The post Akrabalar Arası Yeni Ortaklık: SİHA – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Uçakta Sezgin Tanrıkulu’nun arkasına oturdum.. Boğma teliyle işini bitir biz sana hapiste bakarız diyenler fav”
Bu sözler Hukuk Fakültesi’nde çalışan bir araştırma görevlisinin attığı tweetten. Tweet, geçtiğimiz ayın sonunda SİHA’ların Hakkari’de piknik alanı olarak kullanılan bir bölgeye attığı bombayla bir kişiyi katletmesini gündem eden ve SİHA’ları eleştiren CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’ya yönelik devletin başlattığı linç kampanyasının hemen arkasından atıldı. İktidarın cumhurbaşkanından bakanlarına, televizyonlarından gazetelerine hepsi Sezgin Tanrıkulu’yu lanetleyip “teröristleri” koruduğu algısını üretmeye başladı. İktidar böylece SİHA’ları eleştirenleri şıkıştıracağının altını çizdi.
Devlet, bu katliamı gündem eden Tanrıkulu’yu sıkıştırmasının ardından ikinci refleks olarak SİHA’ları savunma durumuna geçti.
SİHA’ların yapılan operasyonlarda hava desteği sağlaması, “binlerce fit yükseklikten bile hedefini görüyor olması” gibi katliamlarda fayda sağlayacağı yönleri yükseltildi ve SİHA’ların “yerli ve milli” olduğu özellikle belirtilerek de en azından milliyetçi kesimler açısından tartışmalara son verilmek istendi.
Peki devletin tartışmalara son verilmesini istemesinin, ısrarla katledilenlerin “terörist”, SİHA’ların operasyonlar için faydalı olduğunu vurgulamasının arkasındaki nedenler neydi?
TSK tarafından yeni yeni kullanılmaya başlanan SİHA’ların “terörle mücadelede giderek etkin bir araç olacağı” sıkça kullanılan propagandayı oluşturmakta. İşte bu nedenle devletin katliam yaparak sivil insanları öldürüyor olması ve başarısız görünüyor olmasından çekiniliyor. Örneğin artık “binlerce fit yükseklikten görüş yapabilen” bir araçla gerçekleştirilen katliamın kaza olarak gösterilme ihtimali azalıyor. Kısacası katliamının açıkça gözler önüne serilebileceğini gören devlet, SİHA’sına sarılıyor.
SİHA’nın canı gönülden savunulmasının bir başka sebebinin daha olduğunu varsayarsak bu da Erdoğan’ın akrabalık ilişkilerine verdiği değerle ilgili diyebiliriz. Akrabalarıyla iş yapmayı seven Erdoğan, TC’nin en önem verdiği politikalardan olan “terörle mücadele”de kullanılan araçlardan birini yani Bayraktar model SİHA’yı, dünürünün şirketine (damadı Selçuk Bayraktar’ın babası Özdemir Bayraktar’ın Baykar adlı şirketi) yaptırıyor. Yani bu durum Erdoğan’ın şirketin teknik müdürlüğünü yapan damadının ve sahibi dünürünün üretimi olan SİHA’ları sahiplenmesinin belki de “duygusal” tarafı.
Erdoğan, SİHA’larla birlikte, aile ilişkileri sebebiyle ekonomik meseleleri, yarattığı/yaratmak istediği “güçlüyüz ve mücadele ediyoruz” imajıyla da politik hamleleri kontrol altında tutmak istediği için SİHA’sının eleştirilmesine izin vermiyor. Bu sebeplerle kurduğu bu “Yeni Türkiye”de işte böylesi “başarı”/katliam hikayelerinin Erdoğan’lar, Bayraktar’lar ve Albayraklar’dan çıkması muhtemel.
The post Akrabalar Arası Yeni Ortaklık: SİHA – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” İhbar Et, Para Kazan ‘Muhbir Vatandaş’ ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devlet terörünün had safhaya ulaştığı günlerden geçerken, 31 ağustos 2015 tarihli resmi gazetede yayınlanan yönetmelik ile yürürlüğe yeni bir uygulama girdi. Kısaca “ihbar et, para kazan” olarak özetleyebileceğimiz “Muhbir Vatandaş” uygulaması, devlet iktidarlarının özellikle baskısını arttırdığı dönemlerde başvurduğu bir yöntem olarak karşımıza çıkar.
ABD Tipi Terörle Mücadele
Western filmleri denilen kovboy filmlerini düşündüğümüzde, gözümüzün önüne sallanan bar kapısı, çift tabancalı atlı kovboylardan sonra, üzerinde “Wanted”(Aranıyor) yazan ve kellesine ödül konulmuş haydut fotoğrafları gelir. Kasaba halkından biri bu hayduta rastladığında, halkın iyiliği için hemen şerife bildirip ödülü kapmalıdır. Elbette bu uygulama ABD’de, Teksas ve kovboy filmleriyle sınırlı değildir.
Muhbir Vatandaşlık uygulaması, ABD’de 1950’lerde Wisconsin’in sağcı senatörü Joseph McCarthy döneminde yoğunlaşmıştır ve günümüzde de sürmektedir. Şu an uygulamada olan Dışişleri Bakanlığı’nın Diplomatik Güvenlik Bürosu’nun başlattığı “Uluslararası Terörizm ile Savaşma Yasası” kapsamında, muhbirlere 1 ile 25 milyon dolar arasında değişen para ödülleri verilir.
1984 yılından bugüne kadar ABD hükümeti, 60 muhbire toplamda 100 milyon dolar ödül vermiştir.
İstibdat Döneminin “Jurnalci”sinden Darbelerin “Sayın Muhbir Vatandaşlar”ına
Muhbirliğin tarihi, dünyanın dört bir yanında olduğu gibi bu topraklarda da oldukça eskilere dayanır. Resmi tarih yazıcılarının kaynaklarına göre, yasaklarıyla ünlü IV. Murat, muhbir kullanan ilk padişahtır. Ancak II. Abdülhamit’in 1877-1908 yılları arasında I. Meşruiyet’e son vererek uyguladığı baskıcı dönem denilen İstibdat döneminde, Balkanlar’da bulunan ittihatçiler başta olmak üzere tüm muhalif kesimlerin gammazlanmasıyla dilimizde ve aklımızda yer etmiştir jurnalcilik (muhbirlik).
TC’de ise özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 dönemlerinde başvurulan bir yöntem olmuştur. Bu dönemlerde sıkıyönetim komutanları halkı, postayla gönderdikleri “Sayın Muhbir Vatandaşlar” diye başlayan bildirilerle muhbirliğe teşvik etmiştir.
Erdoğan’ın Muhbirlik Çağrıları
Erdoğan’ın, 2013 Temmuzu’nda Taksim Direnişi ve sonrasında gerçekleştirilen tencere tava çalma eylemlerini işaret ederek komşuyu rahatsız etmenin suç olduğunu söylediğini hepimiz hatırlarız. Tencere tava çalanın, esasında kendisine biat etmeyenlerin, dava edilmesi gerektiğini halka salık vermişti Erdoğan.
2013’ün Kasım ayında ise, yine devlet iktidarının başlattığı “kızlı-erkekli ev” tartışmaları doruk noktasına ulaşmış; duyarlı insanların kızlı-erkekli kalan komşularını polise ihbar etmesi gerektiği konuşulmuştu. Polis de bu gençlerin ailelerine haber verecekti.
Aradan bir yıl geçip 2014 Kasımı’na gelindiğinde “Esnaf gerektiğinde askerdir, alperendir, kahramandır, polistir, hakimdir” sözleriyle esnaflara yaptığı çağrının ardından, 2015 Ağustosu’nda yaptığı Muhtarlar Toplantısı’nda Erdoğan, muhtarlara bu süreçte çok iş(!) düştüğünü söylemişti. “Benim muhtarım, hangi evde kim var? Gelecek, gayet uygun ve sakin bir şekilde kaymakamına, emniyet müdürüne bildirecek” demişti.
Devlet İktidarının Yeni Nesil Muhbirleri
Son olarak yürürlüğe giren bir uygulamayla, önceki açıklamaların kapsamı genişletilmiş ve detaylandırılmıştır denilebilir. Öncelikle ödüllendirilecek muhbirin sivil olması ve “teröristler” hakkında verdikleri bilgiyi istihbarattan, emniyetten, ordudan almamış olması gerekiyor. Ve herhangi bir şekilde, söz konusu suça katılmamış olması. Ödül miktarını, ihbar edilen bilginin niteliğine göre “Ödül Komisyonu” belirleyecek ve üst limit 200.000 tl olarak belirlenmiş durumda. Ancak “terör” örgütlerinin üst düzey yöneticileri yakalatıldığında bu ödül içişleri bakanının da onayıyla 20 kata kadar arttırılıp 4 milyon tl’yi bulabilir. Birden fazla kişiyi yakalatan, her biri için ayrı ödül alabilir.
Herkesin birbirine yöneltebileceği “terörist” suçlamasının önünü açan bu yönetmelik, devletin, toplumu genleriyle oynamaya yönelik bir politikasıdır. Devletin bu uygulamasıyla, baskısını arttırıp iktidarını güçlendirmeye çalışırken kendisine sorun yaratan -toplumda var olan- dayanışma genini değiştirerek paranoya ve düşmanlığa dönüştürmeye çalıştığını söyleyebiliriz.
Mercan Doğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” İhbar Et, Para Kazan ‘Muhbir Vatandaş’ ” – Mercan Doğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Çekirdek Koalisyonun Komplo Teorisi IŞİD” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>ABD’nin Suriye politikasında değişiklik olacağını, Ağustos’un başında IŞİD’e yönelik bombalamadan anlamıştık. Sürecin başından bu yana, savaştan imtina eden ABD, Ağustos aynın başından bu yana özellikle Batılı müttefikleriyle yan yana gelmiş ve onlardan “IŞİD terörü”nü bitirmek için destek almıştı.
YEŞİL KUŞAK DOKTRİNİ NEDİR?
1945 Sonrası ABD ile SSCB arasında başlayan ve 1980’lerin sonlarına SSCB’nin ortadan kalkışına dek süren “Soğuk Savaş Dönemi”nde ABD’nin komünizm tehdidine karşı “panzehir tedbiri” olarak bölgesel taktik anlamında İslami akımları ve hareketleri desteklemesidir.
1977’de dönemin ABD başkanı Jimmy Cater’in ulusal güvenlik danışmanı Zbigniev Brzezinski tarafından geliştirilen projeye göre, SSCB’nin Basra Körfezi petrollerine ulaşmasını engellemek için Körfez ülkelerindeki İslami rejimler desteklenirken, aynı yıllarda gerçekleşen SSCB’nin Afganistan işgali karşısında, İslamcı mücahit güçler CİA denetimde, Pakistan topraklarında eğitildi. Diğer taraftan Afganistan’da ekilen haşhaşın, eroin olarak dünya piyasasına sürülmesine göz yumuldu ve elde edilen gelirle mücahit gruplara yoğun silah satışı yapıldı.
SSCB’nin güneyinden Afganistan, Pakistan, Şah döneminde İran, Irak ve hatta Türkiye’yi içine alan bölgede SSCB karşıtı yönetimler desteklendi. Başarısız olmuş bir proje olarak değerlendirilen “Yeşil Kuşak Doktrini”nin fiilen sona erdiği tarihin, eski bir Afganistan mücahidi Usame bin Ladin’in lideri olduğu El-Kaide tarafından ikiz kulelere intihar saldırılarının yapıldığı 11 Eylül 2001 olduğunu söyleyebiliriz.
11 Eylül saldırılarının yıldönümünde Suudi Arabistan’ın Cidde şehrindeki toplantı bu açıdan önemliydi. “Terörle mücadele” başlıklı toplantıya, Mısır, ABD, Irak, Ürdün, Lübnan, Katar, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Türkiye, Suudi Arabistan dışişleri bakanları katıldı. Toplantının hedefi, IŞİD’e yönelik hava saldırılarını yoğunlaştırması noktasında bu devletlerin desteği, muhalifleri eğitmek ve silahlandırmaktı. Davutoğlu hükümetinin yeni Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “çekirdek koalisyon”a imza atmaması üzerine ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Ankara’ya ziyarette bulundu.
ABD’nin stratejisine ilişkin bu mesafeli yaklaşımın arkasında Musul’da rehin alınan diplomatlar olduğu söylense de, temel mesele TC’nin bölge üzerindeki hesaplarıyla uyuşmama sorunu gibi görünüyordu. TC gibi toplantıya mesafeli yaklaşan bir başka devlet de İran’dı. İran genelkurmay başkan yardımcısının açıklamaları İran’ın net tavrını gözler önüne serdi; “İran ve ABD’nin IŞİD konusunda işbirliği yapması asla mümkün olamaz. Çünkü IŞİD’i kuran ABD’dir.”
İşlerin Karıştığı Yer
İranlı genelkurmayın sözleri işleri biraz karıştırmıştı. Öncelikle söz konusu devletlerarası ilişki ise, net tavır diye bir şey yoktur. Bunun en belirgin örneğini kendi devlet başkanları Ruhani’nin ılımlı politikalarında görmek mümkün.
Öte yandan, mevzu bahis coğrafya Ortadoğu’ysa, komplo teorisi ve gerçeklik arasındaki çizgi gittikçe incelir. Yani IŞİD’in ABD eliyle kurulması…
IŞİD ve ABD arasında ne olup bittiğini anlamak için, ABD’nin, kendisine bölgesel ya da küresel çapta oluşabilecek bir tehdit karşısında İslami unsurlara oynadığı yakın ve uzak tarihten örneklere bakmak yeterli olacaktır. 1979’da, SSCB’nin Afganistan’ı işgali sonrası ABD’nin, döneminin komünizm tehdidine karşı “Yeşil Kuşak Doktrini” uyarınca, Sovyet destekli hükümete karşı Afgan mücahitlere desteği biliniyordu. Şimdilerde konuşulmaya başlanan ve oluşturduğu tehditle Batı’yı oldukça tedirgin eden “Küresel Cihatçı” akımın varoluşsal çıkış noktasının Sovyet işgaline karşı savaşan Afgan mücahit hareketi olduğunu söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz günlerde Edward Snowden’in ABD, İngiltere ve İsrail istihbaratları hakkındaki açıklamaları, eski senatör John Mccain’in IŞİD lideri Ebubekir El-Bağdadi ile aynı karedeki fotoğrafları, ABD eski başkan yardımcılarından Dick Cheney’in açıklamalarına komplo teorisi demezsek, ABD’nin (ya da sadece ABD’nin değil aynı zamanda küresel iktidarların) IŞİD’le nasıl bir gönül bağı olduğunu anlamak için adım atmış olabiliriz!
IŞİD Şeytanı
Batılı gazetecilerin kafasını kesip Batı’ya meydan okuyan IŞİD’in mesajı, küresel kamuoyunda oldukça yer etti. Bunun arkasından gelen ABD hamlesi çok şaşırtıcı değil. Hatta bu hamlenin 11 Eylül’ün yıldönümünde gerçekleşiyor olması, komplo teorisyenleri için oldukça verimli bir mecra gibi gözüküyor.
Batılı müttefikler, IŞİD’e ilişkin hava saldırısı ve yerel güçlerin desteklenmesi kararını her ne kadar yakın bir zamanda almış olsalar da, Batı’nın algısal saldırısı bundan çok önce başladı. IŞİD’in şeytan olarak ilan edilmesinin ardından, şeytanı yok edecek özne ihtiyacını karşılamak üzere yola çıktı küresel iktidarlar.
Uluslararası Kamuoyu IŞİD’i Sonunda Keşfetti(!)
Almanya Başbakanı Angela Merkel, Alman parlamentosunda yapılan ve bölgeye silah yardımının oylandığı oturumdaki konuşmasında IŞİD’in bölgedeki varlığının ve ilerlemesinin Almanya ve Avrupa için bir güvenlik tehdidi oluşturduğunu söyledi. Bu çerçevede Irak ve Güney Kürdistan bölgesel yönetimlerine askeri destekte bulunulacağını belirtti.
Fransa Cumhurbaşkanı Françoise Hollande ise yakın dönemde bölgeye yaptığı ziyarette, Fransa hava kuvvetlerinin askeri operasyonlarda aktif biçimde yer alacağını açıkladı. Bu durum ise, Libya’da 2011 yılında yapılan NATO saldırısında, Fransa’nın oynadığı rolü akıllara getiriyor.
Diğer Avrupa Birliği ülkelerindeki genel eğilim ise, IŞİD’e karşı savaşmak üzere gönderilecek silahların bölgedeki başka güçlerin eline geçme ihtimalinin yarattığı kaygı nedeniyle, bölgeye NATO kapsamında bir müdahale gerçekleştirilmesi noktasında. Eylül ayı başında Galler’de gerçekleştirilen NATO zirvesinde bu seçenek masaya yatırıldı.
Uluslararası siyasette komplo teorisi ile tarif edilene itibar her ne kadar düşük olsa da, komplo kelimesi bu alanda sık kullanılan kavramlardan biri. Komplo, bir kimseye ya da bir kuruluşa karşı alınmış gizli karar, gizli düzen, gizli plan ve tuzak anlamına geliyor. Aslında küresel iktidarlar arsındaki ilişkilerin dengesi bu gizli anlaşmalara, planlara dayanıyor. Küresel siyaset arenasında de facto olarak işleyen durum bu.
IŞİD’in “kötü”yle ilişkilendirilmesi, kafa kesen “şeytan” imajıyla yaratılan durumda saldırı, IŞİD’e olmaktan çok, sonrasında IŞİD adı altında Ortadoğu’ya yapılacak müdahaleyi meşru kılmak adına bize yapılıyor. Küresel iktidarların algısal saldırısının hedefinde, Ortadoğu’ya yapılacak saldırının karşısında duracaklar yer alıyor.
Yaratılan “şeytan”ın yaptıkları “kötü”nün de ötesinde olması, bu “şeytan”ı ortadan kaldırmak için girişilecek her saldırıyı, bu saldırıların hazırlandığı gizli planları meşru kılmaz.
Ortadoğu’da yerel siyasi ve ekonomik iktidarlar aracılığıyla da onaylanan bir müdahale, bu algısal saldırıyla meşru kılınmaya çalışılırken, şeytanı yok etmeye gelecek, melek rolüne soyunanların kim olduğunu iyi görmek gerekiyor.
Hele hele ABD ve IŞİD arasındaki ilişkinin ne olduğuna ilişkin konuşulanlar bu kadar güncelken, küresel iktidarların “melek” olmadıklarını söylemek komplo teorisi olmasa gerek…
Süren ABD Operasyonları, NATO’nun Çekirdek Koalisyonu ve TC’nin “İsteksizliği”
Irak’ta IŞİD’e karşı kaybedilen, stratejik öneme sahip bölgelerin geri alınması için Temmuz ayı başlarından itibaren ABD tarafından 200’e yakın hava saldırısı gerçekleştirildi. ABD’nin “şer ekseni” olarak ilan ettiği ülkelerden biri olan Suriye’den, IŞİD’in bu ülkedeki varlığına yönelik olarak da benzer askeri operasyonlar olduğu beklentisi dillendirildi. Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, ülkelerindeki IŞİD varlığına karşı “uluslararası toplum”un desteğine ve işbirliğine açık olduklarını belirtirken, ABD ise, Suriye’de “kendilerine karşı bir tehdit oluşturduğu noktada” IŞİD’e karşı bir operasyon olabileceği mesajı verdi. Nitekim bir süre sonra ABD özel kuvvetleri, örgütün elindeki ABD’li rehineleri kurtarmak amacıyla başarısız bir operasyon gerçekleştirdi.
ABD’nin operasyonları “şimdilik” Irak ile sınırlı olarak sürerken, NATO zirvesinden çıkan karara göre oluşturulması planlanan çekirdek koalisyonun ayrıntıları da ortaya çıkmaya başladı. ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Avustralya, İtalya, Danimarka, Kanada ve Polonya’dan oluşan 9 ülkeye, artı bir olarak özellikle ABD’nin “ısrarlı çağrıları” sonucu Türkiye’nin de eklenmesi gündeme geldi. “Çekirdek Koalisyon”daki ülke sayısının 9 mu 10 mu olduğu tartışmaları sürerken TC tarafından apar topar toplanan güvenlik zirvesi ve Kerry’nin sürpriz Türkiye ziyareti sonrası, koalisyonda aktif olarak yer alınmayacağı, ”insani yardım” ve istihbarat paylaşımı yapılacağı açıklandı.
Kerry, Türkiye ziyareti sonrası yaptığı açıklamada, “Çekirdek Koalisyon”un IŞİD’e karşı müdahale planını da ayrıntılandırdı. Buna göre NATO güçleri IŞİD’e kara operasyonu yapmayacak, hava operasyonları ağırlıklı bir politika izleyecek. Koalisyonun izleyeceği bir diğer yol ise bölgede IŞİD’e karşı mücadele eden Irak ordusu, Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi peşmergeleri ve diğer silahlı unsurlara askeri destek sağlanması.
Bazıları Selefi-Vahhabi İslam düşüncesine sahip Müslüman ülkeleri, IŞİD’e karşı harekete geçiren ABD, bir diğer taraftan, Obama’nın da vurguladığı, “gerçek İslam”ı temsil etmeyen IŞİD’in Somali’deki versiyonu denebilecek, El-Kaide bağlantılı Eş-Şebab örgütüne gerçekleştirdiği saldırıda örgüt lideri Ahmed Gudani’yi öldürerek, bu noktadaki kararlılığının, IŞİD’in var olduğu Ortadoğu coğrafyasıyla sınırlı olmadığını da ortaya koyuyordu.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Çekirdek Koalisyonun Komplo Teorisi IŞİD” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Yalınayak: Yeniden Yargılama appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>20 yıl önce, Aydın Emniyet Müdürlüğü’nde ağır işkence sonucu imzalatılan düzmece tutanaklar sayesinde tutuklanıp, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde sadece iki duruşmasına katıldığım göstermelik yargılamam yapıldı. Polisin hazırladığı düzmece tutanaklar dışında, arkadaşımın evinden alınan 20 adet Özgür Gündem gazetesi ve yedi Kürtçe teyp kasedi dışında tek bir delil ve tanık olmadan 17 faili meçhul olayın-ki birçoğu aslında hiç yaşanmamış, silah dahi kullanılmamış, kimsenin ölüp yaralanmadığı adli olaylardı- faili gösterilerek, anarşizan aktivist olmama rağmen örgüt üyesi olarak idamla yargılanıp, müebbet hapis cezasına çarptırıldım.
Bize işkence yapıp tutanakları hazırlayan terörle mücadele polis çetesi, bizden bir yıl önce gözaltına alınarak işkenceyle katlettikleri Baki Erdoğan adındaki devrimci nedeniyle 2002 yılında mahkum olup beşer yıllık ceza alarak, meslekten atıldılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu davada T.C Devleti’ni 100 bin Euro ceza ödemeye mahkum etti ve bu dava hükümetin “işkenceye sıfır tolerans” demagojisine vesile oldu. İşte bu profesyonel işkenceciler, haklarında dava açılmadan on gün önce mahkememizde ifade vererek, hazırladıkları tutanakların “samimi ifadelerimiz olduğunu ve işkence yapmadıklarını” söylemişlerdi. Bunun üzerine hem tescilli işkencecilerin mahkumiyet kararı, hem belgelerin sahteliği ve suç uydurma gerekçeleriyle, bugün gündeme getirilen CMK 311. Madde gereğince zaman içinde iki kere yargılama için başvurmuş, ancak gerekçe bile gösterilmeden reddedilmişti.
AİHM’de 1999’da avukatımızın yaptığı başvuru neticesinde DGM’nin “bağımsız ve tarafsız olmadığı, bu nedenle adil yargılama yapamayacağından” hareketle T.C Devleti’ni mahkum edip, 2003 yılında “yargılanmanın yenilenmesi” kararını verdi. Devlet bu kapsamda AİHM tarafından karara bağlanan 221 dosyayı 10 yıl boyunca kendi hukukuna ve “evrensel normlara” aykırı biçimde yeniden yargılamayı kabul etmedi. Bunun nedeni, 221 dosyadan birinin Abdullah Öcalan’a ait olmasıydı. “Kişiye göre hukuk olmaz” diyen devlet bunu engellemek için özel yasa çıkardı. Son birkaç yıldır AİHM’yle iktidarın görüşme trafiğiyle bu yükten kurtulmak için müzakereler yapılmış ve sadece Abdullah Öcalan dosyası dışarıda bırakılarak 4. Yargı Paketi’nde 220 dosya için yeniden yargılanma önündeki kısıtlayıcı engeller kaldırıldı. Bu hukuksuzluğa itiraz eden tek bir ses duymadık. Yasa 11.04.2013’te çıkmasına karşın 10 aydır TMK’dan sorumlu mahkemeler tarafından başvurular ısrarla reddedilip, hakkın kullanılmaması için somut “adil yargılama yapılmamıştır” kararına rağmen dosyayı esastan değil usulen, dosya üzerinden ele alıp, duruşma açmadan kapatmak istenmektedir. Zaten iktidarın da kısıtlayıcı engeli kaldırmadaki gayesi, adil yargılanmanın sağlanması değil, her fırsatta Avrupa Bakanlar Komitesi’nin kendisine bu dosyaları hatırlatmasından kurtulmaktı.
Bizler DGM’nde yargılandık ve bu mahkemeler AİHM kararları ve nihayetinde göstermelik biçimde de olsa, iktidarca da “adil ve tarafsız olmadığı” kabul edilerek kapatıldı. Ancak on binlerce insan bu mahkemelerin “düşman hukuku” esaslarına göre verdiği kararlarla yıllardır hapishanelerde tutulmaya devam ediliyorlar. Aynı şekilde heyetler ve yargılama usulleri korunarak -ki değişseler de bir şey fark etmeyecekti- önce “Özel Yetkili Mahkeme” tabelaları sonra da “CMK 250 Mad. İle Yetkili” yani “terör” mahkemeleri tabelaları asıldı. Ama bizim dava örneğimizde olduğu gibi, bu son mahkemelerin ÖYM’lerden, DGM’lerden ve hatta ünlü İstiklal Mahkemeleri’nden hiçbir farkı yok. Öyle ki, CMK 250. Madde ile yetkili İzmir 8. Ve 10. Ağır Ceza Mahkemeleri yeniden yargılama konusunda, CMK 312. Maddesinin tutuklu veya tutuksuz olarak yargılamanın yapılması hususunda inisiyatifi mahkeme heyetine bıraktığı için, kendi keyfine göre, tutuklu yargılanma süresi 10 yıldan 5 yıla düşürülmesine rağmen yargılamanın tutuklu yapılması gerekçesine “infazın durdurulmasını veya erteleme gerektirir herhangi bir nedenin bulunmadığı, ileride telafisi imkansız zarara sebebiyet verecek bir durum olmadığından” yazabilmektedir. Adil yargılanmadığımız kararına rağmen ve dava henüz başlamamışken mahkeme bu gerekçesiyle, “yeniden yargılama yapsak bile, ben yine aynı kararı vereceğim, onun için tutuksuz yargılamam” demektedir. Bu gerekçeyi beş yıldır içeride olan Ergenekon ve Balyoz sanıkları için değil, 20 yıldır hapiste, hakkında yeniden yargılanma kararı verilmiş, 220 dosya hakkında özel yasa çıkarılmış insanlar için bu değerlendirmeyi yapıyor. Bu karardan, iktidarın da muhalefetin de haberi var. Neden iktidar 17 Aralık Operasyonu’nu yapan yargıçları görevden aldığı gibi bu yargıçları da görevden almıyor? Neden ana muhalefet Ergenekon ve Balyoz sanıklarını yeniden yargılatmak için çırpındığı, avukatlığını yaptığı gibi bu hali hazırda yeniden yargılanma kararları olduğu halde, tutuklu yargılanma kararı verilen 20 yılı aşkındır hapiste olan devrimciler için sesini çıkarmıyor? Bu gerekçeyi bize üç hakim yazmadı. İktidarıyla, muhalefetiyle, bu sistemi böyle kuran zihniyet eskisiyle, yenisiyle, paraleliyle, yamuğuyla bir bütün olarak devlet yazdı.
Şimdi yine göstermelik olarak daha önce yaptığı gibi ÖYM’leri de, TMK 250. Mad. İle yetkili “terör” mahkemelerini de kaldırıyorum diyor iktidar. İnanalım mı? Tabi ki hayır! TMK kapı gibi yerli yerinde duruyor ve yarım ağızla bunu da seçimden sonra kaldıracağım diyor. TMK var oldukça –ki hiçbir iktidar böyle özel yetkili kanun ve mahkemelerden asla vazgeçmez- kendi “paralel devleti”nde, diğer tüm muhalif devrimci kesimleri de bu yolla tasfiye edip, mutlak iktidarını derinleştireceğini düşünüyor. Tarih, iktidar zehrini böyle kana kana içenlerin mezar taşlarıyla doludur. Kulağımda Danton’un sesi çınlıyor: “Devrim Mahkemesini geçen yıl bu zamanlar ben kurmuştum, bundan ötürü Tanrı’dan ve herkesten af diliyorum.” Danton giyotine giderken geç de olsa özür dileme “erdem”ini göstermiş, Robespierre’nin kaldığı evin önünden geçerken “Robespierre, arkamızdan geleceksin” diye bağırmıştı. Bu öngörüsü üç ay sonra gerçekleşmişti.
Bir önceki iktidar odaklarından, bu mahkemeleri kuran ve en acımasız şekilde devrimcilerin, Kürtlerin ve diğer tüm muhaliflerin üzerinde kullanan aynı geleneğin temsilcileri Ergenekon ve Balyoz sanıklarından Danton gibi bir pişmanlık, özür duymadık. Aksine, “Terörden yargılananlarla(devrimciler ve Kürtler kastedilerek) bizi nasıl bir tutarsınız, şu-bu yapılacaksa biz istemeyiz vb.” sözlerini, nerede hata yaptık diyerek hayıflandıklarını, rövanş alma gayesiyle şu anki iktidara “sen de aynı akıbeti yaşayacaksın” tehditlerini çokça duyduk, duyuyoruz. Zira iktidarın zihniyeti farklı olmadığından, bunların düştüğü hataya düşmemek için, halen kendi iktidarını tahkim etmekle uğraşıyor.
Bu nedenle, yeniden yargılanma tartışmasının kendisi demagojiden başka bir şey değildir. Sadece hakimlerden değil, iktidardan da tükürdüğünü yalamasını beklemek ham hayaldir. Sözde hukuk devleti olmanın işareti olarak CMK’da yer alan bu madde, istisnai bile değil, son derece göstermeliktir. Belki 90 yıllık ülke tarihinde bir elin parmakları kadar bile böylesi bir yola başvurulmamıştır. Bireyi teferruat olarak gören iktidarların zihniyetinden doğal olarak, böylesi bir hassasiyet beklenemez. İktidarlar için bir gün bu yola başvurmak ihtiyacı doğarsa, bu da ancak yandaşlarını kurtarmak ve aklamak için olacaktır. Buna karşın, devrimci muhalefetin sistemin çelişkilerini değerlendirmemesi, göz ardı etmesi düşünülemez. Bu anlamda iktidarın hiçbir meşruiyeti olmayan kurumlarının deşifre edilmesi için fırsat doğduğunda mahkeme kürsülerini direncin ve isyanın sözleriyle araçsallaştırmaktan kaçınmayacağımız da kesindir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post Yalınayak: Yeniden Yargılama appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>