The post Recep Tayyip Erdoğan Öğrencileri – Yine – “Terörist” İlan Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Pazartesi günü Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen eylemler sırasında bir öğrenci, kayyum rektör Naci İnci’nin aracının üstüne çıkmış ve özel güvenlik tarafından kendisine şiddet uygulanmıştı.
Bugün 2021-2022 Yüksek Öğretim Akademik Yıl Açılış Töreni’nde konuşan Erdoğan, dün gerçekleştirilen eylemde bulunan öğrencileri hedef alarak; “Rektörünün arabasının üstüne çıkıp orada tepinen bir öğrencinin olduğu bir Türkiye’yi ben kabullenemiyorum. Rektörünüz aracın içinde, siz önünü kesiyorsunuz, daha sonra aracın üstüne çıkıp tepinmeye başlıyorsunuz. Böyle bir öğrenci olamaz. Onlar olsa olsa üniversitelerin içine sızmış teröristlerdir.”, diyerek öğrencileri yeniden terörist ilan etti.
The post Recep Tayyip Erdoğan Öğrencileri – Yine – “Terörist” İlan Etti appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Terörist” Diyemezse “Kaza” Der – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ömer Barış’ı geçtiğimiz hafta tanıdık. Polis tarafından ensesinden vurularak katledildiğinde… Haberlerde ve katil polisin yaptığı savunmada “kaza” olarak yer aldı ölümü. Polis havaya ateş etmiş, sonrasında, bir anda Ömer’in ensesine isabet eden mermi, kovandan çıkıvermişti. Tıpkı mendil satan Bülent Çalıkıran zabıtadan kaçarken, ona çarpıveren araba gibi. 4 yaşındaki göçmen Alan Kurdi’yi kıyıya taşıyan botun “kazayla” devrilerek Alan’ın bedeninin kıyıya vurması gibi. İnşaattan düşerek iş “kazasında” yaşamını yitiren 15 yaşındaki Ahmet gibi…
Devlet Katliamı Sever
Devlet katliamdan çekinmez, katletmeyi sever. Yüzyıllardır süregelmiş devletlerin her birinin tarihinde katliam geleneği vardır. Yapılan her katliam, devleti kanla beslemiş ve kendinden olmayanı yok etmeye yönelmiştir. Kürt diyerek, Ermeni diyerek, teferruattır diyerek… Ancak her katliamı yapan kılıfını hazırlar. Devlet de çoğu zaman “düşman” diyerek toplumun hassasiyetlerini kurcalar, savaşların ve katliamların hepsini meşrulaştırır.
Bir Kürt, devlet için düşmandır. Devlet Roboski’de yaptığı katliamı savunmaktan çekinmez. Bir aileyi, bir şehri, bir halkı katleder böylelikle.
Devrimciler devlet için düşmandır, işkencehanelerde, hapishanelerde, ölülerine bile yapılanları savunur devlet hiç tereddütsüz.
Ancak her zaman işler devletin planladığı gibi gitmez, Gezi İsyanı gibi katliamın meşruluğunun hiç kimse tarafından kabul edilmediği dönemlerde devletin tek çaresi, şiddeti herkese yönelterek herkesi korkutmaktır. “Tabi yapacaktık, iyi yaptık, size de yaparız” gibi kendinden emin konuşarak, herkesi susturmaya çalışır.
“Berkin ekmek almaya gitmiyordu, eyleme gidiyordu, ondan vurduk” diyerek kendi meşruluğunu, manipülasyonlarla, anlamsızlıklarla tekrar ve tekrar yaratmayı çabalar.
“Terörist” Diyemezse “Kaza” Der
Ne yapsa ne etse devlet bazı katliamları kılıfına uyduramaz. Çünkü toplumun hassasiyetlerine ulaşamadığı, vicdanına hitap edemediği, arasına sızamadığı bazı çatlaklar vardır. Bu tür durumlarda sığınabileceği en iyi bahanesi “kaza”dır. Devlet açıklayamadığı katliamları sevmez. Çünkü toplumun vicdanını uyandırmak tehlikelidir.
Devlet 16 yaşındaki Ömer’in katledilmesinin bir tarifini yapamaz. Çünkü toplumda yarattığı hassasiyetlerde bile Bülent’in hiçbir “suç”u yoktur. Ömer de Berkin gibi katliam kelimesinin karşılığı olmasına rağmen devlet ona “kaza” diyerek katliamın üstünü örterken Berkin’in katledilmesinin emrini kendisinin verdiğini açıkça belirtmişti.
Bir işçinin şantiyede düşerek yaşamını yitirmesinin, toplumda karşılığı vicdandır. Bu vicdanı susturmak için ona da “kaza” der devlet. Soma’da katledilen madencilere de… Hatta bazen “sorumluları” işten atar, açığa alır, savcılığa verir. Kendini tatmin etmek için değil, toplumun vicdanını tatmin etmek ister.
Ne Yapsalar Katliam Ne Söyleseler Yalan
Toplumsal hareketleri ve kendine karşı olan her şeyi yakıp yıkmaya çalışan devletin tek çıkar yolu daha çok baskı, daha çok yalan ve daha çok katliamdır. Yoluna taş koyanı da, yolundan etmek ister. Ancak kim olursak olalım, nerede yaşarsak yaşayalım bilmeliyiz ki; onların yaptıkları katliam, söyledikleri yalandır.
Şeyma Çopur
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post “Terörist” Diyemezse “Kaza” Der – Şeyma Çopur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post TERÖROKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Korku, endişe ve sürekli bir panik hali başta coğrafyamızda olmak üzere tüm toplumsal yaşamı yönlendirmeye başladı. Ne zaman nerede bomba patlayacağı, hangi örgütün hangi saldırıyı üstleneceği, kaç kişinin öldüğü, bombanın türü, silahın hangi devletin malı olduğu, saldırıların kimin çıkarına çıkar kattığı, kimi daha anlaşılmaz kıldığı gibi sorular tartışma gündemlerini oluşturuyor. Artık sadece savaşın yoğun yaşandığı bölgelerde değil her yerde insanlar ölüm ile burun buruna yaşıyor. Ayrıca savaş da artık sadece Lübnan’da, Afganistan’da, Irak’ta Suriye’de değil. Savaş yaşadığımız coğrafya başta olmak üzere tüm dünyaya terörizm olarak yayıldı, yayılıyor. Hizbullah, El Kaide, IŞİD ile varlığını tescilleyen dönem öncekilerden farklı bir yerde duruyor.
Tarih içerisindeki dönemler adlandırılırken, bir tarihsel dönem, ona ilişkin tarihsel kırılmanın ertesi günü adlandırılmaz. Tarihsel kırılmanın kısa ve uzun dönemli etkilerinin görülmesi gerekir. Dönemin ismini koymak, belki yıllar alabilir. Toplumsal, siyasal ve ekonomik sonuçların etkisi gözlemlenir; bu etkinin bütün dünyada yarattığı ortama bakılır.
Bu tarz bir isimlendirmeye, sadece siyasal tarihçilerin işini kolaylaştırsın diye değil; var olan siyasal, toplumsal ve ekonomik süreçlerin içerisindeki problemler tespit edilsin ve bunlara ilişkin geliştirilecek çözümlerin bir önceki dönemden daha farklı olması gerektiği ortaya konulsun diye ihtiyaç vardır.
Özellikle Suriye’deki, iç savaş gibi başlayan ama aslında başından itibaren iç savaş olmayan süreç, bugün bir dünya savaşı olarak bile değerlendiriliyor. Savaşın yarattığı etkinin bu kadar geniş bir alanı etkiliyor oluşu, şimdilerde yeni bir kavramı popüler hale getiriyor: küresel iç savaş. Siyasal belirsizlik, kriz, siyasal düzenin devamlılığı adına hukukun askıya alınması ve bunun hukuk halini alması, kesintiye uğrayan toplumsal işleyiş, sadece bugün içerisinde bulunduğumuz OHAL’in özelliklerini değil, bir süredir dünyada devam etmekte olan bir dönemin özelliklerini yansıtmak için gösterilebilir örneklerdir.
Bugün demokrasi ortadan kalkmıştır; Dolayısıyla, meşruluğunu bundan alan devlet mantığı da. Yeni bir siyasal dönem, yeni bir devlet politikasını beraberinde getirmiştir. Bu sürecin gelişimini iyi anlayabilmek için, öncelikle bu sürece yol açan siyasal kırılmalara bakmak gerekir.
Soğuk Savaş Sonrası Düzen
Soğuk Savaş sürecinin bir savaşla değil de, şiddet unsurları içermeyen, barışçıl bir şekilde sona ermesi ve bu sürecin uluslararası ilişkiler alanında çalışan akademisyenlerce öngörülememiş ve açıklanamamış olması, bir kırılma noktası olarak kabul edilebilir.
Soğuk Savaş’ın bitişiyle beraber, dünya siyasetinin yapı ve süreçleri önemli bir değişim ve dönüşüm sürecine girmiştir. Karşılıklı bağımlılıklar ve iç içelik artmış; dünya siyasetinde sayıca daha çok aktörün daha bütünleşik bir ağ oluşturduğu yapılar ortaya çıkmıştı.
Küreselleşme denilen bu süreçte, “devlet güvenliği” tanımlamasından “uluslararası güvenlik” şeklinde tanımlanan, bölgesel ve küresel güvenlik anlayışına geçilmiştir. Önceki süreçte, dar anlamda, savaş, silahlı çatışma, kuvvet kullanma halleriyle tanımlanan güvenlik, ele alındığı çerçevenin ötesine geçerek ekonomi, enerji, çevre, sağlık, sosyo-kültür ve eğitimin de içinde olduğu daha geniş bir çerçeveden tanımlanmaya başlanmıştır.
İçeriği genişletilen güvenlik kavramının daha bütüncül hale getirilmesiyle, devletler de güvenliğin sağlanmasına yönelik farklı stratejiler geliştirmeye başlamıştır:
Tehditlerin karşılanması ve karşı konulması bağlamında bir ulusal güvenlik stratejisi ortaya koymak,
Tehdidin kaynağındaki asli nedenlere inerek tehdidi tümden ortadan kaldıracak tedbirler almak, yani bir uluslararası güvenlik stratejisi takip etmek.
Soğuk Savaş dönemi bitene kadar; güvenlik, öncelikli olarak askeri unsurlar çerçevesinde tanımlanmış ve ulus devletlerin ulusal güvenlikleriyle özdeşleştirilmiştir. Bu uluslararası sistemde, hâkim aktör olan devletler, arasındaki ilişkileri düzenleyecek bir merkezi otoritenin yokluğundan hareketle, kendi güvenliklerinden sorumludur. Bu dönemde devletler, güvenlik için askeri güce başvurur. Küçük devletler de büyüklere yakınlaşır. Sovyetlerin yıkılışıyla birlikte bu yaklaşım tarzı çökmüştür. Uluslararası ilişkiler teorilerinin, devletler sistemi çerçevesinde yapılandırılan, büyük güçlerin ve bunların karar vericilerinin savaşa ve barışa dair verdikleri kararlara odaklanan bakış açısı kabul görmemeye başlar. Devletlerin arasında işbirliğini sağlayacak bir sistem kurulması, iletişimin ve bilgi paylaşımının arttırılması, ortak ilkeler, normlar, değerler ve kuralların geliştirilmesi, çatışmaların önlenmesi ve kriz yönetiminin artması, Soğuk Savaş sonrası uluslararası siyasetin “demokratik” sınırları olmuştur.
Bu dönem, dünyada kapitalizmin küresel versiyonunun işlerlikte olduğu, liberal demokrasinin tek meşru devlet rejimi kabul edildiği ve bu sistemi işletmeyenlerin buna zorlandığı bir dönemdir.
11 Eylül
Hitler, iktidarı eline alır almaz “Halkın ve Devletin Korunması Kararı”nı ilan etti. Karar, bireysel özgürlüklerle ilgili maddeleri askıya alıyordu. Buna yaşam özgürlüğü de dâhildi. Siyasi sistemle bütünleşmeyecek olan bütün kesimleri bedenen ortadan kaldıracak bir zemin hazırlandı. O zamandan bu yana, bu uygulama kalıcı bir hal aldı ve devletlerin (demokratikleri de dâhil olmak üzere) kalıcı uygulamalarından birisi haline geldi.
Liberal demokrasinin, mevzu bahis uygulamayı ortadan kaldırmak şöyle dursun, uygulamayı demokrasi örtüsü altında koruyacağını tahmin etmek çok zor değildi. Bu, demokrasinin olağanüstü durumlarda açığa çıkaracağı totaliter yandı (Platon’un meşhur sözünde olduğu gibi “Halk bir tiran tarafından yönetilmek istediğinde ne olacak?”).
Hitler’inkine benzer bir uygulama 13 Kasım 2001’de ABD başkanının “askeri buyruk” isimli çağrısında kendini gösterdi. Buna göre “terörist faaliyetlere karıştığından kuşkulanılan, ABD vatandaşı olmayan kişilerin “süresiz alıkoyulmasına” ve “askeri komisyonlarca” yargılanmasına yetki verilmişti. Demokrasi süreci, anayasal meşruiyetine ilişkin ilk soru işaretini böyle verdi.
Daha önce de senatonun 26 Ekim 2001’de geçirdiği ABD Yurtsever Yasası (USA PATRIOT ACT), devletin güvenliğini tehlikeye sokacak faaliyetlerinden kuşkulanılan yabancıyı gözaltına alınmasına izin veriyordu ama 7 gün içinde bırakılmasını öngörüyordu. Askeri buyruğun yeniliği bir bireyin bütün hukuki statüsünü ortadan kaldırması, böylece hukuki açıdan adlandırılması ve sınıflandırılması olanaksız bir varlığın ortaya çıkmasıydı. “Batı Demokrasisi” bu iki kararla, kendi propagandasının altını oymaya başladı.
Soğuk Savaş Sonrası Düzen 11 Eylül ile Bozuluyor
ABD Başkanı Bush, 11 Eylül sonrası yaptığı açıklamasında, “Düşman, global menzile sahip her terörist grup ve bunlara destek veren her devlettir” demişti.
21. yüzyıla girerken gerçekleştirilen bu eylem, bundan sonra dünyanın gidişatını siyasi, ekonomik ve askeri yönden etkileyecek boyutlara sahiptir. Bu eylemin içerdiği mesajı ve yol açtığı ya da açacağı sonuçları doğru tahlil etmek gerek.
Öncelikle, saldırının hedefinde ABD’nin üzerine oturduğu sacayağını oluşturan üç güç vardır: siyasi iktidarlar, askeri iktidarlar, ekonomik iktidarlar…
Bu saldırıyla hedeflenen ekonomik iktidarlar, küresel kapitalizmin sermayedarlarıydı. New York, Wall Street, İkiz Kuleler ABD ekonomisinin ve küresel ekonominin kalbidir. Askeri iktidarlar hedef almıştır, yani Pentagon. Dünyanın askeri komutası burasıdır; ABD’nin askeri prestijidir. Üçüncü saldırı, Beyaz Saray’a yapılması planlanmış ama gerçekleşmemiştir.
Bu saldırıyı kimin gerçekleştirdiğine ilişkin birçok komplo teorisi ileri sürülmüştü. Ancak saldırıyı Usame Bin Ladin liderliğindeki El-Kaide gerçekleştirmediyse bile, ABD bunu gerekçe yaparak Afganistan’a “müdahale etti”, ardından da Irak’ı işgal etti. Hem de demokrasi ve özgürlük getirme bahanesiyle. Şimdi de Suriye’de bir pozisyon aramakta, niyetse aynı.
Sözde radikal dinci hareket, grup, örgüt ve devletlere gözdağı vermek niyetiyle girişilen tüm bu hareketliliğin ismi “Teröre Karşı Savaş” olarak adlandırılıyor. Ancak aşikâr olan, bu işgallerin ekonomik, jeopolitik ve stratejik nedenleri olduğudur.
Eğer 11 Eylül değişimin başlangıç noktası ise, bu tarihten sonra olan biteni iyi irdelemek gerek. Her şeyden önce bu saldırı birçok yeni kavramı yaşamımıza soktu: Küresel terör, küresel tedirginlik gibi… İlk defa bu çapta bir “eylem”, bütün dünyada canlı yayında izlendi. Şimdiye kadar küresel birlikler, bağlar, ilişkiler vardı ama böylesi küresel bir gösteri yaşanmamıştı. Bu denli küresel tedirginlik görülmemişti. Bu gelişme, bir şok etkisi yarattı ve toplumsal bir travmaya yol açtı. Bunun sonucunda ABD vatandaşları korktu; bu korku ve endişe oranında ABD milliyetçiliği tetiklendi, hatta ırkçılığa yol açtı.
Dolayısıyla ABD’deki saldırı, organizasyonu, çapı, biçimi ve etkileri bakımından küresel bir etkiye yol açtı. Sonunda küreselleşme olgusu her alanda olduğu gibi kendi terörünü de yaratmıştı. Bu saldırı, bunu yapan daha büyüğünü de yapabilir endişesi yarattı. Güpegündüz, New York’ta gökdelenlerini yıkan güç, her şeyi yapabilir!
Bütün dünyanın “korumasını üstlenen” Pentagon’un merkezinin vurulması, ABD’nin dokunulmazlığını ortadan kaldırmıştır. Bunun, Soğuk Savaş sonrası oluşan devletlerarası güç dengelerini değiştirmesi de diğer açık göstergelerden biri. Asimetrik dünya, asimetrik savaşlar gibi kavramların konuşulduğu yeni bir dünya düzeni yürürlükte artık.
Bu düzende her ne kadar baskın tarafların olduğu biliniyor olsa da, baskın güçlerin birbirlerine ilişkin pozisyonlarının ne olacağını tahmin etmek oldukça güç. Bu güçlüğün derecesini anlamak için Suriye’nin asimetrik durumuna bakmak yeterlidir.
Değişen Yönetim Biçimi: Demokrasi
Demokrasi kavramı, her ne kadar halkın yönetimi ile ilişkilendirilse de ilk elde bir şey anlatmaz. Kavram birçok şey ifade etmek için kullanılır. Birçok şey ifade edilmeye çalışan başka sözcükler gibi hiçbir şeyi ifade etmeme tehlikesini de içerisinde taşır. Şimdilerde, başkanlık sistemi için dillendirilen “halkın, halk tarafından, halk için yönetimi” tanımı, demokrasi için de sık kullanılan bir tanımdır.
Özellikle, Soğuk Savaş’ın ardından, “küreselleşen” siyasal sistem olarak demokrasi ya da gerçek adıyla liberal demokrasi, vaat ettiği “siyasi iktidarın belirlenmesinde herkesin eşit paya sahip olması” ilkesini açık bir şekilde gerçekleştiremedi. Bu sadece, kapitalizmin yarattığı adaletsizliklerin, yönetimsel düzeye yansıması ve daha zengin olanın yönetimde daha fazla söz hakkına sahip olmasıyla alakalı değil. Durum aynı zamanda demokrasinin sözde siyasal eşitlik ilkesinin dayandığı mantıktan da kaynaklanır. Demokraside yönetme hakkının çoğunluğa verilmesi hedeflenir. Siyasal üstünlük, temsili demokrasinin parçası olan ve belirli periyotlarla gerçekleşen seçimlerle belirlenir. Yani demokrasiyi seçimlerle demokratik kılan mantık, sayısal üstünlüktür. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç, sırf çoğunluğa ait olduğu için doğru ya da haklı olanlar üzerine kurulu bir siyasal sistemdir. Azınlığın, çoğunluğun baskı ve zorlamasına maruz kalmamasını önleyecek ne yapılabilir? Demokrasinin, azınlığın hak ve özgürlüklerini garanti altına alacak kurumlara da sahip olduğu iddiasına karşı, bugün dünyanın farklı yerlerinde farklı nedenlerle azınlık olanların konumlarına bakmak yeterlidir. 2001’den bu yana farklı adaletsizliklere maruz kalanların, adaletsizlikleri dillendirildikleri için bile baskı, zorlama hatta katledilmeye maruz kaldığı aşikârdır.
Sözde halk iradesini, yönetimde belirleyici güç olarak muhafaza edebilmek için işletilen “temsil” kurumunun, “halk için yönetmek” maksadıyla ne hale dönüşebileceğini tahmin etmek için çok uzak coğrafyalardaki siyasi yönetimlere bakmaya gerek yok. Demokrasinin içerisinde potansiyel olarak barındırdığı totalitarizm, tüm halkın çıkarlarının birleştirildiği ve halk adına en doğru kararın verildiği bir neden-sonuç ilişkisiyle kendisini belirginleştirir.
Bugün demokrasi, üzerinden yükseldiğini iddia ettiği tüm erdemler noktasında sahteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Bireylerin, kendi kaderini tayin edebilmesi; farklı hayat tarzlarını meşruluğu ve barış içinde birlikte yaşama; bireyin ve bireysel özgürlüklerin değeri; adaletin sağlanması; çatışmaların çözümü gibi erdemlerin demokrasinin işlemesiyle gerçekleşmeyeceği ortaya çıkmış oldu.
Batı toplumları için demokrasi, evrensel oy hakkına dayalı olarak düzenli ve rekabetçi seçimlerin yapıldığı bir sistemdir. Soğuk Savaş sonrası, liberal kapitalizmin zaferinden sonra; devlet iktidarının “ahlaki” olarak savunulabilecek tek kaynağı demokrasiydi. Ancak özgürlük, katılım, anayasal devlet, seçimler, halk egemenliği gibi demokrasi için olmazsa olmazların hiçbiri kendisine demokratik diyen rejimler tarafından gerçekleştirilememiştir.
Bireysel özgürlükler, kapitalist sistem içerisindeki tüketim serbestlikleri ile çerçevelenmiş; siyasal özgürlükler sunulan partilerden birini seçmeye indirgenmiştir. Halkın yönetime sözde katılımı belirli aralıklarla kendilerini yöneteceklerini seçtiği seçimlere sıkıştırılmış, halkın siyasal iradesi böylelikle bütün siyasal ve ekonomik sorunlardan uzak başka gündemlerle manipüle edilen yapay bir işleyişin içine sıkıştırılmıştır. Dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleşen “demokratik seçimler”deki katılım oranlarının her defasında artan bir şekilde düşmesini neyle açıklamak lazım? Mevcut siyasal düzene ve işleyişe bir güvensizliğin ifadesinden başka nasıl açıklanabilir bu durum? Demokratik yapı içerisinde, tek meşruluğunu anayasadan alan devletler, mevzu bahis dönem içerisinde kendi yazdıkları, uygulamaya koydukları, uygulamayanlar için cezalar hazırladıkları yasaları, kuralları “aşikar” bir şekilde çiğner bir duruma gelmiş, bu hukuksuzluk asıl hukuk haline gelmiştir. Sadece içerisinde bulunduğumuz devletin son dönem OHAL uygulamalarına değil; Batı’nın en demokratik geçinen devletlerinde(ABD, Fransa…) bile benzeri uygulamalar artık normal hale gelmiş, devletin şiddet uygulamaları her koşulda meşrulaştırılmıştır.
Yükselen Sağ
Bu, zorla dayatılan demokratik sistemin, dünyanın ezilen coğrafyalarına ne getirip ne götürdüğünü hepimiz biliyoruz. 11 Eylül 2001’den sonra, terörizme karşı başlatılan savaş, demokrasi ve özgürlükler götürmeye evrilmiş, toplumsal dinamiklerden yararlanılıp iç savaşlara dönüştürülmüş; sonuç olarak hiç de söylendiği gibi “olumlu” sonuçlara yol açmamış, tam tersine müdahil olunan coğrafyayı tam bir keşmekeşe çevirmiştir. Bu keşmekeş coğrafyaların bir parçasında yaşıyoruz. Keşmekeşle kastedilen belirsizliğin, sıkıştırılmışlığın, baskının ve şiddetin ne olduğunu iyi biliyoruz.
Öte yandan, demokrasinin beşiği diye tabir edilen coğrafyalarda, demokratik sistem ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda da vaat ettiklerini gerçekleştirememiş ya da gerçekleştirdikleri üzerinden bu coğrafyalarda yaşayanları tatmin edememiş bir durumdadır. Bunun siyasal yansımasını en belirgin olarak gözlemleyeceğimiz kırılma, 2001 sonrasında Batı’da yükselen popülist sağ hareketlerdir.
Batılı coğrafyalarda sağ popülizmin yükselişte olduğu zaman dilimi, sürecin değişimini gözlemlemek adına önemlidir. Öte yandan sağ popülist politikacıların yükselttikleri söylemler, liberal demokrasicilik oyununun Batı’da herkesi tatmin edemediğinin en açık göstergesi. Bu söylemlerin dayanak noktası göçmen karşıtlığıdır. Karşıt olunacak şey olarak yerli işçi sınıfına, ekmeklerini ellerinden alan düşman olarak göçmenleri hedef gösteriyorlar. Bu siyasal söylemin arkasında her ne kadar güçlü bir teorisi olmasa da, insanları kararsızlığa sürükleyen bir yöntemi var. Sorunların kaynağını tekleştiren (göçmenler…) popülist politikalar, böylelikle çözümü de basitleştirmiş oluyor. Toplumsal sorunların ağırlığı arttıkça sunulan basit çözümler, bu söylemi çoğunluk için cazip kılmaya olanak veriyor.
Avrupa coğrafyasında, aşırı sağ partiler, 2001’den bu yana oylarını artan bir şekilde yükselttiler. Şimdilerde %5-21 arasında aldıkları oylarla, siyasal iktidara ortak olma ya da etki edebilme gücüne sahipler. İngiltere’de milliyetçi sağ parti Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi, 2001’de %1,5’ini aldığı oyların, 2015’te %12,5’ini aldı. Fransa’da Ulusal Cephe lideri Marie Le Pen’in, 2011’de %10’unu aldığı oyları, 2017 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle %25’e çıkarması bekleniyor. Hollanda’da sağ Özgürlük Partisi, 2006’da %5,9 oy alırken, 2012’de %10,1 oy almış; son seçimlerde Danimarka Halk Partisi %20’lere, İsviçre Halk Partisi %29’lara çıkardığı oylarıyla artış gösteren sağ eğilimin en açık göstergesi olmuştur. Öte yandan bu partilerin olduğu gibi, Belçika Flaman Çıkarları Partisi, Finlandiya Gerçek Finliler Partisi, İtalya Kuzey Ligi, Macaristan Jobbik partileri de popülist bir yöntemi, göçmen karşıtı söylemleri, yabancı düşmanlığını ve küreselleşme karşıtlığını benimsiyor. Bu partilerin dışında Avrupa’da (PEGİDA, Altın Şafak gibi) daha radikal/ırkçı hareketlerin yükselişte olması var olan siyasal popülizmin faşizme evrilebilme potansiyelini göstermesi açısından yakıcı örnekler.
Kapitalizm Deri Değiştiriyor
Kapitalizmin bugün içerisinde girdiği sıkıntıyı anlamak önemlidir. Çünkü kapitalizmin bu versiyonu Soğuk Savaş sonrasında yaygınlaştırılmaya çalışılmış siyasal sürecin ekonomik yansımasıdır. Küresel kapitalist sistem, 2008’den bu yana kritik düzeyde bir krizin içerisine girmiş ve bu kriz geniş bir zaman diliminde küreselleşebilmiştir.
Artık küreselleşme sonrası (post-globalization) dönemin yaşandığı dillendiriliyor. Bu, açık bir şekilde kapitalizmin deri değiştirmesinden başka bir şey değildir. Kapitalist işleyiş, farklı dönemlerde dayanak noktalarını değiştiriyor. Bu yeni süreç de bunun habercisi. Son Davos Ekonomik Forumu’nda “küreselleşme” kavramının bir problem şeklinde ele alınması bunun en açık göstergesi. Peki, kapitalizmin küresel yöntem geliştirmesi ne demek?
Küreselleşmenin, ulus-devlet gibi siyasal kurumların sonunun habercisi olduğu sıklıkla dile getirildi. Tabi aynı zamanda, tam tersi tartışmalar da yapıldı. Ancak bu tartışmalarda asıl karşı vurgu, ulus-devletin küreselleşme sürecinin bir parçası olarak yola devam edeceğiydi. Her ne kadar liberal yöntemin nihai olduğunu vurgulayan ekonomistler ya da bugün artık parçalanmaya başlayan ekonomik birliktelikler, SSCB’nin çökmesinden beri genel söylemin belirleyicisi olsa da, kapitalizm kendine şu an farklı bir yörünge çizmişe benziyor.
Küreselleşme döneminin en önemli özelliklerinden biri hızlı bilgi akışı ve teknolojiydi. Öte yandan merkezi olmayan bir yöntemle, sermaye akışı ulus-devletin yavaşlığından ve merkezi yapısından kurtarılarak daha bölgesel/yerel açıdan yönlendiriliyordu.
Bu tarz bir işleyiş kapitalist ekonominin içindeki farklı sektörlerin gelişmesine ve sermayenin bu yönlü gelişimine (merkezsiz biçimde) yol açmıştı.
Ancak şu an küreselleşmenin kapitalist gelişimin önünde bir engel ya da işe yaramayan bir yöntem olarak ele alınması, devletlerin ve şirketlerin ekonomi politikalarının konuşulduğu bir mecrada bir sorun olarak dile getirilmesi, belki de merkezi yapıların (ve dolayısıyla ulus-devletlerin) yeniden önem kazanmasına sebep olacak.
Son süreçte, kapitalist ekonominin başarılı örneklerinden biri olan Çin örneği bu noktada önem taşıyor. Farklı bir kapitalizm yapısına sahip Çin için devlet bu ekonominin merkezinde konumlanıyor. Ucuz iş gücünü otoriter önlemlerle kara dönüştürmeyi başaran Komünist Çin, kapitalizmin değişen yapısında Batılı sermaye için örnek alınacak bir ekonomi olarak görülüyor.
Öte yandan, 4. Sanayi Devrimi gibi bir başlığın ekonominin gündemi olduğu bugünlerde, üretimde yoğun olarak kullanılan robotların dağıtım ve tüketim alanlarına doğru genişlemesi konuşulur hale getiriliyor. Teknolojinin, üretim araçlarının gelişim süreçlerini de otomatize etmesi ve yapay zekâ unsurlarını bu süreçlere dâhil etmesi dünyanın her yeri için olmasa da, özellikle endüstri-sonrası bölgeler için önemli bir yerde duruyor.
Terörokrasi Dönemindeyiz
11 Eylül 2001’den beri devam etmekte olan süreç, bütün dünyada birçok değişime neden olmuştur. Soğuk Savaş sonrası tek güç konumuna gelen ABD’nin yaşadığı siyasi karizma yitimi, uluslararası düzlemde güç dengelerinin değişmesine yol açtı. Bu noktada uluslararası ilişkilerdeki durumu, sadece ABD ve İslami örgütlerin çatışması ya da sıkça yapıldığı şekliyle Batı medeniyeti ve Batılı olmayan şeklinde bir kutuplaşmadan kaynaklı bir denge değişimine indirgemek yeterli değildir.
Devletlerarası ilişkiler, özellikle küreselleşme süreci ile birbiriyle bu kadar ilintili hale gelmişken; tüm uluslararası arenanın bu sürecin sonunda değişmeyeceğini beklemek imkânsızdır.
Öte yandan, süreci “emperyalizm” tezleri üzerinden açıklamaya çalışanların yaşadığı sıkıntı, bu güç dengelerindeki tek aktif aktörü ABD olarak görmelerinden kaynaklanan sıkıntıdır. Devletlerarası ilişkilerde ufacık bir değişim bile daha önce aktif olmayan aktörleri daha hareketli kılacaktır.
Yeni bir devletler sisteminin şekillendirildiği açıktır. Ancak bu çok aktörlü bir şekillendirmedir. Baskın olan tek bir devlet değil, devletlerdir. Bu sürecin “sonu zaten belli” değildir. Bu devam etmekte olan bir süreçtir. Bugün Suriye’de olup bitenler, hem bu çok kutupluluğun hem de önceden tahmin edilemezliğin en büyük örneği konumundadır.
Devletlerarası durumun bu dengesiz halinde, devletler sadece Suriye gibi savaş bölgelerinde “savaş hukukunu” bile es geçmekle kalmayıp, aynı zamanda bu dengesiz durumu iç siyasetlerine de yansıtabilmektedirler.
Bu küresel iç savaş durumunun farklı yansımalarını, tüm dünyada gözlemlemekteyiz. Yukarıda da bahsettiğimiz, yeni sağ söylemin tetikleyicisi göçmen karşıtlığının sebebini de benzeri yere koymak gerek. 2001’den bu yana Batı’da yükselen yabancı düşmanlığı/göçmen karşıtlığının El-Kaide ve IŞİD benzeri örgütlerin yaptığı eylemlerle ilişkili olduğu açıktır. Ancak terörizme karşı başlatılan küresel savaştan kaynaklı, milyonlarca insan, yaşadığı coğrafyaları terk etmek durumunda kalmıştır. Bu milyonlarca insan, mikro düzeyde Batılı göçmen karşıtlığına maruz kalıyorken, makro düzeyde ise Batılı devletlerin dış siyasetinde insani içeriğinden tamamen arındırılmış dış politikalarına konu olmaktadır.
Yazının başında belirttiğimiz gibi, bu kaotik durum; farklı coğrafyalarda yaşayan insanları korku, panik ve endişe içerisinde bırakmaktadır. Yabancı düşmanlığı/göçmen karşıtlığının altında yatan önemli sebeplerden biri de budur. Öte yandan sürekli bir tehlike psikolojisi içerisinde bırakılan toplumlarda, gündelik yaşamın olağanlığı da giderek farklılaşmıştır.
Gündelik yaşamın olağan halinin farklılaşmasına ilişkin en belirgin örnek; toplumsal tüm alanlarda giderek örgütlenen panik haliyle karşımıza çıkar. Bütün bir toplumun kontrolünü mümkün kılmak için, toplumun tamamını baskı altında tutan iktidar açısından panik, özellikle içerisinde bulunduğumuz bu dönemde, kaçınılmaz bir araçtır. Yaşadığımız coğrafyada son yıllarda patlayan ve giderek normalleştirilen bombalar, bu panik halini yaratmakta en sık kullanılan araçlardan olmuştur. Bombalar ya da sıkça kullanılan tabiriyle “terör eylemleri”, özellikle devletin birey üzerinde yaratmak istediği korku halinin en etkili yoldan yaratılmasına zemin sağlar. “Herhangi bir zamanda herhangi bir yerde patlaması mümkün herhangi bir bomba”nın var olma ihtimali, bahsedilen bu panik halini ve devletin bu panikten faydalanarak açığa çıkarttığı baskısını sürekli kılar. Panikle birlikte korku, korku aracılığıyla baskı ve kontrol açığa çıktıkça, hâkim kılınmak istenen otorite süreklileşir; “demokrasi” ya da “demokratik yöntem”ler ortadan kalkar. “Terörokrasi” olarak adlandırabileceğimiz yeni bir siyasal siteme geçiş başlar.
Devlet, söz konusu bu siyasal sistemle birlikte, elindeki tüm araçları da terörokrasi döneminin ihtiyaçlarına göre şekillendirmeye başlar. Terörokrasi dönemiyle birlikte siyasal iktidar, kendi varoluşu için, üretilmiş şiddete başvurur. Bu dönemde kimi zaman kendi terör örgütlerini yaratan devlet, kimi zaman da var olan terör örgütlerinin önünü açar; bu yolla, toplumsal psikolojiyi de istediği yönde şekillendirir. Devlet “terör örgütleri”nin varlığında, “kendi terörünü” gizlemeye çalışır. Aynı zamanda karşısında olan herkesi bu “terör örgütü” aynılığında eritmeye çalışan devlet; tüm muhalif kesimleri “terör örgütü” tanımının ardına iter; bu aynılıkta topyekûn bir “kendinden olmayan herkesi yok etme” politikası güder.
Öte yandan terörokrasi döneminde devlet “terör örgütleri”ni, “kendinden olmayan herkesi” susturmak amacıyla da aktif olarak kullanmaya başlar. 20 Temmuz’da Suruç’ta ya da 10 Ekim’de Ankara’da olduğu gibi, devlet, kendisine muhalif olan tüm kesimleri yok etmek ya da korkutmak amacıyla kendi yarattığı ya da önünü açtığı terör örgütlerini kullanmaya başlar. Terörokrasinin işlemeye başlamasıyla birlikte “terör örgütlerinin varlıkları ve saldırıları”, devlet ve iktidarı için kullanışlı olan birer araca dönüşür.
Artık yeni bir siyasal işleyişin içerisinde, terörokrasi dönemindeyiz. Bugün kapitalizm ve demokrasi işlevsizleşmeye- yetersiz kalmaya başlamışken; devlet, terörokrasi dönemiyle birlikte, ekonomik ve siyasal krizlerden çıkış yollarını aramakta.
Bugün kapitalizm, yüzyıllardan bu yana vaat ettiği toplumsal refahı hala sağlayamadığından yetersiz kalmaya; içine girdiği krizle birlikte işlevini kaybetmeye başlamıştır. Ekonomik adaletsizlikler küresel çapta daha hızlı bir şekilde yaygınlaşmaya başlamışken; bunları yaratan devlet ise siyasal işleyişi değiştirmekle birlikte bu çıkmazdan sıyrılmanın yollarını aramıştır. Bugün demokrasi, adalet-özgürlük ya da eşitlik gibi iddialarını halen yaratamamış ya da bilinçli bir şekilde yaratmamış olduğundan, toplumun farklı kesimleri için gerçek dışı; devlet mekanizması içinse işlevsiz hale gelmiştir.
Kapitalizmin ve demokrasinin artık işlemediği bu siyasal düzende, sınıfsal çelişkiler daha da artmış; artan çelişkiler toplumsal hareketlenmeleri de beraberinde getirmiştir. İçinde bulundukları ekonomik ve siyasal adaletsizliklerden muzdarip olan kesimler yaşadıkları bu çelişkilere itiraz etmeye başladıkça; bu itirazlara karşı iktidarın “kontrol mekanizması” da gelişmiştir. Söz konusu kontrolü artık “güler yüzlü demokrasi” ya da “küresel kapitalizm” ile sağlayamayan devlet mekanizması; kontrolün şekliyle birlikte içerisinde bulunduğumuz siyasal dönemi de değiştirmiştir; terörokrasiyi işletmeye başlamıştır.
Ezenler hâkimiyetlerini kaybetme endişesiyle bir korku dünyası yaratırken; “teröre karşı savaş” yöntemi artık birçok devletin siyasal aracı haline gelmişken; terörokrasi işte topyekûn bu yeni dönemin bir tanımlamasıdır.
Terörokrasi, yeni bir siyasal işleyiş olarak artık karşımızdadır. Ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamın tamamının dönüşümüne yol açan bu işleyişin kullandığı yöntemler de elbette geçmişe göre farklılıklar taşımaktadır. Terörokrasi, meşruluğunu artık biten demokratik sistemden ya da kapitalizmden almayan siyasal iktidarların kendilerini dayatmak için yarattıkları yeni bir sistemdir.
Temelini korku, baskı, kontrol ve tahakküm üzerine kuran devletler için terörokrasi, içinde bulunduğumuz bu siyasal ve ekonomik krizden sıyrılmanın yolu; halklar içinse devlet eliyle giderek artırılan panik ve korku, baskı, zulüm demektir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 36. sayısında yayınlanmıştır.
The post TERÖROKRASİ appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Capgras Sendromu ” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Her şey size garip ve yapaymış gibi görünmeye başlıyorsa, etrafınızdaki hiçbir şeyin gerçek olmadığı duygusuna kapılıyorsanız, her yeri bir sahneye benzetiyor, herkesi de o sahnede rol yapanlar olarak algılıyorsanız, sizde de Capgras Sendromu olabilir. Mesela annenizin yüzüne bakıp “karşımdaki insan anneme benzeyen ama annem olmayan birisi” diyebilirsiniz bu sendromun etkisiyle. Çevrenizdeki her şeye kuşkuyla yaklaşır, güven duyamazsınız.
Adını Fransız psikiyatr Jean Marie Joseph Capgras’dan alan bu sendrom, genelde kafasına darbe almış ya da Alzheimer gibi “hastalık”lardan mustarip olan kişilerde görülür. Ebeveynlerinin, eşinin, kardeşinin, köpeğinin, hatta kimi durumlarda, kendisinin bile bir “sahtekar” olduğuna inanır.
Ünlü sinirbilimci Prof. Vilayanur S. Ramachandran, “Phantoms In The Brain” adlı kitabında, annesinin ve babasının birer “sahtekar” olduğunu söyleyen Capgras sendromlu bir gencin durumunu anlatır. Gencin herhangi bir duyguyu deneyimlemek ya da yüzleri tanımak konusunda bir sıkıntısı yoktur. Ne var ki, tanıdık yüzler söz konusu olduğunda herhangi bir duygu hissedemiyor ve dolayısıyla anne babasının gerçek anne babası olmadığını, tıpkı onlara benzeyen fakat onların yerine geçmiş birer “sahtekar” olduklarını düşünüyordu.
Normalde, tanıdık bir yüz gördüğümüzde, beynimizin bellek, öğrenme, duygusal denge ve sosyalleşme konularından sorumlu temporal lobundaki görsel patikalar harekete geçer. Sonra, bu etkinlikler, duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasından sorumlu beynin amigdala bölgesini uyarır ve o yüzü tanımamızı sağlar. Ne var ki, bu sendromdan yakınan hastalar yakınlarının yüzünü gördüklerinde, yüzleri tanıyor fakat tanıdık birini görmenin verdiği o sıcaklık/yakınlık hissini yaşayamadıkları için sanki o kişi gerçek değilmiş de onun yerine bir sahtekar geçmiş sanrısına kapılıyorlar.
Capgras Sendromu, nörolojideki en tuhaf ve en nadir görülen vakalardan biri sayılıyor. Ama bu yazıyı okuduktan sonra çevremize daha dikkatli bir biçimde bakalım. Gezindiğimiz sokakta, bindiğimiz dolmuşta, iş yerimizde ve okulumuzda, bu sendromun belirtilerini gösteren ne kadar çok kişi görüyoruz? Bu bizi şaşırtıyor mu peki?
7 gün 24 saat devletin resmi propagandasıyla yüklenmiş olan medyanın etkisi, yine de geryleçeklerin üzerini bütünü örtemiyor. Sahteyle gerçeği ayırma gayreti, beraberinde, her şeye kuşkuyla yaklaşmayı getiriyor.
Tüm renkli ve göz alıcı şovlarına karşın “televizyondaki kişi özgürlükten söz eden birisine benziyor ama hiç de öyle olmayan birisi” denebiliyor. Seçimden seçime köyüne gelen bir politikacıya da güvenilmiyor. Medyanın, derelerini savunan köylüyü düşman göstermesine de, devletin baskısına karşı öfkesini sokaklara taşıyanı terörist olarak nitelemesine de, militarist orduya katılmayı reddeden genci vatan haini olarak adlandırmasına da…
İnanılmıyor da, insanı da, doğayı da katledenlerin hiç bir şey olmamış gibi davranmaları insanda başka bir kuşkuya yol açmıyor da değil. Barış diyenlerin hala operasyona devam etmeleri, ekoloji diyenlerin orman kesmeleri, çözüm diyenlerin ev baskınlarına girişmesi…
Capgras Sendromu’nda çözüm olarak duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin kuvvetlendirilmesi önerilir. Görülenin hatırlanması, gerçeğin unutulmaması için böyle salık verilir.
Şimdi bizler de yakınımızdakilere, kendimize dönüp bakar, gerçekleri unutmamaya çalışırken, bizden gizlenen gerçekleri bulup sıkıca tutmalıyız. İktidarlar tarafından yok edilmek istenen toplumsal belleği ve toplumsal tepkiyi daha da kuvvetlendirerek, sahtekarlıklardan birer birer sıyrılmalı ve gerçeği savunmalıyız.
The post ” Capgras Sendromu ” – Devrim Varol appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Korku Egemenliği Terör Devleti” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin varlığını sürdürmesi için, toplumun geniş kesimlerinde itaati zorlaması ya da bunu yapabileceğine inandırması gerekir. Ancak özgürlük için direnenler ve mücadele edenler, devletin bu çabasını boşa çıkarırlar. Direniş ve özgürlük insanların aklına bir kere düşmeyegörsün; devletin bu direnişi gösterenleri katletmesi bunu unutturmaz. Bir kere toplumsal meşruluğunu yitiren devlet, varlığını sürdürebilmek için çok daha büyük bir korku yaratmaya çalışır. Böyle dönemlerde, kendi hukukunu dahi yok sayıp “olağanüstü hal”lerle gündelik yaşamı terörize etmesi, devletin ana politikası olur. Dolayısıyla terörün ne, teröristin kim olduğunu biraz daha ayrıntılı irdelemek gerekiyor.
Devletin Terörist Dedikleri
1793’te yani Fransız Devrimi’nin hemen sonrasında ilan edilen Convention adlı bildiri ile terör kelimesi ilk siyasal anlamına kavuşur: “Komplo kuran tüm kişileri dehşete düşürmenin zamanı geldi. Kanun adamları, terörü başlatın.” Aslında bu ilk kullanım, devlet ve terör arasındaki doğrudan ilişkiyi anlamak açısından önemli.
Devletin “terör” iddiasıyla toplumu baskı altına alıp sindirmek istemesinin, kendisine karşı mücadele edenleri terörist ilan edip katletmesinin çokça örneği var.
Sene 1886… 8 saatlik iş günü için, ABD’deki işçiler, greve giderler. Günlerden 1 Mayıstır. Ayın dördünde devletin ve şirketlerin greve giden işçilere yönelik uyguladığı baskıyı ve şiddeti protesto etmek isteyen işçiler bu kez Haymarket Meydanı’na giderler. Günlerden katliamdır. Çünkü Meydanda düzenlenen mitinge polis saldırır, çok sayıda işçi yaşamını yitirir. Olaydan sonra “terörist” yaftalamasıyla birçok işçi tutuklanır ve idam edilir. Devlet aslında emeği için mücadele eden, hizaya sokamadığı işçileri katlederek en çok da ayakta kalanları ve mücadeleye tutunanları korkutarak yıldırmaya çalışmak istemiştir. Ancak yılgınlık değil, direniş örgütlenir. Böylece 1 Mayıs’lar devlet terörüne karşı her yerde direniş olmuştur.
İki İtalyan işçi olan Sacco ve Vanzetti, örgütlü mücadele eden anarşistlerdi. Haymarket işçilerinin yaşadıklarına benzer şekilde, devlet, bu iki işçiyi de, “haklı bir gerekçe sunarak” terörist ilan etti ve ardından katletti.
Devletin bu sıfatı en çok yakıştırdıklarından biri, anarşizmin en ateşli savunucularından, tüm yaşamını devlete karşı mücadeleye adamış Emma Goldman’dı. Sadece Goldman değil Errico Malatesta, Mihail Bakunin ve daha birçok anarşist devlet tarafından terörist olarak yaftalanmış, dört duvar arasına kapatılarak mücadeleden yalıtılmaya çalışılmıştı.
Anarşist hareketin tarihinde terörist diye yaftalananlar sadece bireyler değildi. İşçi örgütlenmelerinden sendikalara, kooperatiflerden federasyonlara kadar farklı birçok anarşist yapı da bu yaftalamadan kurtulamamıştır. Faşist Franco döneminde CNT’den Arjantin’deki anarşist sendika FORA’ya, 19. Yüzyılda ABD’de IWW’den Bakunin’in örgütlediği İşçi Kardeşliklerine kadar öz-örgütlenmelerin büyük çoğunluğu devlet ve kapitalizmin işlerliğinin dışında bir toplumsal işleyişe giriştiklerinden dolayı terörist oldukları iddiasıyla baskılara maruz kalmışlardır.
Devletlerin terör yaftalamalarına maruz kalanlar, muhakkak ki sadece anarşistler olmamıştır. İberya’da Bask halkının özgürlük mücadelesini veren ETA’dan, Kuzey İrlanda halkının özgürlük mücadelesini veren IRA’ya, 1960’larda kadın mücadelesini veren örgütlerden siyahların mücadelesini veren örgütlenmelere kadar, mücadele eden tüm kesimler, devlet tarafından tehdit olarak görülmeye başladığı an terörist diye yaftalamış, sürgün edilmiş, hapsedilmiş ve katledilmiştir.
Birkaç ay öncesinde İspanya‘da anarşistlere yönelik girişilmiş Pandora ve Pinata operasyonlarıyla da aynı senaryo oynanmaya çalışılmıştır. Devlet “terör operasyonları” aracılığıyla sadece anarşistleri tutuklamamıştır. Aynı zamanda mücadele eden insanları kriminalize etmek ve toplumda bir korku havası estirmek istemiştir.
Terör Operasyonları
Özellikle toplumsal mücadelenin yükselişe geçtiği, devlet iktidarının kendini yalnızca şiddet kullanarak yeniden üretebildiği bir atmosferde, devletlerin en çok başvurduğu strateji, terör operasyonlarıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi operasyonların hedefi toplumda bir korku durumu yaratarak, bireyleri devletin belirlediği ve sınırlarını çizdiği siyasal alanın içinde kalmalarını sağlamaktır. Yani basitçe, devlet vatandaşlarından kendisine biat etmesini beklerken, belirlediği alanın dışına çıkanları “ibretlik olsun” diye cezalandırır.
Operasyon süreçlerinde, kolluk güçleriyle diyalog halinde çalışan medyanın da desteğiyle, operasyon gerçekleştirilen organizasyon ve bireyler hedef alınır. Operasyonlarla terör diye yaftalanan, iktidar sahiplerinin çıkarına olmayan eylemlerdir. Terörist dedikleri, aynı iktidar sahiplerinin tahakkümüne karşı direnen ve bu tahakkümü ortadan kaldırmak için mücadele edenlerdir.
Bir yandan Kürt siyasetine yönelik terör operasyonları cadı avı niteliğinde sürerken, diğer yandan Kürdistan’da askeri operasyonlar ve sokağa çıkma yasakları, 90’ları aratmadı. Sabaha karşı yapılan ev baskınlarının ve gözaltıların, devrimcileri ve halkı yıldırmaya yönelik hamleler olduğu aşikardı. Bu koşullarda sokaklar daha kızgınlaştı ve çatışmalar arttı. Bu eksende devletin koyduğu yasaklara bir de kent giriş-çıkışların kapatılması ve basının çatışma bölgelerine girişlerinin engellenmesi eklendi. 144 toplantı ve gösteriye asker-polis saldırısı yaşandı. Son 40 günde 2 bin 544 kişi gözaltına alınırken, 338 kişi tutuklandı. Yapılan çatışmalarda 24 kişi yaralandı. 7 gün içinde 45 kişi yaşamını yitirdi. Yapılan operasyonlar sonucunda devlet Bağcılar’da Günay Özarslan adında bir devrimciyi infaz etti. Şırnak’ta 7 yaşında Baran Çağlı, Diyarbakır’da 11 yaşındaki Beytullah Aydın, Ağrı Diyadin’de 15 yaşındaki Orhan Aslan, 16 yaşındaki Emrah Aydemir, Mardin’ de 16 yaşındaki Mazlum Turan devlet tarafından katledildi. Asker Silopi’de evleri basıp 3 genci yataklarında infaz etti.
Gözaltına alınanlar, kaybedilenler, işkenceye uğrayanlar, sabaha karşı yapılan ev baskınları, gösteri ve toplantılara saldırı, sokağa çıkma yasağı, kent giriş çıkış yasakları, köy boşaltmalar, kasten başlatılan orman yangınları, askeri operasyonlar, saldırılarda, operasyonlarda yaralananlar, katledilenler, infaz edilenler, infaz edilenlerin cansız bedenlerine yönelik şiddet ve bu şiddetin teşhiri…
Bütün bunlardan sonra tekrar düşünelim terör kelimesinin anlamını. Ve teröristin kim olduğunu…
Merve Demir
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Korku Egemenliği Terör Devleti” – Merve Demir appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Yalanı Nükleerin Reklamı” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Reklamlaar!
Günümüzde şirketleri ayakta tutan ve varlığını sürdürmesini sağlayan yegane şey reklamdır. Bir ürünün reklam süreci, ürünü çekici hale getirme çabalarıyla başlar ve onun görsel olarak bize sunulmasıyla devam eder. Reklamın son aşaması ise, “tüketici”lerin artık o ürünün reklamını yapıyor hale gelmesidir.
Peki bir reklam niçin yapılır? Benzeri ürünlerle rekabeti sağlamak, tanıtım yapmak, insanları tüketime teşvik etmek gibi bilindik nedenleri saymazsak, bir reklam yalan söylemek için yapılır! O yüzden, reklamı yapılmış hiç bir dondurma gerçeğine benzemez. Reklamda gösterilen hiç bir otomobil, orada göründüğü kadar parlak olmaz ve ne yazık ki “tüketici”ler mevzu bahis arabayı aldıktan sonra, o reklamlardaki insanlar kadar mutlu olamaz. Böylesine bir hayal kırıklığı, “tüketici”lerin fıtratında vardır. Böylesine alçakça yalan söyleme yeteneği de, yalnızca ve yalnızca kapitalizmde vardır.
Devletin Reklamları
Bu yalan söyleme konusunda en az kapitalizm kadar becerikli bir “şey” daha vardır; kapitalizmin büyük iş ortağı olan devletin ta kendisi. Çoğu zaman, bildiğimiz anlamda bir reklama ihtiyaç duymaz. Boyalı basındaki kalemşorleri, iki yüzlü politikacıları ve ana haber bültenleri yoluyla yalanını yayar ve yaptıklarını toplum içerisinde meşrulaştırır. Mesela 40 yıl boyunca katlettiği bir halkı topyekûn “terörist” ilan edebilir ya da herkesin gözü önünde çaldığı paraları, yukarıda saydığımız kanallar vasıtası ile “çalmadığını” söyleyebilir. Yazık ki insanlar buna inanabilir de.
Gerçekler ya da Çernobil’den Kalanlar!
Nükleer denemeleri, nükleer silahları, diğer bir çok “nükleer kaza”yı bir kenara bırakıp sadece Çernobil Katliamı’na bakacak olursak; nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğumuzu, efendilerin bu topraklardaki tüm canlıları nasıl göz göre göre ölüme götürdüğünü anlayabiliriz.
Ukrayna’da 18.000 km2’lik tarım arazisi kullanılamaz hale geldi. Çevredeki ormanlarının %40’ı kirlendi. Katliamdan, en az 600 milyon insan etkilendi. Hatta katliamdan bir kaç gün sonra, Çernobil’den 2726 km uzaklıktaki İngiltere’nin Galler kasabasında bile yüksek oranda radyasyon tespit edildi. Hayvanların otlaklara girmesi yasaklandı. En çok etkilenenler ise “likidatörler” (zorunlu gönüllüler) idi. Bunlardan 112.000’i yaşamını yitirirken, geri kalanların hemen hemen hepsi kanser, yüksek tansiyon, mide ve bağırsak hastalıklarına yakalandı ve halen yakalanıyor! Çernobil’de yaşanan katliamda 49 bin nüfuslu Pripiat’ın boşatılması tam 30 saat sürdü, bölge hayalet şehre dönüştü ve bunun en az 900 yıl daha süreceği düşünülüyor. Çok sayıda insan, hemen ilk saatler içinde yüksek dozda radyoaktif iyodine maruz kaldı. Bu yayılımın neden olduğu en önemli sağlık sorunlarından biri, çocukluk çağı tiroit kanserleri. Katliamdan bir kaç ay sonra radyoaktif iyodin düzeyi yüksek sütlerden içen çocuklarda, yüksek radyasyon tespit edildi. Bununla birlikte, 2002 yılına kadar 4000’den fazla tiroit kanseri teşhis edildi.
Binlerce canlı kansere yakalandı ve hayatını kaybetti. Yeni doğan canlıların çoğu ya kanser ya da sakat olarak doğdu. Ayrıca, 2056 yılına kadar Çernobil katliamı kaynaklı 240.000 kişinin daha kansere yakalanacağı tahmin ediliyor.
Yaşadığımız topraklarda da, özellikle Karadeniz Bölgesi’nin, bu katliamdan etkilendiği biliniyor. Patlamadan sonra ciddi bir artış gösteren kanser vakaları, bölge insanının halen en büyük problemlerinden biri.
Hatta inanmakla kalmaz; artık o halkın “terörist” olduğunu ya da devlet erkanının hırsız olmadığını savunmaya, bunu meşrulaştırmaya da başlayabilir.
Geçtiğimiz günlerde devlet, pek de alışkın olmadığımız bir şekilde, yeni projelerinden birinin reklamını yapmaya başladı. Akkuyu Nükleer Santrali’nin! Peki bir devlet neden ortaya koyduğu projenin reklamını yapmaya ihtiyaç duyar. Cevap basit! Çünkü yalan söylüyordur! Çünkü gün gibi ortada olan gerçekleri örtmek gibi bir kaygısı vardır! Çünkü nükleer santrallerin ve nükleer çalışmaların canlı yaşamına etkisi bu kadar barizken, yaşanan “kaza”ların sonuçları böylesine belirginken, bunu insanlara yutturmanın tek yolu yalan söylemektir.
Cengiz İnşaat
Akkuyu Nükleer Santrali’nin, deniz hidroteknik yapılarının projesi ve inşası ihalesini ise hükümete yakınlığı ile bilinen Cengiz İnşaat isimli şirket aldı. Şirket, tıpkı Kolin ve Limak gibi bu topraklarda son dönemlerde yaşanan iş cinayetleriyle ve tartışmalı enerji ihaleleri ile sık sık adından söz ettiriyor. 2012 yılında 5 işçinin katledildiği Eti-Bakır işletmelerinin sahibi olan Cengiz İnşaat, aynı zamanda Adana Kozan’da yaptırdığı barajın kapaklarının açılması sonucunda bir çok işçinin ölümüne neden olmuştu. Adı bir çok yolsuzlukla anılan şirket, 3. havalimanı projesinin ortaklarından biri olarak da anılıyor. Ayrıca şirket, son dönemde her yerde mantar gibi türeyen bir çok barajın da sahibi. Bununla beraber, inşaat ve enerji alanında devletin önemli ortaklarından biri olarak lanse edilen Cengiz İnşaat’ın sahibi Mehmet Cengiz, 22 Aralık’ta ortaya çıkan tapelerde halka sarfettiği sinkaflı küfürlerle gündeme gelmişti!
“İlerleme” ve Kalkınma Fetişizminin Ardına Saklananlar
Elbette yalan söylemenin de bir yolu yordamı vardır; her yerde her yalan tutmaz. Genelde enerji meselesinde kullanılan yalan ise “gelişme” ve “kalkınma” ya da “enerjide dışa bağımlılığa son” yalanlarıdır. Bu reklam filminde de, yine aynı şey karşımıza çıkar. Filmin içinde 8 defa “daha” kelimesini geçiren efendiler, kendi bencil-rekabetçi algılarıyla “ileri”, “güçlü”, “üretim”, “yükselmek” gibi kavramları kullanarak; ne kadar çok çalışır, ne kadar çok üretim yaparsak o kadar gelişeceğimizi, o kadar kalkınacağımızı söyler. Ama bu kalkınmanın bize ne getireceğinden bahsetmez ya da bugüne kadar ileriye doğru atılan her adımın biz yoksullar için “geriye” doğru atılmış bir adım olduğundan bahsetmez! Ne Çernobil’in adını ağzına alır, ne Fukuşima’dan bahseder. Ne zenginler kalkınsın diye yerin binlerce metre altında katledilen 301 madenciden, ne de bizleri mahallerimizden atıp yerimize diktikleri rezidansların inşaatlarında ölen işçilerden bahseder. Ayrıca bize “enerjide dışa bağımlılığa son” naraları atanların asıl amacının “enerji sorununu” (sanki varmış gibi) çözmek değil; akıllara durgunluk verecek bir üretimle başka topraklardaki insanların enerjide dışa bağımlı hale gelmesini sağlamaktır.
Nihayetinde nükleer ne kadar ölümcülse, bunun meşruluğu için yapılan propagandalar ve reklamlar o kadar yalancıdır. Ve ne yazık ki bu yalanlara kanmak, basit bir reklamın yalanlarına kanmanın yarattığı hayal kırıklığından daha ağır olacaktır; yeni bir nükleer felaket gibi!
Büşra Cengiz
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Devletin Yalanı Nükleerin Reklamı” – Büşra Cengiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Zındıktan Çapulcuya, Kemirgene : Efendinin Yaftaladıkları” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Padişahın tarafında olmadıkları için kellesi alınan zındıklar, filmlerdeki karakterlerden ibaret değiller elbette. Yüzyıllardır bu topraklarda, efendinin tarafında olmayanlar, zındık olmakla suçlanıp ötelendiler, hatta çoğu zaman öldürüldüler.
Peki kimlerdi bu zındıklar, zındıklık da neydi?
Günümüzde sapkın ve dinsiz anlamında kullanılan “zındık” kelimesi, Zerdüşt ve Mani ile alakalı olarak ortaya çıkmıştı. Mani, Zerdüştîliğin kutsal kitabı Avesta’ya yazdığı yorumları içeren kitabına, Zend (Farsça: Yorum) adını vermişti. Araplar, Zend-Avesta (Avesta’nın Yorumu) da denilen Zend’e inanan anlamındaki “Zendî” kelimesini telaffuzlarına uydurarak, “zendîk” kelimesini türetmiştir. M.S. 260 civarında, resmen Mazdekizm’i benimseyen Sasani İmparatorluğu merkez yönetimi, bütün coğrafyanın inancını tepetaklak eden Maniheistleri, sapkın ve dinsiz ilan etmişti.
8. ve 9. yüzyıllardaki dini hareketleri araştıranlar, önce Maniheistlerin, sonra da Mazdekîlerin “zendîk” diye anıldığını vurgular. İslam ortaçağında, İslam dışındaki dinleri, dini akımları ve yandaşlarını (Maniheistler, Mazdekîler, Deysanîler, Marikalar, Zerdüştîler…) niteleyen bu kelime, 10. ve 11. yüzyıllardan itibaren İslam’da ortaya çıkan Sünnilik dışı bütün mezhepleri kapsayacak şekilde kullanılmıştır.
Sünnilik dışı her türlü “şüpheli” inancı; aslında inanç, devlet ve toplum düzeni için tehlikeli olduğuna inanılan her türlü fikri ve dini eğilimi anlatan bir terim olmuştur. Türkçe’ye “zındık” olarak geçmiştir.
Emevilerden Sasanilere, Selçuklulardan Osmanlılara kadar, zındıklıkla yaftalananlar incelendiğinde, ortaya çıkar ki mesele her zaman din, inanç değildir, politik ya da başka sebeplerle de zındık denilerek yaftalanmıştır insanlar.
Efendilerin tarzı bu!
Evet, aslında efendilerin geleneksel tarzı budur. Kendinden olmayan herkesi, tek potada eriterek yaftalamak.
Son 30 yılın yaftaları denince, akla en başta “Allahsız gomunis”, “moskof”, “moskof uşağı” gelir. Bu yaftaları dillendiren efendiler için, karşısındakinin Allahsız, Moskova’lı ya da uşak olması değildir mesele. Uşak olmayı reddedenleri, yeni bir “zındıklık” konumuna düşürerek -geleneklerinden gelen deneyimle- kısa yoldan ötelemektir. Sonrasında –yine geleneklerinden gelen deneyimle- cezalandırmak elbette…
Günümüze gelecek olursak, şimdiki efendiler daha yaratıcı olsa gerek; ayda bir yeni yafta buluyorlar. Terörist, radikal, tinerci, eşkıya, marjinal, çapulcu, kemirgen ve daha neler neler… 1 Mayıs 2013’te sokağa çıkanlar marjinal, Taksim’de başlayıp dört bir yana yayılan isyan hareketinin parçası olanlar çapulcu, mahalle forumlarında şirketlere boykot kampanyaları örgütleyenler ise -kutsal devlet gemisini ekonomik anlamda batırmak amacıyla kemirdikleri iddiasıyla- kemirgen olmakla yaftalandı.
Genelde efendilerin, karşısındakileri toplum gözünde itibarsızlaştırmaya yönelik kullandıkları bu yaftalar, son zamanlarda sahipleniliyor karşısındakiler tarafından. Kelime, anlamıyla olmasa da, kazandığı anlamla sahipleniliyor. Kimi zaman eşkıya oluyoruz, kimi zaman çapulcu. Toplumun tarif edilen kısmı eşkıyaysa, çapulcuysa, çıkıp “Hepimiz eşkıyayız!” sloganları atmaktan çekinmiyoruz.
Ancak, ısrarla belirtmek gerekir ki; efendiler, önümüzdeki günlerde, kendinden olmayanlara lafın gelişi “sandalye” dediğinde, “Hepimiz Sandalyeyiz!” yazılı dövizlerle, “Sandalyeni Kap Gel!” kampanyası örgütleyecek olanları da tanımayız etmeyiz.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Zındıktan Çapulcuya, Kemirgene : Efendinin Yaftaladıkları” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>