The post Kapitalist Zırva: Z Kuşağı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İktidarın beceriksiz canlı yayın denemelerinde aldıkları “dislike”lar ve ardından tasarladıkları sosyal medya düzenlemesi gündemde. Z kuşağı denilen grubun bunun üzerindeki etkisi konuşuluyor. Bununla birlikte erken seçim seçeneğinin de masada olduğu ortada ve %50 + 1 matematiğine dayanan seçim sisteminde Z kuşağının etkisinin %3-5 olacağı öngörülüyor. Hâl böyleyken coğrafyanın her yerinde Z kuşağı tartışması yapılıyor. Peki böyle bir grup gerçekten var mı? Varsa da neleri değiştirebilir?
X, Y, Z kuşağı adlandırmaları ve araştırmaları çoğumuzun sandığı gibi sosyal bilimler literatürüne ait değil. Bu tanımlamalar “İnsan Kaynakları” denilen ve bütün çabası, amacı şirketlerin kârlılığını yükseltmek olan yani insanları daha sistematik ve “verimli” sömürme yollarını araştıran bir alana ait. Kuşaklar üzerindeki araştırmaların hemen hepsi tüketim alışkanlıkları ve bu grupların nasıl daha “yönetilebilir” hale getirileceği üzerine yapılıyor. Zaten sözü geçen Z kuşağının ifade edilen ortak özellikleri ev, araba gibi sabitleri satın almak yerine kiralamayı sevmeleri, teknolojik ürünlere ve tatile çok fazla bütçe ayırıyor olmaları gibi tüketim alışkanlıklarından bahseden belirleyiciliği olmayan ve çok genel özellikler. Peki gerçekte durum ne?
Kuşak kelimesi jenerasyonun yerine kullanılıyor. Kökeni ise latince generāre kelimesi ve bu kelime yaratmak anlamına geliyor. Sosyal bilimlerde ise benzer fikirlere, tavırlara, davranış şekillerine sahip ve benzer zamanlarda yaşayan grupları ifade etmek için kullanılıyor. Günümüzdeki yaygın kullanıma göre çok daha küçük bir grubu ifade ediyor yani. Sosyoloji ve siyaset bilimindeki doğru kullanım örneği olarak “68 kuşağı”nı düşünebiliriz. 68 kuşağı ordulara ve devlet bürokrasine karşı çıkan isyanlar ve verilen mücadelelerle yükselen, devrimci ortak değerlere sahip bir kuşağı ifade ediyor. Bu kuşağın tanımlanması için günümüzdeki şarlatanların X, Y, Z kuşaklarını tanımlamaya çalışırken yaptığı gibi sadece doğum yılı ve tüketim alışkanlıkları kullanılmadı aksine uzun bir süreçte verilen mücadele ve bu mücadelenin insanlar üzerindeki yaratıcı etkisi dikkate alındı. Kısacası, onları bir kuşak yapan sadece ne zaman yaşadıkları değil içinde bulundukları ve ortak değerlerle ördükleri mücadeleleri ve o değerlerden doğan isyanlarıydı.
Peki bugün televizyonlarda, tartışma programlarında, köşe yazılarında gündemimizi meşgul eden ve muhalif çevrelerin büyük umut beslediği Z kuşağı kimlerden oluşuyor? “Uzmanlar” şöyle diyor: 1990’ların ortasından itibaren doğan herkes bu gruba dahil. Yıllardır sürdürülen savaşta kolunu, bacağını, annesini, babasını, çocukluğunu kaybetmiş 1997 doğumlu biri bu gruba dahil midir? 1998 yılında doğmuş ve 7 yaşında işçiliğe başlamış, ruhu ve bedeni gün geçtikçe sistem tarafından daha da ezilen, yok edilen biri de bu kuşağın bir parçası mıdır? 1996 doğumlu, 14 yaşında evlendirilmiş, 2 çocuğuna ve ailesine bakmak zorunda kalan, bütün bir evin sorumluluğu üstüne kalan da “tatile bütçe ayıran ve kendini geliştirmeye önem veren” bu kuşağa uygun mudur? Botlarla Ege’de zar zor hayatta kalmış 2000’li göçmenlerin de en büyük problemi “iş yerinde yeterli saygıyı görememek” sanırım! Cinsel yönelimi, kişiliği, toplumsal konumu, etnisitesi, ekonomik sınıfı, ideolojisi bilinmeden dünyanın herhangi bir yerinde doğmuş bütün insanları tek bir “gruba” ait görmek ve bu ön kabul ile hareket etmek insana, topluma, dünyaya kör bakmaktır. Şubat ayının son 2 haftası ve Mart ayının ilk iki haftası arasında doğan insanların hayalperest olduğunu savunmakla, Z kuşağının dünyayı kesin değiştireceğini savunmak arasında gözle görülebilir bir fark yoktur.
Şu günlerde ise iktidar ve muhalefet el ele vermiş, bu sığlıkta tartışma yürütmekte ve seçim zamanı Z kuşağını yanına çekmeye çalışmaktadır. İktidar partisi sallanmakta olan koltuğunu korumak için anketlere milyonlarca liralar ödemekte ve son gerçekleştirilen canlı yayın gibi fiyaskolara imza atmakta. Muhalefet ise basiretsizliğini yıllardır sürdürdükleri lider anlayışından bir aşama öteye taşıyarak, popülist bir tavırla nüfusun önemli bir bölümünü kurtarıcı ilan etmekte. Unutulmaması gereken gerçek ise şudur: Bizi hiçbir kuşak kurtarmayacak, hiçbir şey kendiliğinden olmayacak, tarih kendiliğinden iyiye doğru ilerlemeyecek, değişmesi gereken her şeyi biz değiştireceğiz. Yapılması gereken ise her durumu kendi özelinde değerlendirmek ve o olayların öznelerinin bütün özelliklerini hesaba katan, onları ezen bütün mekanizmaları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücadele yürütmektir.
Burak Aktaş
The post Kapitalist Zırva: Z Kuşağı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Koronavirüse Karşı Yeni Tedbirler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Erdoğan Koronavirüse karşı tedbirleri açıkladı. Toplamda 7 farklı yeni tedbir alındı. Bu süreçte valilikler çok fazla önem kazanmış görünüyor.
Bu tedbirlerin başta İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli gibi büyükşehirlerde “titizlikle” uygulanacağı dile getirildi.
The post Koronavirüse Karşı Yeni Tedbirler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erdoğan’dan Cemaat Ziyareti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tayyip Erdoğan, dün akşam saatlerinde hocası olan M. Emin Saraç’ı İstanbul Fatih’teki evinde ziyaret etti.
Sonrasında Fatih Çarşamba’daki İsmailağa Vakfı’na geçerek burada cemaat liderlerinden Hasan Efendi ve İsmailağa Cemaatinin manevi lideri Mahmut Efendi’nin oğlu Ahmed Ustaosmanoğlu ile görüşüp sohbet etti.
Görüşmede neler konuşulduğu açıklanmazken, Erdoğan’ın İsmailağa Vakfı’na yaptığı ziyaretin fotoğraflarını, Mahmut Efendi’nin torunu Muhammed Fatih Ustaosmanoğlu Twitter hesabından paylaştı.
Siyasal iktidar ve cemaat ilişkilerinin göstergelerinden olan bu ve benzeri ziyaretlerle nelerin meşrulaştırıldığı açıktır.
The post Erdoğan’dan Cemaat Ziyareti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erdoğan Sordu, Twitter’dan Yine Cevap Geldi: “SIKILDIK” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Şayet bir gün milletimiz ‘tamam’ derse ancak o zaman biz kenara çekiliriz” sözlerinden kısa bir süre sonra sosyal medyada T A M A M etiketi dünya trendlerinin en üst sırasına çıkmış, pek çok şehirde eylemler düzenlenmişti. AKP’nin Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan bu kez Ankara’da AKP Gençlik Kolları Kongresi’nde kendisini dinleyen gençlere “Sevgili gençler sıkıldınız biliyorum…” dedi.
Salonda bulunanlar “Hayır” diye tepki verince Erdoğan bu kez ” Ciddi mi, sıkılmadınız mı?” diye sordu.
Erdoğan’ın bu sözlerinin ardından sosyal medyada Twitter kullanıcıları attıkları Tweetler’le ‘T A M A M’dan sonra ‘S I K I L D I K’ kelimesini Türkiye ve Dünya gündeminde ‘Trend Topic’ yaptı.
The post Erdoğan Sordu, Twitter’dan Yine Cevap Geldi: “SIKILDIK” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Cumhurbaşkanı’nın Talimatıyla Jübile appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Motosikletçi Kenan Sofuoğlu, İtalya’da bu haftasonu gerçekleşecek Dünya Supersport Şampiyonu sonrasında jübile yapacağını açıkladı. İnstagram hesabından yaptığı açıklamada; “Cumhurbaşkanımın isteği üzerine kariyerimi noktalıyorum. Bu hafta sonu İtalya’da “JÜBİLE” yapma kararı aldık. Son zamanlarda yaşamış olduğumuz sakatlıklar, ailemin korkuları ve Cumhurbaşkanımın artık bırakmam gerektiği talimatı düşündüğümden erken bir zamanda bu kararı almamıza sebep oldu.”
Tayyip Erdoğan sevgisiyle tanınan Sofuoğlu’nun seçim öncesi jübile kararının başka bir anlama gelip gelmediği merak konusu!
The post Cumhurbaşkanı’nın Talimatıyla Jübile appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Geç Kalmamak İçin Erkenden Seçim appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Zamanda yolculuk gerçekleşti. Siyasi gündem bir günde 1 buçuk yıl ileri sardı. Kasım 2019’da yapılacak olan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri 2 ay sonraya (24 Haziran 2018) çekildi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 17 Nisan günü, grup toplantısında, “Türkiye’nin 3 Kasım 2019’a kadar dayanması kolay değildir.” sözleriyle başlattığı erken seçim tartışmaları çok sürmedi. Tartışmalar bir gün sonra, Tayyip Erdoğan’ın düzenlediği basın toplantısında “Ülkemizin karşı karşıya bulunduğu fotoğraftan hareketle bu erken seçim teklifine olumlu yaklaşmamız konusunda arkadaşlarımızla görüş birliğine vardık.” sözleriyle bitti. Sözün kısası erken seçim tartışmaları, erken bitti.
Bir İktidar Geleneği Olarak Erken Seçim
Erken seçim kararları, hükümetler tarafından çoğunlukla muhalefet partilerine baskın yapmak, yani bu partilerin seçimlere hazırlıksız yakalanmalarını sağlamak amacıyla alındığı gibi, iktidarın dönemsel gücünü ve popülerliğini koruma amacı da güdebilmektedir.
TC siyasi tarihi boyunca yapılan erken seçimlerin bazılarına bu “kurnaz” planlarla gidilmişse de bu planların ters teptiği zamanlar da olmuştur. Kimi hükümet partileri oy kaybederken kimileri de iktidarını kaybetmiştir. 1957’de Demokrat Parti, 1987’de ANAP erken seçimlerde önemli derecede oy kaybederken; 1991’de DYP, 2002’de MHP’nin de içinde olduğu koalisyon iktidarını kaybetmiştir.
Bu zamana dek yapılan 27 genel seçimin yedisi erken seçimdir. AKP’nin 2002’de iktidara gelmesi de erken seçimle olurken; AKP de (24 Haziran 2018 erken seçimi kararı haricinde) 2007’de cumhurbaşkanlığı seçimi krizi ile bir erken seçim kararı almıştır.
Geç Kalmamak İçin Erkenden Seçim
Erdoğan ve AKP, her miting övdüğü ve propagandası olarak kullandığı söylemleri 7 Haziran seçimlerinden bu yana birer birer çiğnemek durumunda kalmaktadır. Yıllardır hükümete gelir gelmez; çözüm süreci ile artık anaların ağlamadığını söylese de daha sonra şehitliği kutsamış; OHAL’i kaldırdığından övünse de 15 Temmuz sonrası OHAL’i uzattıkça uzatmış “sürekli seçim mi yapılır” dedikten sonra bugün erken seçimin gerekliliğini açıklamaya çalışmıştır. AKP’nin siyasetinde bunların hepsi olağandır.
Erdoğan’ın “Eski sistemin hastalıkları attığımız her adımda karşımıza çıkabiliyor. Türkiye’nin bir an önce belirsizlikleri aşması gereklidir” diyerek erken seçim kararı almasının gözle görünür nedenlerini neler oluşturmaktadır?
Hükümeti, seçim kararı almasına zorlayan ekonomik nedenlere bakalım. 2017 yılının 3. çeyreğine yönelik TÜİK tarafından açıklanan ama aslında borç ve iç taleple oluşturulmuş olan “büyümeyi” iktidar, siyasi söylemde aylardır kullanmaktadır. Fakat döviz kurlarının artması, büyüyen işsizlik ve büyüyen enflasyon rakamları ile kabineden Mehmet Şimşek’in bile ekonomideki sıkıntıları dillendiriyor oluşu büyümenin bir balon olduğunu ortaya koymuştur.
Son haftalarda dolar 4, avro 5 liranın üzerine çıkmış ve kurlar bu hattan düşmeyecek bir seyirdedir. Buna ek olarak faizlerin istenilen seviyeye çekilememesi, her şeyin yavaş yavaş zamlanıyor oluşu ve iktidarın, ekonomik krizin süreceğine dair elinde bulundurduğu tüm veriler erken seçim kararını etkilemiştir.
Ekonomik krizden etkilenen seçmenin 2019 seçimlerine kadar AKP’de tutulamayacağından korkan hükümetin erken seçimden başka bir seçeneği kalmamıştır. Erkek seçim başkanlık için adeta bir imdat seçimine dönüşmüştür.
Cumhur İttifakı’nın, aslında Erdoğan’ın, erken seçim kararı almasının ekonomik sebepleri olduğu kadar politik sebepleri de bulunmaktadır.
MHP’yi yanına alması, milliyetçi söylemleri yükseltmesi ve Afrin’e saldırısı sonucunda siyasi iktidar, milliyetçi muhafazakar seçmen için “sempati” kazanmıştır. Fakat, siyasi iktidarın Afrin’le birlikte arkasına aldığı rüzgarın dinmemesi gerekmektedir. İktidar Afrin saldırısından sonra hedeflediği Menbiç, Kobane veya Şengal saldırılarından birini 2019’a kadar gerçekleştiremeyeceğini bildiği için bu milliyetçi muhafazakar seçmenin ilgisinin dağılma tehlikesini de bilmektedir. İktidar yine korkmuştur. Bu sebeple seçim geciktirilmemeli, erkenden gerçekleştirilmelidir. Tam bu noktada Bahçeli’nin sözleri hatırlanmalıdır: “3 Kasım 2019’a ulaşmak her dakika zorlaşmaktadır.”
Birden bire, bir günde alınmış gibi görünen seçim kararı fikri hiç de akla mantığa uymamaktadır. Öyle ki hükümet ekonomik krizin derinleşeceğinden, yakaladığı milliyetçi muhafazakar rüzgarın dineceğinden oldukça korkmakta, paniklemektedir. Panikle tüm gücünü kullanarak imdat frenini çekmektedir.
Şimdi, “durmak yok yola devam” şiarıyla birçok seçimi kazanan hükümetin imdat freni çekmesini iktidarı kazanmak için bir fırsat olarak görenler olacaktır. Parlamenter muhalefetin bu fırsatı kullanması olağanken yine tüm kurtuluşu seçimlere sıkıştıracak devrimci muhalefetin olağan olmayan bu yaklaşımıyla bezenecek iki aylık süreç başladı. Yani olmak ya da olmamak anlayışı içerisinde her şeyin bir oya indirgeneceği günlerdeyiz. Yaşadığımız tüm adaletsizliklerin mücadelesinde seçim sandıklarına sıkışacağız. Alamadığımız ücretler, uğradığımız tacizler, tecavüzler, cinayetler; kesilen ağaçlar, kurutulan dereler; gözaltılar tutuklanmalar yani her şey seçimlerle ilişkilendirilecek.
24 Haziran’daki imdat seçimi, Erdoğan’ı iktidardan düşürecek bir fırsat olarak düşünmek. -Cumhur İttifak’ı seçimi kaybedecek olsa bile- adalet ve özgürlük mücadelesini seçimlere sıkıştırarak ertelemek, kaybetmektir. İktidarı kazanmak isteyenler erken davranıyor, biz yaşamlarını kazanmak isteyenler gecikmeyelim.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 45. sayısında yayınlanmıştır.
The post Geç Kalmamak İçin Erkenden Seçim appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devletten Taşeron İşçiye Kadro Yalanı – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Partilerin her seçim öncesi vaatlerinden biri olan “taşerona kadro” vaadi, önceki genel seçimde AKP tarafından da dillendirilmişti. Bu vaadin üzerinden bir hayli zaman geçse de Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta “taşeron işçilere müjde” olarak duyurduğu düzenleme hakkındaki ilk bilgiler, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Jülide Sarıeroğlu tarafından açıklandı.
Tabi ki devlet yine şaşırtmadı. Yüz binlerce taşeron işçiyi ilgilendiren düzenlemenin beklentileri karşılayıp karşılamadığını ise, bakanın düzenlemeyle ilgili açıkladığı bilgileri biraz incelersek anlayabiliriz.
Sadece merkezi yönetimlerde çalışan yaklaşık 450 bin taşeron işçinin, son aldıkları ücret ve mali haklarla kadroya geçişini öngören düzenleme, nasıl bir müjde olabilir ki?
Kadroya geçmek isteyen taşeron işçilere hem güvenlik soruşturması hem de sınav şartının konması, maruz bırakılacakları bir başka zorluk olmakta.
Bu düzenlemede mevsimlik işçilere yönelik de maddeler yer alıyor. Bir yılda çalışma süresi 5 ay 29 günü geçmeyen mevsimlik işçilerin azami çalışma sürelerinin 9 ay 29 güne çıkarılması hedeflenmiştir. Ancak bu maddeyle mevsimlik işçilere bir garanti verilmemiştir ve mevsimlik işçiler daha kısa sürelerle de çalıştırılabilecektir.
Ayrıca belediyelerde çalışan taşeron işçiler, belediyeler tarafından kurulan şirketlere, yani belediye iktisadi teşekküllerine (BİT); il özel idarelerinde çalışan taşeron işçiler ise il özel idarelerinin iktisadi teşekküllerine geçirilecektir. Yani kadro sorunu yerel yönetimlerde de var. Özellikle HDP’li ve BDP’li belediyelerde çalışanların çoğu bu durumda. AKP’li belediyelere belli dönemlerde kadro açılsa da, partidaşlık yüzünden bu imkan diğer parti belediyelerine verilmiyor.
Yine bu düzenlemeyle Devlet Memurları Kanunu’nun 4. Maddesinin c fıkrasında tanımlanan “geçici personel”ler, 4-b’de tanımlanan “sözleşmeli personel” statüsüne alınacaktır. Ancak bu statüler, 657’ye tabi memurların hak ve ücretlerinden farklı ve düşük statüde oldukları için, bir kadro anlamına gelmemektedir. Yani kadro sorunu, yalnızca taşeron işçilerle sınırlı değil. Zaman zaman bu çalışanlara kadro açılacağı haberleri çıksa da bu henüz gerçekleşmiş değil.
Bir diğer kadrosuz kesim ise ek ders karşılığı çalışan sözleşmeli öğretmenler. Öğretmenlerin sorunu bununla da sınırlı kalmıyor. Öğretmen olmak üzere KPSS’ye giren ve sınavı geçen öğretmen adayları, yıllardır atanabilmek için bekliyorlar. Durumlarını bir çok kez yaptıkları eylemlerle dile getirmeye çalışan öğretmenlere devlet kadro ile değil çevik kuvvetle, gözaltılarla yanıt veriyor.
Tekrar altını çizmekte fayda var ki, devletin “taşerona kadro” söylemi sadece kamu personeli olarak çalışan işçilerle ilgili. Devlet kendi bünyesinde (merkezi yönetim ve yerel yönetim) çalıştırdığı işçilerin tanımını ve çalıştıkları yerleri değiştiriyor. Ekonomik sömürü ve adaletsizlikleri en derinden hisseden kesimlerden olan taşeron işçilerin sorununu, elbette tümüyle ortadan kaldırmıyor. Özel sektörde çalışan milyonlarca taşeronu ilgilendirmiyor bu düzenleme.
Sözün özü, devlet “taşerona kadro” vermiyor. Seçimlere yönelik bir ön çalışma olarak ortaya atılan “taşeron işçilere kadro verdik” vaadi, bir yalan olmaktan öteye gidemiyor.
Fırat Binici
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Devletten Taşeron İşçiye Kadro Yalanı – Fırat Binici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post TC, İran ve Rusya Devlet Başkanları Soçi’de Buluşuyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
IŞİD’in Suriye’deki tüm topraklarını kaybetmesinin ardından Rusya harekete geçti. Rusya Suriye hakkında bölge devletleriyle görüşmelere başladı. Bu görüşmeler çerçevesinde Rusya’nın Beşar Esad ile Soçi’de gerçekleştirdiği görüşmenin ardından bugün Erdoğan İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile görüşüyor.
Son bir hafta içerisinde üç ülkenin Dışişleri Bakanları Antalya’da, Genelkurmay Başkanları ise yine Soçi’de bir araya gelmişti.
The post TC, İran ve Rusya Devlet Başkanları Soçi’de Buluşuyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Erdoğan Medyası’nda Oyuncu Değişikliği – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Balzac 1843’te, “Basın var olmasaydı, onu hiç icat etmemek gerekirdi!” der. Bugün medya aracılığıyla neler olup bittiğini takip ediyor, küresel güncelin bilgisini basın ve yayın kuruluşlarından kolaylıkla alıyoruz. Balzac’ın sözü işte bu bilginin niteliğini tartışmaya yöneliktir. Medyanın hem güncelin bilgisinin üretiminde önemli bir araç olması, hem de ekonomik-siyasal-toplumsal önemli bir güç olmasıyla ilişkilidir bu durum.
Bu gücün devletle ne kadar ilişkili olduğunu, 1920’lerde gazeteci Walter Lippmann, Kamuoyu isimli kitabında güzel bir şekilde çözümlemiştir. Lipmann, propagandanın çoktan beri “hükümetin düzenli bir organı” haline geldiğini ve gelişmesi ile öneminin düzenli olarak arttığını savunmuştur.
1920’lerden bu yana, ana akım medya ve devlet arasındaki ilişkinin ne boyutlara ulaştığı az çok ortada. Batılı medya kuruluşları bu ilişkiyi gizlemekte başarılı. Bizde son beş yıldır olup biten ise medya tarihinde tersine bir evrim… Medya patronları da onları destekleyen siyasi yapılar da ilişkilerini açık bir şekilde göstermekte beis görmüyor. Özellikle OHAL süreciyle beraber, Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin rızasını alan medya kuruluşu olmak, bu alanda bir statü kabul ediliyor.
Geçtiğimiz ağustos ayında, ana akım medyada gerçekleşen oyuncu değişikliğini buradan okumak gerek.
Savaş sanayisinin önde gelen isimlerinden biri haline gelen Ethem Sancak, ES Medya’yı Hasan Yeşildağ’a bıraktı. ES Medya bünyesinde bulunan Akşam, Star, Güneş gibi gazeteler; 360 ve Kanal 24 gibi TV kanallarına bundan sonra Yeşildağ patronluk edecek.
Kim bu Hasan Yeşildağ?
Hasan Yeşildağ’ın kim olduğunu aramaya başlayan araştırmacı-gazetecilerin ilk karşılaştığı yazı, 2006 yılında Mahmut Övür’ün yazdığı “Kim şu Hasan Yeşildağ?” yazısı. Övür, bu yazıyı, yazdığına yazacağına pişman olmuş olabilir. ES Medya gibi Tayyip Erdoğan ve AKP ile ilişkisini açık bir şekilde ortaya koymaktan çekinmeyen Turkuvaz Medya’ya bağlı Sabah gazetesinde yayınlanan yazı, yaşadığımız coğrafyadaki medya-devlet ilişkilerinin evrimini anlamak açısından önemli. 2006’da açık bir şekilde Erdoğan’ı ve derin ilişkilerini gündem eden ve eleştiren Övür artık, Sabah gazetesinde de, yorumcu olarak konuk edildiği A Haber programlarında da Tayyip Erdoğan’a ve onun siyasi çizgisine övgüler dizmekten geri kalmıyor. Doğal olarak, Hasan Yeşildağ’ı da sevecek!
Övür’ün bir zamanlar, “derin” ilişkilerinin açığa çıkarılması için yetkilileri sorumluluğa davet ettiği Hasan Yeşildağ kimdir?
1970’lerin sonunda, Üsküdar’da Şehir Tiyatrosunun bombalanmasında ismi geçen, katledilenlerin arasında devrimcilerin de olduğu birçok cinayetin faili, azmettiricisi, silah tedarikçileri arasında yer alan, Üsküdar ÜGD örgütünün başı bir ülkücü. İşlediği cinayetlerin birinden idam cezası istenerek tutuklu yargılanan, hapishanede Mehmet Ali Ağca’yla tanışıp devletin “derin” işlerini yapacak kadrosunun içine alınan ve vakit kaybetmeden beraat ettirilip İsviçre’ye kaçırılan kişidir. İsviçre’den dönünce, Tayyip Erdoğan’ın güvenliğini almak üzere bir “suç işleyerek” onunla aynı hapise giren, kaldığı süre boyunca hapishane müdürlüğü yapan şahıstır. 2000 yılında Abdi İpekçi cinayeti de dahil olmak üzere hakkındaki tüm suçlar hakkında takipsizlik kararı verilen, hakkında İGDAŞ ve İstanbul Belediyesi ile ilgili birçok soruşturma bulunan isimdir.
Kardeşi İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis üyesi Zeki Yeşildağ, Tayyip Erdoğan’ın farklı coğrafyalarda protestocularla yaptıkları kavgalarla ünlenen korumalarının başında bulunan; belediyenin ağaç dikme işleri, trafik sinyalizasyon araçlarının satımı, güvenlik kameraları ve gizli kamera tekniklerini belediyelere pazarlaması işi gibi “karlı” işlerini yapan eski ANAP, Refah Partisi yani anlayacağınız her dönemin siyasetçisidir. Aynı zamanda Eski Emlak Bank Genel Müdürü Civangate yolsuzluk skandalının baş ismi Engin Civan’ın kardeşinin eşidir.
Böyle bir CV’ye şimdilerde bir de Tayyip Erdoğan’dan önce İslamcı gençliğin liderlerinden Metin Yüksel’in ülkücüler tarafından katledildiği bilgisi eklendi. Ülkücülerin Tayyip Erdoğan’ın önünü bu cinayetle açtığı iddia ediliyor. O da ülkücülerin önünü açmayı seviyor, her şey karşılıklı! Bu bilgilerin birbiriyle ilgisi ise büyük ve derin planlar!
Ethem Sancak ile kıyaslandığında, daha “vefalı” ve daha “derin” konumda bulunan Yeşildağ’ın medya patronluğunda, kendinden öncekileri aratmayacağı açık. Balzac, medya patronları ve onların iktidarlı ilişkilerini öngörmüş herhalde!
Nedim Ciran
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 40. sayısında yayınlanmıştır.
https://seninmedyan.org/category/nedim-ciran-yorumluyor/
The post Erdoğan Medyası’nda Oyuncu Değişikliği – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Varlık Fonu Kimi Fonluyor – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Mevzuatta Başbakan’a bağlı olan bu fonla ilgili böyle önemli bir kararı neden Erdoğan’ın açıkladığından tutun da Erdoğan’ın “beraber karar verdik” demesine rağmen kendisinin ekonomi başdanışmanı Hatice Karahan’ın bile bu olaydan haberinin olmadığının ortaya çıkması bir hayli şaşırtıcı bulunuyor. Yoksa olay kimilerince söylendiği gibi başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı arasında, daha da açık söylemek gerekirse, Yıldırım ile Erdoğan arasındaki uyumsuzluktan mı kaynaklanıyor?
Bu iddia, en son, henüz bu görevden alma gerçekleşmemişken Bloomberg’de yer alan bir analizde ortaya kondu. Bu analizde, Erdoğan tarafından desteklenen Başkan Bostan’ın, Başbakan Binali Yıldırım ve ekibince değiştirilmek istendiği öne sürülüyordu. Yine bu analizde, sorunun yalnızca başkan olmadığı, işlerin yürütülmesinde bir anlayış farklılığının da olduğu belirtiliyordu. Yani, Yıldırım, Fon’un büyük çaplı altyapı projeleri için kullanılmasını savunurken; Saray ise Fon’un borsa ve döviz piyasasına müdahaleyi de içeren daha kısa vadeli hedefler için kullanılmasını istiyordu.
Yine Bloomberg’deki analizde görüşüne başvurulan Ahmet Davutoğlu’nun eski danışmanı ve Karar yazarı Etyen Mahçupyan bu konuda “Erdoğan’ın tek başına yönetimi elinde tuttuğu kuşkusuz olsa da AKP kanadında ikinci bir kampın oluşması cumhurbaşkanının göründüğü gibi sınırsız yönetim gücüne sahip olmadığını gösteriyor” sözleri de bu iddiayı destekler nitelikte.
Bu iddia öyle sarsıcıydı ki, TVF yönetim kurulunda bulunanlardan biri olan Yiğit Bulut (diğerleri Mehmet Bostan, Himmet Karadağ, Kerem Alkin ve Oral Erdoğan) kendi köşesinde “küresel Bloomberg kuruluşu, ekranlara ‘sözde analiz’ adında bir haberi geçerek, aklınca Türkiye’ye operasyon yaptı. İçinde geçen detaylar tamamen uydurma, hayal ürünü, iftira olduğu gibi Türkiye içinden de beslendikleri kesin” diye yanıt vermek durumunda kaldı.
O günlerde, bu tartışmanın yapay bir iddia üzerine olduğu düşünülse de Erdoğan’ın Mehmet Bostan’ı görevden aldığını açıklaması ile TVF’deki kriz artık iyice gözler önüne serilmiş oldu. Bu görevden alma ile kriz çözüleceğe de benzemiyordu.
Hala net bir açıklama yapılmış değil. Bu görevden almaya Fon yönetimi içinde yaşanan anlaşmazlıkların etki etmiş olabileceği gibi, asıl gerilimin AKP içinde olduğu ve ister istemez fona da yansımış olabileceği üzerinde de duruluyor.
Ertuğrul Özkök de köşesinde TVF tartışmalarına dahil olan bir yazı yayınladı. Özkök, yazısında “bir süredir benim de kulağıma böyle şeyler geliyordu” diyerek krizi doğruluyor. Özkök, daha da ileri gidiyor ve “yönetim kurulundakilerin kendilerine birer Audi A8 marka otomobil istemeleri”nin de büyük bir sıkıntıya yol açtığını açıklıyor.
Zaten gündeme geldiği günden beri gerek gelir kaynakları, gerekse özel yasayla kurulmuş olmasından dolayı denetime tabi olmayışıyla birçok tartışmanın konusu olan TVF’deki bu yeni tartışmalar dineceğe benzemiyor.
Bünyesinde Milli Piyango, Türkiye Jokey Kulübü, Ziraat Bankası, BOTAŞ, Borsa İstanbul, THY ve Halk Bankası gibi kuruluşlar bulunan ve toplamda 200 milyar doları aşan varlıkları yatırıma dönüştürerek büyümeye %1,5 katkısı olacağı söylenen Varlık Fonu’nun daha 1 yılını doldurmadan hem başkanını kaybetmesi, hem de yeniden yapılandırılacağının açıklanması, krizin bu konuşulanlardan çok daha derin olduğu konusundaki kuşkuları kuvvetlendiriyor. Türkiye Varlık Fonu’nca oluşturulan alt piyasa istikrar ve denge fonu, kobi finansman fonu, lisans ve imtiyaz fonu, maden alt fonunun da bu kötü gidişi durdurmaya yaramadığı anlaşılıyor.
Son bir yıldır her olumsuzluğu FETÖ’ye yıkan AKP’nin başının bu kez kendi yarattığı bir kurumla dertte olduğunu görüyoruz. Üstelik bir yandan ABD’de yargılanan Rıza Zarrab soruşturmasına eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın da dahil edilmesi, diğer yandan da AB ile kurduğu ekonomik ilişkileri ters giden TC’nin bir de bu fon üzerinden yaşadığı kriz, aslında bu krizin boyutlarının yalnızca TVF ile sınırlı kalmadığını/kalmayacağını da gösteriyor.
Kimi değerlendirmelere göre “iflasın itirafı” olarak adlandırılan bu durum, AKP’nin “ortağı” MHP cephesinde de eleştirilere yol açacak kadar derin. Üstelik ordan yükselen sesler, “başkan değiştirmek yetmez, fonu komple kaldırmak gerek” yönünde daha sert. E, ortadaki paranın miktarı büyük olunca bunun ortaklar arasındaki kavgas da büyük olabilir. Çünkü fonun nerelere harcama yapabileceğini belirten kanunda “tescil ve ilan giderleri sigorta ücretleri, danışmanlık giderleri” vb. bir dizi gider sayıldıktan sonra şöyle muallak bir ifade de var: “Yönetim kurulunca yapılması uygun görülen diğer harcamalar”.
İşte asıl kavganın nedeni de bu paranın nerelerde kullanılacağı üzerinde anlaşamamak olabilir. Ama Erdoğan’ın bu kavgayı pek de büyütmek niyetinde olmadığını, asıl amacının bu kaynakları bir an önce kullanılabilir hale getirmek olduğuna kuşku yok. Bu krizden sonra Fon’un doğrudan Saray’a bağlanması ve belki de görünürdeki başkanlığına Yiğit Bulut’un getirilmesi bizi çok da şaşırtmayacak. Başkan kim olursa olsun arkasındaki patronun artık kim olacağı tartışılmayacak bile. Çünkü, öyle ya da böyle TVF, artık gözünü 2019 yılında yapılacak seçimlere çeviren iktidar için vazgeçilmez bir gelir kaynağı. Bu fonda biriken paraları kullanarak belki Türkiye’nin büyümesini 1,5 puan artıramadılar ama seçim kampanyalarında kullanılacak, eşe dosta dağıtılacak fon gelirleri AKP oylarında 1,5 puan bir artış getirebilir. Öyleyse Başkan gitti, yaşasın Başkan!
The post Varlık Fonu Kimi Fonluyor – Fuat Çakır appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Adalet Yürüyüşüne – Mitingine Dair appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Parlamenter muhalefetin beklenmedik bir manevrayla Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde başlattığı Adalet Yürüyüşü, genelde muhalefetini sandık dışında yapmayan CHP için oldukça radikaldi.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun 24 günlük “Adalet Yürüyüşü”, Maltepe Miting Meydanı’nda sonlandı. Adalet talebinin, tutuklanan CHP milletvekili Enis Berberoğlu nezdinde tüm OHAL mağdurlarını kapsadığı muammasıyla başlayan ve biten yürüyüşün anlamı da, bu muammada kalarak kaybolacaktır.
Maltepe’deki miting alanında KHK’lar ile işten atılan memurlar, akademisyenler, gazeteciler, gözaltılar, tutuklamalar, açlık grevlerine yönelik saldırılar gündemleştirilirken; OHAL’in kaldırılması birincil istek olarak belirginleşti.
Yürüyüş ve miting sürecine eklemlenen HDP ve devrimci muhalefetten bazı örgütlenmeler, yürüyüşe katılarak kattıkları renklerini, mitingde renksizliğe dönüştürmüşlerdir. Bu dönüşüm, toplumsal muhalefetin “yeni lideri” Kemal Kılıçdaroğlu tarafından bizzat istenmiştir. Kırmızı ve beyaz dışındaki renkleri istemediğini, yürüyüşün 24. günü baskın bir şekilde söylemişti. Bu, Tayyip Erdoğan’ın karşısına çıkmaya hazırlanan Kemal Kılıçdaroğlu’nun, muhalefetin tümünü toparlayabilmek için sunduğu şarttır.
Yürüyüş, mitingle beraber başkanlık seçimi için bir anlaşmaya mı dönüşüyordu?
Kemal Kılıçdaroğlu, yürüyüşün Maltepe Mitingi’yle bitmeyeceğini vaat ederken, “Adalet Yürüyüşü” süreciyle Enis Berberoğlu’nun birdenbire bırakılmayacağını bildiğini; ama bu sürecin, meclis ve sokak ile beraberce örgütlenerek bir şeyleri değiştireceğini söylüyordu.
CHP, kaybedilen birçok seçimden ve az biraz oyla kaybedilen referandumdan sonra, sandık sandık sıkışan toplum için bir sokak eyleminin, yürüyüşün gerekliliğini anlamış ve bu gerekliliğin manevrası ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun toplumun “2019 adayı” olmasını istemiştir.
Yürüyüş ve miting değerlendirildiğinde, hedefe ulaşılmış gibi görünüyor.
Ve görünen köy kılavuz istemez; referandum sürecinde devrimci anarşistlerin eleştirdiği başlıklardan biri olan “parlamenter muhalefet ile devrimci muhalefetin ayrışmasının önemi”, bu süreçte de anlaşılmayacaktır. Bu süreç de meclisten sokağa, sokaktan sandığa, sandıktan meclise doğru sürecektir. Bu yanılgı döngüsünden çıkılmadıkça; Ne Adaleti, Ne de Özgürlüğümüzü Kazanamayız!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayımlanmıştır.
The post Adalet Yürüyüşüne – Mitingine Dair appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Demokrasinin Muğlaklığı” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Demokrasiyle Sıkıştırılıyoruz Demokrasinin bu sınırlı yapısında dahi muhalefet etmekte ısrarcı olan “demokratik” seçim, referandum, plebisit vb. yanlıları, aynı stratejinin bir parçası olarak devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar. Bu sistemin içinde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır. Demokrasi kelimesinin içeriğini “daha iyi” dolduranlar, yalnızca kelimenin varoluşundaki kötülüğü kamufle ederler.
15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminin ve sonrasında ilan edilen OHAL uygulamalarının, coğrafyadaki siyasette yarattığı dönüşüme tanık olmaktayız. Bu dönüşümün sadece siyasetle sınırlı kalmadığı, ekonomiden topluma, bu dönüşümün birçok farklı alanda etkisinin olduğu bir zaman diliminin içinde yaşıyoruz. Bu dönüşümün siyasal alandaki dönüştürücülüğünü yapısal, kurumsal ve söylemsel olarak hissetmekteyiz.
Yapısal olarak hissetmekteyiz, çünkü Tayyip Erdoğan ve partisinin, devletin yapısında bir değişikliğe gittiği açık. Bu yeni yapıyı güçlendirmek adına, kurumlar arası hiyerarşi de yeniden şekillendirilmekte, hatta bazen olmayan kurumlar var edilerek politik işleyişe dahil edilmektedir.
Bu dönüşümün söylemsel iz düşümünü anlamak için, yine Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasındaki politik açıklamalarında aramak gerek. Söylemsel düzeyde, siyasal iktidarın (bu siyasal iktidarın artık bizzat Erdoğan’da vücut bulduğunu gözden kaçırmadan) demokrasiyle ne kadar haşır neşir olduğuna ilişkin girişilen ufak bir çaba bile, bu dönüşümü anlamamız açısından bir kolaylık sağlayacaktır.
Demokrasi Sevdası
Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz’dan bu yana Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesine kayıtlı konuşmalarına bir göz attığımızda:
İlk konuşması 15 Temmuz sonrasında gerçekleşen “ulusa sesleniş” konuşması… Konuşmanın “millete hitap” diye isimlendirilmesi bile sürecin siyasal söyleminin nasıl değiştiğini görmek açısından önemli bir ibaredir. 19.07.2016’daki “millete hitap” konuşmasından 14.12.2016’daki 32. Muhtarlar Toplantısı’na kadarki süre içerisinde toplam 42 konuşma gerçekleştirilmiş; gerçekleşen bu 42 konuşmada, demokrasi kelimesi 165 kez dillendirilmiştir. 15 Temmuz öncesinde gerçekleşen ve yine aynı kaynaktan bulunabilecek 42 konuşamadaysa, demokrasi kelimesi sadece 45 kez dillendirilmiştir. 15 Temmuz öncesi ve sonrası demokrasi kelimesi kullanımlarındaki bu fark, kelimenin 15 Temmuz’dan sonra nasıl da popülerleştiğini göstermek adına kritik bir ayrıntıdır.
Özellikle 15 Temmuz sonrası “demokrasi meydanları”na, “demokrasi nöbeti” tutanlara, “demokrasi ve şehitler mitingleri”ne yönelik konuşmalarda kullanılan demokrasi kelimesi sayısı, 15 Temmuz öncesi gerçekleşen uluslararası konferanslardaki konuşmalardaki sayısından bile (BM Medeniyetler İttifakı Buluşması konuşması, Dünya İnsani Zirvesi konuşması vb.) daha fazladır.
15 Temmuz’dan sonraki konuşmalarda demokrasi kelimesinin beraber kullanıldığı diğer kelimeleri gözden geçirdiğimizde “demokrasi mücadelesi”, “demokrasi nöbeti”, “demokrasi direnişi”, “demokrasi meydanı”, “demokrasi ülkesi”, “demokrasi dersi”, “demokrasi destanı”, “demokrasi kahramanı” gibi ikili kullanımların yanı sıra, “demokratik parlamenter sistem”in, “gerçek demokratlığın” övüldüğü “tatlı su demokratlığı”nın yerildiği konuşmalara rastlamak mümkün. Bunun dışında kısmen demokrasi tanımlarının yapıldığı konuşmalarda “demokrasi milli iradenin üstünlüğüdür”, “demokrasi milletin taleplerinin iktidar olduğu bir rejimdir” gibi ibarelerle demokrasi, 15 Temmuz sonrası oluşan siyasal ortama göre yeniden tanımlanmaktadır.
Demokrasinin Muğlaklığı
15 Temmuz’dan sonra ilan edilen OHAL, çıkarılan KHKlar, sıkıyönetim uygulamalarıyla tutuklananlar, kapatılan dernekler-basın ve yayın kuruluşları… Bu ve benzeri uygulamaların her geçen gün arttığı, devlet baskısı ve şiddetinin her geçen gün daha fazla hissedildiği bir ortamda mevcut siyasi iktidarın demokratik olmamak ve hatta diktatörlükle eleştiriliyor olmasını, yukarıda örneklediğimiz söylemsel dönüşümle beraber düşündüğümüzde, iş içinden çıkılmaz bir hale dönüyor.
OHAL süreciyle beraber, yaşadığımız coğrafyada gözlerimizden kaçmayan demokrasiye ilişkin bu ikirciklik aslında küresel siyaset sahnesinde de mevcuttur. Örneğin ABD’nin dünyanın farklı coğrafyalarındaki işgallerini meşrulaştırmak için demokrasiyi kullandığını ya da İsrail devletinin Filistinlileri öldürme hakkını “demokratik seçim”lerle sağladığını biliriz. Batı diye tabir edilmeyen coğrafyadaki bazı siyasal iktidarların diline dolanan ya da Arap Baharı gibi süreçlerde ulaşılacak hedef olarak gösterilen demokrasi teriminin içerdiği tezatlıkları görmek açısından önemlidir.
Dolayısıyla, ya demokrasi kavramının birbiriyle tezat halde bulunan milyonlarca anlamı var ya da kavramın kendisi anlamsız. Jean-Luc Nancy “demokrasinin her anlama (politika, etik, hukuk, uygarlık) geldiği için hiçbir anlam ifade etmez” olduğu tespitinde bulunuyor. Siyasal erdemin tümünü temsil ettiği ve ortak iyiliği sağlamanın tek yolu olduğu için kelime, en sonunda her sorunlu niteliği, her türden sorgulama veya tartışma olanağını ortadan kaldırıyor.
İçinde bulunduğumuz süreçte Tayyip Erdoğan ve partisinin ağzına pelesenk ettiği demokrasiyi, benzer bir yerden düşünmek gerekiyor. Yani kavram varoluşsal olarak her tarafa çekilmeye müsait. Birisi bir şeyi demokrasi için yaptığını söylerken; başka birisi aynı şeye, neden olarak demokrasiyi göstererek karşı çıkabilir. Demokrasinin ifade ettiği toplumsal modelin neye tekabül ettiğine ilişkin muğlaklık açıktır. Her şey demokrasi için yapılır, her icraat daha demokratik olma vaadiyle desteklenir.
Demokrasinin bu belirgin olmayan anlamı, terimle kast edilenin devletin kuruluş biçimi mi yoksa devletin yönetim tekniği mi olduğunun anlaşılmamasında yatar. Yani terimle iktidarın hem meşrulaştırması hem de işleyiş biçimi tanımlanır. Bu Georgio Agamben’in ifadesiyle hukuksal-anayasal bir terminolojinin bir yönetim tekniğiyle uzlaştırılmaya çalışılmasıdır.
Demokrasinin bu ikili anlamına benzeyen durum, Aristotales’in “politea” ve Rousseau’nun “toplum sözleşmesi” terimlerinde de mevcuttur. Kelimeler “anayasa” ile “yönetim”i imler. İkisi de birbirinden farklı olmasına rağmen, bu anlamların aynı kelimelerle karşılanmasıyla birbirine bağlanır.
Yine Agamben’den alıntılarsak “Bugün hükümet ve ekonominin gitgide her türlü anlamdan mahrum bırakılan halk egemenliği üzerindeki ezici hakimiyetine tanık oluyorsak bunun nedeni; Batı demokrasilerinin borçlarıyla birlikte kabul ettiği bir felsefi mirasın bedelini ödemekte olmasıdır belki de”. Bunun anlamı şudur; devletin başı konumundaki siyasal iktidar ya da hükümet basit bir icra aygıtıymış gibi gösterilir. Yani “milli irade”nin sadece uygulayıcısıdır. Ancak devlet iktidarının temel gizemi “milli irade”, halk egemenliği vs. değil, bu siyasi iktidarın uygulayıcısı olmasında yatar.
Demokrasiyle beraber birbirini meşrulaştıran ve birbirine tutarlılık kazandıran bu iki unsur, birbirine demokrasiyle bağlanır. Ancak birbirinden farklı bu iki unsur nasıl birbirine bağlanır buna ilişkin herhangi bir veri yoktur. Yönetimin kuruluş biçimi, yönetim tekniğine indirgenir. Demokrasi kelimesinin muğlaklığı buradan gelir.
Kutsal Demokrasi
Şimdiki devlet iktidarının, demokrasinin varoluşsal muğlaklığından yararlanıyor oluşu tam da beklenendir. Bize farklı gelen OHAL sürecinde demokrasinin içerisinde bulunan bu zıtlığın, bu kadar aşikar biçimde görünmesidir. Mevcut siyasi iktidar bir taraftan seçilmişliği üzerinden, öte yandan “demokratik işleyişi yok edici başka bir gücü bertaraf etmesi” (15 Temmuz) üzerinden iktidarını iki kez demokrasiyle kutsamış, yaptıklarını ve yapacaklarını iki kez meşrulaştırmıştır. Bu meşruluk sağlandıktan sonra, yine aynı şekilde seçilmiş olmalarına rağmen vekillerin, belediye başkanlarının ya da diğer seçilmişlerin hapse atılmasının ya da görevden alınmasının aynı mantıkta tutarsız olduğu açıktır. Keza bunun dışında birçok baskı ve şiddet dolu uygulama, aynı tutarsızlık içerisinde konuşulur. Örneğin, 15 Temmuz’dan sonra yükselen idam isteminin “halk istiyor” diye ifade edilip “demokratik bir talep” ya da “milli iradenin isteği” kapsamında tartışılması…
Mesele bu tutarsızlığın bizzat demokrasinin içerisinde olduğu gerçeğini kavramaktır. Platon’un “demokrasi paradoksu” bu noktada kullanışlıdır: Halk bir tiran tarafından yönetilmek istediğinde ne olacak? Bu varoluşsal zıtlığı içerisinde taşıyan demokrasinin aptallaştırıcı etkisidir. Siyasi iktidarın demokratik olmadığından dem vurarak yine demokrasi içerisinde bir çözüm arayışı, aynı tutarsızlığı ısrarla devam ettirmektir.
Demokrasinin bu sınırlı yapısında dahi muhalefet etmekte ısrarcı olan “demokratik” seçim, referandum, plebisit vb. yanlıları, aynı stratejinin bir parçası olarak devletli sistemin aldatmacasına dahil olurlar. Bu sistemin içinde kazanmak yoktur. Kazandığını zannetmek vardır. Demokrasi kelimesinin içeriğini “daha iyi” dolduranlar, kelimenin varoluşundaki kötülüğü kamufle ederler yalnızca.
Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “devleti ele geçirirken demokrasiyi öldürdüğü”ne üzülenler, sadece demokrasinin bu etkisinde kalmamakta, bu etkiyi kendileri de üretmektedir. Bir sonraki aşamada, demokrasiyi yoktan var eden “oylama” benzeri uygulamalarda, sorunsallaştırdıklarına çözüm aramakta; aynı kısır döngü içerisinde çözüm bulamamaktadır. Yaşadığımız coğrafya içerisinde, “toplumsal muhalefet”in sorundan kurtulmak için önerdiği “yaratıcı” çözümler yoğunlukla buna odaklanmış vaziyettedir. Oysa “oylama ya da benzeri demokratik çözümler aslında, bir üst gücün talep ettiği rızadır. Bu güçle aynı fikirde olunduğu sürece rıza olarak çalışır.”
Demokrasiyi Tanımlama Gerekliliği
Bir tarafı demokrasi bir tarafı diktatörlük olan bu ikiz yapının nasıl birbirinden ayrılamayacağını anlamak için seçimlerin hangi yollarla yapıldığına, partilerin ve parlamenter grupların nasıl kurulduğuna, yasaların nasıl önerilip, oylanarak kabul edilip, nasıl uygulandığına bakmak yeterli olacaktır.
Demokrasinin bu aldatıcı etkisini kırabilmenin yegane yolu, onu iyi tanımlayabilmekten geçer. “Demokrasi bir yalandır, zulümdür ve gerçekte oligarşidir; yani ayrıcalıklı bir sınıfın çıkarlarını gözeten birkaç kişinin yönetmesidir.” der Malatesta ve şöyle devam eder; “Diktatörlükler, demokrasilere yalnızca iktidarı ele geçirebilenlerin daha rahat despotluk ve tiranlık yapabileceği bir yönetim biçimi bulduklarında karşı çıkar.”
The post “Demokrasinin Muğlaklığı” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>