The post Ürünler Taze Yaşamlar Çürük – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Hibrit tohumlar, GDO’lar, katkı maddeleri, ilaçlar… Artık yediğimiz hiçbir şeye güvenemediğimiz günlerdeyiz. Neye elimizi atsak mutlaka elimizde kalacak bir kusurunu buluyoruz. Doğal, organik diye alıp yediklerimizde de bir şeyler çıkabiliyor. Kimileri gıdanın ömrünü daha fazla uzatıp kar edebilmek, kimileri de mahsulün azlığı sebebiyle ürünleri “ziyan” olmasın diye bu uygulamaları yapıyor.
“Pazardan aldıklarını yıkamadan yeme!” öğütleri, özel programlarda “Aldıklarınızı bol suyla yıkayın, pestisit kalıntıları olabiliyor!” ve “Ülkede pestisit kullanımı çok fazla, artık her yediğimizde var!” şeklinde ortaya atılan söylemler… Bu pestisit kulaklarımızı bayağı tırmalar oldu.
Tarımda bitkiler için “zararlı” bakteri, virüs ve haşereleri öldürmek veya zararlı etkilerini ortadan kaldırmak amacıyla kullanılan; sentetik kimyasallarla birlikte bazı bitkisel kökenli organik bileşenler, dezenfaktanlar veya benzeri pek çok madde ve yöntemler pestisit olarak adlandırılmaktadır. Pestisit kelimesinde “pest” zararlı “cid” öldürücü yani zararlı, öldüren madde anlamını taşımaktadır. Kısacası pestisit, herhangi bir istenmeyen canlının yani pestlerin yayılmasını engelleyen, öldüren, uzaklaştıran veya ondan koruyan her türlü bileşik veya bileşiklerin karışımıdır.
MÖ 1500’lü yıllarda insanlar bitkilere zarar veren böcekleri uzaklaştırmak için elbette farklı yöntemler kullanıyorlardı. Bu zararlı böcekleri uzaklaştırmak için taç yaprağı, sülfür, arsenik ve karınca ilk kullanılan yöntemlerdendi. 1800’lü yıllara gelindiğinde katran yağı, acıağaç ve çeşitli sülfür uygulamaları kullanılmaktaydı. 1939 yılında istenmeyen böcekleri öldürmek amacıyla çok zehirli bir böcek öldürücü olan DDT bulunmuştu. DDT, kolayca vücut dokusundaki yağlarda çözülerek gıda zincirinde birikmeye başlar. Pestisit özelliğinin keşfinden bugüne kadar biyosfere yayılan miktarı 450.000 tondur.
1940’lı yıllardan önce arsenik, civa, bakır, kurşun içeren pestisitler kullanılırken daha sonra sentetik organik yani klorin hidrokarbon (aldrin, dieldrin, toxaphene, lindan) pestisitler kullanılmaya başlanmıştır. Bu yıllarda dünya üzerinde 30 çeşit pestisit kullanıldığı tespit edilirken 2. Dünya Savaşı sonrasında yapılan araştırmalarla pek çok yeni ve etkisi daha yüksek pestisit ortaya çıkmıştır. 1950 yıllarında pestisitlerin oluşturduğu kalıntılara artık insan vücudunda da rastlanmaya başlanmıştır. 1970’lerde bitkilerden uzak tutulmak istenen zararlı organizmaların pestisitlere karşı direnç kazandığı saptanmış ve pestisitlerin etkili olması amacıyla günümüze kadar kimyasalların oranı sürekli yükseltilmiştir.
Dünyada en fazla kullanılan pestisit çeşidi herbisitlerdir (ot öldürücüler). Herbisitleri insektisitler (böcek öldürücüler) ve fungusitler (mantar öldürücüler) takip eder. Keneleri, halı ve toz böceklerini, kemirgenleri, balıkları, kuşları, yumuşakçaları, yuvarlak solucanları ve toprakta bulunan diğer segmentsiz kurtları öldürmek için de pestisit çeşitleri bulunmaktadır.
Pestisit Kullanımı
Dünyanın genelinde tarım ilacı üretimi yaklaşık olarak 3 milyon tondur ve pestisit kullanımı hemen hemen her yıl %1 civarında artış göstermektedir. Pestisitler gelişmiş devletlerde fazla kullanılmaktadır ve en fazla kullanıldığı gözlemlenen yer Hollanda’dır. Tüm dünya göz önünde bulundurulduğunda pestisit kullanımının %35’i Kuzey Amerika’da, %25’i Batı Avrupa’da ve %19’u Asya’dadır.
Türkiye’nin pestisit kullanım değerleri incelendiğinde; hektar başına pestisit kullanımı 700 gram gözükse de her yerde aynı miktarda pestisit kullanılmıyor. Örneğin yaş meyve-sebze üretiminin yaygın olduğu Antalya’da kullanılan pestisit miktarı hektar başına 26 kg olup Avrupa’da en fazla pestisit kullanımı gerçekleşen Hollanda’nın iki katıdır.
2009 yılında yapılan araştırmada, Türkiye’de üretilen pestisit miktarının -ithalat rakamları da dahil- 53.669.356 kg olduğu belirlenmiştir. 2008 yılında “gönderilen gıda ve yemlerin standartlara uygun sayılmaması” yönünden 125 ülke arasından 2. sırada yer almıştır. Bunun sebebi ise; pestisit kalıntıları, toksin kalıntıları, küf, böcek vs. olarak gösterilmiştir. Türkiye’de 2015 yılı itibariyle tarımda izinli 335 civarı pestisit kullanılmaktadır ve pestisit tüketimi ortalama 33000 tondur. 2016 yılına ait verilerde bu miktarın %47’sini insektisitler, %24’ünü herbisitler, %16’sını fungusitler ve %13’ünü diğer pestisit çeşitleri oluşturmaktadır.
Pestisit kullanımı daha çok polikültür tarımın yapıldığı Akdeniz ve Ege bölgelerinde gerçekleşmektedir. Özellikle Adana, Mersin ve Antalya’da yıllık pestisit kullanım miktarı Türkiye’de kullanılan pestisit miktarının %40’ını oluşturmaktadır. Ege bölgesinde ise en fazla pestisitin kullanıldığı yer İzmir’dir. Ürün olarak bakıldığında pestisit kullanımı %40 pamuk ve hububat, %27 turunçgil ve üzüm başta olmak üzere meyveler, %16 oranında da sebzelerdedir.
Pestisitlerin Ekolojik Döngüdeki Yeri
Pestisitler püskürtme yoluyla doğrudan bitkinin üzerine, tohuma ve toprağa uygulanmaktadır. İlaç kalıntıları içeren bitki ve toprakların su ile teması sonucunda pestisit kalıntıları toprağın alt katmanlarına ve oradan da yeraltı sularına ulaşır. Yeraltı sularına ulaşan pestisit kalıntıları derelere, göllere, denizlere ve içme sularına karışırlar. İçme suyuna karışan pestisit kalıntıları, bu yolla insanlara da ulaşmış olur. Ayrıca bu süreçte toprağa ulaşan pestisit kalıntıları toprağın da verimini yok ederek toprakta yaşamını sürdüren toprak solucanlarının da ölümüne sebep olur. Toprak ve su arasında oluşan sirkülasyon nedeniyle havaya karışan pestisit; yağmur, sis veya kar yağışıyla tekrar yeryüzüne geri döner ve asit yağmurlarına sebep olur.
Pestisitler doğal döngüde pek çok canlının yaşamını tehdit etmektedir. Tarım ilaçları nedeniyle kuşların yumurta kabukları zayıflamakta ve üremeleri sonuçsuz kaldığı için soyları tükenmektedir. Ayrıca yaşam alanları her geçen gün yok olan pek çok kuş; pestisitlerden etkilenmiş böceklerden beslenmeleri sonucu ölmektedir.
Pestisitlerin belirgin bir şekilde yaşamını etkilediği bir diğer canlıysa arılardır. Nikotin mekanizması temelli neonikotinoid olarak adlandırılan pestisitlerin arılar üzerinde doğrudan öldürücü etkisi olduğu gibi sinir sistemlerini etkileyerek felç, hafıza kaybı, öğrenme yetisi bozukluğu gibi dolaylı yollarla arılara zarar verdiği gözlemlenmektedir.
Pestisitler kontrolsüz ve gereksiz yere kullanıldığında bireylerin yaşamını ve yaşam alanlarını da ciddi anlamda tehdit etmektedir. Pestisitlerin insan vücuduna girmeleri ağız, solunum ve deri yoluyla gerçekleşmektedir. Beyin, meme, prostat, lösemi kanseri ve diyabetin de meydana gelmesinde pestisitlerin etkili olduğu saptanmıştır. Bazı pestisitlerin sinir sistemini etkileyerek öğrenme bozukluğu gibi etkiler yaratma durumu bulunurken mutasyon etkisine sahip oldukları da saptanmıştır. Geçtiğimiz yıllarda Amerika’da yapılan bir araştırmada çağın hastalığı olarak adlandırılan pek çok hastalığın kaynağının pestisitler olduğu düşünülmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı sınıflandırmada en çok kullanılan 700 pestisitin 33’ünün insan sağlığına zararlı, 48’inin oldukça tehlikeli, 118’inin orta derecede tehlikeli ve 239’unun daha az tehlikeli olduğu belirlenmiştir. Pestisit kalıntıları anne sütünden bebeğe de geçebiliyorken yine Dünya Sağlık Örgütü’nün 1995 yılında yayınladığı rapora göre, her yıl dünyada yaklaşık 1 milyon insan pestisit sebebiyle zehirlenmekte ve 20.000 kadar insan ise yaşamını yitirmektedir.
Bu verilerin sonucunda belirtmek gerekir ki tarımda yaşanan her yıkım bize aynı adresi göstermektedir. İnsanların tarımsal faaliyetlerini gerçekleştirirken doğal ve ekolojik dengeyi bozmadan uyguladığı yöntemlerin zaman içerisinde kapitalizmin kar hırsıyla ve rekabet düzeni sebebiyle dönüşüme uğratılmasıyla varılan nokta yine yıkım olmaktadır. Kapitalist kaygılarla dolaşıma sokulan ve özellikle tarımda kullanımı artan her uygulamanın toprağa, suya, canlı-cansız tüm varlıklara yok oluşu getirdiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu sebeple kapitalist kaygılarla değil de ihtiyaçların giderilmesi amacıyla, yok oluşu değil ekolojik uyumu tarifleyen ve işaret eden tarımsal pratikleri, üretim ve tüketim yollarını da başka yazılarda konuşmaya devam edeceğiz.
Nergis Şen
The post Ürünler Taze Yaşamlar Çürük – Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tohumda Sömürü-Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu tohumlar ve tohumlu bitkiler milyonlarca yıl içerisinde değişti dönüştü ve tüm dünyaya yayıldı. Bu geçen zaman içerisinde yeryüzünden bir çok tür geldi geçti. Toprağa düşen tohumlara, kabuğunu kıran filizlere, boy veren bitkilere eşlik ettiler.
İnsanlık ve Tohum
Bu türlerden bir tanesi yaklaşık 200.000 yıl önce Afrika’da boy gösterdi ve vakit kaybetmeden bütün dünyaya yayılmaya başladı. Mezopotamya’dan Çin’e, Çin’den Avrupa’ya kadar ayak basmadık yer bırakmadılar.
Muazzam bir gözlem gücüne sahip olan bu türün bireyleri, hayatlarını avcılık ve toplayıcılık yaparak sağlıyorlardı. Fakat bir gün Mezopotamya dolaylarında bir insan ya da insan topluluğu tohumun kudretini fark etti. Bitkiden toprağa düşen tohum milyonlarca yıllık evrimin getirdiği kolaylıklarla rahatlıkla doğuyor büyüyor ve bir şekilde hayatta kalıyordu. Hayatta kalan bu bitki ise doğadaki diğer türlerin hayatta kalmasını sağlıyordu.
İnsan bu döngüyü fark etti ve bitkinin yaptığı şeyi o yapmaya başladı. Bundan yaklaşık 10.000 yıl önce insan eliyle toprağa bırakılan ilk tohum -kendisine benzer karmaşık birçok nedenle beraber dinin ortaya çıkışı gibi- toplumların hayatını kökünden değiştirdi ve toplumları bugüne kadar taşıyan olaylar silsilesini başlattı.
İlk önce birkaç küçük deneme yapıldı. Sonra göç güzergahlarında kurulan geçiçi bahçeler kalıcı bahçelere dönüşmeye başladı. Kalıcı bahçeler yavaş yavaş tarlarara dönüşürken komplike sulama sistemleri geliştirildi. Bu arada kurumsallaşmış dinler, rahipler, kolluk kuvvetleri ve devletler geriye kalan insanların tepesinde büyüyüp serpilmeye meylettiler.
Toprağa tohumu ilk defa bırakan çiftçinin torunları ve torunlarının torunları o tohumları melezleyerek bitkileri daha verimli hale getirdi. Yüzyıllar hatta bin yıllar boyunca -her ne kadar sırtlarında yukarıda saydığımız kamburları taşımak zorunda kalsa da- çiftçi topraktan toprak çiftçiden öğrenmeye devam etti.
Aradan binlerce yıl geçti. Günümüze kadar emekleyerek daha fazla üretim, daha az zaman şiarı hakim olmaya başladı. Sanayide kullanılan makineler, tarlalara transfer olurken zenginlerin zaman ve mal hırsı kimya sanayisini gübre ve ilaç olarak toprakla buluşturuyordu. Bu buluşmadan kimileri için zenginlik kimileri için de zehir çıkıyordu.
Tohumun Devletler ve Şirketler Tarafından Kontrolü
Bir toplumu kontrol etmek ve yönlendirmek gıda temelli başlar ve gıdayı kontrol etmek de tohumu kontrol etmekle… Tarımsal üretimi en başından beri kontrol altına alabilmek ve dönüştürmek, çiftçinin elinde bulunan yerel tohumu yok etmeyi amaçlar. Bu gıda iktidarını elinde bulundurmak için dünyanın genelinde şirketler ve devletler türlü stratejiler geliştirmişlerdir.
1950-1970 yılları arasında, ABD ve kapitalist devletlerin çoğunun yaptığı, tarımda kimyasalların üretimi, kullanımı ve tohum üzerindeki genetik araştırmalar elde edilen mahsulün artışına yol açmıştır. Bu süreç, “birinci yeşil devrim” süreci olarak adlandırılır.
İlk olarak Nelson Rockefeller ve ABD’nin eski tarım bakanı Henry Wallace tarafından Meksika bölgesinde, Meksika devletinin de desteğiyle gerçekleşmiştir. Buğday üzerinden işleyen bu süreçte Meksika, buğdayda kendine yeterli bir bölge haline gelmesinin yanı sıra ihracat yapmaya da başlamıştır. “Yeşil devrim”in uygulandığı bir sonraki bölge ise çok verimli toprakları ve kalabalık nüfusuyla Hindistan’dır. Burada da Ford Vakfı ve Hindistan devletiyle birlikte pirinç üretimi arttırılmıştır. Devamında ise Filipinler, Pakistan ve Çin’deki tahıl üretiminde artış yakalanmıştır.
Bu olayların etkisiyle; 60’lı yıllarda, Filipinler’de ekimi yapılan 3000’nin üzerinde pirinç türü varken yirmi sene sonra bölgenin %98’inde iki tür pirinç kaldı. Yani; devletler ve şirketler birbiriyle anlaşmalı bir şekilde, yerel tohumların tükenmesi ve geleneksel tarım yöntemlerinin dönüştürülmesi için üretimini kontrol altına aldıkları, hibrit veya GDO’lu tohumların ekimini dayatmaktaydı.
Hibrit tohumlardan, yerel tohumlara göre bir ekimde daha fazla mahsül elde edilebilmektedir. Ancak bu traktörlerle, sulama araçlarıyla, kimyasal gübrelerle, aşılarla ve ilaçlarla sağlanmaktadır. Hal böyle olunca, toprağın verimi aşırı düşüş yaşamaktadır. Bir başka dezavantajı ise sonraki dönem için tekrar tohum elde edilememesidir. Hibrit tohumlar çiftçiyi sürekli şirketlere mahkum eden bir pozisyonda bırakarak, ekonomik açıdan oldukça zorlamaktadır ve çiftçilerin kendi arasındaki dayanışma ilişkisini de sonlandırmayı amaçlar.
Monsanto, DuPont Pioneer, Syngenta, Dow, Land O’Lakes ve Bayer; dünya çapındaki bu şirketler dünyadaki tohumların yarısından fazlasını kontrol ediyor. Tohumun yarısından fazlasını kontrol etmelerine rağmen daha fazla kar hırsıyla, daha fazlasını elde etmek için birbirlerini desteklemekten geri kalmıyorlar. Syngenta, 2000 yılında ilaç şirketi olan Novartis’in tarım bölümü ile tarım kimyasalları şirketi Zeneca’nın birleşmesi sonucu oluşmuştur. Birbirlerini desteklediklerini gösteren şirketlerden bir diğeri ise Monsanto ve Bayer’dir. Bu iki dev şirket 2016 senesinde birleşerek genel olarak tohum meselesinde birinciliği garanti altına almışlardır. Bu birleşme öncesinde 2013 verilerine göz attığımızda; tohum satışlarında %26 pay ile birinciliği Monsanto elinde bulunduruyorken Bayer ise %3 pay ile altıncı sırada yer alıyor. Aynı yıl tarım ilaçlarına ait verilerde birincilik %20 payla Syngenta bulunmaktadır. Bu sıralamada Bayer %18 payla ikinci, Monsanto ise %8 payla beşincilikte. Bu tablonun ardından Bayer, Monsanto’yu satın alarak hem tohumda hemde tarım ilaçlarında birinciliği garantilemiş bulunuyor. Yani kendisi genetiği bozulmuş tohumlarını üretiyor, tohumun verimini arttırmak için ilaç üretiyor; bu kimyasal müdahalelerle insan sağlığı bozuluyor; bozulan insan sağlığının tedavisi için ilaç üretiyor. Tam bir kapitalist strateji; tam bir “kazan-kazan”.
Tohumu kendi tekellerinde bulunduran bu şirketler, bulunduğu bölgeye ait tohumları oralarda bulunan çiftçilerden toplamıştır. Buradaki amaçsa bu tohumları saklayıp,ıslah etmek, tohum üzerinde araştırmalar yapabilmek ve belki de en can alıcısı gelecekte kendilerinin yani şirketlerin iktidarını yaratacağı bir düzenin planları doğrultusunda kullanabilmektir. Bu tohumları saklamak içinse tohum şirketleri tarafından tohum bankalarını oluşturulmuştur. Devletler ve şirketler ellerinde birçok tohumu bulundurarak tohumlar üzerinden endüstriyel patentlere sahip olmayı amaçlamaktadırlar.
Patent Hırsızlıktır
Patent hakkı bundan 30 yıl kadar önce sadece makinalar -cansız varlıklar- için kullanılıyorken, günümüzde genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar yeni bir tür olarak tanımlanıp patentlenmektedirler. İlk olarak 1980’de genetiği değiştirilmiş bir mikrop ABD tarafından patentlenmiş ardından ise 1982’de Münih Avrupa Pantent Bürosu “insan eli değmiş her şey patentlenebilir” diyerek genetiği değiştirilmiş mikroorganizmaları patentlemiştir. 1985 yılında bitkiler, 1988 yılında hayvanlar, 2000 yılındaysa ilk defa insan embriyosu patent altına alınmıştır. Özellikle; çok yoğun oranda ekimi gerçekleşen buğday, mısır, pirinç gibi temel ihtiyaçların genetik oynamalarıyla yeni bir ürün olduklarının düzeni yapılarak şirketler bu ürünlerin patentlerini almışlardır. Monsanto, Washinton’da bulunan patent kurumundan 1989 yılından 2005’e kadar 647 adet patent hakkı aldığı verileri bulunmaktadır. Böylesi bir durumda çiftçi kendi yaşadığı bölgeye ait olan yani kendisinin olan tohuma ulaşmak için o tohumun patentlendiği şirketlere bağlı bir duruma gelmiş bulunuyordu.
İlk olarak Meksika ve Hindistan’da başlatılan yeşil devrim süreci devletlerin ve şirketlerin yararına olduğundan dünyada yayılmaktaydı ve bu süreç Türkiye’yi de içine çekmişti. Bu süreçte Türkiye’de ilk olarak “Sonora 64” isimli buğdayın ekimi gerçekleşti. Rockefeller Vakfı’nın kuruluşunda aktif olarak yer aldığı Meksika’da bulunan bir araştırma enstitüsünde geliştirilen bu hibrit olan buğdayla, Türkiye’deki tarım süreci de artık temizlenmesi zor ve sonlandırılamayacak bir yola girdi. Hibrit tohumlar artık çeşit çeşit ekilip biçilmeye, aynı zamanda çiftçiyi ekonomik açıdan dara sokmaya başladı.
2006 yılında 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun çıkmasıyla çiftçinin artık yerli tohumu satması yasaklanmıştı. Ayrıca yerli tohumla üretim yapan çiftçi ise desteklenmeyecekti. Bu kanunla birlikte tohum şirketlerinin birliği olan Türkiye Tohumcular Birliği kurulmuş ve devlet tarafından tohumdaki kontrol bu birliğe ait olmuştu. Bu yapılanlar sonucunda artık temiz gıda da iyice ortadan kalkma riskiyle karşı karşıya kaldı.
Bir takım çiftçi hibrit tohumlarla üretim yaparken bir takım çiftçi ise tüm yasaklamalara rağmen bir şekilde devletlerden ve şirketlerden saklayarak ellerinde bulunan yerel tohumla üretimlerine devam etti. Tabi yerel tohumlarla elde edilen gıdaların piyasadaki satışının yasaklanma durumuyla ekonomik varlıkları zora giren çiftçiler, son senelerde adlarını sıkça duyduğumuz gıda topluluklarıyla, kolektiflerle ve kooperatiflerle tanışmış oldu. Çiftçiler için hem ekonomik bir alternatif yol olan gıda toplulukları, kolektifler ve kooperatifler hem yerel tohumun dilden dile aktarılmasının, unutulmamasının önünü açmış bulunuyorlar.
19 Ekim 2018 tarihinde Tarım Bakanlığı tarafından “Yerel Çeşitlerin Kayıt Altına Alınması, Üretilmesi ve Pazarlanmasına Dair” yeni bir yönetmelik yürürlüğe girdi. Yönetmelikle birlikte çiftçiler ellerinde bulunan yerel tohumlara dair patent almak zorunda bırakılıyor. Bunun sonucunda da tohumlar patentlenerek şirketlerin malı haline gelmişken bireylerin de mülkü olabilecek ancak devlet talep ettiğinde vermek zorunda olacaktı.
Tohum Yaşamdır, Yaşamı Savunacağız!
Yerel tohumlardan elde edilen gıdalarla beslenmek gıdanın temizliğinden ve lezzetinden dolayı diğer tür tohumlara göre oldukça üstündür. Yerel tohumun doğayla ilişkisi de daha az su kullanılmasından, suni olmayan ve az gübre kullanılmasından, kimyasal ilaçlar olmamasından ve toprağı verimsiz bırakmamasından dolayı oldukça uyumludur.
İnsanların yaşamlarını sürdürebilmesi için ihtiyaç duydukları gıdayı kendi kontrollerinde bulundurmak isteyen devletler ve şirketler insanları üretim alanında büyük oranda kendilerine bağımlı hale getirmeye çalışıyor. Bu da ekonominin her alanında (üretim, tüketim, dağıtım) devletlerin ve şirketlerin iktidarlarını büyütmesi demek.
Tohuma devletlerin ve şirketlerin böylesine saldırıları varken bazı çiftçiler veya kendilerince balkonlarında, bahçelerinde ufak tefek üretim yapanlar bu saldırılara karşı direniş gösteriyorlar. Tohumun hiçbir şekilde patentlenemeyeceğini, yaşam olduğu savunanlar; kendi bulundukları bölgelerde veya düzenlenen festivallerde kendi aralarında tohum takası yaparak yerel tohumun varlığını sürdürmeye devam ediyorlar. Bizler, doğasına ve yaşam alanlarına yönelik saldırılara karşı direnmiş olanlar, üretim faaliyetlerimizin temelini oluşturan tohumlara karşı gerçekleştirilen saldırılara da direniş göstermeye, alternatifler yaratmaya devam edeceğiz. Ve bu tohumu -yaşamı- korumaya, üretmeye ve nesilden nesile aktarmaya, bu geleneği her daim sürdürmeye kararlıyız.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Tohumda Sömürü-Nergis Şen appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post GDO appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Son yıllarda belki de adını en fazla duyduğumuz kısaltmalardan bir olsa gerek GDO. Aslında Rekombinant DNA Teknolojisi olarak adlandırılan bir tekniktir. Bahsi geçen teknik ile organizma üzerinde kalıtsal değişiklik yapılır, farklı DNA’lar birleştirilerek ya da bir organizmadan diğerine DNA aktarılarak yeni bir DNA, başka bir deyişle rDNA üretme işlemine organizmanın genetiğini değiştirmek deriz.
60’lı yılların başlarında teknolojinin özellikle gen teknolojisiinin muazzam bir ivme kazanması, GDO’yu tetikleyen başlıca unsurlardandı. Yine aynı dönemde özellikle tarımda kullanılan gübre ve ilaçların doğa ve insan yaşamının üzerinde yarattığı tahribat tartışılmaya başlandı. Kapitalizm bir yandan endüstriyel tarımın nimetlerinden faydalanırken diğer yandan eleştirileri göz ardı edemiyordu. Bunun üzerine, her yüzyılda bir yaşandığı gibi üretilen yiyecek miktarının artan nüfusa yetmeyeceği yaygaraları çıkarılmaya başlandı. Nihayetinde, 60’lı yıllardaki girişimler 1973 yılında ilk kez genetiği değiştirilmiş bir bakteri şeklinde ilk meyvesini verdi. Art arda yaşanan gelişmeler 1988 yılında Çin’in ilk GDO’lu tarım üretimini yapması, 1995 yılında ilk GDO’lu mısırın üretimi ve 1998 yılında GDO’lu ürünlere etiket zorunluluğu ile devam etti. 2000’li yıllara gelindiğinde ve GDO’nun önlenemez yükselişi devam ederken ona yönelik tepkiler de çığ gibi büyümeye devam ediyordu, halen ediyor.
Bu toprakların GDO ile tanışması ise 1998 yılındaki tartışmalarla başladı. 2003 yılında Arjantin’den Türkiye’ye getirilen soyanın GDO’lu olması tartışmaları alevlendirdi. 2009 yılında çıkan ve GDO’yu engelleyeceği söylenen yönetmelikten sonra sınırdan en az 32 ayrı GDO’lu gen girişi tespit edildi. 2010 yılına gelindiğinde çıkarılan “Biyogüvenlik Kanunu” sınırdan GDO’lu ürün geçişini engellemediği gibi, GDO’cuların “Güvenlik Kaygılarını” hafifletmeye yaradı.
GDO’ya konu olan canlıların başında ise soya, mısır, yer fıstığı, ayçiçeği, buğday, pirinç, domates ve bazı balık türleri geliyor.
Öte yandan GDO’nun kayda geçmiş zararları arasında başta biyolojik çeşitliliğe zarar vermesi, çeşitli alerjilere neden olması, hayvanlarda antibiyotik direncini artırması sayılabilir. Öte yandan bir çok uzman üretilen her bir GDO’lu ürünün tüm canlı yaşamı için kelimesi kelimesine zehir anlamına geldiğini belirtiyorlar.
Bu sayı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post GDO appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Tarlataban appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Tarlataban projesi nasıl bir fikirle yola çıktı?
Ucuz ve nitelikli yemek ihtiyacımızı nasıl karşılayacağımız ilk kez 6 Aralık 2011 tarihinde başlayan, yaklaşık 80 gün süren Starbucks Karşı-İşgali esnasında dillendirilmeye başlandı. Weranşar ve Gewer’de gerçekleşmiş Ax u Av Kolektifi’ndeki izlenimlerini aktaran arkadaşlar böyle bir projenin tahayyülünde bizimle oldular.
Hep beraber bir araya geldiğimizde süreç içerisinde özen gösterilmesi ve bağlı kalınmasına gerek gördüğümüz ilkelerimizi tartıştık. Ortaklaşa bir metinde karar kıldık. Amacımızı ve ilkelerimizi belirlemek için oluşturduğumuz bu metin, fiziksel işlerin yoğunlaştığı bugünkü gibi süreçlerde de geri dönüp bakabileceğimiz bir rehber konumunda. Gündelik çabalar içerisinde insan daha öncesinde karar kıldığı bu amaçlardan uzaklaşabilir. Ne var ki çalışmaların en başındaki tartışmalarımızdan ortaya çıkan bu metin şu günlerde karşı karşıya kaldığımız handikaplarla nasıl başa çıkacağımız noktasında bize kolaylık sağlıyor.
Öğrenci kantini tartışmalarında gıda temini konusunda gıda kolektifi ve Tarlataban projeleri ortaya kondu. Kampüsteki gıda ihtiyacını karşılamayı hedefleyen bir tarımsal üretim olmalı yönünde fikirler ortaya çıktı. Kampüsün kendine yeten üretimi sağlayabilecek alanlarının olduğunu öngördük. Bu alanlarda başlangıçta ihtiyacı karşılayacak tarımsal üretimi, ilerleyen süreçte de hayvancılığa adım atabileceğimizi düşündük.
Şubat ayında burası karla kaplıydı. Mart- Nisan aylarında 20-30 kişiyle, iki aylık tartışma sürecinden sonra bu çalışmayı yürütmeye başladık.
Tarlataban nasıl ve ne çerçevede örgütleniyor?
Tarlataban, gönüllülük esasına dayanan bir sistem, değişik niteliklerdeki insanların bir araya gelmesiyle oluşan bir çalışma grubu.
Birbirimizle, okul içinden ve dışından katılan gönüllüler ve “dış dünyayla” ilişkiler kurarak, yatay olmaya çalışarak – herkesin alabildiği kadar sorumluluk aldığı, kararlara, bir sonraki adıma beraber karar verdiği süreçlerle. Irk, din, dil, cinsiyet, cinsel yönelim ayrımı yapmadan kampüste bütüncül bir sistemin küçük parçalarından birini oluşturmaya başlıyoruz.
Tarlataban’ın amacını belirleyen temel düşünceler nelerdi?
Kent koşullarının sınırlandırdığı yaşam alanımızda gıda ile olan ilişkimizi değiştirmenin, tüketici yerine üretici olmanın, bunu da elbirliği ile yapmanın önemli ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. Bu kolektifi, gıdanın üretimden başlayarak soframıza ulaşmasına varan süreçte kapitalist üretim ilişkilerinin bize dayattığı adaletsiz ve ekolojik dengeyi yok sayan/eden sisteme karşı üretilen alternatif pratiklerin bir parçası, bir adımı olarak görüyoruz. Şehir yaşamının kopardığı toprakla olan ilişkimizi yeniden kurabilmek ve geliştirmek; bunu da beraber üreterek ve düşünerek yapmak istiyoruz.
Takınmaya çalıştığımız tavır uzun vadede piyasanın içinde, piyasaya karşı oyunbozan bir karaktere sahip olmalıydı.
Tükettiğimiz yiyecekler nereden geliyor? Bu yiyeceklerin soframıza gelene kadar içinden geçtiği aşamalar ne kadar adil? Kafamızda bu sorularla gıda politikaları üzerine bir dizi tartışma gerçekleştirdik.
Gıda politikalarında takındığınız tavırdan kısaca bahseder misiniz?
Bu kolektifi, gıdanın üretimden başlayarak soframıza ulaşmasına varan süreçte kapitalist üretim ilişkilerinin bize dayattığı adaletsiz ve ekolojik dengeyi yok sayan/eden sisteme karşı üretilen alternatif pratiklerin bir parçası, bir adımı olarak görüyoruz. Şehir yaşamının kopardığı toprakla olan ilişkimizi yeniden kurabilmek ve geliştirmek; bunu da beraber üreterek ve düşünerek yapmak istiyoruz.
Abdullah Aysu ile görüşmelerimiz özellikle bu konuda etkili oldu. Tohum takaslarında özellikle dikkat edilmesi gerekenleri vurguluyor. Gelişigüzel gerçekleşen tohum takaslarında doğal yaşam alanlarından koparılan tohumların başka coğrafyalara taşınmasının ekolojik uyumu bozan etkilerine vurgu yapıyor. Çengelköy Hıyarı gibi anayurdu İstanbul bölgesi olan türlerin ekimine öncelik vermek, “yerel tohumların yerelde kalması” düşüncesinin bizim açımızdan örnek bir uygulamasını teşkil ediyor.
Bu seneki planlarımız arasında İstanbul köylerini dolaşıp ata tohumları toplama yönünde bir fikrimiz vardı. Mesela Kilyos Gümüşdere’den salatalık fideleri aldık.
Tohumları ve fideleri şimdiye dek nasıl elde ediyordunuz?
Tohumları başlangıçtan bu yana genellikle takasla temin ediyoruz. Anadolu’nun pek çok bölgesinden tohumlar geliyor. Yurtdışından da özellikle Yunanistan’daki kolektiflerle tohum takası noktasında dayanışma içerisindeyiz.
Gezi sonrasında oluşturulan İstanbul içerisindeki bostanlardan gelen tohumlardan toprağa dikilmek üzere fideler yetiştirip onlara gönderiyor, dayanışma gösteriyoruz. Bu bostanlarla kurduğumuz ilişkiyi Bostan Dayanışması adıyla kurduğumuz birliktelikte sürdürüyoruz.
Tohum ya da fide istemek için görüştüğünüz köylülerle ilişkiniz nasıl?
Köylülerle ilişki kurmak, bostanlarla ilişki kurmaktan çok daha zor. Çünkü köylüler bunları hobi olarak yapmıyor, yıllardır yaşamlarını bu yolla sürdürüyorlar. Köylüler tarafından marjinal bir grup gibi ya da heyecanlı bireyler gibi görülmek istemiyoruz. Öte yandan piyasa karşısında ezilmemesi için köylülerin de örgütlenmesi, kooperatifleşmesi gerekiyor. Biz de ilişkilerimizi bu fikirlere olanak tanıyacak ölçüde geliştirmeye çalışıyoruz.
Şirketlerin tohum politikalarına karşı yerel tohumları korumak, çoğaltmak ve dağıtmak çok önemli. Bunu gerçekleştirmek için kooperatiflerle ve kolektiflerle ilişki kurarak ilerlemek gerekiyor. Bu özellikle aracıyı ortadan kaldırmak adına önemlidir.
Doğal tarım, permakültür, organik tarım gibi pek çok yöntem dillendiriliyor siz bu ifadelerden herhangi birini sahipleniyor musunuz yoksa kendi yöntemleriniz mi gerçekleşiyor?
Köylerde insanlar hemen hemen her gün toprakta oluyorlar. Ancak biz burada, kentte, kendi gerçekliğimizle eyliyoruz. İçinde bulunduğumuz koşullara göre davranıyoruz.
Kendi yöntemimiz içinde bulunduğumuz bölgenin koşullarına göre şekilleniyor. Uyguladığımız yönteme permakültür ya da başka bir ad vermiyoruz. Aslında permakültüre pek yakın değiliz. Geleneksel tarım, bilge köylü tarımı gibi daha genel bir tanımla adlandırılabilir kullandığımız yöntemler.
Tarlataban arazisini nasıl kullanmaya başladınız?
Bu arazi üniversiteye bağışlanmış. Üzerinde herhangi bir yapının inşası yasak. Üniversitenin de hiçbir şekilde kullanmadığı bu araziyi kullanmak için izin aldık.
Üniversitenin Çevre Kulübü’nün bir etkinliği olarak Tarlataban projesini gösterdik. Çevre kulübü resmi alanda bize bir araç teşkil ediyor.
Şu ana dek hasatlarda hangi ürünleri elde ettiniz ve bu ürünlerle neler yaptınız?
Şimdiye dek; domates, biber, soğan, sarımsak, marul, roka, buğday, bakla, fasulye, ayçiçeği gibi pek çok ürün yetiştirdik. Önceki sene 185 kökten 1 tona yakın domates elde ettik. Bu domateslerin tüketimden ve satıştan arta kalan kısmını ayıklayıp dilimleyerek konserveler haline getirerek değerlendirdik. Bu konserveleri de BÜKOOP (Boğaziçi Üniversitesi Kooperatifi) aracılığıyla satışa çıkardık.
Ayrıca yemekhane boykotunda tarladan elde ettiğimiz ürünlerin bir kısmıyla yemekhane boykotunda yemek dağıttık. Burada üretilen ürünler sadece üniversite içerisinde kalmıyor. Örneğin en çok ürettiğimiz ürünlerden domatesin bir kısmını Göçmen Dayanışma Mutfağı’na dayanışma olarak göndermiştik.
Karar alma süreçleriniz nasıl işliyor?
Fiziksel işlerde gönüllü olmakta sorun yaşamıyoruz. Ancak karar alma süreçlerindeki tartışmalarda katılımcılık çok önemli. Biz de buradaki arkadaşlarımızın bu tartışmalarda daha aktif yer alması yönünde çaba gösteriyoruz. Ayrıca karar alma sürecimizin büyük bölümü toplantılardan ziyade fiiliyatta gerçekleşiyor. Tarlada iş yaparken kolektif düşünüp kolektif eyliyoruz.
Peki, önümüzdeki dönemde Tarlataban’da ne yetişecek?
Tohum çeşitlenmesi için farklı ekimler yapıyoruz ancak önceliğimiz yine domates ve balkabağında. Domates konserve yapılabiliyor ve balkabağı da uzun süre bozulmadan saklanabiliyor.
Röportaj : Özlem Arkun
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 18. sayısında yayımlanmıştır.
The post Tarlataban appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Bir Yaratılış Efsanesi: Elibelinde” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Elibelinde topraktır, toprakta yetişen buğday, buğdaya yaşam veren sırdır… Elibelinde hem kadın, hem doğadır… Doğa kadar kadındır… Elibelinde Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında anlatılagelen binlerce öyküde dilden dile bugüne gelmiş, binlerce öyküde yüzlerce farklı isim almış ve anlatıldıkça başka öykülere ilham vermiştir. Belki de Elibelinde’yi kendi öyküleriyle ve ilham verdiği öykülerle dillendirirsek, daha iyi anlatabiliriz onu.
Elibelinde topraktan geldi ve toprağa denkti. O toprak gibi hoşgörülü ve sabırlı, toprak gibi cömertti. Ve ona arkadaşlık etsinler diye kendinden verdi; göğü, nehirleri ve dağları yarattı; sonra onlarla yeniden birleşti ve birçok çocuğu oldu. Güneşi, rüzgarı, yağmuru, gökkuşağını, ağaçları, dünyaya getirdi. Yeryüzüne hayat veren oydu.
O hem toprak, hem toprakta yetişen buğday, hem buğdaya yaşam veren sırdır. O doğadır, doğa kadar bereketli, doğa kadar kadındır… Baharın gelmesi, fidanın yeşermesi, çiçeğin açması hep onun neşesiyledir. Elibelinde baharı getirendir, ama bu hikayeyi biraz daha uzun anlatmak gerekir…
Acısıyla Öfkesini Büyüten Kadın
Yeraltı tanrısı onun kızlarından birine aşık olup, onu da yeraltı dünyasına kaçırıp hapsettiğinde, Elibelinde’nin kederiyle güneş gitmiş. Onun ise; üzüntüsü öfkeye dönmüş, gözyaşları öfkesini büyütmüş, gökyüzünden dökülmüş, şimşekler ve yıldırımlarla yerin üstüne yağmış, sel olup akmış ve geride bir balçık bir enkaz bırakmış… Yine de kızını bulamamanın acısıyla rüzgar olup, fırtına olup esmiş ve yerin üstünde ne varsa söküp götürmüş, geriye bir çorak toprak kalmış… Yerin yüzünde yaşamın solmakta olduğunu gören yeraltı tanrısı, kızın aşkından vazgeçememiş ama yılın dört ayı onun yanında kalması şartıyla kızı bırakmış ve Elibelinde kızına kavuştuğunda bahar gelmiş ve toprak canlanmış yeniden. Bu yüzdendir kızı ne zaman yeraltı tanrısının yanına dönse güneş gider, ekinler solar, kış gelir yeryüzüne. Ama baharın gizi onda saklıdır. Sümbüllerin ve papatyaların yerin yedi kat altında örgütlenip baharın yağmuruyla fışkırmalarının altında onun neşesi yatmaktadır.
Günler Çoğalırken, Çoğalan Kardeşlik
Elibelinde yarattığı her şeye kendinden bir parça katmış ama onların özüne hiç dokunmamış, bundandır ki her çocuğu bambaşka karakterlere bürünmüş. Elibelinde çocuklarına hiç sırtını dönmez, her birini olduğu gibi sever, günlerini hep onlarla sohbetle, oyunla geçirir, kimi günler tarlalarda onlarla çift koşar, kimi günler kil çıkarır, çömlekler yapar onlara da nasıl yapacağını gösterir, eli yüzü çamura bulanan çocuklarının gayretiyle neşelenir, onların elinde şekillenen heykelcikleri çömlekleriyle birlikte fırınlar, yine oynasınlar diye onlara verirmiş. Kimi günler onlarla deniz kenarına iner çakıl taşı deniz kabuğu, deniz yıldızlarını toplar, kimi günler madenlere iner toprağın bağrında saklananlardan kendine görünenleri toplar, bazı günler de bu topladıklarının bazılarını iplere dizer her birine dağıtır, bazılarını da tek tek hepsinin saçlarına takarmış. Günler böyle neşeyle ve kardeşlikle birbiri ardına çoğalmış. Çocuklarının her biri bambaşka karakterlere bürünürken bazısı ona benzemiş, ona dost, ona kardeş olmuş; bazısı ise ona sırtını dönmüş, kıskançlığı büyütmüş, hasım olmuş, zalimleşmiş.
Diktari’nin Bencillikle Zehirlenen Ruhu
Bu hasımlığı yaratanlardan bir tanesi kendini taşların, kayaların ve madenlerin tanrısı ilan eden Diktari’ymiş. Diktari yeryüzünde ve toprağın altında sahiplendiği onca altın, elmas, zümrüt, bakır, demirle asla yetinemeyip hep daha fazlasını ister ve en çok Elibelinde’nin her şeyden nasiplenerek büyüttüğü neşesini kıskanırmış. Onun neşesinin kaynağında gördüğü ne varsa ondan almaya yemin etmiş Diktari. Onun güzelliğini ve sevecenliğini kıskanmış; sevecenliğinin kaynağında da çocuklarını görmüş, onlara sahip olursa sevecenliğine de sahip olabileceğini düşünmüş. Bu haseti yüzünden doğan her çocuğunu bir şekilde oyuna getirip ondan almaya çalışmış.
Diktari, kandırdığı çocukları teker teker kaçırmış, kimini topraklarına çift sürmek için kullanmış; kimini madenlere atmış, kömüre döndürmüş. Onların özgür ruhlarından korkmuş, kimini zindanlara kapatmış, atmış; kimisini gücünü göstermek ya da eğlenmek için meydanlarda dövüştürüp, savaştırıp öldürmüş…
Adaletin Peşinde
Bu zulümle beslenen Diktari, gün geçtikçe daha da yağlanıp semirirken, Elibelinde kaybolan çocuklarını teker teker arayıp bulmuş. Diktari’nin benciliğine karşı bereketini sunmuş yerin göğsüne, tohumlarını bastığı yerlerden ekinler bitmiş, böylece çift sürenler Diktari’nin elinden kaçıp kurtulmuş. Madenlerde kömüre dönüşenleri, teker teker çıkarmış ve her birini güneşe ve yıldızlara paylaştırmış. Böylece zalim Diktari’nin ocağında değil, göğün gözünde yanıp, yeri aydınlatıp ısıtarak asla sönmemek onların nihayeti olmuş.
Güzelliğini Saklayan Bilge
Elibelinde bundan böyle kimse güzelliğini kıskanmasın diye yüzünü dökmüş. Yüzünün yerine bir cilalı taş basmış ve güzelliğini içine gömmüş. Artık gözlerinin ışıltısı, dudaklarının kıvrılışı, yanaklarının pembeliği yokmuş, dişlerinde sedefler parlamaz olmuş. O zaman Diktari anlamış ki onun neşesi güzelliğinden değil; güzelliği neşesinden gelirmiş. Çünkü yüzü olmasa da Elibelinde’nin suratına bakan içindeki hoşluğu görür, güzelliğinin sırrı ile içi ısınır ya da yüzünün yerinde duran cilalı taşta kendini görür, önce kendi içinin karanlığı ile hesaplaşırmış.
Kayaların Çatlaklarında Büyüyen Özgürlük
Elibelinde; Diktari’nin zindanlara kapatıp, savaşlarda öldürdüğü tüm çocukların ahını almak için yemin etmiş ve hepsini incir tohumuna çevirip yeryüzüne dağıtmış. Her kayanın dibinde biten incirler büyüye büyüye birken bin olmuş, büyüdükçe kökleriyle o kayaları da yerlerinden etmiş, kimini patlatıp unufak etmiş, kimini yamaçlardan yuvarlayıp göndermiş.
Diktari tüm zulmüne rağmen yine de bu kadar ağır bir yenilginin nasıl olup da ona geldiğini elbette hiçbir zaman anlamamış, nerede yanlış yaptığını düşünse de hep hırsına ve açgözlülüğüne yenik düşmüş çünkü en sonunda kazanmak için erdemli olmak gerektiğini asla öğrenememiş. Ama yine de yaptıklarının ardından kardeşlerinin ahı onu rahat bırakmamış, bir parçacık da olsa vicdanı onun hep kulaklarında çınlamış. Çünkü ne zaman yeryüzünde özgür ve kardeşçe yaşayanlar bir zulümle karşılaşsalar önce Diktari’nin adını anmış ve her seferinde ilk olarak; o parçalanan kayalardan kopan taşları toplayıp fırlatır olmuşlar zulmün cisimleştiği her ne ise. Arka arkaya düşen taşların sesleri; o var olduğu sürece onu rahat bırakmamış. Bu ona kaderin bir oyunu olmuş.
Yaşayan bir Mit: Elibelinde’nin Dirilişi
Elibelinde bir kadının öyküsü… Bu kadın, tarih öncesinden bu yana Anadolu’dan Mezopotamya’ya türlü hikayelerde türlü isimlerle anılmış. Bu hikayeler önce duvarlara, çömleklere işlenmiş sonra ise halılarda kilimlerde örülmüş ilmek ilmek… Elibelinde’nin hikayeleri anlatılırken, toprakta çitler yokmuş, ocaklarda yemekler hep ortak kaynar hep beraber yenirmiş, bütün çocuklar birbirine “kardeşim” diye seslenir, derede balıklarla, sazlıklarla; ormanda böceklerle, kuşlarla, ağaçlarla arkadaşlık ederlermiş.
Fakat günler çoğaldıkça, zaman daha hızlı akmaya başlamış ve gürültüler çoğalmış. Artık hikayeleri anlatmaya vakti olmayanlar ve anlatılanları kulaklarında çınlayan seslerden duymayanlar da çoğalmış. Oysa Elibelinde hala var olduğu yerde, sabırla günden güne yeniden dirilmeyi bekliyor.
Özlem Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 17. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Bir Yaratılış Efsanesi: Elibelinde” – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>