The post “Geçici İşçilikten Sürekli Sömürüye” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Mevsimlik Tarım İşçileri
Tarımda hasat zamanının başlamasıyla beraber, coğrafyanın neredeyse tamamında, milyonlarca insan için farklı bir iş imkanı, farklı bir çalışma alanı, ancak çok da farklı olmayan bir yaşam söz konusudur; mevsimlik tarım işçiliği. Çocuk işçiler, kötü barınma koşulları, ağır şartlarda çalışan kadınlar, göç eden aileler, etnik baskı ve daha fazlasının aynı anda var olduğu bir yaşamdır mevsimlik tarım işçilerinin yaşamı. Yaklaşık olarak Mart-Nisan aylarında başlayan ve Kasım ayına kadar süren mevsimlik tarım işçiliği; günümüz geçici işçilik, taşeronlaşma gibi çalışma ilişkileri düşünüldüğünde, üzerinde durulması gereken elzem bir konudur.
Mevsimsel Yaşamın Diğer Adı: Ücretli Tarım İşçiliği
Tarlada, bahçede, serada ya da hayvan yetiştirme birimlerinde üretim yapan insanlardan oluşan tarım işçileri, çalıştıkları zaman veya aldıkları ücrete göre; sürekli tarım işçileri, mevsimlik/günlük tarım işçileri, geçici tarım işçileri, göçmen tarım işçileri, parça başı ücretle çalışan işçiler, ayni ücret (para değil de üretilen ürün) karşılığında çalışan işçiler olarak sınıflandırılırlar. Her ne kadar böylesi bir sınıflandırma yapılmış olsa da, bir tarım işçisi için çalışılacak zaman ve emeğin karşılığı, ihtiyaçları gereği farklılaşır. Yılın belli zamanlarında farklı bölgelere göç edilen yaşamda, en genel anlamıyla, çalışılan zaman hasat zamanıdır; emeğin satılmasının karşılığı ise ücretli tarım işçiliğidir.
Pamuk, fındık, çay, üzüm, kayısı tarla ve bahçelerinde süregelen işçiliğin tarihi ise, coğrafyamızda oldukça eskidir. 1830’larda Kavalalı İbrahim Paşa tarafından Sudan’dan getirilerek Çukurova bölgesinde çalıştırılan işçiler, coğrafyamızdaki ilk mevsimlik tarım işçileri olarak bilinirler. Ardından tarımda kapitalist üretimin başladığı 1890’larda ise, çevre şehirlerden Adana’ya gelen mevsimlik tarım işçileri, pamuk ve hububat üretmişlerdir. 1930 ve 1940’lara gelindiğinde ise tarımda ücretli olarak çalışanların, genellikle çiftçiler olduğu görülmektedir. Çiftçiler, hasat zamanı öncesinde yoğun iş imkanları sebebiyle başka yerlere göç ederek; ırgat, amele, gündelikçi isimleriyle çalışmışlardır. Tarımda kapitalist üretimin bu coğrafyada hakimiyetini ilan ettiği 1950’lerde ise, mevsimlik tarım işçiliği her bölge için farklı bir piyasaya dönüşmeye başlamıştır. Bugün Diyarbakır, Urfa, Hakkari, Van, Şırnak, Adana, Hatay başta olmak üzere neredeyse tüm şehirlerden ailelerin, farklı yaş gruplarının oluşturduğu mevsimlik tarım işçilerinin yaşamlarının temelleri böyle atılmıştır.
Mevsimlik Tarım İşçilerinin Zorunlu Göçebe Yaşamı
Bugüne gelindiğinde, köylerden şehirlere göç, Kürdistan’daki savaş ve farklı bir çok etmen sonucu mevsimlik işçi olarak çalışanlar; hem yakın şehirlere, hem de farklı bölgelerdeki şehirlere hasat zamanları giderek burada bir yaşam sürmeye başlarlar. Evlerin kapısına kilit vurularak kamyon kasalarında, tren vagonlarında başlayan yolculuk; derme çatma barakalara, çadırlara uzanır. Banyosuz, tuvaletsiz, mutfaksız bir yaşam başlar. Neredeyse tüm zamanın açık havada geçtiği bu yaşamda, suya erişim de oldukça kısıtlıdır. Söz konusu şartlar, kalınan ortamı her türlü hastalığa açık bir yer haline de getirmektedir. Bu yaşam koşulları, aynı zamanda, çalıştığı bölgede mevsimlik tarım işçisinin dışlanmasında da etkilidir. Yerli halk tarafından çadırların veya barakaların bulunduğu bölge, uzak durulması, hatta mümkünse ortadan kaldırılması gereken yerler olarak görülebilmektedir. Öte yandan, coğrafyamızda devletin açtığı savaşın koşullarının yarattığı “kürt düşmanlığı” sebebiyle etnik çatışmalar da yaşanmaktadır. Yoksulluğun ve yoksunluğun derinden hissedildiği bu yaşam, ırgatlık yaşamı olarak da bilinir. Irgatlık yaşamının ekonomik anlamda ilk ve belki de tek muhatabı, aracılardır. Genellikle “dayı başı” olarak bilinen aracılar, patronun tüm sorumluluklardan kurtulmasını sağlarken; işçi ile kurdukları ilişki “tüccar-köle” ilişkisinden farksızdır.
Amele başı, elçi başı, dayı başı gibi farklı isimlere bürünebilen aracıların da olduğu bu sömürü biçiminde, hasat zamanının sona ermesiyle beraber işçi; inşaat, hizmet sektörü gibi mevsimlik başka alanlara da yönelebilmektedir. Yani hasat zamanlarında tarımda çalışan bir işçi, kış aylarında inşaat sektöründe veya hizmet sektöründe çalışabilmektedir. Çok sık karşılaşılan bu durum, mevsimlik tarım işçilerinin tüm yaşamlarını mevsimlik işçi olarak sürdürmesi demektir. Mevsimlik işçiler, bu özellikleriyle taşeron sistemi ve özel istihdam bürolarının güvencesiz ve esnek çalışma anlayışından bağımsız düşünülemeyeceği gibi; taşerona karşı verilen mücadelede de bu işçilerin alacakları rol görmezden gelinemez.
The post “Geçici İşçilikten Sürekli Sömürüye” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Sendikayla Değil Özörgütlenmeyle: İşgal Grev Direniş” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İşçiler öncelikle yola sadece ücret talepleri ile çıkmamış, başta Greif bünyesinde bulunan 44 taşerona ve bir bütün olarak taşeron sistemine karşı bir mücadele de başlatmıştır. Toplu İş Sözleşmesi’ndeki anlaşmazlığın ardından prosedürlere sıkışarak yasal grev sürecini beklemenin yerine doğrudan eylem gücünü kullanarak fabrikayı işgal eden Greif işçileri, işgal sürecinin daha en başlarında komiteler oluşturmuş, işgali yatay bir komiteler birliği ile sürdürerek öz örgütlülüğün gücünü göstermiştir.
60. güne gelindiğinde, bu topraklardaki en kanlı şafak baskınlarını aratmayan bir saldırıya maruz kalmışlardır. Bu saldırıları ilk olarak, 11 Greif işçisi çatıya çıkarak protesto etmiş; bunun ardından ise İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir başta olmak üzere, farklı noktalarda birçok dayanışma eylemi gerçekleştirilmiştir.
Fabrikadan zorla çıkartılan işçiler, bu kez de fabrikanın önünde bekleyişlerini sürdürerek bu saldırıları boşa çıkarmıştır. Böylesi bir direnişin, öncelikle Greif patronları olmak üzere, DİSK Tekstil yöneticilerinin, DİSK yönetiminin ve devletin dizinin titremesine sebep olduğu aşikar. Greif direnişi bugün gelinen noktada her ne kadar talepleri yerine getirilmemiş olsa da kazanmıştır.
Bu kazanmışlık ya taleplerin karşılanmasıyla taçlandırılarak işçi mücadelesinin tarihine damgasını vuracak ya da bundan sonraki direnişlere örnek olarak yine işçi mücadelesinde başka bir tarih başlatacak.
Greif işçilerinin 10 Şubat’taki işgalinin öncesinden başlayarak, bugüne kadar gelinen süreçte olumsuz deneyimler de yaşandı. Greif işçilerinin örgütlü olduğu sendika olan DİSK Tekstil; bu olumsuzlukların başında yer alıyor. TİS sürecinde sendika yönetiminin tavırlarıyla belirginleşen olumsuzluklar, yasal süreci beklemekten işgali sahiplenmemeye, işçi ile patron arasında ara buluculuk yapmaya ve başta Greif işçilerine olmak üzere, işçi mücadelesine ihanete varana dek sürmüştür.
Başta Genel Başkan Rıdvan Budak, Genel Sekreter Muzaffer Subaşı ve İstanbul Şube Başkanı Kazım Doğan gibi isimler olmak üzere, DİSK Tekstil yönetiminin tamamı Greif işçilerine karşı bir ihanet içerisine girmiştir. Daha ilk gününde işgali “yasadışı bir eylem” olarak niteleyen DİSK Tekstil yönetimi, işgal süresince en esaslı görevi olan direnişin maddi dayanaklarını oluşturma konusunda da tamamen uzak kalmıştır.
Tüm bu süreçte; işçiler ve işçilerle dayanışma gösteren devrimciler, bu ihtiyaçları kendi imkanlarıyla karşılamışlardır. Sendika yönetimi sürekli olarak, en azından temas halinde olması gereken işçilerle değil de, her seferinde patron ile bir araya gelerek görüş birliğine varmış ve neticesinde patrondan teşekkür mesajları almış durumdadır. Patronun işçilerle uzlaşmak adına her girişiminde ise; ara buluculuk yapmaktan daha da ileri giden DİSK Tekstil, işçilerden habersiz protokoller imzalayarak işçileri sıkıştırmaya da soyunmuş durumdadır. Öte yandan sendikanın bağlı olduğu konfederasyon DİSK ise, sürecin başında adeta gözünü yummuş, kulağını tıkamış bir vaziyette, ağzını bıçak açmaz bir hale bürünmüştü. Sonraki süreçte, DİSK Tekstil’in Şirinevler Şubesi’nin işgalinin ardından konfederasyon işçileri dinlemek zorunda kalmışsa da, DİSK Tekstil’i korumaktan hiçbir zaman imtina etmemiştir, üstüne üstlük işçilere de tıpkı patron ve patron temsilcileri gibi oyalayıcı sözler vermekten başka bir şey yapmamıştır.
Son olarak patron ve patron avukatlarıyla görüşerek bu işi çözeceğini belirten Kani Beko, bu görüşmeye de bizzat gitmemiş, gönderdiği avukat ve DİSK Tekstil yöneticileri aracılığıyla adeta işçilerin elini kolunu bağlamaya girişmiştir. Görüşmede imzalanan TİS ise işçilerin taleplerini karşılamak bir yana, bundan sonraki direniş sürecini dahi sekteye uğratma ihtimali taşıyor. Tıpkı direnişin 60. gününde gerçekleşen saldırı öncesi, Muzaffer Subaşı’nın DİSK adına imzaladığı protokol gibi.
Böylesi bir sendika ve konfederasyon işleyişi elbette ki öncelikle yönetim ile alakalıdır. Zira bahsi geçen sendika ve konfederasyon, yapısal işleyişi ve kullandığı yöntemler gereği, sendika yönetimi merkezlidir. Bu yöntemleri ve işleyişi kendi şahsi çıkarları için kullanmak isteyen onlarca insan sendikaya ve konfederasyona üşüşmüş durumdadır.
DİSK 15-16 Haziran’larda nasıl bir örgütken, bugün gelinen aşamada nasıl bir örgüttür? Kendi sürekli söz etmesine rağmen, faaliyet alanlarında bu tarihi utandıran yaklaşımlar sergilemek, yine aynı yönetimsel problemin bir yansıması değildir de nedir? Oysa işçilerin öz örgütlülüğünü sağlamak, işçiler arasında birlik ve dayanışmayı güçlendirmek gibi temel görevleri olan sendika, patronların ve devletin yasal süreçler vasıtasıyla faaliyetlerinin sınırlandığı; gün geçtikçe devlet ve patron güdümlü, işçilerden uzaklaşma politikalarının çıkmazına düştüğü bir noktaya gelmiştir.
Geçtiğimiz yıl bir isyana dönüşen Taksim Direnişi sonrası bu durum daha da belirginleşmiştir. Radikal doğrudan eylemler, öz örgütlülüğe dayanan işçi örgütlenmeleri, öz yönetim hedefiyle başlayan işgaller Taksim Direnişi’nde ve sonrasında işçi mücadelesinde tekrar belirginleşen pratiklerdir. Bu pratiklerin belirginleşmesi beraberinde sendikal örgütlenmeyi de farklı bir noktaya taşımaktadır. DİSK Tekstil başta olmak üzere tüm sendikalar ve konfederasyonlar hala daha Taksim Direnişi öncesindeki bürokrat, uzlaşmacı sendika anlayışında ısrar ediyor. Özellikle DİSK’in bu sendika anlayışındaki ısrarının bir anlamı yoktur.
15-16 Haziran’daki işçi öz örgütlülüğünün sendikayı aşarak bir isyana dönüştüğü günlerden bugüne gelindiğinde Taksim Direnişi’nin tekrar canlandırdığı aynı öz örgütlülük yine radikal doğrudan eylemler ile öz yönetimi kendine hedef belirlemiştir. Hala daha hiyerarşik, bürokratik uzlaşmacı anlayışı sürdüren sendikalara gereken cevabı tekrar bu öz örgütlülük veriyor. Bunun en güncel örneği Greif işçilerinin Hadımköy’deki fabrika önünde ve DİSK Genel Merkezi’ndeki eylemleridir.
Başta DİSK olmak üzere tüm sendikalar ve konfederasyonlar bu eylemlere katılımı veya geliştirdiği tutumu doğrultusunda şekillenecek ve bu şekillenme de yine öz örgütlü işçiler tarafından gerçekleşecektir.
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Sendikayla Değil Özörgütlenmeyle: İşgal Grev Direniş” – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Behçet Uz Hastanesi’nde Direniş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Firma değişikliği nedeniyle işten atılan 18 işçi, 9 Temmuz’dan bu yana direnişte. Herhangi bir gerekçe gösterilmeden işten atılan işçilerin durumu için, hastane yönetimi firma değişikliği bahanesine başvururken; yeni firma işten atılan işçilerin emekliliğinin geldiği yalanını attı. İşten çıkarıldıkları ile ilgili herhangi bir belge ellerine ulaşmayan işçilerden Nesrin Tonel’in emekliliğine 11 gün kala işten çıkarılması ve iki işçinin de raporlu olmasına rağmen işten çıkarılması, hastane yönetiminin adaletsizliğinin ulaştığı boyutu gözler önüne seriyor.
Taşeron işçiler, işe geri alınana kadar direneceklerini söyleyerek, maruz kaldıkları adaletsizliğe karşı kararlılıklarını vurguladılar.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 11. sayısında yayımlanmıştır.
The post Behçet Uz Hastanesi’nde Direniş appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Gezi Parkı Direnişi, Sadece Gezi Parkı Direnişi Değildir! – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganında cisimleşen ve isyan ruhunu, her tarafa yaymayı amaçlayan anlayış; bu sloganın atıldığı ilk andan itibaren, hareketi Gezi Parkı’nın dışına çoktan taşırmıştı.
27 Mayıs günü, Taksim Gezi Parkı’nın yıkılıp, yerine AVM ve rezidans yapılacağının Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından duyurulması üzerine, bir grup direnişçi, parkı terk etmeme eylemine başlamıştı. O günün gecesi ve takip eden gecelerde, belediyeye ait iş makineleri, çevik kuvvetin biber gazlı, TOMA’lı desteğiyle parka ve direnişçilere müdahalelerde bulundu. BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in ilk günlerde, park duvarını yıkacak ve ağaçları kesecek iş makinasını engellemesiyle yıkım kısmi olarak durduruldu. Ancak 31 Mayıs günü sabaha karşı 05:00 sıralarında, direnişçilerin çadırlarının yakılmasıyla başlayan sert polis müdahalesi, karşısında dalga dalga büyüyecek bir direniş ve isyan hareketi başlattı.
31 Mayıs Cuma günü direnişçilerin parktan çıkartılmasıyla, park çevresinde ve İstiklal Caddesi’nin ara sokaklarında gün boyu süren küçük çaplı çatışmalar, akşam saat 19:00 sularında başka şehirlere yayılacak bir isyan hareketine dönüştü. Saatler ilerledikçe kolluk kuvvetlerinin direnişi kıramaması ve şiddetini arttırması, destek için Taksim’e gelenlerin sayısının katlanarak artmasını sağladı. Devletin, bu desteği engellemek için toplu ulaşım seferlerini iptal etmesi de çare olmadı ve 1 Haziran Cumartesi günü sabah saat 05:00’te Anadolu yakasından binlerce kişi Boğaziçi Köprüsü’nden yürüyerek Taksim’e ulaştı.
Bu, 15-16 Haziran 1970 İşçi Direnişi’nden bu yana görülen en büyük “uzun yürüyüş”tü. Cumartesi günü boyunca kırılamayan direniş sonucu, saat 17:00 sıralarında yüzbinlerce kişi, devletin kolluk kuvvetlerini Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’ndan püskürttü. 1 Haziran tarihinden itibaren yaklaşık 10 gün boyunca Taksim Meydanı, Gezi Parkı ve çevresi polisten, dolayısıyla devletten arındırıldı. Bu durum, yaşadığımız toprakların mücadele tarihinde bir ilkti.
Peki hükümetin, dolayısıyla devletin ve güdümündeki ana akım medyanın “çevreci duyarlılık” olarak küçümsemeye çalıştığı ve jargonuna “Gezi Parkı Olayları” şeklinde yerleştirdiği isyan süreci, arka planında hangi sebepleri barındırıyordu?
Devlet, bu süreci “Gezi Parkı Olayları” vurgusuyla dillendirerek, aslında bu isyanın bizzat kendisine yöneldiğini görmek istememektedir denilebilir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, eylemler sürdüğü sırada kendisiyle görüşen Taksim Dayanışması heyetinden, DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu’nun “meselenin sosyolojik arka planı olduğunu” ifade etmesinin ardından, sinirlenerek üzerine yürümesinin ardında, bu gerçeklik yatmaktadır.
31 Mayıs İsyanı, birbirinden farklı sınıfsal, etnik, inanç grupları ve toplumun çeşitli ezilen katmanlarını eylemde bir araya getirdi.
Sünni İslam Merkezli Yaklaşıma Öfke
29 Mayıs tarihinde temeli atılan 3.Boğaz köprüsüne, hükümdarlığı döneminde gerçekleştirdiği Alevi katliamlarıyla bilinen, Yavuz Sultan Selim’in isminin verileceği haberi, bahsettiğimiz toplumsal katmanlardan Alevilerde bir öfke patlamasına neden oldu. Devletin, Alevilere yönelik, geleneksel Sünni İslam merkezli yaklaşımı, bu öfkenin asıl kırılma noktasını oluşturuyordu.
Kadın Bedenine Müdahaleye Öfke
Devletin kadınlara yaklaşımı ve kadın politikalarının bir sonucu olarak, bu isyanın dinamiklerinden birinin de kadınlar olduğunu söyleyebiliriz. Günden güne artmakta olan kadın cinayetleri, 2012 Haziranı’nda ortaya atılan “Kürtaj Cinayettir!” yaklaşımı, dolayısıyla kürtajın yasaklanmak istenmesi ve bizzat Başbakan’ın kendisince sık sık dile getirilen “en az 3 çocuk” söylemi, kadınların aktif olarak bu isyan sürecine katılmasını sağladı.
Sınavlarla Yaratılan Rekabete ve Adaletsizliğe Öfke
2011 YGS’de patlak veren “şifre skandalı” o dönem liseli gençlerin “İsyandayız” diyerek tepki verdikleri sokak eylemlerine neden olmuştu. Hali hazırdaki adaletsiz sınavlarla, kapitalizme kalifiye köleler yetiştiren üniversite sistemi, adaletsizliklere öfkeli liseli ve üniversiteli on binlerce genci bu ayaklanmanın doğal bileşenleri yaptı. Ana akım medya da, bu süreçte boy gösteren bazı akademisyenlerin,”90 kuşağı, Y kuşağı ya da Bilgisayar Kuşağı” gibi birtakım tanımlamalarla apolitize etmeye çalıştığı bu insanlar, aslında bizzat kapitalizmin doğasındaki adaletsizliklerin mağduruydu ve öfkeleri bunaydı.
Taşeronlaşmaya ve Kapitalist Sömürüye Öfke
Bundan birkaç ay önce, Antep’te bir galvaniz fabrikasında gerçekleşen patlama sonucu, 8 işçi yaşamını yitirmişti. Başbakan Erdoğan, partisinin meclis grubundaki konuşmasında bu olaydan bahsederken, ölen işçi sayısını 5 olarak telaffuz etmiş; partililer tarafından uyarıldığında ise cevabı “Neyse…” olmuştu.
Ankara’da, çevik kuvvet polisi Ahmet Şahbaz’ın silahından çıkan kurşunla yaşamını yitiren direnişçi, Ethem Sarısülük ise Erdoğan’ın “Ha 5, ha 8, neyse…” diyerek ölümlerini basit bir sayısal hata ayrıntısına indirgediği taşeron işçilerden biriydi.
Ethem Sarısülük gibi, AKP iktidarı döneminde daha da artan taşeronlaştırma politikalarına olan öfkesiyle sokağa çıkan, aynı sistemden mustarip, kapitalizm tarafında ölesiye sömürülen binlerce taşeron işçisi, direnişte hep ön saflardaydı.
Kentsel Dönüşüm Bahanesiyle Soylulaştırmaya ve Yıkımlara Öfke
İktidarın, kentsel dönüşüm adı altında yürüttüğü, ezilenleri ve yoksulları yaşam alanlarından tehcir etme, evsiz bırakma ya da TOKİ eliyle borçlandırma politikasından muzdarip on binler de bu isyan hareketinin öznelerindendi. İsyanın mekansal ve ismen sembolleşmiş merkezi olan Gezi Parkı’nın hemen yanı başındaki Tarlabaşı’nda, devletin savaş politikalarının bir sonucu olarak bölgeye yerleşen Kürt yoksulları, yakın bir zamanda buradaki yaşam alanlarından da çıkartılmıştı. İşte bu kapitalist saldırıya maruz kalan Kürtler, ellerinde taşları, kendi anadillerinde şarkıları, halayları ve sloganlarıyla isyana katıldılar.
Kürt ve Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı Ankara Dikmen’de de, aynı şekilde kentsel dönüşüm saldırılarına maruz kalan yoksullar, günlerce barikatlarda, devlete ve devletin rant politikalarına karşı öfkelerini haykırdılar.
LGBTT Bireylere Yönelik Polis Şiddetine ve Linç Girişimlerine Öfke
Kürtlerle aynı yaşam alanlarını paylaşan ve devlet tarafından benzer ötekileştirmelere maruz bırakılan LGBTT bireyler de, bu isyan hareketinin de, en başından itibaren direnişin de önemli dinamikleri oldular. Sistematik olarak polis şiddetine maruz kalmaları, son zamanlarda artarak süren trans cinayetleri ve linç girişimleri, polisin bu durumlardaki tutumu, LGBTT örgütlenmelerinin direniş sürecinde ciddi bir dinamik olmasının nedenleriydi.
Yaşanan isyan süreci sonrası, sürecin de etkisiyle, bu yılki Onur Yürüyüşü rekor bir katılımla (yaklaşık 50 bin kişi) gerçekleşti ve yoğun olarak polise yönelik sloganların atıldığı bir eylem oldu.
Baskılara ve Yasaklamalara Öfke
Geçtiğimiz 1 Mayıs, devlet tarafından yasaklanan 1 Mayıs’lar arasında en sert polis şiddetine tanık olunanlardandı. Devlet, o gün, kentin her iki yakasında, neredeyse tüm toplu ulaşım seferlerini durdurmuş, Taksim’e çıkan tüm yolları, diğer illerden yaptığı polis takviyesiyle kapatmıştı. Buna rağmen Taksim’e yürümek isteyen binlerce kişiye, polis gaz bombalarıyla saldırdı ve birçok kişi ciddi biçimde yaralandı. Öte yandan, 2007 yılında çıkarılan “Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu” ile pervasızlaşan polis şiddeti, muhalif ya da politik olsun olmasın herkesin, ciddi biçimde hayatını tehdit eder hale gelmişti. 1 Mayıs günü binlerce insan üzerinde aleni biçimde, polis eliyle estirilen devlet terörü, bu sistemli şiddetin son derece somut haliydi.
Başbakan Erdoğan’ın, Taksim, Kadıköy vb. kamusal alanların gösterilere kapatılacağını ve bundan sonra söz konusu, eylem, basın açıklaması vb. gösterilerin, “kendilerinin göstereceği alanlarda” yapılacağını açıklaması sonrası, özellikle Taksim İstiklal Caddesi civarında yapılmak istenen bütün eylemlere, polis saldırıları gerçekleştirildi. İşten atılan taşeron işçilerden, tacizi ve tecavüzü protesto etmek isteyen kadın örgütlerine dek, yapılmak istenen tüm basın açıklamaları ve eylemlere polis, sert bir şekilde saldırdı. İşte, 1 Haziran günü yüzbinler olup, polisi Taksim Meydanı’ndan kovan insanlarda, bu devlet terörüne öfke vardı.
Bu isyan, arka planında, bu yazıda ancak bir kaçını sayabildiğimiz nedensellikleri ve mağdurlarını barındırıyor. Evet, mesele sadece Gezi Parkı’nda kesilecek ağaçlar meselesi değil. Hatta başlı başına, Recep Tayyip Erdoğan şahsında cisimleşen bir mesele ya da gün geçtikçe otoriterleşen AKP iktidarı da değil. Mesele, sistemli bir şekilde yaşamlarımızı çalmakta olan kapitalizm ve onun adaletsizliklerinin uygulayıcısı olan devlettir.
31 Mayıs günü on binler ve izleyen günlerde yüzbinlerce insan, işte bu adaletsizliklere “Artık Yeter!” demek için çıktı sokaklara. ”Artık Yeter!” dediğinde, nasıl bir kudrete sahip olduğunu bilen bir farkındalık var insanlarda. Polisin direnişçilere saldırarak Gezi Parkı dışına çıkarmasıyla atılan “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganında cisimleşen ve isyan ruhunu, her tarafa yaymayı amaçlayan anlayış; bu sloganın atıldığı ilk andan itibaren, hareketi Gezi Parkı’nın dışına çoktan taşırmıştı.
Şimdi, 31 Mayıs’ta başlayan bu isyan hareketi, coğrafyanın birçok kentindeki semt parklarında, her akşam yapılmakta olan forumlarla, başka bir noktaya evrilmiş durumda. Bu forumlarda katılımcılar, bir yandan bu hareketin geleceğini konuşurken, öte yandan yerellerinde maruz kaldıkları adaletsizlikleri tartışıyor ve buna karşı mücadele yollarını aramaya devam ediyor.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. sayısında yayımlanmıştır
The post Gezi Parkı Direnişi, Sadece Gezi Parkı Direnişi Değildir! – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>