The post RTÜK, İnternet Televizyonlarına da El Attı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İnternet üzerinden yayın yapan kuruluşlar, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) denetimine alındı. Yeni düzenlemeyle Netflix, BluTV ve Puhutv gibi internet televizyonları “denetim altına” alındı.
“Radyo, Televizyon ve İsteğe Bağlı Yayınların İnternet Ortamından Sunumu Hakkında Yönetmelik”le yapılan düzenlemeler bugün itibariyle Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Yönetmeliğe göre yayınlarını internet üzerinde sunmak isteyen medya hizmet sağlayıcılarının RTÜK’ten yayın lisansı alması gerekiyor. Yönetmelikle, internet üzerinden yayın yapan yurtiçi ve yurtdışı televizyonların yanı sıra internetten yayın yapan haber paylaşım sitelerinin, Türkiye’de şirket kurmaları ile vergi vermeleri de zorunlu kılındı.
Ocak ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden (TBMM) geçen yasa tasarısıyla RTÜK’e internet yayınlarına denetim yetkisi verilmişti.
The post RTÜK, İnternet Televizyonlarına da El Attı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post OHAL’in 3 Maymunu – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Bir yanda, basımı ya da dağıtımı engellenen gazeteler, haklarında soruşturma açılan gazeteciler, “devlet büyükleri”ne hakaret etti iddiasıyla hedef gösterilip işten çıkarılan muhabirler, yayını durdurulan televizyon kanalları, programdan uzaklaştırılan haber spikerleri, paylaşımları yüzünden trollerin saldırısına uğrayan sosyal medya kullanıcıları…
Diğer yanda da, birbirleriyle aynı manşeti kullanan havuz gazeteleri, ziyafet ve davetlerden eksik olmayan yayın yönetmenleri, köşelerinden kan kusan yazarlar, ırkçı ve nefret dolu paylaşımlarıyla gündem oluşturmak için maaşa bağlanmış trol hesaplar…
15 Temmuz’a yaklaşırken medyanın genel hali az çok böyleydi.
Darbe planlı mıydı, kontrollü müydü tartışmaları hiç kesilmiyor; ama şu artık bir gerçek ki, böylesi bir “yetki devri” kimilerince arzulanan bir şeydi. İşte yandaş medyanın 15 Temmuz öncesi bir görevi de bu algının oluşmasını sağlamaktı. 15 Temmuz’un sonuçlarına bakılırsa, bunu ne kadar iyi yerine getirdiğini görmek mümkün.
Yandaş medyaya OHAL’den sonra verilen görevse, gün geçtikçe şiddetini artıran devlet zulmünün ve toplumun özellikle ezilen ve muhalif kesimine yansıyan adaletsizliklerin üzerini örtmek için sayfalarını ya da ekranını seferber etmek oldu. Gerçekten de seferber edildiler, çünkü artık her haber “darbecilere” karşı tam bir askeri zafer kazanılmış edasıyla sunuluyor, her bir sözcük kendinden olmayanı nefret ve düşmanlıkla linç ediyordu.
Bu kadarla da sınırlı değil. Gündemi yandaş medyadan takip edenlerin, ekonomik başarılar içinde yüzüldüğü, 1000 odalı sarayı kıskananların olduğu, ABD’ye ve Rusya’ya posta konulduğu, Fırat Kalkanı ile Suriye’nin ta ortalarına kadar ilerlendiği yanılsamasına kapılmış olmaları kuvvetle muhtemel! Zaten medyanın muhalifleri susturmaktan daha çok başarılı olduğu yer de burası; gerçeği tahrif ederek hiç de azımsanmayacak bir kesimi “resmi haber”lere inandırmak.
OHAL’in “başarılı” bir biçimde uygulanmasında doğrudan tetikçilik yapan yandaş medya kadar, doğrudan siyasi baskıyla muhalefet edemez, farklı bir yorum getiremez hale sokulmuş medya organlarının da payı var kuşkusuz. Oysa çok değil, daha bir önceki seçimde “OHAL kalktı, oyum AKP’ye” propagandası bu gazetelerin sayfalarını, televizyonların ekranlarını dolduruyordu. Şimdi ise OHAL’in ne kadar da zorunlu olduğu yineleniyor her an.
OHAL koşullarında referandum
Yandaş medya, geçtiğimiz referandumda da, kamuoyunu belirleme konusunda kendinden beklendiği gibi davrandı ve yayınlarını “evet” propagandasına çevirdi. Hemen her kanalda yer alan açık oturumlarda cevabı önceden belli sorularla zihinler bulandırıldı, oy vermeye işte bu tek kale maça dönen şovların etkisinde gidildi. Sonuçlar malum.
Özellikle bu dönemde medya patronları ve yayın yönetmenleri ile yapılan kahvaltılı toplantılar, aslında medyanın hareketlerini kontrol etmesine yönelik bir dizi talimat vermenin bir aracı oldu. Böylelikle yandaş medyada ne hayırcılara yönelik saldırılara yer verildi, ne de diğer OHAL baskılarına. Mecliste grubu bulunan HDP’nin grup toplantıları bile yayınlanmadı. HDP’liler çare olarak cep telefonu ile yayın yapma yöntemine gittiler.
OHAL adı altında topluma karşı bir savaş yürütülüyor
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesiyken KHK’yla ihraç edilen Funda Başaran, Sokak Akademisi’nde verdiği “OHAL’de Medya” dersinde, işte bu gidişe “topluma karşı savaş” diyor, ‘OHAL adı altında topluma karşı bir savaş yürütülüyor’. Peki, bu nasıl bir savaş? Funda Başaran devam ediyor: “İktidarın kendi çıkarlarını sürdürmesi üzerine kurulu bir savaş. Üstelik AKP’nin iktidara geldiği ilk günden itibaren medyayı kendine ilişkilendirmesinin bir sonucu olarak ve yasaklar, baskılar, sansür ve değişen sahiplik ilişkileri ile oluşturulan ortamda, bugün medya gerçek bir savaş aracına dönüşmüştür.”
OHAL medya havuzunu büyüttü
OHAL’le birlikte ardı ardına açıklanan KHK’larla kapatılan gazete ve tv’ler, yandaş medya patronlarının eline geçti. Daha önce Gülenci şirket ya da vakıflara ait olan bu kuruluşlar, çok küçük bedeller karşılığında, yandaşlıkta kusur etmeyen iş çevrelerine devredildiler. Böylece havuz medyası büyüdükçe büyüdü. Bu devirler sonrası ya çalışanların yeni yönetime biat etmesi istendi ya da topluca işten çıkarmalar yapıldı. Son bir yılda medya kuruluşlarından çıkarılanların toplam sayısı, KHK’larla doğrudan açığa alınan medya çalışanlarıyla beraber 10 bini aşıyor.
Sosyal Troller
Darbe gecesi Tayyip Erdoğan’la yapılan ve canlı yayınlanan görüntülü telefon görüşmesinin, hiç bir plandan haberi olmayan insanları sokağa çıkarmak için yetmiş de artmıştı. Ama darbe taşları yerlerine oturup bir de OHAL ilan edilince, sosyal medya da yasaklama ve engellemeyle karşı karşıya kaldı. Üstüne, trol hesaplardan yayılan yalan bilgilerle sosyal medya da devletin propaganda alanı haline geldi. Özellikle Reina saldırısı öncesi ve sonrası IŞİD’i öven sosyal medya paylaşımlarının serbest olması dikkat çekiciydi. Burada yapılan hedef göstermeler mahkemelerde delil olarak kabul edilip gözaltı ve tutuklanma gerekçesi yapıldı.
Kürtler için her gün OHAL
Yazılı ve görsel medyada az da olsa gerçeği dillendirme çabaları, yine AKP’ye bağlı yargının hakimlerince daha başından engellenmeye çalışıldı. TCK kapsamında “örgüt”, “terör” veya “devlet büyüklerine hakaret” bahaneleriyle haklarında dava açılan gazeteci sayısında artış yaşandı. Rakamla vermek gerekirse, OHAL sonrası soruşturmalar ve davalar sonucu 778 gazetecinin basın kartı, 46 gazetecinin pasaportu iptal edildi; 3 gazeteci “devletin güvenliğine ilişkin belge yayınlamak”tan 12 yıl 6 ay; 2’si “örgüt üyeliği”nden 55 yıl hapse mahkum edildi. 2016 sonu itibariyle 73 gazeteci (38’i Özgür Gündem dayanışmasından) toplam 547 yıl 6 ay hapis istemiyle yargılanıyordu.
Geçtiğimiz Ocak ayında, Ankara’da yapılan Uluslararası Hukuk Konferansı’nda bir konuşma yapan DİHA editörlerinden Kenan Kırkaya, Sur, Cizre ve Nusaybin’deki katliamlara hep birlikte karşı çıkılabilseydi, OHAL’in batıdaki etkileri bu kadar şiddetli olmayabileceğini ifade etti. Bunu söylerken pek de haksız değil. Kısacası, Kürt olmak hele de Kürt bir gazeteci olmak bu topraklarda hiç de kolay olmadı. 30 yıldır geleneğini sürdüren Kürt basını ve Kürtler için her gün OHAL’di desek yanlış olmaz.
Ağıta da tahammül yok!
Hepsi bununla da kalmıyor. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan bir KHK’yla televizyon yayınlarına yeni bir OHAL tehditi getirildi. Bu kararnamedeki “terörün amaçlarına hizmet edecek sonuçlar doğuracak yayın” ifadeleri ile yeni bir suç daha yaratıldı. Bu yasağa uymayan televizyonlar kapatılacak. Bu KHK’ya göre, oğlunu ya da eşini kaybetmiş annelerin ağıtları ya da iktidarı eleştiren feryatları televizyonlardan yayımlanamayacak.
Devlet hep ölümden, acıdan, katliamdan yana. Medyası da öyle. İktidar, kendi isteği dışında bir sesin çıkıp ezberleri bozmasını istemiyor. Elinde tuttuğu onca medya desteğine rağmen bir ananın feryadına bile tahammül gösteremiyor. Onu bu feryatların yıkacağını biliyor ve korkusu da, OHAL’i de bundan.
Nedim Ciran, Medyan Haber Ajansı
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 39. sayısında yayınlanmıştır.
The post OHAL’in 3 Maymunu – Nedim Ciran appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “O Bir Öğretmen” Sen de Bir Şovmensin – Vahap Güler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“ŞAKİLER TEMİZLENDİ: Ağrı Dağı tepelerinde tayyarelerimiz şakiler üzerinde çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Zilan Deresi ağzına kadar ceset dolmuştur.”
16 Temmuz 1930 tarihinde, dönemin iktidarı CHP’nin yayın organı diyebileceğimiz Cumhuriyet Gazetesi, Zilan Katliamı’nı böyle taşımıştı manşetine. Resmi rakamlara göre 15.000 kişinin can verdiği katliamı şakilerin (şaki: o dönemde “terörist” yerine kullanılan kelime) temizlenmesi olarak haber yapmıştı.
Yıl oldu 2016, aylardan Ocak. Ulusalcısından cemaatine, yandaşından yalakasına, gazetelerin çoğu her gün aynı manşeti atıyor: “TEMİZLİK OPERASYONU SÜRÜYOR!” Evet. Devletin “temizlik”, medyanın algı operasyonu hala sürüyor… Temizlik normalleştiriliyor. Katliamların sesi kısık.
Sessizliği bozanlardan biri, Diyarbakır’dan Ayşe öğretmen oluyor. Terörle mücadele adı altında gerçekleştirilen katliamlara bazen seyirci bazen manipülatör olan medya kuruluşlarından Kanal D’de Beyazıt Öztürk’ün sunduğu Beyaz Show’a katılarak, üç maymun oyununa karşı ses veriyor; “çocuklar ölmesin” diyor. Beyazıt Öztürk onu alkışlatıyor; “Oradaki insanlara selam olsun”la biten bir konuşma yapıyor. Akabinde Ayşe öğretmen “terör örgütü propagandası yapmak”la, Beyaz ve Kanal D ise “terör örgütü propagandasına müsaade etmek”le suçlanıyor. Ertesi gün Kanal D, her zaman devletin yanında olduklarını; Beyaz ise bir adım öteye giderek polis çocuğu olduğunu, bir anlık gafletle “vicdanına yenik düştüğünü” açıklıyor; özür diliyorlar.
Polis çocuğu olmak, vicdanlı olmamayı mı gerektirir? Çocuklar ölmesin demek, suç mudur? Aynı olay bir yıl önce “barış süreci” diye adlandırılan zamanlarda yaşansaydı, böyle mi olurdu? Bunlar ve benzeri soruları göz ardı ederek sadece “kaypaklık” demek, devlet baskısının son süreçteki yükselişini hiçe saymak, sığ kalmıyor mu biraz?
Devletin, medyayı daima “algı operasyonunda bir propaganda aracı” olarak kullanmak istediğini bilmeyen yoktur. Seçim zamanı “seçimlere katılarak iktidar partisine oy vermenin” gerekliliğini; kriz zamanlarında “alıp-verip-ekonomiye can vermenin” gerekliliğini göstermek için kullanır. Savaş zamanıysa, medyayı -o dönemdeki stratejisine göre- katliamlarını görünmez kılmak, fail değilmiş gibi davranmak ya da karşı tarafı kötüleyerek katliamlarını meşrulaştırmak için…
Sözün özü; “Şovmen Beyaz ve Ayşe öğretmen” medyanın hızlı değişen söylemine dair tek örnek değil. Daha birkaç yıl önce -sözde de olsa- barış derken, bugün savaş nutukları atan devletin kontrolündeki ana akım medyanın söylemi de, devlet paralelinde, oldukça hızlı dönüyor.
Vahap Güler
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 31. sayısında yayımlanmıştır.
The post “O Bir Öğretmen” Sen de Bir Şovmensin – Vahap Güler appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her geçen gün oynayıcı sayısı binlere, on binlere hatta milyonlara ulaşan oyunlar… Sims, Second Life, Dota 2 ve nicesi. Matrix filminin sahnelerinden öte hayatımıza giren bilgisayar oyunları, gerçek yaşantının dışında duyuları harekete geçirmeyi, bireylerin kendilerine yepyeni bir yaşantısının kapılarını açmayı amaçlıyor.
İkinci Hayat mı, Gerçeklerden Kaçış mı?
Second Life, Snow Crash adlı bilim kurgu romanından esinlenerek geliştirilmiş bir simülasyon ortamıdır. Oyunun en önemli kuralı ise, sınırlarının olmaması. Kullanıcının yapacakları ise kendi hayal dünyası ve bu hayal dünyasının sınırlarını zorlaması üzerine kurulu.
Gerçek yaşantısından tamamen farklı olarak kurgulayabileceği bu dünyada birey, kendine bir avatar yaratır. Yarattığı bu karakter ile arkadaş edinebilir, sosyalleşebilir. Oyunun diğer kullanıcıları ile (oyundaki avatarlar ile) iletişime geçebilir, iş kurabilir, para kazanabilirler. Oyunda kullanılan para birimi ise Linden doları. 262 Linden doları 1 dolara denk düşer. Ayrıca kullanıcılar oyunda kazandıkları parayı gündelik yaşantılarında kullanabilir, hatta bu sayede “zenginleşebilir”.
Başlangıçta ABD, İngiltere Brezilya gibi devletlerde kullanıcı sayısı milyonları aşan oyunun; şimdi ise dünya genelinde yaklaşık on milyon kullanıcısı bulunmaktadır. Bir oyun kullanıcısı “Eğer akıl sağlığınız yerinde değilse, her anlamda bir yetişkin değilseniz, bu oyun sizi çok çabuk etkisi altına alır ve gerçeklik iskemlenizi altınızdan çeker.” diyerek tanımlıyor Second Life’ı.
Bir oyundan ziyade sanal gerçeklik olarak tanımlanan bu simülasyon sistemleri sayısı milyonları aşarken sanal gerçek ve “gerçeklik” kavramları, sorgulamak gereken bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Sanal Gerçeklik Nedir?
Sanal gerçeklik, gerçek dünyaya özgü bir durumun bilgisayarlar tarafından yaratılmış üç boyutlu simülasyonudur. Kullanıcı, yaratılan bu simülasyon ortamını üzerine giydiği çeşitli aygıtlarla duyusal olarak da algılar. Ve bu aygıtlar sayesinde simülasyon ortamını denetler. Bu sistemin tümü, sanal gerçeklik (virtual reality) olarak tanımlanır.
“Gerçeğin yeniden inşası” olarak tanımlanan bu sistemler yoğunluklu olarak 90’lı yıllarda kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmıştır. Simülasyon sistemlerinin gelişiminden önce, 1940’ta ilk denemeleri başlayan yapay zeka, II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Enigma makinesinin algoritmasını çözmek amacıyla kullanılmaya ve geliştirilmeye başlanmış, 70’li yıllarda Microsoft, Apple, IBM gibi büyük şirketler, bu sistemleri geliştirmeye devam etmiştir.
2000’li yıllara gelindiğinde özellikle bilgisayar oyunlarında rastladığımız sanal gerçeklik “ikinci dünyanın vaadi” olarak bireylere sunulurken, yaşamın her alanında kullanımının artması üzerine çalışmalar sürdürülmektedir. Özellikle eğitimde kullanılması, “yeni dünya”nın ayak seslerine kulak vermek adına kritik bir noktada durmaktadır.
Eski Dünya, Yeni Dünya
Medya felsefesine ilişkin teorileri ve sosyolojik tespitleriyle nam salan Jean Baudrillard simülasyon sistemlerine farklı açıdan bakabilmek adına önem taşıyor. Simülasyonların sadece bilgisayarlar tarafından yaratılmadığını söylerken, bugün televizyonlarda sürekli reklamlarını gördüğümüz Disneyland’den yola çıkarak simülasyonlara dair teorilerini ortaya koyuyor. Ona göre; korsanlar, canavarlar gibi gerçek dünyada olmayan şeylerden oluşan bu büyük oyun, aslında sistem içerisindeki görevini başarıyla yerine getirmektedir. İnsanları Disneyland’e çeken şey, Amerika’nın minyatürleştirilmiş şekline benziyor oluşudur. Disneyland’de otomobil otoparka park ediliyor ve birey kendini bin bir çeşit oyuncağın karşısında buluyor. Bu oyuncakların verdiği hazzın yanı sıra dışarıdaki hayatın aksine, içeride büyük bir sıcaklık, sevecenlik ve gülümseyen suratlar olmasıdır. İçerdeki kalabalıkla otopark ise büyük tezatlık içerisindedir. İçerideki binlerce çeşit oyuncak; insanları nehir gibi oradan oraya sürüklerken, dışarı çıkan insan yalnızlığına, gerçek yaşamdaki oyuncağına, yani otomobiline dönmektedir.
Öncede halüsinasyon olarak tanımlanan sanrı, sanal gerçekliğin “gerçekliğini” yoğunluklu olarak açıklayabilmek adına oldukça etkili bir kavram. Sanrı “dış gerçekliğe ilişkin hatalı bir çıkarımın gerçekte varlığını iddia etme ve aksini kabul etmeme durumu” olarak tanımlanır. Sanal gerçekliğin bireyler ve toplumlar üzerindeki etki alanı da gerçekte var olmayan durumları varmış gibi göstermek, hissettirmek ve yeni bir gerçeklik yaratmak üzerine kuruludur. Sanal gerçeklik yalın gerçekliğe ne kadar yakınlaşırsa o kadar başarılı sayılır. Gerçekleştirilmek istenen düşler, durumlar mevcut olan gerçekliğe sığmaz. Bu yüzden hep mükemmele ulaşma, mükemmeli hayal etme güdüsü taşır. Ve bitmek bilmeyen bir döngü oluşmuş olur.
Bireylere “ikinci bir hayat” vadeden sanal gerçekliğin yaptığı; bireyleri mevcut gerçeklerden uzaklaştırmak, mevcut gerçekleri görmezden gelecek hale getirmektir. Sistemin yarattığı dünyada, sistem içerisinde görmek istediklerini gören birey; gittikçe mevcut gerçeklikten uzaklaşmakta, kopmakta ve yalnızlaşmaktadır. Böylelikle de sistem kendini koruma altına almakta ve bireylerin düş dünyasına saldırarak yaşayamadıkları gerçekliğin bir tesellisini sunmaktadır.
Bireyin kendini kaptırdığı bu yeni dünya; var olan dünyadan, yani eski dünyadan kurtuluş değil, sistemin sağladığı seçenekleri takiben yapılan sahte bir kaçıştır.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” SANAL GERÇEK ” – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>