The post Soma’dan Torun’a Üzüntümüz Öfkemizin Tohumudur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İnşaat sahasına intikal eden İnşaat İşçileri Sendikası inşaatın içerisine girerek incelemelerde bulundu. Sendikanın incelemeleri devam ederken şantiye alanı işçiler de dahil olmak üzere polis zoruyla boşaltıldı. Katliama tepki göstermek üzere oraya gelenlerin karşısına polis barikatı kuruldu. İçerde arkadaşlarının cesedi olan işçiler dahi alana alınmadılar. Bu arada içerden teker teker ambulanslar cansız bedenleri çıkarıyordu. İlerleyen saatlerde gelen HDP milletvekilleri içeri girerek incelemelerde bulundu ve ölü sayısının basında verildiği gibi 4 veya 6 değil 10 olduğunu, asansörün 32. kattan düştüğünü açıkladılar.
Şantiye önündeki bekleyiş sabah saatlerine kadar sürdü. Aynı şekilde polis barikatı nedeniyle işçiler, destek için oraya gelenler ve polis arasındaki gerginlik de devam etti. Sabah saatlerine doğru polis bekleyenlerin sayısının düşmesini fırsat bilip biber gazı ile saldırdı.Sonraki gün saat 14:00’de yeniden şantiye önünde toplanıldı. Saat 14:00’de İnşaat İşçileri Sendikası, saat 16:00’da ise DİSK, KESK, TMMOB ve TTB basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklamasından sonra bekleyişi sürdürenlere yine biber gazlı polis saldırısı vardı sahnede.
Yakın zamanda çok sayıda işçinin yaşamını yitirdiği Davutpaşa, Ostim-İvedik, Marmara Forum AVM gibi iş cinayetlerinde dökülen kan henüz kurumamışken, Soma’da katledilen 301 madencinin ailelerinin gözyaşı daha kurumamışken bu kez Torunlar grubunun inşaatında kardeşlerimizi yitirdik. Kapitalist sömürü düzeni, yerin yüzlerce metre altında ekmek kazanmaya çalışan maden işçilerine de, ekmeğini yerin yüzlerce metre üstünde inşaatlarda arayan inşaat işçilerine de ölümden başka bir şey sunmuyor.
İnşaat sektörü, can kaybından sakatlanmalara oldukça tehlikeli bir iş kolu olmasına karşın işçi güvenliğinin en az sağlandığı sektörlerden biri. Bu topraklardaki iş cinayetlerinin dörtte biri inşaat sektöründe yaşanıyor. Resmi rakamlara göre son 5 sene içerisinde 35.846 “iş kazası” yaşandı ve 1754 inşaat işçisi iş cinayetlerinde yaşamını yitirirken 1940 işçi sakat kaldı. Bu sayı neredeyse her gün 1 inşaat işçisinin hayatını kaybettiği anlamına geliyor. Sigortasız çalışmanın en yoğun olduğu sektörün inşaat sektörü olduğu göz önüne alındığında bu rakamların çok daha yüksek olduğunu söylemek hiç de zor değil.
İş cinayetleri, inşaat sektörünün neredeyse “normali” haline geldi, Erdoğan’ın deyimiyle ölüm artık bu işin fıtratı haline geldi. O kadar ki artık her gün yaşanan 1-2 işçinin ölümüyle sonuçlanan iş cinayetleri basın için haber değeri dahi taşımıyor.
Sektörünüz Batsın
Kazadan sonraki gün açıklama yapan Torunlar gayrimenkul yönetim kurulu başkanı Aziz TORUN asansörün bakımının yapılmadığı ve bu nedenle asansörün çöktüğü yönündeki iddiaları sert bir dille reddetti. “Bu olayda sorumsuzluğu ya da kazayı meydana getiren nedeni şirketimize mal etmelerine ya da şirketimizin bu anlamda bir leke almasına asla müsaade etmeyeceğiz” dedi. Aynen, insanlar radyasyonlu çaydan kanser olurken kameraların karşısına geçip çay içen bakan gibi “Bu asansörü biz de kullanıyoruz” dedi.
Peki asansörün bakımları yapılıyor, iş güvenliği tedbirleri sonuna kadar alınıyorsa ne oldu da bu asansör düştü ve 10 işçi öldü. Torun’un elbette buna da bir cevabı vardı. 301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği Soma katliamından sonra Erdoğan’ın söylediği “Bunlar sürekli olan şeyler, bu işin fıtratında bu var” cümlesini farklı kelimelerle tekrar etti: “Bu önlemlere rağmen bu tür kazaların yaşandığı sektörel bir vakı’a.”
Cinayetle ilgili 9 kişi gözaltına alındı. Her cinayette olduğu gibi şirketin patronlarından hiçbiri gözaltına alınmadı, sorgulanmadılar. Hatta kameraların karşısına geçip pişkin pişkin açıklamalar yaptılar ve neredeyse ölen işçileri suçladılar. Her iş cinayetinde olduğu gibi blok sorumlusu, asansör teknikerleri gibi birkaç çalışan veya şantiye şefi, proje sorumlusu gibi alt düzey yöneticilerin dahil olduğu birkaç kişi gözaltına alınıp ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldı. Anlaşılan savcı ve hakimler de, 10 işçinin ölümünde sorguladıkları kimsenin “kusurunu” bulamamışlardı, onlara göre de bu “sektörel bir vakıa”ydı.
Örgütsüzlük
Elbette her sektörde olduğu gibi inşaat sektöründe de en önemli sorun örgütsüzlük. İnşaat sektöründe bu sorun diğer sektörlere nazaran daha büyük. Ocak 2014 verilerine göre inşaat iş kolunda çalışan işçi sayısı 1 milyon 562 bin. Buna karşın sendika üyesi işçi sayısı toplamda 42 bin civarında. Bir sendikanın toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili olması için tüm iş kolundaki işçilerin en az %10’unu üye kaydetmiş olması gerekiyor. Ancak bu sektörde sendikalı işçi oranı %3’ün bile altında. Bu nedenle tüm inşaat sektöründe toplu iş sözleşmesi yok. Örgütsüzlüğün nedenleri arasında taşeron çalışma şeklinin ve sigortasız işçi çalıştırmanın yaygın olması, inşaat işlerinin dönemsel olması ve bu nedenle işçilerin sık sık iş değiştirmesi.
“Biz daha sabah 6’ya kadar çalışacağız” diyen bir işçi bir taraftan “sendikalar nerde, neden bizim haklarımızı savunmuyorlar” derken bir taraftan da polislere karşı barikatı açmaları için “ben işçiyim, ben sendikalı da değilim partili de değilim” diyordu. Elbette çalışma arkadaşlarını kaybetmiş bir işçinin tepkili olması normaldi. Ancak burada on yıllardır bizzat sendikalar tarafından oluşturulan sendikacılık algısının da rolü büyük. İşçilerin bazılarında sanki sendika, ancak işçilerin varlığıyla var olabilecek birşey değilmiş gibi, sanki işçinin kendisi olmadan işçi sendikası var olabilirmiş gibi bir algı hakimdi. Yine sanki işçilerin kurtuluşu, işçilerin bizzat kendilerinin değil de onların dışında var olan bir örgüt olarak “sendika yöneticilerinin” mücadelesiyle olabilirmiş gibi…
Sendikalar elbette işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin önemli araçlarından biridir. Ancak tüm ezilenlerin olduğu gibi işçi sınıfının da en önemli silahı örgütlülüktür. İster sendika altında ister sendikasız… Biz işçiler, ezilenler üzüntümüzü öfkemizin tohumu eyleyerek örgütlenmeli, katil patronlardan ve sömürü düzeni kapitalizmden yitirdiğimiz bütün kardeşlerimizin hesabını sormalıyız. Biz işçiler, ezilenler olarak bir daha yaşanan katliamların, cinayetlerin tekrarlanmaması için mücadele etmeliyiz. İşçilerin, ezilenlerin kurtuluşu ne bir partinin ne bir sendikanın eliyle gelecektir. Kurtuluş, ezilenlerin özörgütlü mücadelesindedir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır.
The post Soma’dan Torun’a Üzüntümüz Öfkemizin Tohumudur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Geçici İşçilikten Sürekli Sömürüye” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Mevsimlik Tarım İşçileri
Tarımda hasat zamanının başlamasıyla beraber, coğrafyanın neredeyse tamamında, milyonlarca insan için farklı bir iş imkanı, farklı bir çalışma alanı, ancak çok da farklı olmayan bir yaşam söz konusudur; mevsimlik tarım işçiliği. Çocuk işçiler, kötü barınma koşulları, ağır şartlarda çalışan kadınlar, göç eden aileler, etnik baskı ve daha fazlasının aynı anda var olduğu bir yaşamdır mevsimlik tarım işçilerinin yaşamı. Yaklaşık olarak Mart-Nisan aylarında başlayan ve Kasım ayına kadar süren mevsimlik tarım işçiliği; günümüz geçici işçilik, taşeronlaşma gibi çalışma ilişkileri düşünüldüğünde, üzerinde durulması gereken elzem bir konudur.
Mevsimsel Yaşamın Diğer Adı: Ücretli Tarım İşçiliği
Tarlada, bahçede, serada ya da hayvan yetiştirme birimlerinde üretim yapan insanlardan oluşan tarım işçileri, çalıştıkları zaman veya aldıkları ücrete göre; sürekli tarım işçileri, mevsimlik/günlük tarım işçileri, geçici tarım işçileri, göçmen tarım işçileri, parça başı ücretle çalışan işçiler, ayni ücret (para değil de üretilen ürün) karşılığında çalışan işçiler olarak sınıflandırılırlar. Her ne kadar böylesi bir sınıflandırma yapılmış olsa da, bir tarım işçisi için çalışılacak zaman ve emeğin karşılığı, ihtiyaçları gereği farklılaşır. Yılın belli zamanlarında farklı bölgelere göç edilen yaşamda, en genel anlamıyla, çalışılan zaman hasat zamanıdır; emeğin satılmasının karşılığı ise ücretli tarım işçiliğidir.
Pamuk, fındık, çay, üzüm, kayısı tarla ve bahçelerinde süregelen işçiliğin tarihi ise, coğrafyamızda oldukça eskidir. 1830’larda Kavalalı İbrahim Paşa tarafından Sudan’dan getirilerek Çukurova bölgesinde çalıştırılan işçiler, coğrafyamızdaki ilk mevsimlik tarım işçileri olarak bilinirler. Ardından tarımda kapitalist üretimin başladığı 1890’larda ise, çevre şehirlerden Adana’ya gelen mevsimlik tarım işçileri, pamuk ve hububat üretmişlerdir. 1930 ve 1940’lara gelindiğinde ise tarımda ücretli olarak çalışanların, genellikle çiftçiler olduğu görülmektedir. Çiftçiler, hasat zamanı öncesinde yoğun iş imkanları sebebiyle başka yerlere göç ederek; ırgat, amele, gündelikçi isimleriyle çalışmışlardır. Tarımda kapitalist üretimin bu coğrafyada hakimiyetini ilan ettiği 1950’lerde ise, mevsimlik tarım işçiliği her bölge için farklı bir piyasaya dönüşmeye başlamıştır. Bugün Diyarbakır, Urfa, Hakkari, Van, Şırnak, Adana, Hatay başta olmak üzere neredeyse tüm şehirlerden ailelerin, farklı yaş gruplarının oluşturduğu mevsimlik tarım işçilerinin yaşamlarının temelleri böyle atılmıştır.
Mevsimlik Tarım İşçilerinin Zorunlu Göçebe Yaşamı
Bugüne gelindiğinde, köylerden şehirlere göç, Kürdistan’daki savaş ve farklı bir çok etmen sonucu mevsimlik işçi olarak çalışanlar; hem yakın şehirlere, hem de farklı bölgelerdeki şehirlere hasat zamanları giderek burada bir yaşam sürmeye başlarlar. Evlerin kapısına kilit vurularak kamyon kasalarında, tren vagonlarında başlayan yolculuk; derme çatma barakalara, çadırlara uzanır. Banyosuz, tuvaletsiz, mutfaksız bir yaşam başlar. Neredeyse tüm zamanın açık havada geçtiği bu yaşamda, suya erişim de oldukça kısıtlıdır. Söz konusu şartlar, kalınan ortamı her türlü hastalığa açık bir yer haline de getirmektedir. Bu yaşam koşulları, aynı zamanda, çalıştığı bölgede mevsimlik tarım işçisinin dışlanmasında da etkilidir. Yerli halk tarafından çadırların veya barakaların bulunduğu bölge, uzak durulması, hatta mümkünse ortadan kaldırılması gereken yerler olarak görülebilmektedir. Öte yandan, coğrafyamızda devletin açtığı savaşın koşullarının yarattığı “kürt düşmanlığı” sebebiyle etnik çatışmalar da yaşanmaktadır. Yoksulluğun ve yoksunluğun derinden hissedildiği bu yaşam, ırgatlık yaşamı olarak da bilinir. Irgatlık yaşamının ekonomik anlamda ilk ve belki de tek muhatabı, aracılardır. Genellikle “dayı başı” olarak bilinen aracılar, patronun tüm sorumluluklardan kurtulmasını sağlarken; işçi ile kurdukları ilişki “tüccar-köle” ilişkisinden farksızdır.
Amele başı, elçi başı, dayı başı gibi farklı isimlere bürünebilen aracıların da olduğu bu sömürü biçiminde, hasat zamanının sona ermesiyle beraber işçi; inşaat, hizmet sektörü gibi mevsimlik başka alanlara da yönelebilmektedir. Yani hasat zamanlarında tarımda çalışan bir işçi, kış aylarında inşaat sektöründe veya hizmet sektöründe çalışabilmektedir. Çok sık karşılaşılan bu durum, mevsimlik tarım işçilerinin tüm yaşamlarını mevsimlik işçi olarak sürdürmesi demektir. Mevsimlik işçiler, bu özellikleriyle taşeron sistemi ve özel istihdam bürolarının güvencesiz ve esnek çalışma anlayışından bağımsız düşünülemeyeceği gibi; taşerona karşı verilen mücadelede de bu işçilerin alacakları rol görmezden gelinemez.
The post “Geçici İşçilikten Sürekli Sömürüye” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Şirketleri Maviye Boyayan ILO” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz 13 Mayıs günü Soma’da yaşanan katliamda (açıklanan rakamlara göre) 301 işçinin yaşamını yitirmesinin ardından madenlerdeki ağır çalışma koşulları, güvencesizlik, taşeron sistemi çokça konuşulmaya başlandı. Yerin yüzlerce metre altında, yüzlerce işçi katledildikten sonra, bu coğrafyada sanki daha önce hiç iş cinayeti yaşanmamış, işçiler sanki hiç göz göre göre katledilmemiş gibi, herkes işçilerin güvenliğinin sağlanmasına ve bunun denetiminin gerekliliğine dem vuran açıklamalarda bulundu. Televizyonlardaki tartışma programları, gazetelerdeki köşe yazıları hep bundan bahsetti; çalışma alanları daha güvenli hale getirilmeli, bunun denetimi eksiksiz sağlanmalıydı. İşte tam da bu konuyla alakalı olarak herkes baz alınması gereken bir “standart”tan bahsediyordu. Televizyoncular, gazeteciler, sendikacılar, milletvekilleri… Soma benzeri “elim kazaların” önlenmesi için ILO standartlarının tanınması gerekiyordu.
Sendikalar, yazarlar-çizerler, muhalefet partileri bir noktaya odaklanmış, hükümetin ILO sözleşmelerini imzalaması gerektiğine vurgu yapıyordu. Öyle ki ana sendika DİSK “TBMM, ILO’nun Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi’ni İmzalasın” açıklamaları yapmış, ana muhalefet partisi CHP’nin genel başkan yardımcısı Sezgin Tanrıkulu da “AKP hükümetinin derhal yapması gereken öncelikli görevlerden biri ILO’nun ilgili maddelerini derhal imzalamak” diyerek ILO’yu meclis gündemine taşımıştı.
Peki, katledilen yüzlerce işçinin ardından böylesine gündem olan, gerekli önem arz edildiği takdirde benzer katliamların önlenebileceği iddiasını yaratan ILO neydi?
ILO Nedir?
1919 yılında, Versailles Barış Antlaşması’na bağlı olarak İsviçre’de kurulmuş ILO (International Labour Organisation – Uluslararası Çalışma Örgütü), 1946 yılında Birleşmiş Milletler’in uzmanlık kuruluşu haline gelmiştir. Örgüt, “Evrensel insan ve çalışma haklarının korunması” ilkesi iddiasıyla kurulmuştur.
Temel çalışma hakları, örgütlenme ve toplu sözleşme hakkı, zorunlu çalıştırmanın kaldırılması gibi alanlarda belirli standartlar yaratan ILO, çatısı altında bulunan üye ülkelere de bu standartlara uyma noktasında sözleşmeler sunarak tavsiyeler vermektedir. “Bağımsız işçi ve işveren örgütlerinin gelişiminin teşviki”ni amaçları arasında tutan ILO, “eşit katılım” ilkesinden de vazgeçmeyerek işçiyi, işvereni ve hükümeti bir araya getirmektedir. Yani Uluslararası Çalışma Örgütü ILO, işçiyi, işçinin katili patronu ve katliama göz yuman devleti aynı masada çözüm aramaya itmektedir.
ILO’da Çözüm: İşçi, Patron, Devlet El Ele
Her yılın Haziran ayında ILO’nun Cenevre’de düzenlenen ve örgütün bütçesinin de oluşturulduğu Uluslararası Çalışma Konferansı’na ikisi hükümet delegesi, biri işveren, biri ise işçi temsilcisi olmak üzere her ülkeden 4 delege katılım gösterir. Ülkelerin çalışma koşullarıyla ilgili değerlendirmeler yapan ILO’nun toplantısına, katılımcı ülkelerin ilgili bakanları da katılır. Çalışma hayatına ilişkin sorunların halledilebilmesi savıyla yola çıkan bu toplantıda patron, bakan, devlet üçlüsü işçilerin koşullarının “iyileştirilmesi” noktasında fikir teatisinde bulunurlar; yani aslında işçiyi az ücretle çok saat-kölece koşullarda çalıştıranlar etrafında toplandıkları masalarda planlarının devamını getirirken, bunu da “işçiyi düşünen” imajına bürürler.
Global Compact ve Şirketleri Maviye Boyamak
“Sürekli rekabet içerisindeki iş dünyasına ortak bir kalkınma kültürü yaratmak” kaygısıyla oluşturulan Birleşmiş Milletler Küresel İlkeler Sözleşmesi olan Global Compact, imzacısı olan şirketlerin sosyal sorumluluk ve sürdürülebilirlik ilkelerini benimseyerek çalışmalar yürütmesini öngören bir BM sözleşmesidir. ILO’nun da imzacısı olduğu Global Compact, sürdürülebilir ve kapsamlı küresel ekonomiyi – yani kapitalizmin gelişmesini – amaçlarken, bu noktada BM ajanslarını, çalışma örgütlerini ve sivil toplumu şirketlerle bir araya getirir.
Sözleşmeye taraf olan şirketlerin orta vadede ekonomik kazançlarını arttırmasını, kısa vadede ise toplumsal sorumluluklarını en bilinçli şekilde yerine getirmenin “prestij”ini sunan sözleşmenin, BM’nin şirketlere uzattığı “iyiliksever ve güler yüzlü” kılıfın ardında, çok daha büyük bir sömürüye sebep verdiğini görmek gerek.
Bluewash denilen kavram aynı Greenwash (yani yeşille yıkama) denilen yöntemde olduğu gibi şirketlerin aslında ekoloji yanlısı olmadığı halde “öyleymiş gibi gösterildiği” bir yöntemdir. Bluewash’ın mavisi BM’nin mavisinden gelmektedir. Arkasına BM’nin uluslararası yardımsever bir kuruluş olma niteliğini alan şirketler her ne kadar öyle olamsa da “öyleymiş gibi” kendilerini gösterebilirler. Şirketlerin “imaj yenilemesi”ne ve sosyal sorumluluk sıfatı altında kapitalizm sürdürülmesine fırsat yaratan Global Compact aracılığıyla bugüne kadar yaşanan talanlardan örnekler vermek de mümkün tabi. Örneğin; Global Compact’ın imzacısı olan Brezilya menşeili Yaguarete PORA isimli şirket, Paraguaylı Ayoreo yerlilerinin yaşamakta olduğu ormanı yok etmiş, bunun ardından yerliler şirketin Global Compact’ten çıkarılmasına dair bir dilekçe yazmış ancak konuya ilişkin BM’den herahangi bir açıklama gelmemişti.
Küresel kapitalist sürdürülebilirliği kendine ilke edinmiş bir uluslararası sözleşmenin emekçiden yana taraf olma olasılığı, tabi ki yoktur. ILO, Global Compact’a attığı imza ile Global Compact’a imza atan şirketlerin saygınlığını arttırmış, “emek sömürüsü”nde bulunmayan şirketler yanılsamasının oluşmasına izin vermiştir.
ILO’nun Esas Amacı
Emek sömürüsüne ilişkin verilerin birincil kaynağı konumunda bulunan ILO, yaptığı tespitlerle her ne kadar “emek”ten yana bir tarafmış gibi görünse de, ILO’nun hedefi ezilenlerin artık ezilmediği bir dünya yaratmak değildir.
ILO, kapitalizmin kusursuz işleyebilmesinin garantörü olma rolüne soyunmuştur. Olabildiğince az hak ihlalleri, iş cinayetleri, sömürünün olmaması kapitalizmin tıkır tıkır ve herkes için işlediği bir dünya olabileceği yanılsamasıyla oluşan kuruluş, şirketlerin ekonomik hedeflerine hızlı ve daha verimli ulaşabilmek adına şirketlere yardımcı bir nitelik taşır.
ILO’nun küresel karakteri, kapitalizmin küresel niteliğiyle uyumludur. Bu sürdürülebilir kapitalist hedefler, tüm coğrafyalarda savunulur.
ILO’nun verilerini biz ezilenler nasıl kullanırsak kullanalım, ortadaki veriler kapitalist şirketlerin kar-zarar hesaplamalarını daha düzgün yapabilmeleri adına gerçekçi olmak zorundadır.
Birleşmiş Milletler’e bağlı bir kuruluştan, daha adil bir var oluş beklemek boşunadır. Hele bu küresel kuruluşlara umut bağlamak… Muhalefetiyle, sendikalarıyla yaşadığımız coğrafyanın toplumsal muhalefetinin temsilcilerinin de bel bağladıkları kuruluş, küresel rantlardan dolayı geçtiğimiz Mayıs ayında Özbekistan’da pamuk tarlalarında çalıştırılan çocuk işçileri gündemine almamayı seçmiştir.
İçinde bulunduğumuz günlerde 103. konferansını gerçekleştiren bu örgütün, Soma Katliamı’nın ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakan Yardımcısı Halil Etyemez’i de Türkiye’nin ILO Yönetim Kurulu Asil Üyeliğine seçmesini de düşünerek, ILO’nun ne kadar “emekten yana” olduğunu bir kez daha düşünmek gerek…
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır.
The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Şirketleri Maviye Boyayan ILO” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Zorlu Center’da Kazanan Sınıf Oldu” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Zincirlikuyu’daki Zorlu Center AVM’nin şaşalı görüntüsünün ardında, yerin dört-beş kat altında, Adana’dan, Diyarbakır’dan, Dersim’den kalkıp İstanbul’da çalışmaya gelmiş taşeron inşaat işçileri bulunuyor. İşçi olduğu belli olmasın diye taşeron inşaat işçilerinin baretle veya iş ayakkabısıyla AVM içerisine girmesinin yasak olduğu Zorlu Center, bu yönüyle bir yandan kapitalist sınıf piramidini çağrıştırırken öte yandan Aktürk Yapı Endüstrisi ve Ticaret A.Ş adlı alt yüklenici adı verilen taşeron şirketi bünyesinde onlarca taşeron şirketi ile işçiler için taşeron köleliği anlamını taşıyor.
Bu kölelik koşullarında çalışan taşeron inşaat işçileri son iki aydır ücretlerinin yatırılmaması sebebiyle bağlantılı oldukları İnşaat İşçileri Sendika Girşimi’yle beraber 5 Mayıs günü iş bırakma eylemine başladı. Taşeron inşaat işçileri ilk andan itibaren radikal duruşuyla, örgütlü hareket edişiyle Zorlu Center patronlarının ve taşeron şirketlerinin adeta kabusu haline geldi. Direnişin ilk saatlerinde şantiyeye gelip, işçilere tehditler ve hakaretler yağdırarak ücretlerin sadece yüzde otuzunu yatıracağını söyleyen Sasel Elektromekanik A.Ş patronu, aynı gün içinde ücretlerin tamamını yatırarak geri adım atmaya başladı.
Sasel ve Aktürk patronları direnişin ilk gününde, yapılan eylemin yasadışı olduğunu, suç işlendiğini söyleyerek taşeron inşaat işçilerinin meşru doğrudan eylemini kırmaya çalıştı. Ardından direnişin ikinci ve üçüncü günlerinde “sendikalı olunca hiçbir yerde çalışamazsınız”, “sendika sizi kandırıyor. Suç işletiyor” gibi söylemler yayarak hem direnişteki işçileri caydırmaya çalışıp hem de farklı bölümlerde çalışan ve direnişi imrenerek takip eden taşeron inşaat işçilerini etkilemeye girişti. Patronların tüm çabalarına rağmen taşeron inşaat işçileri direniş kararlılığı gösterdi. İlk gün ücretlerin tamamının yatırılacağı söylendiğinde Zorlu Center’da böylesi sorunlarla sürekli karşılaşacaklarını öngören taşeron inşaat işçileri, tazminat haklarını da isteyerek işten ayrılmak istedi. Aksi halde direnişi Zorlu Center AVM içine ve önüne taşıyacaklarını duyurdu. Bu talepler karşısında oyalayıcı bir tavır içerisine giren Sasel ve Aktürk patronları ile gerçekleştirdikleri görüşmeler sonrası taşeron inşaat işçileri bir de asıl işveren olan Zorlu Center patronları ile görüşmeye gitti. Görüşmeye giderken kapıda taşeron inşaat işçilerinin Zorlu Center piramidinde karşılaşma ihtimalinin çok düşük olduğu Zorlu Center patronu Ahmet Zorlu ile karşılaşıldı. Ahmet Zorlu’ya çalışma koşulları anlatılarak, bu koşulların sorumlusunun da kendisi olduğu söylendi. Zorlu Center girşinde gerçekleşen görüşmede oyalayıcı tavır takınılması üzerine, İnşaat İşçileri Sendika Girşimi Başkanı Mustafa Adnan Akyol işçilerin durumunu özetleyerek taleplerin ortada olduğunu belirttikten sonra görüşülecek bir şeyin kalmadığını söyleyip görüşmeyi terk etmesiyle beraber taşeron inşaat işçileri de uyum içerisinde aynı tavrı takındı.
Direnişin ikinci gününde bu görüşmeler sonrası patronların tavırlarına göre doğrudan eylem yapılması yönünde karar alınarak şantiyede beklendi. Sabah erken saatlerde şantiyeye gelip, akşam iş çıkış saatlerine kadar şantiyeyi terk etmeyen direnişçi işçiler ile beraber tazminat hakları olmasa da dayanışma amacıyla bekleyen işçiler de bulunuyordu. Yani Zorlu Center’daki direnişçiler sadece ekonomik beklentiler ile değil aynı zamanda dayanışma ruhuyla da direndi. Gün içerisinde yemekhaneden yemek yemektense şantiyede bir sofra kurararak yemek ihtiyacı hep birlikte giderildi, büyük sofralarda dayanışma ruhu ön plana çıkarıldı. Ayrıca yine direnişin ikinci gününde taşeron şirketi patronları alacakların hesaplanarak ödeneceğini duyurdu. Direnişin üçüncü günü Sasel patronları kendi hesapladıkları şekilde alacakların tamamını yatırdıklarını belirtirken, direnişçi işçiler yatırılan ücretleri İnşaat İşçileri Sendikası Girişimi ile beraber hesaplamalarıyla karşılaştırıp aradaki farkların da tamamı yatırılıncaya kadar direnişi sürdürme kararı alarak bunu patronlara duyurunca, direnişin beşinci gününde patronlar fark ücretleri, yıpranma payı gibi tüm alacakları vermek zorunda kaldı. Taşeron inşaat işçilerinin tüm hak gaspları, beş günün sonunda geri alınmış oldu.
Beş günün ardından direnişi sonlandıran taşeron inşaat işçilerinin bir kısmı memleketlerine dönse de tekrar aynı sektörde benzer çalışma koşullarında çalışacaklarının farkındalığı ve direnişin örgütlü deneyimiyle ayrıldılar Zorlu Center’dan. Zorlu’da çalışmayı sürdüren işçiler ise ücretlerin eksik ve geç yatırılması halinde neler yapılacağını öğrenmenin ötesinde, ezilenler arasında dayanışmanın önemini hissetiler. Yani direnişi, beş gün boyunca Zorlu Center’da direnişte olan ve direnişe tanık olan yüzlerce işçi kazandı. Bu kazanım elbette ki gasp edilen hakların ötesinde, bahsi geçen tüm bu değerlerin kendisidir.
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18.sayısında yayımlanmıştır.
The post “Zorlu Center’da Kazanan Sınıf Oldu” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>