The post Devrimi Yaşayan ve Yaratan Özgür Kadınlar – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>İberya*, 1868’den 1936’ya kadar taş üstüne taş konarak hazırlanan bir devrim süreci yaşadı. İberya’daki anarşistler şöyle diyordu, “Devrim yoktan var olmayacak, devrim güçlü ve sağlam bir zemine ihtiyaç duyar, bunu yaratmanız gerekir.” İberya’nın anarşizmle tanıştığı 1868’den itibaren, anarşistler ilmek ilmek bir geleneği ördüler. Eşek üzerinde köy köy gezen anarşistler, gittikleri her yerde baskıya karşı halkın örgütlülüğünün kazanacağını anlattılar.
Toplumsal devrim sürecine giden 70 yıllık süreçte İberya’daki anarşistler kolektivizm ve komünizm eğilimlerini başarılı bir şekilde birleştirerek anarko-sendikalizmi yükseltmiş, toplumsal devrimci anarşizm adına tarihsel bir iş başarmışlardı. Bununla birlikte toplumsal dönüşüm iddiasını hem endüstriyel ve kırsal alanlardaki işçiler arasında da yaymışlardı. 1936 Temmuz’una gelindiğinde CNT’nin üye sayısı 1 milyonu aşmıştı ve hemen hemen tüm sektörlerde CNT’li işçilerin etkilerinden bahsedebilirdi. Bununla birlikte anarşistler, anarşizmin toplumsallaşması için sadece işçi mücadelesinin yeterli olmadığını biliyorlar ve her alanda toplumun tüm kesimlerine yönelik çalışmalar yürütüyorlardı.
Bu dönemde bir taraftan gençler ve yetişkinler için eğitim programları geliştirildi, kültür merkezleri açıldı, ülke çapında geniş tabanlı bir gençlik örgütlenmesi yürütüldü; diğer taraftan da kültür, politika ve sosyal meseleler üzerine anarşist bir perspektif geliştiren dergiler, gazeteler yayınlandı. Bu programların çeşitliliği, anarşist hareketin tarım işçilerinden ev kadınlarına, ev işçilerinden çocuklara kadar birçok kesim tarafından anlaşılmasına ve sahiplenilmesine fırsat verdi. Biz bu yazıda İberya’nın anarşist kadınlarına ve onların mücadele pratiklerine yoğunlaşacağız.
Özgür Kadınlar Buluşuyor
Toplumsal devrime doğru giden yolu, kadınlar da yıllardır arşınlıyordu. Özellikle tekstil sektöründe çalışan kadınlar hem direnişlerde hem sendikal faaliyetlerde aktif bir şekilde yer alıyorlardı. Katalonya’nın bazı endüstriyel bölgelerinde, diktatörlüğün son yıllarında bile kadın çalışması yürüten gruplar vardı. 1928’de, Terrassa’da CNT’li kadınlar, FAI’nin kültür merkezinde bir araya gelerek kendi sorunları üzerine tartışmaya ve eşit ücret, ücretli annelik izni gibi konuları sendika toplantılarında gündem etmeye başlamışlardı. Her ne kadar kadınların bütünlüklü gelişimini desteklemek adına kaynakları sınırlı olsa da, 1936 Temmuzu geldiğinde Terrassa’lı kadınlar devrime hazırlardı ve daha savaşın ilk günlerinde bir klinik ve bir hemşirelik okulu kurdular.
Barselona’da CNT’ye bağlı Kadın Kültür Grubu (Grupo Cultural Femenino) 1934 yılı sonlarına doğru Asturias İsyanı sonrasında kuruldu. Soledad Estorach’ın da içinde yer aldığı bu grup, kadınların sendika ve devrimci mücadele içerisinde daha aktif bir rol oynamasının önünü açtı.
Madrid’te Mercedes Comaposada ve Lucia Sanchez Saornil de benzer çalışmalar yapmışlardı. Sanchez, başından beri kadınların CNT içinde daha da aktifleşmesi için Barcelona’da yoğun çalışmalar yürütüyordu. Daha sonra Madrid’te Mercedes’le tanıştı ve birlikte, CNT içindeki sendikalarda ve sendika dışında örgütlenen kadın gruplarına bildiriler gönderiyorlar, kadınların hangi meseleler üzerinde yoğunlaşmak ve konuşmak istediklerine dair fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Daha sonra bu ekibe Amparo Poch ve Gascon’un da dahil olmasıyla çıkaracakları Mujeres Libres (Özgür Kadınlar) dergisinin altyapısını oluşturmuş oldular.
Mercedes ve Lucia birçok grupla iletişim halinde olmalarına rağmen 1936 yılına kadar Barselona’daki Kadın Kültür Grubu ile bir araya gelmemişti. Onlarında bir araya gelmesiyle Mujeres Libres Federasyonu artık gerçek anlamıyla kurulmuştu.
Özgür kadınları bir araya getiren fikirler neydi?
Barselona ve Madrid’teki kadınların buluşmasının ardından kadınların özgürlük mücadelesi de ivme kazandı. Bu ivme hareket içerisinde bir kesim tarafından son derece olumlu karşılanırken, bir kesim ise hareketin “ayrılıkçılığa” neden olacağına ve bu grubun “feminizme” düşme tehlikesine dikkat çekerek bu hareketi eleştiriyorlardı. Fakat kadınlar bunu reddettiler. Mujeres Libres militanlarından Suceso Portales ise “Biz feminist değiliz ve hiç bir zaman olmadık.” diyordu. “ Biz erkeklere karşı savaşmıyorduk… Birlikte çalışmak ve birlikte mücadele etmek zorundayız, yoksa toplumsal devrimi asla başaramayız. Fakat biz bir kadın örgütlenmesine ihtiyaç duyduk çünkü kendimiz için mücadele etmeliydik.” Kadınların özgürleşmesinin “yok sayılarak köleleştirme, üretici olarak köleleştirme ve kadın olarak köleleştirme üçgenine” meydan okuyarak mümkün olacağını söylüyorlardı. Mujeres Libres, kadının özgürlüğünün, ancak kapitalizme ve devlete karşı verilen bütünlüklü bir mücadele ile anarşizmle mümkün olacağını savunuyordu.
Mujeres Libres’in kuruluşu, kadınların devrim sürecinde anarko-sendikalist hareket ve toplum içerisindeki yerlerine sahip çıkmaları adına önemli bir adım olmuştur. Oluşan bu birliktelik kadınlar arasında güçlü bir topluluk duygusu yaratmış ve bu birlikteliğin kendisi özgürleştirici bir nitelik kazanmıştır. Bireyin özgürleşmesi, topluluktaki diğer bireylerle güçlü bağlar kurmasının bir sonucudur ve oluşan bu topluluk duygusu, bu duyguyu paylaştıkları yıllar boyunca onları dönüştürmüş ve özgürleştirmiştir. Birlikte geçirilen zaman, yapılan planlar ve yeniden şekillendirilen toplumsal alanlarla; bir arada başardıkları her şey kendi potansiyellerine dair daha geniş bir farkındalık kazanmalarını sağlamıştır. Bunlar onların sadece hatıraları değil kendi bireysel dönüşümlerinin de gerçekliğidir. Bu, devrim sürecinden sonra, sürgün yıllarında ve sonrasındaki baskı dönemlerinde de onları güçlü ve bir arada tutan duygunun kaynağıdır.
Özgür kadınlar neler yaptılar?
Mujeres Libres, kadınların sadece mücadele ederek özgürleşebileceğini söylerken iki kavramı öne çıkartıyordu. Kendini gerçekleştime (capacitacion) ve örgütlenme (captacion). Bunlardan birinin eksik kalmasının, kadının özgürleşmesinin önüne geçeceğini savunuyor ve çalışmalarını her ikisinide sağlayabilecek şekilde tasarlıyor ve gerçekleştiriyordu; buda geniş ve çok yönlü bir yaklaşımı gerekli kılıyordu.
Kadınların kendini gerçekleştirmesinin yollarından biri bireysel gelişimdi. Kadınların okuma yazma bilmesini, cinsel sağlık, annelik ve çocuk gelişimi gibi konularda donanımlı olması gerektiğini söylüyor ve bu amaçla okullar açıyor, farkındalık yaratma grupları oluşturuyordu. Bu okullardan en bilineni Casal de la Dona Treballadora 1937’de Barselona’da açıldı. Bu okulda, okuma yazma ve temel bilimlerin dışında Dünya Tarihi, Fransızca, İngilizce, Rusça gibi dersler de veriliyordu. Ayrıca okulda meslek eğitimine yönelik daktilo, hemşirelik, terzilik, elektrik, tarım eğitimi ve sendikal örgütlenme, sosyoloji gibi konularda da dersler vardı. Buradaki derslere her gün 600-800 kadın katılıyordu.
Mujeres Libres bu enstitülerin tek başına amaca ulaşmaya yetmeyeceğini biliyordu ve kadınlar sosyal ve duygusal dönüşümünü sağlayabilmek için yöntemlerini sürekli çoğaltıyordu.
Henüz devrim sürecinden önce başlattıkları günlük çocuk bakım hizmeti, devrim sürecinde de geliştiriyorlardı. 1934’te Barselona’da çocuklu işçi kadınların mücadele alanlarında daha aktif yer alabilmesi için, gereken zamanlarda onların çocuklarına bakarak bir çözüm geliştirmeye başlamışlardı. O günleri anlatırken Soledad’ın gözleri parlıyordu; “Kadınların evlerine gittiğimizde onlara propaganda yapardık. Özgürlükçü komünizmden ve başka konulardan bahsederdik. Zavallı kadınlar toplantıdan çıktıktan sonra bir de bizim nutuklarımızı dinlerlerdi. Bazen kocaları da evde olur, bizim tartışmalarımıza katılırdı.” Sonrasında Mujeres Libres ilk kongresinde “çocuk bakımının bütün topluluğun bir sorumluluğu olduğunu” savunarak, tüm fabrikalarda ve atölyelerde emzirme ve çocuk bakımı için odalar kurmaya çağırdı ve bunların kurulmasında aktif olarak çalıştı.
Mujeres Libres’in işçi seksiyonu, fabrikalara düzenli olarak ziyaretler yapıyordu. O ziyaretleri şöyle anlatıyordu; “Oradaki işi bazen on beş yirmi dakikalığına bazen bir saatliğine durduruyor ve işçilerle konuşuyorduk. Bu elbette işçi komitesiyle görüşerek yapıyor ve sendikanın desteğini alıyorduk… Bu dersleri çok tekstilden metalurjiye, aydınlatmadan ağaç işçiliğine kadar çok farklı alanlarda tekrarladık. Bazı günler neredeyse elli fabrikaya gidiyorduk” Bu kolektiflere yapılan gezilerin hem kendini gerçekleştirmeye hem de örgütlenmeye denk düşen iki amacı vardı. Hem kadınlarla işyerindeki sorumlulukları hakkında toplumsal dönüşüm hakkında konuşuyor ve onları örgütlenmeye çağırıyorlar; hem de Mujeres Libres’in tüm işçi komitelerinde ve bütün fabrikalarda temsil edilmesinin önünü açıyorlardı.
İberya’da anarşist kadınlar toplumun her alanında propagandalarını yaygınlaştırmayı çok önemsiyorlardı. Bu amaçla 1936 yılında federasyonla aynı ismi taşıyan Mujeres Libres dergisini çıkarmaya başladılar. Dergide politik konulardan çocuk bakımına, güncel tartışmalardan film eleştirilerine, sağlıktan modaya, özgür aşktan seks işçiliğine kadar çok geniş bir yelpazede yazılar yazılıyor, tüm bu konular anarşist bir perspektiften bakılarak tartışılıyordu. Bu yayınların dağıtımını da organize ediyorlar, İberya’nın her yerine ulaşmasını sağlıyorlardı. Devrim sürecinde Barselona Ramblas’ta bir kulübe kurmuşlar ve yayınlarını buradan da dağıtmışlardı. Bu kulübeyi aynı zamanda halka açık sergiler ve yapılan başka etkinlikler için de kullanmışlardı.
Ülke çapında kültür ve propaganda grupları oluştururken, Barselona’da bir grup da düzenli radyo yayınını üstlenmişti. Başka bir grup ise basılı yayınların ve radyo yayınının ulaşmadığı yerlere, köylere giderek sözlü propaganda yapıyorlardı. Mercedes’ten aldığı derslerin ardından, güçlü bir hitabet yeteneğine sahip olan Pepita Carpena gezici propaganda turlarını üstlendi. Gezici kütüphaneler kurarak İberya’nın köylerini kasabalarını arşınladılar.
Mujeres Libres bunların yanında Barselona’da yataklı bir doğum hastanesi kurdu. Casa de Maternidad adındaki doğumevinde, doğum ve doğum sonrası bakımın yanında anne sağlığı, doğum kontrolü, cinsellik ve bebek bakımı hakkında bilgilerde veriliyordu.
İberya’nın tamamında kolektifleştirmelerde, kooperatiflerin kurulmasında aktif olarak yer alan Mujeres Libres’li kadınlar toplumun ihtiyaç duyduğu her alanda çalışmalar yaptılar. Devrimin ilk günlerinden başlayarak herkes için yiyecek sağladılar, aşevleri açtılar. Çocuk gelişimine dair fikirlerini geliştirerek eğitime anarşist bir bakış getirdiler. Cinsellik üzerine bilgilendirme çalışmaları yaptılar ve seks işçilerinin özgürleşmesi için bir rehabilitasyon merkezleri kurdular. Mültecilerin yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için programlar oluşturdular. Tüm bu faaliyetlerin yanında, kadınlar Franco ordusuna karşı cephede antifaşist mücadeleye de katıldılar.
İberya’da yeşeren bu devrim, ortaya konan pratiklerle, bugün hala hem anarşist mücadeleye hem de kadın mücadelesine ışık tutmaktadır. Kadınların kendilerini ilgilendiren kararları kendilerinin alması ve böylece tarihte aktif bir özne olmaları, bugün hem dünya çapında hem de yaşadığımız topraklardaki kadın mücadelesi için önemini kaybetmemiştir. Çünkü İberya’daki anarşistlerin söylediği gibi “Devrim yoktan var olmayacak,”, Çünkü devrimi ancak, bahanelere sığınmadan, yaşamlarını eline almak için elini taşın altına koyanlarla, kendi hayatlarının ve birbirlerinin sorumluluğunu almaktan kaçınmayanlarla, bitmez tükenmez enerji ve çabayla yaratabiliriz.
*1936 Devrimi tüm İberya Yarımadası’nda etkili oldu.
Özlem Arkun
The post Devrimi Yaşayan ve Yaratan Özgür Kadınlar – Özlem Arkun appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Yayınlar Dizisi (4) : Çin’de Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Anarşizmin, bir düşünce ve hareket olarak kendini var ettiği dünyanın bütün topraklarındaki yayıncılık faaliyetlerini bölge bölge incelediğimiz ve söz konusu topraklardaki mücadelenin tarihi paralelinde bir anarşist yayınlar külliyatı çıkardığımız yazı dizimizin dördüncü bölümüne geldik. Geçtiğimiz aylarda yayınladığımız diğer dosyalarda örgütlendikleri topraklardaki halkların özgürlük mücadelesinde edindikleri rolle görece diğer coğrafyalara göre daha belirgin gelenekleri incelemiştik. Bu sayıda ise iktidarların sansürlediği, görmezden geldiği, üzerini örttüğü ama uzun yıllar Çin’deki ezilenlerin sözü ve eylemi olan anarşizmin yayıncılık tarihini inceledik.
Dört yıl süren ve yüz binlerce insanın yaşamını yitirdiği birinci dünya savaşından sonra devrimle yıkılan Çarlık Rusyası İmparatorluğu’nun yerine yeni bir güç geçti. Bu yeni iktidarın adı Bolşevik Partiydi. Partinin ideolojisi olan Bolşevizm, dünya devrimci hareketinde ve özelde Çin devrimci hareketinde bir kırılma yarattı. İşçilerin özgürlük mücadelesinin söylemleriyle hareket eden bu iktidarı daha önce teorik düzlemden öte ayrılıklar yaşamamış anarşist hareket de ezilenlerin tiranlarını yıkmasının verdiği coşkuyla selamlamıştı. Ancak Çin devrimci hareketindeki kırılma yaşanmadan önce, kökeni Uzak Doğu uygarlıklarının doğuşuna varan kadim düşüncelere kadar uzanan ve yirminci yüzyılın başlarında örgütlü bir hareket olmuş anarşizmin etkisi büyük oranda hissediliyordu. Öyle ki Çin’de “toplumsal devrim” denilince akla anarşistler geliyordu.
Sonradan Çin Komünist Partisi’nin kurucusu olarak tanınacak Mao Zedong dahi anarşist Yeni Halkın Araştırmaları Derneği’nin çalışmalarına dahil olmuştu.
1920’li yıllara kadar anarşistler ve az sayıdaki marksist, sosyalist gruplar birbirlerinin aynı mücadeleyi veren fakat farklı araçlar kullanan devrimciler olarak aynı safta görüyorlardı.
Çin anarşizmine kaynaklık eden iki temel eğilim vardı. Bir grup anarşist Shūsui Kōtoku’nun Japonya’da verdiği anarşist devrim mücadelesinden etkilenerek onun anarşizm ile doğu halklarının kadim kültürleri arasında köprü kuran görüşlerini benimsiyorken diğer grup Paris’te geliştirdikleri düşünceleri doğrultusunda kurulan bu bağlantıya itiraz ediyor, bunun geleneğin üstesinden gelmesi gerektiğine inandıkları anarşizme katkı sağlamayacak bir düşünce olduğuna inanıyorlardı.
TAOİZMİN ETKİSİ
Dünyanın dört bir yanında devletler tarafından yeri geldiğinde yalan, hile, illüzyon gibi “ılımlı” yeri geldiğinde ise şimdilerde yaşadığımız topraklarda tekrardan deneyimlediğimiz gibi organize bir şiddet dalgasıyla baskılanan halkların özgür yaşam arzuları, farklı coğrafyalarda farklı isimler/akımlar çerçevesinde haykırıldı. Uzak doğu topraklarında ise doğayla uyum içerisindeki, devletsiz özgür bir dünya tasvirine ilk olarak Taoizm düşüncesinde rastlarız. Taoistler evreni sürekli bir akış olarak tasvir etmişler ve en erdemli yaşama şeklinin bu ilkeler doğrultusunda süren bir yaşam olduğuna inanmışlardı. Buna karşılık Konfüçyüsçüler ve Legalistler ise güçlü, merkezi bir devlet iktidarını ve bürokrasiyi savunmuşlardı.
İşte bu akımların ortaya çıkışının üzerinden yıllar geçtikten sonra yaşadıkları topraklarda verdikleri mücadelede kendi kültürlerinden izler bulan anarşistler, Tien-i Pao adlı gazete etrafında birleşmişlerdi. 1907 yılında yayın hayatına başlayan gazete, Japonya’da 12 anarşist yoldaşıyla birlikte devlet terörüyle katledilen Shūsui Kōtoku’dan etkilenmiş bir grup genç anarşist tarafından kurulmuştu. Tien-i Pao’da yayınlanan yazılar köylü isyanları geleneğine ve vaktiyle kurulan özyönetim topluluklarına göndermeler yapıyordu. Malatesta’nın “Anarşi” kitabını Çince’ye çeviren Chang Chi de bu grubun bir parçasıydı.
Buna karşılık kendilerine Paris grubu adını veren Hsin Shih-Chi (Yeni Yüzyıl) dergisi etrafında birleşen anarşistler, anarşizmi Çin’i modernleştirecek ve geleneğin üstesinden gelmesine yardımcı olacak bir düşünce olarak görüyorlardı. Yoğunluklu olarak Mihail Bakunin ile Pyotr Kropotkin’in düşüncelerinden etkilenmişlerdi. Li Shih-tseng, Chang Ching-Chiang, Wu Chin-hui isimli anarşistlerin yazar kadrosunda yer aldığı Hsin Shih-Chi de Tien-i Pao gibi 1907 yılında yayın hayatına başladı. Üç yıl boyunca aralıksız yayınlandı. Özellikle Paris grubundaki anarşistlerin yakın ilişkide olduğu Kropotkin ve onun merkeziyetçiliğe karşı, federalist düşünceleri Çin devrimci hareketinde derin izler bıraktı.
Çin’de anarşizmin erken dönem tartışmalarının etkisinde hareket gitgide büyümeye ve toplumsallaşmaya devam etti. 1900’lü yılların ilk çeyreğiyle birlikte Hsin Shih-Chi’yi okuyarak anarşist harekete katılan Liu Szufu (Shin-fu), Hui-Ming Lu(Halkın Sesi) isimli gazeteyi yayınlamaya başladı. 1919 yılında Emma Goldman’ın bir makalesinden derinden etkilenerek anarşizmi benimsediğini açıklayan ünlü edebiyatçı Ba Jin’in (Pa Chin) yazıları, Halkın Çanı isimli dergide anarşist teori ve pratik hakkında yazıları yayınlandı. Yine bunların yanında hararetli tartışmaların ve kurulmaya başlanan Çince anarşist külliyatın devamı olarak farklı yayınlar raflarda yerini almaya başladı. 1930’lı yılların sonlarında yayınlanan ve Çin radikal siyasetindeki kırılmadan önceki son büyük anarşist yayın organı olma özelliğindeki Jingzhe ve Fukien’deki öğrenciler tarafından çıkarılan Tzu Chin’den de burada bahsetme gerekliliği hissetmekteyiz.
Uzun yıllar sosyalist iktidarlar tarafından baskılanan devlet karşıtı düşünceler irili ufaklı bir çok yayın organıyla ve deneyimlenen yaşam pratikleriyle hala yaşamaya devam ediyor.
Zeynel Çuhadar
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Yayınlar Dizisi (4) : Çin’de Anarşist Yayınlar – Zeynel Çuhadar appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Errico Malatesta, Pierre Monatte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Pierre Monatte: Devrimci Sendikalizm
Anarşizm ve sendikalizm arasındaki ortaklığı görmemek için kör olmak gerekir. Her ikisi de toplumsal devrim yoluyla kapitalizmin ve ücretli sistemin kökünü kazımayı istemektedir. Sendikalizm, işçi sınıfı hareketinin yeniden canlanışının bir kanıtı olarak var olmakta ve anarşizm de işçiler arasındaki kökenleri hakkında bir bilinci yeniden canlandırmaktadır. Diğer yandan, anarşistlerin işçi sınıfı hareketini devrimci yola taşımaya ve doğrudan eylem fikrini halka yaymaya olan katkıları hiç de az değildir. Sendikalizm ve anarşizm bu yollar üzerinden birbirinin karşılıklı yararına olacak şekilde bir diğerini etkilediler.
Devrimci sendikalizm fikri Fransa’da, Confédération Générale du Travail’ın(CGT) militanları arasında ortaya çıkıp gelişti. Konfederasyon’un uluslararası işçi sınıfı hareketinde bütünüyle benzersiz bir yeri var. Kendisinin tamamen devrimci olduğunu beyan eden ve hiçbir siyasi partiyle, en gelişmiş olanlarıyla bile, hiçbir bağlılığı olmayan tek örgütlenme odur. Fransa dışında başka birçok memlekette sosyal demokrasi başroldedir. Fransa’da CGT, hem sayısal güç hem de sahip olduğu etkiyle sosyal demokrasiyi, Sosyalist Parti’yi çok geride bırakmış durumdadır. Sadece işçi sınıfını temsil ettiğini ileri sürerek, geçen yıllar içinde kendisine verilen tüm ayrıcalıkları kesinlikle reddeti. Onun gücü otonomidir ve otonom kalmak istemektedir.
CGT’nin bu duruşu, siyasi partilerle temas etmeyi reddetmesi sabrı taşmış düşmanlarının dilinde ona “anarşist” ünvanını kazandırdı. Ancak hiçbir şey bundan daha yanlış olamazdı. Sendikalardan ve emekçi sendikalarından oluşan bütün bir grup olan CGT resmi bir doktrine sahip değildir. CGT’de tüm doktrinler temsil edilir ve bunlar eşit hoşgörüyle karşılanırlar. Bir grup anarşist konfederal komitede çalışır, bunlar burada sosyalistlerle bir araya gelir ve birlikte çalışırlar ki bu sosyalistlerin çoğu -geçerken kaydetmek gerekir ki- sendikalar ve Sosyalist Parti arasındaki bir ittifak fikrine anarşistlerden hiç de az düşman değillerdir.
… Eğer sendikalist uygulamalarımızda, görüşlere dayalı sendikaları kabul etmeyen, her meslek ve kasaba için sadece bir sendika olmasını gerektiren temel ilişkiye bağlı kalmamış olsaydık, ne işçi sınıfı birliğinin gerçekleştirilmesini, ne de devrimcilerin koalisyonu CGT’yi tek başına şu anki zenginlik ve itibar düzeyine taşıyabilirdik. Sendikanın politik tarafsızlığı bu ilkenin sonucudur. Sendika anarşist, ya da Guesdist¹ veya Allemanist ya da Blanquist² olamaz, olmamalıdır da. O sadece işçi sınıfı olmalıdır. Çoğunlukla çok ince ve yüzeysel olan fikir ayrılıkları sendikada ikinci sıradadır ve anlaşma bu şekilde sağlanır. Pratik hayatta çıkarlar fikirlerden önce gelir. Okullar ve hizipler arasındaki tüm çekişmelere rağmen, işçilerin çıkarları, hepsinin ücret yasasına tabi olması nedeniyle birbirinin benzeridir. Ve onlar arasında tesis edilmiş olan uyumun sırrı budur, sendikalizmin gücünü oluşturan ve onun geçen yıl, Amiens Kongresi’nde kendi kendine yeterli olduğunu gururla söylemesini sağlayan sır budur.
Bütün memleketlerdeki proleterlerin Fransız proletaryasının sendikalist deneyiminden yararlanması önemlidir. Ve bu deneyimde, kurtuluşu için mücadele eden bir işçi sınıfının olduğunun her yerde tekrarlanmasını garantilemek anarşistlerin görevidir. Anarşistler, örneğin Rusya’da anarşist sendikaları ve Belçika ve Almanya’da Hristiyan ve sosyal demokratik sendikaları üreten partizan sendikacılığa Fransız tarzı bir sendikalizmle, tarafsız, ya da daha doğrusu, bağımsız bir sendikalizmle karşı çıkmalıdırlar. Bir işçi sınıfının olduğu gibi, bununla aynı şekilde, her sanayide ve her kasabada bir işçi sınıfı örgütünden, bir tek sendikadan daha fazlası olmaması gerekir. Sınıf mücadelesi ancak bu koşulla her dakika rakip okulların ve hiziplerin hırgürüyle engellenmekten kurtulup olanca genişliğiyle gelişebilir ve maksimum sonucu gerçekleştirilebilir.
Sendikalizm, Amiens Kongresi’nin 1906’da ilan ettiği gibi kendi kendine yeterlidir. Bu ifade biliyorum ki hiçbir zaman tamamen anlaşılmadı; anarşistlerce bile. Bununla işçi sınıfının, en sonunda çoğunluğu elde ederek, kendine yeterli olmaya ve kurtuluşu için başka hiç kimseye güvenmemeye niyet etmesi kastediliyor. Bu kadar incelikle ifade edilmiş bir eylem istediğinde, bir anarşist nasıl bir yanlışlık bulabilir?
Sendikalizm işçilere bir yeryüzü cenneti vaat etmekle zaman harcamaz. Onları bu cenneti fethetmeye çağırır, onları eylemlerinin asla tamamen boşuna olmadığına ikna eder. O bir istek, enerji ve verimli düşünme okuludur. Uzun zamandır kendi üzerine kapanmış olan anarşizme yeni perspektifler ve yeni umutlar kazandırır. O halde bırakın tüm anarşistler sendikalizme gelsin; çalışmaları onlar için çok verimli olacaktır ve sosyal rejime karşı darbeleri çok daha kesin sonuç verecektir.
Errico Malatesta: Sendika Bir Araçtır Anarşizm ise Amaç!
Monatte sendikalizmin toplumsal devrim için gerekli ve yeterli bir araç olduğu sonucuna ulaştı. Bir başka ifadeyle, Monatte sendikalizmin kendi başına yeterli olduğunu beyan etti. Ve bu, bana göre, kökten yanlış bir doktrindir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de anarşistlerin işçi sınıfı hareketlerine girdiğini görmekten memnun olurum. Dün olduğu gibi bugün de, sendikaları destekleyen biri olduğum anlamında ben bir sendikalistim. Anarşist sendikalar istemiyorum, bu hemen sosyal demokratik, cumhuriyetçi, kraliyetçi ve başka türlerde sendikalara meşruluk kazandıracaktır ve işçi sınıfını kendi içinde her zamankinden daha fazla bölecektir. Hatta kızıl sendikalar görmek dahi istemiyorum, çünkü sarı sendikalar-patronların kontrolünde bulunan sendikalar- görmek istemiyorum. Görüşlerine bakmaksızın tüm işçilere açık sendikalar, tamamıyla tarafsız sendikalar görmeyi daha çok isterim.
Bu nedenle işçi sınıfı hareketine en aktif katılımdan yanayım. Ancak, böyle düşünmemin nedeni her şeyden önce, bu yolla alanı büyük ölçüde genişleyecek olan propagandamızın çıkarlarıdır. Ama bu katılımın, en derin düşüncelerimizden vazgeçmekle eş anlamlı olduğu hiçbir şekilde düşünülmemelidir. Sendikaların içinde anarşist olarak kalmalıyız; bu tanımın tüm gücü ve genişliğiyle! İşçi sınıfı hareketi, benim düşünceme göre bir araçtan daha öte değildir. Her ne kadar, şüphesiz elimizdeki araçların en iyisi olsa da. Ancak araçları amaç olarak benimsemeyi reddediyorum ve aynı şekilde, anarşist fikirlerin bütünlüğünün ya da daha basit ifade edecek olursak, diğer propaganda ve ajitasyon araçlarımızın gözden yitmesini istemem.
Sendikalistler, diğer yandan, araçları bir amaca dönüştürmeye, parçayı bir bütün olarak görmeye meyilliler…
Sendikalizm kendini devrimci sıfatıyla güçlendirse bile, çalışma koşullarının ıslahından başka bir erişilir amacı olmayan, kanuna dayanan ve hatta tutucu olan bir hareketten daha fazlası değildir ve asla olmayacaktır. Büyük Kuzey Amerika sendikalarının bize verdiği kanıtlar dışında başka kanıt aramaya gerek duymuyorum. Bu sendikalar, halen zayıf oldukları zamanlarda bile kendilerini en radikal devrimcilikle dolu olarak gösterip olabildiğince güç ve servet kazanarak tamamen tutucu örgütlenmeler haline geldiler. Tamamen üyelerini fabrikanın, atölyenin ya da madenin aristokratları yapmakla ilgilendiler. Örgütlü olmayan işçilere ve sosyal demokratlarca mahkum edilmiş beş parasız proletaryaya paternalistik3 kapitalizme olduklarından çok daha düşmanlar! Ama sendikalizmin hesaba katmadığı, ya da daha doğrusu sadece bir engel olarak gördüğü, gittikçe artan işsiz proletaryayı bizler, yani diğer anarşistler unutmayız ve onları savunmak bizim görevimizdir. Çünkü en çok acı çekenler onlardır.
İzninizle tekrar ediyorum: Anarşistler, işçi sınıfı sendikalarına girmelidir. Her şeyden önce burada anarşist propaganda yürütmek ve üretimin yönetimini eline geçirebilecek grupların -hepimizin ümit ettiği o günde- yanımızda olmasının tek yolu bu olduğundan. Son olarak da sendikaları özel çıkarlar dışında başka bir şeyi savunmaktan caydıran iğrenç kafa yapısına karşı canla başla savaşmak için sendikalara girmeliyiz.
Bana göre Monatte’in ve tüm devrimci sendikalistlerin temel hatası sınıf mücadelesini çok basite indirgeyen anlayışlarıdır. Bu anlayışa göre tüm işçilerin -tüm işçi sınıfının- ekonomik çıkarları benzerdir, bu anlayışa göre işçilerin kendi çıkarlarını savunmayı ele almaları yeterlidir ve bütün proletaryanın çıkarları aynı zamanda kapitalizme karşı savunulacaktır.
Gerçekliğin oldukça farklı olduğunu iddia ediyorum. Burjuvazi gibi, herkes gibi, işçiler de devletin varlığından ve özel mülkiyetten türeyen ve ancak onlar ortadan kaldırıldığında ortadan kalacak olan evrensel rekabet yasasına tabidir. Bu nedenle, kelimenin gerçek anlamıyla, ortada hiçbir sınıf çıkarı olmadığı için bir sınıf da yoktur. İşçi “sınıfının” ortasında da burjuvazinin ortasında olduğu gibi, rekabet ve savaş devam etmektedir. Bir kategoriye ait işçilerin ekonomik çıkarları, bir diğer kategoriden olanlara kesinlikle karşı olacaktır. Ve her yerde hem ekonomik hem ahlaki olarak burjuvaziye, proleteryaya olduğundan daha yakın işçiler görülmektedir. Size işçilerin grevlerde ne sıklıkla şiddet kullandığını hatırlatmama lüzum yok. Peki, bu şiddet polise ve yöneticilere karşı mı? Tabi ki de değil; yine kendileri gibi sömürülmüş ve hatta kendilerinden daha fazla aşağılanmış olan grev kırıcılara karşıdır. Hem de işçilerin gerçek düşmanları, sosyal eşitliğin gerçek engelleri halen polis ve işverenlerken.
Yine de ekonomik dayanışmanın yokluğunda bile işçiler arasındaki ahlaki dayanışma mümkündür. Anonim çıkarların savunusundan kendilerini ayırmış olan işçiler, onun farkında olmayabilirler. Ama toplumsal dönüşüme yönelik ortak bir iradenin onları yeni insanlara dönüştürdüğü gün bu ortaya çıkacaktır. Günümüz toplumunda, dayanışma sadece ortak bir idealin himayesi altında gelişen bir paylaşım sonucunda ortaya çıkabilir. Anarşistlerin rolü, sendikalarda bu ideali canlandırmaktır. Şu anda onlara pekala taraflı görünen şu “acil çıkarlara” zarar vermek pahasına da olsa, onları aşamalı olarak toplumsal devrime yöneltmektir.
Sendikalist eylemin bizi bir takım tehlikelere soktuğunu kimse ikna edemez. Bu tehlikelerin en büyüğü şüphesiz sendikalarda bulunan memuriyetlerdeki militanların, özellikle de bu maaşlı bir memuriyet olduğunda, (bu sistemi) onayında yatmaktadır. Gelin bunu genel bir kural olarak alalım: Bir sendikada kalıcı ve maaşlı bir memura dönüşen bir anarşist, propaganda açısından kaybedilmiştir, anarşizm açısından kaybedilmiştir! Bu noktadan sonra o, kendisine ödeme yapanların emri altındadır ve bu kişilerin hepsi anarşist olmadığı için, vicdanı ve çıkarları arasında sıkışan maaşlı bir memur, ya vicdanını dinlemek ve pozisyonunu kaybetmek, ya da çıkarlarının peşinden giderek anarşizme veda etmek zorundadır!
İşçi sınıfı hareketinde memurların varlığı, yalnızca parlamenter rejimdekiyle kıyaslanabilecek bir tehlikedir. Her ikisi de yozlaşmaya yol açar ve yozlaşma ile ölüm arasındaki mesafe çok da fazla değildir.
Ve şimdi gelin genel grevi düşünelim. Kişisel olarak bu ilkeyi kabul ediyorum. Yıllardan beri de tüm gücümle onun propagandasını yapmaktayım. Genel grev bana her zaman toplumsal devrimi başlatmak için mükemmel bir araç gibi görünmüştür. Ancak, genel grevin silahlı ayaklanmayı gereksiz kıldığı yönündeki feci yanılsamaya düşmemek için tetikte olmalıyız.
Bize üretimi aniden durdurmak yoluyla birkaç gün içinde açlıktan ölerek, teslim olmak zorunda kalacak olan burjuvaziyi yok etmekte işçilerin başarılı olacağı söyleniyor. Bundan daha görkemli bir saçmalık düşünemiyorum. Bir genel grev sırasında açlıktan ölecek ilk kişiler, tüm stoklarını tamamlayan burjuvalar değil, yaşamak için sadece emeğine sahip olan işçiler olacaktır.
Genel grev, bize önceden söylendiği haliyle salt bir ütopyadan ibarettir. Ya işçi, üç günlük grevin ardından açlıktan ölüp başını öne eğip atölyelere geri dönecek, biz de tahtaya yeni bir yenilgi daha yazmış olacağız ya da üretimi ana kuvvetle ele geçirmeye çalışacak. Onu durdurmak için kimin beklediğini görecek! Burjuvaların kendileri dışında askerler, polisler ve ardından meseleye kurşun ve bombalar karışmadan olmayacak. Ayaklanma olacak ve zafer en güçlü olanın olacak.
Bu nedenle genel greve her derde deva bir ilaç gibi bakmakla kendimizi sınırlandırmak yerine, gelin şu kaçınılmaz ayaklanma için hazırlanalım.
Ama onu gerçekçi terimlerle düşünsek bile, genel grev yine de büyük dikkatle kullanılması gereken iki uçlu bir bıçaktır. Geçim koşulu müddetsiz bir şekilde ertelenemez. Er ya da geç insanları besleyecek araçları ele geçirmek gerekecek ve bunun için, grev bir ayaklanmaya dönüşene dek bekleyemeyiz.
İşçilerden istememiz gereken, çalışmayı sonlandırmaları değil daha çok ona kendi yararlarına olacak şekilde devam etmeleridir. Bu olmaksızın genel grev, dükkanlarda birikmiş olan tüm ürünleri derhal ele geçirmeye yetecek kadar güçlü olsa bile çok geçmeden genel bir açlığa dönüşecektir. Genel grev fikri temelde hepten hatalı bir inançtan doğmaktadır; burjuvazi tarafından biriktirilen ürünleri ele geçirmekle insanlığın, üretmeksizin kim bilir kaç ay ve kaç yıl boyunca tüketime devam edebileceği inancından…
Geçmişte kendilerini işçi sınıfı hareketinden ayıran yoldaşlar için kederlendim. Bugün birçoğumuzun, ters uca düşüp aynı hareket içinde yutulmamıza izin vermiş olduğumuz için kederleniyorum. Bir kere daha söyleyecek olursam, işçi sınıfı örgütlenmesi, grev, genel grev, doğrudan eylem, boykot, sabotaj ve silahlı ayaklanmanın kendisi, bunlar sadece araçtır. Anarşizm ise amaçtır. Arzuladığımız anarşist devrim bir tek sınıfın çıkarlarının çok daha ötesindendir: O köleleştirilmiş insanlığın üç bakış açısından, ekonomik, siyasi ve ahlaki olarak tam özgürlüğünü planlar. Gelin bu nedenle tek yönlü basite indirgenmiş herhangi bir eylem planına karşı tetikte olalım. Sendikalizm, işçi sınıfının bizim kullanımımıza soktuğu güçler nedeniyle mükemmel bir eylem aracıdır, ancak bizim tek aracımız olamaz. Aksi halde, çabalarımıza değer olan bir amacı, Anarşizmi gözden yitirmek zorunda kalırız.
Dip Notlar :
1 – Lules Basile Guesde: Fransız sosyalist bir gazeteci ve politikacı
2 – Louis Auguste Blanqui’ye atfedilen bir devrim anlayışı
3 –Paternalizm: Latince pater(peder, baba) kelimesinden türeyen kavram, halkın bir türlü büyüyemeyen bir çocuk olduğunu ve toplumsal yaşamın karmaşıklığını çözümleyebilecek yetisi olmadığını öne sürer. Halkın bu yüzden bir siyasi iktidara (devlete) zorunlu olarak bağlı olacağını savunur.
Halil Çelik
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşist Teori ve Pratik Tartışmaları(2) : ” Devrimci Sendikalizm ve Anarşizm” – Errico Malatesta, Pierre Monatte appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İberya’dan Rojava’ya Anarşist Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Anarşizm tarihte hep özgürlük mücadelesi oldu. Devrim yıllarından önce bile bu durum böyleydi. Bunu tekrar yaşatmalıyız. Şimdi ideolojimizi pratiğe geçirme zamanı.
Rojava Devrimi, sınırları aşan bir devrim olduğunu sadece farklı coğrafyalarda yarattığı etkiyle değil, uluslararası dayanışmanın somutlaştığı yer olarak sürecin başından bu yana gösterdi. F.D. bu dayanışmanın bir parçası olmak için İberya’nın farklı yerlerinden gelen anarşist yoldaşlardan sadece birisi. Madrid’den Rojava’ya sürdürdüğü mücadelesi, anarşist hareket ve Rojava Devrimi üzerine F.D.’yle yaptığımız röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Rojava Devrimi’nden nasıl haberdar oldunuz?
Kürdistan’daki mücadeleden zaten daha önce haberimiz vardı. Kürt Hareketi, otonom yapılanma, kantonlar ve hareketin ideolojisine ilişkin okuma çalışmalarımız olmuştu. Bölgedeki devletlerin Kürdistan coğrafyasındaki mücadeleyi baskıya uğratmaya yönelik politikalarına ilişkin bilgimiz olsa da çok derinlikli değildi. Yakın zamanda Suriye genelinde yaşananları da takip etme fırsatımız oldu. Ana akım medyada Suriye’de yaşananlar, yanlı da olsa televizyonlarda ve gazetelerde genişçe yer buldu.
Peki, Rojava Devrimi’nin sizin için önemi nedir? Neden bu mücadelenin bir parçası olmak istediniz?
Rojava Devrimi, Suriye’de yaşananları düşündüğümüzde çok daha önemli bir noktada duruyor. Devrim bölgedeki devletlere verilmiş en güzel cevap. Son süreçte yaşananlar, yaşadığım coğrafyada biz anarşistlerin ilgisini çok çekti. Her şeyden önce devletsizliğe yapılan vurgu, halkın öz-örgütlülükle yeni bir yaşamı örüyor olması beni buraya getiren nedenler arasında. Özellikle Kobanê Direnişi, tarihi bir direnişti. 1936’daki Anarşist Devrim sürecinde gerçekleşen, Madrid direnişiyle benzerlikler taşıyordu. Daha önce süreci gözlemlemek için burada bulunmuştum. İkinci geldiğimde mücadelenin bir parçası olmak istedim. Buradaki deneyim benim açımdan birçok açıdan önem teşkil ediyor.
Bulunduğunuz süre içerisinde devrimi doğrudan gözlemleme fırsatınız oldu. Anarşist bir perspektiften bakacak olursanız, bu süreci nasıl değerlendirirsiniz?
Yaşadığımız coğrafyada bu tarz bir deneyimi en son Anarşist Devrim sürecinde yaşadık. Böylesi bir deneyimi toplumsal devrim olarak ele almak önemli. Yaşanacakları önceden kestirebilmek, hele böylesi bir ortamda, oldukça zor. Beklentileri, bütün bunları göz önünde tutup gözden geçirmek gerek.
Oradaki insanların bu süreçteki heyecanını gördüm ve hissettim. Rojava’daki herkes bu toplumsal devrime inanıyor. Bu nokta önemli, çünkü Batı’da ana akım medya tarafından, bu sürecin sonunda liberal demokratik bir yapının olacağının propagandası yapılıyor. Rojava’daki herkes Batı’dakine benzer liberal demokratik bir yapı ya da batılı kapitalizmi değil, farklı bir şey gerçekleştirdiklerini biliyor.
Zaman zaman ulusal karakter ve merkeziyet meselesine ilişkin devrime yönelik eleştiriler oluyor. Ancak Rojava’daki herkesin öncelik verdiği şey daha önceki devrim deneyimlerini akılda tutmak. Eski devrimlerin iyi yanları dışında hatalarını görerek, aynı hatalara düşmeden yeni bir deneyime hazırlanılıyor.
Özyönetimin iyi işlemesi için önemli bir çaba var. Halk olmadan, halkın karar alma süreçlerine katılmadan bir devrim gerçekleşmeyeceği biliniyor. Bu gerçek, özellikle toplumsallaştırılmaya çalışılıyor.
Gündelik yaşam, bu gerçekle ve kolektif bir dayanışma aracılığıyla örgütleniyor. Herkes, tek bir vücut gibi hareket ediyor. Özellikle savaşın yoğun olduğu bölgelerde bu durum daha belirgin. Günlük yaşam kantondan kantona farklılık gösteriyor. Ben daha fazla Kobane’deydim. Kobane neredeyse tamamen yok edildiğinden, gündelik yaşam insanlar için daha zor. İhtiyaçların kolektif karşılanması burada da diğer kantonlarda olduğu gibi işliyor. Yiyecek ve giyecek ihtiyaçları, herkesin ücretsiz alabileceği kolektiflerden temin edilebiliyor. Herkes ihtiyacı kadarını almaya özen gösteriyor. Su ihtiyacı büyük tankerler aracılığıyla gün içerisinde şehir dolaşılıp evlerin depoları doldurularak gerçekleştiriliyor.
Bütün bu koşullarda, bir yandan savaş devam ederken devrimi yaratmaya yönelik çabanın güçlendiğini görmek çok önemli.
İspanya’da halk son 5 yıldır ekonomik krizle uğraşıyor. Bunun toplumsal yansımasını görüyor musunuz?
Aslında hem evet, hem hayır. Kriz, insanların sisteme biraz daha eleştirel bakmasına neden oluyor. 11M Hareketi gibi örnekler bu açıdan umut verici. Ama diğer kesim için durum biraz daha farklı. Krizden önce İspanya’nın içinde bulunduğu refaha özlem duyanlar da var sokağa çıkanlar arasında. Kapitalizm, kriz ve devlet arasındaki ilişkiyi göremiyorlar. Tabi bunun üzerine devletin son 5 yıldır uyguladığı baskıcı politikalar eklemlendiğinde korku unsuru daha ön plana çıkıyor. İnsanlar bir yandan da içinde bulundukları durumdan çıkmak için bir şeyler yapmaktan korkuyorlar.
Dolayısıyla, İspanya genelinde durumlarını muhafaza etmeye çalışan bir toplumdan bahsedebiliriz. Devlet bu korkuyu biliyor. Ve buna göre taksit-taksit politikasını uyguluyor. Ekonomik ya da sosyal açıdan halka kabul ettirmeye çalıştığı bir uygulamayı azar azar yapmaya başlıyor. Bu bazen bir vergi oluyor, bazen ezilenlerin lehine olan bir haktan mahrum etme oluyor.
İspanya’da şu an ki durum, zengin daha zengin; fakir daha fakir. Ekonomik kriz kapitalizmin sadece bir unsuru. Avrupa’daki daha genel sıkıntıysa, insanların kapitalist yaşam biçimine ses çıkarmaması. Çalışma hayatı özellikle Avrupa’daki ezilen kesimler için büyük bir sorun. Kapitalizmin yarattığı bu monotonluk hali, insanları düşünmekten ve refleks göstermekten alıkoyuyor. İnsanlar, kapitalist sistem, devlet ve kriz arasında ilişki kuramıyor.
Peki, bu koşullarda anarşist hareket ne yapıyor?
Krizle ilgili eylemler başlamadan önce yoğunluklu olarak anti-faşist mücadeleye yoğunlaşıyorduk. Mücadele süresinde bir yoldaşımız katledildi. İspanya’nın farklı yerlerinde özellikle göçmenlere yönelik faşist baskılar var. Anti-faşist mücadele bu açıdan da önem taşıyor.
Kriz sonrası sokak hareketleriyle beraber, anarşist hareket de bir değişim geçirdi. Birbirinden farklı anarşist perspektiflere sahip yoldaşlarla gündemimize bu toplumsal hareketlenmeyi aldık. Toplumda anarşizmin propagandasını yapmaya daha fazla ihtiyaç olduğunu hissettik ve çalışmalarımızı bu doğrultuda yeniden şekillendirdik.
Anarşist hareketin biraz ivme kazanmaya başladığı bir dönemde, devlet baskısını arttırdı. 11M gibi bir süreç bizim için bir olanaktı ancak şunu kabullenmek gerekir ki, bu olanaktan yararlanmaya kimse hazır değildi. Şimdi yenisi için hazırlanmak gerekiyor.
Devlet baskısının arttığından bahsettin. Yakın süreçte özellikle anarşistlere yönelik bir dizi operasyon gerçekleşti. Bu operasyonlarla devlet aslında neyi hedefledi?
Çok basit; devlet insanları korkutmayı hedefledi. Toplumsal hareketlenmelerin yoğunlaştığı dönemlerde, anarşist harekete yönelik bir ilgi oluştu. Bunu kırabilmek için, anarşizmi kriminalize etmeye çalıştılar. Anarşistlere yönelik operasyonlarda insanları tutuklayarak toplumda korku salmaya çalıştılar.
Bu operasyonların toplumsal muhalefet içerisinde yer alan kurum ve örgütlerin de pozisyonunu değiştirdi. Bir kısmı bizimle dayanışma noktasında devlet baskısından çekinmedi, diğer kısmı reformist bir çizgiye kaydırdı.
Aslında, devlet korktu. Yakın süreçte İberya’da anarşizm giderek örgütlendi. Devletin planlamadığı bu gidişat devleti bir refleks göstermeye itti.
Farklı coğrafyalarda toplumsal, ekonomik ve politik baskılara rağmen son yedi sene içerisinde anarşist hareketin gittikçe daha güçlü bir pozisyon elde ettiğinden bahsedebiliriz. Ezilenlerin verdikleri farklı mücadelelerde kara bayrak yükselmekte. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz ve nereye evrileceğini düşünüyorsunuz?
Anarşizm, tarihte hep özgürlük mücadelesi oldu. İnsanların özgürlük için verdikleri mücadelelerde anarşizmi anlaması önemli. İnsanlar, devletin yok edici doğasını her geçen gün daha fazla anlıyor. 21. yüzyılda, artık, klasik toplumsal modellerin, sıkıntıları aşmada yetersiz kaldığı anlaşılıyor. Geçmiş mücadelelerin ve deneyimlerin yeni bir perspektiften değerlendirilmesi gerekti. Anarşizmle beraber, sisteme karşı bir pratik geliştirilebileceği anlaşıldı.
Örneğin Rojava Devrimi bu yüzden önemli. Daha fazla pratiğe ihtiyacımız var. Bu deneyimler başka deneyimlere yol açacak. Tabi ki başka bağlamlarda ve kendi özgün pratikleriyle.
İspanya’da anarşizm bir kültürdü. Devrim yıllarından önce bile bu durum böyleydi. Bunu tekrar yaşatmalıyız. Şimdi ideolojimizi pratiğe geçirme zamanı.
Bu söyleşi Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post İberya’dan Rojava’ya Anarşist Dayanışma appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Rusya’nın Türk Akımı” – Sergei Arkadiev appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Duydunuz mu bilmiyorum ama Rusya’da şöyle bir komplo teorisi var: Türk devleti 1990’ların ilk yarısında Kuzey Çeçenistan’daki durumun şiddetlenmesinde çok önemli bir rol oynadı ve onun Çeçenistan’daki savaşa verdiği destek Modern Rusya’nın kaderini etkiledi.
“Avrupa Petrol Konsorsiyumu”, Rus petrolünü uluslararası pazara taşıyan boru hattını nereden geçireceğine karar vermesi gerekiyordu: Çeçenistan’dan mı yoksa Ceyhan ve Trabzon limanlarından mı?
Petrol musluğunun başında olmak, Türk tarafının her türlü çıkarınaydı. Bu yüzden Çeçenistan’daki istikrarlı ilişkileri bozan oyuna katıldı. Tabii ki bu teorinin asıl amacı, Kuzey Kafkasya’da 10 yıl süren katliamların ve Rusya’nın Avrupa tarafında yapılan “terör eylemleri” biçimindeki yankılarının sorumluluğu başkasına atmak gibi gözüküyor.
1990’ları ve 2000’leri hatırlarsak, devlet yanlısı medya Çeçen halkını bir şer odağı, ne kadınları, ne çocukları ne de kendilerini esirgeyen manyak fanatikler olarak sunuyordu.
Çeçenler toplumda o kadar şeytan gibi gösterildi ki, sürüncemeye giren çatışmalar için başka sorumlu aramaya gerek kalmadı – Rusya Federasyonun barışı ve bütünlüğü için, küresel terörizmin yönlendirdiği bu manyaklarla savaştaydık. Fakat zamanla durum tam tersine döndü. Bugün, cumhuriyetin başındaki Ramzan Kadyrov’a bağlı Çeçen Askeri Birlikleri – Rus ordusunun en kabiliyetli askeri birliklerinden biridir. Gürcistan’da savaştılar ve bugün Ukrayna’da savaşmaya devam ediyorlar. Medyada dünün “manyak fanatikleri” şimdi de dava ve silah kardeşlerimiz, gerçek vatanseverler ve geleneksel değerlerin muhafızları olarak sunuluyor. Şimdilerde savaşın suçluları, iki halkın arasını bozan bazı dış güçler olarak açıklanıyor.
Görünüşe göre, bir zaman önce ana-akım dışındaki devlet yanlısı medyada yoğun bir şekilde tartışılan Türkiye’nin rolü unutuldu. Politik durum tekrar değişti: Erdoğan’dan sadece olumlu anlamda bahsediliyor. Bulgaristan’ın tekerine çomak sokmasının ardından Rusya, Türkiye’ye yakınlaşmaya çalışıyor.
Gazprom ve Türk Hükümeti arasında imzalanan anlaşmanın, Avrupa’ya giden doğalgazı Ukrayna’ya uğramadan taşımak için yeni bir yol yaratan, politik bir hamle olduğuna şüphe yok. “Güney Akımının” yerine bu projenin geleceğini ne kadar hızlı duyurduklarına bakarsak mesele acil. Türk Medyası, buraya Rusya’ya aktarılan yayınlarından gördüğümüz kadarıyla “akım” haberlerini “boru hattı projesi doğalgaz kaynaklarının Türkiye’den geçecek” şeklinde olumlu karşıladı. Fakat ucuz Rus gazını almaya değer mi?
“Gazprom”, tıpkı deneyimli bir uyuşturucu satıcısı gibi reddedemeyeceğin bir teklif yapar, sizi “gaz iğnesinde” tutmak için baştan düşük fiyat verir, sonra yavaş yavaş çıtayı yükseltir. Ukrayna’da böyle oldu. Ukrayna’yla Rusya arasında son 20 yılda gelişen bütün gerginliklerin nedeni öncelikle doğalgazla ilişkilidir, milliyetçiliğin yükselmesi, Karadeniz filosu, Donbas’taki Rus askerleri ya da haberlerde abartılan başka konular değil.
Ayrıca Rus Devletinin bütün dairelerini ve iştiraklerini kapsayan korkunç yolsuzlukları unutmamak gerekir ve Gazprom, Rusya’nın değişik bölgelerinde sürekli ortaya çıkan ekoloji katliamlarında sık sık karşımıza çıkıyor. Bu olaylar çoğunlukla iç ve dış mihrakların entrikaları ya da “bir ulusal hazineye” yönelik iftiralar şeklinde savunuluyor (bu arada, Ulusal Hazine, Gazprom’un Rusya’daki resmi sloganıdır). Bu yüzden hükümetinizin yeni dostlarının gerçek yüzünü görmek için sabırlı olmanız gerekiyor.
Ya da daha iyisi, sabırlı olmayın!
Sergei Arkadiev – Saint Petersburg, “Otonom Faaliyet (toplumsal devrim)”
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Rusya’nın Türk Akımı” – Sergei Arkadiev appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan gazetesinin Anarşist Ekonomi Tartışmaları dizisine, Kuzey Amerika IWW üyesi, Scott Nappalos’un yazısının üçüncü bölümüyle devam ediyoruz. Yazının odağında güncelliğini koruyan bir tartışma olan teorinin pratikte somutlaşması ve teorinin pratikten üretilmesi yer alıyor. Yazının bu son bölümünde, devrimci durumların ekonomik pratiklere etkisi ve anarşist komünist ekonomi teorisinin ücret sistemi eleştirisi yer alıyor. Libcom’un dışında birçok uluslararası anarşist sitede de yayınlanmış olan yazı, daha önceki yazı dizilerimizde içerisinden yazılarına yer verdiğimiz The Accumulation of Freedom: Writings on Anarchist Economics kitabındaki bölümlerden biri olma niteliğini de taşıyor.
Özgürlükçü Komünizm, Mücadele Eden Sınıfların Özlemi (3)
Scott Nappalos
Özgürlükçü Komünist Toplum
Böyle bir komünist toplumda üretim iki faaliyet üzerine kurulur: insanların neyi ne kadar istediğini ölçmek ve bunları hem kolektif olarak, hem de sorumluluğu belli olacak biçimde üretmek. Katılımcı ekonomi, bilinçli tahminler yoluyla insanların hangi ürünleri ne kadar arzuladıklarını ölçmeyi önerir. Fakat bu öneri, mevcut ürünlerin güncel kullanımını ve gelişimi birlikte ele alarak ekonominin hangi yöne gideceği konusunda karar alan kolektif yapılarda gerçekleşen diyaloğa dayanır.
Mutlak ve değişmez biçimde kıt bulunan bazı ürünler için, gerçek ihtiyaçlara dayalı, adil bir sistem bulmamız gerekir. Bu gerçekten acil bir sorundur ama yine birçok ekonomist bunu yok sayıyor çünkü mevcut durumdan devrimci topluma ve sonra devrim-sonrası topluma nasıl gideceğimizi ele almayan, gerçek pratiğe dayanmayan taslaklar yaratıyorlar. Mevcut üretimden toplumsal üretime geçiş süreci kısa vadede kıtlıklar yaratacaktır. Uzun vadede, kolektif bilgimizi kullanmak, en kötü işlerin makineleşmesi ve kapitalist ekonominin devasa parçası olan gereksiz üretimi (finans, ordu, hapishane, zengin eğlenceleri, vb.) ortadan kaldırmak, bütün dünyaya fazlasıyla yetecek kadar imkan sunacaktır. Aslında zaten bütün dünyayı fazlasıyla doyuracak kadar yiyecek üretiyoruz ama fiyatları yüksek tutmak için çoğunu yakıyoruz. Birçok anarşist komünist düşünür böyle gıdalar için karne kavramını öne sürer. Böyle bir pratik savaş zamanında kabul görmüştür ve bugün de organ nakli için kullanılan paylaşım yöntemidir.
Toplumsal devrim herkese yetecek kadar üretebildiği aşamaya geldiğinde, o zaman “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi uygulanabilir ve endüstrisi daha gelişmiş ve verimli bölgeler doğal olarak bu aşamaya diğerlerine göre daha erken ulaşacaktır. Fakat toplamda bu aşamaya ulaşılana kadar eşit paylaşım sistemi, yani kişi başına eşit dağılım, sadece adil değil, zorunludur. Hastaların, yaşlıların, hamile ve yeni doğum yapmış kadınların ayrıca düşünülmesi gerektiğini söylemeye bile gerek yok…[xix]
Bu karne sistemi tabii ki aslan payının ve en iyi dilimlerin parti elitine gittiği, örneğin Sovyetler Birliği’ndeki karne sisteminden farklıdır. Mesela günümüzde organlarla ilgili, en çok ihtiyacı olan ve en uygun kişileri belirleyip sıraya koyan bir uluslararası kurum vardır. Organ naklinde organı kimin alacağı, fiyata, mesleğe ya da kişinin algılanan değerine göre değil, ihtiyaç ve uygunluğa göre belirlenmesi açısından komünist temelde gerçekleşir. Karne sisteminden kaçınmak için her şey yapılmalıdır ama yokluk zamanlarında adil tek çözümün bu olduğunu görmemiz gerekir.
Öte yandan, Berkman’ın komünist alternatifi olan “fazlalığın açık kullanımına” bakarsak, kirlilik ya da aynı malzemenin çelişki yaratan kullanımları gibi karar verilmesi gereken meselelerde toplumun nasıl tartışıp düzenleme yapacağı konusunu ele almadığını görürüz. Küresel kapitalist ekonominin herhangi bir yapı-sökümüne girişenler, dev boyutlardaki küresel eşitsizlik ve dünyanın büyük kesiminin engellenmiş gelişimi sorunlarıyla uğraşmayı göze almalıdır. Dünyanın bütün toplumlarının kapasitelerini bilinçli ve kolektif olarak geliştirecek ve (kapitalizmin, pazarlarını genişletmek ve karlarını artırmak için yarattığı sürdürülemez olan) mevcut yapıların yaratacağı ekolojik felaketlere çözüm bulacak bir yönteme ihtiyacımız var.
Bu kararları sadece halk meclisleri yoluyla alabiliriz. Fakat çözüm teknik değildir. Kirlilik konusundaki kavgaları çözümlemek için sadece ekonomik bir tasarım bulamayız. Yukarıdaki tartışmada çeşitli önerileri gündeme getirmek için bir öneri zaten var, ama politik meseleler için sadece toplulukların konseyleri içinde, politik süreçler olabilir. Herhangi bir değer belirlemek, keyfi olacağı gibi, sorunu da çözmez. Bunun yerine, topluluklar bir araya gelmeli, tartışmalı, anlaşmaya varmalı ve herkes için en iyi çözümü oluşturmalıdır. Yapılar, güç mücadelelerinde ve gücü ilgilendiren mücadelelerde arabuluculuk yapabilir ama bu yapılar çözümün sadece dış yüzüdür. Hiçbir garanti sağlamazlar ve böyle sorunlar nihayetinde durumun maddi, toplumsal ve tarihsel analizini gerektirir. Malumun ilanının, muğlak genellemelerin, boş şekilciliğin ötesinde bir değerlendirme için kaçınılmaz olarak daha çok deneyime, pratiğe ve denemeye ihtiyacımız var.
Bununla beraber kapitalizmden farklı olarak, “her zaman, ne istersek onu” yapabileceğimizin bir garantisi yoktur. Çeşitli planlama inisiyatifleri boyunca herhangi bir topluluk diğeriyle eşit konumda olacağı için, ilkeli olunması yönünde yapısal baskılar olacaktır. İleride bizi yakabilecek durumda olanları yakmak istemeyiz. Bugünden farklı olarak, bunu yapmak için finansal ya da politik bir çıkar olmayacaktır. Gerçek anlaşmazlıklar çıktığında, ve bunlar olacaktır, toplumsal mücadele bizim modellerimizin ve formüllerimizin ötesine geçecektir.
Ücret Sisteminin Eleştirisi
Fakat paylaşım net çizgiler çeker. Paylaşımda komünist ekonomiyi tanımlarken, ücretli iş sisteminin olmadığını, bireysel emeğin algılanan değeri yerine insani ihtiyaçlar ve maddi olanaklara dayalı olduğunu ve kapital birikiminin yerini insan ihtiyacı için üretimin aldığını gördük. Katılımcı Ekonomi’nin tüm özellikleriyle ortak olan kolektivist ekonomi ise, aslında insanları çeşitli ücret-düzenleri için çalışmaya zorlayan bir sistemdir. Kolektivist paylaşımın temelinde ücret olarak biriktirilen gelir vardır ve bu gelirin bireyin yaptığı işin algılanan değerine dayalıdır. Kolektivistler sosyalizm altında emeğin değerini çeşitli şekillerde tanımlamışlardır: üretim miktarı, çalışma saati, işin zorluğu ve çalışırken sarf edilen güç (katılımcı ekonomi), emeğin toplumsal değeri, vb.
Komünist ekonomi, kısmen devrimci toplumların deneyimlerine dayanarak, ücret sistemini reddeder. Rusya, Çin, Küba, Macaristan, Almanya, vb. deki devrimci deneyimler içinde tek bir şey görebiliyorsak, o da kapitalizmin, düşmanının içinden tekrar ortaya çıkabileceğidir. Sınıf ayrımları ve sınıf eşitsizlikleri, olası yönetici sınıfları için bir rampa görevi görür. Ücret sistemleri, “Proleter” devlet önerisi kadar olmasa da, kapital ve maddi güç birikimiyle yeni yönetici sınıfların oluşmasına ve ekonomik eşitsizliklere zemin sağlar. Bu temelde olumsuz bir itirazdır. Olumlu tarafında ise, komünist ekonomi, adaletsizliğin ve ücretli emeğin sürdürüldüğü ekonomilerde olmayan ek seçenekler ve imkanlar sunar. Komünizm, hem yapılan işlerde hem alınan karşılıkta ayrımları ortadan kaldırması sayesinde üretimde ve insanlar arasında tümüyle yeni ve temelden farklı toplumsal ilişkilerin kurulmasına yol açar. Temelde komünist olan bir paylaşım, toplumsal üretimin çıktılarını ve yapısını, bu üretimden faydalanan toplumun gerçek ve hayati ihtiyaçlarına doğru yönelmeye zorlar. Komünizm, emek ve tüketim arasındaki bağları parçalayarak, toplumsal ihtiyaçlara ve insan arzularına dayalı alternatif bir yaşama ve çalışma şekli sunar.
Üstelik adil bir ücretin neye dayanarak yapılabileceğini sorgulamak yerinde olacaktır. Kapitalizm altında ücretler adil değildir. Ücret pazara bağlıdır, o kadar. Ama sosyalist ücretler emeğin belli bir değer algısına dayalıdır. Katılımcı ekonomide bu ücret “…toplumsal ürüne katılımda sarf edilen gayret ya da fedakarlıktır”.[xx] Kaç saat çalıştığınız, ne kadar ürettiğiniz, üretime kattığınız değer gibi çeşitli kolektivist ücretler önerilmiştir. Fakat bunların hepsinde temel bir problem vardır; bunlar keyfi ve adaletsizdir.
Zamanımızda üretim büyük ölçüde toplumsaldır. Bireyin katkısını, o işin yapılmasını sağlayan diğer binlerce bireyin katkılarından ayırmak çok zordur. Basitçe, günümüz toplumunda toplumsal emek ve kapital o kadar iç içe geçmiştir ki, çoğu durumda bireyin katkısını diğerlerinin emeğinden ve o bireyin üretmesini sağlayan toplumsal kapitalden ayrı ölçmek imkansızdır. Kapitalizm bunu zaten denemez; sadece insanlara zorla kabul ettirilen miktarı öder. Sadece saatlere bakarsak, hepimiz biliyoruz ki bir kişinin çalıştığı saatler diğerinden farklı olabilir; ama aynı ücreti alırlar. Bazı insanlar doğalında yetersiz oldukları için onların yaptığı işin değeri adaletsiz olur. Diğerleri, fazla çaba sarf etmeden, sadece yeteneklerine dayanarak zengin olamamalılar. Çaba ve fedakarlığa göre değerlendirme yaparsak, böyle bir sistem yine rastgele ve keyfi değerlendirmelere açık olur. Çalışma arkadaşlarının birbirlerinin işlerini değerlendirmesi ise iş yerindeki dedikodu ve iç çekişmeleri bugünkü rahatsızlık seviyesinin çok üstüne, ücretler üzerinde bir güç sistemine dönüştürür. Bir şeye değer biçmek tarafsız olamaz; güç yüklüdür ve bir baskı aracıdır. Ücret, kapitalizm tarafından gerçek toplumsal emeği gizemlileştirmek için kullanılan bir baskı aracıdır. Katılımcı ekonomi ve kolektivistler, bu aracın kar-sistemiyle ilişkisi kesildiğinde bir adalet aracı olabileceğini düşünüyorlar.
Emeğe değer biçmenin zorluğu daha temel bir şeye işaret ediyor: Algılanan değere dayalı, zorunlu emeğe öncelik veren ve ödüllendiren bir ekonomi istemiyoruz. Hem zenginlikteki eşitsizliklerin tehlikesi, hem değer biçmenin yarattığı yıkıcı toplumsal baskı, emeğin değerinin tüketimden ayrı olduğu, daha özgürlükçü bir ekonomiye işaret eder. Geleneksel olarak bu düşünce “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” [xxi] şeklinde özetlenmiştir.
Komünizme Doğru
Biz, bir hareket olarak, bir ahlaki bellek ya da günümüzün kitle mücadelelerinde model oluşturma rolünün ötesine geçmeliyiz. Özgürlükçü alternatif, pratiği doğrudan, içinde bulunduğumuz hareketlerin içinde inşa etmeye girişmeli, teorimiz pratiğimizle birlikte evrilmelidir. Kropotkin’le birlikte, günümüz toplumunda bazı komünist öğelerin zaten bulunduğunu gördük. Gilles Dauve da, komünist ekonomiye doğru bu dinamik ve tarihsel yaklaşıma, komünleştirme kavramıyla katkıda bulunmuştur.
Komünizm, iktidarı ele geçirdikten sonra pratiğe konulacak bir dizi önlem değildir. Bütün eski komünist hareketler toplumu durdurabildiler ama bu kitlesel duraklamadan bir şey çıkmasını beklediler. Komünleştirme, tam tersine, malların dolaşımını karşılıksız yapar… tüm ayrımları ortadan kaldırmaya kalkışır.[xxii]
Günümüzde var olan komünizm, işlevsel olarak var olan komünizm anlamına gelmez. İşimiz komünizm adaları oluşturmak (ki bu mutlaka kapitalist ilişkileri yeniden oluşturur), ya da mevcut mücadelelerde komünizm örnekleri yaratmak değildir. Kapitalizm sadece zenginliklerden değil, insanların arasındaki ilişkilerden oluşur. Komünist bir ekonominin geliştirilmesindeki asıl mesele kitlesel mücadele içinde işçi sınıfının devrimci farkındalığını, komünleştirmeyi ve pratiklerini geliştirmesidir. Kapitalizmi yenmek, bir teori değil, mücadelelerimizin içinde tarihsel bir andır. Ve bunun için toplumsal ilişkiler, örgütlenme ve mücadele içindeki işçilerin farkındalığı gerekir.
Dipnotlar:
[xix] Alexander Berkman, ABC of Anarchism, chapter 12, 1929, http://www.lucyparsonsproject.org/anarchism/berkman_abc_of_anarchism.html (28 Mayıs 2010’da ulaşıldı).
[xx] Michael Albert, Life After Capitalism, http://www.zcommunications.org/zparecon/pareconlac.html (30 Mayıs, 2010’da ulaşıldı).
[xxi] “Herkesten” ifadesinin nasıl yorumlanacağı konusu tartışmalıdır. Bazı teorisyenler herhangi biçimde çalışmaya zorlanmadan herkesin toplumsal üretimden yararlanacağını savunurken, diğerleri buna erişmenin koşulunu toplumsal olarak gerekli görülen asgari emek olarak koyarlar (yapabildiğini varsayarak). İkincisi, İspanya Debrimi sırasında CNT içinde baskın olan geleneksel cevaptır. Bertrand Russell, Chomsky gibi ünlü teorisyenlerin savunduğu bu görüşe meylediyorum ve bu makalede bunu varsayıyorum.
[xxii] Gilles Dauve, Eclipse and Re-Emergence of the Communist Movement, http://libcom.org/library/eclipse-re-emergence-communist-movement (18 HAziran 2010’da ulaşıldı).
Çeviri : Özgür Oktay
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 26. sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları (15): Sınıfsızlık Anarşizmle Mümkündür -Anarşist Komünist Ekonomi Pratiği – 3 appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” DAF; Selanik, Gümülcine ve Atina’da Kobanê Direnişi’ni Anlattı ” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Gerçekleştirilen her 3 etkinlikte de, Devrimci Anarşist Faaliyet adına Alp Temiz, Anarşist Kadınlar adına Mercan Doğan ve RoarMag editörü Joris van Eyck konuşma yaptı.
İlk konuşmayı yapan Joris van Eyck, Kobanê direnişinin başlıca sosyo-politik koşullarından bahsetti. Kürt halkının özgürlük mücadelesi ve Rojava devriminin tarihsel gelişim süreci hakkındaki temel bilgilerin aktarımını yaptı. TC sınırları içerisinde yaşayan Kürt halkının Rojava devrimi ile bağlantısını ise, üç temel unsura bağladı: “Birincisi, devletlerin çizdiği sınırlar, yapay yapılardır. Bu sınırlar, TC içinde yaşayan Kürt halkının Rojava ile bağlantısını koparamamıştır. İkinci olarak, TC devletinin IŞİD’e sağladığı destek, TC sokaklarında Rojava ile dayanışmak ve TC’nin bu tavrını protesto etmek için yapılan eylemleri meşrulaştırıyor. Üçüncüsü, Rojava’da gerçekleşen devrim, Türkiye’deki demokratik özerklik süreci ile aynı ilkelere dayanıyor.”
Ardından konuşan Alp Temiz, Devrimci Anarşist Faaliyet’in Rojava Devrimi ve Kobanê Direnişi’ni destekleyişinin haklı gerekçelerini açıklarken, kendini anarşist olarak adlandıran ya da toplumsal devrim mücadelesi veren örgütlenmelerin de bu direnişi desteklemek zorunda olduğunu şu sözlerle belirtti:
“Rojava’da oluşan durum, ne Esad’ın bölgeyi bırakmasıyla; ne de küresel güçlerle yapıldığı iddia edilen anlaşmalarla oluşmuştur. Rojava’da iki buçuk yıl öncesinde gerçekleşen büyük dönüşüm; siyasal hareketliliğin Ortadoğu’yu iki zıt kutuptan (cuntacı sekülerler-muhafazakar demokratlar) birinin iktidarını seçmeye zorladığı bir konjonktürde gerçekleşmiştir. Rojava ortadoğu coğrafyasındaki “baharların” kışa döndüğü bir dönemde, halkın bu iki kutuba sığmayıp kendi çözümünü yaratmasıdır.
Rojava’da yaşam yeniden yapılandırılırken, yaratılmaya çalışılan toplumsal mekanizmaların merkeziyetçi olmayan yapısı, devletsizliğe yapılan ısrarlı vurgu, üretim-tüketim-dağıtım ilişkilerinin kapitalizmden olabildiğince uzak bir şekilde örgütleniyor oluşu, öz-örgütlenmenin toplumsal işleyişin sürdürülmesinde garantör olması, üç kantondaki komünlerin ayrı ayrı karar süreçleriyle komünlerin işleyişini şekillendiriyor oluşunun önemini, yaşadığımız çağda kimse inkar edemez.
Yakın coğrafyada toplumsal mücadele veren devrimciler olarak bize sadece umut vermeyen, mücadele verdiğimiz coğrafyalarda mücadelemizi besleyen bu toplumsal dönüşümün; olumsuz ya da daha olumlu bir yola gireceğini bilemeyiz. Ancak bizler, devrimci anarşistleriz. Bir kenarda oturup olanları izleyip, sadece yorum yapamayız; toplumsal mücadelelerin içerisinde yer alır, anarşist bir devrim için mücadele ederiz.”
Son olarak, Anarşist Kadınlar adına konuşma yapan Mercan Doğan ise, Kobanê direnişinde kadınların rolünü, kadın mücadelesinin cephede ve aynı zamanda cephe gerisinde nasıl gerçekleştiğini anlattı. Kadın Savunma Birlikleri YPJ’nin Kobane direnişindeki rolünün, 1936’da İberya’da anarşist devrim mücadelesindeki Mujeres Libres (Özgür Kadınlar) birliklerininki ile taşıdığı benzerliklere vurgu yaptı.
Türkiye, Suriye, Irak ve İran devletlerinin sınırlarla bölmeye çalıştığı Kürt halkının özgürlük mücadelesine gösterilen dayanışmada “Li Dijî Dehaqan, Em Hemû Kawane” söyleminin önemini Kürt mitolojisindeki Ezen Dehaq’a karşı Ezilenlerin, Kawa’nın mücadelesi üzerinden anlattı. Son olarak sınırda yaşanılan deneyimleri aktaran Mercan Doğan, konuşmaların ardından, sınırdaki deneyimleriyle ilgili soruları yanıtlayarak konuşmasını detaylandırdı.
Gümülcine (Komotini)’de yer alan Adelante Özgür Sosyal Merkezi’nde, bu yıl 10’uncusu düzenlenen Antiotoriter Festival kapsamında 13 Kasım akşamı “Modern Totaliterliğe Direnmek: Kobane Savaşı” başlıklı panel gerçekleştirildi. Dinleyicilerin sosyal merkezi tümüyle doldurduğu etkinlikte, gerçekleştirilen konuşmalardan sonra sorulan sorular, kadın mücadelesinde yoğunlaştı. Bir kadın dinleyicinin “Genç yaşta kadınların savaşta aktif yer aldığını görüyoruz. Bu şekilde savaşmak kadının doğasına aykırı değil mi?” şeklindeki sorusunu Anarşist Kadınlar’dan Mercan Doğan şu şekilde yanıtladı: “…bunca katliam ve tecavüz karşısında buna direnmemek, bununla mücadele etmemek kadının doğasına aykırı olurdu.” Saat 20:00’de başlayan etkinlik, gece 01:00’de sonlandı.
14 Kasım akşamı Selanik’te yer alan Mikropolis Özgür Sosyal Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlik, saat 19:30’da başladı. Mikropolis konferans salonunun tümüyle dolduğu etkinlik gece 12:00’de sonlandı.
16 Kasım akşamı Atina’da Excharia mahallesinde yer alan Nosotros Özgür Sosyal Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlik ise, saat 20:00’de başladı. 5 saatten fazla süren etkinlikte, Türkiye’deki devrimci mücadelelerinde yasal engellerle karşılaşarak Avrupa’da siyasi sürgün olarak yaşamlarını sürdüren çeşitli devrimci kurumlardan bireylerin de dinleyici olarak katılımları gözlemlendi. Konuşmaların sonlanmasının ardından söz alarak Kobane direnişini ve Devrimci Anarşist Faaliyet’in mücadelesini selamladıklarını ifade eden sürgündeki devrimciler, panelistlerin dayanışma çağrılarını tekrarladılar.
18 Kasım akşamı Ioannina şehrinde gerçekleştirilmesi planlanan etkinlik ise, program yoğunluğu nedeniyle iptal edildi.
Alp Temiz
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post ” DAF; Selanik, Gümülcine ve Atina’da Kobanê Direnişi’ni Anlattı ” – Alp Temiz appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Devrimci Anarşistlerden: Rojava Devrimi ve Kobane Direnişi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Devletin ve kapitalizmin Rojava’da yaşananlar karşısında aldığı tutum ve saldırısı, bu noktada beklenilir bir durumdur. Ancak bizim aynı zamanda yüzümüzü toplumsal muhalefetteki iç tartışmalara dönmemiz gerekiyor. Keza, burada yapılan tartışmaların, Rojava’nın etkisinin ne olduğunu anlamak noktasında önemli bir uğrak olduğunu vurgulamak gerekiyor.
Sürecin başından bu yana, farklı coğrafyalardan anarşist yoldaşların Rojava’yı anlamaya, direnişi sahiplenmeye yönelik tutumları; uzun süreden bu yana, bu denli örgütlü bir şekilde görmeye alışık olmadığımız uluslararası dayanışmayı hatırlamak açısından önemliydi. Böylece, dayanışmanın en büyük silahımız olduğunu bir kez daha deneyimledik.
Anarşistler arasında oluşan bu dayanışma durumunun, Kobanê’deki direnişi, tüm dünyadaki anarşistler arasında bu denli gündem etmesi kaçınılmazdı.
Farklı coğrafyalardaki anarşist örgütler ve gruplar da, yükselen bu gündeme ilişkin düşüncelerini, farklı mecralarda dile getirmektedir. Bu değerlendirmelerin bir kısmı, özellikle Rojava Devrimi ve Kobanê Direnişi hakkında yanlış ve eksik bilgi içerirken, öte yandan indirgemeci bir bakış açısıyla ele alınmaktadır.
Farklı coğrafyalardaki anarşist örgütlenmelerin, farklı bakış açılarıyla geliştirebilecekleri yorumların olabileceğini göz önünde tutmakla beraber; savaş koşullarında varlık mücadelesi veren bir halkın mücadelesine yönelik politik eleştirilerin, bu durumdan bağımsız yapılamayacağını tekrar tekrar hatırlamak lazım. Bu eleştiriler, belli bir önyargıyla yapılıp kesin genellemelerle şekillendiriliyorsa, bu eleştirilerin hakkaniyetini düşünmek de…
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor; Rojava Devrimi ve Kobanê Direnişi’yle kurulan bir dayanışma ilişkisi, duygusal bir ilişki değildir. Çünkü anarşist örgütlenmeler ,dayanışma ilişkilerini “sempati”ye dayandırmazlar. Bu ilişkiler, yoğunluklu olarak politik bir perspektif ve bu doğrultuda gerçekleştirilmek için planlanan stratejiler paralelinde geliştirilir. Dolayısıyla dayanışma ve mücadeleyi sahiplenme, objektiflikten uzak değildir.
Bazı değerlendirmelerde, PKK’ye yönelik eleştirilerin temel dayanağı, partinin geçmiş siyasal geleneği ile ilişkilendirilmeye çalışılırken, “özgür belediyecilik”in iyi uygulanamaması, siyasal değişimin tam gerçekleşmemiş olması ve özünde milliyetçi olması gibi eleştirilerle Kürt Özgürlük Hareketi’nin şu an bulunduğu konuma ve perspektife yönelik bir önyargı yaratılmaya çalışılıyor. Bütün bunlar yapılırken, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde eksik bilgilendirmeyle bu önyargı temellendirilmeye çalışılıyor. Kimsenin Kürt Özgürlük Hareketi’nin anarşist bir hareket olduğu yönünde bir iddiası yoktur. Dolayısıyla, eksik ya da yanlış uygulandığı iddia edilen pratiklerin değerlendirilmesinin, bu açıdan yapılması önemlidir. Öte yandan, bir halk hareketinin “devlet ve kapitalizm eleştirisi”ni bu kadar önemsiyor olması, anarşistler açısından görmezden gelinemez. Bu mesele sadece Bookchinci “özgür belediyecilik”le sınırlandırılamaz. Hareket, anarşizmle teorik anlamda kurduğu ilişkide, Bakunin’den Kropotkin’e farklı birçok yoldaşı referans olarak vermiş; devlet sorunsalına oldukça geniş bir perspektiften yorum geliştirebilmiştir. Öte yandan, bu düşünce pratiğe dökülürken de; özgürlükçü, komünal ve merkezi olmayan bir şekilde işlerliğe geçmiştir. Bu bilgi, makaleler ya da kitaplardan yapılan alıntılardan ziyade, aynı mücadele alanını paylaşan politik örgütlenmelerin birbirini gözlemlemesine dayanan bir bilgidir.
Rojava’da oluşan durum ne Esad’ın bölgeyi bırakmasıyla, ne de küresel güçlerle yapıldığı iddia edilen anlaşmalarla oluşmuştur. Rojava’da iki buçuk yıl öncesinde gerçekleşen büyük dönüşüm, siyasal hareketliliğin Ortadoğu’yu iki zıt kutuptan (cuntacı sekülerler-muhafazakâr demokratlar) birinin iktidarını seçmeye zorladığı bir konjonktürde gerçekleşmiştir. Rojava, Ortadoğu coğrafyasındaki “baharların” kışa döndüğü bir dönemde, halkın bu iki kutba sığmayıp kendi çözümünü yaratmasıdır.
Rojava’da yaşam yeniden yapılandırılırken, yaratılmaya çalışılan toplumsal mekanizmaların merkeziyetçi olmayan yapısı, devletsizliğe yapılan ısrarlı vurgu, üretim-tüketim-dağıtım ilişkilerinin kapitalizmden olabildiğince uzak bir şekilde örgütleniyor oluşu, öz-örgütlenmenin toplumsal işleyişin sürdürülmesinde garantör olması, üç kantondaki komünlerin ayrı ayrı karar süreçleriyle komünlerin işleyişini şekillendiriyor oluşunun önemini; yaşadığımız çağda kimse inkar edemez. Hele mevzu bahis kişi bir anarşistse, bu işleyişin, farklı coğrafyalarda benzer örnekleri çoğaltmak adına umut verici bir deneyim olduğunu nasıl inkar edebilir?
Anlamamakta ısrar eden yoldaşlar için tekrar edelim. Mevcut işleyişin anarşist bir işleyiş olduğunu iddia etme çabası değildir bu. Ancak Rojava’daki işleyişin anarşizan karakteri, toplumsal devrim için mücadele eden anarşistleri mutlu edecektir. Bu mutluluk, romantiklikten uzak politik hedeflerimizin, stratejilerimizin böyle bir sistemde, böyle bir çağda yaşayabilir olduğunu anlamakla ilintilidir.
Devletsiz toplum pratiklerinin, toplumsal devrim mücadelesi veren anarşistler için olumsuz olduğunu kimse iddia edemez. Farklı coğrafyalarda yaşanan benzeri pratikler, kendi özgün koşullarında gelişebilir. Bu özgün mücadelelerin anarşist ilkelerle uyumlu olmadığını söyleyip önemini azaltmak, teorik kibire dayanan ve pratikten yoksun bir anarşizmin anlayışını sergilemektir. Anarşist hareketlerin farklı coğrafyalarda statik konumlarından kurtulamamalarına da yol açan bu düşünce tarzı, anarşizmi entelektüel bir çabaya indirgeyen bir düşünce tarzıdır.
Fazla kuşkucu olmak için neden arandığında, nedenler yaratılabilir. Ancak bu nedenlerin gerçeklikle ilişkisini sorgulamak, her noktada önem taşımaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi’ni milliyetçi bir hareket gibi tanımlamaya çalışmak hatalıdır. Bu ve benzer tanımlamalar, hareketin dönüşümünü görmezden gelmeyle; eski politik yapısını devam ettirdiğini iddia etmekle eştir. İşleyişin nasıl olduğuna ilişkin herhangi verisi olmayan, tek bilgi kaynağı hareket hakkındaki eleştirel yazılar olan bir bakış açısı son derece sorunludur. Çünkü bu eleştirilerin önemli bir kısmı, devletçi zihniyet ve uzantıları tarafından dile getirilmektedir. Sağlıklı eleştiri, politik pratiklerin gözlenmesi ve deneyimlenmesi ile yapılır. Coğrafyadan ve pratiklikten uzak her eleştiri, oryantalizm tehlikesini içinde barındırır.
Rojava’daki işleyişin ve hareketin anarşist olmadığından daha önce bahsetmiştik. Özellikle Mezopotamya coğrafyasında yüzyıllar boyu mücadele eden Kürt halkının özgürlük mücadelesinin bu tarihsellikten uzak ele alınıyor oluşu da bir başka eksikliktir. İdeolojik doğruluk adına gerçeklikten uzaklaşıp, bir halkın yüzyıllardır devam etmekte olan mücadelesini değersizleştirenler; sadece devrimci sorumluluklarını yerine getirmemekle kalmayıp, kiminle aynı cepheye düştüğünü iyi görmelidir.
Sınıf perspektifini sığ bir şekilde algılayıp, toplumsal mücadeleleri salt ekonomik mücadelelerle anlamlandırmaya çalışmak, ezilenlerin verdiği mücadeleler arasına hiyerarşi koymaktır. Ezilenleri sadece işçilere indirgeyip, geri kalan iktidar ilişkilerini yok sayan anlayış, anarşist hareketin tarihiyle çelişmektedir. Anarşizmin devrimci tarihi; ezilenlerin ekonomik, siyasi ve sosyal mücadeleleriyle doludur. Hareketin, farklı yüzyıllarda Avrupa’dan Uzakdoğu Asya’ya halkların özgürlük mücadelelerindeki etkisini görmezden gelmek, bu etkinin Güney Amerika’da sınıf mücadelelerini besleyen pratiğini değerlendirmelere katmamak, anarşist hareketin bütüncül yapısını yok saymak anlamına gelir.
İçinden geçmekte olduğumuz süreç, turnusol kağıdı niteliğindedir. Ezilenlerin varoluş mücadelesinin içinde yer almayı duygusallık olarak anlayan, teorik olarak uygun düşmediği için devletsiz bir topluma giden bir deneyimi acımasızca eleştirmeyi görev edinen bakış açısının, dolaylı ya da doğrudan, nereye denk düştüğü aşikardır.
Medyum değiliz; bir ay sonrasında ya da bir yıl sonrasında Rojava’da neler olacağını bilemeyiz. Yakın coğrafyada toplumsal mücadele veren devrimciler olarak, bize umut vermekle kalmayan, aynı zamanda mücadele verdiğimiz coğrafyalarda mücadelemizi besleyen bu toplumsal dönüşümün, olumsuz ya da daha olumlu bir yola gireceğini bilemeyiz. Ancak bizler, devrimci anarşistleriz. Bir kenarda oturup olanları izleyip sadece yorum yapamayız; toplumsal mücadelelerin içerisinde yer alıp anarşist bir devrim için mücadele ederiz.
Yaşasın Rojava Devrimi!
Yaşasın Kobanê Direnişi!
Yaşasın Devrimci Anarşizm!
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post Devrimci Anarşistlerden: Rojava Devrimi ve Kobane Direnişi appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post İşçiler Ezilenlerin Sınıfında Toplumsal Devrimin Safındadır – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Rojava’da ve Kobanê’de yaşanan, halkların özgürlük mücadelesinin toplumsal devrime dönüşmesinden başka bir şey değildir. Toplumsal devrim, toplumun siyasi dönüşümü ile beraber ekonomik dönüşümü ve toplumsal yapısının tamamen yeniden yaratılmasını içerir. Yani toplumsal devrim süreçlerinde siyasi, sosyal ve ekonomik dönüşüm beraber gerçekleşir. Bu açıdan değerlendirildiğinde ezilenlerin farklı alanlarda verdiği mücadeleler toplumsal devrime giden yolda, devrimin “toplumsal” niteliği kazanmasında oldukça önemlidir. Tarih bunu defalarca göstermiştir. 1930’ların İspanya’sında Katalanların ve Bask’ların özgürlük mücadelesi, toplumsal devrim sürecinde işçi sınıfı mücadelesinden ayrı verilmemiştir. Bask’taki ve Katalonya’daki özgürlük mücadelelerini veren en güçlü yapıların işçi sendikaları olması bunun en büyük göstergesidir.
Bugün Rojava’da gerçekleşen devrim, toplumsal devrimin ilk adımlarıdır. Bu yüzden işçi sınıfı da bu toplumsallaşmaya başlayan devrime gereken değeri vermelidir. Kobanê Direnişi’ni ve Rojava Devrimi’ni kendi dışında bir mücadele olarak görmekten ziyade genel grevler ve işgallerle Rojava’daki devrimin toplumsallaşmasına; tıpkı Kobanê sınırlarını aşarak bu süreci sınırların dışına taşıyanlar gibi, Rojava Devrimi’nin sınırları aşmasına ve farklı coğrafyalarda benzeri süreçlerin gelişmesine ön ayak olmalıdır.
Kobanê Direnişi süresince yapılan serhildan çağrılarının Anadolu şehirlerindeki etkisi istenilen düzeye ulaşmadı. Bu durum Rojava Devrimi’nin işçi sınıfı tarafından yeterince sahiplenilmemesiyle ilgilidir. Ancak bu da tabi ki işçi mücadelesi verdiği ve işçi sınıfının örgütlü olduğu iddiası taşıyan sendika ve konfederasyonların etkisiyle oluşmuştur. Toplumsal devrime giden bu yolda, sendikaların görevi tabi ki genel grev çağrılarıyla devrimi büyütmektir. Ancak taban örgütlenmesi iddiası ile hareket eden sendikalar genel grev çağrısı yapmamış/yapamamıştır. Gerekçesi ise işçi sınıfının yeterince örgütlü olmaması olarak değerlendirilmiştir. Ancak bu örgütsüzlüğün de en önemli sebebi bahsi geçen sendikaların öz örgütlülük temelinde örgütlenmemesinden kaynaklanmaktadır.
Tüm olumsuzluklara rağmen işçiler, coğrafyalara sığmayan böylesi devrim süreçlerinde yaşananlara, bir parçası olduğu ezilenlerin penceresinden bakabilmeli, ezilenler sınıfının devrim mücadelesi olarak değerlendirebilmelidir. İşte o zaman Rojava’da temelleri atılan toplumsal devrim daha geniş coğrafyalara yayılacak ve yaşayacaktır.
Halil Çelik
[email protected]
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 22. sayısında yayımlanmıştır.
The post İşçiler Ezilenlerin Sınıfında Toplumsal Devrimin Safındadır – Halil Çelik appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Devletin Şiddet Sarmalı”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Kasım 1967’de devletin siyasal şiddetinin tartışıldığı ve panelistlerin arasında Hannah Arendt ve Susan Sontag’ın da bulunduğu bir panelde, Noam Chomsky, rasyonel bir devletin, şiddet eyleminin sonunda daha kötü olan yok edilmediği sürece, şiddetin meşru olmadığını savunacağını söyler.
Burada Chomsky’nin vurguladığı, eylemin meşru olmayacağı koşullardan ziyade, bu meşruluk için kötünün yaratılmasıdır. “Meşru” şiddet tekeli konumundaki devletin siyasal şiddeti kullanmasındaki en önemli neden de budur; kötü olarak adlandırdığını yok etmek.
TC devleti, “meşru” iktidarının şüpheye düştüğü zamandan bu yana, meşruluğunun kaynaklarını arttırma niyetiyle “dâhili ve harici bedhahlar” yaratmaya başlamıştır.
Doğrudan Şiddet
Devletin üst düzey kademelerinde yer alanların açıklamalarındaki şiddetle sokakta yaşanan arasında o kadar büyük bir uyum var ki. Devlet, “ürettiği şiddeti” sadece Kobanê sınırındaki sınır köylerinde, sınır dışında kullanmak üzere yaptığı provalarla hissettirmiyor. Bu şiddetin benzer biçimleri TC sınırları dâhilinde kendini belli etmekte.
Kobanê’yle dayanışma eylemlerinde 30’un üzerinde insan katledildi. Gaz bombası ve polis kurşunuyla katledilenler; özellikle Taksim-Gezi İsyan’ı sonrasındaki sürecin “devletin normaline” dönüşü için kullanılan en belirgin yöntemdi. Kobanê dayanışma eylemlerinde ortaya çıkan şiddet bunun birkaç katıydı. Özellikle TC sınırından içeriye girmek zorunda bırakılanların uğradığı şiddete, jandarmanın katlettikleri eklenince, devletin öldürmek için/ siyasal şiddetini dayatmak için neden bulmada çok da sıkıntı çekmediği ortaya bir kez daha çıktı.
Katledilen 30 kişi, sadece devletin polisi, jandarması, askeri ya da Siirt’te katledilenler gibi korucular tarafından vurulmadı. Özellikle Antep’te IŞİD yanlıları ve Hizbulkontra devredeydi. Açığa çıkarılan şiddetten nemalanmaya çalışan iktidar odakları, Kobanê’de niyetlendiği şeylere, farklı şehirlerde girişmeye başlamıştı. Üniversitelerdeki saldırılarla, şiddet politikalarını yayanları; ırkçı saldırılarla özellikle İstanbul’da ve Antep’te belirginleşen kesimler takip etti. Okyanustaki köpekbalıkları gibi kan kokusunu alan, iştahla kana doğru yüzüyordu.
Şiddet Ortamının Hazırlanması
Tayyip Erdoğan’ın “Artık polisin kalkanıyla yaşanan durumun önüne geçilemeyecek, bedeli ne olursa olsun, devlet olarak herkesin anladığı dilden konuşacağız” sözleri, devlet şiddetinin nedeni değil bir parçasıdır. Tabi ki bu, devletin cumhurbaşkanıyla, başbakanıyla, iç işleri bakanıyla, valisiyle buna benzer bir ağız yaptığı açıklamaların devlet eliyle yönlendirilen şiddette etkisi olmadığı anlamına gelmez.
Şiddet, özellikle son dönemde toplumsal iletişim araçlarıyla oldukça yükseltilerek toplumsal kesimlerin bu şiddet sarmalının içerisine girmesi istendi. Bu durum tabi ki sadece TC devletinin psikolojik politikası değildi. Küresel iletişim ağlarındaki yaygın şiddet görüntüleri, şiddetin normal kılınmasında önemli rol oynadı. Özellikle sosyal ağların hızlı ve yaygın kullanımı düşünüldüğünde, şiddetin bu ağlar üzerinden salıkverilmesinin toplum-devlet ilişkisinde etkisinin ne olacağını anlayabilmek için toplum mühendisi olmaya gerek yok.
Devlet bir yandan kolluk kuvvetleriyle “meşru şiddet” tekelini kullanarak adaletsizliklere karşı tepki verilmesinin önüne geçmeye çalışırken, toplumda bir kendiliğinden devlet kontrolü gerçekleştirebilmek için, şiddet sarmalının içerisine soktuğu (ya da içine girmeye meyilli) kesimlerin yarattığı şiddeti yönlendirmeye çalışıyor. Devletin boşluk bıraktığı alanlarda, bu yönlendirilmiş şiddetin toplumsal adaletsizliklere yönelecek tepkiyi kırmasını bekliyor. Kobanê sürecinden önce de, Suriyeli mültecilere yönelik şiddet; bu durumun ön aşaması konumunda bulunuyor. Kobanê dayanışma eylemlerine yönelik şiddetin yoğunlaştığı şehrin, Suriyelilere yönelik şiddetin yoğunlaştığı şehirle aynı olması rastlantı değil.
Kendini AKP muhalifi diye adlandıran kesimlerin, bu süreçte /faşist söylemleri AKP’ye muhalefet etmek bir kenara; devlet şiddetini besliyor. Bu nedenle artan faşist şiddetin sadece hükümetle ilişkilendirilmesinin bir mantığı yok.
Irkçı/faşist şiddetin toplumun geneline yayılıyor olma durumu, tabi ki bu şiddeti yönlendireceklerin işine yarayacak. Bu toplumsal zıtlaşma üzerinden TC sınırlarının içinde ve dışında kendi politikalarını sorgusuz sualsiz işletebileceği bir zemin bulacak siyasal iktidarın da, genel anlamıyla bölgede bu tarz bir şiddet sarmalını yaratmak isteyen küresel iktidarların da bu durumdan yararlanacağı açık.
Toplumsal Devrim Kobanê’den Yayılacak
Kobanê yaklaşık bir aydır direniyor. Direnen Kobanê meşruluğunu, bir varoluş mücadelesinden alıyor; Rojava Devrimi’nin kaçınılmaz toplumsal gerçekliğinden alıyor. Üretilmiş şiddetin ayrımındayken destek alacağımız ancak böyle bir gerçekliktir.
Kobanê’deki direnişten; Rojava Devrimi’nden korkanlar bu şiddetin üreticileridir. Kobanê ve Rojava Devrimi için dayanışmanın sınırları eritiyor oluşu, devrimin yayılacak olma korkusuyla devlet şiddete sarılmıştır. İspanya’dan Ukrayna’ya tüm toplumsal devrimlerde olduğu gibi…
The post “Devletin Şiddet Sarmalı”- Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları 8 : ” İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme-I” – Deirdre Hogan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Meydan Gazetesi’nin Anarşist Ekonomi Tartışmaları yazı dizisine, “Anarşistlerin Seçim Tartışmaları’yla birlikte iki sayılık bir ara vermiştik. Bu sayımızda, Deirdre Hogan’ın “İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme” yazısının ilk bölümüyle devam ediyoruz. İspanya Devrimi anarşist hareketin en büyük deneyimlerinden biri olarak sadece anarşist tarihteki önemli yerini korumuyor, aynı zamanda ‘36 İberya’sında yarattığı ekonomik yöntem ve örgütlenmelerle, toplumsal devrimin nasıl somutlaşacağına yönelik şimdiki anarşist harekete iyi bir perspektif de oluşturuyor. Deirdre Hogan’ın theanarchistlibrary.org ve libcom.org gibi anarşist sitelerde yayınlanmış yazısını; coğrafyanın dört bir yanında direnişlerin artan bir seyirde izlediği, işçi direnişlerinin işgallere dönüştüğü, özörgütlülüklerin yaşam bulmaya başladığı içinde bulunduğumuz zaman ve coğrafyada, toplumsal devrimi, yaşamsal ve ekonomik bir bakış açısıyla da konuşabilmek adına sizlerle paylaşıyoruz.
Anarşizmin toplumsallaştığı alanlar yoğunluklu olarak kırsal bölgeler olsa da, şehirler ve merkezi yerleşim yerleri de bu devrimden etkilenmiştir. O zamanlar İspanya’da 24 milyon olan nüfusun 2 milyonu endüstride çalışıyordu. Bu 2 milyonluk kesimin %70’i de bir bölgede, Katalonya’da yoğunlaşmıştı. Faşist saldırının olduğu bir zamanda, işçiler 3000 işletmenin kontrolünü ele geçirmişti. Bunlar arasında toplu taşıma araçları, nakliye, elektrik ve enerji şirketleri, gaz ve su işletmeleri, mühendislik ve otomobil tesisleri, madenler, çimento fabrikaları, tekstil atölyeleri ve kağıt fabrikaları, elektrik ve kimya şirketleri, cam şişe fabrikaları, parfüm üretim alanları, gıda tesisleri ve bira fabrikaları vardı.
Kolektifleştirmenin yaşandığı ilk alanlar, endüstriyel alanlardı. Ordunun ayaklandığı akşam, CNT genel grev çağrısı yaptı. Çatışmanın ilk evresi sona erdiğinde, sonraki önemli adımın üretimin devamını garanti altına almak olduğu açıktı. Franco taraftarı birçok burjuva, isyancı ordu güçlerinin yenilgisinden sonra kaçtı. Onların sahip olduğu birçok fabrika ve işletme ele geçirildi ve işçiler tarafından işletilmeye başlandı. Burjuvazinin diğer bölümleri fabrikalarını işletmeye çok istekli olmadı ve Franco’nun amaçları için fabrikalarını Franco’ya hibe ederek kapattı. Fabrika ve işletmelerin kapatılması, düşmanın elini güçlendiren yüksek işsizlik ve sefalet yarattı. “İşçiler içgüdüsel olarak bu durumu anlayarak tüm işletmeleri harekete geçirdi ve kontrol komitelerini kurdu. Kontrol komitelerinin amacı üretim sürecini korumak ve her bir işletme sahibinin finansal durumunu takip etmekti. Birçok örnekte yönetim hızla kontrol komitelerinden, fabrika sahibinin işçilerle birlikte çalışıp aynı ücreti aldığı öz-yönetim komitelerine geçti. Bu yöntemle, Katalonya’daki birçok fabrika ve işletme, buralarda çalışan işçilerin eline geçmiş oldu.” (1)
Gecikmeden, cephenin ihtiyacını karşılamak üzere bir savaş endüstrisinin kurulması, malzemelerin ve milislerin cepheye nakledilebilmesi için ulaşım sisteminin tekrardan harekete geçirilmesi son derece önemliydi. Dolayısıyla ilk kolektifleştirmeler, anarşist militanların durumdan faydalanarak devrimci hedefleri yükseltmesiyle birlikte faşizme karşı zafer kazanmak için gereken fabrikalar ve kamu hizmetlerinde gerçekleştirildi.
CNT’nin Rolü
Bu toplumsal devrimi anlamanın en iyi yolu, İspanya’daki işçi örgütlerinin ve mücadelelerin görece uzun tarihsel bağlamında düşünmektir. Kolektifleştirmenin en büyük yürütücüsü olarak CNT; 1910’dan beri vardı ve 1936’ya gelindiğinde üye sayısı 1,5 milyonu geçmişti. Anarşist sendikalist hareket, İspanya’da 1870’den bu yana vardı ve ilk kuruluşundan nihai amacını (kısmen) gerçekleştirebildiği toplumsal devrime uzanan süreçte, yoğun toplumsal mücadeleyle -”grevler ve genel grevler, sabotajlar, kitlesel gösteriler, mitinglerle; grev kırıcılara, cezaevlerine, davalara, ayaklanmalara, lokavtlara, suikastlere karşı mücadeleyle”(2)- iç içe geçmiş bir tarihi vardı.
Anarşist düşünceler 1936’da daha da yayılmaya başladı. Anarşist yayınların o dönemdeki dolaşımı buna ilişkin bize fikir verebilir; biri Barselona, diğer Madrid’de olmak üzere, iki anarşist günlük gazete vardı. İkisi de CNT’nın yayın organıydı ve her biri 30 bin ve 50 bin arası değişen miktarlarda basılıyordu. Periyodik çıkan 10 yayın ve birçok anarşist dergiyle beraber 70 bin adet yayın dolaşımdaydı. Tüm anarşist gazetelerde, bildirilerde ve kitaplarda, sendikalarda ve örgüt toplantılarında olduğu gibi, sürekli ve sistematik olarak toplumsal devrim tartışılıyordu. Böylece, İspanya işçi sınıfının radikal karakteri, mücadele ve çatışma yoluyla politikleşirken; anarşist düşüncelerin etkisi, devrim koşullarında anarşistlerin kitlesel halk desteğini alabildiğini gösterdi.
CNT, özünde güçlü bir demokratik geleneğe sahipti. Ücretler ve çalışma koşulları gibi yerel ve acil konulardaki bütün kararları, düzenli olarak toplanan yerel üyeler alıyordu. İşçiler arasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma güçleniyor, mücadeleleri kazanmanın tek yolu olarak görülüyordu. İşçiler CNT’de yeteneklerini ya da çalışma alanlarını ayırmadan örgütlediler. Başka bir ifadeyle işçiler bir sektörde her bir iş için farklı sendikalar kurmaktansa, her sektör için bir bölümü olan genel bir sendikada örgütlendiler. Sendikaların içinden çıkan ve onların şekillendirdiği devrimci kolektiflerin yapısı, hem sendikaların endüstriyel doğasından, hem de demokratik gelenekten büyük ölçüde etkilendi.
CNT’nin devrime gücünü veren bir diğer önemli özelliği ise doğrudan eylem yöntemini kullanmasıydı. “CNT her zaman, tartışmaları çözmek için ‘işçilerin kendi yaptıkları doğrudan eylem’i savunmuştu. Bu politika, sendikada ve üyelerinde katılımı ve kendine-güveni teşvik etmişti- “bir şeyin çözümlenmesini istiyorsak, bunu kendimiz yapmalıyız” düşüncesi hakimdi. [3] Son olarak CNT’nin yerel özerkliğe dayanan federal yapısı, sağlam ama oldukça merkezsiz bir örgütlenme yaratmış, aynı zamanda özgüven ve inisiyatiflerin önünü açmıştı ki bu değerler devrimin başarısına büyük katkı sağladılar.
Gaston Leval, demiryollarının kolektifleştirilmesinde CNT’yle UGT’nin rollerini karşılaştırırken devrim koşullarında doğrudan demokrasi ve özgüvenin öneminin altını çiziyor. Demiryolu endüstrisini son derece örgütlü, etkin ve sorumlu bir şekilde yeniden harekete geçiren devrimcileri anlatırken şunları yazıyor: “Bunların hepsi sadece sendikanın ve CNT militanlarının insiyatifi sayesinde başarıldı. İdari yönetime hakim olan UGT’liler pasif kaldı, yukarıdan emir gelmesine alıştıkları için, beklediler. Ne bir emir ne de karşı emir gelmediğinde, yoldaşlarımız hızla ilerlemeye devam etti, sadece hepsini birlikte sürükleyen güçlü dalgayı takip ettiler”[4]
Bu mücadele ve örgütlenme tarihi ve anarko-sendikalizmin birleştirici yapısı, CNT militanlarına zamanı geldiğinde toplumu anarşist çizgiler içinde yeniden ve sağlam bir şekilde şekillendirmek için gerekli insiyatif ve öz örgütlenme deneyimini verdi. “Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, yaşanan bu toplumsal devrim CNT’nin üst organlarının aldığı kararlarla çıkmadı… Aniden ve doğalında gerçekleşti… “halk” devrimci vizyon sayesinde esinlenip birden mucizeler yaratacak kabiliyete ulaştığı için değil, tekrar söylemekte yarar var, halkın arasında, aktif olan, güçlü olan ve 1. Enternasyonal ve Bakunin’in zamanında başlayıp yıllardır devam eden mücadeleyi sürdüren büyük bir azınlık vardı.” [5]
Anarşist Demokrasi, Kolektiflerde İşbaşında
Kolektifler, işçilerin çalışma yerlerinde öz yönetim kurmasına dayanıyordu. Augustin Souchy: “İspanya İç Savaşı sırasında kurulan kolektifler işçilerin özel mülkiyet olmadan kurdukları ekonomik birliklerdi. Kolektif tesisleri burada çalışanların yönetmesi, tesisleri onların özel mülkiyeti yapmıyordu. Kolektifin içindeki bireyler, bulundukları fabrika ya da atölyeleri satamıyor ya da kiralayamıyordu, sorumlu hak sahibi CNT, yani Ulusal Emek Konfederasyonu’ydu. Ancak CNT’nin bile istediğini yapma yapma hakkı yoktu. İşçiler her şeyi konferanslar ve kongrelerde kendileri kararlaştırır ve onaylardı.” [6]
CNT’nin demokrasi geleneğini sürdüren endüstriyel kolektifler, aşağıdan yukarıya yetki verecek şekilde düzenlenmişti. Temel karar organı işçi meclisiydi, ve onlar da fabrikaların günlük işleyişinden sorumlu olacak idari komite temsilcilerini seçiyorlardı. Seçilen bu idari komiteler, toplantı kararlarını uygulamaktan, fabrikadan rapor vermekten işçi meclisine karşı sorumluydu. İdari komiteler ayrıca gözlemlerini genel idare komitesine bildirmekteydi.
Genelde her endüstri, endüstrinin içindeki iş dallarından ve işçilerden delegelerin olduğu merkezi idari komiteye sahipti. Örneğin Alcoy’daki tekstil endüstrisinde 5 temel iş dalı vardı: Dokuma, iplik yapma, örme, tarama ve işleme. Kendilerini endüstri genelindeki komitede temsil etmesi için bu alanlarda uzmanlaşmış işçiler kendi aralarından bir temsilci seçerdi. Teknik uzmanlar da içeren bu komitenin rolü işçiler birliğinden alınan direktiflere uygun bir şekilde üretimi sağlamak, çalışmalar üzerine rapor ve istatistikler derlemek ve son olarak finans ve koordinasyon meseleleriyle ilgilenmekti. Gaston Leval’in dediği gibi : “Hem işgücü dağılımı hem de birleşik endüstiriyel yapı için genel yönetim değişmeden kalıyor.” [7]
Her aşamada Sendika İşçileri Genel Meclisi en yüksek karar mekanizmasıydı. “Önemli kararlar, yüksek katılımlı ve sık sık yapılan genel meclis toplantılarında alınırdı… eğer bir idari yetkili, birliğin yetkilendirmediği bir şey yaptıysa, bir sonraki toplantıda görevinden alınması muhtemeldi.”[8] Raporlar birçok komite tarafından incelenir ve tartışılırdı ve çoğunluk yararlı olduğu kanaatine varırsa yürürlülüğe konurdu. “Burada gördüğümüz idari bir diktatörlük değil, tam tersi, meclisin çalışmaları doğrultusunda her uzmanlığın görevini yaptığı işlevsel bir demokrasi.” [9]
Deirdre Hogan
Çeviri: Esen Küçüktütüncü
Dipnotlar aynı yazının 2. Kısmı yayımlandıktan sonra konacaktır.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 18. Sayısında yayımlanmıştır.
The post Anarşistlerin Ekonomi Tartışmaları 8 : ” İspanya Devriminde Endüstriyel Kolektifleştirme-I” – Deirdre Hogan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Ekolojik Uyum Yaşamın Kurtuluşudur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bugün, yaşadığımız coğrafyada da devlet ve kapitalizmin saldırısına maruz kalan toprağın, suyun, havanın; devasa rüzgar panellerinde ölen kuşların, denize bırakılan kimyasal atıklarla ölen balıkların, bitmek tükenmek bilmeyen tüketim anlayışı için öldürülen tavukların, ineklerin, balinaların, yakılan ormanlardan ovalara indiği için öldürülen ayıların, otoban diye kesilen ağaçların, enerji diye boruların içine sıkıştırılan derelerin, maden diye kazıla kazıla talan edilen toprağın, kazan-kazan için yapılan üretimin atıklarıyla kirlenen havanın; devletlere piyonlaştırılan, şirketlere köleleştirilen, betonla sıkıştırılan insanların kurtuluşudur ekolojik uyum. Bu uyumun tek bir parçası bile eksikse, uyum tam değildir; yani hepimiz eksiğizdir. Ve kurtuluş asla tek başına değil, beraber bu uyum için mücadelededir.
İnsanın düşlediğini eyleme durumudur özgürlük. Fakat düşlediğini eylerken bir başkasının özgürlüğünü de önemsemektir. Bu, yaşamın uyumunun bir yansımasıdır aslında. Bu uyumdan yoksunluk demek, özgürlüğü kaybetmek demektir. Bu kayboluşta başlar tüm tahakküm ilişkileri. İnsanın insana olan tahakkümü, insanın diğer canlılar ve varlıklarla kurduğu ilişkilerde de kendini belirginleştirmiştir. Binlerce yıldır sürmekte olan iktidarlı ilişkiler bireyin bir başka birey üzerindeki tahakkümünü olağanlaştırırken diğer canlılar ve varlıklar üzerindeki tahakkümünü de olağanlaştırmıştır. Bu tahakküm ilişkilerinin paralelinde belirginleşen mülkiyetçi anlayış ise insanın kendi dışındaki canlıların ve varlıkların üzerinde de mülkiyetçi davranmasıyla beraber ekolojik uyumsuzluğu daha da arttırmıştır.
Ekolojik uyumdan yoksunlaşan insan, ihtiyaçlarını karşılamakta çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. İhtiyaçların karşılanmasında, iktidar ilişkileri içerisinde belirginleşmeye başlayan tahakküm, iktidarın kolaycılığı bir yöntem olarak benimsemesini sağlamıştır. Hem birey hem de topluluk kullandığı bu kolaycı yöntemle ihtiyaçlarının karşılanmasında sıkıntıları, ihtiyaçları biriktirerek ve mülkiyetine geçirerek aşmak istemiştir.
Biriktirme eylemi esnasında, ekolojik uyumdaki dayanışma, topluluk içi görevlendirmeye dönüşürken; ekolojik uyumdaki paylaşma ise iktidar tarafından mülkiyetine geçirilenlerin dağıtımına dönüşüyor. Toplulukta pozisyonu farklılaşmış kişi ya da kişiler, yani iktidar tarafından yapılan bu dağıtım topluluk içi ceza ve ödüllendirmelerin de temelidir.
İnsan dışındaki canlılarda bulunmayan bu eylem yani biriktirme, biriktirileni mülkiyetine geçirme, uyumun uyumsuzluğa dönüşmesinde ve insanla insan dışı yaşamın ayrışmasında en önemli ayraçtır. Bu iktidarlı anlayış beraberinde insan, insan dışı canlıları ve varlıkları da mülkiyetine geçirmiştir. İnsan diğer canlıların ve varlıkların enerjisinden faydalanmak için o canlıyı ve varlığı mülkiyetine geçirerek, özgürlüğünü kısıtlamış ve böylece tutsaklığı da ilk defa deneyimlemiştir. İktidarlı anlayış içerisinde oluşmaya başlayan olumsuz eylemlere, özgürlüğün kısıtlanması yani tutsaklığın meşruluğu da eklenmiştir.
İnsanın mülkiyet eylemi, insan dışı canlılarda yoktur. Herhangi bir başka canlı ihtiyacından fazlasını biriktirmez. Herhangi bir avcı avladığı bir başka canlıdan sadece ihtiyacı kadarıyla beslenirken, ihtiyacının karşılanması sonrasında beslenmeyi bırakır. Arı ve karıncalarla ilgili biriktirme tahlillerinde ise bu hayvanların toplayıcılık yapamayacakları dönemler için geçici biriktirme yaptıkları anlaşılmalıdır. Kaldı ki bu biriktirmeler, ihtiyacından fazlasını biriktirmesi değil, ihtiyacı kadarının saklanmasıdır. Ekolojik uyumda olmayan bir başka belirgin iktidar özelliği ise, bir canlının başka bir canlının enerjisinden yararlanmasıdır. Böylesi bir yarar ilişkisi içinde olmayan canlılar, diğer hiçbir canlıyı mülkiyetine geçirerek özgürlüğünü kısıtlayıcı bir eylem içerisinde bulunmaz.
Mülkiyetçiliği bulamadığımız tüm canlıları kapsayan bu ekolojik uyum iktidarla bezenen insanı bir nevi dışlamıştı. İktidar ve türevleri, bu ekolojik uyum içerisinde kendini bulamazken, insan ekolojik uyumdan yoksunlaşarak karşısında kaldığı yaşamın tümünü mülkiyetine geçirmek istiyordu. Kriter olarak “insanlığa yararı” esas alınarak yapılan değerlendirmelerle, tüm canlılar ve varlıklar adeta insanlık için birer araca dönüşüyor; yaşam üzerinde kurulacak hâkimiyet ise insanlığın amacına dönüşüyordu.
Bütünüyle karşıtlaşan bu iki karakter arasında bir tarafta sömürücü saldırısıyla “iktidarlı insan” diğer tarafta ise bu saldırıya karşı ısrarla direnen ama gün geçtikçe bir bileşenini daha kaybederek uyumunu yitirmekte olan bir yaşam var. Bu karşıtlık insan ve yaşam arasındaki bir karşıtlık olarak belirginleşiyor gibi olsa da bu görünümün yanılgısına düşmeden karşıtlığın iktidar ve yaşam arasında olduğunu anlamalıyız. Çünkü bu karşıtlığın bir parçası da bu iktidardan mustarip olan insanın ta kendisidir. Karşıtlığı insan ve yaşam olarak görürsek, insanın insan üzerindeki iktidarını, ezenin ezilen üzerindeki tahakkümünü görmez oluruz. Direniş, yaşamın iktidara uyumsuzluğudur. İktidar yaşam üzerindeki tahakkümü ne zaman ve nerede uygularsa uygulasın, orada yaşam bir direniş olmuştur. İktidar karşılaştığı bu direnişler sonrasında kendisini yenilemiş ve geliştirmiştir.
İktidarlı ilişkilerin belirli kalıplarla daha da
örgütlü bir yapıya dönüşmesi, devletsi ilişki
biçimlerinin artması, devletin algılarda olağanlaşması, iç içe bir evrilme süreciyle oluşmuştur. Devlet varlığının belirginleşmesi, devletin bireyler ve toplum üzerindeki tahakkümünün artması, onları belgeleyerek vatandaş yapmasıyla sürmüştür. Bu başka bir anlamda devletin insanları mülkiyetine almasıdır. Mülkiyetindeki vatandaşlarının tüm yaşamsal kararlarını belirleyen, vatandaşlarının sosyal ve ekonomik statülerini dağıtan devlet, böylece ezen ezilen ilişkisini belirginleştirmiş ve vatandaşlarının sömürü hiyerarşisini oluşturmuştur. Bu hiyerarşi içerisinde hiçbir pozisyonu olmayan diğer canlılar ve varlıklar ise devletin daha planlı ve programlı sömürüsüyle karşı karşıya kalmaktadır.
İnsandan hayvana, sudan toprağa oluşan bu sömürü sözde “insanlığın yararına” yapılarak, sömürünün içselleştirilmesi istenmiştir. “İnsanlığın yararına” dogmasının oluşmasıyla artık geriye dönülemeyecek bir ilerleme saplantısı, devletin ve beraberindeki sömürü sisteminin en önemli karakteristik özelliğine dönüşmüştür. Deneyimin bilgiye dönüşmesi ve bilginin ilerleme için kullanılması, insanın bilgiyle olan ilişkisini de çarpıtmıştır. İnsanın, deneyimini aktararak bilgiye dönüştürme eylemi, bilgiyi paylaşma ve dayanışmayla özgürleştirmekte ve ekolojik uyumun insandan insana aktarılmasını sağlamaktaydı. İktidar ise bilginin erişimini kısıtlayarak bilgiyi kendi tekelinde bir tahakküm aracına dönüştürdü. Bu, bilginin iktidarın ilerlemeci anlayışını uygulamasını kolaylaştırdı.
Devlet ve sömürü sistemleri, kapitalizmde bilginin erişimini kısıtlarken, tekelleşmesini ister. İnsanlığa entegre edilmiş bu ilerlemeci anlayış, tüm yaşamı sömürmeyi, bir “insanlık yararı şov”a dönüştürerek uygulamaktadır. İnsanın yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarının hayvan endüstrisiyle karşılanmasında ilerleyen tekniklerle yapay gün ışığıyla daha fazla yumurtlatılan tavuk çiftlikleri adeta şov gibi gösterilmekte, bunun tavuklar için bir işkence olduğu gerçeği yok sayılmaktadır. Ya da kürkünden kıyafet yapılmak istenilen bir fokun katledilişinin bir katliam olduğu gerçeği de görmezden gelinmektedir. Bir litre asitli içecek için en az yirmi litre temiz suyun kullanıldığı kapitalizmde “temiz su” tüketilmeye devam ederken, suyun önemi de gittikçe artmaktadır. Ekolojik uyumun çok önemli bir bileşeni olan suyun, kapitalizm için karlı bir meta olan asitli içecek üretiminde bir araç olarak önem kazanması, çok da şaşılacak bir hal almamaktadır. “Temiz su kaynakları tükeniyor” söyleminin sakladığı bu gerçek, bugün suyu yani dereleri şirketlerin talanıyla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu talan, aslında bir AVM’nin bile enerjisini karşılayamayacak olan Hidro Elektirik Santral bahanesiyle, derelerin şirketlerin mülkiyetlerine geçirilmesidir. HES projeleri, birincil olarak enerji üretimi için suyun borulara sıkıştırılması gibi gözükse de ikincil olarak suyun satılmak için kapaklanmasıyla sürecektir ve suyun sömürücü patronun ya da katliamcı şirketin mülkiyetine geçmesiyle tamamlanacaktır. Dere yataklarının kurutulması suyun aktığı dere yatağındaki ekolojik yaşamı bitirecek ve bu bitişin neden olacağı etkileşimin sonucunda tüm ekolojik sistem gün be gün artan bir yitişle bozulacaktır.
Bir şekilde isteyerek ya da istemeyerek dahil olduğumuz bu tahribatın hangi tarafında olduğumuz çok önemlidir. Devletlerin piyonu, şirketlerin işçisi olarak yaşadığımız bu kapitalist sistem içerisinde işleyişine ikna olalım ya da olmayalım, ekolojik uyumun yitirilmesinden hepimiz etkileneceğiz. Bugün yaşamlarımızda devletin, kapitalizmin ve iktidarlı ilişkilerin, ilerlemeci anlayışın tartışmasız tarafıysak şunu da bilmeliyiz; yarın ekolojik uyumu tümden kaybetmemiz hepimizin sorunudur. Ekolojik uyumun yavaş yavaş yitirilmesiyle açığa çıkan ekolojik sorunlar, gündelik yaşamda belirginleşmektedir. Sorunların bir bir görülmesi, sorunları çözmek isteyen bir direnişi de beraberinde örgütlemektedir. Devlet ve kapitalizm iktidar geleneği sayesinde direnişin oluşum aşamasında önlemlerle direnişi yönlendirme becerisine sahiptir. Bu sahip olduğu beceri sayesinde yönlendirebildiği direnişleri, özellikle ekolojik uyumun tümü için yapılacak bütünsel bir mücadele olmasından uzaklaştırır. Uzaklaştırarak bütünsel olan ekolojik uyum sorununun sadece bir parçasına yoğunlaştırdığı direnişi, kendisi için sakıncalı olmayan bir anlayışa yakınlaştırır. Kapitalist sistemin bir parçası olan insan, aslında kendisinin de bir etken olduğunun farkındadır. Bu farkındalığı zamanla bir vicdan rahatsızlığına dönüşmüştür. Ekolojik uyumun bütünsel sorununu çevre sorununa indirgeyen “çevreci bir ekolojik anlayış”, sorunun bütünsel olduğunu anlayamamıştır. Bu bütünsellik insanın insanla ve diğer tüm canlı ve varlıklarla olan ilişkisini kapsar. İnsanın insanla olan ilişkisinde, yani toplumsal ilişkisinde açığa çıkan tüm sorunlar ekolojik uyumsuzluğun bir yansımasıdır. Erkeğin kadınla, yaşlının gençle olan tahakküm dolu ilişkisinden, bilenin bilmeyen üzerindeki tahakkümüne ve emeğin tahakkümüne kadar birçok adaletsizliği içinde barındıran toplum kendi toplumsal devriminin gerekliliğini ekolojik uyumun yaratılmasında aramalıdır. Toplumsal devrimin gerçekleşmesi, ekolojik uyumun yaratılmasıyla bir bütünlüğün göstergesidir.
Herhangi bir şirkete ait fabrikanın atık sorununu bir çevre sömürüsü olarak algılayan çevreci anlayış, aynı fabrikanın işçileriyle olan emek sömürüsü sorununun birbirleriyle alakalı olduğunu anlayamaz. Ekolojik uyumu önemsemeyen fabrikadan, atığıyla canlıların yaşamını önemsemezken, çalıştırdığı işçilerin yaşamını önemsemesini de bekleyemeyiz.
Ekolojik uyumun hiçbir bileşeni arasında önem hiyerarşisi olmaksızın kurulacak bütünlükçü bir mücadele yaratılmalıdır. Hayvanın özgürlüğünden suyun, toprağın, havanın özgürlüğüne, tüketim mabetlerine yetmeyecek enerji üretim santrallerin talanından kentsel dönüşümün rant talanına, bu sömürü sisteminin iktidar merkezli anlayışından mülkiyetçi anlayışına, yani kapitalizme karşı topyekûn oluşturulacak bütünlüklü mücadele ile yeniden yaratacağımız hiyerarşisiz, statüsüz, otoritesiz, mülkiyetsiz, iktidarsız yaşam yani ekolojik uyum kurutuluşumuz olacaktır. Bu kurtuluş, yaşamın tutsaklıktan kurtuluşudur. Yani özgürlüktür.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 12. sayısında yayımlanmıştır.
The post Ekolojik Uyum Yaşamın Kurtuluşudur appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>