The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Milyonları Dozerle Götüren Vakıf TEMA” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TEMA İzmir temsilciliğinin kapatılmasını konu alan haber ilk kez 26 Temmuz 2014 tarihinde Özer Akdemir tarafından kaleme alınarak yayınlandı. Haberde ağırlıklı olarak TEMA gönüllülerinin yaşadıkları hayal kırıklığı ve temsilciliğin kapatılmasına dek verdikleri emeğin boşa çıkmasından hayıflanmalarına yer verilmişti. Haber pek çok zeminde tartışılmış, birkaç gün sonra da TEMA tarafından bir açıklama yapılmasına sebep olmuştu.
TEMA İzmir Temsilciliği Neden Kapatıldı?
İzmir’de 15 yıldır çalışma yürüten, ismi gizlenen bir TEMA gönüllüsü, temsilciliğin kapatılmasının yaptıkları bir protesto eyleminden kaynaklandığını şu sözlerle ifade ediyor:
“İki yıl önce Karaburun’daki RES bilgilendirme toplantısına İzmir TEMA’nın katılması için, şirketin araba göndereceğini bildirdiler bize. Biz kabul etmedik. Üstelik kendi imkânlarımızla bir minibüs tutup, gittik. Ve Yaylaköy’de halkın arasına karışarak şirkete bilgilendirmeyi yaptırmadık. Ve protesto ettik. Şirket sahibi Ersin Özince’ydi. TEMA Mütev3eğil, ilçe temsilciliklerinin de neden kapatıldığını açıklıyor:
“Urla’daki RES bilgilendirmeyi de Urla TEMA protesto etti. Şimdi Urla, Karaburun ve Cunda’daki RES Şirketleri Rona Yırcalı’ya ait. Rona Yırcalı, TEMA Mütevelli Heyeti Üyesi”
“TEMA’sının Avukatı”
Akkuyu’da yapımı planlanan nükleer santrale TEMA’nın çevreci sorumluluğu gereği karşı çıkacağını düşünen Gönüllü, TEMA’nın fedakâr avukatlarının da Akkuyu Nükleer Santrali’ni durdurmak için dava açması gerektiğini varsayıyor. TEMA’nın avukatı Ömer Aykul’a umutla “TEMA dava açtı mı?” diye soruyor. Avukatın verdiği cevabı aktaran Gönüllü, şaşkınlığını “Ömer Bey ‘Başvuru zamanını geçirdik’ diye cevap verdi. Akkuyu’nun ihalesine giren Türk şirketlerinden biri Tekfen Holding idi ve Tekfen Holding, TEMA’nın diğer kurucusu Nihat Gökyiğit’e ait” sözleriyle ifade ediyor.
Basında ve sosyal medyadaki haberlerden rahatsız olan TEMA, birkaç gün sonra, internet sitesi yoluyla bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Ne var ki açıklamada yer alan “26 Temmuz 2014 tarihinde İzmir TEMA Temsilciliği’nin kapatılmasına yönelik çıkan habere ilişkin kamuoyunu doğru bilgilendirmek adına konuya açıklık getirmek isteriz.” sözleri ile TEMA, adeta söyleyeceği yalandan önce kendini ele vermiştir.
“TEMA Vakfı, toprak başta olmak üzere tüm doğal varlıklara sahip çıkarak ülke çapında yaygın savunuculuk çalışmaları yürütmektedir. Vakıf, doğal varlıklar üzerinde tehdit oluşturacak faaliyetlerin iptaline yönelik hukuki mücadelesine devam etmektedir.”1 sözleriyle güya Gönüllü’nün iddiasını yalanlamaya çalışan TEMA -çok zor değil, verdiği referans tıklandığında ulaşılan- “TEMA’nın müdahil olduğu davalar” sayfasında Gönüllünün iddiasını doğruluyor:
“Mersin’de Nükleer Enerji Santrali yapımını da içeren 1/100.000.lik Mersin-Karaman Çevre Düzeni Planı tadilatının kısmen iptali için yürütmeyi durdurma istemli olarak 30.09.2011 tarihinde dava açılmıştır. (Danıştay 6. Daire E.2011/8101) Davada süreaşımı nedeniyle ret kararı verilmiştir. Karar temyiz edildiğinden henüz kesinleşmemiştir.”2
Açıkça görüldüğü gibi “TEMA’sının avukatı”, mütevelli heyetindeki patronlarını korumak için dava açmayı “unutuvermiş”. Tabii TEMA’nın çevreciliğine de halel getirmemek lazım ki itiraz günü geçmesine rağmen göstermelik bir dava açıvermiş. Kendisine davanın gidişatına dair soru soran gönüllülerin nabzına uygun şerbet vermek için de “süreaşımı nedeniyle ret kararı”na rağmen göstermelik bir de temyiz başvurusu yapmış. Temyiz henüz karara bağlanmamış ancak sonucunun yine ret olacağı ortada. Sonuçta TEMA’nın avukatı, şişi de kebabı da yakmadan işi kotarmış.
Truva Atı TEMA
Vakıf, açıklamasının en büyük yalanını ise şu cümlelerle belirtmiştir:
“Hangi meslek grubundan olursa olsun hiç bir Mütevellimizin, Yönetim Kurulu üyemizin veya gönüllümüzün kendi çıkarlarına göre Vakfı yönlendirilmesi söz konusu dahi olamaz. Böyle bir teşebbüs de bugüne kadar yaşanmamıştır.”
Değil böyle teşebbüs, bire bir deneyimler dahi, TEMA’yı az çok tanıyan herkesin hafızasında halen tazeliğini korumaktadır.
TEMA bugüne dek mütevelli heyetinde yer alanlardan yalnız Nihat Gökyiğit’in Karaburun’daki RES’lerini örtbas etmeye çalışmamıştır. TEMA; Rahmi Koç’un Koç Üniversitesindeki orman katliamını, Orhan Yavuz’un Loç Vadisi’ndeki orman katliamını ve HES projesini, Asım Kocabıyık’ın Aksu Vadisi’ndeki dere katliamını ve HES projesini ve daha pek çok katliamı örtbas etmiştir. TEMA, aslında mütevelli heyetindeki patronların karşısına çıkacak muhalefeti öngörerek yaşam savunucularının mücadelesini yıpratmak, yönlendirmek ve etkisizleştirmek için kurulmuş bir Truva Atı STK’dır.
TEMA Gönüllüleri Yönetim Kurulundan Onay Almadan Hiçbir Şey Yapamazlar
TEMA’nın Yönetim Kurulu; Mütevelli Heyeti’nin taşeronudur. Yönetim Kurulu üyelerinin, Mütevelli Heyeti ile aile ilişkileri olması ya da şirketlerinin çalışanları olması tesadüfi değildir.
Dahası, Mütevelli Heyeti TEMA’nın sembolik bir kurucu heyeti değil, aynı zamanda işleyiş ve idaresini biçimlendiren ve yürüten asıl yapıdır.
Vakıf, yönetim kurulu onayı olmaksızın, üyelerinin ve gönüllülerinin herhangi bir açıklama, bilgilendirme veya etkinlik gerçekleştiremeyeceğini “Kurumsal Yönetim Beyanı” kitapçığında şöyle belirtmiştir:
“Vakıf tarafından yapılacak her tür kamu açıklaması ve verilecek her tür haber bir bilgilendirme politikası dâhilinde olur. Yönetim Kurulu bilgilendirme politikasının oluşturulması ve uygulanmasının sağlanması ile sorumludur.”3
TEMA Vakfının bu değişmez kurallarını örnek bir işleyişle anlatmak gerekirse:
“Bir TEMA gönüllüsü kendi yaşadığı bölgede herhangi bir doğa kıyımına karşı kamuoyunu bilgilendirme faaliyeti göstermek istediğinde bunu bölge temsilcisine bildirmek zorunda; temsilci de bunu yönetime bildirmeli ve ancak onaylanırsa bu bilgilendirme faaliyeti yapılabilmektedir.
Samimi ve doğayı seven herhangi bir TEMA gönüllüsü, bir doğa katliamına müdahil olmak istediğinde, yönetim izni olmadan bununla ilgili bir halk bilgilendirmesi bile yapamamaktadır.
Israrla anlatmaya çalıştığımız şey, TEMA içerisinde yaşamı savunan on binlerce gönüllünün, TEMA mütevelli heyeti başta olmak üzere yönetim kurulu ve alt organlarının onayı olmadan herhangi bir faaliyet gösteremediğidir.”4
TEMA Temsilciliklerinin İçgörüsü
Yerellerdeki TEMA etkinliklerini düzenleyen temsilciler ve gönüllülerin, içinde bulundukları örgütlenmenin amacını ve hedefini 15 yıl gibi uzun süreler boyunca fark edememesi şüphe konusudur. Söz konusu gizemli Gönüllü’nün ifadesi ise bunun en acı örneklerinden.
“İzmir TEMA’yı yeniden kuracaklar ama biz artık orada olmayacağız. Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, patronlar tarafından TEMA’nın başına oturttukları biri. TEMA, Hayrettin Karaca ile güzeldi. Şimdi o da artık hiçbir şeye karıştırılmıyor.”
Keskin biçimde görüldüğü üzere Gönüllü, eski TEMA’yı özlüyor. Yücelttiği Hayrettin Karaca’nın patronu olduğu fabrikaların atıkları ile katlettiği toprakları halen hafızalardan silinmemişken; TEMA’nın mahir temsilciliği İzmir’in bu deneyiminin daha nice TEMA gönüllüsünü etkilemesi dileğiyle.
Dipnotlar:
1) http://www.tema.org.tr/web_14966-2_1/entitialfocus.aspx?primary_id=1342&target=categorial1&type=2&detail=single
2) http://www.tema.org.tr/web_14966-2_1/neuralnetwork.aspx?type=78
3) http://www3.tema.org.tr/Sayfalar/Hakkimizda/Pdf/KurumsalYonetimBeyani.pdf
4) http://anarsistfaaliyet.org/sokak/tema-vakfi-hesci-sirketlerin-truva-atidir/
TEMA Gönüllülerine Açık Çağrı
Yaşamı yok eden şirketlere ve devlet politikalarına karşı mücadele etmiş, mücadelesini TEMA vakfı bünyesinde sürdürmüş TEMA gönüllülerine çağrımızdır!
Çok sayıda TEMA gönüllüsünün, TEMA İzmir temsilciliğinin kapatılmasının ardından duydukları üzüntüyü anlayabiliyoruz. Bunca ekolojik yıkımın, yaşamı yok eden enerji tesislerinin, yakılan, katledilen ormanların, baraj suları altında kalan köylerin bulunduğu bir coğrafyada söz konusu adaletsizlikleri görmemek, buna karşı gelmemek elde değildir. Pek çoğumuz mevcut adaletsizliklere karşı mücadele etmeye meyilli iken ağaçları, doğayı koruduğunu söyleyen, çocuklarla ağaçlar diken kuruluşlara sempati duymamız da bu bakış açısıyla kaçınılmazdır.
Bu kuruluşların en popülerlerinden TEMA, çok büyük bir hata yapmış, kendi elleriyle İzmirli gönüllülerini; vakfın kendisini, varlığını ve amacını sorgulamaya itmiştir. Bu sayede İzmir ve ilçelerindeki pek çok yaşam savunucusu artık TEMA’nın; kurucu patronlarının sahibi olduğu RES’ler nedeniyle ağaçların kesilmesine karşı olmadığının farkına varmıştır.
Açıktır ki TEMA, yönetim kurulundaki, kurucu heyetindeki kişilerden; destek aldığı kurumlardan ve hizmet ettiği amaçlardan ötürü biz yaşam savunucularını etkisizleştirmeye çalışan çevreci görünümlü bir Truva atından başka bir şey değildir.
Dileriz ki TEMA’nın bugün bir kez daha ortaya çıkan gerçek yüzü Anadolu’nun tümünde mücadele veren yaşam savunucularına etkide bulunur, tüm TEMA temsilcilikleri gönüllüler tarafından birer birer kapatılır.
Çağrımız senelerdir omuz omuza mücadele verdiğimiz, yeri geldiğinde karlar altında şirket önlerinde oturduğumuz, yeri geldiğinde vadilerde kolluk kuvvetlerinden şiddet gördüğümüz, yeri geldiğinde iş makinelerinin önüne atladığımız, samimi arkadaşlarımızadır:
Bize temas eden tüm vakıf, dernek ve STK’ların kimler tarafından ne amaçla kurulduğuna, nerelerden destek aldığına, şirketlerden ve devlet kurumlarından fon alıp almadığına dikkat edelim. İlişkilendiğimiz örgütlenmelerin bugüne kadarki yaptıklarını ve yapmadıklarını yazdıklarını ve söylediklerini inceleyelim. Şirketlerle ve devlet yetkilileri ile asla masaya oturmayalım, ikna etmeye çalışmayalım. Bizi uzlaşmaya iten Truva atı kişi, vakıf, dernek ve STK’ları vadilerimizden, eylem alanlarımızdan uzak tutalım. Yaşam alanlarımızda şirketlere ve devletlere karşı mücadelemizi örgütlü bir biçimde sürdürelim!
Patika Ekoloji Kolektifi
Alp Temiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır.
The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Milyonları Dozerle Götüren Vakıf TEMA” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Talan Projesi Üçüncü Köprüde Truva Atları Köprüye Koşuyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Talan Köprüsü
Sarıyer Garipçe ile Beykoz Poyrazköy arasına yapılacak olan 3. Köprü, İstanbul’un kuzeyinde yapımı planlanan 3. havalimanı ve Kanal İstanbul gibi birçok rant projesine hizmet ediyor. Aynı zamanda Marmara Bölgesi’nin tamamını etkileyecek Kuzey Otoyolu projesinin de bir parçası. Bu otoyol, Kocaeli ve Çatalca havzalarındaki verimli tarım arazilerinin ve su havzalarının da talanı anlamına geliyor. Beykoz, Belgrad ve Alemdağ ormanlarında kesilecek milyonlarca ağaç ve canlı yaşamının yok edilmesiyse geri dönüşü olmayan bir ekolojik katliam demek.
İstanbul’un giderek artan nüfusunun içme suyu ihtiyacını karşılayan bu ormanların betonlaştırılması, yağan yağmurun toprağa karışmasına engel olacak. Böylece yer altı suları, dereler ve akarsular beslenemeyecek. Yani halkın içme suyu ihtiyacı doğrudan engellenecek.
Köprüler, otomobillerin trafiğini sağladığından üçüncü bir köprü trafik sorununu asla çözmez, aksine büyütür. Söylendiğinin aksine İstanbul trafiğini de rahatlatmaz, çünkü 3. Köprü’nün yapımına gerekçe gösterilen transit trafiğin boğaz geçişlerindeki payı, sadece yüzde iki.
Talan Havalimanı
İstanbul’un su ihtiyacını karşılayan Terkos Gölü’nün hemen yanına ise 3. Havalimanı’nın yapılması planlanıyor. Bu alan içinse, yaklaşık iki buçuk milyon ağaç kesilecek, yetmişten fazla sulak arazi betonla doldurulacak, orada bulunan maden ocakları nedeniyle dolgu beton dökülecek, yani tüm sulak araziler tamamen yok edilecek.
AKP’nin kentsel rant projelerinde kazanan taraflar, arazi spekülatörleri, bankalar, inşaat, petrol ve otomotiv şirketleri. Ayrıca kentsel dönüşüm yasasıyla özel yetki kazandırılan şirketler, İstanbul’da birçok gecekondunun yıkımı için de kolları sıvadı. Köprü güzergâhı üzerindeki araziler el değiştirerek, şirketler tarafından bir bir kapatılıyor. Bazı STK ve çevre dernekleri de bu projeleri daha da kolaylaştırmaya yarıyor.
Kazanan Şirketler ve Truva Atı Çevreciler
Aslında yaşamı hunharca katleden bu şirketlerin işi hiç de kolay değil. Katliam projelerine karşı toplumsal muhalefetin gelişeceği en başından belli. Ve bu muhalefetin etkisini kırmak da projenin önemli adımlarından biri oluyor. Şirketler bu noktada kendilerine yöneleceğini öngördükleri toplumsal muhalefete ise Truva Atı STK’larını göndererek, mücadele edenleri etkisiz eylemlere yönlendiriyor.
“Köprü Değil Yaşam” adıyla şimdilerde internet üzerinden bir imza kampanyası örgütleniyor. Kuzey Ormanları Savunması adlı oluşumda yer alarak 3. Köprü’nün talan edeceği Kuzey Ormanları’nı koruduklarını iddia eden ve bu kampanyanın çağrıcılarından olan Ali Yıldırım, aynı zamanda “Marmaray açıldığında rahatlama yaşanacak. İlk aşamada 600 bin kişi, tam kapasitede ise 1 milyon kişi kullanabilecek. Bu yüzden raylı taşımaya ağırlık verilmesini istiyoruz.” şeklinde konuşarak, yaşam alanlarını yok edecek projelere ilişkin çelişkili açıklamalarda bulunuyor. Daha önce de İstanbul’da yaşanan rahatlamalar, nüfusu önce Boğaziçi Köprüsü ile ikiye sonra FSM Köprüsü ile üçe katlamıştı. İki milyonluk İstanbul nüfusu, köprüler sonrasında on iki milyona yükselmişti. Bu gibi oluşumlar anlaşılan o ki, 3. Köprü, 3. Havalimanı ya da Marmaray ile kapitalizmin merkeziyetçi ilerleyişinin yaşam üzerindeki tahribatından çok, projenin biçimselliğini tartışma konusu haline getirmiş durumda.
Yine bu kampanyanın destekçileri arasında yer alan TEMA, Greenpeace, WWF Türkiye, Doğa Derneği, Buğday Derneği gibi Truva Atı STK’lar da daha önce içinde bulundukları pek çok mücadeleyi açıklamaları ve yaptıklarıyla sönümlendirmiş, yaşamı yok eden projelerin gerçekleştirilmesinde birer kolaylaştırıcı unsur olmuşlardı. Bunlardan yalnızca biri olan TEMA, mütevelli heyetinde yer alan kırk patrondan ikisinin müteahhidi olduğu hidroelektrik santralleri (HES) “kurallara uygun, çevreye zarar vermez” diyerek onaylamıştı. Yine mütevelli heyetinde bulunan Koç’un üniversite inşaatındaki orman katliamını, “üniversitenin ormanı koruyucu özelliği var” diye açıklamıştı.
Ne yazık ki yaşam alanları yok edilirken toplanan imzalar ise 50 bin kişiye ulaştığında Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı’na, Orman ve Su İşleri Bakanı’na, Çevre ve Şehircilik Bakanı’na teslim edilecek. Sonuçta yaşam savunucularının mücadele zeminini kaydıran Truva Atı STK’lar işlevini yerine getirirken, kazanansa yine şirketler olacak.
The post Talan Projesi Üçüncü Köprüde Truva Atları Köprüye Koşuyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum! beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri!
Nazım Hikmet RAN
Dünyanın en büyük şirketleri bile doğaya uyumlu otomobiller, bulaşık makineleri, giyecekler üretti. Medya “yeşil”e bürünmüş, dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizle ilgili bilgilendirici programlar yapıyor. Eski ABD başkanı Bill Clinton, Uzakdoğu’dan Afrika’ya çevre ile ilgili bilinçlendirici seminerler veriyor. Çevre kahramanları Greenpeace aktivistleri, “bu gidişe bir dur demek için” neredeyse her sene kendilerini sarkıtacakları bir köprü buluyor. Organik pazarlar, organik yiyecekler, her şeyin doğalı… Ekoloji, dört bir yanımızı sarmış durumda!
1960’lardan bu yana siyaset sahnesinin önemli akımlarından biri yeşil hareket. Roma Kulübü Büyümenin Sınırları’nı yayınladığından bu yana, yeşil siyaset felsefesi de, hareketi de bir hayli yol katetti. Tabi ki bu tarz bir gelişmeye neden olan etmenlerden biri, kapitalizmin içinde bulunduğumuz zaman diliminde ulaştığı boyut. Gittikçe karmaşıklaşan, teknolojik açıdan büyüyen, küreselleşen, farklı iktidarlarla ilişkilenen kapitalizmin yarattığı ekolojik tahribat, artık herkesin kabul ettiği bir gerçek.
Ekolojik krize karşı önlemler farklı coğrafyalarda farklı aktörler tarafından yürütülüyor. Greenpeace, WWF gibi neredeyse tüm dünyada aktif olan birçok STK dışında, yeşil hareket somut anlamıyla siyaset arenasında. Yeşiller Partisi, özellikle Avrupa’daki devletler bünyesinde bir hayli aktif ve parlamentoda siyaset yürütüyor. Sol partilerin, ekoloji hareketiyle yakın teması Batı’da 1960’lara dayansa da, yaşadığımız coğrafyada yakın zamanda fark edilen ekoloji meselelerin toplumsal hareketlenmelerdeki etkisi, sol partilerin ekoloji meselelerine yönelmesine yol açtı.
Batı’da solun ekoloji ile teması, eko-sosyalizm gibi farklı hareketlerin ve düşüncelerin evrilmesine yol açtı. Bu durum, özellikle ekoloji meselesinin farklı bir düzlemden değerlendirilmesine neden oldu. Bu değerlendirme önemliydi. Çünkü, liberal bir çevreci duyarlılıktan çok daha fazlasıydı solun ekoloji ile buluşması. Bu buluşma sadece, sol açısından değil, ekolojik sorunlara karşı politikleşen insanlar için de önemliydi. Özellikle yaşam mücadelelerinde belirginleşen bu politik tutum, ekolojik mücadelelerin bu coğrafyada yakın bir zamanda neye evrileceğini görmemiz açısından da önem taşıyor.
Sosyalizmin ekoloji anlayışı
Önceleri, “çevre meseleleri” olarak görülen ve fazla önemsenmeyen ekoloji, kriz haline dönüştüğünden bu yana kimsenin kaçamayacağı doğal bir gerçek. Ekolojik kriz, modern uygarlığın enküçük zincirine dahi zarar verdiğinde, bu diğer zincirlere de etki edebiliyor. Dengelerin bu kadar iç içe geçtiği bir zeminde ekonomik dengeler de, siyasi dengeler de, sosyal dengeler de aniden bozulabilir bir durumda.
Yeni toplumsal mücadelelerde bir dinamo niteliği olarak görünen ekoloji hareketi, klasik toplumsal hareketlerin ilgisini çekmiş durumda. Bunda ekolojik tahribatların şirketler ve devletler eliyle yapılıyor olmasının ve buna karşı çıkış için insanların bir araya geliyor olmasının büyük bir payı var.
Yaşam alanlarının devlet ve şirketler eliyle katlediliyor olması, buna karşı bir örgütlenme dinamiği oluşturdu. Bergama köylülerinin “haklı” mücadelesi hepimizin aklında. Benzer yerel mücadelelerle beraber, kapitalizm ve devlete karşı yürütülen mücadeleler farklı bir yerden politik ve herkesin gözünde meşru bir anlam kazanmaya başlıyor.
Bu durum, solun bu yeni sorunlar karşısında eski tarz hareket etme mantığının gözden geçmesine neden oldu. Beslenilen kaynakların güncelliğini kaybettiği fark edildi. Birçok Marksist, çıkıp Marksizm’in güncellemeye ihtiyacı olduğunu söyledi. Kapitalizmin sadece “sınıfsal” eleştirisinin yetersiz olduğu, kapitalizmin başka boyutlarının da olabileceği solun kaynaklarına geri dönmesine yol açtı.
Bu tarz bir yeniden değerlendirme, güncel parametrelerle beraber Marksist ideolojiyi “şimdi”yle uyumlu hale getirmeyi hedeflese bile insan ve doğa arasındaki ilişkinin kuruluşunu sorgulamak, bu ilişkinin sorgulanmasının elzem olduğu bugünlerde, Marksist felsefenin ekolojik sınırlarını göstermek açısından önem taşıyor.
İnsan-doğa karşıtlığı
İnsan ve doğa arasındaki ilişkiye, insanın doğayı dönüştürme girişimi olarak düşünülen “emek” süreciyle beraber varoluşsal bir mücadele atfettiğimizde; insanı, doğa dışında bir gerçeklik olarak ele almaya başlarız.
Bu emek süreci, insanın toplumsallaşmasıyla ilişkilidir Marksizm’de. İnsanın bilinçli faaliyetleri ile doğayı değiştirme sürecidir. Marksizm, insanın insan olma durumunu bu noktaya koyar, bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürdüğü sürece özgürleşir insan. İnsanın kültürünü kurduğu bu aşama, doğaya bağlı olmaktan kurtarmıştır insanı.
Murray Bookchin’in ikinci doğa dediği bu kültür, zorunlu olarak doğayı değiştirecektir Marksizm’de. Bu tarz bir değişimin olumsuz bir yanı olmadığını savunan eko-sosyalizm, sorunu bu kültürel dünya içerisinde evrilen kapitalist üretim tarzına koyar. Ancak bu üretim aşaması bile, belli bir aşamaya kadar, insanın “doğadan özgürleşme” sürecinin bir parçasıdır. Yani son birkaç yüzyıllık dönem öncesine kadar, insanın doğayla kurduğu ilişki çok da sorun teşkil etmemektedir.
Bu tarz bir bakış açısı, bu üretim tarzının nasıl bir sürecin sonucunda oluştuğunun dışarıda bırakılmasına neden olur.
İnsan ve doğa arasındaki tahakkümlü ilişki biçimi, bu tarz bir üretim sisteminin sonucunda değil, bu kültürün (ikinci doğanın) kurulduğu aşamadan beri süregelir. Bu insanın doğayla mücadelesinden değil, iktidarlı toplumsal ilişki kurma biçimlerinden kaynaklanır.
Şunu hemen belirtmekte yarar var, bu bakış açısı insanın toplumsallaşması ya da kültürünü yaratmasının karşısında değildir. “Bir tarz” toplumsal örgütlenme biçiminin, ekolojik krizinin oluşmasına zemin hazırladığını söyler. Ekolojik kriz, kapitalist üretimin sonraki aşamalarında değil, iktidarlı ilişki biçimlerin toplumsalı kurmasıyla oluşmuştur.
Kapitalist ekonomi tek başına bu ekolojik krizi yaratmamıştır. Dolayısıyla bu krize karşı bakılacak yer sadece iktisat değildir. Toplumsal örgütlenmenin nasıl kurulduğu, bu kuruluştaki iktidar ilişkileri asıl bakılacak yerdir.
Marksizm insan doğa ilişkilerini düzenleyen ilk ideolojidir varsayımı
Eko-sosyalizmin büyük isimlerinden John Bellamy Foster,
“Marks’ı ekolojiye gereken ilgiyi göstermediği için kınamanın uzun bir geçmişi varsa da, tartışmalarla geçen on yılların sonunda, bu görüşün olgularla uyuşmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. Tersine, İtalyan coğrafyacı Massimo Quaini’nin gözlemlediği gibi, “Marx… modern burjuva ekoloji bilincinin ortaya çıkmasından önce doğanın sömürülmesini kınamıştı.” diyerek Marksizm’e belki de, ilk ekolojik teorik temel olduğunu atfedilmektedir.
Marks’ta bu tarz bir bağ kuranlar, doğa ve insan arasındaki kopmaz bağlara, bu bağlardan kaynaklı uyarılara dikkat çekseler de; bu temel felsefenin doğa üzerinde egemenlik kuran, bütün dünyayı insanın emek dolayımıyla oluşmuş bir yere çevirmeyi (belki büyük bir üretim tesisine dönüştürmeyi) arzulayan düşünceleri görmezden gelirler.
Foster gibi düşünürlerin, Marks’ın düşüncelerinin bağlamını değiştiren Marks yorumlarıyla, ideolojiye güncel bir ayar çekilmeye çalışılır. Bu tarz çabalar, Marksizm’in ilerlemeci varlığını değiştirmekte yetersizdir.
Bu tarz bir ilerlemecilik, kapitalizmin üretimcilik zihniyetinden kopamayışı gösterir. Üretimsel değişimin olabilmesi için, kapitalizm aşaması gereklidir. Hatta bu gereklilik, onun yarattığı teknik olanaklar sayesinde doğaya fazla yük bindirilmemesine neden olacaktır.
Bu ilerlemeci anlayışın kutsadığı çalışma fikri, kökenini Protestan ahlakının çalışmayı yüceltmesinden, bunu insanın özü olarak görmesinden alır. Çalışma meselesine ilişkin temel itirazlar, Marksistler tarafından emek-iş ayrımı yapılarak da ortaya konmuştur.
Emek doğayla bütünleşmeyi gerektiren tüm faaliyetlerin adıysa, tüm kapitalist süreç boyunca insanın doğayla “emek” dolayımıyla ilişki kurduğu iddiasının altı boştur. Kapitalist süreç, tamamıyla doğadan kopuşa neden oluyorsa, kapitalist ilişkilerin ortaya çıktığı bir ortamda emek ortaya çıkamaz.
Ekolojik Krizin Nedeni
İnsanın bilinçli bir şekilde doğayı dönüştürme faaliyeti, her üretim tarzında farklı sonuçlara neden olabilir. Ekolojik krizin kökenini iktidarlı toplumsal ilişkilerde arama, kapitalizmin bu krizde etkisi olmadığını göstermez. Aksine kapitalizmin ideolojisinin artan bir şekilde içselleştirilmesi, şirketlerin sınırsız kar hırsı için oluşturduğu sonsuz üretim-sonsuz tüketim sarmalı ekolojik uyuma en çok zarar veren durumlar haline gelmiştir.
İçinde bulunduğumuz çağda, doğadan iyice yabancılaşan insan, aynı zamanda kendi yarattığı kültüre de yabancılaşmıştır. Doğanın anlamı, bu üretim ve tüketim sarmalında hammadde sağlayacak bir depo haline gelmiştir.
Ekolojik krizi anlamamız için sadece üretimin nasıl yapıldığını görmek yeterli değildir. Bunun nasıl toplumsallaştığının da ortaya koyulması gereklidir. Ekolojik kriz basit bir anlamda çevrenin kirletilmesi değildir. Toplumsal yaşamın kurulma sorunudur. Sorunu bu şekilde belirlemek, ilerleme, uygarlık, kalkınma, ekonomi, teknoloji vb. birçok kavramı da sorgulamayı gerektirir.
Ekolojiyi içermekteki ısrar
Ekoloji tabanlı bir bakış açısı yakalamakta önemli meselelerden biri, doğanın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. İnsanı merkeze koyan, ekolojik yıkımın sonunda insanı ve onun etkinliklerini de etkileyeceğinden dolayı yakınan algı, ekoloji mücadelesinde çevreci olarak adlandırılır. Burada temel mesele, insan dolayımından arındırılmış bir şekilde, doğa ve içerisindekilerin varlık olarak görülmesidir. Çevreci bakış açısı, varlıkları insan etkinlikleriyle ilişkilendirip kaynak olarak görmek de ısrarcıdır. Bu faydacı bir bakış açısıdır. Bu faydacı bakış açısı, iktidarlı ilişkilerin kurulmasındaki temel nedenlerden biridir. Dolayısıyla, ekolojik krize neden olan bir bakış açısıyla çözüm ortaya konamaz.
Bu çevreci bakış açısı, yeşil harekette sık karşılaşılan bir tutumdur. Özellikle doğa korumacı etkinlikler içine girmiş birçok STK, bu tutumun sergileyicisi konumunda, ekoloji konusunu manipüle etmek dışında hiçbir şey yapmazlar. Greenpeace, WWF, TEMA benzeri kuruluşlar buna en büyük örneklerdendir. Halihazırda ekolojik yıkıma neden olan büyük şirketlere ve devletlere çevreye duyarlı sertifikası vermek, beraber kampanyalar düzenlemek dışında, üyelerinden bağış toplamak hariç bir şey yapmazlar.
Bu bakış açısının, siyasal alandaki ifadesi konumunda olan Yeşiller Parti’leri farklı devletlerin parlamentolarında, temsili demokraside temsilcilik rolü oynamaktan öteye gidemezler. Devletlerin kalkınmacı modellerinde “çevre”yi temel alan yaklaşımlarıyla, bir yandan ekonomik fayda gözetirken öte yandan “çimlere basmayalım” çevreciliği yapmaktan öteye gidemezler.
Radikal bir tutumla yola çıkmış, ekolojik hareketin felsefi temeli iddiasında olan eko-sosyalizm, varlık-kaynak tartışmasında, kaynak ekonomisi dilinden konuşur. Kaynak ekonomisinin, literatüre liberal ekonominin meşhur sınırlı kaynaklar-sınırsız ihtiyaçlar denkleminden girmiş olduğu düşünülürse, eko-sosyalizmin ekolojik mücadeleye felsefi kaynak olma iddiası bir yana, liberal kökenlerini sorgulamaya başlaması şarttır.
Her şekilde “mülk edinilecek” doğa, özel mülkiyetin olmaktan çıkacak, ama kamu mülkü haline gelecektir.
Bütün bunlara rağmen, ekolojiye yönelik bu ısrar, toplumsal hareketlenmelerden uzak kalmamak, eski hareketlenmeyi devam ettirici dinamolar bulmak, yeni ve yerel örgütlenmeler yaratmak amacından öteye gidemeyecektir. Çünkü, ekoloji meselesini basite indirgeyen çevreci yaklaşımlar, bazen gerçek ekoloji mücadelelerin önündeki en büyük engel konumuna dönüşebilir.
Hüseyin Civan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Bilimsel Sosyalizmden Ekososyalizm Çıkar mı?” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yunanistan’da HES’e Direnen Vovusa Köyü’nde “Aoos’u Koru” Kampı Gerçekleştirildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşam Mücadelesi Ortak Mücadeledir
9 Ağustos günü farklı bölgelerden gelen yaşam savunucularının deneyimlerini paylaştığı bir panel düzenlendi. Panel farklı coğrafyalarda yaşayan suyu, toprağı ve havası için direnen yaşam savunucularının deneyimleri ve Yunanistan’da, Halkidiki’de maden çalışmalarına karşı direnen köylülerinde katılımıyla karşılıklı bir deneyim aktarımına dönüştü. Köylülerin davetiyle gelen Rize Senoz Vadisi’nden İsmail Akyıldız panelde Senoz Vadisi’ne yapılan HES projesinden, projenin vadide yaşayanları nasıl etkilediğinden ayrıca tüm Karadeniz coğrafyasında gerçekleştirilen ekolojik talandan bahsetti. Bu mücadelenin aktif bir katılımcısı olan İsmail Akyıldız, kendi mücadele deneyimleri üzerinden özellikle şirketlerin bu konuda yerel halkı kandırdığına, enerji adı altında hem ekolojik olarak hem de sosyal olarak ciddi bir talan yarattıklarını, beraberinde ise sadece rant elde etmek istediklerini vurguladı. Yine köylülerin davetiyle kırdan kente, kentten kıra uzanan bu ekolojik mücadelenin aktif katılımcıları olan ve kentte direnişi yükselterek şirketlere karşı eylemler gerçekleştiren Devrimci Anarşist Faaliyet’ten Alp Temiz ve Didem Deniz Erbak da mücadeledeki deneyimleri paylaştılar.
“Çevreci”” Görünümlü Truva Atı: Vakıflar ve STK’lar
Alp Temiz yaptığı konuşmada; “Bizim de köylülerle birlikte mücadelede yer aldığımız Loç Vadisi’nde bir şirket var. Adı ORYA holding, patronu Orhan Yavuz. Bu şirketin patronu ve TC’nin diğer en zengin patronları seneler önce, çevreci bir vakıf kurmak için bir araya geldiler. Bu vakfın adı TEMA’dır. Biz TEMA, Greenpeace, WWF gibi vakıfları “Truva Atı” olarak tanımlıyoruz. Çünkü bunlar ekoloji mücadelelerine önce bir hediye gibi sızıyorlar. Amaç insanları mücadeleden caydıracak şekilde etkinlikler yapmak. Oysaki köylüler vadilerindeki su için, yani yaşam için doğrudan şirketlerin karşısında mücadele etmekten kaçınmıyorlar. Fakat tüm bu vakıflar, STK’lar daha çok Coca Cola, Siemens, Unilever, Microsoft gibi katil vasıflı şirketlerle işbirliği halindeler. Örneğin Coca Cola şirketi yoksul Hindistan’daki temiz yeraltı sularını kendi içeceği için kapaklayarak yok ediyor. Bu şirketin Türkiye dağıtımcıları ise vadilerimizde termik santral inşa ediyorlar. Bu bir zincir gibi birbirine bağlı ancak kırılması şart olan bir mücadeleyi de beraberinde getiriyor. Bizler bu “çevreci” görünümlü Truva Atı Vakıf ve STK’lara karşı köylüleri uyarıyor ve bu üçkağıtçıların planlarını deşifre etmekten kaçınmıyoruz. Çünkü mücadeleye en çok zarar veren bu şirketlerdir.” diyerek küresel kapitalist şirketlerin “çevreci” imajlarıyla daha büyük karları ve daha büyük talan projelerini beraberinde getirdiğini açıkladı.
Kadının Ekolojik Uyumu
Didem Deniz Erbak ise yaptığı konuşmada ekolojik mücadelede kadınların en ön saflarda yer aldığını söyleyerek; “Hem katıldığımız, hem kentte olsun hem kırda olsun gerçekleştirdiğimiz tüm eylemlerde biz kadınlar en önlerdeyiz. Kendi yerelinde eken, biçen, toplayan, taşıyan beraberinde doğayla güçlü bir bağ kuran kadın suyu, toprağı elinden alındığında tüm yaşamının karşı karşıya kaldığı tehlikelerin oldukça farkında. Ben yaşadığım coğrafyada kadının muhafazakar görüşlerle arka planda olduğu gerçeğini düşünürken, ekoloji mücadelesi bu görüşümün değişmesine oldukça kattı sundu. Köyünde, vadisinde yaşayan kadınlarla tanışıp, onların mücadelesinde paydaş olduğum süreçte kendilerini ifade edişleri, mücadeleyi sahiplenişleri, doğası ellerinden alındığında yaşamlarını da kaybedeceklerinin farkındalığı ve bir yandan da kadın olmanın zorluğuna karşı direnişleri beni
inanılmaz etkilemiştir. Örneğin Cide- Loç Vadisi’nde HES’lere karşı direnen ve günlerce HES’çi şirketin önünde gencinden yaşlısına kadın kadına nöbet tutan, kar- soğuk demeden bekleyen, Senoz Vadisi’nde ellerinde taşlar şantiyeleri taşlayan nineler ekoloji mücadelesinin, kadının yaşamında ne kadar önemi olduğunu gösterdi.” şeklinde konuştu. Panel, köylülerin yoğun katılımıyla ve mücadeleyi ortaklaştırmanın kararlılığıyla, karşılıklı dayanışma atıflarıyla sonlandırıldı.
Kalan iki gün Aoos’taki projenin yarattığı ekolojik tahribatların anlatıldığı, köylülerin mücadeleyi yükseltmek için yaptıkları panel ve tartışmalarla sürdü. Yağmuru Bile filminin gösterimi, konserler ve atölye çalışmalarıyla kamp sonlanmış oldu.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yunanistan’da HES’e Direnen Vovusa Köyü’nde “Aoos’u Koru” Kampı Gerçekleştirildi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ekolojiyi Tahrip Ettik Ama Gelişiyoruz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şirketlerin truva atı olan TEMA’nın 3. köprü aleyhine açtığı davanın bilirkişi raporunda “Köprü etrafında yerleşimler oluşmazsa çevreye abartıldığı kadar zarar vermeyecek. Köprü yapılmazsa, sıkışan trafik nedeniyle meskûn mahallerde daha büyük çevre kirliliği yaşanacak” deniliyor.
Mahkemenin tespit ettiği bilirkişinin bu raporunda, “davalı” konumdaki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve karayollarının verilerini dayanak olarak göstermesi, dikkat çekiyor. Raporun hükümet programı gibi bir dilinin olması ise bir hayli düşündürücü. Raporda 2023 yılı hedeflerine de vurgu yapılıyor ve “Tuzla ve Gebze’deki sanayi faaliyetleri yereldeki ekolojiyi ve çevreyi tahrip ederken ülkenin ekonomik yönden büyümesinde ve ülke sanayisinin rekabet gücünü sürdürerek hayatiyetini devam ettirmesinde önemli bir fonksiyona sahip” deniliyor. Yani devlet bir yandan rantsal dönüşümle talan ettiği yerlerde ekolojik yıkımlara sebep olurken bir yandan da gerçekleştirdiği yıkımları meşrulaştırma çabasından geri durmuyor.
The post Ekolojiyi Tahrip Ettik Ama Gelişiyoruz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Rio+20’nin Ardından: Devlet Şirket STK Pazarlığı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Rio+20: Devlet Şirket STK Pazarlığı
Büyük halk kitlelerini temsil ettiğini iddia eden ‘kurumsallaşmış’ sivil toplum kuruluşları, bu STK’ların ülkeler yerelinde vakıf ve dernek fonlarıyla hareket eden ‘yerel’ ayakları, lobiler, uyum paketleri, faaliyet, denetleme ve güvenlik raporları… İşte Sivil Toplum “rüyasının” muhteşem döngüsü… Peki, siz bunun neresindesiniz?
Geçtiğimiz Haziran ayında Rio de Janerio’da yapılan Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı Rio+20’nin ardından, devletlerin üst düzey yöneticilerinin sürdürülebilir kalkınma adına tüm dünyaya verdiği öğütler, devletlerin sivil toplum örgütleriyle dünyanın geleceği üzerine kurduğu ‘diyaloglar’, sivil toplum kuruluşları, diğer devlet-hükümet dışı örgütler ve şirketlerin bu toplantıdan beklentilerine veya ‘hayal kırıklıklarına’ dair söylemleri, bir süre kafamızı ütülemeyi başarmıştı. Ki hatırlarsınız Recep Tayyip Erdoğan, Ali Babacan ve daha birçok devlet erkânı da bu zirvenin konuşmacıları arasında, dünya devletlerine ‘ekonomik kalkınma’ dersi vermekle meşguldüler.
Zirve süresince sivil toplum örgütleriyle devlet yetkilileri arasında bolca kokteyl ve resepsiyona tanık olduk. Yoksullukla mücadele, açlık, sürdürülebilir kalkınma, kadın sorunu, doğal kaynakların kullanımı, ekoloji, uluslararası finans yapılanmaları, Afrika’da sürdürülebilir kalkınma programları zirvede tartışılan konuların başlıcalarıydı. Yıllık milyarlarca doların altında cirosu olmayan şirketler ile büyük STK’ların ve devlet erkânlarının bu samimi kaynaşma sürecinin ardından, en dikkate değer ortak söylemlerden birisi “paydaş katılımı ve diyalog geliştirme”nin, temel bir strateji olarak topluma yönelik politikaların merkezinde yer aldığı” oldu.
Elbette bu “paydaş katılımı” ve “diyalog geliştirme” kavramlarının hayatımızdaki yeri ve önemi, sadece Rio +20 zirvesiyle ortaya çıkmış ya da zirvenin ardından unutulup gidecek cinsten değil. Yaklaşık yarım yüzyıldır hayatımızı çevreleyen bu uzlaşma sözlüğü, farklı çevrelerce kullanılmaya ve hatta mücadele alanlarını kendi yargı mekanizmalarıyla kontrol etmeye çoktan başladı bile. Peki, biz bunun neresindeyiz
Sivil Toplum Kuruluşları Kime Paydaş: Halksız Bir Halk Rızası
İktidarın modern biçimleri, atacağı her adımda tebaasının rızasına ve bunun yarattığı meşruluğa ihtiyaç duyar. Bu ister alınacak savaş kararlarında olsun, isterse kapitalizmin ölümcül barışında olsun çeşit çeşit yöntemlerle yapılagelmiştir. Medya ve kitle iletişim araçları yoluyla tek taraflı, yalan haber ve bilgilerle sağlanmaya çalışılan bu meşruiyet, zamanla hakim ideolojinin verdiği kalıbın şekline girmiş ve farklı kavramlarla karşımıza çıkmıştır.
Yıllar yılı şekil değiştiren yöntemleri ile kendini yenilemeye çalışan sistem, toplumsal denklemlerin, kriz politikaları ile kalkınma programlarının yapım aşamasında, işte bu ‘halk rızası’ ihtiyacını karşılama amacına uygun bir kavram üretti. Hükümetler, ilgili uluslararası kuruluşlar, özel sektör ve ‘başlıca paydaşlar’ ile üretim ve tüketim modellerinin tasarımı artık birlikte yapılacaktı. ‘Paydaşlık’, ilk olarak bir işletme kavramı olarak ortaya çıkmasına karşın, zamanla iktidarlarca toplumsal dönüşümün merkezine ‘Aarhus Sözleşmesi’ ile başlayan süreçte ‘çevre’ kanadından alındı. Bu şekilde çevresel yıkımlara karşı oluşan toplumsal tepkilerin hepsi, istenilen bir alanda kontrollü bir şekilde toplanacaktı. İçinde yaşadığı doğası ve kendi yaşamı tehlikeye girecek her insan, artık Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu hazırlık aşamasında yapılan resmi toplantılar dışında ‘meşru’ ve ‘geçerli’ bir söz söyleme alanını, hiçbir zaman bulamayacaktı. Ve tabi ki de, halkın ‘çok da akıllı’ olmadığını düşünürsek, bu söz söyleme işi de yetkin uzmanlar ve seçilmiş ‘başlıca’ sivil toplum kuruluşları tarafından yapılacaktı.
Zamanla bir organizasyonun, kurumun, kuruluşun ve yahut şirketin kendi faaliyetlerinden, hedeflerinden, politikalarından, aldığı sonuçlardan etkilenebilen veya onu etkileyebilen kişiler, gruplar, organizasyonlar veya sistemlere ‘paydaş’ denilir oldu. Çoğunlukla işletme veya kamu kuruluşlarının ‘sosyal sorumluluk’ organizasyonları çerçevesinde ekoloji, kadın, yoksullukla mücadele vb. alanlarda sivil toplum örgütleri ile ihtiyacını karşıladığı bu paydaşlık kavramı, içinde halk olmayan bir ‘halk rızasını’ yarattı.
Nasıl mı?
Yaşamın her alanında talan edilmedik yer bırakmayan şirketler, kimi zaman büyük organizasyonların birer ‘paydaşı’ kimi zaman da bizzat asil organizatörleri olurlar. Çevre, kadın, yoksulluk vb. gibi alanlarda ‘çözüm yaratma’ vaadiyle yapılan zirve ya da projeler kapsamında şirketler, aslında kendi yıkımlarını meşrulaştırmak için sivil toplum kuruluşları gibi ‘duyarlı’ başkaca paydaşlara ihtiyaç duyarlar. Zirveler ve organizasyonlar esnasında dışarıda “bırakılan” sessiz kitle adına, halkın sözcülüğünü yapan bu anlaşmalı sivil toplum kuruluşları, büyük şirket ve devletlerin katliamlarını ‘halk sözcülüğü’ yaparak meşrulaştırma misyonunu edinmişlerdir. Öyle ki, insan hakları derneklerinden, kadın ve işçi örgütlerine kadar birçok sivil toplum kuruluşu, devlet ve şirketlerin sınırlarını çizdiği alanlarda mücadele etmek şartıyla diyalog masalarına oturur, kokteyl ve resepsiyonlarda toplumun geleceğine dair kararların yılmaz birer uygulayıcısı olurlar. Kendi tabanları olduğunu iddia ettikleri halk adına hükümetlerle işbirliği yaparak yıkım projelerini adil çözümler olarak yaşamlara dayatan bu STK’lar, diğer şirket ve kamu kuruluşları ile kendilerini bu ‘paydaşlık’ sıfatıyla ortaklaştırırlar.
Bu STK’lar, dünyanın %1’lik en zengin sömürgecilerinin, sömürü sistemine paydaş olmak için yarışanlardır. Üstelik bu yarışa, temsil ettiklerini iddia ettikleri geriye kalan milyarlarca insanın aç kalması sayesinde girebilirler. Bu temsiliyet ve ‘sahte’ meşruluk karşılığında ise, banka hesaplarına akıtılan fonlar gelecektir.
Böylesi bir kısır döngüye sahip sistemde küresel şirketler, hükümetler ve diğer sömürgecilerle masaya oturup, kitleler adına diyalog süreçlerine giren paydaş STK’lar, elbette toplumun her kesimini etkileyerek manipüle etme kabiliyetine sahip olanlar arasından seçilir. 2012 yılı Haziran ayında Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’nın ikinci ve en büyüğünün yapıldığı Rio +20’de T.C Devleti’nin hazırladığı en yeşil projeler yarışması kapsamında kendisini temsil etmeye layık gördüğü paydaş katılımcılar, dikkat çekicidir.
KAMU KURUMLARI
TC Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı; Verimlilik Genel Müdürlüğü; Endüstriyel Verimlilik ve Çevresel Performansın KOBİ’ler Düzeyinde Paralel Olarak Geliştirilmesi
TC Bursa İl Özel İdaresi; Doğal Arıtma Tesisleri ile Temiz Çevre Projesi
TC Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı; Enerji Verimliliği Politikaları
İstanbul Büyükşehir Belediyesi; İstanbul Yerel Elektronik Atıkların Sürdürülebilir Yönetimi Projesi
TC Konya İl Özel İdaresi; Organik Çilek Üretimi ile Kırsal Kalkınma
TC Orman ve Su İşleri Bakanlığı; Küre Dağları Milli Parkı’nda “Orman Koruma Alanları Yönetiminin Güçlendirilmesi Projesi”
ŞİRKETLER:
Anadolu Efes; “Sürdürülebilir Tarım” çerçevesinde maltlık arpa ve şerbetçiotu tedariki için yapılan tohum ve üretim geliştirme, tohumculuk ve tarımsal destek çalışmaları
AKÇANSA; Atık Isıdan Enerji Üretim Tesisi
ARÇELİK; Az su tüketen bulaşık makinesi KAKTÜS Projesi
COCA COLA İçecek; Mucit Yarışması
Eczacıbaşı; Atık Isı Geri Kazanım Projesi
Ereğli Demir Çelik; Erdemir Çevre Yönetim Süreci, Çevre Performans Endeksi ve Sürdürülebilirlik Faaliyetleri
Ford OTOSAN; Sürdürülebilir çevre dostu otomotiv üretimi
İÇDAŞ; Değirmencik Entegre Tesisi Sürdürülebilir Su Yönetimi Projesi
LIPESAA LTD.; Bitkisel Atık Yağ Toplama Sistemi
Şekerbank; EKOkredi – Enerjiyi ve Emeği Koruyan Kredi
SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI
ÇEVKO; Sanayi, Yerel Yönetim Ve Tüketici İşbirliği İle Türkiye’de Sürdürülebilir Bir Ambalaj Atıkları Yönetim Sisteminin Oluşturulması – ÇEVKO Modeli
Doğal Hayatı Koruma Vakfı; Konya Kapalı Havzası’nda Akılcı Su Kullanımı ve İklim Değişikliği’ne Uyum Çalışmaları
Greenpeace; Yavru Balık Avının Önlenmesi Kampanyası
Kars Yöresi Doğal Ürün Yetiştiricileri Derneği; Yerel Tohumların Sürdürülebilir Köy Projeleriyle Korunması ve Kullanımı
TEMA; Kaçkar Dağları Sürdürülebilir Orman Kullanımı ve Koruma Projesi
Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV); “Türkiye’nin İklim Değişikliğine Uyum Kapasitesinin Geliştirilmesi” Birleşmiş Milletler Ortak Programı kapsamında “Eko-Verimlilik (Temiz Üretim) Programı”
[typography font=”Cantarell” size=”24″ size_format=”px”]
=>> Yazının devamı için buraya tıklayın
The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Rio+20’nin Ardından: Devlet Şirket STK Pazarlığı” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>