The post Hayallerini Sanatla Buluşturan Lorca – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Karadır atları, kapkara/ Nalları kapkara demir/ Pelerinlerinde parıldar/ Mürekkep ve mum lekeleri/ Ağlamak nerede, onlar nerede/ hepsinin de kurşundan beyni/ Yoldan ağır çıkageldiler/ gönülleri cilalı deri./ O çılgınlar, o gececiler/ boğarlar geçtikleri yeri/ Zamk karası bir sessizliğe/ ve bir dehşete kum incesi…”
Yüzlerce insan hep bir ağızdan bu şiiri söylüyor. Granada sokakları bu şiiri söyleyenlerin sesiyle yankılanıyor. Granada sokaklarından ardı sıra kamyonlar geçiyor ve şimdi bu ses o kamyonların içinden geliyor. Bu kamyonlar sadece bu şiiri söyledikleri için ölüme taşıyor insanları. Bir sokak ortasında askerler tarafından kurşuna diziliyor hepsi. “Tüm insanların kardeşiyim. Politikacı değilim ama her gerçek şair gibi devrimciyim. Siyasal sınırlara inanmıyorum” bu sözler, yukarıdaki dizeleri yazan ve o gün orada katledilen Garcia Lorca’ya ait.
Lorca düşüncelerini, hayallerini sanatıyla bütünleştiren bir şair, yazar ve tiyatrocuydu. Önce ailesinin isteklerine başkaldırarak, kendi doğal eğilimlerini gerçekleştirerek başladı yaşamına. Şiirler yazıp okuyor, İspanyol halk şarkılarını piyanoya uyarlıyor, besteler yapıyor, sahnelerde şarkılar söylüyor, resim yapıyor, desenler çiziyordu. Lorca’nın şiirlerini bilir ve okuruz birçoğumuz. Oysa tiyatro onun bütün yaşamında başköşeyi tutar. “Dünyanın yaşamakta olduğu şu dramatik anlarda sanatçı halkıyla gülmeli, halkıyla ağlamalıdır. (…) Ben yoksullarla bütünleşmek istiyorum. İşte o yüzden gelip tiyatronun kapılarına dayandım ve bütün yeteneklerimi de bu sanata adadım” diyor bir söyleşisinde.
Kuklalara yaşam katmanın onun için ayrı bir tadı vardır. Kendi evinde, kukla gösterileri düzenleyip sahneler; dekorları, kuklaların giysilerini, takılarını hep kendisi hazırlar; üstelik kuklaların iplerini de kendisi kullanırdı. 1920’lerdeki birkaç oyun denemesi ve kukla oyunlarından sonra; Fernando’ya başkaldıran Granadalı bir kadının, Mariana Pineda’nın öyküsünü anlatır bize. Dekorlar, kostümlerin çizimi, ressam arkadaşı Salvador Dali’nin eseridir.
“Pervanenin Nazarı Değdi” isimli oyun Lorca’ nın ilk oyunudur. Oyun pek ilgi görmez ama devamı gelir ve bayrak üzerine özgürlükçü sözler söylediği için ölüme mahkûm edilen bir kız için yakılmış türküye bir oyun hazırlar. Çocukken söyledikleri bir türküdür bu ve şiirde olduğu gibi tiyatroda da kalıpları hiçe sayan bir tarzı vardır. Ezilenlerin safındadır Lorca. “Tiyatronun gücü onun toplumsal sorunlara bakış açısıyla ölçülebilir yalnızca” der. Toplumsal sorunları açık açık tiyatro ile anlatmaya çalışır. Lorca için tiyatro, yaşamın bir aynasıdır. “Dona Rosita Bekâr Kalıyor” ya da “Çiçeklerin Dili” isimli oyunlarında hayatın önünde engel, baskı aracı olan gelenekleri eleştirir. “La Zapatero Prodigiosa (Kunduracı Güzeli)”, “El Sacrificio de İfigenia (İfigenia’ nın Kurban Edilişi)” gibi onlarca oyuna imza atar. Lorca yoksullukların, adaletsizliklerin, ataerkinin yaşama etkilerini yazdığı birçok oyunda konu etmiştir. “Kanlı Düğün (Noces de Sang)”, “Yerma”, ve “Bernarda Alba’nın Evi” günümüze kadar etkisini sürdürmüş en önemli oyunlarındandır.
Lorca 1932-1935 arasında tiyatroya gidemeyenlerin kendi düşüncelerine ortak olabilmesi adına gezgin bir tiyatro topluluğu oluşturdu. La Barraca uzak köylere dek gidip oyunlar sergileyecek bir tiyatro topluluğuydu. Dört yıl boyunca Calderon’dan, Cervantes’ten, Molina’dan oyunlar sahnelediler. La Barraca, İspanyol tiyatrosunu gelenekçiliğinden, tutuculuğundan kurtarmak ve halkın toplumsal adaletsizlikleri içselletirmesini sağlamak fikrini sırtına yükleyip yola çıkıyordu.
Lorca hor görülen bir eşcinsel, Faşist Franco diktatörlüğünün karşısında tehdit unsuru bir yazar fakat en önemlisi düşlediklerini eylemekten çekinmeyen cesur bir kişiydi. Bu yüzden kamyon sırtında çıkarıldığı bir yolculuk sonrasında kurşunlanarak katledildi. Lorca’nın mezarı bilinmiyor birçok faili meçhul gibi. Ama 1936’dan bugüne düşledikleriyle, eyledikleriyle, yazdıklarıyla biz Lorca’yı tanıyor ve biliyoruz.
“Ölmüştür ay, ölmüştür ama/dirilecek bahar olunca…”
The post Hayallerini Sanatla Buluşturan Lorca – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Röportaj |Özel Tiyatro İşçileri Eylemde: “Neden Susuyoruz?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>On beş gün boyunca Kadıköy’deki özel sahnelerin/tiyatroların önünde susma eylemi gerçekleştiren ve dün BOA Sahne önünde basın açıklaması yaparak eylemlerine farklı biçimlerde devam edeceklerini açıklayan özel tiyatro işçileri Cenk Dost Verdi, Ulaş Kaya ve Deniz Elmas ile Korona Krizi’ni, tiyatro işçilerinin yaşadıkları sorunları ve bu krizden tiyatrocuların nasıl etkilendiğini konuştuk.
Meydan Gazetesi: On beş gün boyunca özel sahnelerin/tiyatroların önünde eylemdeydiniz. Öncelikle eyleme geçiş sebeplerinizi detaylandırabilir misiniz?
Cenk Dost Verdi: Bugün salgın koşullarında derinleşen sorunların gün yüzüne çıkması sebebiyle tiyatroların içinde bulunduğu durumla ilgili olarak ses çıkarma, dikkat çekme ve dayanışma eylemleri yapılıyor. Fakat çözüme yönelik tiyatro meslek örgütlerince yapılan çalışmalar bürokrasinin kendi diline mahkum olduğu için belli bir sürece yayıldı. Biz Kültür Bakanlığı’nın ideolojik perspektifi sebebiyle bu sürecin hızlı işleyeceğine inanmadığımız için eylemdeyiz. Tiyatro sanatçısı olarak beş aydır işsizim ve böyle devam ederse önümüzdeki sürecin nasıl devam edeceğini seziyorum. Bu sebeple kendi adıma bir şey yapma ihtiyacı duydum. Bunun görünür olması, bunun hayati olduğunu vurgulamak adına böyle bir eyleme kalkıştık. Fakat hala bir muhattabı yok, hem içeriden hem dışarıdan. Bu sebeple eylemlerimiz böyle devam edecek galiba. Çünkü ben hala tiyatrodan hiç bir şey kazanamıyorum. Yine hala tiyatrodan güvencesi olmayan bir sürü arkadaşım hayatlarını ve mesleklerini devam ettirememe noktasında. Hatta bir çok kişi bize şöyle sorular yöneltiyor: “Neden diğerleri de burada değil?”. Çünkü hayatlarını idame ettirmek zorundalar. Ben bunu yapamadığım için buraya geldim. Bir kafede çalıştım. Yorgunluktan artık çalışamaz hale gelip “Noluyor ya, ben bunu daha ne kadar yapacağım?” diyince karar verdim. Ulaş ve Deniz de öyle. Asıl problemi gündelik hayatın idamesi bahanesiyle ötelemekten vazgeçip buraya geldik.
Bir susma eylemi gerçekleştiriyorsunuz. Neden eylem biçimi olarak susmayı, sessizliği tercih ettiniz?
Ulaş Kaya: Ben insanların bu duruma dair bir hassasiyeti oluşacaksa eğer, eylemin türünün o kadar da önemli olmadığını düşünüyorum. Sonuç olarak biz bu gidişata kayıtsız kalmadık. Susuyor olmamız mecburiyetten, teslimiyetten değil. Bu durumun içinde böyle devinip sürekli başka işler yaparak, başka meslekler öğrenmek zorunda kalarak asimile olmak ve kendi işimizden uzaklaşmak istemiyoruz, kendi işimizi yapmak istiyoruz. İnsanlar soruyor: “Niye susuyorsunuz?” Sürekli biçimiyle ilgileniyorlar. İçerik olarak neden yaptığımızla ilgilenmiyorlar. Yani sormuyor neden yapıyorsunuz? Hatta bildiri yazıyoruz, bildiriyi dahi okumadan bunu soruyorlar. Bildirinin içinde bunun, her şeyin cevabı var.
Cenk: Tiyatrocu hayatını konuşarak kazanıyor. Bir şeyler söyleyerek, anlatarak kazanan üç tiyatrocu bir özel tiyatro önüne gelip susuyor. “Neden susuyorlar ki?” diye soranlar var. Bu art niyet demektir. Bu, başını çekemediği hiç bir şeyin içinde bulunmayan kapitalizmin getirdiği o çıkarcı ve bencil bireyin ve bunun getirdiği atıl toplum anlayışının yansımasıdır. Bundan birazcık kurtulmuş bir zihnin üç tane tiyatrocunun on iki saat boyunca bir tiyatro önünde susarak ne anlatmak istediğini anlamaması imkansız. İçinde kocaman bir ironi barındırıyor. İçinde binlerce anlam var. Yani gelin ve kepenkleri kapanmış şu tiyatroya bakarak on iki saat bir susun bakalım. Bu tiyatroyu kışın dolduran binlerce insanı, burada yaşadığınız oyunun anısını, oyundan sonra seyircilerle kurduğunuz sohbetleri, sonra bir de kepenklerin bir daha açılmama ihtimalini bir bütün hale getirip burada on iki saat dursanıza.
Niye susuyoruz? Konunun muhattabını denk almayan, onu masaya oturtmayan her sohbet zaten asıl büyük sessizlik. Biz bunu görünür kılmaya çalışıyoruz. Burada performatif de bir şey var. Çok yakın bir arkadaşım 2 saat oturduğunda, “Napıyorsunuz? Bu çok zormuş” dedi. Bir de on dakikasını bize ayırmayan, “Susarak bir yere varılır mı?” diyen, tam da bu kapitalist düzenin, tam da bu faşizan düzenin bireyde yarattığı etkiyi kusan bakış açısıyla eleştiriliyoruz. “Ne olacak, bir şey mi olacak?” Olacak evet, ben kendi devrimimi yaratmaya çalışıyorum. Deniz kendi devrimine inanıyor. Ulaş da. Ben artık “Bu hal devam etmeyecek.” dedim kendi adıma. “Gidip bir kafede çalışmayacağım.” dedim. Bu köle seviciliğini reddetmezsem başkasının bunu yapmasını eleştiremem. Ben en son, bu köle ahlakını, bu sınıfsal farkları ortaya koyan bir oyun oynadım, adı Joko’nun Doğum Günü idi. Oyundaki karakter daha fazla para kazanmak için “Ben sırtımda insan taşıyacağım” dedi ve benliğini kaybetti. Biz seyirciye bunu söyledik: “Sırtınızda insan taşırsanız benliğinizi kaybedersiniz.” Moda Sahnesi’ndeki arkadaşlar Hamlet’le başka bir şey anlattı. Eğer biz oynadığımız metinlerin içeriğine inanmamış insanlarsak sanatçı olamayız, ancak iki yüzlü oluruz. Ben bu iki yüzlülüğe, kendimdeki bu iki yüzlülüğe son verdim, o yüzden susuyorum.
Deniz Elmas: John Cage’in 4’ 33’’ diye bir tane eseri var ve tamamen sessiz. 4 dakika 33 saniye sessiz ama notaları var, konuşan bir şey bu aslında. Dinliyorsun, görüyorsun, duyuyorsun. Bu da aynı şey. “Neden ki?” “Niye işe yaramıyor ki?” demek yerine mesela gelip bizimle 1 saat sussa zaten bir şekilde dilimizi de anlayacak kendi dilini de bulacak.
Ulaş: Buna zaten bir dil arayışı da dedik. Susuyoruz ama şöyle, sürekli bu içinde bulunduğumuz tahakkümle baş başa kalıyoruz. Bunu hissediyoruz, bunu nasıl çözebileceğimizi düşünüyoruz, “neler yapabiliriz”i düşünüyoruz. Tabii ki sadece susmuyoruz, meseleyi daha iyi anlamak için çabalıyoruz aynı zamanda.
Cenk: Evet kendimize de bir susma, kendimizi de dinliyoruz. Şimdiye kadar ne yaptık, tiyatro seyircisi nerede, arkadaşlarımız nerede? Ben acaba sadece bu meslekten geçinen biri olarak ve artık geçinemezken hayatımı sürdürememek noktasında kendi yakın çevremi ikna edemiyor muyum? Arkadaşlarım, benim tiyatroda sadece oynayıp, alkış alıp, egomu besleyip sonra da evime gidip yattığımı mı zannediyor? Kendime de bir özeleştiri bu. Demek ki en yakın çevrem bile buna inanmış. Tiyatro benim için yaşamsal bir kaynak. Hem maddi hem manevi. Siz manevi kısmına yükleniyorsunuz o zaman demek ki. Burada o zaman benim hayatımla ilgili bir yanlış var. İşte o yanlış, tamamen bu işten para kazanıp hayatımı sürdürmek yerine başka şeyleri bu işin yedeğine koymak yani tiyatroyu bir tali yol olarak görme yanlışı. Hayır, tiyatro benim yaşam kaynağım, çünkü işim. Aman sanattır, bilmem nedir, bu beni ilgilendiren kısmı. Ama toplumu ilgilendiren kısmı şu: Ben bu işi yaparak hayatta kalabilmeliyim. Garsonun garsonluk yaparak hayatta kalması gibi, doktorun doktorluk yaparak hayatta kalması gibi, KHK ile atılan, öğretmenlerin, akademisyenlerin, tekrar öğretmenlik, tekrar akademisyenlik yapma hakları olduğu gibi.
Bir üst boyutu da, kamu kaynaklarından eşit yararlanmak istiyoruz biz. Bu kadar basit. AVM’ler açılsın diye milyonlarca lira hibe ettiler koca koca patronlara. Vestel’de işçiler koronayken hala onları kapattırıp çalıştırmayı biliyorlar. Patronlara destek oluyorlar. Bunu ödenekle yapıyorlar. Ben de diyorum ki o kaynaklar kültür varlıklarına aktarılmak zorunda. “Burası neden kapalı, yazın biz neden burada kurs vermiyoruz?” Hep söylüyorum: Her özel tiyatroyu en azından yazın finanse edebilecek yerel yönetimler yok mu? Kültür Bakanlığı yok mu? Bir tane gösteri için Okçular Vakfı’na aktarılan milyonları biliyoruz. Diyanet’in bütçesi ortada. “Açım” deyip konser yapan sanatçıların boğazda restoran açtıkları ortada. Ben o bütçeden hakkıma düşen parayı almalıyım, alırım da. Susa susa da alırım. Benim en başta buna inanmam lazım, buradaki meşruluğuma, buradaki hakkıma inanmam lazım. “Neden yalnızız?” Bu hakkını bilmeyen, bu hakkını aramaya cesaret etmeyenler yüzünden bugün buradayız. Belki biraz da onlara bir kapı açar, bizim gibi düşünüp harekete geçmemiş olanlarla tanışırız diye buradayız.
Ulaş: Biz, tiyatro kazansın istiyoruz. Özel tiyatroda seyirciye bilet 60-70 liraya satılmak zorunda kalınıyor. Bu durumla karşılaşmak istemiyoruz. İstiyoruz ki biletler 10 liraya satılabilsin. Meslek tanımımız olsa, Ticaret Odası’na bağlı olmasak biz de ekonomik olarak rahatlayacağız. Dolayısıyla “Tiyatroda para yok!” da denilmeyecek. Zaten aslında tiyatroda para bu düzen yüzünden yok.
Cenk: Korsan çocuk tiyatrosu var, geçen hesapladım, neredeyse günlük 1,5 trilyon para dönüyor. Okulları doldur boşalt yapan tiyatrolar var. Demek ki bunlar kaynak. Demek ki bir ekonomi dönüyor burada. Bu ekonomik boyutu da konuşmalıyız. Tiyatroyu ekonomik kaynak olarak görmek istiyorsan ben sana bunu da söyleyeceğim. Ama asla yanaşmıyor. Neden korkuyorsun o zaman? Tiyatronun değiştirip dönüştürücü gücünden mi korkuyorsun? Muhalif olmasından mı korkuyorsun? Tiyatro devleti yıkmaz. Tiyatro devleti sallar. Ve buna ihtiyacınız var.
Korona Krizi’nde devlet kamu tiyatroları ve özel tiyatrolar için nasıl bir politika işletti?
Cenk: Kamu tiyatrolarına ödenek ayrıldığı için Devlet ve Şehir Tiyatroları’nda maaşlar ödeniyor. Ama yeni oyun yapılıp yapılmayacağı belli değil. Muhtemelen onlar da kendi canlarını düşünüp kalabalık işler yapmamaya gayret edecekler. Özel tiyatroların pandemi dönemini atlatabilmesi içinse hiçbir şey yapılmadı. Oysa diğer tarafta koca bir kaynak var. Özel tiyatrolar için geçici bir KDV indirimi ilan edildi, o da zevahiri kurtarmak adına. İndirimi açıklandığı tarihten itibaren başlatıyorlar. Zaten 5 aydır hiçbir şey yapmıyorum. SGK borcu, sahnelere olan kira borcu, borç üstüne borç… Oyunlar yok. Zaten yazın özel tiyatrolar çalışmıyor. Bir de öyle bir açıklama yapıyorlar ki alay etmenin de ötesinde.
Soruya dönersek, pandemi sürecinde tüm sektörlerde olduğu gibi sanat alanında da çok büyük bir vurdumduymazlık var. “Nasıl olacak, neyle geçineceksiniz?” diye soran yok. Meslek örgütleri dayanışma, başka bir ekip yardım kampanyası başlatmaya çalıştı ama bizim şunu görmemiz lazım: Bunlarla olacak mesele değil. O dayanışmalar herkese ulaştırıldığında miktar çok az ve komik bir hale geliyor. Ulaş düşerse ben Ulaş’ı kaldırırım, sen düşersen seni kaldırırım. Ama hepimiz bu çukurun içindeyiz. Diyelim ki herkes birbirinin üstüne basarak çıktı, en alttaki ne olacak? En alttakinin hakkını bile aramak zorundayız. O yüzden sadece birbirimizin üstüne çıkıp anlık rahatlamaya değil krizi derinleştirip çözmeye yönelik de adımlar atmalıyız. Her krizde kapısını kapatan bir Kültür Bakanlığı var. O kapıyı zorlayıp açmak zorundayız.
Özel tiyatro işçileri olarak bu sürecin sonunda elde etmek istediğikleriniz nedir?
Cenk: Aciliyetli olarak yeni bir kültür-sanat politikasının uygulanmasını istiyoruz. Odağı tiyatro olan bir kültür-sanat politikasının, işin ehillerince masada konuşulması gerekiyor. Oyuncular Sendikası, Tiyatro Kooperatifi, Kadıköy Tiyatroları Platformu buna hazır. Kültür Bakanlığı sorunu çözmeye biraz niyet ederse biz o masadan 3-4 günde bütün sorunları, bütün tiyatroları tasnif edip bütün çözüm önerilerini sunmuş olarak kalkarız, sorunu çözeriz.
Eylem süreciniz nasıl devam edecek?
Cenk: Basın açıklamasıyla birlikte bu susma eylemi bitecek. Daha sonrası için başka şeyler planlıyoruz. Günlük hayatımızı idame ettirebilme durumumuza göre şekillenecek biraz. Benim provasının başlama ihtimali olan başka bir işim var. Ama nasıl olacağını bilmiyoruz, bir sürü soru işaretiyle başlıyor. Ama eylemlerimiz sürecek.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Cenk: Ben özellikle meslektaşlarımızdan şunu istiyorum: O kılıcı elimizden bırakalım, sadece eylemeye başlayalım. Kahraman beklemeyelim, kahramanlı tiyatronun bile modası geçti. İçinde yaşadığımız mesleğe olan inancımız zaten bize ne yapmamız gerektiğini fısıldıyor.
Ulaş: Bizim bu süreçte istediğimiz tiyatro yasasının çıkıyor olması, taleplerin karşılanması. İstiyoruz ki gerçekten insanlar özel tiyatroların içinde bulunduğu durumu bilsinler. Bize ticarethane olarak bakmasınlar, 60-70 liralık biletin hesabını bize sormasınlar. Sebebini bilsinler ve bize değil Kültür Bakanlığı’na sorsunlar.
Deniz Elmas: Derdimiz ortak ve bu ortak derdimiz için kuvvetle durmamız gerekiyor. Yılmamamız gerekiyor. Yaşam mücadelesi vermemiz gerekiyor. Bu öfke güzel bir öfke. Bunu iyi lanse etmemiz lazım.
The post Röportaj |Özel Tiyatro İşçileri Eylemde: “Neden Susuyoruz?” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Krizin Faturası Şimdi Patrona: ÖDENMEYECEK ÖDEMİYORUZ – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ezilenlerin yaşamlarının her bir parçası bir hikayenin konusu olarak karşımıza çıkabiliyor. Bazen eşi tarafından şiddet gören bir kadının, bazen düşünceleri nedeniyle tecavüz edilen bir muhalifin, bazen de patron tarafından sömürülen bir işçinin hikayesi bize yaşamın gerçeklerini bir kez daha hatırlatabiliyor. Bu hikayeleri hem anlatan hem de sahneye taşıyan yazarlardan biridir Dario Fo. Yaşadığı dönemin tüm gerçekliklerini oyunlarına konu etmiş, bu gerçekliklerin bizlere ulaşmasını sağlamıştır.
Dario Fo’nun en çok irdelediği ve trajikomik anlatımlarıyla eleştirdiği başlık “Kapitalizm”dir. Özellikle yaşadığı dönemin İtalya’sında yoğunluklu görülen işçi sömürüsü ve buna karşı oluşan işçi örgütlenmeleri ve grevleri onun oyunlarını oldukça etkilemiştir. Bu oyunlarından özellikle konusuyla dikkatimizi çeken bir oyunu vardır: Ödenmeyecek Ödemiyoruz. Bu oyun, zaten kendisi de kriz olan kapitalizmin kriz koşullarında özellikle toplumdaki ezilen kesim olan işçilerin yaşam mücadelesini anlatıyor bize.
Yıl 1974… Petrol krizlerinin yaşanmaya başladığı zamanlar; artan sömürü, artan yolsuzluk ve gelen zamlar… Zenginin zengin kalabilmesi için yoksulun daha da yoksullaştığı zamanlardayız. Hikayemiz böyle bir zamanda, bir süpermarkette başlıyor. Ezilen işçi bir ailenin parçası olan Antonia süpermarkete alışverişe gidiyor. Fakat markete gittiğinde raflardaki ürünlerinin fiyatlarının artık onun alamayacağı kadar pahalı olduğunu görüyor. Bu gerçekle yüzleşen sadece Antonia değil. Bir market dolusu insan, zamlı fiyatlar karşısında ne yapacağını bilemez vaziyetteler. Üç kuruşu zor kazanan bir toplamın bu fiyatlar karşısında ne yapacağını bilememesine şaşmamak gerek. Daha sonra kalabalığın içinden bir ses çıkıyor: “Yetti Artık”! Bu sefer fiyatları biz belirleyeceğiz. Halkın zamlı fiyatları değil, eski etiket fiyatları üzerinden ödemeyi yapacağını bildiriyor. O sırada olaya dahil olan mağaza müdürü ise bunun olamayacağını büyük bir heyecanla ve korkuyla anlatmaya çalışıyor. Fakat yoğun baskı sonucu bir grup insan eski fiyatlar üzerinden ürünleri almaya başlıyorlar. Tam bu sırada marketin yakınında bulunan fabrikanın işçileri geliyor. “Polis gelecek” korkusuyla telaş içerisinde olan insanları gören işçiler birden bağırmaya başlıyorlar. İşte esas hikayemiz tam da burada başlıyor.
“Sakin olun! Bu ne polis korkusu yahu! Aldığınız malların fiyatlarını belirleme hakkını kullanıyorsunuz, doğru olanı yapıyorsunuz! Bu tıpkı bizim grev hakkımız gibi, hatta daha da iyisi, çünkü grevlerin sonunda fatura hep işçiye çıkar, oysa bu eylemde patron da bir fatura ödeyecek! Öyleyse: Ödenmeyecek Ödemiyoruz! Çünkü bu, yıllardır buradan yaptığımız alışverişlerde bizden çaldıklarının karşılığıdır!” İşte bu konuşmadan sonra herkes çığlıklarla bağırdı. Antonia da eşine nasıl anlatacağını bilemeden ve sorgulamadan katıldı bu çığlıklara: “Her şey bedava, Ödemiyoruz”!
Her şeyin bedava olması demek, patronun olmaması, kapitalizmin yok olması demek. Ekmeğe, peynire para verilmemesi demek, devrim demek. İşte bu, kapitalizmin ve onun ortağı devlet için oldukça tehlikeli ve korkutucudur.
Dario Fo’nun oyunu trajikomik anlatımıyla devam eder… Polis ev baskınları yapıyor. Her yerde alarma geçiliyor. (Ç)alınan ürünler her yerde aranıyor. Ayaklanma bastırılmak isteniyor. Halk ürünleri saklamak için her şeyi yaparken diğer tarafsa ürünleri bulmak için her şeyi yapıyor. Sokaklar kalabalık, her yerde çığlıklar, silah sesleri… Elindekini vermek istemeyenler direniyor. Bir çocuk pencerede vuruluyor ve yere düşüyor. Bir kadın elinde av tüfeği direniyor ve hikaye bize son sözünü söylüyor:
“Biz emekçiler biraz alt tabakayız, öylesine alt ki, kıçımız yere yapışıktır. Altında ot biter hareketsizlikten. Ama hatırlatırız, yavaş yavaş önce dizlerimiz üstünde durup, sonra da ayaklarımız üstüne kalkabiliriz. Ey yukarıdakiler! Ve sizi uyarırız: Ayaklarımız üstüne kalkınca da sonuç almasını biliriz! Ama “adaletli” bir sonuç…”
Dario Fo’nun hikayesi böyle bitiyor. Ama anlatılanlar gerçekte yaşanmaya devam ediyor. Kriz sürerken, yaşamlarımız da giderek zorlaşmaya devam ediyor. Kısacası, herkesin var böyle bir hikayesi, peki ya neticesi?
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post Krizin Faturası Şimdi Patrona: ÖDENMEYECEK ÖDEMİYORUZ – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tecavüz- Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Franca Rame bir hikaye anlatıyor bize. Tanıdığımız, çok yakından bildiğimiz bir hikayeyi anlatıyor. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca kadının yaşadığı bir gerçeği anlatıyor. Sadece kadın olduğumuz için her an yaşanabilecek bir olayı oyunlaştırıyor. Bu oyunun adı TECAVÜZ.
Bu oyunda yedi tecavüzcü var. Dört erkek, bir doktor, bir polis, bir yargıç. Ve tecavüze uğrayan bir kadın. Kadın bir sandalyenin üzerinde oturuyor.
doktor: küçük hanım ya da bayan; tecavüz süresince sadece acı mı duydunuz yoksa bir çeşit tad aldınız mı? yani bir tür tatmin?
polis: böyle bir sürü erkekle, sanırım 4 kişi, hep beraber, böylesi sert bir tutkuyla, onlardan hoşlanıp onları umutlandırmadınız mı yani?
yargıç: hep pasif miydiniz yoksa bir noktada olaya katıldınız mı?
doktor: tahrik oldunuz mu? kaç kez?
karşı taraf avukatı: ıslandınız mı?
yargıç: sizin ağlayıp inlemeleriniz, tabii acı çektiğiniz için, ama acaba bir çeşit boşalmanın etkisiyle diye düşünülebilir mi?
polis: boşaldınız mı?
doktor: orgazm oldunuz mu?
avukat: evetse kaç kez?
Oyunda bu tipler canlandırılarak tecavüze uğrayan bir kadının başvuracağı makamların zihniyeti deşifre ediliyor. Yukarıdaki sorular bugün dahi tecavüze uğrayan birçok kadının -iğrenç bir biçimde- maruz kaldığı sorular.
Oyunda bütün gerçeklikleriyle bir tecavüz resmediliyor. 4 erkek vahşice kadına tecavüz ediyor. Kadın tecavüzü yaşadığı mekanı, koşulları, tecavüzcü erkekleri, tecavüz anlarını tüm ayrıntılarıyla anlatıyor. Okudukça yüzümüzdeki ifade değişiyor. Duygularımız tanımlaması zor bir hale geliyor. O anı yaşıyor gibi hissediyoruz. Anlatan kadın ve anlatırkenki cesareti bizi hayret içinde bırakıyor. Nefret ediyoruz bunu yapanlardan, içimizde büyük bir öfke beliriyor. Kadının anlatışında hiçbir çaresizlik görmüyoruz. Kadın aksine özgüvenli, gözlerinden yaş süzülüyor fakat dik duruyor. Sandalyede oturan o küçücük kadın anlattıkça, kocaman bir “dev”e dönüşüyor. Şimdi bu kocaman kadını bir tanıyalım.
1970’li yılların İtalya’sındayız. Kadın karakterimiz bu yıllarda devrimci mücadelenin içerisinde yer alıyor. Ezilen işçilerle beraber sokaklara çıkıyor, kadın mücadelesinin tamamiyle içinde yer alıyor. Bu nedenle tutuklanıyor, tutukluyken işkence görüyor. Serbest bırakılmasının ardından 9 Mart 1973 günü, yani 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nden bir gün sonra 5 faşist erkek tarafından kaçırılıyor. Bir karavana hapsedilip işkence görüyor. Türlü işkencenin ardından 5 erkeğin aynı anda tecavüzüne uğruyor. Ardından karanlıkta bir parka atılıyor.
Anlatılanlar oyun değildi aslında. Anlatılanlar tamamen gerçekti. Tecavüze uğrayan kadın ise bu gerçeği oyunlaştıran “kocaman” kadın Franca Rame idi. Şöyle söylüyor Franca: “Olaydan sonra eve döndüğümde kaçırıldığımı ve dayak yediğimi söyledim. Tüm olanları anlatamadım, susuyordum. Dario ile beraberken de… Evdekiler ne olduğunu anlamıştı ama sormaya ve cevabı duymaya cesaretleri yoktu. İçimde hep o şey vardı. İçimi kemiren o anı. Psikiyatriste gitmek istemedim, kimseyle konuşmak, kimseye anlatmak istemiyordum. Sonra bir gün oturdum ve yazmaya koyuldum. Cinsel tecavüz yasası tartışılmaya başlandığında, artık yazdığım oyunu oynamam gerektiğini farkettim. Oyunu prova edemiyordum. Bir kaç replik sonrası ağlama krizine tutuluyordum. İlk gösteri Pisa’da olmuştu. Uyanış’ı bitirmiştim. Sahnede tek bir sandalye vardı. Sahneye hiçbir şey söylemeden girdim ve oyunu neredeyse tek nefeste sonuna kadar oynadım. Oyunu tüyler ürpertmek için değil, olayı yansıtıp bu “şeyi” yaşamış diğer kadınlara yardım etmek ve yüreklendirmek için oynadım.”
Oyunu okuyalım. Anlatılanları yaşarcasına hissedelim. Bu olayı yaşayan diğer kadınları yüreklendirmek için her defasında yeniden yaşamak pahasına tecavüzü oyunlaştıran ve oynayan kocaman yürekli, cesur kadına Franca’ya teşekkür edelim.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Tecavüz- Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Taşkışla Sahnesiz-Röportaj appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İTÜ Taşkışla Kampüsü’nde, 11 yıldır bütün baskılara rağmen bir kulüp olarak varlığını sürdüren Taşkışla Sahnesi ile okul içinde dağıtılan “Müzik Haramdır” bildirilerinin ardından başlayan ve kapatılma tehdidine kadar varan süreci konuştuk.
Meydan Gazetesi: Merhaba arkadaşlar, Taşkışla Sahnesi ile nasıl tanıştınız? Ne kadar zamandır birlikte tiyatro yapıyorsunuz?
Cansu: 2010’da İTÜ’de peyzaj mimarlığına girdim. 2012 senesinde Taşkışla Sahnesi’nde tiyatro yapmaya başladım. Bu sene Taşkışla’da 6. yılım ama 2 sene önce İTÜ’yü bırakıp bölüm değiştirdim. İstanbul Üniversitesi’nde Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümüne geçtim. Taşkışla’da ise tiyatro yapmayı sürdürdüm.
Merve: Ben Boğaziçi üniversitesindeyim. Sakıp Sabancı Anadolu Lisesi’nde okurken Taşkışla Sahnesi’ni takip ediyordum, oyunlarını izliyordum. Üniversiteye geçtiğimde orada tiyatro yapmaya karar verdim. Taşkışla’da 2 yıldır tiyatro yapmayı sürdürüyorum.
Şu sıralar topluluğunuzun kapatılması gündemde fakat 2008 yılında da Taşkışla’nın böyle bir süreci oldu. Biraz bunlardan bahsedebilir misiniz?
Cansu: Taşkışla sahnesi 11 yıl önce kurulan bir kulüp. Sanat Tarihi bölümündeki hocaların da desteğiyle kuruldu. O dönemde sahnesi ve kulüp odası yoktu. Konuyla ilgili hep yönetimden biriyle iletişime geçmeye çalıştı. Her zamanki gibi oyalandı, geçiştirildi. Taşkışla sahnesi o sene mimarlık fakültesini anlatan, kendi yazdıkları bir oyun oynadı. Sahnesi olmadığı için proje sınıflarına girip sıraların üzerini, boş koridorları kullanarak kendi derdini anlatmaya çalıştı. Bir yandan yazarların oyunlarını oynadı ama fakülteyle olan bağını koparmayıp o fakültede yaşananları gündem etmeye çalıştı. Bu çabalarından sonra, Taşkışla bir oda kazandı. Bir yandan da bir sahnemiz olabilir mi diye düşündük. 8 yıl böyle geçti diyebilirim. Habitat holünde izinli bir şekilde çalışıyorduk. Bir sabah gittik cam sınıflar yapılmış. Bizde dekanlığa çıktık “Bize neden sormadınız?” dedik. Dekan, buna içerlendi ve “Size neden soracağım” dedi. Biz de o günden sonra eylemliliklerimizi arttırdık. Fakat bu bize bir kazanım getirmedi. Elimizden orası da gitti. Biz de 2. kattaki bir sınıfta prova almaya başladık ve bugüne kadar orada prova yapmaya devam ettik.
Merve: Bu sene, okuldaki mescit küçük geldiği için kulüp odasıyla birleştirmek gerektiğini, odamızı bu nedenle boşalttıklarını söylediler. Sonra da dediler ki “Dışarıda bir konteynır var, onu alabilirsiniz.” Konteynırın verilmesini beklerken bu olay oldu, okulun içerisinde “Müzik haramdır” bildirileri dağıtıldı.
Müzik haramdır bildirileri dağıtıldıktan sonra nasıl bir tepkiye yol açtı?
Merve: İlk tepki İTÜ Konservatuar öğrencilerinden geldi. Sonrasında biz de Taşkışla Kampüsü’nde olanlar müzik yapalım diye düşünerek Ortabahçe’de müzik yaptık. Bu eylemi yaptık –bu arada eylemi İTÜ’lü öğrenciler olarak yaptık ama Taşkışla Sahnesi’nden olanların çoğunluğu vardı- sonrasındaki hafta yeniden çağrısıyla, fotoğraf/ videolarını çekip sosyal medyaya yükledik. Ardından bizi dekan ve yardımcısı çağırdı, “Yanlış beyan var, okulun içinde böyle bir bildiri dağıtılmadı, bu bildiri Ayazağa metrosunda dağıtıldı. Okulda lokum dağıtıldı, bunu düzeltin, izinsiz etkinlik ve eylem yapamazsınız, keşke izin alsaydınız” dedi, sanki izin istesek verecekmiş gibi. “Bakın size yer veriyoruz bunu unutmayın, dışarıdan gelen üyeleriniz var bakın…” şeklinde, yapılan eylemler gerekçesiyle tehdit edildik.
Aslında bir yıldırma politikası ile karşı karşıyasınız. Süreç nasıl devam etti?
Merve: Biz müzik yapmayı sürdürdük, güvenlikler fotoğrafımızı çektiler. İTÜ öğrencisi olan iki kişi fotoğraf çekilmesine tepki gösterince, bu iki arkadaş ve güvenlik arasında gerilim oldu. Bizim dışarıdan gelen üyelerimiz de oradaydı, kimse yoktu diyemeyiz, dememize gerek de yok. Taşkışla Sahnesi üyeleri olarak gerilimi yatıştırmaya çalışmamıza rağmen dekanlık, bize “Siz İTÜ’de karışıklık çıkarıyorsunuz, aranızda Taşkışla’nın adını kirletenler var. Bu şekilde devam edemezsiniz” dedi.
Cansu: Dönem arası bitince dekanlık bize bir liste göstererek kesin talimat geldiğini, İTÜ’lü olmayan beş kişinin bundan sonra Taşkışla’ya gelemeyeceğini söyledi. Biz de bu isimler nasıl bir hukuki süreçle dekanlığa gitmiş diye araştırdık. Önce “Aranızda Taşkışla’nın ismini kirletenler var, dışarıdan gelenleri almayacağız” sonra “Dışarıdan gelen üyeleriniz amaçları dışında bir faaliyette bulunarak eylem yapmışlar, dışarıdan öğrenci almayacağız” dediler. Biz amaç dışı faaliyet “müzik yapmak mı?” deyince “Dışarıdan gelen iki kişi eylemde güvenlikle tartışmada bulunmuş, bu yüzden girişlerine izin verilmeyecek” dediler. Yalnız o iki arkadaşımızın kim olduğunu biliyoruz, eyleme destek için gelen İTÜ’lü öğrenciler ayrıca bizim gruptan değiller. Taşkışla’ya normalde saat 17.00’den sonra herkes ziyarete gelebilir ancak biz “Siz tiyatroculardansınız” denilerek içeri alınmıyoruz.
Bu süreçte çok güzel bir dayanışmayı örüldü, farklı tiyatro toplulukları ve pek çok kişi Taşkışla ile dayanışma gösterdi. En son Taşkışla binasının önünde bir eylem gerçekleşti. Bu sizde nasıl bir motivasyon yarattı?
Cansu: Tüm bu süreç demotive edici. Tiyatro yapmak ve bunu Taşkışla’da yapmak istiyorum. Ama şu an bunu yapamıyorum. Böyle bir süreçte iletişim kurduğumuz tüm grupların desteğini almak, biz de bu sorunları yaşıyoruz diyerek dayanışma göstermesi bizi çok mutlu etti. Sorunumuzu duyurabilmenin ve dert ortakları olmamızın çok olumlu etkilerinin olduğunu düşünüyorum.
Merve: Taşkışla kapatılıyor olsa da aslında Taşkışla sahnesi şimdi açılıyor. Bunlar oyun dönemine girerken ilk kez yaşadığımız şeyler değil. Şimdi oyun çalışıyor olmamız gerekiyordu. Bunun kaygısını taşırken, okul zaten bizi desteklemiyorken, mekan ve bütçe vermiyorken bir de bu gelişmeler olunca gerçekten demotive oluyoruz. İTÜ Diyalektik, Cinsarı, Sosyal Bilimler gibi toplulukların da etkinliklerine izin verilmiyor, onlar da bürokrasiyle oyalanıyor. Bir araya gelip konuştuk, ne yapabileceğimizi düşünüyoruz. Üniversiteler arası bir etki de oldu, dayanışma videoları çekildi. Bir yandan burukluk var ama mücadele, yalnız olmadığımızı hissettirdiği için motive edici.
Peki siz nasıl devam edeceksiniz? Belki baskının boyutu değişecek ama bu hep karşınıza çıkacak bir şey sonuçta. Hangi oyuna hazırlanıyordunuz, nasıl prova yapıyorsunuz?
Taşkışla: Bu yıl faşizmin konu edildiği Bindermann ve Kundakçılar oyununu çalışıyorduk. Güzel denk geldi diyebiliriz. Kadıköy Theatron, 26A Atölye, Cerrahpaşa sahnesi mekansal açıdan destek veriyorlar. Biz şuan dayanıştığımız diğer kulüplerle toplantılar alıyor, sıkıntılarımızı paylaşıyoruz. Aslında güzel bir örgütlülük işliyor bu süreçte. Önümüzdeki günlerde açık prova alacağız, tabi dışarıdan katılım olamayacak ama İTÜ’nün kendi öğrencileriyle dertlerimizi, sıkıntılarımızı bu şekilde paylaşmayı sürdüreceğiz, son olarak ne olursa olsun, oyunu da çıkaracağız.
Meydan Gazetesi olarak teşekkür ediyoruz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 44. sayısında yayınlanmıştır.
The post Taşkışla Sahnesiz-Röportaj appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sadece Diktatör Kocaeli’de de Yasaklandı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Kocaeli’nin İzmit İlçesi’nde Kaymakam Ersin Emiroğlu tarafından oyunun yönetmeni Caner Erdem’e gönderilen tebligatta, OHAL’e dayanılarak Kocaeli Valiliği Afrin saldırısı süresince il genelinde kamuya açık alanlarda basın açıklaması, oturma eylemi, açlık grevi, anma toplantısı, konser, şenlik, şölen gibi toplu etkinliklerin izne tabi olduğu belirtildi.
Tebligatta, daha önce Artvin Valiliği’nin aldığı karar hatırlatılarak, “Sadece Diktatör” oyununun “toplumsal infiale neden olabileceği” bahanesiyle yasaklandığı belirtildi.
The post Sadece Diktatör Kocaeli’de de Yasaklandı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Oyuncular Sendikası Başkanı Sus Pus appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İlk başta Artvin’de daha sonra da Kadıköy’de tüm açık ve kapalı alanlarda yasaklanan ‘Sadece Diktatör’ isimli tiyatro oyunu, ardından Ankara’da süresiz bir şekilde yasaklandı.
Ankara Valiliği, Onur Orhan’ın yazdığı, Caner Erdem’in yönettiği ve Barış Atay’ın sahnelediği ‘Sadece Diktatör’ oyunu, süresiz olarak yasakladı. Valilik kararında, yasaklamaya gerekçe olarak ‘huzur ve güvenliğin sağlanması’ gösterildi.
Yasaklanan tiyatro Oyunun oyuncusu Barış Atay, yasaklara karşı her hangi bir açıklama yapmayan Oyuncular Sendikası başkanı Demet Akbağ’a ”Bugün; Ankara valiliği, oynadığım oyunu yasakladı.Onunla yetinmedi, Ankara sınırları içerisinde, benim içinde olduğum, sinema, sinevizyon, sergi, söyleşi vb her şeyi süresiz yasakladı. Kurucu üyelerinden biri olduğum sendikanın başkanısınız ya! Haberdar olmak istersiniz…” ifadelerini kullandı.
The post Oyuncular Sendikası Başkanı Sus Pus appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tiyatro Direnişte- Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Sanat her alanında özgünlüğü ve sınırsızlığı barındırır. Fakat iktidar, yönlendirebildiği ve yönettiği sanatı sever; sevmediğini sansürler, yasaklar. Tiyatro da devlet tarafından oldukça fazla sansürlenmiş ve yasaklanmıştır. Devlet Tiyatroları’ndaki sansür, geçtiğimiz yıllarda sıkça gündem olmuştu. Yaşadığımız coğrafyada (özellikle son 10 yıllık süreçte) birçok tiyatro mekanı kapatılmış, birçok oyun ise sansürle karşı karşıya kalmıştır. Fakat genel olarak uygulanan bu baskı, alternatif tiyatro anlayışlarını üretmiş; daha fazla tiyatro mekanları ve topluluklarının oluşmasını sağlamıştır. Bu durumu tiyatronun kendi özgürlüğünü, özgünlüğünü ve sınırsızlığını barındırma çabası olarak yorumlayabiliriz.
“Tiyatro, insan doğasının keşfinin törensel bir eylemidir. Tiyatro, bir kışkırtma alanı ve dolayısıyla, oyuncu için de kendine ve başkalarına meydan okunan bir yerdir.”
Baskı dönemlerinde düşünmenin ve eylemenin kendisi direnişe dönüşür. Çünkü düşünmek aslında beni ben, bizi biz yapan en önemli durumdur. İnsanı var eden şeydir düşünmek. Direniş ise -her ne olursa olsun- düşündüklerini eyleyebilme ısrarıdır. Düşündüklerimizi eylemenin en güzelini sokaklarda yaşarız. Sanatın direnişe dönüştüğü en güzel yerdir sokaklar. Fakat direnişimizin vuku bulduğu yerler sadece sokaklar değildir. Üniversiteler, iş yerleri, sinema perdeleri, tiyatro sahneleri de direniş alanımız olabilir. Gözümüz, kulağımız, ağzımız, ağzımızdan çıkan binlerce söz, her şeye rağmen düşünebildiğimizin, düşündürebildiğimizin ve eyleyebildiğimizin kanıtı olurlar.
Tiyatro baskıya, zorbalığa, iktidara karşı bir direnişe; sahnede söylenen her söz de seyirciyle kurulan ilişkide propagandaya dönüşür.
“Tiyatro mekan ve oyunlarını denetlemek, bunların açılma ve kapanma zamanını tayin etmek, sınırlamak, gerektiğinde kapatmak ve bu yerleri olağanüstü halin icaplarına göre kullanmak…”
Yukarıda yazan madde, OHAL’de keyfi şekilde gerçekleştirilebilecek uygulamalardan sadece bir tanesi. Bütün bunlara rağmen, tiyatro OHAL kıskacında iki yıldır varlığını sürdürmeye devam ediyor. Yasakların, sansürlerin, her türlü baskının arasından sıyrılmayı başarıyor.
Yaşadığımız coğrafyada sadece Aralık ayında en az 1000 tane tiyatro oyunu seyirciyle buluşmuş. İstatistiki verilere göre, bilinen 6 milyon 16 bin 762 tiyatro seyircisi bulunuyor. Bu tiyatrolardan bazılarını, bir zamanlar devlet tiyatrolarında sansürlenen yazarların ve zamanı geldiğinde sansürlenecek yazarların oyunları oluşturuyor. Her bir kitap bir oyun, her bir oyun onlarca oyuncu ve en nihayetinde bunların hepsi yüzlerce, binlerce, milyonlarca seyirci demek oluyor. Ve bu istatistiklere girmeyen, giremeyen daha birçok oyun ve seyircisi var. Bilinen bu rakamlar bile içimizi açıyor, yüzlerimizi güldürüyor. Tiyatro mekanlarıyla, sahnesiyle, oyuncusuyla, seyircisiyle ve en önemlisi düşüncesini eylemesiyle; kapatılmalarla, yasaklamalarla, sansürle karşı karşıya olmasına rağmen var olmaya devam ediyor. Unutmamak gerekir ki tiyatro meydanlarda, sokaklarda doğmuştur; enerjisini ve direngenliğini de doğduğu yerden alır.
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 42. sayısında yayınlanmıştır.
The post Tiyatro Direnişte- Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Sistemin Çirkinleştirdikleri – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Korkulan ya da ürkülen” anlamına gelen “çirkin” kelimesinin kökeni Orta Çağ dili eski Norsça’ya aittir. “Çirkin” kelimesi günümüze kadar pek çok kelimeyle ilişkilendirilmiş ve geride canavarca, deforme, ucube, dejenere, engelli gibi anlamlar bırakmıştır. Çirkinliğin hikayelenmiş tarihi; kadınları “deforme” erkekler olarak tanımlayan Aristoteles, cadıdan güzele dönüşenlerin anlatıldığı Orta Çağ hikayeleri, 18. yüzyıl karikatürleri ve 19. yüzyıl “ucube” şovları gibi pek çok kaynağa kadar uzanır. Çirkinlik uzun zamandır estetiğe ve beğeniye meydan okumuştur, güzel ve değerli olmanın anlamını karmaşıklaştırmıştır.
19. yüzyılda, yüzünde ve vücudunda aşırı tüylenme olan Meksikalı Julia Pastrana “Dünyanın En Çirkin Kadını” olarak “ucube” gösterilerinin afişlerinde yer aldı. Avrupa’ya getirilip Viktoryan kurallarına uygun şekilde performanslar sergiledi: Şarkı söyledi, dans etti, yabancı dillerde konuştu, halka açık bir şekilde tıbbi muayenelere tabii tutuldu. Hem yaşarken hem de ölümünden sonra “çirkin” olarak adlandırıldı.
Her değişen zamanda değişmeyen bir şey vardır. Bu şey nasıl göründüğüdür. İçinde yaşadığımız sistem nasıl göründüğümüzle oldukça ilgilidir. Bu sistemin belli güzellik sınırlamaları vardır. Bu sınırların altında kalıyorsan bir ucube, bir çirkinsindir. Alman yazar Marius Von Mayenburg, 2007 yılında kaleme aldığı “Çirkin” isimli oyunda kapitalist sistemin içerisindeki insanın, güzellik algısıyla savaşını anlatmaktadır.
“Çok Çirkinsin, Bu Suratla Hiç Bir Şey Satamazsın”
Lette, geliştirdiği yeni projesinin sunumuna hazırlanırken, “direktör”ü Scheffler, sözü edilen sunumu, konuyla ilgili hiçbir niteliği olmayan yardımcısı Karlmann’a veriyor. Lette, “Direktör”e bunun nedenini sorduğunda aldığı yanıt: “Çok çirkinsin, sen bu suratla hiçbir şey satamazsın” oluyor. Fiziksel görünüşünün, uluslararası başarısının önüne geçebileceğini aklının ucundan bile geçirmeyen Lette, kendisini ne kadar çirkin olabileceği konusunda inandırmak istiyor. Karısı Fanny’nin yanında soluğu alan Lette, ona ne kadar çirkin olduğunu soruyor. Ve karısının evlendiğinden beri onun yüzüne bakamadığını ve sadece sol gözüne baktığını öğreniyor. Ardından aynanın karşısında geçirdiği uzunca zamanın ardından “son derece çirkin olduğuna” ikna olup estetik cerrahına gidiyor.
Lette, geçirdiği operasyonla bakanın gözünü alamadığı yakışıklılıkta biri oluveriyor. Kariyeri, karısı ile olan ilişkileri, sosyal yaşamı operasyon sonucunda tamamen değişiyor. Lette, güzelliğine erişilebilmek için herkesin pek çok şeyi feda edebileceği bir kişiye dönüşüyor.
Lette’de değişen sadece dış görünüşü olmuyor, karakteri de bir o kadar değişmeye başlıyor. Karısından başka bir kadına bakmayan Lette, operasyon sonucunda üçü-beşi aşan sevgilileriyle Fanny’i aldatıyor ve bu durumun -hala onunla olmak istiyorsa- karısı tarafından kabullenilmesini istiyor. Böylelikle Lette efsanesi başlıyor.
“Bu Yüz Senin Değil”
“Çirkin” olan herkes Lette’nin doktoruna gidiyor ve onda olan “güzel şeye” sahip olmak istiyor. Lette, yeni başladığı güzel gününde ilginç bir şekilde kendisi ile karşılaşıyor. Bunun şaşkınlığının etkisinden kurtulmamışken bir, iki, üç, dört … her yerde bir Lette görüyor. Lette soluğu doktorunun yanında alıyor. Doktordan bu olanlar konusunda hesap soruyor. Lette’yi ciddiye almayan doktor, ona kızarak “O yüz benim. Onu ben yaptım” diyor. Lette’nin artık bir farkı kalmıyor. Eski yüzü onu daha farklı kılmışsa da, artık eskiye dönüşü de onun için imkansız oluyor.
Mayenburg’un bu kara komedisinin konusu Lette’de vücut buldu. Peki bu oyun bir hayalden ya da yaşamdan çok uzak birinden, bir şeyden mi bahsediyor?
Aslında bahsettikleri bize çok yakın. Sokakta, iş yerlerinde, televizyonlarda hemen yanı başımızda. Anlatılan bazen bizzat gördüğümüz, bazen gazetelerden okuduğumuz, bazen de televizyonlarda anlamsız bir şaşkınlıkla izlediğimiz. Bunlar; kepçe kulaklarını japon yapıştırıcısıyla yapıştırmak, kavisli olan burnunu duvara kafa atarak kırıp ardından estetik olmak, fazla yağlarından kurtulmak adına hasta olup yaşamdan olmak…
Aslında bunlar bize çirkinliğin insanda değil, güzellik algısını yaratan ve bu algı uğruna insanların yaşamlarından olmasına neden olan “ucube” sistemin kendinde olduğunu göstermez mi? Ne dersiniz?
Didem Deniz Erbak
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 41. sayısında yayınlanmıştır.
The post Sistemin Çirkinleştirdikleri – Didem Deniz Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Rusya’da Bomba Paniği (Güncelleniyor) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz Ekim ayında da yaklaşık 130 sahte bomba ihbarı yüzünden yaklaşık 100 bin kişi tahliye edilmişti
Tiyatrodan şimdiye kadar en az 700 kişinin tahliye edildiği söyleniyor.
18.20: Moskova’da ki Fakel Sineması ve Metropol Oteli tamamen tahliye edildi.Bölgeden toplam 2 bin 800 kişi tahliye edilmiş oldu.
The post Rusya’da Bomba Paniği (Güncelleniyor) appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Kayyıma Rağmen 5. Amed Tiyatro Festivali Başlıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şimdiye kadar 4’ü Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen, Amed Tiyatro Festivali, bu yıl, belediyeye atanan kayyımın Şehir Tiyatrosu’nu kapatması üzerine kurulan özel “Amed Şehir Tiyatrosu” tarafından 5. kez düzenleniyor.
İran’ın Urmiye, İstanbul, İzmir, Van ve Batman’dan gelecek tiyatro gruplarının toplam 16 oyun sahneleyeceği festival 11-21 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek.
The post Kayyıma Rağmen 5. Amed Tiyatro Festivali Başlıyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Aristofanes’in ‘Kuşlar’ının Devletle Değişen Dünyası – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Semaver Kumpanya’nın uyarlamasını yaptığı Aristofanes’in “Kuşlar” oyununda, devletsiz yaşayan kuşların dünyasına, devletli bir dünyadan gelen insanların, devleti uygulamaya çalışmasıyla kuşların dünyası sarpa sarıyor, alt üst oluyor.
Oyunun sahnelendiği tarihlerde Kürdistan’ın bazı ilçelerinde devlet işgali başlamış ve ilçelerin duvarlarına “Devlet Geldi” yazılamaları yapılmıştı. Kürtlerin devletsiz dünyasına devletin insanları girmiş, sadece yazılamalarla değil; yasakla, yıkımla, savaşla bu devletsiz dünyaya devleti getirmek istemişti. Fakat o kadar kolay mı birkaç yazılamayla, silahlarla, yıkımlarla, “Devlet Geldi” demek? İyi bilinmeli ki, halklar için devlet hep direniş demek.
Her oyunuyla seyircide iyi bir gülüş, düşünüş ve yorum bırakan Semaver Kumpanya’dan izlemiştim Aristofanes’in “Kuşlar” isimli oyununu. Aristofanes, Antik Yunan’da yaşamış en iyi komedya yazarlarından biridir. Oyunlarında kadın-erkek ilişkileri, barış ve iktidara yergi temalarını işler. Gelelim bu oyunlardan bir tanesi olan Kuşlar oyununa.
Aristofanes’in Kuşlar’ı 414 yılında Dionysia Şenliği’nde sahnelenmiş ve ikincilik almış bir oyundur. Oyunun oynandığı dönemde Atina, çok para harcayarak yeni bir donanma inşa etmiş ve 415’te Sicilya Seferi’ne çıkmıştır. Ancak sefer öncesinde şehirdeki tanrı heykellerinin tahrip edilmesi batıl inançları artırmış ve uğursuzluk olarak anılan bu olaydan sonra Atina’da insan avı başlamıştı. Birçok düşünür, bu olaya karıştığı şüphesiyle işkence gördü ve öldürüldü. Hatta seferdeki Alkibiades bile mahkeme için geri çağrıldı. Aristofanes’in zamanın olayları hakkında bir oyun yazmaktan çekindiği ve ideal bir düzen hayal ettiği bir ütopya kurduğu düşünülüyor.
Kuşlar’da da bireylere saldırı öteki komedyalarda olduğu kadar serttir, böyle olduğuna göre bu komedya ile diğerleri arasındaki farklılığı başka yönlerde aramalıyız. Kuşlar’da Aristofanes’in tutum ve davranışı değişmiştir. Taşkın hayal gücünü, bir zamanlar yalnız gerçeğin açığa vurulması, daha doğrusu gerçeğin değiştirilmesi uğruna kullanan şair artık savaştan bıkmış, yapıcılıktan yorulmuş gibidir. Kendi hayalinde yaşattığı bir ülkeyi öyle alacalı renklerle canlandırır ki, yurttaşları imrensin ve bunu gerçekleştirme isteği duysunlar.
Kuşlar bir hayal dünyasında geçer. İki Atinalı; Güvendost ile Umutlugil ömürlerini mahkemelerde geçiren Atinalılardan bıkmışlardır. Kavgasız, rahat bir hayat sürecekleri bir yer aramaya çıkarlar. İki kuşun peşine takılarak bir koruluğa varırlar. Burada, eskiden insanken sonradan hüthüt kuşu olan kuşlar kralı Tereus oturmaktadır. İki arkadaş Tereus’a bundan böyle kuşlarla yaşamaya karar verdiklerini söylerler. Güvendost, Zeus gökler krallığını ele geçirmeden önce egemenliğin kuşların elinde olduğunu söyler. Kuşlar, şimdi de yeryüzü ile gökyüzü arasında büyük bir şehir kurmalıdırlar, böylece de insanlarla tanrılar arasında alışverişi önlemeli ve Olimpos tanrılarının yerine geçmelidirler. Yeni şehir kurmak için hazırlıklara başlanır. Şehre bir isim aranır ve Havakukuşya adı verilir.
Daha sonra şehre şarlatanlar, jurnalciler gibi bir sürü davetsiz misafir gelir ama hepsi kovulur. Bu insanlar Güvendost’un Atina’da görmekten bıktığı insanlardır. Havakukuşya kurulalı beri, insanların tanrılara kestikleri kurbanların koku ve dumanları artık göklere yükselmez olmuştur, bu yüzden tanrılar aç kalmışlardır. Zeus’un gönderdiği heyet birazdan gelecektir. Prometheus, Güvendost’a tanrılarla ancak şu şartlar altında anlaşmasını salık verir; tanrılar egemenliği kuşlara bırakmalı ve krallık Güvendost’a eş olarak verilmelidir.
Poseidon, Herakles ve Triballos adlı yabancı bir tanrıdan meydana gelen bir heyet gelir. Güvendost, Herakles’in oburluğundan ve Triballos’un aptallığından faydalanarak istediğini elde eder. Taç giyip krallıkla evlenir.
Yavuz Pekman’ın dramaturjisini oluşturduğu “Kuşlar” metninin sonunda ise; Güvendost elinde bulunan devlet yönetiminin getirisi olarak gaddarlaşmaya ve kendisine karşı çıkan kuşları öldürtmeye başlar. Kuşlar için artık durum çok kötüdür. Eskiden insanlar tarafından kesilen ve yenen kuşlar, artık kendi topraklarında kendilerinden olduğunu düşündükleri bir “kuş” tarafından katledilmektedirler. Peki ya Umutlugil? Atina’dan “daha özgür bir yer” aramak için yola çıktığı Güvendost’u iktidarın ele geçirmesi üzerine ne yapar? Halen daha özgür bir yer vardır onun için. Umutlugil bu sefer özgür olabileceği bir yer bulmuştur: Balıklar. Balıkların yanına gitmeye karar verir. İktidar-devlet, balıklar için önemi yoktur bu kavramların; ne de olsa 5 saniye, bilemedin 5 dakika sonra unuturlar. Güvendost’la Umutlugil hepimizi “Kuşlar”ın devletle sarpa saran dünyasına davet ediyor.
The post Aristofanes’in ‘Kuşlar’ının Devletle Değişen Dünyası – Didem Erbak appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>