The post Otoriter Kapitalizm – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Terörokrasinin ekonomik işleyişini anlamak, kapitalizmin bugün içerisine girdiği sıkıntıyı anlamak için önemlidir. Kapitalist işleyiş, farklı dönemlerde dayanak noktalarını değiştirirken; yeni süreçte otoriter bir temelin üzerinde kendini belirginleştiriyor.
Devlet Müdahalesine Karşı Kapitalizm
1929 Ekonomik Krizi nasıl ki John Maynard Keynes’i dönemin en önemli ekonomisti yaptıysa, 1970’li yıllarda başlayan ekonomik kriz de Friedrich Hayek’i ön plana çıkarttı. Devlet müdahalesi ve merkezi planlamanın popüler olduğu bir dönemde, bu tarz müdahalelerin ve planlamanın, piyasanın “kendiliğinden doğan düzeni”ne karşı geldiği için başarısızlığa mahkûm olacağını savundu. Hükümetlerin ekonomi planlarının dayatma ve baskı getireceğini düşünen Hayek, hükümetlerin mümkün olduğu durumlarda yalnızca piyasanın kendiliğinden olan düzenini muhafaza etmek için harekete geçmesi gerektiğinin altını çiziyordu.
1962 yılında yazdığı Özgürlüğün Anayasası adlı kitabında, özel mülkiyet ve sözleşmelerin yasal olarak dokunulmazlığına, devlet de dâhil olmak üzere tüm tarafların bağlayıcı kuralları yerine getirmesi gerektiğini vurgular. Ve devletlerin ihtiyaç dâhilinde hukukun üstünlüğünü tehlikeye sokan kolektivist güçlere karşı müdahalede bulunabileceğini söyler.
Hayek’in görüşleri, özellikle 1970’lerden sonra birçok ekonomist tarafından kullanışlı görüldü. Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber, dünya çapında yaygınlık kazandı. İngiltere İşçi Partisi -ki Hayek’in Özgürlük Yolu kitabının doğrudan hedefidir- bile Hayekçi fikirlerin uygulanabilir olduğundan bahsediyordu.
2008’deki küresel finans sisteminin çöküşü ve bunu takiben batan bankaları kurtarma operasyonları “devlet müdahalesi”ni yeniden gündeme getirmişti. Hayek’in fikirleri yeniden, banka kurtarma fonlarına karşı çıkan ekonomistler tarafından dillendiriliyordu. Bunu dillendirenlerin başında Serbest Bankacılık Okulu geliyordu. Okul, temel olarak Hayek’in 1976 tarihli, Paranın Ulussuzlaştırılması adlı makalesinden yola çıkıyordu.
Devlet Müdahalesini Savunan Kapitalizm
2000’li yıllara kadar devam eden küresel ekonomik işleyiş, Hayek’in 1976’daki öngörüsünü neredeyse gerçekleştirmek üzereydi. Paranın ulussuzlaşması tabiri, her ne kadar paranın kazandığı küresel niteliği anlatır olsa da, iddia aslında özünde ulus-devlet kavramının yeni küresel kapitalist düzen içerisinde erimesi anlamına da geliyordu. Böylelikle piyasaya müdahale edebilecek -özellikle de küresel ekonomiyi dengeleyici, devletler üstü kuruluşlar varken- bir devlet mekanizması uzun bir süreçte ortadan kalkacak gibi görülüyordu.
Ancak, küresel kapitalist bakış açısının (belki klasik kapitalist düşüncenin de) göz önünde bulundurmadığı birkaç durum, kapitalizmin varoluşuyla ilgilidir.
Aslında Hayek’in “özgürlüğün anayasasını” yazdığı kitabında bahsettiği gibi, “istisnai durumlar” dâhilinde kapitalist işleyişin varlığını tehlikeye sokan güçlere karşı “devlet müdahalesi” talep eden mantık, tam da kapitalizmin özünde yatar. Kapitalist işleyişin “özgür irade”ye dayanan sözleşme mantığı (patron-işçi arasındaki sözleşme), özünde tabi ki bir dayatmadır. Ancak bu dayatma sadece ekonomik bir zorunlulukla açıklanamaz. Devlet, bu işleyişin garantörüdür. Devletin zor kullanma gücünün garantörlüğü dışında “özgür sözleşme” düşünülemez. Devletin zor kullanma gücü, sadece korkutucu ve caydırıcı özelliğiyle açıklanmaz, aynı zamanda “meşruluğuyla” açıklanır. Devlet nasıl ki tek meşru güç kullanma tekeline sahip mekanizmadır, kapitalizm de bu meşruluktan yararlanmak ister/zorundadır. Devletin bu meşruluğu, her ne kadar muğlak ve toplumsal sözleşme hikayeleriyle temellendirilmeye çalışılmasına rağmen aslında toplum üzerindeki en büyük baskı ve şiddet mekanizması olsa da; kapitalizm için bu tarz meşruluk bile işleyiş için kullanışlıdır. Ona, yeri geldiğinde devletin bu meşruluğunu sorgulama, yeri geldiğinde bu meşruluğu kullanma esnekliği verir.
Kapitalizmin varoluşuyla ilgili bir başka devlet zorunluluğu, merkeziyet meselesiyle ilgilidir. Sermaye, mantığı gereği merkezileşme eğilimindedir. Siyasi, toplumsal ya da ekonomik iktidarın merkezileştiği organizasyon olarak devletle bu merkezileşmenin çarpışması ya da kesişmesi kaçınılmazdır. Küreselleşme olgusuyla beraber, yerelleşen ve küreselleşen yani merkezileşmeden uzak sermaye hareketliliği çok dillendirilmiştir. Ancak küresel kapitalizm, sermayenin küresel çapta, ihtiyaç olan kesimlere dağıtılması değildir. Belli ekonomik işleyişlerin (üretimin ucuz hammadde ve ucuz işgücü ile gerçekleşebileceği yerler, farklı pazarlar…) dünya üzerindeki farklı alanlara yayılması, kapitalizmin merkezi varlığından bir şey kaybettirmemiş aksine merkezi varlığının hâkimiyet alanının gelişmesine olanak vermiştir.
11 Eylül’ün Bir Gün Öncesi
“Sadece bir kriz, gerçek değişim yaratır.” diyor Milton Friedman, serbest piyasaya ve hiçbir şeye karışmayan minimal devlet mekanizmasına olan inancıyla. Ancak bu tarz bir krizin de, devlet eliyle yaratılabilme potansiyelini belki gözden kaçırıyor ünlü ekonomist.
11 Eylül 2001, devletin rolünün her alanda kendini yoğun bir şekilde hissettirdiği bir dönemin başlangıcıydı. 2001’de New York’ta gerçekleşen saldırıların ilk etkisi korku, panik ve endişeydi. Ekonomik olarak önemli pozisyonda bulunan bir ticaret merkezi vurulmuştu. Siyasetin merkezi Beyaz Saray hedef alınmıştı, saldırı başarısız olmuştu. Küresel istihbaratın merkezi, Pentagon vurulmuştu.
İlk etkinin sona ermesi beraberinde senaryoları getirdi. “El-Kaide’nin ustaca planlayıp gerçekleştirdiği saldırı senaryosu” temel kabul gören senaryoydu. Bunun ışığında, ABD Afganistan-Irak-Suriye harekâtlarını başlatmış oldu. “War on Terrorism/Terörizme Karşı Savaş” hem dış hem de iç politika haline geldi.
Temel kabul gören senaryo dışında başka senaryolar da mevcuttu. ABD’nin kendi kendini vurması; bir petrol ailesinin savaş fırsatçılığını kara dönüştürmek için ABD’yi savaşa sokması gibi. Bu senaryoların ortaya çıkması şaşırtıcı değildi, çünkü ABD’de yaşayanlar Tonkin Körfezi Olayı, Vietnam Savaşı, Kore Savaşı gibi bir dizi gerçek olmayan saldırıların ardından savaşa girildiğine tanıklık etmişlerdi. Hatta bunun için bir terminoloji bile oluşmuştu; false flag operations (sahte bayrak operasyonları).
Ancak bu senaryoları, özellikle de 11 Eylül’ün sahte bir saldırı olduğunu kanıtlamak oldukça zor. Özellikle de haberleri servis eden medya şirketleri, petrol şirketleri ve finans şirketleri arasındaki ilişkiyi düşündüğümüzde.
Yine de, saldırıların gerçekleşmesinin hemen ardından konuşulan önemli bir olayı hatırlamak önemlidir. 10 Eylül 2001’de Bush hükümeti Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Pentagon’da “eve yakın düşmanlara”, Pentagon bürokrasisine savaş ilan eden konuşmasını yapmıştı. Çünkü ortada 2.3 trilyon dolarlık bir bütçe açığı vardı ve bundan Savunma Bakanlığı sorumluydu. Rumsfeld, buna benzer bir sıkıntıyla bir daha karşılaşılmayacağını, sorumlularının hesap vereceğini vurgulayan bir ajitasyon çekmişti. Aslında büyük bir skandal ortaya çıkmıştı. Belki de ilk kez bu kadar büyük meblağda bir para kaybı halka açık bir şekilde konuşulmuştu. Ertesi gün 11 Eylül!
Rumsfeld, aynı meseleden (ve ABD’nin askeri taşeronluğunu üstlenen DynCorp’un Sek Ticareti suçundan) 2005 yılında sorgulanmıştı. 2.3 trilyon dolar açığın arkasından yapılan bütçe dengesizliklerine de cevap veremiyordu. Bu durumun açığa çıkmasındaki en büyük etmenlerden biri, Pentagon’un para transferlerinin takibinin yapılamamasıydı. ABD hükümetinin 1947-49 yılları arasında imzaladığı güvenlik ve CIA anlaşmaları, istihbarat teşkilatları topluluğunun herhangi başka devlet birimine haber vermeden para çekebilmesinin önünü açıyordu. Yani Rumsfeld’in veremediği hesabın temeli birkaç on yıl önce atılmıştı.
11 Eylül Saldırıları, büyük bir skandalın açığa çıkmasını engellemişti.
Terörokrasinin Ekonomisi
Rumsfeld’in veremediği hesap, güvenlik başlığı altında devlet ve kapitalizmin bu iç içe geçmişliğiydi. 11 Eylül’de güvenlik nedeniyle artan “devlet rolü”, daha sonra 2008’de yaşanan küresel finans krizinde de batan finans şirketlerini kurtarırken kendini göstermişti. Kamu-özel iştirakları, bu tarihten sonra artmaya başladı. Ekonomik büyümenin yavaş, işsizliğin fazla olduğu bir durumda, devlet şirketlere garantör oldu. Atılan her ekonomik adım, devlet teşvikiyle gerçekleşti.
11 Eylül’ün yarattığı ortamda, kendisine fırsat gören özel ordu ve güvenlik şirketleri “içerde ve dışarıda terörizmle savaşırken” ve sermayelerini arttırırken, finans şirketleri devlet güvencesiyle büyümeye devam etti. Bütün bunlara (yani kapitalist krizden iflas eden şirketlerin vergiler dolayımıyla halktan çıkarılıyor oluşuna, bakanlık merkezli yolsuzluklara vb.) haklı olarak tepki verenler, bugün de devlet şiddetiyle bastırılmaya devam ediyor. Finans krizinden bugüne, ABD’deki toplumsal hareketlere yönelik devletin şiddet kullanma oranı her geçen gün artıyor. Ekonomik ve toplumsal baskıyı merkeze alan politikalarla şekillendirilmeye çalışan halk, savaş-terör-kapitalist kriz üçgeninde sıkıştırılmaya devam ediyor.
Anlatılanlar bize de tanıdık geliyor, değil mi? İşte kapitalizmin küresel etkisi bu olsa gerek.
Suriye Savaşı ve ardından OHAL’le beraber, otoriterleşen devlet mekanizması, içerisine girdiği ekonomik krizden çıkma yollarını, birebir aynı şekilde “teröre karşı savaş” söylemleriyle, kapitalizmin vahşi dönemindeki uygulamalara geri dönerek bulmaya çalışıyor. Sadece içerisinde bulunduğumuz coğrafyada değil, kapitalist işleyişin devam ettiği her yerde…
Bilginin ve teknolojinin yaygınlaştığı, ulus-devletlerin sınırlarının sermayenin dolaşımında eridiği, ekonomik birlikteliklerin önem kazandığı, fırsat eşitliğinin herkes için olduğu bir kapitalizm rüyası, kapitalistler için bile sona erdi. Yeni otoriter dönemde, yaratılan adaletsizliklerin yol açacağı toplumsal reaksiyonlarla, içinde bulunulan krizlerle baş etmenin kapitalistler için tek yöntemi var; terörokratik devlet.
The post Otoriter Kapitalizm – Hüseyin Civan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Osmanlı’da Anarşizm – Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler: İtalyan İşçi Birliği appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Bu topraklar üzerinde yaşayan anarşizmi incelemek, üzerine yorum geliştirmek tabi ki kolay bir iş değil. Özellikle son dönemde dünya üzerinde yaşanan toplumsal hareketlerle beraber düşünüldüğünde, anarşizmin toplumsal hareketler üzerindeki etkisinin giderek artmakta olduğu söylenebilir. Bu artan etki, kendini sadece anarşizmin doğrudan etkisi olarak göstermemekte. Anarşizmin siyaset arenasına soktuğu ve tartıştırdığı meselelerin ve kavramların, toplumsal hareketler üzerinde bıraktığı etkisi, hareketlerin mücadele hattı, yöntemi ve mücadelenin dayanağını oluşturan noktaları bütünüyle değiştirerek kendini göstermektedir. Bu değişimi, bu coğrafya üzerindeki toplumsal hareketlerde de gözlemlemek mümkündür.
Tüm bu dolaylı etkilerin yanında, anarşizmin doğrudan toplumsal hareketlere etki eden yanını içinde bulunduğumuz on senelik süreçte yaşamaktayız. Anarşist bir mücadelenin gelenek haline geldiği topraklardaki deneyimler, mücadelenin kendini yeni göstermeye başladığı diğer coğrafyalar açısından yardımcı olma niteliği taşıyor. Öte yandan anarşizmin yerelliklere özgü mücadele anlayışını savunan doğasıyla, bu deneyimlerin farklı özgün koşullarda nasıl daha da farklılaştırılabileceğini gözler önüne seriyor.
Bu topraklardaki anarşizmin, belki de taşıması gereken en önemli özelliği bu. Kendi özgün koşullarında kendini yaratan, kendi coğrafyasındaki mücadelelerin geleneğini bünyesinde barındıran, daha örgütlü, devrimci ve iktidarın bütün yeni biçimlerine karşı yaratıcı ve kalıcı faaliyetler ve söylemler geliştirebilen bir anarşizm.
Tüm bu kaygıları barındıran bir bakış açısıyla, özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde faaliyet yürüten, yürüttükleri faaliyetlerle mevcut siyasete etki eden anarşist hareketleri, örgütlenmeleri ve anarşistleri Meydan Gazetesi’nin bu sayısıyla birlikte irdelemeye başlıyoruz. Bu bölümünde çok derine inmeden Osmanlı’daki anarşizme genel hatlarıyla değinerek bir giriş yapmaya çalıştık. Şu ana kadar, Osmanlı’nın son dönemlerinde anarşist harekete ilişkin yazılanların yetersizliğini göz önünde tutarak hazırlayacağımız bu yeni bölümle, aynı zamanda boşluk gördüğümüz bu literatüre katkı yapmayı umuyoruz. Yine aynı bölüm kapsamında, Dario Antonelli’nin Meydan Gazetesi için kaleme aldığı İtalyan İşçileri Birliği’yle ilgili köşe yazısını da yayınlıyoruz.
Osmanlı’da Anarşizm
Anarşizmin bu topraklarda toplumsal bir etki yaratabilmesi, çok da uzak olmayan bir geçmişe sahip olsa da, anarşizm, bu coğrafyadaki başkaldırı ve mücadele geleneğiyle bağını kurabildiği oranda “sadece bir entelektüel çaba” olmaktan çıkabilmiştir.
Bu coğrafyada, kökleri 19. yüzyılın sonlarına kadar ulaşan anarşizmin, dönemin bütün dünyada ses getiren anarşist yönelimlerinden etkilenmemesi imkansızdı. “Eylemle propaganda” döneminin en etkili olduğu yıllarda, Osmanlı Devleti’nde anarşizmin kök salmaya başlaması rastlantı olmasa gerek. Osmanlı Devleti içindeki farklı etnik unsurların (özellikle Ermenilerin), özgürlükleri için girişmiş olduğu bir dizi “eylemle propaganda” sadece yöntemsel bir tercih değildi. Anarşizm, Osmanlı Devleti içerisinde Ermenilerin bir dizi örgütlenmesinde ideolojik olarak da yer bulmuştu.
Bu ideolojik örgütlenmede, Kropotkin’e yakın isimlerden biri olan Aleksandr Atabekyan’ın rolü büyüktür. 1891’e kadar birçok Batılı anarşistle iletişim halinde olan Atabekyan, dönemin tüm Ermeni devrimci hareketlerinde önemli bir kişiliktir. 1891’de, Londra’da aralarında Kropotkin’in de bulunduğu bir toplantıda Rusça makaleleri basmayı ve yaşadığı coğrafyaya ulaştırmayı üstlenir. Bu niyetle 1895’te Hamanykh’yi (komün) basar. Dergide sadece anarşizm ve Ermeni Devrimci Hareket’e ilişkin makaleler yoktur. Aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin yürüttüğü Ermeni katliamı da derginin önem verdiği konular arasındadır.
Atabekyan, Ermeni Devrimci Federasyon’un içinde de önemli bir yere sahiptir. Bu federasyonun II. Abdülhamit’e girişeceği suikastler, bu eylem biçiminin Osmanlı Devleti’nde giderek artan bir siyasal ifade biçimi kazanmasına neden olacaktır.
Atabekyan’la hemen hemen aynı döneme denk düşen, anarşist yazının ilk eserini Kıbrısizade Osman Bey’in Fransızca yazdığı “Socialisme et Anarchie” oluşturur. Kitap, Sofya’da 1895’te basılmıştır. Bu kitap, anarşizm üzerine basılmış ilk kitaptır. Kitabın, anarşizm tarihinde çok sönük kalmış, ancak anarşist hareket açısından bir o kadar da zengin bir tarihe sahip Bulgaristan’da çıkması gayet anlamlıdır.
Bu dönemin politik zenginliğinin içinde, özellikle Ermenilerin ve Yahudilerin anarşist girişimleri dikkat çekmiştir. Osmanlı içindeki bu anarşist çevrelerin faaliyetleri, modernleşmeye çalışan Osmanlı içerisindeki, modern Batıya daha yakın (hem düşünsel, hem mekânsal) konumları olabilir. Ancak akıldan çıkarılmaması gereken bir nokta da, özellikle Batı dışı anarşizmlerin bu çevrelere etki edebileceği olasılığıdır. Nitekim bu girişimlerin Sofya ve Selanik menşeili girişimler olması dikkat çekicidir.
1910’da, yani Haydar Rıfat Beynelmilel İthal Fırkalar içindeki “Anarşist Fırkalar; Proudhon-Bakunin”e yer verdiği tarihte, bu coğrafyadaki birçok ideolojiye kaynaklık eden İştirak ilk sayısını çıkarttı.
İştirak’ta anarşizm ve anarko-sendikalizmle ilgili de birçok makale yayımlanmıştı. Sosyalist bir çizgiye daha yakın olan gazetede, bu makalelerin yayınlanmasında Baha Tevfik’in etkisi göze çarpmaktadır. Baha Tevfik, 1914’te ölene kadar, İştirak içinde, anarşizmin kendine yer bulmasını sağlamıştı. Materyalizm, Nietzsche, birey vb. konularda yazılarıyla Baha Tevfik, Abdullah Cevdet, Hüseyin Hilmi gibi önemli karakterlerin arasında kendine özgün bir yer edinebilmiştir. Yazdığı “Felsefei Ferd” kitabıyla, liberal olduğu tartışmalarına net bir cevap vermiştir.
İştirak içerisindeki “anarşist çevreler”in, Atabekyan ya da Selanik’te faaliyette olan “anarşist çevrelerle” ilişkisine dair hiçbir veri bulunmamasına rağmen, İştirak’ı hazırlayan düşünsel süreçlerde, özellikle Selanik’te faaliyette bulunanların etkisi göz ardı edilemez. Müslüman olmayan tebaada anarşizm, Osmanlı Devleti karşısında radikal bir tutuma bürünerek radikal eylemleri de içeren bir harekete dönüşmüş, modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan aydın çevre içerisinde anarşizm aynı zamanda entelektüel bir birikimin oluşmaya başladığı bir düşünce de olmuştur.
Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler : İtalyan İşçi Birliği Ondokuzuncu yüzyılın 70’li ve 80’li yılları arası, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine girdiği, hükümetin zayıfladığı, Mısır üzerindeki hâkimiyetin zayıfladığı, Balkanlar’da savaşların ve ayaklanmaların yoğunlaştığı bir dönemdir. Bu durum, Akdeniz’in doğu havzasının, enternasyonalistlerin ve devrimcilerin dikkatlerini yönelttiği bir coğrafya olmasına yol açmıştı. Aynı dönemler, bahsi geçen bütün bu bölgelerde enternasyonalistlerin ve devrimcilerin, İtalyan göçmen işçiler ve sınırdışı edilen siyasi işçilerin oluşturduğu grupları örgütlediği dönemlerdi. 1870’de aralarında anarşistlerin de olduğu kalabalık İtalyan topluluklarının yaşadığı Mısır-İskenderiye’de ilk anarşist örgütlenmeler oluştu. Bu örgütlenmelerden biri, 1877’de Verviers’teki (Belçika) AIT kongresinde temsil edildi. Aynı süreçte İstanbul’da, İtalyan İşçi Birliği (La Società Operaia Italiana di Mutuo Soccorso) 1863’ten beri faaliyet gösteriyordu. Bu birlik, sürgündeki 14 İtalyan işçi tarafından kurulmuştu. Radikal düşüncelerden etkilenen bu birliğe sadece işçiler üye olabiliyordu. 30 Nisan 1876’da, AIT’in İsviçre seksiyonunun çıkardığı “Jura Federasyonu Bülteni”nde bir makale, Türkiye’deki duruma adandı. “Türk hükümeti sıkıntıda… Hersek’teki savaş İstanbul’da bir devrime yol açabilir” başlığıyla verilen haberde, altı aydır ücretleri ödenmeyen tersane işçilerinin Donanma Bakanlığı’na gittiği, burada bakanın işçilerin delegesini yumrukladığı, sonrasında Veziriazam’a gittiğini, buradan da kötü bir şekilde kovulduğunu, son olarak da padişahla görüşmeye saraya gittikleri, ancak saraya girmeden iki birlik asker tarafından etraflarının sarıldığı yazıldı.
1878 Eylül’ünde İtalyan anarşist Errico Malatesta İskenderiye’dedir. Kasım’da İtalyan Konsolosluğu’nun önünde gerçekleştirilen bir eyleme katılan diğer anarşist eylemcilerle beraber, Fransız gemisiyle doğrudan Suriye’ye sürgün edilir. 1881’de, Londra’da düzenlenen anarşist kongrede, hem Osmanlı hem de Mısır temsil edilmiştir. Errico Malatesta, sadece Mısır Federasyonu değil, aynı zamanda İstanbul’daki anarşist örgütlerin de delegesi konumundadır. Bu birkaç veri bile tarihin bu belirli kesitinin tam anlamıyla keşfedilmeye ve tekrar değerlendirmeye ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Özellikle Avrupa anarşizmi ve enternasyonalist hareketi ile genelinde Akdeniz havzasında, özelinde Türkiye’de anarşizmin ve işçi hareketlerinin arasındaki ilişkiye odaklanan çalışmaları devam ettirmeye daha fazla ihtiyacımız var. İtalya Anarşist Federasyonu’ndan Dario Antonelli
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 23. sayısında yayımlanmıştır.
The post Osmanlı’da Anarşizm – Sarayın Kapısına Dayanan Anarşistler: İtalyan İşçi Birliği appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>