The post Nash Denkliği – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Nash ve arkadaşları bir barda oturmaktadırlar. Arkadaşları etrafla ilgilenirken Nash elinde bulunan kâğıtlardaki matematik denklemleriyle uğraşmaktadır. O sırada kapıdan içeri çok güzel sarışın bir kadın ve onun kadar güzel olmayan dört arkadaşı girer. Bu sırada güzel sarışın kadını “tavlamaya” dair bir sohbet başlar. Arkadaşlarından biri şöyle der: “Bu size bir şey hatırlatmadı mı? Adam Smith’in kuramını hatırlayın, modern ekonominin babasının. ‘Rekabet durumunda kişisel hırslar ortak çıkarlara hizmet eder.’ Yani her koyun kendi bacağından asılır.” Konuşmalar sürerken Nash düşünmeye devam eder ve “Adam Smith’in görüşleri düzeltilmeli” der. “Eğer hepimiz sarışın kadını tavlamaya çalışırsak birbirimizin önünü keseriz ve hiçbirimiz onu elde edemeyiz. Sonra arkadaşlarını tavlamaya çalışırız ama onlar da bize yüz vermezler; çünkü kimse ikinci tercih olmaktan hoşlanmaz. Peki kimse sarışın kadını tavlamaya çalışmazsa? Birbirimizin yoluna çıkmayız ve diğer kızların da aşağılanmamasını sağlarız. Hepimizin kazanmasının tek yolu bu. Adam Smith şöyle demişti: ‘Gruptaki herkesin kendisi için en iyisini yapması gerekir.’ Doğru ama eksik. Çünkü en iyi sonucu almak için gruptaki herkes hem kendi hem de diğerleri için en iyisini yapmalı!”
Bu sahne John Nash’in hayat hikayesinin anlatıldığı Akıl Oyunları filminde, Nash’e Nobel Ekonomi Ödülünü kazandıracak olan Nash Denkliği teorisinin ilham sahnesi olarak kurgulanmıştır. Sahnenin kadın erkek ilişkilerine ilişkin sıkıntılı bir bakışın temsili olduğu aşikar. Öte yandan, John Nash’in gerçekten de böyle bir deneyim üstünden kendi teorisini oluşturmasının gerçek mi, yoksa Hollywood kurgusu mu olduğu net değil. Ancak denklik, bir matematik kuramı olmasının yanı sıra ekonomide yeni bir yaklaşımın öncülü rolündedir. Nash denkliği “tutsak ikilemi”nin genişletilmiş halidir.
Tutsak İkilemi Nedir?
Tutsak ikilemi, bireyin tercihlerindeki işbirliği eğilimini gösteren bir strateji oyunudur. Bu ikileme göre; bir suç çetesinin iki üyesi tutuklanarak hapsedilmiştir. Her bir tutuklu diğeriyle iletişim kurma olanağına sahip olmaksızın, tecrit edilmiş durumdadır. Savcılar tutukluları tutsak etmek için yeterli delile sahip değillerdir. Her iki tutuklu da bir yıldan az bir ceza ile kurtulmayı ummaktadır. Aynı zamanda savcılar her bir tutsağa bir pazarlık önermektedir. Her bir tutsağa ya diğerinin suç işlemiş olduğuna dair tanıklık ederek diğerine ihanet etmesi ya da sessiz kalarak diğeriyle işbirliği yapma fırsatı verilir. Sunulan seçenekler ve sonuçları şöyledir:
A ve B’nin ikisi de inkar ederse ikisi de yalnız birer yıl tutsak edilecektir.
A ve B karşılıklı olarak itiraf ederlerse ikisi de ikişer yıl tutsak edilecektir.
A itiraf eder B sessiz kalırsa A serbest bırakılır, B 3 yıl tutsak edilecektir.
A sessiz kalır, B itiraf ederse A 3 yıl tutsak edilecektir, B serbest bırakılır.
Bu ikilem, ilk olarak 1950’lerde California’daki RAND kuruluşundan Merril Flood ve Melvin Drescher tarafından bir oyun olarak biçimlendirildi. Birkaç ay sonra, Albert Tucker tarafından ilk defa tutsaklara dair bir anektod olarak farklı bir biçimde ifade edildi.
Bu teste/oyuna tabi tutulanların seçimleri, o zamana kadar iddia edilen ekonomi yaklaşımını alt üst etti. Çünkü söz konusu birey sadece kendi çıkarını değil, kendisiyle aynı suçlamaya tabi tutulan bireyin tercihini ve yapmış olduğu tercihin diğer bireye etkisini de düşünerek hamle yapıyordu. Sadece kendi çıkarının dışında başka bir tercihe yöneliyordu; işbirliği.
Klasik Ekonomide Değişen Algı
“Yaşlı adamın içinde bulunduğu berbat durumu düşününce acı çekiyordum; ve şimdi benim sadakam onu biraz olsun avutuyor ve bana da huzur veriyor.” Thomas Hobbes, neden bir dilenciye altı peni verdiğini açıklıyor. (Erdemin Kökenleri’nden-Matt Ridley)
1970’lerin sonuna gelindiğinde tutsak ikilemi, ekonomistlerin “bireysel çıkar” saplantılarına dair yanlış olan her şeyi simgeliyordu. Hobbesçu yaklaşıma göre, Adam Smith’in de söylediği gibi, birey kararını her zaman kendi çıkarı doğrultusunda vermeliydi. Bireyin kendi çıkarına göre davranması akılcı olduğu halde, iddia edilenin aksine, neden işbirliğine yönelmişti?
Bu sorunun cevabının, aynı zamanda tutsak ikileminin değiştirdiği şuydu: A şirketi piyasada elde etmek istediği karı hesaplarken rakip firmayı da düşünmeliydi. Eğer A şirketi B şirketi ile aynı ürünü üretiyorsa ve piyasaya sunacağı ürünün fiyatında artış yapacaksa B şirketinin fiyat artışı yapıp yapmayacağını düşünmek durumundaydı. Yani Coca Cola ve Pepsi istedikleri karı elde edebilmek için pazarı bölüşmeli, işbirliğine yönelmeliydi. Liberal ekonomistler bu durumu, insan davranışlarının sadece Hobbescu bir bakış açısıyla açıklanamayacağı yönünde temellendirdiler.
İşbirliği
“Şurası kesin ki, birlikte yaşayan hayvanlarda, toplumsal olmayan yetişkin hayvanların hissetmediği bir duygu vardır; yardımlaşma.” Darwin
Antik Yunan’da Sokrates’le başlayan toplum içinde insan davranışlarının ahlaki eylemi, çağlar boyunca felsefenin ana temalarından biri olmakla birlikte; ekonomi, psikoloji, sosyal bilimler gibi pek çok disiplinin de konusu olmuştur.
Bireyin yalnızca kendi çıkarını düşündüğü savı Hobbes’la birlikte bu farklı disiplinlerde de savunulmuş; bir yandan insanın doğasında diğerlerini alt etmek, rekabet etmek gibi kapitalizmin üzerinden yükseldiği değerleri, öte yandan da böyle bir durumda insanları birbirinden koruyacak devlet mekanizmasını yüceltmiştir.
Toplumsal düzenin ve bireyler arasındaki uyumun, bireylerin yalnızca kendi çıkarlarını savundukları bir “ben merkezcil” davranış eğiliminden daha baskın olduğu görüşü sadece liberal düşünceyi değiştirmemiş; kapitalist mantığın farklı bir versiyonunun olabileceği gibi bir yanılsamaya yol açmıştır.
Liberal ekonominin henüz 50-60 yıldır dillendirmeye başladığı “işbirliği” sadece insanın değil, tüm toplumsal canlıların eğilimidir. İnsanlar arasındaki bu ilişki doğadaki karşılıklı yardımlaşma ilkesinden gelir. Ekonomide “oyun kuramı”, “tutsak ikilemi” gibi yeni teorilerle, canlılar arasındaki bu ilişki liberal düşüncenin bir parçası gibi gösterilmeye çalışılsa da, toplumsal dayanışma ve karşılık yardımlaşma yüzyıllardır anarşist düşüncenin üzerinden düşüncelerini şekillendirdiği değer, ilke ve eğilimdir.
Sürekli rekabet ve bireyin çıkarını maksimize etmek gibi, insan doğasında olduğu iddia edilen insan davranışları, kapitalist bir ekonominin kendisinde bile işlememektedir ki karşılıklı yardımlaşma ilkesi liberalize ediliyor. Karşılıklı yardımlaşma ilkesi, kapitalizmin “iş”birliği yalanını teorize etmek için oluşturulmuş bir ilke değildir. Kapitalizmin ve devletin varlığının insan doğasına aykırılığını temellendirir. Toplumsal dayanışmanın, yaşamın sürdürülebilmesinin kaçınılmaz bir unsuru olduğunun savunulmasıdır.
Oyun teorisiyle, kapitalist ekonomiyi anlamak için oluşturulmuş bu popüler denkliğe bir de buradan bakmakta yarar var. Kropotkin’in “Tüm hayvan topluluklarında dayanışma, burjuvaların bizi iyice aptallaştırmak için her türlü nakarat biçiminde erdemini övdükleri yaşam mücadelesiyle karşılaştırılamayacak kadar önemli bir doğa yasasıdır.” sözünü, liberaller bile kabul etmişe benziyor.
Ece Uzun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Nash Denkliği – Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Korkunun teorisyeni olarak bilinen Thomas Hobbes, ölüm korkusunun belirleyici olduğu kaotik halden kurtulmanın yolu olarak, bireyin tüm özgürlüklerini devredeceği çok güçlü bir egemen, bir Leviathan yaratmayı öneriyor; bireyin özgürlüğünden vazgeçip, bu Leviathan’ın kucağında derin bir uykuya dalmasını diliyordu. Hobbes’un 17. yüzyılda, Leviathan ile tasvir ettiği bu korku politikası, o günden bugüne otoriter rejimlerin en belirgin özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Askeri darbelerin, sıkıyönetimlerin, OHAL’lerin bahanesi, iktidarlar tarafından her zaman kurtuluş ya da demokrasi olarak dillendirildi; ölüm, savaş, kriz gibi senaryoların zemini bu şekilde meşrulaştırıldı. Siyasal iktidarların uyguladığı baskı ve zulüm politikaları, topluma dayatılan korku üzerine inşa edildi.
Yaşadığımız coğrafyada, son bir yıldan bu yana onlarca bombalı saldırı yaşandı; bu saldırılarda yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı. Hemen her saldırıdan sonra ana haber bültenlerinde aynı haberler yayınlandı: “Bomba korkusuyla sokaklar boşaldı”, “İstanbul’un trafik yoğunluğu, bomba korkusuyla en düşük seviyede”, “Halk canlı bomba korkusuyla eve kapandı”…
Peki, bir türlü bitmek bilmeyen bu saldırıların ardından yaşanan ve toplumsal her alanda giderek örgütlenen sadece korku mu oldu yoksa korku, kendisinin var olmasını tetikleyen hiçbir etmen olmadan da, artık gündelik yaşamlarımıza tezahür etmeye ve sürekli hale gelerek bir paranoyaya dönüşmeye mi başladı?
İktidar Aracı Olarak Korku ve Korku Politikası
Birey sosyal bir varlık olarak toplum içerisinde var olduğu andan itibaren, korku hissini çeşitli şekillerde deneyimler. Bu deneyimin en yoğunlaşmış hali ise, bireyin yaşantısını şekillendirip tahakküm altına almaya çalışan iktidarlar için kaçınılmaz bir araç olarak kullanılan korkuyla ortaya çıkar.
Siyasal iktidarlar, “ne pahasına olursa olsun toplumsal birliği sağlamak” amacıyla korkuyu sıkça kullanır. Böylelikle, en büyük meşruiyet kaynağı ve aynı zamanda aracı olan korkuları üretir; kendi egemenliği için korkuyu toplumsal alanların tümünde sürekli kılar.
İktidarın çeşitli araçları kullanarak ürettiği “toplumsal korku” ne kadar güçlü olursa, siyasal iktidara ve devlete bağlılık da o kadar güçlü; korku unsuru ilan edilen “öteki ve düşman” unsurlara karşı tepki ve cezalandırma yöntemleri de o denli şiddetli olur. Siyasal iktidarlar, bireylerin iradelerini iktidara teslim ederek korkuları yok edebilecekleri gerçeğini dayatır. Bu yok etmenin ise “öteki”den korkmamak için ötekiyi korkutarak korkudan izole olmakla ve korku kaynağı olan “öteki”yi yok etmekle; kurulu düzene boyun eğmekle; hakim beklentilere uygun davranıp, bu beklentileri yaşama yansıtmakla mümkün olduğunu iddia eder.
İktidarlar, yürüttükleri korku politikalarıyla, bireylerin kendilerini yaklaşmakta olan bir felaketin “potansiyel kurbanı” olarak görmelerini sağlayacak bir politik atmosfer yaratmayı hedefler. Bunu, akla değil, insan varoluşunun en zayıf noktalarından birine, korku hissine hitap ederek yaparlar. Kendi egemenliğini sürekli kılabilmek için, topluma yönelik korku politikasını da sürekli kılan iktidarlar, korkuyu üretip yaygınlaştırdıkça, egemenliğini daha da artırır.
İktidarın bireye ve topluma yönelik ürettiği korku, güçlü olan ve mağdur olan ilişkisini de beraberinde getirir. Bu ilişki, iktidar karşısındaki bireyi giderek daha sinik, daha mağdur ve korkularına daha mahkum birine dönüştürür. Birey, sürekli olarak hissettiği korkunun yarattığı paranoya ile kendi dışında bir iktidar tarafından yönetilmeye tamamen açık bir hale gelir, itaatkarlaşır.
Korkunun Örgütlenmesi Toplumsal Paranoya
Korkunun bir dehşet duygusuna dönüşmesi sonucu açığa çıkan panikle başlayan paranoya bireyin yalnızca kendisini ilgilendirirken; topluma yansımasıyla açığa çıkan “toplumsal paranoya” ise toplumun bütününü etkiler.
Nereden, kimden geleceği ya da nasıl olacağı belli olmayan saldırı ihtimali, güvensizlik, gündelik yaşamın rutininin bozulması, giderek toplumda etkisizleşen birey olma hali, statüsünü, işini, konforunu kaybetme korkusu panikletir. İktidarsa bu panik hallerinden faydalanarak kendi çıkarları doğrultusunda toplumu etkileyecek senaryolar üretir. Birey, bu senaryoların kıskacında kontrolünü giderek yitirir.
Yaşadığımız coğrafyada katliamlarla ve bombalı saldırılarla bu panik hali bugün giderek toplumsallaşmakta; toplumsal paranoya gündelik yaşamın rutinine hakim olmaktadır.Bu toplumsal paranoyanın, yaşamlarımızın nasıl bir parçası haline geldiğini anlamak için, birkaç örneğe göz atalım.
Temmuz 2015’te, İstanbul’da bir belediye otobüsünde yolculuk yapan ve sıcaktan terleyen Pakistanlılar canlı bomba zannedilmiş, polis tarafından gözaltına alınmıştı. Aynı yıl, 10 Ekim Ankara Katliamından iki gün sonra, Ankara metrosunda bir kadın “arkadaş canlı bomba” diye bağırarak bir yolcuyu işaret etmiş; yolcu kendisinin canlı bomba olmadığını ispat etmek için ceketinin önünü açsa da, metro içerisindeki arbede engellenememişti.
Geçtiğimiz 10 Aralık’ta Beşiktaş’ta yaşanan patlamadan hemen sonra, Trabzon’da belediye otobüsünde yolculuk yapan tansiyon hastası kadın, kullandığı holter cihazının kabloları sebebiyle canlı bomba zannedildi. Bursa’daysa röntgen çekilen M.O’nun kemer tokasındaki el bombası ve tabanca deseni röntgene yansıyınca, hastaneye polis çağrıldı; canlı bomba sanılan M.O gözaltına alındı.
Ankara’da Rus Büyükelçisi Andrey Karlov’a düzenlenen suikastın ardından, suikastı kimin-nasıl gerçekleştirdiği soruları henüz yanıt bulamamışken; Rusya’nın Türkiye’ye uygulayabileceği yaptırımların senaryosu ve olası bir ekonomik krizin ya da savaşın etkilerinin nasıl olacağının düşünülmesi bile, yalnızca ihtimalleri düşünen toplumda açığa çıkan korkunun ve paniğin bir örneği oldu.
Bu zaman dilimi içerisinde, siyasi ve ekonomik açıdan konuşulmaya başlanan komplo teorileri, bombaların gölgesinde büyüyen toplumsal paranoya halini daha da arttırdı. “Dolar yükseliyor”, “zamlar geliyor”, “ekonomik kriz kapıda” haberleri medyada sıkça dillendirilmeye başladıkça; toplumsal paranoyanın bu kez de ekonomik yansımalarını hissetmeye başladık.
Toplumsal Paranoyadan Beslenen İktidar
Spinoza, “İktidarın kitlelerin kederine ihtiyacı vardır” der. Yaşadığımız coğrafyada korku, özellikle içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde, tıpkı kitlelerin kederi gibi, politikayla çok yakından ilişkili karşımıza çıkıyor. Savaş, bomba, ekonomik kriz, yoksulluk gündelik yaşama tutunmaya çalışan bizler için hayat, kalabalıklardan uzak güvende olduğu sanılan yerler aramakla geçiyor. Dolayısıyla, sosyal ve ekonomik krizlerin karşısında, yaşamımızı koruyabilmenin peşine düşüp, ne hapsedildiğimiz bu kriz hallerini ne de sıkıştırıldığımız “gerçeklik”leri sorgulayabiliyoruz. Büyük paranoyanın içinde; işe, okula ya da eve giderken bir bombanın hedefinde olmamanın kaygısına düşüp; toplumsal paranoyanın asıl kaynaklarından çok uzakta bir yerde, anlık korkuların esiri oluyoruz.
Sosyal alanlardaki “güven” unsuru kaybedildikçe; bunun yerini çatışma, gerginlik, düşmanlık kültürü ve toplumsallaşan paranoyalar alır. Bu durumda ise sürekli bir şeylerin tehdidi altında hissetmek ve gündelik yaşamın rutin döngülerini bile birer tehlike kaynağı olarak görmek söz konusu olur. Paranoyaya hapsolmuş bir toplumda, standart ve ortalama zihinsel kalıpların ötesinde; temeli korku, şüphecilik ve güvensizlik olan bir düşünce ve pratik sistemi işlemeye başlar.
Yaşamlarımızın savaş, bomba-ölüm ya da kriz kıskacında sıkışıp kalmasının; fiziksel ve psikolojik bütünlüğümüzün günden güne yıpranmasının ya da yok olmasının ve içinde bulunduğumuz sosyal-ekonomik koşulların bizi giderek tüketmesinin ana etmenlerinden biri de işte budur; toplumsal tüm alanlarda giderek örgütlenen bu paranoyak hal.
Merve Arkun
The post “Hepimizin Panik (O)HALi” – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin oluşumuna ilişkin kuramlar oluşturulurken, bireyin varlığına ilişkin öngörü ve düşüncelerden de yola çıkılmıştır. Bunların en bilinenlerinden biri Thomas Hobbes’un devletli ilişki biçimini yücelttiği düşünceleridir. Ona göre insanın doğasında kötülük vardır. Devamlı olarak çıkarı peşinde koşan bir varlıktır. Tüm insanları bu özelliğe sahip bireyler olarak düşündüğümüzde, hepsi bireysel çıkarlarını tatmin etmek için sürekli olarak birbiriyle çatışacaktır. Bireylerin birbirine karşı güvensizliğine dayalı böyle bir ortamda kaygıya dayalı bir yaşam hüküm sürecektir. Hobbes işte bu şekilde tasvir ettiği durumu, doğa durumu olarak adlandırır. Bu güvensizlik durumunun aşılması daha üst bir otoritenin oluşması ile ilgilidir. Tüm haklarını devlete devreden insan, ancak devlet aracılığıyla güvende olacaktır.
Geçtiğimiz günlerde, Diyarbakır’da, 17 yaşındaki bir liseli, okuldan eve dönerken elleri kirli ve terli olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Diyarbakır D Tipi Cezaevi’ne gönderildi. “Güvensizlik ve kaygı ortamında”, devletin vatandaşa yönelik bu tarz müdaheleleri tabiki “güvenlik” nedeniyle.
Bugün, devlet varlığının doğası gereği üst otorite olma konumunu kaygısızca kullanmaktadır. Ve tabi yine aynı gereklilikle, bu zora dayalı otoritesi, ezilenlere yönelmektedir. Seçim arefesinde yaşanan, Ankara Katliamı aynı sürecin bir parçasıdır. Devlet, haklı bir gerekçeye ihtiyaç hissetmeden “zor kullanma hakkını” kullanmaktadır. İstisnai haller (vatandaşın güvenliği, terör tehlikesi…) yaratarak gerçekleştirdiği katliamlar artık neden ya da meşruiyet aramaksızın gerçekleşmektedir. Seçimler gibi, devlet iktidarının meşruiyetinin merkezinde olduğu iddia edilen bir süreç dahi, ezilenlere yönelik şiddet sarmalının ortasında vuku bulmaktadır.
Seçim Zorbalıktır!
Seçim gündemine ilişkin Meydan Gazetesi’nin 27. sayısında yaptığımız seçim değerlendirmesinde, seçimlerin kalem kalem hangi araçları kullandığını yazmaya çalışmıştık. Yalancılık, sihirbazlık, hipnoz, illüzyon yaratmak, kandırmaca, hile, manipülasyon ve sürü psikolojisi üzerine kurulan bir seçim pratiğinin hiçbir açıdan bireyin iradesini yansıtamayacağından bahsetmiştik. 1 Kasım’daki seçimler giderek yaklaşırken, seçimler ile ilgili gözden kaçırılmış bir özelliğin bir özeleştirisini vermek gerek. Seçim yukarıda da hatırlattığımız araçların yanı sıra, başlı başına bir zorbalık biçimidir. İçinden geçtiğimiz süreçte yaşanmakta olan devlet zorbalığı da aslında seçim süreçlerinin en önemli özelliklerinden biri olarak son derece somut ve ne yazık ki son derece kanlı bir biçimde karşımızdadır.
Zorbalık yöntemi, her ne kadar genel seçimlerde demokrasi kılıfıyla özenle kapatılmaya çalışılsa da, özellikle yerel seçimlerde kendini belirgin kılmaktadır. Yerel düzeyde ekonomik ve siyasi iktidarı ele geçirme çabası, adayların ya da grupların birbirlerini yok etmesine kadar gitmektedir. Burada bahsedilen gruplar sadece siyasi partiler düzeyinde değil, devletin en ufak yerel organizasyonundan (örneğin muhtarlık) payına düşeni almaya çalışan mafyavari yapılanmalara kadar uzanmaktadır.
Yerel seçimlerde açıktan işleyen zorbalık yönetimini bir kenara bırakırsak, özellikle genel seçimlerdeki demokrasicilik oyunu ile kamufle edilen zorbalık, 7 Haziran seçimlerinden bu yana 1 Kasım’a uzanan süreçte kendini belirgin kılmaya devam etmektedir.
Haziran seçimlerinden istediği meşruiyeti alamayan AKP hükümeti, 7 Haziran’dan önce ağzına pelesenk ettiği “seçilmiş irade” olma durumunu unutup, demokrasicilik oyunu ile kendi yarattıkları konum ve duruma tezat oluşturacak şekilde, 7 Haziran seçimleri yapılmamış gibi davrandı. Seçim illüzyonu ile edilen sözde meşruluğu edinmeden, bizzat AKP hükümetinin kendisi seçimleri manasız kıldı. Yani kendi kurdukları mantıkla “180 derece” ters bir durum yaratmış oldular.
Suruç Bombalaması ile zorbalığa dayanan, meşruluğunu da bu zorbalıktan alan yeni bir politika izlenmeye başlandı. 22 Temmuz’dan bu yana, sokağa çıkma yasaklarından katliamlara varıncaya, devlet zorbalık yöntemiyle, “terörle savaş” adı altında mevcut siyasi pozisyonunu korumaya çalışıyor. 7 Haziran öncesi Tayyip Erdoğan’ın ısrarla her fırsatta dile getirdiği, muhtarları bile bu konumundan dolayı kutsadığı “seçilmiş” olma durumu şimdilerde unutulan bir özellik haline geldi. Aslında devlet tüm araçlarıyla bu konumu vatandaşa unutturma konusunda kararlı. Yakın bir süre öncesinde, “atanmışların” yani valilerin emriyle görevinden alınan “seçilmiş” belediye başkanları durumun düzeyini ve 7 Haziran öncesindeki demokrasicilik oyununu anlamak açısından önemli bir örnek.
İki seçim arasında yaşanan bombalamalarla beraber, devletin katlettiği insan sayısı altı yüzün üstünde. Suruç’ta 33 ve Ankara’da 106 kişi dolaylı ya da doğrudan devlet eliyle katledildi. Sadece Cizre’de yaşanan bir haftanın üstünde süren OHALvari uygulamada katledilenlerin sayısı 22. Bunların arasında 35 günlük bebek de 60’lı yaşlarında insanlar da var. Peki bu durumu nasıl anlamak gerek?
Despotizm, totaliterizm, diktatörlük…
Mevcut hükümetin elinde bulundurduğu siyasal iktidar, farklı zamanlarda farklı isimlerle adlandırıldı. Diktatörlükten faşizme, totaliterizmden monarşiye, padişahlıktan başkanlığa farklı siyasal yönetim ve sistemlerle ilişkilendirildi. Zorbalıktan yola çıktığımızı düşündüğümüzde, bu kavramlaştırmanın da bir siyasal sisteme denk düştüğünü eklemek gerek. Uymak zorunda olunan ne bir anayasa ne de bir hukuk sistemi olan, sadece devlet başındaki kişi ya da grubun istek ve kaprislerine dayanan bu siyasal sistem despotluk olarak tanımlanır. Kelime, Yunanca’da efendi anlamına gelip, hane içinde köle ve hizmetçilere sahip olanlar için de kullanılmıştır. Keza fiili başkan Tayyip Erdoğan’ın, Bizans’tan Prusya’ya farklı tarihlerde farklı coğrafyalarda despot unvanına sahip yöneticilerin uygulamalarına taş çıkaran bir yönetim sergilediğini kabul etmek gerekir.
Öte yandan bu tarz benzetmelerle belki de gözden kaçırdığımız bir durumu dile getirmek gerek. Yazının başlangıcında da vurgulamaya çalıştığımız, bu tartışmanın bir biçim değil öz tartışması olduğudur; devletli sistemin falanca biçiminin diğer biçimlerinden daha az demokratik ya da demokratik olduğunu vurgulayarak bir kıyaslama yapmak değildir. Altı çizilen nokta devletin varoluşunda bu tarz bir öze sahip olduğudur. Daha önce yayınlamış olduğumuz sayılardaki farklı yazılarda, devlet zorbalığının açık bir şekilde ortaya çıktığı “istisnai hallerin” aslında anarşist bir perspektiften yola çıkılarak ortaya koyduğumuz bir yorumdur.
Yaratılmaya Çalışılan Korku
1 Kasım Seçimleri yaklaşırken, devlet, savaşı bir yandan meşru ve demokratik iktidarını kazanmak yani “seçilmiş” iktidar olabilmek için bir seçim propagandası olarak kullanmakta; öte yandan olası “seçilmiş” mertebeyi kazanamama ihtimalini de gözden kaçırmayarak, siyasi iktidarını cebren devam ettirmek için bir yöntem olarak kullanmaktadır.
Seçim propagandası olarak, özellikle Kürdistan coğrafyasındaki uygulamalar sadece katliamlar, operasyonlar, baskı ve şiddet aracılığıyla yıpratma amaçlı olarak kullanılmamakta; teknik açıdan da iktidarını riske sokacak herhangi durumu ortadan kaldırmaya yönelik girişimler olarak da, oy sandıklarının taşınmasından, ilçe bazında seçimlerin iptaline varıncaya sürmektedir.
Mevcut hükümetin aslında geçici olduğu, iktidardaki parti dışındaki tüm partiler tarafından ısrarla vurgulanmakta. Tabi bu sıfat, hükümetin hareket kapasitesinden herhangi bir şey azaltmıyor. Zorbalık uygulamalarıyla, seçim propagandası dışında hedeflenenler, 1 Kasım sonrasını öngörmek açısından önem taşıyor. 7 Haziran seçimleri sonrasındaki gibi, “istisnai” durumlar yaratılarak, devlet iktidarının kendi düzenini sağlamak için zor kullanması normal bir hale getirilmeye çalışılıyor. İki seçim arasındaki süreçte kendi hukuku ve yasalarını askıya alan iktidar, meşruluğunu dayandırdığı demokrasicilik oyununu da askıya almıştır. İşte böyle süreçlerde devlet özüne geri döner; varlığını borçlu olduğu zor kullanımını kendi düzenini kabul ettirmekte kullanır. Bu kabul tamamıyla zor aracılığıyla oluşturulan korkuya dayanır.
Cumhurbaşkanı’ndan geçici hükümetine, kolluk kuvvetlerinden medyasına zorbalık üstüne kurulu bu iç ve dış politika stratejisinin gizlediği bir şey var. İktidar konumunda elde edilmiş ekonomik ve siyasi çıkarların gelecekte yitirileceği korkusu… Bu korku, devleti tüm kurumlarını ve araçlarını kullanarak her şeye saldırmaya itiyor. Anarşist bir yoldaşın söylediği gibi “tarih sahnesinden ayrılmadan önce kendi dünyalarını yıkma”larının korkusu bu. Çünkü korkuları gerçekleştiğinde kendilerini neyin beklediğini biliyorlar. Yine aynı anarşist yoldaşın söylediği gibi, “Faşizmi sonsuza kadar yok etmeye hazırız, hatta cumhuriyetçi hükümete rağmen.”
The post ” Seçim Zorbalıktır ” – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>