The post Mağdurum da Mağdurum- Mısra Sapan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Erkeğin, evlilik süresi boyunca kadının ev içi-dışı emeğini sömürmesi ile nafakaya karşı çıkışında doğrudan bir bağlantı bulunuyor. Erkek, kadınlara yönelik uyguladığı sömürü, baskı ve şiddetle kendisinin yaşadığını iddia ettiği ekonomik “mağduriyeti” aynılaştırmaya çalışıyor. Süresiz nafaka uygulamasının erkekler için yarattığı sözde “mağduriyet”e ilk başta muhafazakar kesimlerden tepkiler gelse de bu tepkiler hemen hemen her kesimden erkek tarafından sahipleniliyor. İktidara yakın medya organlarından muhalefete yakın medya organlarına pek çok medya kuruluşu bu konuya değiniyor. İşte erkeklik, politik başka başka ayrımları bu noktada ortadan kaldırıyor. Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ve cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın da bu konuda devreye girdiği aktarılıyor. Sonuç olarak ortaya çıkan şey, tabi bunun adına dayanışma denilebilirse, “erkek dayanışması” oluyor.
Nafakanın dışında yine muhafazakar kesimden yükselen başka bir mağdur edebiyatı, kız çocuklarıyla evlenen erkeklere verilen hapis cezası konusunda yükseliyor. Bunun yanında bir taciz olayında erkek, kadın tarafından tahrik edildiğini ve mağdur olduğunu iddia ediyor. Devlet de durur mu, tahrik ya da iyi hal indirimi ile erkeği koruyor.
İşte tam da bu noktada, “erkekler de mağdur” söyleminin arkasında toplumsal cinsiyet normlarının ve ataerkil sistemin yarattığı avantajlardan kopmak istemeyerek bu sistemi sürdürmek isteyen erkeklerin olduğunu görmek gerekiyor. Yaşananlar “tersine eşitliği” amaçlıyor, erkeği kadının konumuna düşmüş göstererek eşitlemeyi… Erkekler kendi zulmünü görünmez kılmak istiyor.
Erkeklerin, devletin -iki yüzlü biçimde “pozitif ayrımcılık” adı altında evlilik ve nafaka gibi konularda- çıkarttığı erkekler için “dezavantaj”lı yasalarından rahatsız olması durumunun mağdur edebiyatı yapmalarına meşruiyet kazandırmadığını belirtmek gerekiyor.
Toplumsal cinsiyet rolleri ile bu davranış-hareket biçimlerinin sürekliliğini sağlayan erkeklerin, bir baskı ile mağduriyet yaşadıklarını dile getirmeleri ayrıca bir samimiyetsizlik göstergesidir. Çünkü bu açıklamalar toplumsal yaşamın her yerinde sesi kısılmaya çalışılan, yaşadığı adaletsizlikleri ve şiddeti teşhir etmeye çalışırken devletin polisi tarafından şiddete maruz bırakılan kadınların yaşadıklarını iyice görünmez kılıyor ve erkek şiddetini meşrulaştırıyor.
Ayrıca sözde kadını koruyan ve erkeği mağdur eden yasalara karşı verilecek mücadele de erkek devletin yıkılmasıyla ilişkilidir. Biz kadınlar, ataerkil sistemin yarattığı adaletsizliklerin doğrudan hedefinde olanlar, halihazırda bu adaletsizlikleri teşhir ederek mücadele etmekteyiz. Bu noktada biz kadınlar, erkeklerin böylesi edebiyatlarını da teşhir etmeli, görünür olan ve görünmezlik pelerininin içinde gizlenen tüm erkekliklerle mücadeleye devam etmeliyiz.
Unutmamak gerekir ki kadınların ataerkil sisteme karşı verdiği mücadele, tüm iktidar biçimlerine karşı verilen mücadeleyle ortak olduğu için, aynı zamanda erkeklerin nafaka yüzünden hapis cezası alması gibi “sözde mağduriyetlerini” de tam anlamıyla giderecek niteliktedir.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Mağdurum da Mağdurum- Mısra Sapan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Paylaşma ve Dayanışmanın Büyülü Dünyası Çocuk Kitapları- İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Uslu durmadığında azarlanan, hanımefendiliği beyefendiliği elden bırakmaması gereken çocukların sürüldüğü alan AVM’lerdeki yapay çim halılarla plastik kaydıraklar. Hem içerde hem dışarda aşılmaması hedeflenen çitler çocukları bekliyor.
Keşif eylemi her zaman büyüleyicidir. İnsanın kendi özünü inşa etme keşfi ise şüphesiz en cezbedici olandır her zaman. Günlük yaşamda kapitalizmin sıkıştırdığı her alandan bir şekilde sıyrılmak isteyen her insan, karşısına çıkan bir kitapta bulur kim olacağını yahut olduğunu; çıkış yollarından biridir bu. Bir yazarın kurgusuyla her ay başka bir kitabın rehberliğinde yaşamak, o kitapla yoldaş olmaktır.
Hal yetişkin için böyleyken kafasındaki bembeyaz sayfaya binbir türlü rengi yerleştirmeye hemen hazır ve hevesli çocuk için kitap okumanın yaratacağı gücün büyüklüğü tahmin edilemese gerek. Hele -anne karnını saymazsak- bir çocuğun en hızlı ve verimli yaş aldığı dönem ilk yıllarıdır. Dolayısıyla çocuğun ilk oyuncağı olan onu yetiştirenler kadar, kitaplar aracılığıyla kafasında üreyecek öğretiler de oldukça kritiktir.
Doğumumuzdan itibaren gerek aile kurumu gerekse eğitim sürecinde kendini meşrulaştıran; bencil, rekabetçi, hazcı bireyler yetiştirmek isteyen devlet için toplumsal rolleri belirlemek açısından edebiyat, bilhassa çocuk edebiyatı kullanışlı bir kanal görevi görür.
Toplumsal aidiyetlerin nerede, nasıl, kimin tarafından yapılacağı doğduğumuz andan itibaren kafamıza bir şapka doğallığıyla takılıverirken bireyciliğe teşvik edilip her şeyi tek yapmaya özendirilen çocuk, ancak otoritenin izin verdiği alanlar içinde kalıyor, kendine güvenli alanlar oluşturmayı edimliyor. Bir yandan elinde olanı paylaşmaktansa saklayıp karşılıksız hiçbir şey yapmamayı/vermemeyi huy edinirken öteki yandan dışarısının her daim tehlikeli olduğu tembihleniyor, kendi biricik alanına hapsoluyor. Zaten halihazırdaki kapitalizm iştahıyla binaların dışında kendilerine yer bulamayan, dışarısı dediğimiz “kamusal” alana kendi başına çıkamayan çocukların ellerine bir de sorunlu kitaplar verdiğimizde, onları çıkmaza kendimiz itiyoruz. Uslu durmadığında azarlanan, hanımefendiliği beyefendiliği elden bırakmaması gereken çocukların sürüldüğü alan AVM’lerdeki yapay çim halılarla plastik kaydıraklar. Hem içerde hem dışarda aşılmaması hedeflenen çitler çocukları bekliyor.
Şu an hâlihazırda yayımlanan metinlerin çoğu ince eleyip sık dokunacak cinsten. Öncelikle erkek kitap karakterleri güçlü, kahraman, atik, inşa eden-oluşturan, tamir eden rollerinde çizilirken kadın karakterler tedirgin, korkak, uslu; eve dair her türlü işte uzmanlaşmış yahut buna teşvik edilen; ev dışındaki işlerde yardıma muhtaç olan rollere uygun görülüyor. Aynı sıkıntılı yapı hayvan karakterleri üzerinden yazılan metinlerde de mevcut. Dişi olan hayvanlar daha korkak betimlenirken dişi olmayan hayvanlar daha vahşi, cesur çiziliyor.
Halihazırda kendi anne babasında bu yerleşikleri görüyorsa hele, düşünecek aksi şeyler; üzerine gidilebilecek yeni sorular vermeyen kitaplar okuyan çocuk, bu ‘doğallığa’ inanıyor. Dolayısıyla anne dediğinde gözünde ilk canlananlar bulaşık sesi, baba dediğinde direksiyon çeviren bir çift el.
Bizim kuşak mesela, kardeşi Arda denizde gemi yüzdürürken kurabiye yapıp oyuncak bebek arabası süren “Ayşegül Küçük Anne”yi kafamızdan nasıl atacak? Öğrenirken zorlandığımız, zorlandıkça reddettiğimiz rol bütünlerini kafamızdan atmamak, aksine ayırdına çabuk varıp ayıklayabilmek belki de en doğrusu. Ayıkladıkça da cesaretlenmek, yılmadan her türlü rengin yüz tuttuğu kitapları arayıp bulmak.
Bugün bu rollerin dışında tanımlanan kitap karakterlerini düşündüğümüzde aklımıza gelen en güzel çizilmiş örneklerden biri Özgür. Özgür ormanda doğup büyümüş bir kız çocuğu. Nasıl ormanda olduğunu bilmiyoruz. Kitabı okurken Özgür gibi hissediyoruz; doğadan kopmayı, ehlileşmeyi hiç istemiyoruz. Yaşamsal ihtiyaçlarını hayvanlardan, ormandan öğrenmiş Özgür’ü günün birinde insanlar buluyor ve hemen şehre getiriyorlar. Ona evde yaşamayı, giyinmeyi, temizlenmeyi, yemek yemeyi öğretmeye çalışıyorlar. Özgür’e göre ise bunların hepsi manasız ve saçma işler. O da kısa zamanda bunları reddedip özgür olduğu yere geri dönüyor. Özgür kitabında dikkatimizi en çok çeken şey Özgür’ü büyüten bir yol gösterici olmaması. Yani ailesiz, kendi kendini yetiştiriyor olması.
Biraz eskilere gidersek bize en umut verici karakterlerden biri elbette Pippi Uzunçorap. 1945 yılında yazılmasına karşın halen bizi etkileyebilecek en güzel kitaplardan biri olması, şüphesiz kafamıza çizilen her şeyi çok sağlam bir şekilde yıkabilmesi. Keza Pippi gerçek anlamda da sağlam olan her şeyi yıkabiliyor çünkü dünyanın en güçlü insanı. Yukarda sözünü ettiğimiz kitapların çoğunda çizilen uslu, oturaklı ve güçsüz kız çocuk karakterlerine muazzam bir karşı duruş niteliği sağlayan Pippi, Özgür ile benzer özelliklere sahip olarak ailesiz, her türlü otoriteye kafa tutuyor. Kendine özgü giyimi kuşamı, kendi yaşadığı ama istediği zaman sevdiği insanların girip çıkabildiği bir evi olan Pippi, kitabın içinde bize daima şunu söylüyor: Ben başımın çaresine bakabilirim!
Periler Dayanışmayı Anlatıyor kitabında ise karşılık beklemeden verdiğimiz ve ihtiyacımız kadarını aldığımız kolektif bir yaşama kollarımızı açıyoruz. Her perinin yapabildiği bir işin ucundan tuttuğu ve gün sonunda her şeyin dayanışmayla sürdürüldüğü bir dünya var karşımızda. Bu tür kitapların ayrıca bir öneme sahip olmasının nedeni, yazının başında bahsettiğimiz herkesin ‘görevinin’ baştan belli olduğu bir dünya çerçevesini çocuğun kafasında yıkabilecek olması. Aile dediğimiz şeyin herkesçe aynı insanlardan oluşmayacağına, olmaması ihtimaline; yaşamın kategorize edilemeyeceğine dair bir kitap.
“Papağan dumanı tüten kazana düştü. / Kazana tünemişti, başı döndü düştü. / Meraktan düştü, kazanın içinde boğuldu gitti.” diyor kitabın başlarında Eduardo Galeano. Kitaba ismini veren Papağan, kitabın başında ölüyor, böylece kitap Papağan’ı geri getirme mücadelesine dönüyor. İlk önce ölüm ile baş etmeye çalışan karakterler, daha sonra Papağan’ı diriltmek için kendilerinden bir şeyler feda ediyorlar. Yitip giden Papağan, temsil ettiği birçok şeyle; geri dönerken de etrafındaki her şeyin dayanışmasıyla diriliyor. Galeano’nun kitabını devrimci kılan da budur.
Bugün yarın ve her daim; perilerin dayanışmayı anlattığı, karıncaların bir salyangoz kabuğunu paylaştığı, içinde bulunduğu duvarları yıkan iki karşı kıyıdaki hayvanların yıktığı tuğlaları birbirlerine köprü yaptığı bir dünyayı o bembeyaz sayfaya yerleştirmenin güzelliği değil midir yalnız çocukları değil bizi de büyüleyebilecek olan?
Sıkıştırıldığımız zamanı aşan en keyifli şey değil midir okurken düşlemek, düşlerken eylemek, eylerken özgürleşmek?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Paylaşma ve Dayanışmanın Büyülü Dünyası Çocuk Kitapları- İrem Gülser appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bechdel’in Ölçüsündeki Cinsiyetçilik- Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bechdel, sinemada cinsiyetçiliği ölçmek için uygulanan bir test. Ama filmler bu testi geçse de geçmese de sonuç aynı.
Oscar olarak bilinen Akademi Ödülleri, 24 Şubat’ta Los Angeles’ta düzenlenen bir törenle verildi. Bu yıl 91. kez verildi bu ödül, hemen hemen her yıl tartışmaları da beraberinde getirdi. Çoğu zaman ayrımcılığın ve cinsiyetçiliğin ödüllendirildiği seçimler oldu.
Bugüne dek Oscar alan filmlerin yarısından fazlası, filmlerde cinsiyet eşitsizliğini ölçmek için başvurulan bir test olan Bechdel Testi’ne göre sınıfta kalmış durumda.
Bechdel Testi, ismini, Alison Bechdel’in çizdiği ve 1985 yılında yayımlanan bir karikatürden alıyor. Karikatürde iki kadın sinemaya gitmeyi düşünüyor ama kadınlardan biri olan Mo Tesla karakteri, film seçimini yaparken 3 kurala uygun olmasına dikkat ettiğini söylüyor. Bu kurallar, karikatürde “filmde en az iki kadının olması, bu kadınların birbirleriyle konuşuyor olması ve bu konuşmanın erkekler hakkında değil başka herhangi bir konuda olması gerektiği” olarak anlatılıyor.
İşte sonradan Bechdel Testi ya da Mo Kanunu olarak isimlendirilecek olan testin kriterleri de buradan doğuyor. Yalnız ilk kural, filmdeki kadınların isimlerini bilmemiz de gerektiği şeklinde güncelleniyor ve öyle uygulanıyor.
Kadınları Erkekler Üzerinden Var Eden Filmler
Filmlerdeki kadınların durumuna ve konuşmalarına dayanarak cinsiyet eşitsizliği ile ilgili bir değerlendirme yapılıyor. Kadının aktif bir özne mi, yoksa erkekler üzerinden var olan bir nesne mi olduğu sorusuna cevap aranıyor.
Elbette yalnızca Oscar alan filmlere değil diğer filmlere de bu test uygulanıyor. Walter Hickey, 1970 ile 2013 yılları arasında çekilen ve gösterime giren 1794 filme bu testi uyguluyor ve sonuç tahmin edileceği gibi olumsuz, büyük çoğunluk bu testi geçemiyor. Beklendiği üzere Rocky, Braveheart ya da Gladiatör gibi filmlerin yanı sıra Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter da bu testi geçemeyenler arasında.
Değişik bir örnek olarak, bir korku-bilimkurgu filmi olan Alien (Yaratık) filmi Bechdel testini geçmişe benziyor. En azından filmde kahramanlardan Ripley ve Lambert yaratıklar üzerine bir konuşma yapıyorlar ve bu özellik ile testin 3 kriteri de “başarıyla” tamamlanıyor. Tabii yaratıkların erkek ya da kadın olduklarını görmezden gelerek!
Ama uzay üzerine bir başka bilim kurgu olan Star Wars (Yıldız Savaşları) filminde ise adları olan üç kadın karakter (Prenses Leia Organa, Beru ve Mon Mothma) olmasına rağmen film serisinin hiçbir bölümünde bu kadınlar kendi aralarında bir konuşma gerçekleştirmiyorlar.
Kadınlar Konuşabilseydi Savaşlar Dururdu
Benzer biçimde Yüzüklerin Efendisi filminde Arwen, Eowyn ve Galadriel isimli kadın karakterler, filmin toplam 10 saati aşan serisinde hiç birbirleriyle konuşma imkanı bulamıyorlar! Kadınların, Orta Dünya’da bir yüzük yüzünden başlayan savaşları durdurmak için bir kez olsun bir araya gelmemeleri çok anormal değil mi? Bu durum da, filmin testi geçememesinin yanı sıra senaristin ve yönetmenin de cinsiyetçilik testinden geçemediğini göstermeye yetiyor.
Avatar filminde de iki kadının birbiriyle sohbet ettiği tek sahne Neytiri ile annesinin konuştuğu sahne. Ama bu sohbet Jack üzerine olduğundan Avatar da bu testi geçmeyi başaramıyor.
Bu test sonuçları, örneğin İsveç’te, film eleştirmenlerinin film değerlendirmelerinin de vazgeçilmezi haline geliyor. Gene bu testler televizyon dizilerine de uygulanabildiğinden İsveç televizyonlarında Bechdel Testi kuşağı var ve belirli saat dilimlerinde yalnızca bu testi geçmiş film ya da dizilere yer veriliyor.
Genellikle kadın öyküleri çeken Sofia Coppola, ki kendisi Lost in Translation (Bir Konuşabilse) filmiyle En İyi Özgün Senaryo Oscar’ı da almış bir yönetmendir, İsveç’e kadar yayılan bu testi duymadığını söylüyor bir röportajında. Coppola, yönettiği The Beguiled (Kadın Affetmez) filmi her ne kadar Clint Eastwood’un 1971 yılında çektiği filmin kadın bakışından bir uyarlaması olarak takdir toplamışsa ve her ne kadar Coppola’nın hiç duymadığını söylediği Bechdel’den geçer not almış olsa da, öykünün orijinalinde ve filmin daha önceki versiyonunda yer alan siyah hizmetçi karakterine yer vermediğinden ırkçılık eleştirilerine maruz kalmıştı. Yani, bu film örneğinde olduğu gibi kadına bolca yer verilse, testi başarıyla geçmiş olsa da, hatta o filmi bir kadın çekse de, burada sistemin algısıyla hareket edilip edilmediği belirleyici oluyor.
Gerçekten de, 2008 yılında ilk Oscar alan kadın yönetmen Kathryn Bigelow, The Hurt Locker (Ölümcül Tuzak) filmiyle Bechdel Testi’ni geçemediği gibi, Irak’ı işgal eden ABD’nin politikalarına uygun bir öykü ve kahraman askerler ile sistemin erkek bakışından başka bir yerde durmadığını göstermiş oldu.
1929’dan bu yana verilen Oscar’ın kime gideceğini belirleyen Akademi Jürisi, sinema sektöründe bugüne dek pek çok başarılı işler çıkarmış kadınları hep yok saydı, görmezden geldi. Aslında benzer bir test bu jüriye ve hatta sektörde çalışanlara uygulansa, çıkacak sonuç hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Elbette yalnızca Oscar değil diğer büyük festivallerde de, ödüller almış pek çok film bu testi geçemiyor. Ama işin ilginç kısmı, alternatif ya da bağımsız olarak nitelenen filmlerin çoğunda da benzer durum yaşanıyor. Bu ayrımcılığı yalnızca film endüstrisine endeksli okumak da yanıltıcı. Yani ayrımcılık ince ince her yere yayılmış, herkese sızmış durumda. Bu kadar çok tekrarlanan bu durumu kabullenmek oldukça kolaylaşıyor.
Kadınlar Filmlerde de Yaşamda da Yok Sayılıyor
Oysa Virginia Wolf’un “kadınların olmadığı, yok sayıldığı bir edebiyat ne kadar da kuru olurdu, ne Hamlet Hamlet olurdu, ne de Sheakspeare Sheakspeare” sözündeki gibi, bu durum böyle sürecek olursa filmler film olmaktan çıkacaklar; çünkü kadınların olmadığı, konuşmadığı, düşüncelerini ve duygularını paylaşmadığı hikayeler ne kadar da kuru!
Son yıllarda tacize uğrayan ya da katledilen kadınların sayısındaki artışla, televizyonlarla evlerimize, mobil cihazlarla hayatımızın her anına giren film ve dizilerdeki kadın temsilleri arasında belli bir ilişki var elbette. Filmlerde kadınlar sürekli olarak konuşmayan, repliği olmayan, arkadaşı olmayan ve hatta adı dahi olmayan karakterler olarak resmedildikçe gerçek yaşamdaki kadınların da adı siliniyor, görünmezleşiyor. Duygusuz, düşüncesiz nesnelere dönüştürülen kadın imgesi, ona yapılan saldırıların da bir gerekçesi ya da mazereti oluyor.
Bu test, filmlerdeki cinsiyet eşitsizliği meselesini çözmeye yetmiyor. Ama bu konunun en azından tartışılmaya açılmasının önemli olduğu düşüncesi de mevcut. Tabi yalnızca bu testin sonuçlarına bakarak filmleri ya da dizileri değerlendirmek bizi çoğu zaman yanlış yargılara da ulaştırabiliyor. Örneğin Disney yapımı ve kadınların hep prenses olduğu, buram buram cinsiyetçilik fışkıran filmler bu testi rahatlıkla geçiyor! Bu da aklımıza, acaba bu testi Disney destekliyor mu sorusunu getiriyor. Kim bilir!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Bechdel’in Ölçüsündeki Cinsiyetçilik- Gizem Şahin appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Bu Oyunu Nasıl Oynarız- Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Çocukların oyununu engelleyerek dünyayı değiştiremezsiniz, dünyayı değiştirmek için dünyayı değiştirmeniz gerekir.”
Peter Gray
“Oyun oyundur ve oyun ciddiye alınmaktan çok uzak bir yerdedir. Zaten oyun ciddi olduğunda oyun olmaz” diyorsanız haksız olduğunuzu söyleyemem ama bana soracak olursanız (sorduğunuzu varsayıyorum) oyun “ciddi” bir meseledir. Hatta biraz daha ileri gidersem oyun, hayati bir meseledir.
Tüm memeliler oyun oynar. Hayatta kalmak için gereken sosyal beceriler karmaşıklaştıkça oyunlar da karmaşıklaşır. Etçil memeliler boğuşma ve yakalama becerilerini geliştiren oyunlar oynarken, otçul memeliler koşma/kaçma temalı oyunlar oynarlar. İnsan yavruları da içinde bulundukları topluluğun faaliyetlerini ve kültürünü taklit eder, etraflarında olup biteni oynayarak keşfetmeye çalışır; böylece içinde bulundukları toplumun davranışlarını ve kültürünü anlamlandırmaya çalışır. Avcı toplayıcıların çocukları doğdukları andan itibaren etraflarında olup biten her faaliyeti oyunlarına uyarlar; avlanma, et kesme, işleme gibi gündelik faaliyetler çocukların gözleri önünde yapılır. Çocukların bu kesici aletlere hatta zehirli oklar gibi istisnalar dışında av silahlarına erişimi kısıtlanmaz. Çocuklar çevrelerini gözlemleyip taklit ederek bu faaliyetleri oyuna dönüştürürler. Barınak yapma, tırmanma, ritüeller… Her biri oyun olarak başlar, çocuklar büyüdükçe “ciddi” faaliyetlere dönüşür ama hala oyundur. Tam da bu nedenle gündelik faaliyetler ve kültür farklılaştıkça oyunlar da farklılaşır. Nasıl mı?
1911 yılının yazı, İngiltere’nin Hull şehrinde kıt kanaat geçinen tersane işçileri, dokumacılar ve madenciler greve gittiler. Diz boyu yoksulluk içinde yaşayan işçiler o yaz boyunca yüzlerce grev ve yürüyüş düzenledi. Ve bütün bir yaz boyunca anne ve babalarının sokaklarda slogan atarak yürüyüş yaptığını ve bu şekilde hakları olanı alabileceklerini gören çocuklar aynı yılın sonbaharında bir isyan başlattılar ve sokaklara döküldüler. Çocuklar pankartlar taşıyor, slogan atıyor ve taleplerini her yere tebeşirlerle yazıyorlardı. Çünkü talepleri vardı ve bu talepler karşılanmalıydı. Çalışma yaşında 14 yaş sınırı olsun, okul saatleri kısaltılsın, daha fazla tatil olsun, ev ödevi kaldırılsın, kayışla dövme yasaklansın, bedava kalem ve silgi verilsin… Talepler böyle uzayıp gidiyordu…
Ne var ki tablo her zaman böylesine olumlu olmuyor…
1940’lı yıllarda Auschwitz’de de birçok çocuk vardı. Bu çocuklar insanlığın o güne dek görmediği ve asla bir daha görmek istemeyeceği sahnelere tanıklık ettiler. Tüm olup bitenlere tanıklık ettiler ve bunların öznesi oldular. Her gün aç bırakıldılar, dayak yediler, “tıbbi” işkencelere maruz kaldılar… Her gün gözlerinin önünde başka insanlara, anne ve babalarına ya da başka çocuklara işkence edildiğine ya da çocukların öldürüldüğüne tanık oldular. Bu durumu anlamlandırabilmek kolay değildi.
Auschwitz’de oynanan oyunlar da hiçbir zamankine benzemiyordu. Oyunların bazılarını şöyle sıralayabiliriz; yeraltı sığınaklarını patlatmaca, ölülerin giysilerini çalmaca, katletmece, yahudiler ve gestapo cansız bedenlerini gıdıklama… Bu oyunlardan biri de klepsi-klepsi. Bu oyun şöyle: Ebe olan çocuğun gözleri bağlanır, çocuklardan biri ebeye tokat atar, ebenin gözündeki bağ çıkartılır ve ebe kendisini kimin tokatladığını bulmaya çalışır. Bugün okurken içimizde tarifsiz bir boşluk duygusu yaratan bu oyun, o dönemin Auschwitz’inde hayatta kalabilmek için kazanmanız gereken becerileri geliştirmeye yönelik bir oyundu, çünkü biraz ekmek çaldıysanız ya da birinin kaçış planını biliyorsanız bir kandırmaca uzmanı olmak zorundaydınız.
Oyunun, içinde bulunan (fiziksel ya da psikolojik) durumla başa çıkma yolları geliştirmenin bir aracı olduğuna da yeri gelmişken değinmek gerek. Örneğin Winnicott; anaokulunun bahçesinde oynarken, ölümlü bir trafik kazasına şahit olan çocukların bir sene boyunca “ölüm” olgusunu içeren oyunlar oynadıklarını belirtmişti.
Çağlar boyunca değişen kültürle oyunlar ve oyuncaklar da şekilden şekile girmiş durumda. Peki bugün geldiğimiz noktada çocukların içinde bulundukları kültürü anlamlandırmak için kullandıkları araçları nasıl tanımlamak gerekir? Örneğin “oyuncak” silahlar, tanklar ve arabalarla büyüyen bir erkek çocuğu ya da pembiş mutfak takımları ve süslü barbielerle büyüyen bir kız çocuğunu düşünelim.
Farkındalıkları “yüksek” insanlar olarak, bu çocukların ebeveynleri hakkında (bu kişi biz olsak bile) çok olumlu düşünceler besleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Elbette oyuncak dünyasında bile kız çocuklarının ikincil bir pozisyona, gerçek dışı bir beden algısına ve sonsuz bir tüketim kuyusuna itilmesi ya da erkek çocuklarının güç uygulama ve teslim alma ilişkisinin tam ortasına çekilmesi midemize kramplar girmesine neden oluyor olabilir. Yine her gün kulağımıza çalınan, belki de aklımızdan geçen belli cinsiyet kalıplarının “ben erkek çocuğuna alıyorum ama bunun mavisi yok muydu?” gibi ifadelerle yeniden üretilmesi tüylerimiz diken diken ediyor olabilir. Peki ne yapacağız? Bu oyuncakların olmadığı bir çocuk odası yaratarak bu “günah”tan sıyrılabilir miyiz?
Çocuklar kendi evlerinin içindeyken bile televizyon, videolar ve misafirler sayesinde onları korumaya çalıştığımız bu propagandaya maruz kalıyorlar. Evin dışına çıkar çıkmaz gördüklerini saymıyorum bile… Çocukları bu rollere sıkıştırarak, potansiyellerini kısıtlamak ve onları sakatlamak acımasızca ama çocuğun hayatından tüm bunları sansürleyemeyeceğimize ve aslında bu “sterilizasyonun” başka türlü bir soyutlanmayı da beraberinde getireceğini düşünerek ne yapacağız?
Ya da soruyu başka türlü soralım: Auschwitz’deki çocukların birbirlerine “şiddet uygulamalarına” engel olarak, var olan şiddetin ortadan kalmasını sağlayabilir miydik?
Çocukların oyununa engel olarak dünyayı değiştirebilir miyiz? En başa dönecek olursak bu oyunu nasıl oynarız?
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. sayısında yayınlanmıştır.
The post Bu Oyunu Nasıl Oynarız- Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Queer? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Eğer beden bir varlık değil de değişken bir sınırsa, geçirgenliği siyasi düzenlemeye tabi olan bir yüzeyse, toplumsal cinsiyet hiyerarşisine ve zorunlu heteroseksüelliğe ait kültürel sahada bir imleme pratiğiyse, toplumsal cinsiyet denen ve bedenin iç imlemini bedenin yüzeyinde kuran bu bedensel icrayı kavramamız için geriye hangi dil kalıyor?
Judith Butler
İngilizce queer kelimesinin Türkçe’deki karşılığı garip, tuhaf, yamuktur; argoda ise ibne anlamına gelir. İngilizceye Almanca çapraz kesen, transversal anlamına gelen “quer”den geçmiştir. Queer teoride acayip, garip, tuhaf, yamuk, anormal olana; “normal”in dışında kalana ve bırakılana; normu ihlal edene bir gönderme vardır ve bu “anormali” yeniden anlamlandırma imkanı yaratma iddiası taşır.
1970-80 arasında akademide yükselen postyapısalcılıkta kendisine temeller bulan kavram, 1990’lardan itibaren toplumsal cinsiyet konusuna yoğunlaşan bireylerin dikkatini çekmeye başlayan bir teori haline geldi. Türkçe’de ise queer metinlerle 2000’li yıllardan itibaren çeviriler aracılığıyla karşılaştık.
Teori, öncelikle ABD’deki eşcinsel harekete ve LGBTİ’ler için korkunç yıllar olan 80’lere dayanıyor. AIDS salgınıyla (o dönemki adıyla GRID: Geylere Özgü Bağışıklık Yetersizliği) bir LGBTİ kırımı yaşanırken ABD, AIDS’in bir eşcinsel hastalığı olduğunu söylemiş, tedavi ücretlerini yüksek tutmuş, insanların ölümüne kayıtsız kalmıştı. Ölümleri görünür kılmak ve devletin yaydığı nefreti ayyuka çıkarmak amacıyla eylemler düzenleyen ACT-UP’ın içinden bir grup tarafından 1990’da Queer Nation isimli bir örgüt kurulmuştu. 90’lı yıllara kadar LGBTİ’leri aşağılamak için bir hakaret olarak kullanılan queer kelimesini sahiplenen ilk örgüt olan Queer Nation, o yıl düzenlenen New York Onur Haftası’nda “Queer’ler Bunu Okuyun!” başlıklı bildiriler dağıtmıştı.
Queer teori ise ilk defa Theresa de Lauretis tarafından -yine 1990’da- Kaliforniya Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferansın başlığı olarak kullanılmıştı. Queer teorinin temel metinlerinden olan Judith Butler’ın Cinsiyet Belası da bu yılda yayınlanmıştı. Butler zamanla teorinin en bilinen isimlerinden biri haline geldi.
1001 Çeşit Bakış Açısı
En temelde cinsiyet ve cinsellikle ilgili normatif olanın nasıl düzenlendiği ve sapkınlık kategorilerinin nasıl oluşturulduğunu sorgulayarak yola çıkmıştır queer teori; normalliği kuran normların kuruluş ve işleyiş yapısını sorgularken amacının kenarda kalanın merkezi kazanması değil, merkezin yok edilmesi olduğu söylenir. Heteroseksüel kadınlık ve erkeklik kimliklerini olduğu kadar lezbiyen, gey, biseksüel, transeksüel, interseks ya da aseksüellik gibi kimlikleri de sorgular yani sorunu sadece heteronormativiteyle değildir; homonormativite ya da transnormativiteyle de mesafelidir. Butler’ın anlatımıyla queer “meşrulaştırılmış normların yanlış, gerçekdışı ve idrak edilemez addedilmiş bedenleri de kapsayacak şekilde genişletilmesinde ısrar etmek”tir.
Bugünse bu teoriyi LGBTİ’lere özgü bir kimlik politikası olarak okuyan da var, kimliksizleşme önerisi olarak savunan ve cinselliği özsel, benliğin içkin bir parçası olarak bir kimlik politikası olarak eşcinsel hareketine karşı bir duruş olarak gören de. Bu özcülüğü tamamen reddeden de vardır, stratejik özcülüğü savunan da, bunu cinsiyet kategorizasyonunun kabulü ve sürdürülmesi olarak gören de. Kimileri bir kimlik olarak queeri sahiplenirken kimi queer kuramcıları bu kavramın kimliği niteleyen bir terim olarak kullanılmasını sorunlu bulmaktadır.
Queer teori temelde cinsellik hiyerarşisini yeniden üreten asimilasyoncu hareketlere meydan okuma iddiasındadır. Ancak onun ezilen cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimlere sahip bireylerin kimliklerinin asimile edilmesinden ibaret olduğunu söyleyen eleştiriler de vardır.
Queer teori sabit değildir, akış halinde olduğu söylenir. Nasıl ortaya çıktığına dair bile pek çok farklı hikâye vardır. Kimileri kavramı sabit bir hale getirmeye çalışırken diğerleri bu sabitleme çabasına direnir. Bu akışkanlığı tutarsızlık olarak gören ve eleştirenler de vardır. Hal böyleyken, bunca tartışma varken toplumun büyük kısmı için queer daha da zor anlaşılır hale gelir, anlayanların da çoğu -maalesef- yanlış anlamıştır.
Gazetemizin bu sayısında başlattığımız Queer Teori Tartışmaları yazı dizisiyle var olan tartışmaları aktarmayı ve açıklık getirmeyi; kendi yorum ve eleştirilerimizi katmayı; queeri ya da queerleri tartışmayı ve tartıştırmayı planlıyoruz.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Queer? appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Şiddete Çare Mücadelemiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ataerki her yerde. Ataerkiyi var eden iktidar her yerde. İktidarının sarsılmazlığını şiddetle sağlayan erkek her yerde. Erkek şiddetinin farklı halleri her yerde. Gel o zaman KADIN, katıl mücadelemize!
Bir çöp kutusundan, dere kenarından, merdiven altından görünen el, ayak KADIN. Hunharca işlenen cinayetlerin maktulu olan, tanığı olan bazen kıl payı kurtulunca sanığı olan ama her defasında mağduru olup ölen de KADIN mahkum olup tutsak düşen de. Tecavüzcüsüyle evlendirilen, 12 yaşında bebeğini emziren, önce babasının sonra kocasının alıp sattığı, alıp satıldıkça yıpratılan, yıpratıldıkça kaybolan ruh da KADIN. Hastane koridorlarında, karakollarda, komşu kapılarında ağlayan gözler KADIN. Sevgiye inanan, inanıp da her şeyi göze alan, yaşama sarılan, sarıldıkça aldatılan, çaresizce katlanmak zorunda kalan, aldığı her darbeyle kırılan kalp KADIN.
Otobüsün sıkışıklığında bunalan, gecenin karanlığında korkan, üzerine dikilen iki çift gözle tedirginleşen, istemediği kollarda çırpınan vücut da KADIN. Yemek pişiren, çamaşır yıkayan, çocuk doğuran, hasta bakan, üstüne başka bir işte çalışıp eve katkı diye sömürülen, yine de beğenilmeyen, ne yapsa eleştirilen, aptallıkla yaftalanan akıl da KADIN. İş yerinde beceriksiz, toplumda her daim yetersiz, her konuda aciz görülen de KADIN.
Seçmediği rollere sıkıştırılan, kalıplarla etiketlenen, kadın olduğu için nefret edilen de, katledilen de KADIN. Her daim belirlenen kadınlık, erkeklik vb. toplumsal rollere hapsedilmeye çalışılan yine KADIN…
Bizim neyimiz kaldı geriye KADIN, mücadele vermekten başka? Bize dayatılanlara “yeter artık” demekten başka? Bizim kimimiz var ki birbirimizden başka? Ne çaremiz var birbirimize ve kendimize güvenmekten başka? Hayatımızı çileye çevirenlere beraber direnmekten başka çare var mı KADINIM diyene? Şiddete çare mücadelemiz, biz birbirimize çareyiz KADIN.
Biz Birbirimizin Çaresiyiz KADlN!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Şiddete Çare Mücadelemiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Eğitimde Toplumsal Cinsiyet- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ocak ayında Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Eğitimde Cinsiyet Eşitliği” projesini kaldırmasının ardından Yüksek Öğretim Kurumu’ndan da benzer bir hamle geldi. YÖK Başkanı Yekta Saraç proje ile ilişkili olarak “Türkiye’nin değerlerine uygun değil” açıklaması yaptı ve çalışmanın bundan sonra “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” değil “Adalet Temelli Kadın Çalışmaları” olacağını duyurdu. Bu duyurunun Recep Tayyip Erdoğan ile Yekta Saraç’ın 9 Ocak tarihindeki görüşmesinden yaklaşık bir ay sonra yapılmış olmasıysa elbette açıklamanın bir tesadüf eseri ortaya çıkmadığının göstergesi.
Toplumsal muhalefetin ve özellikle de biz kadınların tepkisini çeken bu açıklama aslında bizler için yeni veya şaşırtıcı değil. 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesi, AKP’nin kadını toplumda nerede konumlandırdığının en belirgin örneklerinden. Yaklaşık on yıldır dönemin başbakanları, cumhurbaşkanları tarafından sürekli kürtajın ve kadın eylemlerinin gündem edilmesi ya da kadınların konuşmasından gülmesine kadar her davranışına dair söz söylenmesi devlet iktidarının “kadın politikaları” tavrında ne kadar net olduğunu göstermektedir. Peki onları bu denli rahatsız eden bu toplumsal cinsiyet kavramı nedir ve eğitimle ne kadar ilişkilidir?
Toplumsal Cinsiyetin Öğretilmesi Ve Üretilmesinde Bir Yöntem Olarak Eğitim
Kadın mücadelesinin 1970’lerden beri tartıştığı ve genel olarak odaklandığı bir kavram “toplumsal cinsiyet”. Kavram, ataerkil toplumun cinslere belli aidiyetler yükleyerek “kadınlık” ve “erkeklik” yaratmasına ve bu aidiyetlere yüklediği çeşitli davranış kalıplarını “olması gereken ve sürekli” kılmasına karşılık gelir. Cinsler arasındaki iktidar ilişkilerinin belirleyicisi olan toplumsal cinsiyet rolleri ile birlikte iktidar sahibi daimi olarak erkektir. Pratikteki yansımaları toplumdan topluma değişkenlik gösterse de bu ilişki biçiminde kadın hep ezilen olarak konumlandırılmıştır. Kadının varlığı ev ve aile ile sınırlandırılmış, erkeğe bağımlı kılınmış ve toplumdaki kabulü annelik üzerinden sağlanmıştır.
Eğitim, bireyleri ve toplumu egemen ideoloji ve kültüre göre şekillendirme yöntemidir. Temelinde bir itaat ilişkisidir ve aile ile birlikte kurulan bu itaat ilişkisi, iktidar olma ve iktidara tabi olma, eğitim ile sürdürülür.
Tarihsel olarak eğitim, iktidarlı yapıların ortaya çıkışıyla eş zamanlıdır. Eski Yunan’daki eğitim sisteminde bedensel mükemmellik amaçlanıyordu. Çünkü diğer devletlerle sürekli savaş hali vardı ve devletin ihtiyacı olan güçlü, cesaretli ve itaatkar erkeklerdi. Katı bir disipline dayalı bu sistem ile halktan ayrı bir grup yetiştirilmekteydi. Atina’da özel ve kendine has programı olan okullar da mevcuttu, Platon’un Akademisi, Aristoteles’in Liseum’u gibi. Elbette bu okullarda da sadece erkekler eğitim alabiliyordu. Eski Yunan’ın “devlet adamı” yetiştirmeye yönelik eğitimi, yerini hristiyanlığın kabülü ile birlikte Roma İmparatorluğu’nda “din adamı” yetiştiren kilise okulu sistemine bıraktı. Özellikle 11. ve 12. yüzyıllarda üniversitelerin kuruluşu, dini eğitimin skolastik metodunu yaygınlaştırdı. Aynı yüzyıllarda müslüman devletler de islami eğitimi kurumsallaştırmaktaydı.
Günümüzdeki karşılığıyla modern devletlerin bir projesi olan zorunlu eğitim, 14. yüzyıldan itibaren başlayan bir süreçtir. Avrupa’da ortaya çıkmış ve oradan tüm dünyaya yayılmıştır. Ulus devletlerin kuruluşu ve kapitalizmin gelişimi, kitlesel zorunlu eğitimin ortaya çıkmasında çok önemli etkenlerdir.
Eğitimin içeriği de toplumsal cinsiyet rollerinin yaratıcısı ataerkinin belirlediği sınırlar içerisindedir. Öğretilen erkeğin tarihidir. Savaşlar, sınırlar, devletler, imparatorluklar hepsi erkekler tarafından yaratılmıştır. “Düşünce tarihi” olduğu iddia edilen felsefe dersleri, erkeğin düşüncesidir. “Geometri bilmeyen erkeklerin giremeyeceği” akademinin felsefesi… İlkokuldan üniversitenin sonuna dek süren bu eğitim öğretim süreci, devlete ve kapitalizme entegre olmuş bireyler yetiştirmeyi amaçlamakla birlikte erkek iktidarının normalleştirilmesidir.
Varoluşu itibariyle erkek olan devletin, bireyleri ve toplumu şekillendirmekte kullanacağı araç da erkek egemen olacaktır. Devletin varlığını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu eğitim ile birlikte, kurulan her öğretme ve öğrenme ilişkisi, bu ataerkil sistemin sürdürülmesinde bir paya sahiptir. Eğitim kurumları yani okullar, ataerkinin yarattığı toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesinde ve sürdürülmesinde önemli bir konumda bulunur.
Yaşadığımız coğrafyada da halihazırda aileden edinilmiş olan toplumsal cinsiyet rolleri, okulla birlikte pekiştirilir. Hala çoğu okulda kız çocuklarıyla oğlan çocuklarının üniformaları birbirinden farklıdır. Oğlan çocuğu pantolon giyerken kız çocuğu etek, şort-etek veya jile giymek ve bu kıyafetlere uygun bedensel hareketlerde bulunmak zorundadır. Yaklaşık 12 yıllık eğitim sürecinde her okul günü, kız çocuğu ve oğlan çocuğu belirlenen şekilde giyinmelidir. Bu sistematik kıyafet uygulamasıyla eğitim sürecinin sonunda kalıplaşmış düşünceler yaratmak amaçlanır. “Kız böyle giyinir”, “erkek böyle giyinir” kalıplarıyla aslında cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimlerin de toplumda kabul gören ikili cinsiyet sisteminin dışına çıkması engellenmeye çalışılır.
Yetişkin kadın ve erkek tasvirlerinde kadın özel alanda, genellikle evde tasvir edilirken erkek sosyal alanda tasvirlenir. Kadının tanımı annelik üzerinden şekillendirildiği için ideal anne profili çizilir ve anne yetiştirmeye yönelik bir öğretim yapılır. Geleceğe dair planlamalar yapılırken kız çocukları öğretmenlik, hemşirelik gibi “kadınlara uygun” mesleklere yönlendirilir. Bu meslekleri icra ederken nasıl “evinin hanımı, çocuğunun anası” olacağı da iyice öğretilir.
Kadının ikincil konumda kalması gerektiği öğretisi yıllar boyunca sistematik biçimde anlatılır ve böylelikle eğitime tabi tutulanlar tarafından içselleştirilir; bu toplumsal kabul sürekli olarak üretilmiş olur.
Devletlerin Cinsiyet Eşitliği İllüzyonu
Devletlerin bir projesi olarak eğitimde cinsiyet eşitliği uygulamaları aslında “gelişmiş” ve “gelişmekte olan” devlet ile ilişkilidir. Burada kastedilen gelişim, hem ekonomik olarak kapitalizmin işlerliğinin fazla sekteye uğramaması hem de temsili demokrasinin gereklerinin yerine getiriliyor oluşuyla, bir nevi sosyal devlet anlayışıyla ilişkilidir. Ekonomik, siyasal ve toplumsal refahın yüksek olduğunun iddia edildiği böylesi coğrafyalarda siyasi iktidarın toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden uyguladığı baskı ve sömürü doğrudan hissedilmez. Var olan kapitalist ilişkiler çerçevesinde kadın sömürülmeye devam eder, tüketim nesnesi ve tüketici özne haline getirilir.
Ataerkil sistem varlığını sürdürürken devlet ve kapitalizm kendini ataerkiyle beraber var ederken kadının özgürlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Ataerkil devletin yarattığı ve kurumsallaştırdığı eğitim sisteminde kadın ve erkeğin eşitliğinden söz etmek de bir illüzyon yaratmaktan öte gidemez.
İktidarlardan Sıyrılmış Değerler Yaratmak
Günümüz siyasi iktidarının eğitim politikalarına geri dönecek olursak, ocak ayında Antalya MEB ile Ensar Vakfı arasında imzalanan “Değerler Eğitimi” protokolü toplumsal muhalefet için bir gündem haline dönüştü. 40 çocuğa yönelik cinsel şiddetin faili olan Ensar Vakfı’nın çocukları “eğitmesinin” tepki görmesi çok olağan.
Öncelikle MEB’in müfredatında “değerler eğitimi” adında bir ders bulunmamakta. Tüm ders müfredatlarının giriş bölümüne evrensel ve milli değerler adı altında iki farklı konu başlığı olarak yerleştirilmiştir. Özel okullarla popülerleşmiş olan, küçük yaştan itibaren çocuklara evrensel değerlerden sevgi, saygı, adalet, yardımseverlik, hoşgörü, şefkat, merhamet, empati gibi davranışların yanında kimi milliyetçi, devletçi değerleri de “öğreten” değerler eğitimi mantığı, muhafazakar özel okullarda ise dini değerlerin dayatılmasına vesile oldu.
AKP’nin şu an milliyetçi ve muhafazakar değerlerle öncekinden farklılaştırdığı eğitim sistemiyle amaçladığı, bu değerleri sahiplenen bir nesil yaratmaktır. İmam Hatip Ortaokulu ve Liselerinin artırılması, din kültürü ders saatlerinin yükseltilmesi, zorunlu Arapça ve Kuran-ı Kerim dersleri bu projenin görünen kısımları olmakla birlikte, 15 Temmuz Destanı tiyatroları gibi perde arkası da mevcuttur. Milliyetçi-muhafazakar anlayışın kendini daha da belirginleştirilmesi; kadın ve erkek arasında var olan adaletsizliğin daha büyük bir uçuruma dönüşmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda kadın ve erkeğin toplumsal konumundaki adaletsizliklerin din ve “Türk kültürü” ile özdeşleştirilerek normalleştirilmesi, bu eğitim sistemiyle sorgulanamaz kılınmaktadır.
Toplumsal cinsiyet, zorunlu eğitim ile ortadan kaldırılabilecek bir olgu değildir. Elbette cinsiyet rollerinin ortadan kaldırılmasında ve böylesi bir anlayışın toplumsallaştırılmasında tüm iktidarlı eğitim öğretim modellerini reddeden, özgürlükçü öğrenim yöntemleri de bulunmaktadır. Bunları da “eğitim” olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır. Burada önemli olan nokta, bilginin iktidardan ne denli sıyrılabildiğidir. Ataerkiyle beraber tüm iktidarlı yapıların ortadan kaldırılması için mücadele sürerken özgür bilgi paylaşımı alanları oluşturulmalıdır. Bu bilgi paylaşım alanlarında toplumsal cinsiyetin, otoritenin, hiyerarşinin, mülkiyetin olmadığı yeni değerler var olacaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 48. Sayısında yayınlanmıştır.
The post Eğitimde Toplumsal Cinsiyet- Ece Uzun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Toplumsal Cinsiyete Dair Bir Sergi: “Bana Hikaye Anlatma” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Küratörlüğünü Özlem Ekin Teker ve Mahmut Wenda Koyuncu’nun yaptığı “Bana Hikâye Anlatma” isimli sergi Kadıköy Yeldeğirmeni’ndeki Bayan Yanı Art Space’de 1 Kasım’a dek ziyaretçilerini bekliyor. Sergi, toplumsal cinsiyet ve bunun sanattaki yansıması üzerine düşünmeye davet ediyor.
Sergiyi ziyaret edenler ilk önce Fransız filozof Paul Virilio’nun “İnsanlık, insanın elinden dokunulabilen ve görülebilen her şey alındıktan sonra geriye kalan şeydir” sözü ile karşılaşıyor. 15 sanatçının* eserlerinin yer aldığı serginin ziyaretçilere yönelttiği birkaç soru var: Toplumsal cinsiyetin sözünden çıkarak nasıl yaşanır? Cinsiyetin anlamı var mı, varsa hayat içindeki izdüşümü nedir? Cinsiyet başa bela bir durum mudur?
*Emre Aksu, Zafer Aracagök, Erkan Çelebi, Eyhan Çelik, Hatice Çiçek, Taylan Deprem, Ahmet Kolburan, Nida Karaytuğ Mert, Ece Nada, Esma Taşdemir, Özlem Ekin Teker, Merve Turan, Deniz Yılmazlar | Karbon, Damla Yücebaş ve Ezgi Yüksel.
The post Toplumsal Cinsiyete Dair Bir Sergi: “Bana Hikaye Anlatma” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post 1 Kadın, 40 Erkek: “Kadınların #Yanındayız” – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>“Bir örgüte üye yazıldım, hatta kurucusuyum; yardım ve yataklık da edeceğim. Bu örgüt, 40 erkek ve 1 ‘elebaşı’ kadından oluşuyor. Bu 40 erkek, 1 kadının arkasına saklanmış da değil. Yanındalar. 40 erkeğin derdi şu: Türkiye’deki cinsiyet eşitsizliğini azaltmak. Örgüt: YANINDAYIZ Derneği”
Kurucu üyelerinden gazeteci Uğur Gürses bu sözlerle anlatıyor Yanındayız Derneği’ni; “toplumsal cinsiyet eşitliği” savunusu yapmak üzere yola çıkan ve neredeyse sadece erkeklerden oluşan ilk STK’yı. Kurucu başkanı kadın, kurucu üyelerinin tamamı erkek olan dernek, Türkiye’de “tam eşitlik” sağlanması için erkekleri hedef alan çalışmalar yaparak toplumsal cinsiyet eşitliğindeki dönüşümü hızlandırmayı amaçlıyormuş.
Kim O Kadın?
Gazetemizin 6. sayısında “21. yy’da Teslimiyet Teorileri ve Pratikleri” bölümünde deşifre ettiğimiz TESEV’in (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), girişimcilik yoluyla kadının iktidara ortak olmasını hedefleyen KAGİDER’in (Kadın Girişimcileri Derneği), seçimle ve atamayla belirlenen tüm karar organlarındaki kadın temsil oranlarını yükselterek kadınların özgürleşebileceğini sanan KADER’in (Kadın Adayları Destekleme Derneği) kurucu üyesi olan Nur Ger, Yanındayız Derneği’nin de kurucu başkanı. Nur Ger, aynı zamanda TÜSİAD’da Kadın-Erkek Eşitliği Çalışma Grubu’na da başkanlık ediyor. TÜSİAD’ın açılımı “Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği” iken Ocak 2018’de “Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği” olarak değiştirilmişti; bu kararda Nur Ger’in ve çalışma grubunun büyük etkisi vardı. Ancak şunu da hatırlatalım; marka değerini korumak için TÜSİAD kısaltması değiştirilmedi. Adamın A’sı, TÜSİAD’ın adam egemen yapısı gibi, aynı kalmıştı. Liberalizmin ekonomik serbestliği özgürlüğün yerini tutar mı, erkek dünyasına kadın eli değdirmek ne kadar özgürleştirir kadınları? Asıl sorular bunlar.
O Erkekler Kimler?
Hepsi alanının ünlü ve önemli isimlerinden oluşan kurucu üyeler, yönetim kurulu, tanıdık isimler ve onlar, erkekler: Agah Uğur, Ahmet Dördüncü, Ahmet Ümit, Arda Batu, Ata Selçuk, Bekir Ağırdır, Bernard Arkas, Burhan Karaçam, Bülent Gürcan, Cevdet Mercan, Cüneyt Yavuz, Can Ger, Alper Hasanoğlu, Bahadır Kaleağası, Bülent Atuk, Erkan Tozluyurt, Güven Sak, Ferhat Boratav, Gökhan Öğüt, Gönenç Gürkaynak, Görgün Taner, Hakan Güldağ, Laki Vingas, Mehmet Nane, Mert Fırat, Murat Yeşildere, Murat Yetkin, Necati Özkan, Okan Yılmazer, Bülent Bayraktar, Sami Kariyo, Selçuk Pehlivanoğlu, Sinan Altun, Soli Özel, Şükrü Ünlütürk, Tamer Saka, Tolga Egemen, Uğur Gürses, Yekta Kopan, Yetik Kadri Mert.
Bu isimlerden Agah Uğur, Borusan Holding İcra Kurulu Başkanı mesela. “İş Yaşamında Ayrımcılık İçeren Söz ve Davranışlardan Kaçınma Rehberi” hazırlayan, kadın-erkek eşitliği için yaptığı projeleri her yıl sonu faaliyet raporuna ekleyerek sosyal sorumluluklu kapitalist karnesine “yıldızlı pekiyi” ekleyen Borusan Holding. Doğanın ve yaşamın talanı konusunda aldığı “yıldızlı pekiyi”yi anlamak için 7 RES, 1 GES projesinde imzası olduğunu da unutmamak gerek. Bir yandan da Erzurum’un İspir ilçesi Aksu Vadisi’ne HES yapmaya çalıştığı için kapısında eylem yaptığımız holding.
Bir diğeri eski CNN TÜRK Haber Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Boratav. CNN Türk’te diğer medya kuruluşlarına göre daha fazla sayıda kadının üst düzey yönetici olduğunu söyleyerek avutuyordu panellerde kimi “kadınlara eşitlik” savunucularını.
Amacımız bu isimleri teker teker anlatmak değil, o kadar yerimiz de yok ama söyleyebileceğimiz bir kaç şey var. Çoğu “patron” bu erkeklerin. İstisnasız hepsi zengin, hepsi ünlü, hepsinin tuzu kuru…
Yine de hepsini bir tutamayız, yıl sonu faaliyet raporunu “sorumluluklu” projelerle doldurmaya çalışan kapitalistlerin yanında, meseleye samimiyetle yaklaştığını düşündüğümüz bir kaç isim de var aralarında. Ama kurunun yanında yaş da yanmaz mı? Yanar. İnsanları evsiz – hayvanları insiz bırakan, işçileri karın tokluğuna kölece koşullarda çalıştıran, derelerimizi kurutup can suyumuzu kesenler de var. Bugün bu erkeklerin hepsi, kadınların yanında olduklarını söylüyor. Yaşamın birçok alanında adaletsizliklerin bizzat faili olan bu isimlerin, kadınların özgürleşmesinde nasıl bir payının olacağına bizim aklımız ermedi pek. Ama asıl soruya dönelim.
Sorunumuz Eşitsizlik mi?
Biz kadınların sorunu, erkeklerle eşit olamamak değildir. Yaşamın her alanında saldırısına maruz kaldığımız, nefesimizi kesen iktidarın kendisidir sorun. Biz kadınların mücadelesini verdiğiyse eşitlik değil özgürlüktür. Kadının özgürlüğünün sadece eşitlikten geçtiğini iddia edenler, özgürlükten korkan kapitalistler ve liberaller ya da onlara kananlardır.
19. yy.’daki oy hakkı tartışmalarından bu yana seçme ve seçilme, temsiliyet gibi alanlarda sağlanacak eşitliğin, kadınları kendi kararlarını alan siyasi özneler haline getireceği iddia edilmiştir. Peki oy hakkı kazanıldı da ne oldu? Kadınlar özgürleşti mi bir anda? Hayır. Kadın için siyasi bir özne olabilmek seçim sandıklarına indirgendi; halbuki siyasi bir özne olabilmek erkeklerden ve erkek egemen kurumlardan siyasi, ekonomik, psikolojik ve cinsel açıdan bağımsız olmakla mümkündür. Kadının özgürlüğü, devletli politikaya dâhil olunup alınacak geçici reformlarla gerçekleşemez.
Peki ya ekonomik özgürlük dedikleri “serbestliği” elde ettik de ne oldu? Eşit işe eşit ücret verdiler de ne oldu? İşine gidip para kazanmak için çalışan, eve dönüp evin işleyişi için çalışan; yani iki kere çalışanlar olmadık mı? Kadının özgürlüğü, liberalizmin serbestlik anlayışıyla ve erkeğin bulunduğu statüye erişerek gerçekleşemez.
Ve kadınların özgürlüğü, erkeklerin onlara “yanındayız” diyerek eşitleşmeyi savunduğu kampanyalarla da değil; ancak kadınların el ele verip özgürlük için beraberce yürümesiyle gerçekleşebilir.
Erkekler Toplumsal Cinsiyet Meselesine Karışmasın mı?
Erkeklerin toplumsal cinsiyet meselesine dair söz söylemesi, bir şeyler yapmaya çalışması elbette olumludur. Ancak belirleyici olan sözün ya da eylemin var olması kadar içeriğidir de. Eleştirimiz içerikteki sıkıntılara dair, anlatalım biraz.
Bir iktidar formu olan ataerki tarafından kurgulanan erkeği tek başına suçlamak, elbette iktidarın yarattığı adaletsizliklerin çözümü olamazdı. Kadın mücadelesi, ataerkinin kadın/ezilen ve erkek/ezen diye iki cinsiyeti sürekli kurduğunu gözler önüne serdi; diğer cinsel yönelimler ise zaten yoktu iktidarın kurguladığı toplumsal cinsiyet rollerinde. “İktidarın vücut bulmuş hali sensin, sen iktidarsın.” denilen erkeğe “Erkek olmanın hakkını ver.” baskısı ve her an sistemin dışına atma tehdidi ile sürekli bir gözdağı verildi. Erkeğe, onun da sistemin mağduru olduğunu söyleyense -duyduğu bütün öfkeye rağmen- kadındı, kadın mücadelesiydi.
Hal böyleyken bir grup erkek bu rolleri yıkmak için yola çıksa anlarız. Bu rollerin yaşamlarında sebep olduğu adaletsizliklere çözüm arasa anlarız. Doğduklarında onlara verilen mavi kimlikle belirlenen karakterlerine ve kurdukları ilişki biçimlerine yoğunlaşsalar anlarız. Mesela sünnet meselesi. Bir araya gelerek sünnetin onlarda ve onların çocukluklarında nasıl bir travma yarattığını konuşabilseler, sünnetin gerekli olup olmadığını tartışsalar anlarız. Bıyıkları sakalları çıkmadı diye nasıl bunalıma girdiklerini, küpe taktıkları için nasıl aşağılandıklarını hatta mahalle baskısı yüzünden 60 yaşına kadar saçlarını uzatmak isteseler de uzatamama hallerini konuşsalar… Mesela asker olmanın erkek olmak sayıldığı, vatanın namusunun da koruyucusu olmanın ağırlığını, bu ağırlığı taşıyamayıp anti-sosyal kişilik saptamasıyla dışlanmayı tartışsalar çok ama çok güzel olurdu. Tüm bu yazdıklarımızın sebep ve sonuçlarına, en önemlisi de bu durumları ortadan kaldırma yöntemlerine yoğunlaşsalar anlarız. Baba-abi-eş rollerinden kurtulmaya kafa yorsalar; gündelik yaşamın işleyişini etraflarındaki kadınların omuzlarına bırakmak yerine birlikte yapmayı öğrenseler… Yemek yapmayı yada bebek bezi değiştirmeyi, vb. öğrenmeye niyetlenseler mesela, anlarız. Anlamakla kalmaz, her türlü dayanışmayı da gösteririz. Bunları yaparken erkekliği reddeden erkeklerin de yani eşcinsellerin de yanında olacaklarını, bu özgürlük mücadelesinde dayanışma ilişkileri kuracaklarını vaat etseler, daha da saygı duyarız.
Ama bu 40 erkek kalkmış diyor ki: Kadınların yanındayız! Olmayın. Bir fark edin önce, yürürken sizin de şakırdıyor zincirleriniz. Belki bizdeki zincirler kadar ağır değil, bükmüyor belinizi ama hareket kabiliyetinizi etkiliyor. Yani kadınları ekonomik alanda kendinizle eşitleyerek kurtarmak illüzyonu yerine siz de zincirlerinizden kurtulmaya bakın. Yanındayız demeyin, yanımızda olmayın. Bir de iktidarın adaletsizliklerinin sürdürücüsü olup sakın karşımıza çıkmayın; bu gerçekten çok önemli.
Pelin Derici
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 46. sayısında yayınlanmıştır.
The post 1 Kadın, 40 Erkek: “Kadınların #Yanındayız” – Pelin Derici appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ‘Toplumsal Cinsiyet Odaklı Habercilik El Kitabı’ Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Cinsiyete yapılan yersiz vurgular, kadınların ve LGBTİ+’ların haberlerde fotoğraflarının pornografik sunumu, kadına ve LGBTİ+’lara yönelik şiddet haberlerinde fail erkekler yerine mağdurların teşhir edilmesi, haber dilinin eril ifadelerden temizlenememesi… Medya, tüm uyarılara rağmen toplumsal cinsiyet odaklı bakış açısıyla haber üretmeye ve bunu paylaşmaya pek gönüllü görünmüyor. Feministler başta olmak üzere bu alanda eğitim verenler ise medya çalışanlarına toplumsal cinsiyet odaklı bakış açısı kazandırmak için çabalarını sürdürüyor.
BİANET VE KAOS GL’NİN ORTAK ÇALIŞMASI
Bağımsız İletişim Ağı (Bianet) ve Kaos GL’nin birlikte yürüttüğü, “Toplumsal Cinsiyet Odaklı Habercilik El Kitabı ve Online Kütüphanesi Projesi”nin ardından gazeteciler Çiçek Tahaoğlu ve Elif Akgül, “Toplumsal Cinsiyet Odaklı Habercilik El Kitabı”nı hazırladı.
“Kadınlar ve LGBTİ+’lar ne zaman haber olur, ne zaman haber olmaz?”, “Haber kaynaklarıyla iletişim”, “Haberde cinsiyetçilikten kaçınmak için 14 madde”, “Başlığını doğru seç tık avcılığı yapma” gibi başlıkların yer aldığı kitabın ön sözünü, BİA Kitaplığı’na “Barış Gazeteciliği El Kitabı” başta olmak üzere çok sayıda kitap hazırlayan Bağımsız İletişim Ağı’nın eğitim danışmanı Prof. Dr. Sevda Alankuş yazdı.
TOPLUMSAL CİNSİYET ODAKLI HABERCİLİK NEDİR?
Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik, hak odaklı haberciliğin politik ve etik tercihlerinden birisi. Hak odaklı haberciliği yazarlar Tahaoğlu ile Akgül, “Geleneksel habercilik anlayışını sorgularken hak mücadelesini merkeze alır. Hak odaklı habercilikte, ötekileştirmelerin haber konusu olması için herhangi bir ihlalin öznesi ya da faili olmaları beklenmez, haberde yeni ihlaller yaratılmaz, eşitsizliklere ve çözümlerine vurgu yapılır” şeklinde tanımlıyorlar.
Toplumsal cinsiyet odaklı habercilik derken sadece içerisinde kadın ve LGBTİ+ geçen ya da kadınlar ile LGBTİ+’lar tarafından üretilen haberler kastedilmiyor. Bu bakış açısıyla tüm haberlerin toplumsal cinsiyet perspektifiyle inşa edilmesi gerekiyor. Eril anlatıyı tersine çeviren bir haber dili, toplumsal cinsiyet odaklı haberciliğin olmazsa olmazlarından.
EL KİTABI KİMLER İÇİN?
Haber başlıklarından görsellere kadar toplumsal cinsiyet eşitliliğini barındırmayan pek çok haber medya kuruluşları tarafından okurlara ve izleyicilere sunuluyor. “Başbakan Yıldırım uçakta kız istedi”, “‘Süper nine’ maaşı toruna harcayacak”, “Samsun’da 18 yaşındaki genci sokakta hastanelik eden travesti yakalandı” gibi manşetler, cinsiyet eşitliğini barındırmayan sayısız örnekten sadece birkaçı. Toplumsal Cinsiyet Odaklı Habercilik El Kitabı, en fazla bu başlıkları atan ya da atması muhtemel medya çalışanlarını ilgilendiriyor. Kitap, medya çalışanlarının toplumsal cinsiyet odaklı habercilik perspektifinden haber inşa etmesi gerektiğini belirterek muhabirlere, kameramanlara, foto muhabirlerine, editörlere ve yazı işlerine söz konusu hataları tekrarlamamaları için kılavuz niteliğinde.
BAYAN DEĞİL KADIN!
Haber yazımında deyimlerin, söz kalıplarının ve sözcüklerinin kökenine bakılarak cinsiyetçi ifadelerin düzeltilmesinin önemine dikkat çeken el kitabı, “Görücüye çıktı”, “dul”, “kız gibi”, “kız kavgası”, “kahpe saldırı” yazılmaması gerektiğini belirterek yerleşik dili cinsiyetçilikten arındırmaya yönelik bazı öneriler sıralıyor. Haber yazımında, bayan yerine kadın, gay yerine gey, adam yerine insan, travesti yerine trans, eşcinsel evlilik yerine evlilik eşitliği gibi ifadelerin kullanılması gerektiği yazarların önerileri arasında. Cinsiyet eşitliğini sağlamak için kullanılması gereken doğru ifadeler şu şekilde sıralanıyor:
ULUSAL GAZETELERİN KÜNYELERİNDEKİ KADINLARIN ORANI YÜZDE 19!
Haberlerde kadınların genellikle ya “süper anne” ya da “canavar anne”, LGBTİ+’ların da ya “mağdur” ya da “eğlenceli” olarak temsil edildiğini ifade eden el kitabı, medyadaki çalışma yaşamında kadının yerini de istatistiklerle ortaya koyuyor. 2014 yılına ait verilere göre ulusal gazetelerin künyelerinde yer alan yani yönetim kadrolarındaki kadın gazetecilerin oranı yüzde 19 ile sınırlı. Yazılı basında çalışan editörlerin yalnızca yüzde 26’sını kadınlar oluştururken gazetelerin web sitelerinde bu oran yüzde 39.5 olarak tespit edildi. Haber sitelerinde çalışan kadın editörlerin oranı ise eşitliğe biraz daha yaklaşarak yüzde 46.6 oldu. Alanda çalışanlar bu durumun haber sitelerinde yaygın olarak görülen kayıt dışı çalışmayla açıklanabileceğini söylüyorlar. Yani kadınlar buralarda daha etkili olduğu için çoğunlukta değiller, sigortasız çalıştırıldıkları için tercih ediliyorlar.
‘KONU TOPLUMSAL CİNSİYET OLUNCA YAYGIN VE ALTERNATİF MEDYA FARKI PEK KALMIYOR’
2011 yılından bu yana bianet’te kadın ve LGBTİ+ haberleri editörü olarak çalışan gazeteci Çiçek Tahaoğlu, hazırladıkları çalışmaya ilişkin,”Haber odalarında kadın ve LGBTİ+ haberlerinin o konuya duyarlı kadın ve LGBTİ+ muhabirlere kaldığını görüyoruz. Sadece bu konulara ilgisi olanların bu tarz haberlerle ilgilenmeleri medyada dönüşümün yaşanmamasına da neden oluyor. Bu el kitabının, ‘ben bu konudan anlamam’ bahanesinin kalmamasına katkı sağlamasını bekliyoruz” dedi.
Tahaoğlu alternatif medyanın bu konuda sicilinin pek parlak olmadığını şu sözlerle anlattı, “Konu toplumsal cinsiyet olunca yaygın medya ve alternatif medya farkı pek kalmıyor. Çalışan sayısı açısından da haber dili açısından da çok fark yok. İstihdam açısından bakıldığında kadınların internet medyasında daha fazla olduğunu fakat güvencesiz, sigortasız olarak çalıştıklarını görüyoruz. Medyanın gelenekselden moderne kaymasından çok işin güvencesizleşmesinde artış olabilir diye değerlendiriyoruz. Dil konusunda da ana akım dışında kalan medyada, kadın meselesi olunca hiç alternatif bir duruş sergilenmiyor. Kadınlara yönelik hak ihlallerinde daha çok haber yapsa da aynı hataları, aynı sorunları tekrarlıyor. Tüm medyada erkek uzmanlara mikrofon uzatıldığını, kadınlara ise kadın meselesinde mikrofon uzatıldığını görüyoruz.”
‘YENİ BİR MEDYANIN, YENİ BİR ANLATININ YARATILACAĞINI DÜŞÜNÜYORUM’
Bir dönem Bianet’te ifade özgürlüğü haberleri editörlüğü yapan gazeteci Elif Akgül kitaba ilişkin şunları söyledi: “Son dönemde toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ilgi artmış olsa da bu meseleye dair çözüm üretmek, çözüme kendinden başlamak çok da popüler olmayan bir tutum. Bu kitabı biraz da medya çalışanlarının toplumsal cinsiyet normları/eşitsizliği konusunda ‘ben bilmiyorum, ben anlamıyorum’ bahanesine yer bırakmamak için hazırladık. Gündelik hayatta, eşitsizliği üreten yerine ortadan kaldıran en basit yöntemlerle yeni bir medyanın, yeni bir anlatının yaratılacağına inanıyorum. Gazeteciler de kolayca kendilerine düşen sorumluluğu yerine getirebilirler.”
HABERLERE GÖRÜŞ VEREN UZMANLARIN YÜZDE 19’U KADIN!
Haber kaynağını seçerken temsiliyete önem verilmesi gerektiğini belirten kitap, özellikle ekonomi, siyaset, spor sayfaları gibi “ciddi alanlar”ın, “ciddi adamlara” ayrıldığına dikkat çekiyor. Eşitsizliği dönüştürmek için kadınlara ve LGBTİ+’lara mikrofon uzatılması gerektiğinin altını çizen çalışma çarpıcı istatistikleri de paylaşıyor. Haberlerde görüş veren uzmanların, kanaat önderlerinin ve siyasetçilerin yüzde 81’i erkek, yüzde 19’u kadınken, siyaset haberlerinde konu edilen insanların oranında da tablo değişmiyor. Siyaset haberlerinde konu edilen insanların sadece yüzde 16’sı kadın olurken, ekonomi haberlerinde kadınların oranı yalnızca yüzde 21 ile sınırlı kalıyor.
‘EŞİTSİZLİĞİN ÜRETİLME SEBEPLERİNDEN BİRİ GAZETECİLERİN KOLAYA KAÇMA ALIŞKANLIĞI’
Haber üretim sürecinde kaynaklardan görüş alırken konuyla ilgili uzmanların yalnızca yüzde 19’unun kadın olmasına ilişkin Akgül şunları söyledi: “Bu eşitsizliğin üretilmesinin sebeplerinden biri de gazetecilerin kolaya kaçma alışkanlığı. Habercilik hızı içinde yeni haber kaynakları bulmak zor olsa da bu kaygıyı taşımanın hem temsiliyeti, hem de haber kaynaklarına çeşitlilik katacağı için gazeteciliği geliştireceğine inanıyorum. Özellikle tek seslilikten şikayet edilen bu dönemde bu kaygı daha da önem taşıyor. Çünkü siyasi tek seslilik kendini egemen erkek-Sünni-Türk-heteroseksüel kimlik üzerinden ortaya koyuyor. Temsiliyet tam da bu anlamdaki tek sesliliği yıkıyor.”
HABERDE CİNSİYETÇİLİKTEN KAÇINMAK İÇİN 14 MADDE
Hazırlanan el kitabına göre cinsiyetçilikten uzaklaşmak için 14 maddenin uygulanması gerekiyor. ilk olarak “Kadınlar ve LGBTİ+’lar nerede?” sorusu sorulmalı. diğer yapılması gerekenler de şu şekilde sıralanıyor:
-Hikayeyi tek yönlü anlatma
-Veri yoksa kendin topla
– Eşitliği haberin vitrinine değil odağına yerleştir
– Hak kazanımlarını “jest” olarak yansıtma
– Cinsiyetçi klişeler kullanma
-Kadın ve LGBTİ+’ları özel günlere sıkıştırma
– Fail adına bahane üretme, “Cinnetlik” manşetler atma saldırganı “hastaymış” gibi yansıtma
– Kişilerin kimlik bilgilerini değil beyanlarını esas al
– Şiddeti romantikleştirme
-Haberde şiddetin yeniden üretilmesine engel ol
– Resmi belgelerde yer alan bilgileri özenli kullan
Kaynak: Gazete Duvar
The post ‘Toplumsal Cinsiyet Odaklı Habercilik El Kitabı’ Çıktı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Macaristan Devleti Üniversitelerdeki Toplumsal Cinsiyet Çalışmalarını Kaldırdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
“Toplumsal Cinsiyet’i” bir araştırma dalı ya da dersten öte bir ideoloji olarak ele aldığını daha önce de duyuran Orban, toplumsal cinsiyet meselesinin Macar toplumunun “muhafazakar” yapısıyla da “uyumsuz” olduğunu dile getirdi.
Yönergenin yayımlanmasından önce Fidesz taraftarları, toplumsal cinsiyet çalışmalarının iş yaratmadığı ve ekonomiye zarar verdiğine dair açıklamalarda bulunuyordu.
Bir hükumet sözcüsü yerel medyaya yaptığı bir açıklamada “Bu gibi çalışmaların ekonomik bir gerekçesi yok ve programın öğrencilere iş gücü piyasasında gerekli yetenekleri katacağını düşünmüyorum” dedi.
9 Ağustos’ta verilen yönerge, üniversitelerin ve akademik personellerin tatilde olduğu bir döneme denk geliyordu. Bunu çok iyi bilen Orban, yönergeye itiraz edilebilmesi için sadece 24 saat süre verdi ve doğal olarak itiraz edilemedi.
Orban, seçimlerden önce Hristiyan bir Macaristan yaratacağını dile getirmişti. Bir önceki başkanlık döneminde de, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Rusya’daki anti-LGBTI+ kampanyalarının gizli yürütücüsü olan Uluslararası Aile Örgütü’yle beraber Budapeşte’de bir zirve düzenleyip konuşma yapmıştı.
Hangi Üniversiteler Etkilenecek?
Ülkede toplumsal cinsiyet üzerine çalışmalar yapıp ders veren 2 üniversite bulunuyor, Orta Avrupa Üniversitesi ve Eötvös Loránd Üniversitesi.Bu iki üniversite önümüzdeki dönemde programa öğrenci alımı yapamayacak. Özellikle Orta Avrupa Üniversitesi Orban tarafından uzun yıllardır çeşitli konular üzerinde baskıya maruz kalıyordu.
Yasağı açıklayan yönergenin ilan edilmesinden sonra pek çok akademik çevre ve üniversite destek mesajları yayınladı. Yakın zamanda Macaristan’da bir eylem düzenlenmesi bekleniyor.
The post Macaristan Devleti Üniversitelerdeki Toplumsal Cinsiyet Çalışmalarını Kaldırdı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Krizin Faturası Kadına – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Ekonomik krizin yaşandığı Venezüela’da günde yaklaşık 200 kadın, gıda, ilaç ve bebek bezi gibi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için saçlarını satmaktadır
Kapitalizm yarattığı krizden çıkmanın yollarını ararken, devletler ve şirketler krizin faturasını işçilere ve işsizlere kesmeye çalışırken; küresel çaptaki sosyal ve ekonomik krizlerin en ağır faturası yine biz kadınlara kesiliyor. Sadece kriz dönemlerinde değil erkek egemenler tarafından ucuz iş gücü olarak görülen, beden ve emek sömürüsüne her koşulda maruz kalan yine kadın oluyor.
Kadın tarihçi Joan Scott’un 1986 yılında ilk kez belirttiği, “kadın tarihinin, sadece bir eksiklikler tarihinin tamamlaması olamayacağı fikri”, hem yeni bir tarih yazımında hem de kadın çalışmalarında önemli tartışmaları beraberinde getirmiştir. Scott bahsettiği kadın tarih yazımında, kadınları temelde erkeklerin olan tarihe eklemek yerine, toplumsal cinsiyeti belirleyici bir faktör olarak kullanmıştır. Böylelikle sosyal bilimlerin hemen tamamında önemli bir değişim gerçekleşmeye, yeni bir perspektif açığa çıkmaya başlamıştır. Bu açıdan düşündüğümüzde, toplumsal cinsiyet perspektifi küresel çapta yaşanan ekonomik ve sosyal krizlere dair değerlendirmelere de dahil oldukça, krizin kadınlar üzerindeki etkisini anlamaya, toplumsal cinsiyet faktörünün de krize yönelik etkilerini ve yarattığı sonuçları görmemize fayda sağlamaya başlamıştır.
Toplumsal Cinsiyet ve Kriz İlişkisini Kurmak
Ekonomik krizlerin, küresel çapta, üzerimizde yarattığı etkileri birkaç başlıkta toplamak mümkün. Bu etkilerin ilki özellikle “kadın istihdamı”na yönelik olarak karşımıza çıkarken; ev içi emeği de bu etkiler kapsamında değerlendirmek gerekir.
Ekonomik kriz dönemlerinde daha fazla gündeme gelen istihdam, çoğu zaman güvencesizliği, esnekliği ve kayıt dışılığı da yaratmaya başlar. Kriz dönemlerinde artan yoksullaşma ise, krizden etkilenen her birey için olduğu kadar biz kadınlar için de, çalışma zorunluluğunu beraberinde getirir. Patronlar bu zorunluluğu, daha fazla kazanmak için birer fırsata dönüştürürken; bizim için kriz dönemlerinde daha fazla açığa çıkan çalışma zorunluluğu, “ev işlerinin kadın işi olarak kaldığı koşullarda” daha fazla sömürü anlamına gelir.
“Kadınların İşi Hiç Bitmez”
Biz kadınların ev içi emeği, cinsiyete dayalı iş bölümünün ve kapitalizmden güç alan ataerkinin etkisiyle tarih boyunca “doğal” olarak kurgulanmıştır ve bu alandaki işler de kadının “doğal işi” olarak dikte edilmiştir. Çocuk bakımı ya da temizlik gibi “iş”lerin biz kadınların asli görevi olduğu iddiası, ev dışındaki başka bir alanda çalışırken çifte vardiya ile sömürülmemizin zeminini hazırlar.
Kriz dönemlerinde giderek artan işsizliğin, yoksulluğun ve güvencesizliğin yanında, ev dışı bir alanda “ücretli olarak” çalışıyor olsak dahi, erkeğe oranla daha ucuz olan ve kolay kontrol edilebilen “yedek işgücü” haline getiriliriz. “Sınırsız esneklikte çalışma biçimleri” olan işler “kadına uygun iş” olarak tanımlanır; bu tanımın en somut hali ise ev içi işlerde karşımıza çıkar. Ev içi kadın emeği “hayalet emeğe” dönüştürüldükçe, krizin etkisiyle zaten sömürülmekte olan biz kadınlar için sömürü daha da katlanır; krizin etkisi daha da belirginleşir.
Bazı örneklere göz atmak, biz kadınların krizden nasıl etkilendikleri sorusunu yanıtlamakta faydalı olacaktır. 1997 yılında yaşanan Güney Kore Krizi sonrasında işten atılan kadınların sayısının, aynı dönemde işten atılan erkeklerin sayısından 7 kat fazla olduğu açıklanmıştır. 2005 yılında küresel çapta yapılan bir araştırmada ise görüşülen kişilerin %40’ı, kriz dönemlerinde iş olanakları kısıtlı hale geldiğinde, erkeklerin çalışma “hakkı”nın kadınlardan daha fazla olduğu yönünde görüş bildirmiştir. Yaşadığımız coğrafyada ise geçtiğimiz son bir yılda İŞKUR’a yapılan başvurular yüzde 123 oranında artış göstermiş; geçen yıldan bu yana işten atılan toplam 500 bin kişinin 343 bininin kadın işsizler olduğu açıklanmıştır. Bu gibi örnekler aslında biz kadınların özellikle kriz dönemlerinde “istihdam piyasasında ilk feda edilecekler” olmalarının açık göstergesidir; bu göstergeyi yaratan sebep ise dünyanın hemen her yerinde karşımıza çıkan “ekmek kazananın erkek” olduğu illüzyonudur.
Kriz ve Zorunlu Göç
Kriz, biz kadınları elbette yalnızca çalışma hayatında ki adaletsizlikler ya da egemenlerin istihdam politikalarıyla etkilemez. Kriz sebebiyle giderek artan yoksullaşma, gıdaya ya da sağlık hizmetine erişimin olanaksızlaşması gibi etmenler, yaşam alanlarımızı doğrudan etkiler. Var olan yaşam alanlarında kriz sebebiyle artık yaşayamayacak hale getirilen biz kadınlar, bazen krizin çözümünü başka coğrafyalara göç ederek aramaya başlarız.
Kriz sebebiyle yaşadıkları topraklardan başka coğrafyalara göç etmek zorunda bırakılırken “daha iyi koşullarda çalışabilmeyi uman” kadınlar, cinsiyet temelli iş bölümünün mevcut yapısı nedeniyle, yine “kadın işlerinde” çalışmak zorunda bırakılır. Çoğunlukla düşük ücretli, sosyal güvencesi olmayan ve kötü çalışma koşulları olan bu işler, krizden kaçarak yeni bir yaşam hayalinin peşine düşmüş olanlarımızı, yeni bir krizin içerisine sürüklemiş olur. Böylelikle hem göçmen, hem işçi, hem de kadın sıfatıyla sınırsız sömürüye ve ezilmeye maruz bırakılırken, aynı zamanda içine itildiğimiz yeni krizden çıkış yolları aramaya zorlanılırız.
Krizle Artan Kadına Yönelik Şiddet
Özellikle devletlerin ekonomik kriz dönemlerinde uyguladıkları politikalar, biz kadınlara karşı psikolojik şiddeti beraberinde getirir. Kriz dönemlerinde işten atılanların eşlerine destek olmaları istenir; yani kadının erkeğe psikolojik destek sunup onu rahatlatması, böylelikle krizin yol açacağı depresyon halinde bir sibop etkisi yaratması umulur. Yazının yukarıdaki kısmında bahsettiğimiz Güney Kore Krizi örneğine yeniden geri dönmek gerekirse; 1997 yılındaki kriz sonrasında uygulanan devlet politikası tam da bu duruma örnek niteliğindedir. Kriz sürecinde koreli kadınlara yönelik olarak “Kocalarınıza enerji verin” sloganını üreten ve kullanan Güney Kore hükümeti, bu yolla krizin erkekler üzerindeki etkisini kadınların azaltmasını istemiştir. Özetle biz kadınlar, bu ve benzeri devlet politikalarıyla işsizliğin ve yoksulluğun arttığı kriz dönemlerinde, yaşanması muhtemel bir toplumsal kırılmaya karşı tampon olma görevini üstlenmiş oluruz.
Kriz döneminde artan elbette yalnızca devlet şiddeti değildir. Devletin ekonomik ve psikolojik şiddetinin yanı sıra, kadına yönelik erkek şiddeti de özellikle kriz dönemlerinde artış gösterir. Yine 1997 Güney Kore Krizi’nde ev içi şiddete uğradığı için Kadınlar için Yardım Hattı’nı arayan kadınların sayısı, krizden hemen sonra 1998 yılında bir önceki yıla göre yedi kat artış göstermiştir. Tayland’da ise Kadın Hakları’nı Koruma Merkezi’nin verilerine göre kadına yönelik ev içi şiddet vakası 1997 yılında 534 iken, bu sayı 1998’de 812’ye ulaşmıştır.
Yaşadığımız topraklara ilişkin verilere göz atmak gerekirse; 2008 ekonomik krizinin ardından ölümle sonuçlanan kadına yönelik şiddet vakalarında da belirgin bir artış söz konusudur. 2008 yılında yaşanan ekonomik krizin ardından 2009 yılında 105 kadın erkekler tarafından katledilmişken, krizin etkilerinin sürdüğü 2013’te bu rakam 214’e çıkmıştır. Anlaşılacağı gibi, “toplumsal bir buhrana” yol açan ekonomik krizin kendisi, erkekler üzerinde de bu buhranın etkisini belirgin derecede arttırmış; ekonomik kriz, biz kadınlara yönelik doğrudan fiziksel şiddettin artışına neden olmuştur.
Krizin Cinsiyeti, Kadının Ezilmesi
“Krizin cinsiyeti olur mu?” sorusunun cevabı aslında krizin yaşamlarımız üzerinde yarattığı etkileri göz önünde bulundurdukça ortaya çıkacaktır. Tarih boyunca itildiğimiz “ikincil konum” özellikle kriz dönemlerinde daha da fazla açığa çıkmaya başladıkça; hem emeğimiz hem de bedenimiz böyle dönemlerde sömürünün temel odaklarından biri haline geldikçe, krizin cinsiyetinin ne olduğunu anlamak da kolaylaşır.
Tarih boyunca ataerkiden bağımsız gelişmeyen kapitalizm, bugün kendi yarattığı krizlerin etkisini de yine kendisini besleyen ataerkinin unsurlarından olan toplumsal cinsiyet etmeni ile arttırmakta ve belirginleştirmektedir.
Ekonomik krizler, dünyanın farklı coğrafyalarında biz kadınlar için sınırsız sömürüyü ve güvencesizliği yaratırken; krizden çıkış yollarını bedenimizi ve emeğimizi sömüren kapitalizmde, varoluşumuzu yok sayıp bizleri kimliksizleştiren ataerkil sistemde aramamalıyız. Erk’ek egemenlerin yarattıkları krizden çıkmanın ya da bu krizleri topyekûn ortadan kaldırmanın gücünü, biz kadınlar ancak ve ancak kendi mücadelemizle, dayanışmamızla ve örgütlülüğümüzle bulacağız.
Merve Arkun
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 37. sayısında yayınlanmıştır.
The post Krizin Faturası Kadına – Merve Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>