini sağlayan bir örgütlenmedir. Örneğin, insanlar nadir bulunan atalık tohumlar ile yapılan üretimde hibrit tohum gerçeği ve tohum yasası ile karşılaşır. Tarımda yok sayılan emek maliyetini ise birebir deneyimleyerek öğrenir. Şirketlerin kapitalist projelerine karşı, halkın kendi yaşam alanlarını savunması ve bunun üzerinden söylem belirliyor olması kadar doğal bir durum yoktur. Serbest piyasanın vicdanına sığınmadan üretilen ürünler, Bukoop ve Öğrencikoop aracılığıyla tüketici ile buluşur.
Öğrenci Kooperatifi, kampüsteki kolektif alanların sermaye tarafından işgali ile mekan, tarımdaki dönüşümler ile de adil, ulaşılabilir gıda ilkeleriyle oluşmuştur. Bu-Koop aracılığı ile gelen ve Tarlataban ürünleri ile bireylerin emek sürecine dahil olarak gıdaya müdahil olduğu, sağlıklı gıdaya ulaşmayı neredeyse imkansızlaştıran ve her geçen gün, güvenilir gıdaya ulaşma noktasında kapanmayacak yaralar açmaya çalışan kapitalist kurumlar tarafından değil, yine bu işin gönüllüleri tarafından işletildiği aracı konumdaki bir oluşumdur.
Çiftçiliği, her geçen gün ortadan kaldırmaya yönelik yasalar çıkaran, küresel bir politikalar zinciri ile karşı karşıyayız. Şirket tarımcılığını yaşamlarımıza sokan bu kapitalist düzende bizler, tarımda ve sistemin yaşamlarımızı kanserli hücrelere dönüştürme planları yaptığı diğer tüm alanlarda, öz örgütlenmeler ile, halka ulaştırılan besin maddelerinin kimler tarafından, nasıl üretildiğini bilmesine zemin sağlamalıyız.
Çiğdem Artık – Tarlataban Kolektifi
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Şirket Tarımcılığına Karşı Kolektif Tarım Yöntemleri” – Çiğdem Artık appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Ütopyacı Aranıyor Acun Medya Kazanıyor” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Acun’un yeni dönemde ekranlara taşıyacağı bu program içerisinde yaratılacak mikro toplum her ne kadar şimdiden merakla bekleniyor olsa da, programla birlikte “Acun’un Ütopyası”nda milyar dolarların katlanarak artacağını görmek çok da zor değil.
Bir yer düşünün. Bir ormanın ortasında, bir dağın tepesinde ya da bir nehrin kenarında, ıssız bir arazi. Elinizde iki inek, 25 tavuk ve birkaç araç-gereç var. Tek varlığınız olan bu hayvanlarla hayvancılık yapabilir ya da birkaç tarım aletiyle hayatta kalmanız için yeterli olacak şekilde tarım yapabilirsiniz. Hatta isterseniz sizinle aynı araziyi paylaşmak zorunda olan diğer 14 kişiyle yaşamsal ihtiyaçlarınızı ve yapmanız gereken işleri de paylaşır, bu dayanışmayla daha kolektif bir yaşam örgütlersiniz. Birlikte ekip-biçer, birlikte yaşarsınız. Yani “kendi küçük dünyanız”da huzurlu ve mutlu yaşarsınız. Bu, ütopik olarak kurgulananın bir minyatürü olabilir.
Ama eğer siz “kendi küçük dünyanız”da yaşıyor iken, her anınız 7 gün 24 saat boyunca kameralarca kaydediliyor, sizin dünyanız dışında yaşayan milyonlar istedikleri her an sizin dünyanızı izleyebiliyor/dikizleyebiliyorsa, birlikte yaşamak zorunda olduğunuz 14 kişi ile birlikte içinde bulunduğunuz dünyadan elenmemek için bencillik ve rekabete bürünüyorsanız, bu ütopya olmaktan çıkar, içinde yaşadığımız distopik durumun sıkıştırılmış bir formatı haline gelir.
Show dünyasının neredeyse “tek adam”ı haline gelen Acun Ilıcalı’nın yeni sezonda yayınlayacağı program ÜTOPYA, işte böyle bir dünyayı tasvir ediyor. Daha yeri belirlenmemiş ıssız bir arazide, kendilerine verilen birkaç hayvan ve araç-gereçle, 15 yarışmacının “mikro bir toplum” inşa edeceği Ütopya’nın başvuruları henüz başlamış olsa da, yarışmanın hem televizyon dünyasında hem de sosyal medyada yarattığı etkiye bakılacak olunursa, gelecek sezonun en çok tartışılan ve en çok izlenen programları arasında olacağı açık. Acun Ilıcalı’nın “Biri Bizi Gözetliyor”, “Var mısın Yok musun?”, “O Ses Türkiye/O Ses Çocuklar” ve “Survivor”ın ardından yayına sokacağı bu programla, show dünyasında yeniden bir ilki başlatacağı anlaşılıyor.
Sunuculuktan Medya Patronluğuna: John de Mol ve Acun Ilıcalı
Acun’un daha önce ekranlara getirdiği birçok show programı gibi Ütopya’nın formatı da yabancı kanallardan satın alınmış. Ütopya’nın yaratıcısı da, “Var mısın Yok musun?”, “O Ses Türkiye/O Ses Çocuklar”, “Survivor” ve “Fear Factor”un yapımcısı olan televizyoncu John De Mol’un şirketi Talpa Medya.
Aslında Acun’un yalnızca televizyon programları değil kariyeri de Mol’ün kariyeriyle büyük oranda benzerlik gösteriyor. Forbes’in “Dünyanın En Zenginleri” listesinde 2009 yılında 334. sırayı alan John De Mol’un geçmişinde de sunuculuk yatıyor. Yıllar öncesinde (tıpkı Acun gibi) bir sunucu olarak televizyonculuk kariyerine giriş yapan Mol, kariyerini ilerlettikçe (Acun’un yakın bir zamanda yaptığı gibi) bir televizyon kanalı satın almış.
Şimdilerde yaklaşık 2.2 milyar dolar serveti olan John De Mol’ün kurduğu Talpa Medya’nın ürettiği her yarışma programı, televizyonculuk tarihine yeni bir bakış açısı katmak noktasındaki kararlılığıyla, büyük yankı uyandırıyor. Mol’un deyimiyle “sıradan bir şirket olmayan” Talpa’nın 25 kişilik ekibi, her pazartesi bir araya gelerek yarışma programlarının formatı üzerine kafa yoruyor. “Yaratıcılığın sınırlarını zorlayan” bu ekip, çalışmalarına öyle yoğunlaşıyor ki, pazartesi buluşmalarında yaptıkları sosyo-ekonomik tahlillerle, yarışmalarına arka planlar hazırlıyor. Öyle ki “2013 yılı boyunca tam anlamıyla sabit bir şeyi fark ettik; insanlar güvensiz, ekonomik geleceklerinden endişeli, sistemden mutsuzlardı. Kendimize şunu sorduk: İnsanlara her şeyi yeniden başlatmak için bir şans verilseydi ne olurdu? Şimdi yaşadığımız dünya yerine, mini bir toplum inşa edebilirler miydi?” sorusunun ardından 2014 yılı başında Ütopya ile birlikte, ekonomik krizlerden endişeli, geleceklerinden kaygılı 15 kişiye yeni bir “şans” sunmaya karar vermişlerdi.
İdealin Hayâlini Ararken
Birer hayal mekânı olan ütopyalar, içinde bulundukları dünyadan mutlu olamayan kimselerin, ideal olanı simgeleştirdikleri “kurgulanmış dünya”lardır. Günümüz kapitalist dünyasında ise asla gerçekten mutlu olamayacakların ideal olana ulaşabilme adına sarıldıkları bu hayaller, çoğu zaman düşünsel bir uğraş olmanın ötesine geçememektedir. Gündelik uyumun mümkün olduğu, yaşamsal ilişkilerin sorunsuz ilerlediği, “mutlu toplum”un hâkim olduğu ütopyalar, her ne kadar “en çok arzulanan”ı işaret etse de, salt bir uğraş olarak kalmakta ve yalnızca bir tasvirden ibaret olmaktadır. Bu “ideal evren” tahayyülü, hemen her zaman sadece hayalini mümkün kıldığı ideali hayal etmenin rahatlığını sunmaktadır.
Ütopyalar aslında “idealin hayali”ni sunarken, hayal kuranı içinde bulunduğu distopyaya da razı kılmaktadır. Distopyalarda hep “bugünden daha kötü” olanın tasviri sunulduğundan, kişi içinde bulunduğu zamanı da mutluluğu zorunlu kılan ideale yakın tutar. Aslında yaşanmakta olan günün bir distopya olduğunun (sanal yaşamların, gözetlenmenin, kapatılmanın böylesine olağanlaşmasının) görmezden gelinmesi de, içinde bulunulan hali giderek normalleştirir.
Kapitalizmin belirlediği sınırlar içerisinde insan yalnızca hayal edebilmenin özgürlüğüne sahiptir. Ütopyalar, daha mutlu bir evrenin yalnızca bir hayal olabileceğini, asıl olanın ise yaşanmakta olan gerçeklik olduğunu vurgulamakta, hayal eden kimselere de yalnızca ‘hayal etmenin mümkünlüğü’nü dikte etmektedir.
Gerçekten de “her şey açık”
Yaklaşan yeni sezonda yayınlanmaya başlayacak Ütopya şimdiden konuşulmaya başlandı bile. John De Mol’un “sosyal bir deney” dediği Ütopya’nın bu coğrafyaya uyarlanmış hali ve yaratacağı etki ise merak konusu. Yarışmanın düzenleneceği ve her bir köşesi kameralarla gözetlenecek olan sınırlı arazi içerisinde özel banyoların, tuvaletlerin kısacası mahremiyetin olmaması, yarışmanın Hollanda formatındaki kadar ilgi çeker mi bilinmez. Ancak Ütopya’nın Amerika formatında olduğu gibi, bir eşcinselin de yarışmaya “renk katacak” biçimde katılımının sağlanması, sanıyoruz “buranın ütopyası”nın tahammül sınırlarını zorlar.
Ütopya yalnızca sahip olduğu formatıyla değil, show dünyasının kurallarına getireceği yenilikler ve yeni yöntemleriyle de merak uyandırıyor. Bugüne kadar düzenlenen tüm yarışmaların aksine, yarışmacıların eleneceği açık oylamalar için, “her şey açık ve adil” denilse de, düzenlenecek açık oturumların sonucunda katılımcılardan birinin elenecek olmasının yarışmacılar arasında büyüteceği hırs ve rekabet duygusu, bu duygunun Ütopya’daki gündelik yaşayışlara yansıması ise bugünden belli.
Biri Bizi Gözetliyor’dan bu yana show dünyasında büyük yer edinen “gözetlenme”, Ütopya ile doruk noktasına ulaşacak gibi görünüyor. Kısa süreli şöhretlerin, 7/24 gözetlenmelerin, kayıt altına alınan yaşamların sergilendiği reality showların belki de son noktası olacak “Ütopya deneyi”.
“Mahremiyet”in olmadığı, “her şeyin açık ve adil” olduğu, sınırları belirli bir alanda her anınızın kaydedildiği ve naklen yayınlandığı bir dünyanın ne kadar idealize olduğu tartışılır. Ancak bir yıl boyunca yaşayacağınız her günün, Orwell’ın 1984’üne benzerliğini düşündüğünüze, bir distopyaya dönüşeceği fikri de çok da uzak sayılmaz.
Rekabetçi Topluma Geçiş
Öteden beri sistem karşıtlarına “atfedilen” ütopya kavramının kapitalizmin ve show dünyasının kazananları arasında yer alan Acun ve De Mol tarafından bu şekilde piyasaya sürülmesi, bu programın esasen neye hizmet edeceği konusunda bizlere yeterince fikir vermelidir.
Programın yapımcıları bugünkü kapitalist sistemin koşullarının geçerli olmadığı bir dünyayı “sıfırdan yaratma şansı”nı katılımcılara sunmakta ve yarışma boyunca yaşanacak her şeyi internet ve televizyon aracılığıyla tüm toplumun gözetimine açmakta. Programın ismi itibariyle oluşması beklenen mutlu tablonun yerine hırs, rekabet ve bencilliğin ortaya çıkması halinde ise, topluma-düzene ilişkin eleştirilerin boş birer safsata olduğu, sorunun sistem sorunu değil insan doğasına ilişkin olduğu mesajı verilmekte. Tabi ki programın baştan sona kurgu olduğu iddiasında değiliz. Ancak, ayda üç kez yapılan ve her elemede bir katılımcının, programdan çıkarılacağı elemelerin ve yarışmanın sonunda bir kazananın olacak olmasının katılımcılar arasında bencillik, rekabet ve gruplaşmalara yol açacağı aşikârdır.
Böylesi bir tablonun izleyiciye sunduğu alt metin, “hayalcilere” düşünü kurdukları koşullar sağlandığında dahi, eninde sonunda bugünkü dünyanın yeniden yaratılmasının kaçınılmaz olduğudur. Yani kapitalizm kaçınılmaz bir sonuç olarak dikte edilmekte ve bu şekilde topluma hayalcilikten vazgeçip, mevcut sisteme razı olmaları ve sisteme adapte olmaları öğütlenmektedir.
Acun’un yeni dönemde ekranlara taşıyacağı bu program içerisinde yaratılacak mikro toplum her ne kadar şimdiden merakla bekleniyor olsa da, programla birlikte “Acun’un Ütopyası”nda milyar dolarların katlanarak artacağını görmek çok da zor değil.
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Ütopyacı Aranıyor Acun Medya Kazanıyor” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Geçici İşçilikten Sürekli Sömürüye” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Mevsimlik Tarım İşçileri
Tarımda hasat zamanının başlamasıyla beraber, coğrafyanın neredeyse tamamında, milyonlarca insan için farklı bir iş imkanı, farklı bir çalışma alanı, ancak çok da farklı olmayan bir yaşam söz konusudur; mevsimlik tarım işçiliği. Çocuk işçiler, kötü barınma koşulları, ağır şartlarda çalışan kadınlar, göç eden aileler, etnik baskı ve daha fazlasının aynı anda var olduğu bir yaşamdır mevsimlik tarım işçilerinin yaşamı. Yaklaşık olarak Mart-Nisan aylarında başlayan ve Kasım ayına kadar süren mevsimlik tarım işçiliği; günümüz geçici işçilik, taşeronlaşma gibi çalışma ilişkileri düşünüldüğünde, üzerinde durulması gereken elzem bir konudur.
Mevsimsel Yaşamın Diğer Adı: Ücretli Tarım İşçiliği
Tarlada, bahçede, serada ya da hayvan yetiştirme birimlerinde üretim yapan insanlardan oluşan tarım işçileri, çalıştıkları zaman veya aldıkları ücrete göre; sürekli tarım işçileri, mevsimlik/günlük tarım işçileri, geçici tarım işçileri, göçmen tarım işçileri, parça başı ücretle çalışan işçiler, ayni ücret (para değil de üretilen ürün) karşılığında çalışan işçiler olarak sınıflandırılırlar. Her ne kadar böylesi bir sınıflandırma yapılmış olsa da, bir tarım işçisi için çalışılacak zaman ve emeğin karşılığı, ihtiyaçları gereği farklılaşır. Yılın belli zamanlarında farklı bölgelere göç edilen yaşamda, en genel anlamıyla, çalışılan zaman hasat zamanıdır; emeğin satılmasının karşılığı ise ücretli tarım işçiliğidir.
Pamuk, fındık, çay, üzüm, kayısı tarla ve bahçelerinde süregelen işçiliğin tarihi ise, coğrafyamızda oldukça eskidir. 1830’larda Kavalalı İbrahim Paşa tarafından Sudan’dan getirilerek Çukurova bölgesinde çalıştırılan işçiler, coğrafyamızdaki ilk mevsimlik tarım işçileri olarak bilinirler. Ardından tarımda kapitalist üretimin başladığı 1890’larda ise, çevre şehirlerden Adana’ya gelen mevsimlik tarım işçileri, pamuk ve hububat üretmişlerdir. 1930 ve 1940’lara gelindiğinde ise tarımda ücretli olarak çalışanların, genellikle çiftçiler olduğu görülmektedir. Çiftçiler, hasat zamanı öncesinde yoğun iş imkanları sebebiyle başka yerlere göç ederek; ırgat, amele, gündelikçi isimleriyle çalışmışlardır. Tarımda kapitalist üretimin bu coğrafyada hakimiyetini ilan ettiği 1950’lerde ise, mevsimlik tarım işçiliği her bölge için farklı bir piyasaya dönüşmeye başlamıştır. Bugün Diyarbakır, Urfa, Hakkari, Van, Şırnak, Adana, Hatay başta olmak üzere neredeyse tüm şehirlerden ailelerin, farklı yaş gruplarının oluşturduğu mevsimlik tarım işçilerinin yaşamlarının temelleri böyle atılmıştır.
Mevsimlik Tarım İşçilerinin Zorunlu Göçebe Yaşamı
Bugüne gelindiğinde, köylerden şehirlere göç, Kürdistan’daki savaş ve farklı bir çok etmen sonucu mevsimlik işçi olarak çalışanlar; hem yakın şehirlere, hem de farklı bölgelerdeki şehirlere hasat zamanları giderek burada bir yaşam sürmeye başlarlar. Evlerin kapısına kilit vurularak kamyon kasalarında, tren vagonlarında başlayan yolculuk; derme çatma barakalara, çadırlara uzanır. Banyosuz, tuvaletsiz, mutfaksız bir yaşam başlar. Neredeyse tüm zamanın açık havada geçtiği bu yaşamda, suya erişim de oldukça kısıtlıdır. Söz konusu şartlar, kalınan ortamı her türlü hastalığa açık bir yer haline de getirmektedir. Bu yaşam koşulları, aynı zamanda, çalıştığı bölgede mevsimlik tarım işçisinin dışlanmasında da etkilidir. Yerli halk tarafından çadırların veya barakaların bulunduğu bölge, uzak durulması, hatta mümkünse ortadan kaldırılması gereken yerler olarak görülebilmektedir. Öte yandan, coğrafyamızda devletin açtığı savaşın koşullarının yarattığı “kürt düşmanlığı” sebebiyle etnik çatışmalar da yaşanmaktadır. Yoksulluğun ve yoksunluğun derinden hissedildiği bu yaşam, ırgatlık yaşamı olarak da bilinir. Irgatlık yaşamının ekonomik anlamda ilk ve belki de tek muhatabı, aracılardır. Genellikle “dayı başı” olarak bilinen aracılar, patronun tüm sorumluluklardan kurtulmasını sağlarken; işçi ile kurdukları ilişki “tüccar-köle” ilişkisinden farksızdır.
Amele başı, elçi başı, dayı başı gibi farklı isimlere bürünebilen aracıların da olduğu bu sömürü biçiminde, hasat zamanının sona ermesiyle beraber işçi; inşaat, hizmet sektörü gibi mevsimlik başka alanlara da yönelebilmektedir. Yani hasat zamanlarında tarımda çalışan bir işçi, kış aylarında inşaat sektöründe veya hizmet sektöründe çalışabilmektedir. Çok sık karşılaşılan bu durum, mevsimlik tarım işçilerinin tüm yaşamlarını mevsimlik işçi olarak sürdürmesi demektir. Mevsimlik işçiler, bu özellikleriyle taşeron sistemi ve özel istihdam bürolarının güvencesiz ve esnek çalışma anlayışından bağımsız düşünülemeyeceği gibi; taşerona karşı verilen mücadelede de bu işçilerin alacakları rol görmezden gelinemez.
The post “Geçici İşçilikten Sürekli Sömürüye” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bebeklere Süt UHT’li Mama GDO’lu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>29 Mayıs günü Resmi Gazete’de de yayınlanan GDO yönetmeliğinde değişiklik ile Tarım, Gıda ve Hayvancılık Bakanlığınca, tüm bebek mamalarında GDO kullanımını serbestleştirdi.
Geçtiğimiz aylarda bebek maması üreten ve en bilinen şirketlerden biri olan Milupa’nın “Milupa Aptamil Sütlü Tahıl Karışımı”nın raflardan alınmış ürünlerine yapılan analizlerde GDO tespit edilmişti. Ardından şirket ve ürünle ilgili Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı “söz konusu bebek mamasının GDO analizi yapılmış, GDO tespit edilmediğinden ithalatına izin verilmiştir. Ancak piyasa denetimlerinde GDO tespit edildiğinden bebek mamaları toplatılmış, firma hakkında yasal süreç başlatılmıştır” diyerek bir açıklamada bulunmuştu.
Bunun üzerinden çok geçmeden 29 Mayıs günü Resmi Gazete’de de yayınlanan GDO yönetmeliğinde değişiklik ile Bakanlık, tüm bebek mamalarında GDO kullanımını serbestleştirdi.
Biyogüvenlik Kanunu’nun “yasaklar” başlıklı 5. maddesinde GDO ve ürünlerinin, bebek mamaları ile bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasaklanmıştır. Yasadaki bu düzenlemeye rağmen yapılan yönetmelik değişikliğiyle bu yasak delinmiştir. Bu yasağı delmek içinse Bakanlık, yasada tanımı olmayan bir kavramı yönetmeliğe koymuştur; GDO Bulaşanı.
Kısaca Bakanlık şunu demek istemektedir; Türkiye’de Biyogüvenlik Kurulu bugüne kadar sadece hayvan yemi ihtiyacına yönelik ürünlerde bulunan GDO’lara izin vermiştir. Bu GDO’lara Biyogüvenlik Kurulu izin verdikten sonra, aynı gen insan ürünlerinde de çıkarsa, ürünün piyasada kullanılmasına izin verilecektir. Bu düzenleme Biyogüvenlik sistemine tamamen aykırı olsa da.
Yani bu yönetmelikle hayvan yeminde bulunan gen, eğer ki bebek maması dâhil diğer gıdalarda da bulunursa, bunlar tüm ürünün binde dokuzunun altındaysa bu ürünlere izin verilecektir. Hem de ister üretim aşamasında, isterse de paketleme, nakliye, ambalaj aşamasında GDO bulaşmış olmasına bakılmaksızın. GDO’lu olarak üretilen bir ürünü bile, binde dokuz eşiğinin altında denilerek, GDO’lu olmaktan çıkarmanın yolu bulunmuştur.
Bu serbestliğin asıl amacıysa Milupa gibi gıda sektöründe para uğruna sağlığımızla oynayan şirketleri kurtarmak, tüm gıdalarımızda en başta bebek mamalarında GDO’yu serbest hale getirmektir.
The post Bebeklere Süt UHT’li Mama GDO’lu appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Çiftçi – Sen Başkanı Abdullah Aysu ile Söyleşi – Üretici ve Tüketici Arasındaki Soygunculara karşı Kooperatif appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şirketlere karşı alternatif olarak kurulan, çiftçileri şirketlere karşı koruması için oluşturulan kooperatifler şirketleştirildi. Birer serbest piyasa aktörü haline getirildi.
Tarımda endüstriyel üretimin gittikçe yaygınlaştığı, sağlıklı gıdalara ulaşmanın imkansız hale geldiği, tüketicinin satın aldığı, üreticinin ise ürettiği gıdaya yabancı bırakıldığı günümüz dünyasında üretici ve tüketici arasındaki ilişkide devreye giren vurgunculara, yani kapitalist şirketlere karşı bir mücadele örgütleniyor. Çiftçinin üretim esnasında artan mazot, tohum, gübre fiyatlarına karşı; tüketicinin güvensiz ve sağlıksız gıdalara karşı mücadelesinde ortak bir alan olan kooperatifler hem tarımsal üretimde hem de üretimin satış aşamasında hayli önem taşıyor.
Tarım alanında artan kapitalist sömürüye kaşı çiftçilerin toplumsal örgütlenmesini savunan Çiftçi-Sen Kurucu Başkanı Abdullah Aysu ile kooperatifçiliği konuştuk.
Meydan: Çiftçinin çoğu zaman zarar ederek, çok düşük fiyata satabildiği bir ürün nasıl oluyor da tüketiciye çok yüksek fiyatlara satılıyor?
Abdullah Aysu: Şu anda yalnız Türkiye’de değil, dünya genelinde çiftçiliği ortadan kaldıracak, yerine şirket tarımcılığını ikame edecek küresel bir politika uygulanmaktadır. Söz konusu politikanın gerçekleşmesinde fiyat politikaları birinci sırada yer almaktadır. Çiftçiler üretim esnasında kullanmak zorunda oldukları üretim girdileri olan tohum, gübre, mazot ve diğerlerini satın alırken pahalıya almak zorunda bırakılmakta, bin bir çileyle ürettikleri ürünlerini satarken vurguncu tüccar ve sanayici tarafından bu ürünler ucuza kapatılmaktadır. Bunun temel nedeni piyasayı düzenleyecek bir kamu kurumu ve çiftçilerin toplumsal örgütlenmelerinin olmamasıdır. Ürünleri üretici köylüden ucuza alan şirketler ürünleri pazarlarken, piyasayı bu kez tüketici lehine düzenleyecek bir kamu veya çiftçilerin ekonomik örgütlenmesi olmadığı için, yüksek fiyata satmaktadır. Çiftçilerin hak arama örgütleri olan Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu üretimden pazarlamaya, zincirin tüm halkalarına üretici ile birlikte tüketicinin belirleyeceği bir mekanizmanın-örgütlenmenin oluşması için mücadele etmektedir.
Meydan: Tüketicinin ilk elden üreticiye ulaşabilmesi için oluşturulacak kooperatifler nasıl yapılandırılmalıdır, bu kooperatifler üretici ve tüketici açısından ne gibi çözümler yaratır?
Abdullah Aysu: Sözünü ettiğim zincirin en önemli halkası kuşkusuz kooperatiflerdir. Kooperatifler üretici ile tüketici arasındaki vurguncuları ortadan kaldırır. Çiftçinin alın terinin karşılığını almasını, tüketicilerin ise daha ucuz ve sağlıklı gıdaya erişmesini sağlar. Sömürüyü ortadan kaldırmaz, fakat minimuma indirir. Kaliteli gıdayla tüketiciyi buluşturur. Halkın nereden beslendiğini, kendisine besin maddesini kimin ürettiğini bilmesine zemin sağlar, isteyen gerektiğinde gidip yerinde görebilir. Hem üretici ve tüketici arasında doğrudan bir bağ kurulmuş olur, hem beslendiği ürünlerin nereden kimler tarafından nasıl üretildiğini görebilir. Biz bu tarzın oluşmasından sonra artık ürünlerimizle beslenen halka tüketici değil, yarı üretici diyoruz. Çünkü onlar tercihleriyle bizi yönlendirmiş oluyor, üretime katkı koymuş oluyorlar.
Meydan: Endüstriyel tarımla üretici, tüketicinin ihtiyaçlarına yönelik değil, devletin kalkınma planlarının ya da pazarın ihtiyaçları doğrultusunda üretime zorlanıyor. Bu yolla şirketleşen kooperatifler üretici ile tüketici arasındaki bağı kuramıyor. Endüstriyel üretime çiftçiyi entegre etmek üzere kurulan “truva atı kooperatiflerin” işletim basamakları nelerden oluşmaktadır?
Abdullah Aysu: Geçmişten bu yana çiftçilerin kooperatifleri vardır. Bu kooperatifler, ürün bazındadır. Fakat bu kooperatifler 2002 yılına kadar devlet vesayeti altında kooperatiflerdi. Devlet vesayeti altındaki kooperatiflerin anlaşılır olabilmesi için şöyle açıklanabilir: Çiftçiler kooperatifleri kurar. Seçimle yönetimlerini oluşturur. Yönetim oluştuktan sonra Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından bu kooperatiflere bir genel müdür atanır. Atanan genel müdür, kooperatif tarafından satın alınacak olanürünlerin kaça alınacağına, alınan ürünün ne kadarının işleneceğine ve kaça satılacağına karar verirdi. Buna “devlet vesayeti altında kooperatifçilik” denir. Çiftçiler, devlet vesayetçiliğine hep karşıydılar. Genel müdürlerini kendileri atamak istiyordu. Kooperatiflerini devletin yönetmesini değil, kendileri yönetmek istiyorlardı. Bu konuda hileyi şeriyeli bir kooperatif kanunu çıkarttılar. Bu 4572 sayılı Kooperatifler Kanunu’dur. Bu kanunla çiftiler kendi genel müdürlerini atayabildiler, fakat bu kez Dünya Bankası patentli Yeniden Yapılandırma Kurulları’nın kriterlerine göre kooperatifler yeniden dizayn edildi. Entegre tesisleri A.Ş.‘lere dönüştürülerek şirketleştirildi. İşçilerin çoğu çıkarıldı. Kamu bankalarından kredi almalarına yasak getirildi. Şirketlere karşı alternatif olarak kurulan, çiftçileri şirketlere karşı koruması için oluşturulan kooperatifler şirketleştirildi. Birer serbest piyasa aktörü haline getirildi. Türkiye’deki kooperatifler devlet vesayetçiliğinden özerkleşmedi, demokratikleştirilmedi doğrudan serbest piyasa kooperatifçiliğine dönüştürüldü.
Meydan: Sohbet için teşekkür ederiz. Umuyoruz ki kooperatif deneyimleri hem üreticinin ürününü gasp eden şirketlere karşı hem de tüketiciyi marketlerden, ürünün fiyatının kat be kat fazlasına, alışveriş yapmaya zorlayan kapitalizme karşı örgütlenen yaşamsal bir mücadeleye dönüşür.
Bu söyleçi Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post Çiftçi – Sen Başkanı Abdullah Aysu ile Söyleşi – Üretici ve Tüketici Arasındaki Soygunculara karşı Kooperatif appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Küresel Köylü Hareketi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küresel köylü hareketi La Via Campesina’nın 6. konferansı Endonezya’nın başkenti Jakarta’da gerçekleştirildi. Dünyanın 70 farklı ülkesinden 150 örgüte üye 500’den fazla çiftçinin katıldığı konferans öncesi gençlik ve kadın meclisleri de bir araya geldi. 6. Kongrede alınan ortak karar “gıda egemenliği için hemen şimdi dünyayı dönüştürüyoruz!”
Küresel köylü hareketi nasıl başladı?
1992 yılında Orta Amerika’da bulunan Nikaragua’da tüm zorluklara ve yasaklara rağmen bir araya gelen köylü örgütlerinin öncülüğünde La Via Campesina’nın (Küresel Köylü Hareketi) ilk adımları atılır.
DB (Dünya Bankası) ile IMF’nin (Uluslararası Para Fonu) ülkelere, dolayısıyla köylü ve çiftçilere dayattığı “yapısal reformlar” ile küçük aile çiftçiliği öldürülecek, ihracata dayalı sanayileşmiş, şirketlerin elinde olan endüstriyel üretim hedeflenmektedir. Buna karşı La Via Campesina ilk kongresini 1993’de Belçika’da gerçekleştirir. Küçük, yerli ve kadın çiftçilerin insanlık yararına üretim yaptığını söyleyerek şirketlere karşı savaş açar. Adaletli bir düzen kurmak için IMF ve DB’ye karşı mücadeleye başlar.
Gıda Egemenliği Nedir?
Gıda egemenliği La Via Campesina’nın savunduğu temel ilkelerden biridir. Dünya üzerinde 800 milyon insan obez iken bir o kadarı açlık içinde yaşıyorsa dünyada gıda üretimi ile alakalı bir sorun yoktur, bunun dağılımındaki adaletsizlikle alakalı bir sorun vardır.
Gıda egemenliği;
İkinci kongre 1996 yılında Meksika’da düzenlenir. Burada toprak reformu, bioçeşitlilik, insan hakları, kadın ve gıda egemenliği konuları ele alınır. Bu alanlarda çalışmalar yapmak üzere komisyonlar oluşturur. Meksika kongresi Brezilya’da 19 çiftçinin öldürüldüğü 17 Nisan gününü “Küresel çiftçi mücadele günü” ilan eder. Her sene 17 Nisan da belirlenen ortak konu doğrultusunda dünya çapında eş zamanlı eylemler düzenlenir.
La Via Campesina Roma’da düzenlediği bir eylemde “gıda hayatla eşittir, bu yüzden pazarlık nesnesi olmaz” ilkesiyle tarımın DTÖ’den (Dünya Ticaret Örgütü) çıkartılmasını savunur ve DTÖ’ye karşı bir cephe örgütleyeceğini açıklar.
2002’de İsrail’in saldırılarıyla Filistinli çiftçilerin zeytin ve meyve ağaçlarının kesilerek arazilerine el konulması üzerine La Via Campesina’dan bir heyet İsrail tanklarıyla çevrili Ramallah’taki Arafat’ın karargahına giderek destek ziyaretinde bulunurlar.
2003 yılında DTÖ Meksika’nın Cancun kentinde 5. zirvesini toplar. La Via Campesina’nın Amerika da bulunan örgütleri zirveye karşı güçlü bir eylem ortaya koyar. Yaklaşık on bin küçük çiftçi ve köylünün katıldığı eylemlerde DTÖ zirvesi engellenmeye çalışılmıştır. Konferansın yapıldığı salonun 5 ayrı demir tellerle koruma altına alınmasına karşın çiftçiler birer birer demir telleri aşmıştır. Son demir tele gelindiğinde Koreli çiftçi Bay Lee “DTÖ çiftçiyi öldürüyor” pankartını göstererek kendi yaşamına son vermiştir.
La Via Campesina konferanslarına dünyanın dört bir yanından katılan çiftçilerin, yerlilerin, gençlerin, kadınların ve köylülerin çok farklı kültürlerde olmalarına rağmen aslında çok büyük bir ortak noktaları var. Hepsinin yaşamlarını yok etmek isteyen düşmanları aynı; şirketler ve onun güdümündeki DTÖ!
Bu yüzden tarımı ve toprağı şirketlerin güdümünde şekillendiren DTÖ’ne karşı bir araya gelerek ve güçlerini birleştirerek düşmanlarına karşı toplanıyorlar. La Via Campesina’nın da önemi işte burada. Tüm bu farklı renkteki, farklı dildeki insanları birleştiriyor, ortaklaşmalarını sağlıyor.
Yaşamı Şimdi Yeniden İnşa Ediyoruz
La Via Campesina 6. konferansında bir dizi karar alındı. Ortak slogan “Gıda egemenliği için şimdi dünyayı dönüştürüyoruz” oldu.
Neden 17 Nisan Dünya Çiftçi Mücadele Günü?
17 Nisan 1996’da Brezilya’da 19 çiftçi gruplar halinde hareket eden polis ve silahlı sivil gruplar tarafından haince katledilmiştir. 19 çiftçi 1500 topraksız ailenin 10 Nisan günü başlattıkları “Toprak Reformu” yürüyüşünün ön sıralarında yürüyen topraksız köylüleriydi. MST (Topraksız Kır İşçileri) örgütüne bağlı 19 çiftçinin büyüttüğü mücadele Brezilya’da hala devam etmektedir.
İşte 6. konferanstan ortaya çıkan fikirler;
Hükümetler ve şirketler halka “yeşil ekonomi” bahanesiyle GDO tüketimini, madenciliği, agro yakıtlara yönelik bitkisel üretimi, baraj projelerini, kaya gazı çıkarma tesislerini, petrol boru hatlarını ve son olarak denizlerimizin, akarsularımızın, ormanlarımızın özelleştirilmesini dayatmaktadır.
Endüstriyel Üretime Karşı Agro ekoloji
Şirketlerin egemenliğinde bir üretim sistemine mahkum kalmamak için Agro ekolojik üretimi savunmalıyız. Agro ekolojik üretim; tarımsal kimyasallara bağımlılığın önüne geçer, endüstriyel hayvancılığı reddeder, sağlıklı ve zengin bir beslenme sağlar, geleneksel bilgiye dayanır, toprak sağlığını ve bütünlüğünü korur. Bu tarım modeli insanlığın yanı sıra ormanları, toprağı, suları da besleyerek iklim krizinin de önüne geçen bir yöntemdir.
Küresel Dayanışma, Küresel Boykot
Rekabet yerine dayanışmayı savunuyor, ataerkilliği, ırkçılığı ve kapitalizmi reddediyoruz. Kadın, erkek, çocuk sömürüsüyle birlikte doğa sömürüsünden de arınmış demokratik toplumlar için mücadelemize devam ediyoruz. Şuan ki iklim değişiklikleri nedeniyle asıl zarar görenlerin bu işin sorumluları olmadığını çok iyi biliyoruz. Yeşil ekonomi diyerek yapay çözümler sunan şirketler durumu daha da kötüleştiriyor. Uygulamalarına ısrarlılıkla devam eden bu küresel şirketlerin tüm ürünleri küresel şekilde boykot edeceğiz.
Kadına Yönelik Şiddet ve Savaşlar Son Bulmalı
Kırsal ve kentsel alanlarda kadına yönelik aile içi, toplumsal veya kurumsal şiddet bir an önce son bulmalıdır. Askeri üslerin çoğalmasına, çatışma ve savaş yoluyla gaspın artmasına, direnişlerin suç olarak gösterilip şiddetle bastırılmasına tanık olmaktayız. Şiddet; egemenlik, sömürü ve yağmaya dayanan bu ölümcül kapitalist sistemin bir parçasıdır. Bizler ise barış, saygı ve onurlu bir yaşamı savunuyoruz. Verdikleri mücadele uğruna tehdit ve takip edilen, hapsedilen, katledilen yüzlerce köylünün acısını ve onurunu üzerimizde taşıyoruz. İnsan haklarını ve doğanın haklarını ihlal edenlere hesap sormaya ve sorumluların cezalandırılması yönündeki ısrarımıza devam edeceğiz. Ayrıca tüm siyasi mahkumların derhal serbest bırakılmasını istiyoruz.
Yaşamlarımıza Sahip Çıkalım
Bütüncül bir toprak reformu yapılmalıdır. Topraksız köylülere toprak verilmeli, doğa ile uyumlu tarım yapan köylülerin toprağa erişimi garanti altına alınmalıdır. Toprak bir meta değildir, yaşam için gerekli bir ortak alandır. Bu yüzden şirketlerin egemenliğine bırakılmamalıdır. GDO teknolojisi ile doğal tohumlarımızın kirletilmesini izin vermemeliyiz. Tohumları paylaşmaya bundan sonra da devam edeceğiz çünkü biliyoruz ki bizler tohum zenginliğinin muhafızlarıyız. Hayatın döngüsü suyla akar, hiçbir su kaynağı boşuna akmaz. Yaşamımız için suyumuzu korumaya da devam etmeliyiz.
En büyük gücümüz çeşitlilikten birlik yaratıp onu korumaktan geliyor. Toplumlarımızı dönüştürmek ve Toprak Ana’yı korumak adına hepimiz mücadelemizi büyütmeliyiz. Şu ana kadar biriktirmiş olduğumuz bilgileri, elde ettiğimiz deneyimlerimizi tabandan paylaşmayı sürdüreceğiz. Okullarımızı ve eğitim metodlarımızı geliştirerek iletişimimizi daha da güçlendireceğiz.
La Vía Campesina 6. Konferansı kendi gücünden emin ve umut dolu bir gelecek inancıyla sonlanıyor. Yeryüzünün her bölgesinde, her anında, farklı dil ve kültürlerle mücadele sürüyor ve sürecek.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. Sayısı’nda yayımlanmıştır.
The post Küresel Köylü Hareketi – Furkan Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Gıda Krizi Kimin Krizi? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Otomotivden tekstile, enerjiden inşaat ve turizme kadar birçok sektörde tekelleşme yaratan, kölece çalışma koşullarıyla işçileri sömüren, birçok farklı bölgede yaşam alanlarını yok eden ve taşeron sistemini ciddi anlamda büyüten küresel şirketler, son zamanlarda tarıma ve hayvancılığa yöneldi. Bu yönelimde AB çerçevesinde verilecek teşvikler ile Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın verdiği destekler ve özellikle TİGEM’e (Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü) ait geniş çiftlikler ve hazine arazilerinin kiralama yöntemiyle tahsisi önemli bir etkiye sahip. Ayrıca “sanayileşen tarım ile beraber bitkisel ve hayvansal üretim potansiyelinin“ bu yönelimi etkilediği söylense de, büyük patronların bu yöneliminin esas odağının yaklaşan gıda krizi olduğu düşünülüyor.
Haziran ayından bu yana başta ABD olmak üzere Avrupa ve Asya’da yaşanan kuraklık ile beraber buğday ve tahıl üretiminin büyük oranda düşmesi (özellikle Ukrayna’da buğday fiyatlarının % 13 oranında artması) yeni gıda krizinin habercileri oldu. Hatta Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker geçtiğimiz ay gıda krizi hakkında “Kuraklık bizi etkilemez” diyerek kapitalizmin üç yıl önceki ekonomik krizinde de söylenen “bizi teğet geçer” lafazanlığını devam ettirmişti.
Gıda krizinin artık yaklaşmaktan öte yaşanmaya başlandığı tartışmaları sürerken; spekülatör George Soros’un tarım arazilerini akıllı yatırım olarak önermesi ve yine bir spekülatör olan Jim Rogers’ın “gıda fiyatları artarsa hepimiz aç kalacağız“ kehanetiyle beraber dünyada birçok farklı yerde verimli toprak satın alması tartışmalara farklı boyutlar kazandırıyor. Bahsi geçen kimselerin spekülasyonlar üstünden gelir elde ettiği düşünülürse, sadece bu küresel spekülasyon üzerinden verimsiz bir sektörü daha verimli ve cazip bir şekle sokup, bunun üzerinden gelir elde edecekleri de tartışmaların başka bir boyutu.
Bu tartışmaların sonucu ve kazandığı yeni boyutlar bir tarafa, T.C’nin küresel arenada boy gösteren şirketleri de bu tartışmaları görüp, tarım ve hayvancılık sektörlerine önemli yatırımlar yapmaya başladı.
Koç Grubu, Urfa’da “GAP’ın en büyük tarım ve besicilik işletmesi” olarak adlandırılan işletmeyi kurdu ve Denizli Acıpayam’daki Devlet Üretme Çiftliği’ni kiraladı. Doğan Holding, Kelkit’te açtığı hayvan besi çiftliğiyle AB tarafından “Doğu Anadolu’nun en büyük hayvan besi çiftliği” ünvanı verilerek ödüllendirildi. Cıngıllıoğlu Holding, Niğde’nin Bor ilçesinde 22 Milyon Dolarlık yatırımla, organik tarım yapmaya başladı. Özaltın Holding, 120 dönümlük bir sera kurdu. Sel Group, Aydın Sultanhisar’da 8 milyon Euro yatırımla 65 dönümlük sera kurdu. Gürmen Giyim’in sahibi ve Ramsey’in ortağı Hüseyin Doğan, Aydın Sultanhisar’da 148 dönümlük sera kurdu. Tahincioğlu, Salihli’de meyve bahçeleri kurdu. TOBB(Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu Turgutlu’da jeotermal seracılığa başladı.
Büyük patronların bu yatırımları sonucu tarım sektöründe tekelleşmenin ciddi bir artış göstermesinin yanı sıra satılan veya satılacak olan toprakların ücretleri de katlanmaya başladı. Bu katlanmaya dair bir konuşmasında Manisa Alaşehir Ziraat Odası Başkanı Necdet Türk tarla fiyatlarında en fazla artışın verimli arazilerde yaşandığını vurgularken, Alaşehir’de verimli topraklarda fiyat artışının üç yıl öncesine göre 4-5 kat arttığını belirtiyor. Bu katlanma sadece verimli topraklarla da sınırlı değil; yine Alaşehir’de verimsiz toprakların ücretlerinin de katlanarak arttığını belirten Necdet Türk, “Ekili olmayan fiyatı 3-4 bin lira olan normal tarlanın dönümü, 10-15 bin liraya satıldı” diyerek verimsiz toprakların dahi ne ölçüde katlandığını vurguladı.
Gerçek bir gıda krizinin olup olmadığı tartışmaları tarım ve hayvancılık sektörünü ne kadar bulanık ve anlaşılmaz bir hale getirirse getirsin, TC ‘deki büyük patronların bu sektörlere büyük yatırım ve yönelimleri gerçeğini değiştirmiyor. Tarım ve hayvancılık sektörünün giderek daha fazla endüstriyel hale gelmesinden, şirketlerin küçük çiftçileri yok etmesine; tarımın GDO’lu tohumlara mahkûm edilmesinden gıda fiyatlarının ciddi anlamda artıyor olmasına kadar kriz ya da spekülasyonlar krizin, efendileri değil ezilenleri etkileyeceğini açıkça ortaya koyuyor.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 3. sayısında yayımlanmıştır.
The post Gıda Krizi Kimin Krizi? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>