The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Geçtiğimiz günlerde Erdoğan’ın kızı aynı zamanda da KADEM’in (Kadın ve Demokrasi Derneği) Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan Ak Parti Brüksel Siyaset Akademisi’nde, “Dünyada Müslüman kadın algısı ve eşitlik mücadelesi” konulu bir ders verdi. Konuşmasında cinsiyet eşitliğini değil, cinsiyet adaletini savunduğunu belirten Erdoğan, miras konusuna da değindi. Erkeğin evi geçindirme sorumluluğundan bahsederek, aynı sorumluluğun kadında olmadığını, böylelikle de erkeğe daha çok miras düşmesinin adaletli olduğunu söyledi. Adaletsizliğin merkezinde konum tutanların adaletten bahsederek adaleti savunmaları başlı başına bir ironi olsa gerek!
Pekâlâ, Sümeyye Erdoğan’ın söylediği gibi mirasın, erkeğe kadına oranla daha fazla düşmesi gerçekten adaletli midir? Ya da İslam’da bahsedildiği üzere, kadın hem babasından, hem de evleneceği erkekten pay alacağından; kadının geçimini sağlamakla yükümlü erkek, kadına oranla mirasta daha fazla pay sahibi olmalı mıdır?
Bu sorular ya da bu “sorunlar” farklı mecralarda tartışıladursun bu yazıda bizim üzerinde duracağımız mirasın, kime daha az ya da fazla düşeceği değil. Tam tersine bu tartışmalar kadının gerçek konumunu göz ardı ederek, erkeğin sahip oldukları üzerinden kadına konum biçen tartışmalar. Biz yazımızda kadın-erkek arasındaki ezeli mülkiyet ilişkisinden ve gerçek adaletten bahsedeceğiz, ataerkil sistemde her konuda olduğu gibi miras tartışmalarında da kaybedilmiş kadın kimliğinden bahsedeceğiz.
Ahlak Mirası: Evlilik
Mirasın anlamı mülk, evlilikte mülk paylaşımı demektir. Geçmişten günümüze tüm yasal evlilikler aslında kadının toplumsal ahlakını garantilemek için yapılır. Böylece kadının ahlakı, çekirdek ailede babaya, evlilik yoluyla da evlendiği erkeğe emanet edilir. Evlilikte her anlamda “sadık” kadınlar ise devletin sözde kanunları ile ödüllendirilirler.
1907 yılında İsviçre’den yola çıkan 1926’da Batı hayranı Cumhuriyet durağında inen, kadına belirli haklar veren kanunlar, medeniyetin mirası olarak gelmişlerdir. Devlet bu kanunları yıllarca pratikte uygulamasa da, 2001 yılına gelindiğinde batının gözünden çıkmaya ramak kala alelacele yeniden düzenlenirler. Birçok kez değiştirilen-yenilenen “pek medeni” kanunlarda en çok da “eşitlik” kavramı yüceltilir. Mülk paylaşımı yani miras tartışmalarında da aynı eşitliğin gözetilmesi, sözde kadın ve erkeği eşitlemiş olacaktır. 2002 yılında yapılan değişikler “aile hukuku” adı altında “evde erkek kadar kadının da sözü geçer”, “karar yetkisi ve bakım yükümlülüğü kadın kadar erkektedir”, “evlilik birliğini ortak temsil” gibi maddelerle “eşitlikçi” gibi görünse de kadının ezilen konumunu değiştirmekte hiçbir işe yaramamıştır.
2011’de devlet açısından bir milat olarak görülen Avrupa Konseyi ülkelerince İstanbul’da imzaya açılan böylece adını İstanbul Sözleşmesi olarak hafızalarımıza kazıyan kadına yönelik şiddetin önlenmesini amaçlayan sözleşmenin maddeleri hatırlanırsa kadın cinayetlerinin son 4 yılda yüzde 1400 arttığını da kimilerine hatırlatmak gerekir.
Kanunun devreden çıktığı durumlarda örneğin, “yasal olmayan” bir evlilikte kadının konumu “ahlaksızlık” olarak görülür. Erkek kadını ya da kadın erkeği herhangi bir gerekçeyle terk ettiğinde kimse kimseden yasal yollarla “hesap soramaz”. Kadın toplum tarafından “ahlaksızlıkla” yaftalanır, dahası birlikte olduğu erkek tarafından “kanunsuzca” cezalandırılabilir. Yani öldüresiye dövülebilir, sokağa atılabilir, çocuklarından men edilebilir vs. Erkek ise konumundan herhangi bir şey kaybetmez, tam tersine ahlaksız ilişkinin bir parçası değildir artık. Toplumda evliliğin kadına bir ahlak mirası olduğu düşünülürse ortada gayri resmi evlilikten doğan çocuklar varsa örneğin, kanun bu ahlaksızlığı temizlemek adına çocuğa bir tek soyadı borçludur, çocuklar henüz doğmamışlarsa noter imzasıyla erkeğin kabulü beklenir, toplum nezdinde ise anneleri ile aynı kaderi paylaştıklarından maalesef aşağılayıcı sıfatlarla yaftalanırlar.
Evlilik kadını taçlandırır derler! Özellikle de annelik sıfatıyla kutsallaştırılıp toplumda “özel” hissettirildiğimizde evliliği çoğu kez terk edemez hale geliriz. Diğer yandan manevi duygular göz ardı edilerek sadece ekonomik bir kurtuluş olarak görülen evliliklerse, patron-işçi ilişkisine benzer, tahammül sınırlarımızı zorlayana dek sürer. Günümüzdeyse sıkça tanık olduğumuz evlilik sözleşmesi denilen kadın ve erkeğin mülkünün paylaşımını önceden garanti altına alan “iktisadi çaba” ise tek bir şeyle açıklanabilir; “tamamen ekonomik”. Anlaşılan şu ki evlilik başımızda taç değil adeta ayaklarımızda bir zincir gibidir.
Televizyon kanallarında yayınlanan evlilik programlarında bile çoğu kadın evi, arabası, bankada parası olan ve çocuksuz erkeği eşi olarak seçmeyi tercih ediyor. Bu mülk arayışı, sadece yoksul kadının zenginliğe imrenişi mi yoksa yoksun kadının bir nebzecik rahatlama isteği mi? Günümüzde evliliğin tüm bu sorulara bir yanıt olarak sunulması bile kadının toplumdaki konumunu bize çok net özetliyor aslında.
Kadın evlilikle her açıdan hem sosyal hem de ekonomik mülkiyete dayalı bir ilişkinin ezileni olarak karşımıza çıkıyor. Başlık parası adıyla zorla evlendirilen, karşılığında 3 öküz, bilmem kaç dönüm arsa eden kadından zenginleşen erkek, yıllarca eve kapatılan kadından bedavaya hizmet alarak zenginleşen erkek toplumda kadının üzerine basa basa yükseliyor. Diğer yandan ataerkil sistem, doğurduğumuz küçük erkeklerin zihinlerine ilmek ilmek işleniyor ve onlar büyüdüklerinde “ahlaksız” kadının erkek adaleti olmak üzere miras bırakıyorlar adaletsizliği.
Emeğin Mirası: Yoksulluk
Evlilikle eve kapatılan kadın tüm yaşamsal ihtiyaçlarını da erkeğin ekonomik kazancına göre sağlamak zorunda. Bu kadına sadece yoksul bir yaşamı değil, beraberinde dış dünyadan yoksun bir yaşamı da getiriyor. Kadının yoksulluğu evlenmeden önce, evlendikten sonra, boşandıktan sonra gibi evrelerle sürüyor. Evlenmeden önce ailede kadın için düşünülen tek ekonomik birikim “çeyiz”, evlendiği gün düğün töreninde elde ettiği “takı” evlendikten sonra bir miktar “nafaka” oluyor.
Ev dışında çalışan her kadın için de durum benzerdir. Kadın emeği denilince akla ilk gelen “görünmeyen emek”tir. Hem evde hem iş yerinde, erkeğe göre vasıfsız, kolay görülen tüm işler kadını ezilen konuma hapseder. Çalışan kadın işinden eve döndüğünde ev işleri, çocuk bakımı gibi işlerle ezilmişliğini sürdürür. Kadın böylece ataerkil toplumun getirisi olarak yoksul ve yoksun bir yaşam sürmek zorunda bırakılır.
Ölümcül Miras: Kadınlık
Cinsiyet ve toplumsal cinsiyet birbirinden farklıdır. Cinsiyet, kadın ve erkeğin doğuştan biyolojik farklılıklara sahip olmaları, toplumsal cinsiyet ise bir kültür ürünü olarak, kadın-erkek arasındaki sosyal sınıflaşmadan kaynaklanan rollerle toplumsal olarak inşa edilir. Toplumsal cinsiyet, kişilerin davranış şekillerini belirleyerek, onlara nasıl ideal bir erkek ya da ideal bir kadın olacaklarını belirli normlarla ve kalıplarla öğretir. Kadın ve erkek kimliklerini oluşturarak tek tipleşmeye sebep olur.
Toplumsal cinsiyet rolleri kişiye çeşitli sorumluluklar verir. Kişinin karakteri, duyguları, hisleri, hırsları, motivasyonları, toplumun öğrettiği söylemler ve yaşam deneyimleri doğrultusunda şekillenir. Dolayısıyla başka bir karaktere sahip insanlar toplum tarafından bambaşka insanlara dönüştürülürler. Bu süreç, toplumun değer yargılarıyla ve dinle daha da meşrulaştırılır.
Toplumsal cinsiyet statüleri kadın ve erkeğin tanımını belirler. Bu tanımlar çerçevesinde kadın ve erkeğin hangi kıyafetleri giymeleri, vücutlarını nasıl şekillendirmeleri ve hangi isimlere sahip olmaları gerektiği de bellidir. Bu iki cinsiyetin üzerinde de kurulan baskı kadınların omuzlarına ağır bir yük olarak biner. Toplumda erkek, etken özne durumundadır. Bunun sonucu olarak da para kazanma, aile ekonomisini kalkındırma, güçlü olma gibi sorumluluklar erkek olmakla özdeştirilir. Kadın ise toplumda itilen karakterdir. Edilgen konumuna getirilen kadının sorumluluğu çocuğuna bakmak, ev işleri yapmak, toplumsal rolleri ise, pasif, anaç, şefkatli, hassas ve itaatkâr olmaktır. Bu sorumluluklar, kadının üzerinde erkeğe oranla daha çok baskı kurar. Çünkü kadının rolleri erkeğe göre yaşamın her alanında daha pasiftir ve kadın erkeğe hizmet etmek için tasarlanmıştır. Bu durum gerek ev alanında gerek iş hayatında birbirinden farksız değildir.
Kadın, tüm bu toplumsal sorumluluk ve rollerle adeta kimliksizleştirilir. Kadının kimliğini yitirmesi ve toplumun şekillendirdiği karaktere dönüşmesiyle kadına ölümcül bir miras kalmaktadır; “kadınlık”.
Ataerkilliğin Mirası: Adaletsizlik
“Erkek” olmak, “kadınlık” içerisinde tanımlanan her türlü gerçekliğin, duygunun ve davranışın toptan reddine dayanır. “Kadınsı” olarak tanımlanan hiçbir özelliğe izin vermemelidir. Toplumda beklenen “erkeklik” biçimlerini sergilemeyen ya da kabullenmeyen kişilerse üçüncü, muğlak ve hastalıklı cinsler olarak yaftalanırlar. Çünkü ideal olan “erkek” toplumda olunması istenen “erkek” ya da “kadın”dır.
Biyolojik erkekliğin dışında hegomonik olan erkeklik, toplumdaki erkeklerin buna göre şekillendiği, bunun için rekabet edeceği bir söylemdir. Bu anlamda özelliklerini koruyamayan, koruyamadığı düşünülen her erkeğin erkekliğinden şüphe edilir. Toplumda erkeklik “dölleyici, koruyucu ve geçindirici” özelliklerin sürdürülmesiyle her defasında yeniden üretilir. Bir “erkeklik sertifikası” olarak görülen sünnet, yine erkeklik ölçütlerinden biri olarak kabul edilen askerlik ile erkeğin kendi rolüne hazırlanması yani “adam” edilmesi gerekir. Örneğin, sünnet küçük erkeğin kendini çevresindekilere ispatlaması, asker ve padişah kıyafetleri altında “erkek” yani adam olmasıdır. Bir erkeğin tüm bunları deneyim edinmesi, iyi ve kötüyle tanışmış olması, bunlar hakkında yorum yapması beklenir. Çünkü daha sonra kendi kümesinin horozu, askeri ve koruyucusu olacaktır. Tüm bu erkeklik ritüellerini bilmeyenin ve yaşamayanın adamdan sayılmadığı toplumda, namus cinayetlerini, aile katliamlarını neden hep erkeklerin işlediğini sormamıza da gerek yoktur.
Erkeklik, sonsuz rekabet ve kişisel bir savaş halidir. Kadınlar içinse yaşam, bir savaş değil, bir savunma, kendini kanıtlama süreci değil, bir koruma sürecidir. Bir kadın eğer toplumun kendisinden beklediği kadınlık biçimini koruyamazsa aşağılanan ve olumsuzlanan bir kadınlığa hapsedilir. Erkek ise erkekliğini koruyamazsa toplum tarafından “hadım” edilir. Ataerkilliğin hem kadın hem de erkek açısından reddedilmesi zorunludur. Ancak bir kez “hadım” edilmekten korkan erkekler, her defasında kadını yok ederek yaşamayı sürdürdüklerinde bu düzen asla değişmeyecektir. Ataerkilliğin bıraktığı miras kadına şiddet kültürü ve katliamlar olarak dönecektir.
Reddi Miras
Yaşadığımız dünyada erkeğin kadına bıraktığı miras sadece mülkü değil, aynı zamanda çalınan bir yaşamdır. Bugüne kadar kadına sözde eşitlik ve adalet sağlamak adına çıkartılan tüm kanunlar da erkeğe hizmet etmiştir. Devlet içinse kadının konumunu iyileştirmek yani “hastalığı” tedavi etmek “hastalığı” ortadan kaldırmaktan çok daha kolaydır. Bu yüzden her alanda ortadan kaldırılması gereken, toplumda “hastalık” olarak görülen hep kadın olmuştur. Bugün farklı mecralarda cinsiyet eşitliğini ya da cinsiyet adaletini tartışanlar, kadının kaybedilen kimliğini, yoksulluğunu ve adaletsizlikleri dillendirmekten ısrarla kaçınırlar. Çünkü onlar erkekleşmişlerdir.
Yaşadığımız dünyada biz kadınlar için görülecek tek bir dava var; özgürlük davamız. Bu davayı devletin adliye saraylarının kapılarında değil erkek-kadın arasındaki mülkiyetli ilişkiyi reddederek, adaletsizliklere karşı koyarak, ataerkil düzene reddi miras diyerek kazanabiliriz. Erkek öldüğünde ortaklık biter, bir miktar mülk kalır geriye ancak erkeklik öldüğünde özgür bir yaşama sahip olabiliriz. Ve geriye onlardan bırakılacak bir şey kalmadığında ancak özgürlüğümüze kavuşabiliriz.
The post “Erkeğin Mirası Erkeğe Adaletsizliği Kadına” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Kadınlar Direnin Örgütlenin, Dayanışmayı Büyütün” -Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Öyle bir Harun ki kanunla düzelmez bu düzen. Öyle bir erkek ki her bucak, kadından öte çoraklık yok. Öyle bir keskin ki bıçak, kana susar, kan kusturur. Öyle bir yaşamak ki vakitsizce ölmenin adı kader olmuş. Öyle bir mücadele ki direnerek özgürleşmekten başka hiçbir yol yok.
Peki, tüm bu yaşadıklarımıza karşı nasıl mücadele etmeliyiz? Kadın cinayetlerini durduracak acil önlemde 5’te 1’in mücadelesi…
Devlet, kadın cinayetleriyle ilgili sözde önlemler aldığını, katliamlara son verme adına sözde çalışmalar yürüttüğünü iddia ederken, şiddet gören kadınları da “sığınma evi”, “yakın ev koruması”, “uzaklaştırma” gibi göstermelik uygulamalarla “koruyabileceğini” vaat ediyor.
Toplumun her alanında şiddet gören kadına başvurabileceği tek çözüm olarak “devlet” işaret ediliyor. Meclisteki kimi duyarlı vekiller kadın katillerinin “adil” yargılanması, anayasal haklar gibi konularda peşi sıra tasarılar hazırlayadururken, diğer yandan kimi kadın örgütleri yargıdan “devlet koruması” talep ededururken, kadınlar devlet-meclis-yargı üçgeninde adı “koruma” olan bir politikayla her geçen gün katlediliyor.
Peki, neden devlet-meclis-yargı kadını koruyamıyor?
Diyelim ki devlet üzerine düşeni yapmış olsaydı… 6284 Sayılı Ailenin Korunması Hakkındaki Kanun’da yer alan bütün maddeler uygulansaydı ya da yeni maddeler eklenseydi; mesela dini nikâhla evlenmiş ya da evli olmayan ya da boşanmış kadınlar için koruma kararı alınabileceği belirtilseydi; İçişleri Bakanlığı yasaya uymayan veya şiddet mağdurlarına kötü davranan polisler, savcılar ve hâkimlerin şikâyet edilebileceği bir mekanizma oluştursaydı, koruma kararı sistemi kapsamlı olarak izlenebilseydi ve sistemin nasıl kullanıldığına dair kamuya açık veriler oluşturulsaydı… Cumhurbaşkanı, başbakan ve meclisteki bütün parti liderleri kadına yönelik şiddeti kınasaydı, üstüne bir de Kadın Bakanlığı kurulsaydı, cinsiyet ve cinsel yönelim eşitsizliğini esas alan yeni bir anayasa yapılsaydı, ceza kanununda caydırıcı cezalarla birlikte 6284 etkin bir şekilde uygulansaydı… Hatta daha fazla sığınma evi açılsaydı, kadın katillerine daha ağır cezalar verilseydi…
Ne olurdu? Devlet üzerine düşeni yapmış olur, kadınlar erkekler tarafından öldürülmezler miydi? Kadına yönelik toplumsal tahakküm sürdürülmez miydi?
Bu sorulara cevaben “evet” diyenlerin 5’te 1’in mücadelesine kattığı değer şudur ki; kadını özgürleştirmekten çok topluma geçici makyaj yapıp, mücadeleyi özünden kopartarak erkek devletin himayesindeki erkek egemenliğini yaşatmak. Yaşadığımız sadece bu coğrafyanın değil ataerkil coğrafyaların ortak sorunudur. “Modern” Avrupa’nın kadın politikasında “modernleşme” heveslisi her coğrafyayı kadın cinayetleri hakkında “korumasına” alarak kendi çıkmazlarının üstünü örttüğü ve Ortadoğu’nun “modern” kapısı olan Türkiye’nin kadın politikasındaki “tek başvurucu, tek çözümcü” olarak kendini işaret ettiği görülmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da geliştirilen uluslararası stratejiler devletlere ödül olarak sunulur, karşılığında hizmet olarak geri alınır. 1 Ağustos’ta Türkiye ile birlikte 11 Avrupa ülkesinde yürürlüğe giren ve AKP’nin kadınlara bir nefes niyetine sunduğu Avrupa Konseyi Sözleşmesi de böyle bir ödüldür.
Avrupa’nın Türkiye’ye kadın “koruması”: İstanbul Sözleşmesi
Türkiye, ilk imzacısı olmakla övündüğü “İstanbul Sözleşmesi” olarak bilinen, kadına yönelik şiddet, aile içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi sözleşmesiyle kadın cinayetleri konusundaki kötü karizmasını toparlamak için makyaj yapmayı sürdürecek. Şöyle ki, bu sözleşmeyle yapılacak makyajın yansıması, 11 yıllık iktidarı boyunca sürdürdüğü, aslen süründürdüğü, kadın politikasını rayına koymuş bir AKP, “sağ”duyulu vekillerini dahi hizaya sokmuş bir meclis, yargıda önlem-koruma-kovuşturma-destek mekanizmaları hakkındaki düzenlemelerin kusursuzca tasarlandığı, sosyal sorumluluklarını fonlar alarak yerine getirmiş liberal sivil toplumcu organizasyonlar olacak. Böylelikle kadının geleceği, yaratılmak istenen “Yeni Türkiye vizyonu”nda yapılan makyajın etkisiyle bir süreliğine parlak görünecek, ancak bize göre kadının ışığı bu vizyonda da kısa sürede sönecek ve yalancılar katliamlar karşısında kör olacaklar. Çünkü bahsi geçen sözleşmedeki açmazlar bunu açıkça belirtiyor.
Bazı kadın örgütlerinin özellikle yasal süreçler hakkında sözleşmeyi AİHM benzeri uluslararası bir başvuru mekanizması olarak görmesi, bu açmazlardan sadece biri. Etki alanları farklı da olsa Birleşmiş Milletler’in CEDAW’ı da benzer bir mekanizma olmasına karşın hiçbir şekilde uygulanmadı ve uygulanmıyor. Özellikle LGBTİ bireylere yönelik gerçekleştirilen nefret cinayetlerini ele aldığımızda her türlü ayrımcılığın, katliamlarla artarak sürdüğü gerçeğini yadsıyamayız.
Yine AİHM’nin karalarının uygulanmasında da durum farksız değil. Örneğin zorunluğu askerliği reddeden vicdani retçilere yönelik usulsüz uygulamalar, AİHM kararlarına rağmen sürüyor. Yine sözleşmenin maddelerinden biri olan “şiddet gören kadınlara mülteci statüsünün verilmesi” konusu da bir muamma. Türkiye’nin taraflarından olduğu Cenevre Protokolü’ne göre mültecilerle ilgili bir “coğrafya kısıtlaması” var ki mülteci statüsü sadece Avrupa’dan gelen göçmelere verilebiliyor. Demek ki; sözleşmeye göre yoksulluktan kaçıp Türkiye’ye sığınan Gürcistanlı göçmen kadın yaşamak adına sürüklendiği fuhuş batağından çıkartılıp kaçak olduğu anlaşıldığında sınır dışı edilerek tekrar yoksulluğun ortasına, ülkesine gönderilecek. Bu durum bir o kadar ironik değil mi? Üstelik sözleşmede yer alan psikolojik şiddetin dahi cezalandırılması maddesi buradaki göçmen kadına yönelik işletilmiyor çünkü sözleşmede kastedilen psikolojik şiddet aynı şey değil! Bu da bir o kadar ironik değil mi?
Yine sözleşmeye göre sözde namus üzerinden işlenen cinayetlerle ilgili yasal süreçte katillere “haksız tahrik indirimi” şeklinde uygulanan cezai durumlar gibi herhangi bir şiddet eylemi de mazeret kabul edilmeyecek. Psikolojik şiddet dâhil, kadına yönelik şiddete yardım yataklık eden herkes sözleşme kapsamında cezaya tabi tutulacak. Buradaki açmaz şu ki, kadının beyanı dışında uygulanan şiddetin herhangi bir denetim mekanizması tarafından belgelenememesi. Yani kanıt yoksa ceza da yok.
Devlet her zaman her koşulda kadına yönelik şiddete karşı hep kör, sağır ve dilsiz oldu, olmaya devam ediyor. Bu yüzden bahsi geçen sözleşmedeki açmazlara da şaşırmamamız gerek. Çünkü tek etkili çözüm olarak devlet-meclis-yargı üçgenini işaret eden ve bu alana sıkışan kadın da, kadın mücadelesi de içinden çıkılmaz bir açmazda. Çünkü en nihayetinde şiddeti önleyebilmek şiddeti üreten ve sürdüren mekanizmaların dışında bir mücadeleyle mümkün kılınabilinir. Yoksa mücadele ne kadar ironik kalır değil mi?
Kadın mücadelesi derken…
Erkekler geçtiğimiz Ağustos ayında, 14 ilde, 22 kadını katletti. Kadınlardan biri öldürülmeden hemen önce polise şikâyetçi olmuştu. Bir erkek ise denetimli serbestlikle cezaevinden çıktıktan sonra eşini öldürdü. Bir kadın boşanmak istediği için, biri cinsel ilişkiyi reddettiği için, biri aile kararıyla öldürüldü ve ve ve daha nicesi…
Biz her şeye rağmen mücadele ederek ve her yerde filizlenerek kök salan bir dayanışmayla durdurabiliriz yaşanan tüm cinayetleri. Bir kadın onu 43 yerinden tornavidayla bıçaklayarak katletmeye çalışan eski eşi tarafından rahatsız edildiğinde, ona sahip çıkan mahalleli; eşi tarafından kan revan çoluk çocuk sokağa atılan kadının, ona dayanışmayla açılan kapısındaki anne-baba-kardeş; tecavüze uğrayan bir kadını en temiz duygularla sevebilen bir sevgili; işe giderken bindiği otobüste tacize uğrayan kadının sessiz çığlığını yükseltecek ses; dokuzuncu katın camını silerken canı pahasına yere çakılan ev işçisinin yaşamını elinden alanlara duyulan öfke; daha 12’sinde gelin edilen çocuğun hayallerini çalmayan bir gelecek; eşi yüzüne kezzap döktüğünde “güzelliği” eriyen kadına güzel bakabilen gözler; yoksulluğun çaresizliğinde yoksunlaşan kadının sermayesine umudu katanlar; cinsel yöneliminden ötürü kadına nefretle değil sevgiyle kucak açanlar; kadınlar, kadınlar ve kadınlar ancak direnerek, örgütlenerek ve dayanışmayı büyüterek yıkacaklar bu düzeni.
Ne bu erkek katil devlet, ne bu erkek katil yasa, ne bu erkek katil meclis değil bir tek kadınlar, kadınlar ve kadınlar değiştirebilir bu soyu erkek düzeni. Ve böylesine birer birer katledilirken bizler, üzüntümüzle değil, adliye saraylarında öfkemiz ve dayanışmayla erkek egemen düzenin boğazında düğümleneceğiz.
Nefes kestikçe, nefes alacağımız gün özgürleşeceğiz!
The post “Kadınlar Direnin Örgütlenin, Dayanışmayı Büyütün” -Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Sığmaz Sandıklara Hayaller” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar
Günümüz erkek egemen toplumu, kadınlara her defasında kaderlerine razı olmayı öğretiyor. Kader bazen 14’ündeki çocuk gelinin adı, bazen adı gibi yaşamının kendisi oluyor. Aynı zamanda kader, toplumsal geleneklerin kadınlara yüklediği ağır kabullenişle, razı kalıp şanslıysak yaşamanın ya da yükünü sırtlamayan bir hayatı seçerek yaşamın sonu oluyor. Kadınlar, yaşamları boyunca hep bir seçim yapmak zorunda bırakılıyorlar.
Çeyiz sandıklarından seçim sandıklarına, kadınların kaderi değişiyor mu?
Küçük bir çocukken evcilik oyunlarıyla genç kadınlığa varıncaya dek sürdürülen evlilik propagandası, kadınlara “iyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapmak zorunluluğunu dayatmaktadır. Erkek egemen bir toplumda kadının evliliğe hazırlanışı, geleneksel değerlerle birlikte bu propagandaya eklenir. Bu geleneklerden biri de itinayla hazırlanan, yıllarca bir sandıkta biriktirilerek kadının adeta ekonomisine dönüşen çeyizidir. Böylelikle kadınlar çeyiz sandıklarını yüklenip, aile evinden çıkıp, çocukken oynadıkları evcilik oyunlarını gerçek kılarlar. Çocuk gelin Kader’in yazgısı da böyle başlamıştı. 11’inde evlendirildi Kader, 12’sinde anne oldu, 14’ünde gömüldü. Çünkü ona yükledikleri çeyiz sandığı, onun tabutu oluverdi. “İyi yaşamak adına, iyi bir eş” için seçim yapma şansı bile olmadan üstelik. Çeyiz sandığında biriktirilen onca şey dışında, evinde ölü bulunarak çıkarılan kefenli sandıkta, bir tek Kader’in cansız bedeni vardı. Ya Kader “iyi yaşamak” adına sandığı yüklenmeyip, kader dedikleri yazgıya başkaldırabilseydi? Yine de aynı kader yazılır mıydı onun için, bizim için, kadınlar için?
Günümüze dek kadınlar “özgür yaşam” mücadelesi adına hayatın her alanında sadece bir nebzecik eşitlik için görünmek, duyulmak, varlıklarını hissettirmek adına uğraştılar, mücadele ettiler. Onlar uğraştıkça kurtarıcı sanılan tüm iktidarlar her defasında, erkek egemen anlayışlarıyla kadınları engellemeye çalıştı. Bu alanlardan birisi de siyasetti. Tarihsel olarak bakıldığında kadınlar bir nebzecik kazanım elde etmiş gibi görünse de, istenilen özgürlük var olan iktidarlı, erkek egemen siyaset anlayışı değişmedikçe kazanılamamıştır.
Cumhuriyet’in, kadınlara batılı makyajı
Cumhuriyetle birlikte her kesim ulus-devlet anlayışına uygun olarak “Türkleştirildi”. Bu kesimlerden biri de farklılığı barındıran Osmanlı içerisindeki kadın hareketiydi. Ancak Cumhuriyetle birlikte kadın, Kemalistlerin “modern kadın” tahayyülüne uydurulmak istendi. Cumhuriyet erkekleri kadını batıya öykünen, makyaj yapan, tiyatrolara giden, erkeklerle aynı ortamlarda yemek yiyerek dans eden, güzellik yarışmalarına katılan bir kalıba sokmakla meşguldüler. Cumhuriyet’in kadın ideali söylenenin aksine eğitimli kadın yaratmak değil, erkeklerin yanına yakışan batılı modern görünümü yaratmaktı. Çünkü Cumhuriyet’in önemli misyonlarından biri zaten buydu, diğer yandan da etnik kökenin yok edilmesini sağlamak. Kemalist tarih yazımında yer alan “kadınlara bütün haklarını biz verdik” söyleminin altının boş olduğuysa, Osmanlı kadın edebiyatı ve dergilerinin 1990’lardan sonra feminist araştırmacıların gayretleriyle keşfedilmesi sonucunda bir kez daha anlaşılmış oldu.
Kadınların mebusluk propagandasının kısa tarihçesi
Osmanlı döneminden beri siyaset yapma mücadelesi veren Nezihe Muhiddin ve beraberindeki kadınlar, 15 Haziran 1923’te “Kadınlar Halk Fırkası” adlı partinin kuruluşu için İçişleri Bakanlığı’na başvurmuştu. Ardından “Kadınlar mebus olmak istiyor” şeklindeki haberler ardı sıra basında yer aldı. Bakanlığın uzunca süren sessizliğinden sonra, hükümet “kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı” gerekçesiyle partinin kurulmasına izin vermedi. Basında konuya ilişkin “bazı düşünceler nedeniyle uygun bulunmadığı” yazıldı. Bu “düşüncelerin” ne olduğu konusu hiçbir zaman açıklanmadıysa da parti tüzüğünün siyasi hakları ima eden 2. maddesi, belediye seçimlerinde aday olunmasını öneren 3. maddesi ve “kadınların savaş halinde askerlik yapmasını” öneren 8. maddesinin çok “taşkın” bulunduğu söyleniyordu. Diğer yandan kuruluş faaliyetleri devam eden Cumhuriyet Halk Fırkası sebebiyle “halk fırkası” adının bir kadın kuruluşu tarafından kullanılması “bölücü” olarak görüldü.
Nezihe Muhiddin ve arkadaşları, “taşkın” maddeleri değiştirdiler. 1924’te Kadın Birliği adlı örgütü kurdular. Parti tüzüğünün 3. maddesinde “ Kadın birliğinin siyasetle alakası yoktur” yazıyordu. Birlik, uzunca bir süre kimsesiz çocuklara, yoksul kadınlara yardım etmek, ekmek ve iş olanağı sağlamak gibi “hayırseverlik” işleriyle uğraştı. Anlaşılan şu ki seslerini kısmakla iyi etmişlerdi, çünkü tam bu sıralarda İstiklal Mahkemeleri’nin darağacına gönderdiği insanların feryatları yükseliyordu.
1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı ise kadınların siyaset yapma isteğine kulak tıkamak için yeni bir bahane olarak gösterilmişti. Dönemin Cumhuriyet Gazetesi “Türkiye’de mühim meselelerin olduğu bir zamanda hanımlarımızın mebusluk propagandası veya reklamı ile meşgul olmaları pek ciddiyetsiz” diye yazıyordu. İsyan bahanesi ile çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu da etkisini göstermiş, kadınlara yönelik ciddi bir “yasaklar” uygulaması başlatılmıştı. Bu zorlamalar sonucunda 1926’da kadın birliği, Cumhuriyet Halk Fırkası’na üye olabilmek için başvuru yaptı. “Kadınların hayır işleri ile uğraşmasının daha doğru olacağı” şeklindeki açıklamalarla, yapılan başvuru kabul görmedi. Birlik içerisindeki bazı Kemalist kadınlar yeni çıkan Medeni Kanun’la “kadınlara layık olmadıkları hakların bile verildiğini” iddia ederek siyasi taleplerde ısrar edilmesini eleştirmişlerdi. Nezihe Muhiddin ve arkadaşları yılmadı, farklı şehirlerde şubeler açıp, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan genel seçimlere katılmak için kampanyalar başlatmak istedi, ancak teklif yine kabul edilmedi. Kadınlar bunun üzerine seçime erkek bir aday ile katılma kararı aldılar. Kendini “feminist erkek” diye tanıtan ve seçimler için bıyıklarını kesen Kenan Bey, alaylara tahammül edemeyince kadınlar bu kez adaysız kaldı. Kadınların siyaset yapma mücadelesi, Nezihe Muhiddin hakkında “birliğin kasasındaki parayı kişisel amaçlarla harcadığı” gerekçesiyle soruşturma açılması ve birlik yöneticiliğinden istifa ettirilmesiyle sona erdirildi.
1930’da kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1933’te Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine köy yönetimlerinde seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. 1934’te ise Cumhuriyet’in erkekleri tarafından uzun yıllar tanınmayan mücadelenin sonucunda seçme ve seçilme hakkı “tanındı”. Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan meclise girmeyi bir türlü başaramayan Nezihe Muhiddin, tarihte iz bırakan diğer birçok kadın gibi bir akıl hastanesinde yaşamını yitirdi.
1935’ten 2013’e gelindiğinde…
78 yıl önce parlamentoya 17 milletvekili gönderen, ara seçimde de 1 milletvekilinin katılımıyla 18 sandalye kazanabilen kadınlar, 2013’e gelindiğinde ise 79 vekille mecliste yer tutmayı sürdürüyorlar. 1983 seçimlerine kadarsa 10’u aşmayan sayılarla temsil edilen kadınlar, darbenin ardından yapılan ilk seçimde ironik bir şekilde 12 sandalye kazanabildi. Buna karşın, kadın milletvekillerinin kabinede temsili, genelde tek isimle sınırlı kaldı. Tansu Çiller dışında Başbakanlık görevini üstlenen başka kadın olmadı. Günümüzde eşbaşkanlık sistemi ve yüzde 40 kadın kotasını getiren BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ise bir ilke imza attı. Parlamento da BDP’nin kadın temsiliyet oranının diğer mevcut siyasi partilere göre daha fazla olma nedeniyse, Kürt kadınının yaşamsal olanı politikleştirerek, Kürdistan özgürlük hareketi içerisinde deneyimledikleri öz örgütlenme konusundaki sürekli kararlılıktır.
Kadın Yolu dergisinin arasına sıkıştırılan radikal bildiri
Nezihe Muhiddin ve arkadaşları tarafından 1925’te yayımlanan Kadın Yolu isimli derginin dördüncü sayısını devletçi, milliyetçi ve militarist bulan bir grup kadın, yazılanları eleştirmek maksadıyla gizlice derginin sayfaları arasına bir dizi talepler sıralamıştır. Tarihsel dönem açısından oldukça radikal olan bu talepler, derginin nüshasının içinde bir müzayedede tesadüfen bulunan bir kitapçıktan alınmıştır. Bu şekilde varlığına ulaşılarak edinilen bu belge, hem Osmanlı kadın hareketi tarihi yazımı açısından hem de özellikle anarşist kadın hareketinin benimsediği söylemleri taşıması açısından önemlidir. Bildiride yazanlar şu şekildedir:
-Zevcelik ve validelik tabiatın emri, mukaddes vazife değildir.
– Mecburiyet-i askeriye kaldırılmalı, evlatlar vatana hibe edilmemelidir.
– Ahlaki ve milli iman kadının hürriyetine değil, içtimai muvazene için vasıta haline getirilmesine muavenet eder.
– Irk-ı milliyetçilik vatanperverlik değildir.
– Tek fırkalı nizamda siyasi haklar meclise girme ve rey verme hakkıyla elde edilemez.
– Maarif, vatan ve milletten ziyade, şahsi hürriyet ve iradeye katkıda bulunmalıdır.
Bu bildiri anlaşıldığı üzere kadınların yaşamlarını doğrudan etkileyen durumların bir reddedişidir. Yaşamsal olanın siyasallaştığı fikrinden yola çıkacak olursak, yazılanlar seçim hakkı talebinden çok daha ötedir. Bu belge adeta bir kadın özgürlüğü manifestosudur.
Bildirinin ilk maddesinde evliliğin, ailenin ve anneliğin kutsal bir durum olmadığından bahsedilmektedir. Anarşist kadın hareketi bahsedilen kutsallığı, bu yapıları ve içinde barındırdığı ilişki biçimlerini erkek egemen bir toplumda erkeğe yönelik birer hizmet aracına dönüşmesi dolayısıyla eleştirmektedir. Günümüzdeki mevcut aile yapısı hem sosyal hem de ekonomik olarak kadının sömürüldüğü bir mekanizmadır. Aile, devlet eliyle sağlamlaştırılan, hiyerarşik olarak erkekte belirginleşen iktidarlı ilişkiyi, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümü ile olağanlaştırmaktadır. Erkek egemen toplumda annelik kutsal vazife olarak addedilen bir kavram olarak “ev kadınlığı” ve “çocuk bakımı” gibi durumların yaratmış olduğu ekonomik ve sosyal sömürüyü kadınlar üzerinden yükseltir. Dolayısıyla tüm bu sorunsallar aslında iktidarlı ve erkek egemen toplumsal yapının sorunsallarıdır. Radikal olan bildiride yazılı olanlar değil, bu toplumsal yapının bizzat kendisidir. Çözüm de bu toplumsal yapıda var olan ilişki biçiminin öncelikli olarak reddedilmesi ve mevcut toplumsal yapının kökten değişmesidir.
Bildirinin ikinci maddesinde zorunlu askerliğin kaldırılmasından bahsedilmektedir. Günümüz anarşist kadın hareketi bu konuda “vicdani ret” mücadelesini dillendirmekte ve anti militarist bir anlayışı yaşamlarda örgütlemek için çabalamaktadır. Evlatlarını askere göndermeyerek böylelikle de savaşın bir unsuru olmalarını engelleyen kadınların da mücadelesine dönüşen vicdani ret hareketi, yaşadığımız bu topraklarda filizlenmeyi sürdürmektedir. Vatanın kutsallığı da tıpkı ailenin kutsallığı gibi sadece bir devlet propagandasıdır.
Bildirinin üçüncü maddesinde ahlak konusuna değinilmiştir. Yaşadığımız coğrafyada da toplumsal ahlak olarak tanımlanarak çoğu kez kadınların öldürülmesiyle belirginleşen cinayetler bizzat kadınların en önemli sorunlardan biridir. “Erkeklik en çok erkeği ezer” sözünden hareketle toplumda kültürel bir olguya dönüşen “erkeklik” kavramının en büyük korkusu kadınsılaşmaktır. Yaşadığımız toplumda bu kültürden beslenen erkek, cinselliğe ve kadın bedenine karşı duyduğu büyük endişe nedeniyle şiddete başvurmaktadır. Çünkü varoluşunu ve iktidarını ancak kadını öldürerek kazanabilir. Erkek, erkekliğinin onaylanmadığını ve tehdit altında olduğunu hissettiği her an, kadınsılaşmamak adına her şeyi yapar. Oysaki ahlak denilen şey, her bireyin kendisinin vicdani sorumluluğudur.
Dördüncü maddede bahsedilen vatanperverlik sözüyle anlatılmak isteneni ise anarşist Emma Goldman öyle güzel bir dille ifade etmiştir ki; “Peki nedir vatanseverlik?” diye sorulduğunda şu sözlerle karşılık verir;
“Bir kişinin doğduğu topraklara çocukluk anılarının, umutlarının, hayallerinin ve özlemlerinin bir arada toplandığı yere duyduğu sevgi midir? Çocuksu bir naiflikle bulutların akışını seyrettiğimiz ve kendimizi neden öylesine yumuşakça uçamadığımızı merak ettiğimiz yer midir? Milyonlarca parlayan yıldızı sayıp ruhlarımızın derinliklerine işleyen gözümüzün nuru mu? Kuşların müziğini dinleyip onlar gibi uzak diyarlara uçmak için kanatlarımızın olmasını dilediğimiz yer midir? Kısacası her santimetrekaresinin güzelliği eşsiz mutluluk, zevk ve oyun dolu çocukluğumuzu temsil ettiğimiz bu yere duyulan aşk mıdır? Eğer vatanseverlik buysa pek azımız vatanseverdir. Çünkü oyun mekanları artık fabrikalar, değirmenler ve madenlere dönüşmüştür. Kuşların sesini ise sağır edici makine sesleri almıştır. Artık büyük zaferler ve efsanelerle ilgili hikayeler de dinleyemeyiz, çünkü annelerimizin öyküleri acı, gözyaşı ve kederi anlatmaktadır.
O halde nedir vatanseverlik? “alçakların son sığınağıdır” ve diğer yandan vatanseverlik yapay bir şekilde yaratılmış yalanlar ve yanlış söylentilerin iletişim ağından kaynağını alan, insanı özgüveninden ve değerlerinden kopartırken, ona anlamsız bir kibir ve gurur katan, gerçekten de bir egoizmdir.”
Yaşadığımız topraklardaysa “vatan uğruna” ve “milliyetçilik” adına bir bir katledilen kardeşlerimizin acısı henüz taptazeyken “vatana hizmet için çalışacağız” vaatleri, vatanperver bu alçakların seçim demokrasisi yalanıdır.
Beşinci maddede siyasal hakların meclise girme ve oy verme hakkıyla edinilemeyeceği söylenmiş; altıncı maddede ise bireyin hürriyetinden ve iradesinden bahseden sözlerle asıl anlatılmak istenen gerçek demokrasi olmuştur. Sözümüz kendi bireyliğimizde, kendi kararlarımızla, irademiz ve gücümüzle bu vatanperver alçakların karşısında ancak karşılık bulmalıdır.
“Her birey kendi özgürlüğü ve gücü üstünde hak iddia etmediği sürece kimse özgür olamaz.” Emma Goldman
Sandığı yüklenmek…
“İyi yaşamak” adına seçim şansımız olduğunu sandığımız bu erkek dünyanın döngüsünde her defasında çaresiz hissettiriliyoruz. Kaderinki gibi, kurtarıcı sandıklarımız katilimiz olduğunda, buna da kader deyip geçiyoruz. Tıpkı “iyi yaşamak için iyi bir yöneten” gerektiği yalanına zorla inandırıldığımız gibi. Bizi yönetmek isteyenlerin seçim sandıklarına, tıpkı çeyiz sandıkları gibi onca değerli hayalimizi çaresizce teslim ediyoruz. Yıllarca biriken bu hayaller bir sandıkta gerçekleşsin diye, “iyi yaşamak” hakkımız diye, en nihayetinde özgürlük arayışında biçare yükleniyoruz bu sandıkları. Kendimiz dışındaki kurtarıcılar da zaten bizi bir tek bu sandıklarla kurtaracaklarını söylüyorlar; bizse kurtuluşu bu sanıyoruz, vaatlere kanıyoruz, sandığı yükleniyoruz, taşıdıkça altında eziliyor, ezildikçe yaşamdan vazgeçiyor, vazgeçtikçe de kaybediyoruz. Çocuk gelin Kader gibi ölüyoruz.
Yerel seçimlerin yaklaştığı, iktidarların seçim vaatleriyle ortalarda dolandığı, bir oy için binlerce yalanın üretildiği bir dönemdeyiz. Kadınlar yerel seçimleri konuşup, tartışırken elbette kendi hayallerinin gerçekleşmesi noktasındaki kararlar üzerine düşüneceklerdir. Yani kadınlar için yine bir seçim zamanı.
Oysa ne “iyi bir yaşam” var yaşadığımız düzende, ne “iyi bir yöneten”, ne de “ iyi bir eş” kadınlar için. Özgürlükse şayet peşinden koştuğumuz, özgür bir yaşamsa istediğimiz öncelikle iktidarlı ve erkek egemen bu düzeni yıkmalıyız. Yıktıkça, her an, kendi ellerimizle yaratmalıyız özgür yaşamı. Kaderi bozmak, ancak özgür bir yaşam için hayallerimizi sandıklara teslim etmeden, sandığı yüklenmeden, kaderin yazgısına başkaldırabilmektir. Çünkü ne hayaller sandıklara sığar, ne de sandıklar hayalleri gerçek kılar.
Zeynep Kocaman
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 16. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Sığmaz Sandıklara Hayaller” – Zeynep Kocaman appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” Nefret Cinayetleşiyorken… “- Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Yaşadığımız topraklarda ‘kadın cinayetleri’ denilen bir olgu oluşturduk. Her gün beş kadından birinin erkekler tarafından öldürüldüğü bir coğrafyanın istatistiki verilerine dayanarak. Hal böyleyken, tepki de kaçınılmaz. Kadınların hunharca katledilmesi karşısında devletin de onun adaletinin de yaşanan tüm bu cinayetlere ortak olduğu gerçeği, ayan beyan ortada üstelik. Mahkeme kararları bunun en somut örneği. Defalarca yapılan haklı itirazlara rağmen yargıdan çıkan kararlar ‘önce kadınları vurun’ dercesine tarihin bir tekerrürü olarak karşımıza çıkıyor. Ne yazık ki erkek egemenliğin asırlık laneti üzerimizde kan, işkence ve acı oluyor.
Toplumsal kamuflajla diri diri gömüyoruz cenazelerimizi. İlk seferinde ölmedin belki yırttın, git tecavüzcünle evlen demek de öldürün demek değil mi? Gece sokak ortasında düşene bir tekme de sen attığında, ona duyduğun köklü nefret değil mi bu cinayetlerin sebebi? Peki ya katiller? İçeride, dışarıda, makamlarında… Ne fark eder, ağır cezalar alsalar dahi içlerindeki bu nefreti söküp atamadıktan sonra, ne işe yarar onlarca yıl bedenleri çürütmek? Zaten çürümüş, kokmuş insanlık. Ama yine de bir nebzecik huzur… Sadece bu yüzden gölge etmesinler, başka ihsan istemez, demeden de edemiyor dilimiz. Bu yüzden ey muktedirler! Önce vurduğunuz kadınların sevdiklerini de azcık avutun, kesin katillerin cezalarını. Ancak ve ancak hepimiz biliyoruz hiçbir ceza işe yaramaz. Nihayetinde içimizi dolduran doyumsuz nefreti söküp atamadıktan sonra… Nefret, zaten nefret ettikçe cinayetleşiyor.
Peki, kime, neden bu nefret?
Nefretin meşru dil haline geldiği yaşadığımız bu coğrafyada ırkı, rengi, etnik kökeni, uyruğu, dini, cinsiyeti veya cinsel yönelimi, fiziksel ya da zihinsel engeli sebebiyle birilerine zarar vermek çok meşru değil mi? Toplumsal ahlakın, milliyetin ve devletin bekasının neferi nefret dolu aklın tek bildiği yol olan bu nefreti herkeslere gösterebilmek için “hazır ol”dan, saldır moduna geçmesi çok meşru değil mi? Kendi gibi olmayana, her türlüsünden haddini bildirmek de çok çok meşru. Aşağılamak, görmezden ve duymazdan gelmek, hatta kesip doğramak, diri diri yakmak, yok etmek yani bir nevi kusursuzca temizlemek çok meşru değil mi? Okuyoruz, yazıyoruz, izliyoruz ve yaşıyoruz değil mi?
Bu toplumsal bir temizlik operasyonu aslında ve bu operasyonda, son yıllarda pik yapan “eşcinsel seviciliğine” rağmen, en çok da farklı cinsel yönelimlerin (lgbtti) toplumu kirlettiği tehlikelisiyle kışkırtılıyoruz. Nefret cinayetleri gerçeğini belki de en çok onlar yaşıyorlar. Devlet temiz toplum yaratmayı arzularken, seri katiller kollarını sıvamış, operasyon için bekliyorlar ve öldüresiye kan istiyorlar. Tabi ki doyumsuz bu nefretten suç doğacaktır. Misal, geçenlerde trans İdil’i “temizliyorlardı”. Neyse ki göğsüne boylu boyunca atılan 47 dikişle “ucuz yırttı” İdil. Misal 14 yaşındaki Burçin’i “temizlediler”. Aile meclisi Burçin’i “kimseye yar etmedi”, oklavayla döve döve döve katletti. Misal, gözaltında kadınları elle taciz eden işkenceci polisler görevlerinden alınarak kısa süreliğine temiz bir hayata sayfa açmış gibi, “atanıverdi”. Misal, misal, misal…
Ancak ve ancak biliyoruz hiçbir ceza işe yaramaz. Nihayetinde derdimiz, içimizi dolduran doyumsuz nefretle mücadele edebilmek. Bu nefreti kökünden söküp atabilmek…
The post ” Nefret Cinayetleşiyorken… “- Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>