The post 1 Kadın, 40 Erkek: “Kadınların #Yanındayız” – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Bir örgüte üye yazıldım, hatta kurucusuyum; yardım ve yataklık da edeceğim. Bu örgüt, 40 erkek ve 1 ‘elebaşı’ kadından oluşuyor. Bu 40 erkek, 1 kadının arkasına saklanmış da değil. Yanındalar. 40 erkeğin derdi şu: Türkiye’deki cinsiyet eşitsizliğini azaltmak. Örgüt: YANINDAYIZ Derneği”
Kurucu üyelerinden gazeteci Uğur Gürses bu sözlerle anlatıyor Yanındayız Derneği’ni; “toplumsal cinsiyet eşitliği” savunusu yapmak üzere yola çıkan ve neredeyse sadece erkeklerden oluşan ilk STK’yı. Kurucu başkanı kadın, kurucu üyelerinin tamamı erkek olan dernek, Türkiye’de “tam eşitlik” sağlanması için erkekleri hedef alan çalışmalar yaparak toplumsal cinsiyet eşitliğindeki dönüşümü hızlandırmayı amaçlıyormuş.
Kim O Kadın?
Gazetemizin 6. sayısında “21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri” bölümünde deşifre ettiğimiz TESEV’in (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), girişimcilik yoluyla kadının iktidara ortak olmasını hedefleyen KAGİDER’in (Kadın Girişimcileri Derneği), seçimle ve atamayla belirlenen tüm karar organlarındaki kadın temsil oranlarını yükselterek kadınların özgürleşebileceğini sanan KADER’in (Kadın Adayları Destekleme Derneği) kurucu üyesi olan Nur Ger, Yanındayız Derneği’nin de kurucu başkanı. Nur Ger, aynı zamanda TÜSİAD’da Kadın-Erkek Eşitliği Çalışma Grubu’na da başkanlık ediyor. TÜSİAD’ın açılımı “Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği” iken Ocak 2018’de “Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği” olarak değiştirilmişti; bu kararda Nur Ger’in ve çalışma grubunun büyük etkisi vardı. Ancak şunu da hatırlatalım; marka değerini korumak için TÜSİAD kısaltması değiştirilmedi. Adamın A’sı, TÜSİAD’ın adam egemen yapısı gibi, aynı kalmıştı. Liberalizmin ekonomik serbestliği özgürlüğün yerini tutar mı, erkek dünyasına kadın eli değdirmek ne kadar özgürleştirir kadınları? Asıl sorular bunlar.
O Erkekler Kimler?
Hepsi alanının ünlü ve önemli isimlerinden oluşan kurucu üyeler, yönetim kurulu, tanıdık isimler ve onlar, erkekler: Agah Uğur, Ahmet Dördüncü, Ahmet Ümit, Arda Batu, Ata Selçuk, Bekir Ağırdır, Bernard Arkas, Burhan Karaçam, Bülent Gürcan, Cevdet Mercan, Cüneyt Yavuz, Can Ger, Alper Hasanoğlu, Bahadır Kaleağası, Bülent Atuk, Erkan Tozluyurt, Güven Sak, Ferhat Boratav, Gökhan Öğüt, Gönenç Gürkaynak, Görgün Taner, Hakan Güldağ, Laki Vingas, Mehmet Nane, Mert Fırat, Murat Yeşildere, Murat Yetkin, Necati Özkan, Okan Yılmazer, Bülent Bayraktar, Sami Kariyo, Selçuk Pehlivanoğlu, Sinan Altun, Soli Özel, Şükrü Ünlütürk, Tamer Saka, Tolga Egemen, Uğur Gürses, Yekta Kopan, Yetik Kadri Mert.
Bu isimlerden Agah Uğur, Borusan Holding İcra Kurulu Başkanı mesela. “İş Yaşamında Ayrımcılık İçeren Söz ve Davranışlardan Kaçınma Rehberi” hazırlayan, kadın-erkek eşitliği için yaptığı projeleri her yıl sonu faaliyet raporuna ekleyerek sosyal sorumluluklu kapitalist karnesine “yıldızlı pekiyi” ekleyen Borusan Holding. Doğanın ve yaşamın talanı konusunda aldığı “yıldızlı pekiyi”yi anlamak için 7 RES, 1 GES projesinde imzası olduğunu da unutmamak gerek. Bir yandan da Erzurum’un İspir ilçesi Aksu Vadisi’ne HES yapmaya çalıştığı için kapısında eylem yaptığımız holding.
Bir diğeri eski CNN TÜRK Haber Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Boratav. CNN Türk’te diğer medya kuruluşlarına göre daha fazla sayıda kadının üst düzey yönetici olduğunu söyleyerek avutuyordu panellerde kimi “kadınlara eşitlik” savunucularını.
Amacımız bu isimleri teker teker anlatmak değil, o kadar yerimiz de yok ama söyleyebileceğimiz bir kaç şey var. Çoğu “patron” bu erkeklerin. İstisnasız hepsi zengin, hepsi ünlü, hepsinin tuzu kuru…
Yine de hepsini bir tutamayız, yıl sonu faaliyet raporunu “sorumluluklu” projelerle doldurmaya çalışan kapitalistlerin yanında, meseleye samimiyetle yaklaştığını düşündüğümüz bir kaç isim de var aralarında. Ama kurunun yanında yaş da yanmaz mı? Yanar. İnsanları evsiz – hayvanları insiz bırakan, işçileri karın tokluğuna kölece koşullarda çalıştıran, derelerimizi kurutup can suyumuzu kesenler de var. Bugün bu erkeklerin hepsi, kadınların yanında olduklarını söylüyor. Yaşamın birçok alanında adaletsizliklerin bizzat faili olan bu isimlerin, kadınların özgürleşmesinde nasıl bir payının olacağına bizim aklımız ermedi pek. Ama asıl soruya dönelim.
Sorunumuz Eşitsizlik mi?
Biz kadınların sorunu, erkeklerle eşit olamamak değildir. Yaşamın her alanında saldırısına maruz kaldığımız, nefesimizi kesen iktidarın kendisidir sorun. Biz kadınların mücadelesini verdiğiyse eşitlik değil özgürlüktür. Kadının özgürlüğünün sadece eşitlikten geçtiğini iddia edenler, özgürlükten korkan kapitalistler ve liberaller ya da onlara kananlardır.
19. yy.’daki oy hakkı tartışmalarından bu yana seçme ve seçilme, temsiliyet gibi alanlarda sağlanacak eşitliğin, kadınları kendi kararlarını alan siyasi özneler haline getireceği iddia edilmiştir. Peki oy hakkı kazanıldı da ne oldu? Kadınlar özgürleşti mi bir anda? Hayır. Kadın için siyasi bir özne olabilmek seçim sandıklarına indirgendi; halbuki siyasi bir özne olabilmek erkeklerden ve erkek egemen kurumlardan siyasi, ekonomik, psikolojik ve cinsel açıdan bağımsız olmakla mümkündür. Kadının özgürlüğü, devletli politikaya dâhil olunup alınacak geçici reformlarla gerçekleşemez.
Peki ya ekonomik özgürlük dedikleri “serbestliği” elde ettik de ne oldu? Eşit işe eşit ücret verdiler de ne oldu? İşine gidip para kazanmak için çalışan, eve dönüp evin işleyişi için çalışan; yani iki kere çalışanlar olmadık mı? Kadının özgürlüğü, liberalizmin serbestlik anlayışıyla ve erkeğin bulunduğu statüye erişerek gerçekleşemez.
Ve kadınların özgürlüğü, erkeklerin onlara “yanındayız” diyerek eşitleşmeyi savunduğu kampanyalarla da değil; ancak kadınların el ele verip özgürlük için beraberce yürümesiyle gerçekleşebilir.
Erkekler Toplumsal Cinsiyet Meselesine Karışmasın mı?
Erkeklerin toplumsal cinsiyet meselesine dair söz söylemesi, bir şeyler yapmaya çalışması elbette olumludur. Ancak belirleyici olan sözün ya da eylemin var olması kadar içeriğidir de. Eleştirimiz içerikteki sıkıntılara dair, anlatalım biraz.
Bir iktidar formu olan ataerki tarafından kurgulanan erkeği tek başına suçlamak, elbette iktidarın yarattığı adaletsizliklerin çözümü olamazdı. Kadın mücadelesi, ataerkinin kadın/ezilen ve erkek/ezen diye iki cinsiyeti sürekli kurduğunu gözler önüne serdi; diğer cinsel yönelimler ise zaten yoktu iktidarın kurguladığı toplumsal cinsiyet rollerinde. “İktidarın vücut bulmuş hali sensin, sen iktidarsın.” denilen erkeğe “Erkek olmanın hakkını ver.” baskısı ve her an sistemin dışına atma tehdidi ile sürekli bir gözdağı verildi. Erkeğe, onun da sistemin mağduru olduğunu söyleyense -duyduğu bütün öfkeye rağmen- kadındı, kadın mücadelesiydi.
Hal böyleyken bir grup erkek bu rolleri yıkmak için yola çıksa anlarız. Bu rollerin yaşamlarında sebep olduğu adaletsizliklere çözüm arasa anlarız. Doğduklarında onlara verilen mavi kimlikle belirlenen karakterlerine ve kurdukları ilişki biçimlerine yoğunlaşsalar anlarız. Mesela sünnet meselesi. Bir araya gelerek sünnetin onlarda ve onların çocukluklarında nasıl bir travma yarattığını konuşabilseler, sünnetin gerekli olup olmadığını tartışsalar anlarız. Bıyıkları sakalları çıkmadı diye nasıl bunalıma girdiklerini, küpe taktıkları için nasıl aşağılandıklarını hatta mahalle baskısı yüzünden 60 yaşına kadar saçlarını uzatmak isteseler de uzatamama hallerini konuşsalar… Mesela asker olmanın erkek olmak sayıldığı, vatanın namusunun da koruyucusu olmanın ağırlığını, bu ağırlığı taşıyamayıp anti-sosyal kişilik saptamasıyla dışlanmayı tartışsalar çok ama çok güzel olurdu. Tüm bu yazdıklarımızın sebep ve sonuçlarına, en önemlisi de bu durumları ortadan kaldırma yöntemlerine yoğunlaşsalar anlarız. Baba-abi-eş rollerinden kurtulmaya kafa yorsalar; gündelik yaşamın işleyişini etraflarındaki kadınların omuzlarına bırakmak yerine birlikte yapmayı öğrenseler… Yemek yapmayı yada bebek bezi değiştirmeyi, vb. öğrenmeye niyetlenseler mesela, anlarız. Anlamakla kalmaz, her türlü dayanışmayı da gösteririz. Bunları yaparken erkekliği reddeden erkeklerin de yani eşcinsellerin de yanında olacaklarını, bu özgürlük mücadelesinde dayanışma ilişkileri kuracaklarını vaat etseler, daha da saygı duyarız.
Ama bu 40 erkek kalkmış diyor ki: Kadınların yanındayız! Olmayın. Bir fark edin önce, yürürken sizin de şakırdıyor zincirleriniz. Belki bizdeki zincirler kadar ağır değil, bükmüyor belinizi ama hareket kabiliyetinizi etkiliyor. Yani kadınları ekonomik alanda kendinizle eşitleyerek kurtarmak illüzyonu yerine siz de zincirlerinizden kurtulmaya bakın. Yanındayız demeyin, yanımızda olmayın. Bir de iktidarın adaletsizliklerinin sürdürücüsü olup sakın karşımıza çıkmayın; bu gerçekten çok önemli.
Pelin Derici
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post 1 Kadın, 40 Erkek: “Kadınların #Yanındayız” – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: ” Yeni Türkiye’nin TESEV’i : PODEM” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bozulan İttifaklar, Yeni İhtiyaçlar
2011 genel seçimleri sonrası politikalarını sertleştirerek otoriterleştiği söylenen iktidar partisi AKP ile, onunla fiili ittifak halindeki bazı liberal çevreler arasında 2000’li yılların başlarında kurulan ortaklık, 2013 Taksim Gezi Parkı Direnişi ile sarsılmış, aynı yılın sonlarındaki 17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonları sonrası ise artık sonlanmıştı. Hatta bu ayrışmanın ilk sinyalleri daha Gezi Direnişi ve yolsuzluk operasyonları bile gündemde değilken, iktidar cenahınca nisan 2013’te dillendirilmişti. AKP İstanbul il başkanı Aziz Babuşçu, katıldığı bir toplantıda yaptığı konuşmada, “Önümüzdeki 10 yılda, geçmişte şu ya da bu şekilde paydaş olduğumuz, sözgelimi liberallerle paydaş olamayabiliriz. Gelecek onların arzu ettiği gibi olmayacak.” şeklinde konuşmuştu. İktidar sahipleri ile bu kesimler arasında 2011 seçimleri sonrası sıcaklığını yitirmeye başlayan ilişkilerdeki makas, AKP’nin geçtiğimiz ağustos ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında da iyice açılmıştı.
İktidar partisi ile söz konusu bu liberal çevre ve kişiler arasındaki ittifak dönemlerinde birlikte hareket edilen kimi sivil toplum kuruluşları bu “yeni döneme” uygun olarak yeniden ele alınmaya başlandı. Ayrıca iktidara yakın kimi isimlerde var olan bu kuruluşlarla yollarını ayırmaya başladılar. Uzun bir dönem TESEV’in yönetim kurulu başkanlığını yapan, aynı zamanda Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Danışma Kurulu üyeliğinde de bulunan Can Paker’in öncülüğünü yaptığı birkaç isimle birlikte, geçtiğimiz nisan ayında PODEM (Kamusal Politika ve Demokrasi Çalışmaları Merkezi) adında, iktidar politikalarına yakın, söz konusu liberal çevrelere ise mesafeli yeni bir “think-tank”in kurulduğu medyadan duyuruldu.
İktidarın bu yeni dönemde küresel çapta da gerilim yaşadığı “Freedom House” gibi ABD merkezli düşünce kuruluşları, TESEV’in fon kaynaklarından biriydi. Geçtiğimiz yıl mayıs ayında Freedom House’un yayınladığı raporda, TC’yi “gazetecilerin özgür olmadığı” ülkeler klasmanında değerlendirmesi, iktidar ile söz konusu düşünce kuruluşları arasında gerilime neden olmuştu. Özellikle Taksim Gezi Parkı Direnişi sonrası iktidar çevrelerince sürüme sokulan “faiz lobisi” söylemlerinin küresel plandaki muhatapları da TESEV’in yıllardır işbirliği yaptığı Freedom House, European İnstitute gibi, son dönemde TC’nin ilişkilerinin “limonileştiği” ABD-AB merkezli bu kuruluşlardı.
Oluşan bu “yeni konjonktür” ile tüm bu veriler ışığında ortaya atılan PODEM projesine ilişkin Paker, bu yeni oluşumun neden ve hangi ihtiyaç çerçevesinde kurulduğunu açıklarken şöyle diyordu: ”TESEV’de başlayan tartışmalarda bizden iktidara muhalefet yapmamızı istediler. Oysa bizim gibi düşünce kuruluşları muhalefet yapmaz. Biz iktidara kim gelirse gelsin başarılı olması için çabalarız.”
Özellikle 17-25 Aralık sonrası iktidar ile İstanbul merkezli sermayeyi temsil ettiği söylenen patron örgütlenmesi TÜSİAD arasındaki yükselen gerilime de atfen “sivil toplum örgütlerinin iktidarla çatışmaması gerektiğini” belirten Paker, geçtiğimiz ocak ayında 17 yıldır içinde bulunduğu TESEV’den ayrılırken, önümüzdeki dönemde TESEV benzeri bir kuruluş içinde “teklif gelmesi halinde seve seve bulunabileceğini” söylemişti.
Bir düşünce kuruluşu ile içinde bulundurduğu patronlar nedeniyle TÜSİAD benzeri bir patron örgütlenmesinin “melezi” diye de değerlendirilebilecek olan PODEM’in kurucuları ve destekleyicileri arasında Can Paker dışındaki isimler de dikkat çekici. Devlet iktidarı menşeli her projede görmeye alıştığımız bu yüzden de gazetemizin bu bölümüne sıkça “konuk olan” gazeteci Oral Çalışlar, PODEM’in yönetim kurulu üyesi. PODEM’in diğer kurucuları arasında ise Etyen Mahçupyan, Limak Holding patronu Nihat Özdemir’in kızı Ebru Özdemir, iktidar yanlısı Yeni Şafak yazarı Süleyman Seyfi Öğün gibi isimler var.
PODEM’in kurucuları arasında bulunan ve yönetim kurulu üyesi olan isimler arasındaki en dikkat çekeni ise Cüneyd Zapsu. AKP’nin de kurucuları arasında bulunan Zapsu, bir süre partinin de yönetiminde yer aldı. AKP yönetiminde yer aldığı sırada dönemin başbakanı, şimdiki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanlığını yaptı. Cüneyd Zapsu, bu görevi sırasında rüşvet aldığı iddialarıyla karşı karşıya kaldı. Zapsu’nun Fiskobirlik eski başkanı Salih Zengin’den 50 milyon TL kredi karşılığında yüklü bir miktar rüşvet istediği iddiaları uzun süre konuşuldu. Ayrıca 2010 yılında yayınlanan Wikileaks belgelerinde Cüneyd Zapsu’nun adı, Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte TÜPRAŞ’ın daha sonra iptal edilen satışından haksız kazanç sağlayanlar arasında geçiyor.
Can Paker başta olmak üzere yukarıda da bazılarını saydığımız kurucularıyla iktidar çizgisindeki PODEM ile TESEV-TÜSİAD cenahının yollarının ayrışmasına vesile olan “iktidara muhalefet” konusunda ise TESEV’in geçmiş yıllardaki faaliyet raporlarına bakıldığında söz konusu “muhalefetin” sermaye ve patronlar lehine olacağı tartışma götürmez bir gerçek. (TESEV ile ilgili ayrıntılı bilgi için: Meydan Gazetesi,sayı:6,”Kapitalizmin Düşünce Depoları :TESEV”)
PODEM’ in “İlgi Alanları” İktidarla Paralel
Geçtiğimiz nisan ayı sonlarında kuruluşunu ilan eden PODEM’in henüz yeni açılmış olan internet sitesinde yer alan, kuruluşun araştırma alanlarının bulunduğu bölümdeki ilk üç konu, “çözüm süreci, güvenlik ve demokrasi, yeni anayasa (son dönemlerde devletin kamuoyuna dayattığı tartışma konusu başkanlık sistemi olarak da okunabilir.)” olarak belirginleşiyor. Diğer konulardan bazıları ise “adalet, yargı ve hukuk”, “din, devlet ve toplum”, “TC-AB ilişkileri”, ”İfade özgürlüğü ve medya”, “Türkiye ve Ermeniler” olarak öne çıkıyor.
Ayrıca kuruculardan yine Can Paker’in bir gazeteye verdiği mülakata göre PODEM toplumda polisin nasıl görüldüğüne dair araştırmalar yapıp, raporlar hazırlayarak devletin ilgili organlarına teslim edecek. Paker’in ifadesine göre, bu araştırmayla polisin “sorunlarını” inceleyerek İçişleri Bakanlığı’na “bir fotoğraf sunmayı” amaçlayan PODEM, elbette ki böylelikle son dönemde iyice artan polis şiddeti ve terörünü “görmezden gelerek üzerini örtecek.”
Yine aynı gazeteye verdiği mülakatta Can Paker, Alevilerle ilgili de bir rapor hazırlanacağını belirtti. Kuruluşun meselelere baktığı devlet iktidarı penceresi ışığında söz konusu raporun, Alevilerin yok sayılma, asimilasyon ve kimliksizleştirilme gibi sorunlarının ötesinde, Erdoğan’ın sık sık dile getirdiği ”mesele Ali’yi sevmekse…” içeriğinde olacağını söylemek sanırız kehanet sayılmaz.
Mevcut iktidar partisinin de üzerinde durduğu ve yakından ilgilendiği konulara el atmayı planlayan PODEM, söylemlerinde de vurguladığı üzere bir sivil toplum örgütü olarak iktidarla birlikte düşünmeyi planlıyor. Kuruluşun internet sitesindeki kısa tanıtım videosunda PODEM logosunun üzerinde bulunan “yönetene toplum bilgisi” ibaresi ile bu “birlikteliğin” amacı ortaya konuyor. Kısacası, bir düşünce merkezi, think tank olarak PODEM, iktidarın üzerinde yoğunlaştığı konulara olur verecek ve iktidarın politikalarının sivil toplum desteğini sağlayacak bir yapı olacağının sinyallerini şimdiden veriyor.
Sömürü Depoları: “Think tank”
Kapitalizm, kendi değerlerini halkın yaşamına sokmaya ve bu değerleri içselleştirmeye yönelik bir hamle olarak ortaya çıkardığı sivil toplum kavramının içini, toplumsal alanda yaşanan problemlere, “toplum” içerisinden çözüm çabalarının gelmesi gerektiği söylemi ile think-tank adı verilen düşünce üretim merkezleriyle de doldurdu. Ayrıca ideolojilerden bağımsız olma iddiasıyla “bilimsellik” ve “nesnellik” taşıdığı düşünülen think-tankler, fikrine başvurulan merkezler haline geldi. Ekonomi, politika, uluslararası ilişkiler, askeri ve stratejik konularda araştırma yapan ve raporlar ortaya koyan think-tankler, devletlerin ve şirketlerin politikalarında etkili oluyor. Sivil toplum kuruluşlarından olan ve “bağımsız” bir şekilde “bilimsel” düşünceler ve analizler ortaya koyan bu merkezler, şirketlerin ve iktidarların politikalarının meşruluğunu sağlıyor.
Dünya çapında yaklaşık 5500 think-tank, yer aldıkları devletlerin ve yakın oldukları şirketlerin faydalanacağı bilgileri toplamakta ve analizler yapmaktadır. Bu think-tankler de tıpkı PODEM gibi “yönetene toplum bilgisi” sağlamayı hedefleyen yani yönetenler ve şirketler için yeni sömürü alanları işaret eden kuruluşlardır. Özellikle dudak uçuklatan bütçeleri ve araştırdıkları önemli konularla dikkat çeken think-tanklerden bazıları şunlardır:
Brookings Institution: Washington merkezli kuruluş, yıllık 60.7 milyon dolar bütçesiyle dış politika ve özellikle Ortadoğu üzerine çalışmalarını yapmaktadır. Güçlü Amerikan demokrasisi, sosyal refah, ekonomi ve güvenlik gibi meselelerde araştırma yapmayı kendine görev edinmiş kuruluş, iktidardaki Demokrat Parti’yle yakın ilişkiler kurmaktadır.
Rand Corporation: California’da merkezi bulunan bu kuruluş, yıllık 251 milyon dolarlık dev bütçesiyle, askeri strateji, ekonomi ve politikayla ilgili araştırmalar yapmaktadır. İlk olarak ABD silahlı kuvvetleri için araştırma ve geliştirme yapması amacıyla kurulmuş, daha sonraları “bağımsız” olarak askeri stratejiler ve dış politika üzerine araştırmalarına devam etmiştir.
Overseas Development Institute: Merkezi Londra’da bulunan yıllık bütçesi 25.9 milyon dolar olan kuruluş, uluslararası kalkınma ve “insani meseleler”de araştırma ve yardım adı altında, özellikle de eski sömürge ülkelerinin yoğun olarak bulunduğu Orta ve Güney Afrika ve Endonezya’da çalışmalar yapmaktadır.
Gulf Research Center: Birleşik Arap Emirlikleri merkezli kuruluş, özellikle Basra Körfezi çevresindeki Sünni Arap yönetimlere sahip devletler lehine enerji, güvenlik gibi konularda araştırma yapıp raporlar hazırlamaktadır. Kuruluş, araştırma ve faaliyetlerini Birleşik Arap Emirlikleri Merkez Bankası Emirates Bank, küresel ilaç şirketi Glaxo ve Shell gibi şirketlerle yakın ilişkilerde bulundurarak gerçekleştirmektedir.
The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: ” Yeni Türkiye’nin TESEV’i : PODEM” – İlyas Seyrek appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Polis Polistir Güvenmiyoruz! ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Elbette sadece coğrafyamızla sınırlı kalmayan polis ve tabi ki dolayısıyla devlet şiddeti, son dönemde en belirgin yansımasını ABD’de buldu. 2014 yılı Ağustos ayında Missouri eyaletine bağlı Ferguson kasabasında, siyah genç Michael Brown polis tarafından vurularak katledildi. Brown’ı katleden beyaz polis, ABD yargısınca aklandı. Benzer bir biçimde, Temmuz 2014’te New York polisince boğazı sıkılarak katledilen Afrika kökenli Amerikalı Eric Garner’ın katili polis de “aklandı.”(Bknz. Meydan Gazetesi-Sayı:23/”Nefes Alamıyorum”-Marc Bray)
TESEV(Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), geçtiğimiz günlerde, polis şiddeti ile ilintili olarak, yaşadığımız coğrafyadaki insanların “polise güveni” konulu bir araştırma yayınladı. Rapora göre polis şiddetiyle de ilgili olarak toplumda çeşitli etnik, inançsal ve politik kategoriler çerçevesinde “polise güvenme” (ya da güvenmeme) noktasında sonuçlar elde edildi. Sünni, Türk, iktidardaki AKP yanlıları ve MHP’ye destek verenlerde “polise güvenme” oranı yüksek sonuçlar verirken; “polise güvenmeme” sonuçları ise ağırlıklı olarak, Alevi, Kürt ve politik olarak HDP çizgisindeki seçmenden geldi. Benzer bir biçimde “polisin meşruiyetine dair” soruya, politik aidiyet çerçevesinde AKP-MHP seçmeni/yanlısı kişilerden olumlu yanıt gelirken; yine HDP/DBP çizgisinde bulunanlardan ve Alevi-Bektaşi inancına sahip olanlardan olumsuz yanıt alındı. Yine inançsal düzlemde Sünnilerin polisle işbirliği yapma ya da polise itaat etmeye, Alevi-Bektaşilere göre çok daha açık oldukları araştırmada elde edilen başka bir sonuçtu. Politik aidiyetlere göre verilen cevaplara geri döndüğümüzde ise devletin, polisi eliyle gerçekleştirdiği hak ihlalleriyle doğru orantılı veriler ortaya çıkıyordu. Buna göre polis tarafından gerçekleştirilen hak ihlalleri karşısında AKP ve MHP’lilerde çok daha yüksek bir tolerans ortaya çıkarken bu, HDP/DBP çizgisindeki kişilerde oldukça düşüyordu. Politik aidiyetler, etnik ve inançsal kimliklerle birlikte toplumun geneli bazında alınan sonuçlara göre ise toplumun %60 dolayında bir çoğunluğu polisin, gerçekleştirdiği yaşam ve hak ihlalleri karşısında devletin yargı mekanizmasınca cezasız bırakıldığını düşünüyor. Bununla birlikte polis şiddeti ve hak ihlalleri karşısında toplumun belirgin bir çoğunluğu başvurabilecekleri “bağımsız” bir şikayet mekanizması talep ediyorlar. Araştırmanın belki de en çarpıcı sonucu olan bu talep, aslında toplumdaki “güven” algısının, devlet şiddeti ve adaletsizliklerinin sadece “uygulayıcısı” konumundaki polisin ötesinde, devletin kendisine ilişkin de ipucu veriyor.
Aslında devletlerin desteği ve koruyuculuğundaki polis şiddeti ve hak ihlalleri, bu ve benzeri kamuoyu araştırmaları ya da medya haberleriyle şimdilerde sıkça gündeme gelmesine karşın günümüzün münferit bir problemi değil. Coğrafyamızda ve dünyada varlığı, devletlerin varlığı ile eşgüdümlü ortaya çıkan bu olgu, devletlerin ve onların yargı erklerinin, insanların yaşam haklarını ellerinden alan katil polisleri açıkça “aklamasıyla” şimdilerde daha bir görünür hale geldi. Oysa yaşadığımız toprakların orta vadedeki geçmişinde hafızamızı yokladığımızda hatırlayabileceğimiz polis şiddeti örnekleri mevcut. Devletin polis dahil tüm kolluk güçleriyle toplum üzerinde terör estirdiği 12 Eylül sonrası 1980’li yılları ve Kürdistan coğrafyasında baskısını yoğunlaştırdığı 1990’lı yılları farklı bir yere koyarsak, tekil birçok olayda polis şiddeti ve bu şiddetin uygulayıcıları polislerin devlet tarafından bir şekilde korunduğu gerçeği ile karşılaşırız.
Polise silah çekme konusunda yeni yetkiler tanıyan “Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası”nın 2007 yılında yürürlüğe girmesi sonrası, Baran Tursun Vakfı’nın verilerine göre yaşamını yitiren insan sayısı 183. Bu sayıya, polis merkezlerinde “ölü bulunan” 28 kişi dahil değil.
Sözünü ettiğimiz olaylardan bazılarında, katil polisler hakkında açılan davalarda işleyen yargı süreçleri ise devletin adaletsizliğine dair apaçık örnekler teşkil ediyor.
30 Ağustos 2012’de Ankara’da polis tarafından “dur ihtarına uymadığı” gerekçesiyle katledilen Cem Aygün davasında, katil polislerden biri hakkında “takipsizlik” kararı verilirken ,diğeri için ise “görev başında sınırın kast olmaksızın aşılması suretiyle öldürmek” suçlamasıyla 2 yıl hapis talebiyle dava açıldı. Aygün’ün ablaları için ise kardeşlerinin polis tarafından katledilmesini Ankara Emniyet Müdürlüğü önünde protesto etmelerinden dolayı, savcılık tarafından 58 yıl hapis cezası istendi.
Mardin Kızıltepe’de 21 Kasım 2004’te, evinin önünde oyun oynarken babası ile birlikte polis tarafından katledilen Uğur Kaymaz’ın davasında ise katil polisler “meşru müdafaa”dan beraat ettirildi. Evinin önünde ve ayağında terlikleri olduğu halde katledilen Uğur Kaymaz’ın olayında devlet, ”iki terörist ölü olarak ele geçirildi” şeklinde bir resmi açıklamada bulunmuştu.
2009 yılı Aralık ayında Ankara’da bir eğlence mekanında Kürtçe türkü söylediği için özel harekat polisi Serkan Akbulut tarafından katledilen Emrah Gezer davasında ise yargı sürecinde, kadın cinayetleri davalarından aşina olduğumuz bir adli süreç işledi. Emrah Gezer’i yanında taşıdığı beylik silahıyla 15 el ateş ederek alenen katleden katil polisin cezasında “ağır tahrik ve iyi hal indirimine “ gidildi.
Yalova’da 2012 Mayıs’ında polisin sıktığı biber gazı sonrası yaşamını yitiren Çayan Birben olayında ise davanın hangi mahkemede görüleceği olaydan ancak 1.5 yıl sonra belirlenebildi. Yalova yerelindeki Asliye ve Ağır Ceza Mahkemeleri arasında, olayın kasten öldürme mi yaralama mı olduğu noktasındaki görüş ayrılığı nedeniyle, “davaya hangi mahkemenin bakacağı” konusunda gidip gelen dava sürecinde katil polisler, Birben’in avukatlarının tutukluluk talebine karşın tutuksuz “yargılanıyorlar.”
Polis şiddeti ve bu şiddetin faili katil polislerin devletlerin yargı sistemi aracılığıyla korunması örneklerine, coğrafyamız dışındaki dünya ülkelerinde de rastlamak mümkün. Son dönemde yaşanan ve yazının girişinde bahsi geçen “Ferguson” olayı dışında geçmiş tarihlerde yaşanan olaylarda, polis şiddeti karşısında devletlerin adaletsizliği örnekleri verilebilir.
ABD’de 1992 Nisan’ında Afrika kökenli Rodney King’in polis tarafından ağır yaralanmasına neden olacak şekilde darp edilmesi ve darp eden polisler hakkında mahkemece takipsizlik kararı verilmesi sonrası yaşanan protestolarda toplam 53 kişi yaşamını yitirmişti.
Geçtiğimiz yaz Brezilya’da düzenlenen Dünya Kupası öncesi yaşanan protesto eylemlerinde Brezilya polisi, aralarında çocukların da olduğu 6 kişiyi katletti. Brezilya devletinin yargısı ise katil polisleri “polis uyarısına ateşle karşılık verilmesinden dolayı”, TC devleti yargısına benzer biçimde “akladı.”
2006 yılında Yunanistan’da, hırsızlık suçlamasıyla karakolda bulunan iki Arnavut göçmene yapılan işkence görüntülerinin bir yıl sonra internete düşmesi sonucu işkenceci polisler için açılan davalar ise sonuçsuz kaldı.
Yaşadığımız topraklardan ve dünyadan karşımıza çıkan bu örnekler ışığında, geçtiğimiz günlerde sonuçlanan Ali İsmail Korkmaz davasında katil polisler hakkında verilen mahkeme kararları, devlet-tetikçisi katil polisler ve onları korumakla yükümlü yargı mekanizması arasındaki denklemine dair açıklayıcılığı yönünden aslında önemli bir veri oluşturuyor. Bu noktada, aslında bu ve benzer mahkeme süreçleri sonrası mahkemelerin katilleri koruma refleksli kararları da şaşırtıcı olmaktan uzak. Bu yanıyla yazının başlarında bazı polis şiddetine ve polise güvene dair bir takım verilerin paylaşıldığı TESEV raporundaki ve toplumun %60 gibi bir oranında belirli bir beklenti oluşturan “bağımsız” şikâyet mekanizmasının bağımsızlığına devleti de katmak doğru olacaktır.
Emrah Tekin
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 24. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” Polis Polistir Güvenmiyoruz! ” – Emrah Tekin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Savaşı Görmeyip “Barışa Bak”anlar” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Hükümetten bağımsız” ve “sivil” bir oluşum olarak ortaya çıktığı iddia edilen projenin yankıları sürerken, “Barışa Bak”ın amaçlarını, imzacılarını ve “ne yöne baktığı”nı tartışmakta fayda var.
Başlatılan bu projeyle “barışa bak”ma iddiasını taşıyanlar, yaşadığımız coğrafyada on yıllardır yaşanan savaşın, topraklarından edilen binlerce insanın, kaybedilen ve katledilen bir halkın hesabını yapmanın da ötesinde yaşamını savunmak için direnenleri -tıpkı iktidarın yaptığı gibi- “provakasyon”larla ve “darbe girişimleri”yle suçlarken; projeyle çizilmek istenen “barış”, tam da hükümetin Yeni Türkiye şablonuna bakarak çiziliyor. Devletin çözüm adı altında Kürt halkına yönelik işlettiği inkâr ve imha politikasına karşı girişilmiş mücadeleyi, barıştan uzaklaştırma olarak ilan eden “barışsever”lerin barıştan anladıklarının ne olduğu açık. AKP hükümetine yönelik müteşekkirliklerini her fırsatta dillendiren “Barışa Bak”çılar, kardeşlik altında devletin gizli stratejilerinin sürdürücüsü konumunda. Meşruluklarını, “biz ne o taraftanız, ne bu taraftanız” diyerek dayandırdıkları pozisyonlarıyla; devletçi algıyı farklı bir yerden zihinlere kazımaya, Kürt halkının mücadelesinin altını boşaltmaya çalışıyorlar.
Genellikle iktidar yanlısı akademisyen, yazar ve gazetecilerden oluşan “Barışa Bak” çağrıcıları toplam 69 imzadan oluşuyor.17 Aralık sürecinde iktidar paydaşları arasında belirginleşen AKP-Cemaat ayrışmasında, safını “paralel yapıya karşı seçilmiş hükümetten yana” koyan Barışa Bak projesi çağrıcılarından bazılarının, “iktidar yanlısı performanslarıyla” kısa özgeçmişleri şöyle:
Yıldıray Oğur
ODTÜ Siyaset Bilimi mezunu olan Yıldıray Oğur, 2003 yılında Genç Siviller hareketinin kurucuları arasında yer aldı. Radikal, Taraf gazeteleri ile Birikim dergisinde yazılar yazan Oğur, 2013 yılında, iktidarı açıktan destekleyen Türkiye gazetesinde yazmaya başladı. Türkiye’de yazmaya başladıktan sonra Erdoğan’ın fiili danışmanı haline gelen Oğur’un köşe yazıları, Erdoğan’ın bazı mitinglerinde tarihsel alıntılar yaptığı temel kaynak oldu.
Kobanê Direnişi süresince yazdığı köşe yazılarında, “çözüm süreci”nin muhataplarından Kürt hareketini eleştirmiş; devletle aynı perspektifte, devlet-polis şiddetinden kaynaklanan ölümlerden, hareketi sorumlu tutmuştu. Bu beyanlar, Yıldıray Oğur’un iktidarla yaşadığı söylemsel uyumun daha da belirginleşmesini sağladı. Meydan Gazetesi’nin yine aynı bölümünde “akil heyeti”ni deşifre ederken yer verdiğimiz Oğur, devletin “barış” söyleminin en önemli yaratıcılarından.
Oral Çalışlar
Aydınlık çevresinden eski bir sosyalist olan Oral Çalışlar bugüne dek Cumhuriyet, Taraf, Radikal gibi siyasi yelpazenin farklı kulvarlarından birçok gazetede köşe yazıları yazdı. “Akil İnsanlar” heyetinde yer almasının ardından iktidarla olan ilişkisini belirginleştiren TESEV üyesi Çalışlar, şimdilerde de liberal yazarların kendilerine yer bulduğu “serbestiyet.com” sitesinde yazıyor.
Orhan Miroğlu
1970’li yıllarda Kürt hareketi içerisinde yer alan; 1980 yılında girdiği cezaevinden 1988 yılında tahliye olan Miroğlu, Ülkede Özgür Gündem, Özgür Politika, Birgün ve Taraf gibi gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. 2010 yılındaki Anayasa Referandumu sürecinde iktidara yakınlaşan Miroğlu, bu yakınlaşmayı ilerleyen yıllarda öylesine içselleştirdi ki; kendi geçmişini bile inkâr etmeye başladı. 12 Eylül döneminde, tutsak kaldığı Diyarbakır Cezaevi’nde sistematik işkenceye maruz kalan Miroğlu, yakın dönemde katıldığı bir TV programında “Devlet eliyle sistematik işkence kesinlikle yoktur!” diyerek, bu içselleştirmeyi somutluğa kavuşturdu.
Yaşadığı “politik değişiklik”in ardından, sınırlı sayıda gazetecinin binebildiği Erdoğan’ın uçağında kendisine yer buldu ve 2012 yılından itibaren iktidara yakınlığıyla bilinen Star Gazetesi’nde yazmaya başladı.
Nagehan Alçı
Boğaziçi Üniversitesi siyaset bölümü mezunu olan Nagehan Alçı, Hürriyet, Milliyet, Akşam gibi gazetelerde köşe yazarlığı ve Kanal D, Fox, CNN Türk gibi kanallarda da programlar yaptı. “Akil” heyette yer alan Alçı da, Barışa Bak projesi içerisindeki çoğu isim gibi, “zaman içerisinde saf değiştiren”lerden.
2009 yılında yazdığı “Bir Delikanlılık Portresi: Tayyip Erdoğan” yazısında Erdoğan’ı çokça eleştiren Nagehan Alçı; özellikle 17 Aralık sonrası, iktidarın hararetli savunucularından biri haline geldi.
Etyen Mahçupyan
Liberalliğiyle bilinen Etyen Mahçupyan, başbakan Davutoğlu’nun başdanışmanlığını yürütüyor.1996 yılına kadar kendi şirketlerinin yöneticiliğini yapan Mahçupyan, 1997’de Radikal’e, 2001’de ise Zaman’a geçti; siyasal çizgisinin “ne hızla” değiştiğini açıkça gösterdi.
TESEV Demokratikleşme Programı’nın 2012’den beri başkanı konumunda bulunan Etyen Mahçupyan, Hrant Dink’in 2007 yılında öldürülmesinden sonra Agos gazetesine geçmişti. Geçtiğimiz Mayıs ayından bu yana ise, iktidar yanlısı patron Ethem Sancak’ın gazetesi Akşam’da yazıyor.
Sinan Çetin
“Hiçbir düşünce kutsal değildir, her düşünce değişir ve gelişir, embesillerinki hariç” şeklindeki konuşmalarıyla, bir sosyalistten bir kapitaliste dönüşümünü rasyonalize eden Sinan Çetin; Plato adlı şirketinin patronluğunu yaparken, aynı zamanda emlak sektörüne de el atmış durumda. Cihangir’de sahip olduğu çok sayıda gayrimenkul üzerinden emlak ticaretine girişen Çetin, sektördeki “rant dostları”ndan Ali Ağaoğlu’nun da reklamlarını çekiyor.
Barışa Bak projesinin imzacılarından Atilla Yayla ile birlikte de bir yayınevinin patronluğunu yürüten Sinan Çetin, katıldığı her programda iktidar güzellemesi yapmaktan geri durmuyor.
Markar Esayan
AKP-Cemaat kavgası öncesi Taraf gazetesinde yazarlık ve yayın koordinatörlüğü yapan Markar Esayan, yaşanan ayrışma sonrasında Yeni Şafak’ta yazmaya başladı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde “Affedersiniz benim için de çok çirkin bir şekilde Ermeni dediler” şeklinde konuşan Erdoğan’ı, “Biz Ermeniyiz, tecrübe ile sabit, hakiki ırkçıları gözünden tanırız; merak edilmesin. 12 yıldır AK Parti’ye destek veren bir Türkiyeli olarak, bu pazar da Yeni Türkiye için Erdoğan’a oy vereceğim.” sözleriyle aklamıştı. %10 barajı tartışmalarında AKP’nin yanında yer alarak, barajın kaldırılmasına yönelik tepkisini gösteren Esayan, HDP’den de bağımsız adaylarla seçimlere girmesini istemiş. İstikrar sürsün diye…
Rasim Ozan Kütahyalı
“Havuz medya” grubu gazetelerinden Takvim ve Sabah’ta köşe yazarlığı yapan Rasim Ozan Kütahyalı, Melih Gökçek’in sahibi olduğu Beyaz TV’de de futbol yorumcusu. Nagehan Alçı ile olan evliliğinden doğan çocuklarının “isim babalığı”nı Erdoğan’a yaptıracak kadar iktidarla “içli dışlı” olan Kütahyalı, kendi jenerasyonundan birçok yazar gibi, devrimcilere ve devrimci mücadeleye olan kinini kusmaktan geri durmuyor. “Ben bu devlet için kellemi ortaya koyanlardanım!” diye ifadelerini dillendirmekten geri durmayan Kütahyalı, futboldan siyasete engin bilgi birikimlerini, hükümetin ona sunduğu tüm olanaklardan yararlanarak anlatmaktan geri durmuyor.
Cengiz Alğan
“Barışa Bak” projesinin fikir sahibi denilebilecek Cengiz Alğan, eski bir DSİP yöneticisi. 2010 referandumunda “Yetmez Ama Evet” diyenlerden biri olan Alğan, 17 Aralık Yolsuzluk Operasyonu’ndan sonra, iktidar tarafındaki duruşunu iyice belirginleştirmiş; yolsuzluk operasyonun bütününü “seçilmiş hükümete darbe” şeklinde tanımlamıştı. Şimdilerde açıkça sürdürdüğü bu iktidar destekçiliğini Taksim-Gezi Direnişi sürecinde başlatan Cengiz Alğan, ortaya çıkan videolarda polisin sıktığı mermiyle katledildiği açıkça görülse de, Ethem Sarısülük’ün “karanlık güçlerce” öldürüldüğünü söylemişti.
Halil Berktay
“Barışa Bak” projesinin bir başka çağrıcısı, Oral Çalışlar gibi Aydınlık hareketinden olan eski sosyalist Halil Berktay, şimdilerde liberal bir akademisyen olarak tanınıyor. Çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yaptı, bir dönem Taraf gazetesinde köşe yazıları yazdı, son dönemlerde ise iktidarı destekleyen isimlerin bir araya geldiği serbestiyet.com’da yazmaya başladı. Kendini anti-anti AKP’ci diye tanımlayan Halil Berktay, Taraf gazetesinde yazdığı dönemde 1 Mayıs 1977 katliamına ilişkin ortaya attığı bir iddia ile de gündeme gelmişti. Devlet tarafından gerçekleştirilen ve 36 kişinin yaşamını yitirdiği 1 Mayıs 1977 katliamına ilişkin Halil Berktay, “devrimci iki grubun çatışması” yorumunda bulunmuş; dolayısıyla bu katliamda kendince “devleti aklamıştı.”
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post 21. YY. Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: “Savaşı Görmeyip “Barışa Bak”anlar” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Kapitalizmin Düşünce Depoları; TESEV appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>TESEV projelerine başladığı ilk günden bu yana amacı olan kamuoyunu oluşturabilmiş gibi gözükmektedir. Ama esas mesele küresel siyasi ve ekonomik yapılardan bağımsız olmayan TESEV, bu yapıların küresel stratejilerini Türkiye’de uygulamaya geçirebilmiştir. Kapitalistlerin bu “başarısı”, arkasında küresel iktidarların niyetlerini gizleyen “sivil toplum”un işlemesi olarak gözükmektedir.
Kapitalizm, toplum içerisinde kendisini sadece üretim ve tüketim ilişkileriyle var edemeyeceğini anladığından beri, halkın gündelik yaşamına kendi kültürel değerlerini farklı biçimlerde sokmaya ve bu değerlerin içselleştirilmesine çalışmaktadır. Çalışmaktadır, çünkü bu süreç kendini tamamlamıştır denemez. Bu değerler bütününü toplumsallaştırmaya yönelik çabaların, liberalizmin farklı birçok yaklaşımında görmek mümkün. Bu çabaların önemli bir bölümü “sivil toplum” denilen kavramla şekillendirilmeye çalışılıyor.
Aslında, sivil toplum kavramı sadece liberal teorisyenlerin, devlete karşı liberal toplumu (ya da devlete karşı iktidar barındıran devletsi kurumsal yapılanmaları) savunurken kullandıkları bir kavram olmamakla beraber; sivil toplum kavramının liberalizmle özdeşleşmiş bir kavram olması, kapitalizmin topluma yerleşmesinde “sivil toplum”un ne kadar önemli bir kavram olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor.
Kökenine inildiğinde Eski Yunan’a kadar varan bu kavram, 1980’le beraber yeni Marksist, yeni sol çevreler tarafından tartışılmaya; bürokratikleşmeye yüzünü dönmüş sosyalist yapıları eleştirmekte kullanılan bir argüman olmaya başlamış. Yaşadığımız coğrafyada da bu teorik tartışmalar benzer tarihlerde yaşanıyor olsa da “sivil toplum”un gündelik hayata yansıması çok gündem edilmemiş ya da ettirilmemiştir. Özellikle 1980’li yıllardan itibaren somut anlamıyla kendini bu coğrafyada gösteren “sivil toplum”unsa, bu tarihlerde kendini pratiğe geçirmesi rastlantı değil. Bahsi geçen yıllar, bu toprakların kapitalist sermayenin “serbest piyasası”na açıldığı dönemlerdir.
1980’li yıllarla beraber devletin hantallığı ve kurumlarının işlemez hale gelmesi sadece bu coğrafyaya ait üretilmiş bir söylem değildi elbet. Liberalizmin yeni tezahürleri, bu durumu her coğrafyada belirgin kılmaya çalıştı. Ancak özellikle toplumsal alanda yaşanan problemlere, “toplum” içerisinden çözüm çabalarının gelmesi gerektiği söylemi, beraberinde “sivil toplumun” somutlaştığı kurumları doğurdu. Toplumun genel problemlerini düşünen, bunlara objektif çözümler aradığını söyleyen düşünce kurumları, 1960’lı yıllardan itibaren kapitalizmin merkezi konumundaki Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’dan bütün dünyaya yayılmaya başladı. Batı’da “think-tank” diye ifade edilen bu kurumlar, uygulamaya dönük araştırmalar yaparak uluslararası organizasyonlar, devletler ve hükümetler için politika üretiyor.
Think-tank’lerin devletten ve partilerden bağımsız kuruluşlar olması, sivil toplumun bu coğrafyada gelişmesini destekleyenlerin sıkça üzerinde durduğu bir özellik. Partilerden ve devletten (dolayısıyla onların ideolojilerinden) bağımsız kuruluşlar olarak think-tank’ler, uluslararası toplumda “doğru, bilimsel ve nesnel” olanı kendilerine ölçüt olarak aldıklarını iddia ediyor.
Bu “düşünce üretim kurumlar”nın kar amacı gütmeyen vakıflar şeklinde toplumda organize olabiliyor olması, benzeri alanda faaliyet gösteren araştırma şirketlerinden onları ayırıyor. Bu kurumlarda yapılan araştırmalar konunun uzmanları tarafından ortaya konurken, araştırmalar sonucu ortaya çıkan veriler, kamuoyuna açık konferanslar, seminerler, dergiler ya da kitaplar yoluyla açıklanıyor. Bu yolla öngörüler doğrultusunda bir siyasi bilinç toplumsallaştırılmaya çalışılıyor.
Düşünce Üretim Merkezleri Türkiye’de
Think-tank diye anılan düşünce üretim merkezleri, 80 darbesi sonrası, Özal dönemi politikalarının bir sonucu olarak belirmeye başladı. Bu dönemin liberal politikaları, 90’lı yıllarla beraber düşünce üretim merkezlerinin kurumsal kimlik kazanmasına yol açtı. Başarısız Politik Psikoloji Merkezi deneyiminden sonra, think-tank’ler Türkiye’de her geçen gün gelişti. Think-tank gruplarının içine zengin iş adamları, politikacılar ve akademisyenler girmeye başladı.
6 Ekim 1994’e girildiğinde, Bülent Eczacıbaşı Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın kuruluşunu kamuoyuna duyurdu.
TESEV
Türkiye’nin ilk think-tank’lerin olan TESEV, bilimsel araştırmalarla politik kararlar arası bağ kurmayı kendine amaç edinmiş. Bunu yaparken devletten bağımsız fonların desteğini almayı bir ilke olarak belirlemiş. TESEV’in kurulmasında akademisyenlerden bürokratlara, zengin işadamlarına varıncaya 200’ü aşkın kişi etkin olmuş. Bu 200 kişi arasında hemen göze çarpan birkaç isim, TESEV’in bilimsel araştırmaları, politik kararlarla ne kadar bağlayabildiği gerçekliğini görmemiz açısından önemli.
TESEV’in Siyasetçileri
Kuruculuğunu Bülent Eczacıbaşı gibi Türkiye’nin büyük kapitalistlerinden birinin üstlendiği TESEV, yönetim kurulunda ve kurucu üyeleri arasında başka büyük kapitalistleri de barındırıyor. TESEV’in yönetim kurulu başkan yardımcılığını, Alarko Holding’in sahiplerinden İshak Alaton yapıyor. Yönetim kurulu başkanı ise Açık Toplum Enstitüsü Türkiye Danışma Kurulu’ndan Nafiz Can Paker. Birkaç dönem Deniz Baykal’ın danışmanlığını yapan Can Paker, hala Sabancı Üniversitesi’nde mütevelli heyet üyesi. Adını Sosyaldemokrat Halkçı Parti ile sıkça duyduğumuz, TÜSİAD üyesi, Bilgi Üniversitesi Rektörü Asaf Savaş Akat da TESEV’in yönetim kurulu üyelerinden. Kurucu üyeler arasında göze çarpan başka bir isim de Kemal Kılıçdaroğlu. Kılıçdaroğlu’nun TESEV üyeliği, yakın zamanda ulusalcı medyada büyük tartışmalara neden olarak gündem olmuştu.
Sadece belirtilen isimlerin TC siyasetindeki konumları ve etkileri düşünüldüğünde, TESEV’in ilgi alanındaki konuların ya da önerdiği politik stratejilerin sadece kamuoyu yoluyla, TC siyasetini etkilemeyeceği açık. Liberal politikaların toplumda kamuoyu yaratma diye tariflediği bu olsa gerek; siyasi karar mercilerinde kararın niteliğine yön verecek önemli kişilerle kamuoyu etkisi yaratma.
TESEV, vizyonunu “toplumu karşı karşıya bulunduğu sorunlara çözüm seçenekleri oluşturmak, araştırmalarıyla siyaset yapıcılara etki etmek, Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıda bulunmak” olarak beyan etmiş. Bu vizyon doğrultusunda TESEV, üç ana program işleterek amacını gerçekleştirmeye çalışıyor: Demokratikleşme programı, dış politika programı, iyi yönetişim programı.
TESEV üzerine araştırmalar yaptığı, konferans ve yayınlarla kamuoyu oluşturmaya çalıştığı tahlil ve önerileriyle TC’yi kuran ve onun omurgasını oluşturan “tepeden inmeci, merkeziyetçi otoriter” zihniyeti ve statik kurumlarını hedef alıyor. TESEV, Türkiye’de bu tarz baskıcı bir modernleşmenin yerine katılımcı demokrasiyi ön planda tutan, sivil anayasası olan, eşit vatandaşlık ve insan hakları temelli bir reform hareketinin gelişmesini öngörüyor.
Tüm bu vizyon, amaç ve çalışma yöntemiyle yola çıkan TESEV, sunduğu politik önerilerin hayata geçirilmesi için karşısına aldığı devletten bağımsız nasıl hareket edebiliyor?
TESEV’in Değirmenini Kimler Döndürüyor?
TC siyasetiyle TESEV’in birçok üyesinin doğrudan ilişkisi dışında, TESEV’in bünyesindeki birçok kapitalist bu hareketin maddi ve manevi motivasyonunu oluşturuyor. Artık sadece ekonomik bir kuruluş olmayan TÜSİAD, bu motivasyonun kaynaklarından biri. TESEV’in ekonomik destekçilerinin küresel siyaset üzerindeki belirleyicilikleri düşünüldüğüne bu durum biraz daha netlik kazanıyor.
Yıllık bütçesi 2 milyon ABD doları olan TESEV, Soros Vakfı’nın yüklü hibesi dışında BM Kalkınma Programı, Dünya Bankası Ödeneği, Freedom House, National Endowment Democracy, DCAF, European Institute, UNDP, Centre For International Private Ent. ve Açık Toplu Enstitü’sünden fon sağlıyor.
Küresel fonlarla stratejik düşünceler üreten TESEV’in, bağımsızlık ilkesini neden küresel kapitalist bu kurumlarla işletmediği açık. TESEV’de üretilen stratejik düşüncelerin “doğruluğu, nesnelliği ve bilimselliği”nde küresel kapitalizmin değerleri saklı.
TC Politikalarında TESEV Etkisi
TC’nin küresel dünyaya eklemlenme politikası, 1980’den bu yana hiç bu kadar hızlı işlememişti. Tabi ki bu eklemlenme, TC’nin klasik yapısında birçok önemli değişikliğe neden oldu, olmaya devam ediyor. Eski yapısını terk eden devlet anlayışı, yeni değerler ölçüsünde kendi yeni biçimini var etmeye uğraşıyor. Bu uğraşı kendini iç politikadan dış politikaya, ekonomiye kadar birçok alanda kendini gösteriyor.
Bu değişikliklerde TESEV’in etkisini, TESEV’in her sene yayınladığı faaliyet raporlarında gözlemlemek mümkün. TESEV’in 2004 yılında yayınladığı faaliyet raporunda “İmam Hatip Liseleri” başlıklı araştırma ve muhafazakârlık-laiklik tartışmaları ile önerilen politikalar, bu sene imam hatiplerle ilgili yapılan yasa değişikliğiyle aynı içeriğe sahip. Demokratikleşme Programı bünyesinde türban yasağına ilişkin önerilen değişiklikler, yakın zamanda kamusal alanlarda geçerli olan türban kullanımı değişiklikleriyle aynı. Yine aynı program çerçevesinde “Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Denetimi” başlıklı çalışmayla TSK’nın sivilleşmesi ve demokratik gözetime açılması planlanan faaliyetler arasındaydı. Özellikle 2012 itibariyle TSK’ya ve bir dizi üst düzey komutana uygulanan hukuki yaptırım, 2004 TESEV Faaliyet Raporu’ndaki demokratik ve sivil denetimin tesis edilmesine ilişkin öneri ile tutarlılık gösteriyor. 2004 Faaliyet Raporu’nda göze çarpan bir başka TESEV önerisi, Türkiye-Ortadoğu politikalarıyla ilgili. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da son iki yıl içerisinde kendini gösteren siyasi ve ekonomik değişiklikleri, 2004 Faaliyet Raporu’nda “Demokratik Reformlar” başlığı altında okumak mümkün. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da uygulanacak Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ve Türkiye’nin rolü aynı başlık altında incelenmiş. TESEV’in faaliyet raporlarının, yakın çağ siyasi gelişmelerini düşündüğümüzde, ne kadar öngörülü olduğu açık! 2006 raporunda yine Demokratikleşme Programı içinde, Kürt Sorunu başlığı altında ele alınan konular 2009 Faaliyet Raporu’nda çözüme kavuşturuluyor. Geçtiğimiz birkaç ay içerisinde bu meseleye ilişkin yapılacak hukuki düzenlemeler, 2010 için hukuki öneriler olarak kendini gösteriyor. Yaklaşık bir senedir konuştuğumuz sivil anayasa meselesi, TESEV’in 2010 Faaliyet Raporu’nda Yargı Reformu başlığı altında yayımlanmış.
2011’in Eylül ayında medyada Oslo Görüşmeleri tartışılıyorken TESEV Haziran 2011’de yayınladığı Faaliyet Raporu’nda benzer bir görüşmenin gerçekleşmesinin, demokratikleşme adına önem taşıdığını açıklıyordu. Son iki aydır yerel yönetimlerle ilgili gündemimizden düşmeyen belediyelerin niteliği, seçilmiş vali tartışmaları, Ekim 2011 itibariyle TESEV tarafından yapılmış, “Yerelleşme” başlığı altında il, ilçe ve belediye yönetimlerinin yeniden kurgulanması gerektiği, seçimle iş başına gelmiş vali ve il meclisleri 2012 için öneri olarak sunulmuştur.
Yıllar öncesi önerilen politikaların günümüzde gerçekleşiyor olması TESEV’in öngörülü oluşundan çok önerdiği politikaların, politika yapıcılar tarafından uygulanmasıyla açıklanabilir. Yani TESEV projelerine başladığı ilk günden bu yana amacı olan kamuoyunu oluşturabilmiş gibi gözükmektedir. Ama esas mesele küresel siyasi ve ekonomik yapılardan bağımsız olmayan (belki onların yerel bir uzantısı olan) TESEV, bu yapıların küresel stratejilerini Türkiye’de uygulamaya geçirebilmiştir. Kapitalistlerin bu “başarısı”, arkasında küresel iktidarların niyetlerini gizleyen “sivil toplum”un işlemesi olarak gözükmektedir. Böylelikle Türkiye’de klasik devlet kurumlarından uzak kuruluşlar, siyasi ve ekonomik gidişata yön verebilmişlerdir. Gizlenen küresel niyetlerle TESEV uygulamaları ideolojisiz bir görünüm kazanmıştır. TESEV gibi sivil toplum kuruluşlarıyla bu STK’ların uygulamalarının ideolojisiz görünümü, toplumda yaygınlaştırılıyor. Nesnel, bilimsel bir gidişat görünümü altında kapitalizme varoluşsal bir iyilik atfediliyor. TESEV gibi kuruluşlarla kapitalizm hakim olmak istediği coğrafyalarda kendi değerlerini toplumsallaştırıyor.
The post 21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri: Kapitalizmin Düşünce Depoları; TESEV appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>