The post Devletin Basını Olimpos’un Yapılaşmasına Çanak Tutuyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>DHA’nın bugün abonelerine dağıttığı haberde, yerel halkın ” koruma amaçlı imar planı” adı altındaki, Olimpos’u talana açacak plana destek verdiği algısı yaratıldı.
DHA’nın “görüşlerine başvurduğu” turizm işletmecileri, yapılacak yollarla işlerinin daha iyiye gideceğini belirterek bu plana destek olduklarını söylediler.
Talan projesinin, işletmeciler ve pansiyon sahipleri tarafından bu denli fazla sahiplenilmesi DHA’nın algı amaçlı pazarladığı haberde adı geçen “koruma amaçlı imar planı”nın kimleri korumak için geliştirildiğini göz önüne seriyor.
The post Devletin Basını Olimpos’un Yapılaşmasına Çanak Tutuyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “Aynı Geminin Yolcuları Turizm İşçileri”- Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
İlgili ilgisiz herkesin bildiği üzere, turizm sektörü büyük bir krizin içinde ve hatta bu kriz önümüzdeki günlerde bir çöküşe bile evrilebilir. Birbiri ardına patlayan bombalar, Rusya ile yaşanan uçak krizi, Kürdistan’da ve Suriye’de sürmekte olan sıcak savaş turizmin belini bükerken, turizmden ekmek yiyenleri de oldukça güç duruma düşürüyor.
Devlet, “Turizm Önlem Paketi” adı altında hibeler, faizsiz krediler, borç ertelemeler ve uçaklara yakıt desteği gibi başlıklar altında bir kalkınma hamlesine giriştiyse de; elbette bu hamle turizm işçisini ve küçük işletmeciyi es geçti. Yardımlar -tıpkı bir devletten beklendiği gibi- “büyükler”e yapıldı. Kapitalizmin içinde krizler hakkında söylenegelen şu söz öbeği tekrar doğrulanmış oldu: “Krizden büyükler güçlü çıkar!” Çünkü bu süreç içinde “Küçükleri yutarak ayakta kalır!”dı. Bu kriz ne kadar sürecek, bilmiyoruz. Bu krizde de benzer manzarayla karşılaşıp karşılaşmayacağımız ise, biz turizm işçilerinin “küçük lokma” olup olmayacağımıza karar vermemizle alakalı.
Her ne kadar büyük patronlar biz turizm işçilerinin gözlerinin içine baka baka; “Hepimiz aynı gemideyiz. Batarsak hep beraber batar, çıkarsak hep beraber çıkarız.” deseler de, yukarıdaki manzara pek öyle olmadığını gösteriyor.
Hepimiz biliyoruz; bu kriz, bizim krizimiz değil. Yıllardan beri üzerimizden zenginleşenlerin krizi… Ve yine biliyoruz ki; bu patronlar, bugüne kadar üzerimizden kazandıklarının belki de onda birini kullansalar, zaten kıt kanaat geçinebildiğimiz maaşları kolaylıkla ödeyebilirler.
Halihazırda güvencesiz çalıştırmanın, emek sömürüsünün oldukça yoğun olduğu, çalışma saatlerinin patronun ya da müdürlerinin keyfine kaldığı, mesai ücretlerinin esamesinin dahi okunmadığı bu alanda, patronlar şimdi de çıkmış; “Krizdeyiz!” diyorlar. Geçen sezondan bu yana birçok arkadaşımız işsiz kaldı. Yine birçok arkadaşımız, uzun süreli olarak ücretsiz izne ayrıldı. Aylardır maaşları ödenmeyen birçok kişi ne kirasını ödeyebildi, ne de evine doğru dürüst yiyecek bir şey götürebildi. Patron sıkışınca otellerini, acentelerini, restoranlarını kapatıp işçileri kapının önüne koyarken; işçiler, “sezonu geçirebilmek” için yine benzer sorunlarla karşılaşacağı yeni mekanlar aramaya koyuldu.
Görünen o ki, bu kriz derinleşecek ve derinleştiği ölçüde patronlar zararlarını işçilerden çıkarmaya dozlarını daha da arttırarak sürdürecekler. Biliyoruz ki, kimimiz bu zor zamanları sakin bir limanda atlatmak için daha “garanti” işlere yönelmeye çalışıyor, kimimiz başka bir sektöre atlayıp paçasını kurtarmaya çalışıyor. “Her koyun kendi bacağından asılır” düsturuyla, herkes panikle bir yerlere koşuşuyor.
Fakat gerçek şu ki, “her koyun kendi bacağından asıl”dığını düşünenler mezbahanın başını patronlar tuttuğunu unutmasınlar. Bugün buradan “zararsız” kurtulan işçiler, yarın başka bir yerde, başka bir krizde paçalarını kurtaramayabilirler.
Koşuşturmaktan tabanları nasır tutmuş garsonlar, ne iş verilse yapan komiler, kan ter içinde bavulları indirip kaldıran belboylar, canhıraş bir şekilde odaları yeni müşterilere hazır hale getirmeye çalışan katçılar, dört duvar arasında adeta bir hapis hayatı yaşayan aşçılar, yamaklar ve bulaşıkçılar… Günde bir iki saatlik uykuyla, kelle koltukta kilometrelerce yol kateden kaptanlar, sabahtan akşama kadar, bazen geceleri dahi dirsek çürüten, bilgisayara bakmaktan gözleri yerinden oynayan acenta çalışanları, güneşin altında dolaşmaktan beyni pişen rehberler ve adını sayamadığım birçok işçi… Evet, hepimiz aynı gemideyiz ve kesinlikle patronlarla aynı gemide değiliz. Hatta patronların bulunduğu gemi, üzerimize kırmış, geliyor. Eğer beraber hareket etmezsek, eğer örgütlenmezsek, eğer aynı yolun yolcusu olduğumuzu, birer işçi olduğumuzu fark etmezsek; “bu krizin” değil ama patronların altında kalacağımız aşikar.
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 34. sayısında yayımlanmıştır.
The post “Aynı Geminin Yolcuları Turizm İşçileri”- Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post “ÇED Raporları Yatırım Düşmanıdır” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
Hükümet, birçok yıkım projesinin durdurulmasını sağlayan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna tahammülsüzlüğünü yeniden gündeme getirdi; meclisteki sayı üstünlüğüne de güvenerek yeni çıkarılacak olan bir kanunla, ÇED raporunu devre dışı bırakma çalışmalarını başlattı. Öyle ki, Çevre ve Şehircilik Bakanı Fatma Güldemet Sarı bile, enerji, sanayii, madencilik, otoyol, turizm ve büyük ölçekli yapılar için yasal olarak uygulanması zorunlu olan ÇED raporlarına karşı dava açılmasının, çevre mücadelesi değil, yatırım düşmanlığı olduğunu açıkça söylemeye başladı. Yani, ÇED raporlarının da esas alındığı mahkeme süreçlerinin, “yatırımları engellemek ve Türkiye’nin önünü tıkamak” amacını taşıdığını düşünen Bakan ve AKP de bunu engellemek üzere yasalarda değişikliğe hazırlanıyor.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 33. sayısında yayımlanmıştır.
The post “ÇED Raporları Yatırım Düşmanıdır” appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Talan Durmuyor, “Yeşil Yol” Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>11 Temmuz’da “Bölgedeki yaylaları 2500 rakımda birbirine bağlamayı hedefleyen, konaklama ve turizmi geliştirme” adı altında gerçekleşecek hayata geçirilmesi planlanan talan projesi “Yeşil Yol”, Samistal Yaylası’nda yapımına başlanmıştı. İnşaat çalışmalarının başladığını duyan yerel halk, talanın gerçekleştiği bölgeye giderek direnişe başladı.
Geçtiğimiz temmuz ayının başlarında, bölgedeki yaylaları turizme açmak maksadıyla, yaylaları birbirine bağlamayı amaçlayan “yeşil yol” projesi için, Samistal Yaylasında çalışmaya başlayan iş makineleri, yerel halk ve yaşam savunucularının direnişi sonrasında durdurulmuştu.
Öte yandan, 20 Ağustos’ta şirket ağır silahlarla donanmış jandarmanın eşliğinde, tekrar çalışmaya başladı. Bölgeye giderek, makineleri tekrar durdurmak isteyen köylülere ve yaşam savunucularına jandarma saldırdı. Gerçekleşen saldırıda birçok kişi yaralandı. Saldırılara ve talana karşı ise “Fırtına İnisiyatifi”nin çağrısıyla akşam Galatasaray Meydanı’nda basın açıklaması gerçekleştirildi. Talan projesi devam ederken, bölgede halkın direnişi sürüyor.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.
The post Talan Durmuyor, “Yeşil Yol” Devam Ediyor appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Hizmet Sektörü İşçileri Sorunlarını Tartıştı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>
“Turizm İşçileri Sorunlarını ve Çözümleri Tartışıyor” forumu gerçekleştirildi. Tüm Emek Sen, Dev Turizm İş, İstanbul Yeditepe Garsonlar ve Aşçılar Derneği ve Dora Otel İşçileriyle Dayanışma Platformu bileşenlerinin örgütlediği ve Dora Otel direnişçi işçileri, Nefes Bar işçileri, Kafe Kafka işçileri, Mağaza Çalışanları Platformu’nun da katıldığı forum; TMMOB İstanbul şubesinde yapıldı. Hizmet sektöründe çalışan işçilerin yaşadıkları sorunların ve direniş gerçekleştiren işçilerin deneyimlerinin konuşulduğu forum, işçilerin dayanışma çağrılarıyla sona erdi.
Bu haber Meydan Gazetesi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.
The post Hizmet Sektörü İşçileri Sorunlarını Tartıştı appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>Şehirlerdeki “yaşam kalitesi” küreselleşmenin güncel sorunu haline gelmiştir. Günümüzde insanlar artık yaşadıkları kentlerde daha “insancıl” ve daha “sürdürülebilir” bir yaşam arayışındalar. Bu da; gündelik koşturmacasından daralan insanların, yılın belli dilimlerinde soluğu turizm acentalarında almalarını yahut “kocaman” sırt çantalarına sarılıp yola düşmelerini sağlamaktadır. Parası olan kesim kendilerine tahsis edilen imkânlarla gittikleri yerlerde “doğa ile barışık” bir iki hafta geçirdikten sonra yıllık “kurtarıcı” insani görevlerini yaşamanın tatminkarlığı ile rutin hayatlarına geri dönerler. Sırt çantalı grup ise; “gönüllü”lük esasına dayanan kapitalist düzendeki “ekolojik sorunlara çözüm çiftlik”lerinde yahut benzer alanlarda toplaşarak, şehir yaşamından bunalıp daha sade, “öz” bir yaşam talebiyle kırsala yerleşen insanların oluşturdukları alanlarda işin bir ucundan tutup, karşılığında kalacak yer ve yemek alacaktır. O gönüllü sıfatlamasıyla parasız tatil yapmanın, ona kapısını açansa sigortasız, keza masrafsız taze kan olan işçi çalıştırmanın hazzına varacaktır. Hepsi olmasa da, büyük bir kısmı kapitalistlerce fonlanan bu alanlarda kapitalistlerin katlettiği dünyamıza katkı sunduğunu düşünmek de cabası. Son olarak da “kırsalda” üretenlerin “şehirli” kardeşlerine %100 doğal pazarlar aracılığıyla ulaştırdığı “organik sertifikalı” ürünleri fahiş fiyatlardan satarak bu süreci tamamlamış olacaklardır.
Kapitalist dünyada turizm; istikrarlı bir şekilde büyüyen bir sektör olmaya devam ediyor. Devletler ve işbirlikçileri kapitalistler turizmi bir büyüme lokomotifi olarak ve yerel ekonomiyi canlandıracak bir döviz, istihdam kaynağı gibi lanse etmektedir. Özellikle 1980’lerin ortalarından bu yana popüler trend, kitle turizminden uzaklaşma ve eko-turizm adı altında çeşitli doğa temelli turizm çeşitlerine kayma yönünde olmuştur. 19.yy’ın ikinci yarısı ve 20. yy’ın başları kapitalist sistemin seri üretim için seri tüketime, sürekli genişlemesi gereken bir tüketici ağına ihtiyacı olduğunu fark ettiği dönemlerdi. Ekoturizm, sürdürülebilir turizm, doğa turizmi, etik turizm, yeşil turizm, jeoturizm, miras turizmi, kültür turizmi, arkeolojik turizm ve etnik turizm gibi yeni kavramlar oluşturuldu ve yaygınlaştırıldı.
En büyük yalanları ise; herkes daha fazla mal, daha fazla sosyal hizmet istiyor. İktidarlı ilişkiler içerisinde, devlet politikaları çerçevesinde, kapitalistler bu amaçlara hizmet eden çeşitli uygulamalarına olanak veren pazarları kontrol etmek için yarışıyor. Aslında “ekolojik sürdürülebilirlik” çerçevesine oturtulmuş eko-turizm, kırsal ve doğal alanlarda faaliyet alanını genişleterek, turizm endüstrisini, yerli yaşamları ve ekolojik bütünlüğü yok eden pazar politikasının bir parçasıdır. Bu politikanın uygulanması sırasında, yeni “çevre dostu” ürünler ve ileri teknolojilerle “temiz, güvenli” üretim süreçleri yaratılmakta ve çevreyi kirleten sistemin kendisi tarafından, daha ileri teknolojilerle kirliliği önlemeye yönelik adımlar atılmaktadır. Bu politikalarla devlet ve şirketler; imajını, kârlılığını, enerji tasarruflarını, elde tuttukları kaynak ve kontrolün gücünü arttırmaktadır.
Çevresindeki bitki örtüsü ile üzeri kaplanan, yukardan bakıldığında varlığı gözükmeyen- gizlenmiş, Avustralya’nın Wonthaggi kentinin Bass sahil kıyısına inşa edilen ve Melbourne’ün yıllık su ihtiyacının 3/1’ini sağlayacak olan deniz suyu artıma tesisinin mühendislerinden biri konuşması sırasında; tesisin üzerini orada bulunan bitki örtüsü ile kapatmalarını bu ileri teknolojiye sahip tesisi doğanın kalbine koymak istediklerini, doğanın içinden geliyormuş gibi göstermek istediklerini söylemesi, bize pişkinlik derecelerini bir kez daha gösterirken, zaten kapitalist sistemlerinden ötürü kendilerinin kuruttukları yaşam alanlarını, en azından orta vadeye kadar uzatıp, sömürü varlığını devam ettirme hareketlerinin sıvama halini sunmaktadır.
Eko-turizmin katil şirket ve devletlerin amacına hizmet eden alternatif bir ekonomik kalkınma politikası olduğu ortadadır. Kapitalist biçimde eko-turizm; yaşamı ve içerisinde barındırdığı varlıkları “kaynak” olarak görüp, daha derinden metalaştırır. “Bir şey meta haline gelirse piyasa onu korur” iddiasındaki neoliberal düşünce ve yine bu aynı zihniyet doğanın “evrensel öneme sahip” alanlarını beton bloklar ve tellerle çevirip milli park ilan ederek de doğayı koruduğunu sanmaktadır.
Katil şirketlerin halkın sömürüsüne yol açan eko-turizmi, zamanla sömürmelerinden ötürü kısıtlı olan su kaynaklarını kurdukları yapıların hizmetine geçirerek, yereldeki insanların susuz kalmasına neden olurlar. Tarım için önemli olan toprakları da kah otel kurarak kah baraj gölleri ile su altında bırakarak kah HES(Hidroelektrik Santral), RES (Rüzgar Enerji Santralleri), GES (Güneş Enerji Santralleri) şeklindeki ekolojik kıyım faaliyetleri ile zimmetlerine geçirirler. Evrenin üzerinde bilim ile geliştirdiği teknolojiyle hâkimiyet kurmak, devamında da doğayı insanlardan korumak için çepe çevreleyip müzeleştirilmiş bir şekilde muhafaza edilmesi gerektiğini savunan çevreciler üretmektedir. Unesco’nun yerel halkları yerinden ederek, “evrensel doğal değerleri” koruma altına almayı kendine görev biçmesi, Dünya Miras Projesi’nin de turizmin hizmetine sunması, kapitalist ilişkilerin var ettiği arzulanan doğa üretim biçimleri olduğu da ortadadır.
Kentlerin geleneksel yapılarını korumaları, arabaların merkezlerden çıkarılmasını teşvik etmek ve bununla birlikte sürdürülebilir enerji kullanımını desteklemek gibi kavramlar alternatif turizm türlerine daha fazla yönelmeyi ve yeni trendlerin oluşmasını sağlamıştır. Bu trendlere örnek olarak; doğaya zarar vermeden de kentlerin gelişebileceğini savunan Cittaslow (Yavaş Şehir – Bkz: Seferihisar, Akyaka, Halfeti…) hareketi gösterilebilir. Doğal yaşam alanlarına olan ilgi, daha çok yeşil alana olan özlem, Yavaş Şehir Hareketi’nin hızla gelişmesine ve buna aday pek çok yerel yönetimin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bunun yanında çevreye duyarlı turizm paketleri, bu olguyu destekler nitelikteki çevreyi korumaya yönelik pek çok projeyi de harekete geçirmiştir. Örneğin Eko-Etiketleme; gönüllü bir sistem olup, diğer ürünlere nazaran çevreye daha az zararlı olduğu kabul edilen ürünlere bir ödül olarak verilmektedir. Bunların başında uluslararası bir etiket olan “Mavi Bayrak” ve ulusal etiket olarak çevre duyarlı tesislere verilen “Yeşil Yıldız” uygulaması sayılabilir.
İstenmeyen koşulları yaratan, iyi planlanmış hedefleri olan “yüksek eğitimli” insanlar, popülerliğini her daim koruyan, yerliler arasında kültür turizmlerinde Nepal boyunca köylere yürüyerek, geleneksel değerlerin ve ürünlerin, Coca-Cola ve pizza kültürüyle nasıl yer değiştirdiği yerinden görmektedir. Çok yakınımızdaki bir örnek de; inşaat-gayrimenkul, enerji ve turizm sektörlerine el atmış Ağaoğlu’nun şantiyelerindeki iş güvenliği ekiplerine rağmen “nasıl öldüğünü anlamadıkları” işçi ölümleri devam ederken, şirketin özellikle yerli “doğal ve temiz enerji kaynağı” olduğunu söylediği rüzgar, hidroelektrik ve jeotermal enerji projelerine 1 milyar Euro gibi bir yatırım yapması, temeli insana ve doğaya saygı olan, insanların yuva ihtiyacını sportif ve kültürel aktivitelerle bağını eksiksiz kurarak, yaşamı talan projelerine “yaşam mimarlığı” adı altında devam etmektedir.
Turizm yaygınlaştıkça, yerel halk giderek topraklarını kaybetmeye başlamaktadır. Amaç; sermayenin ekonomik sürdürülebilirliğidir. Sonuçta ülkeye turist çekmek, dünya pazarlarında yüksek teknoloji ürünleri satmaktan daha kolaydır. Devlet kurumları, hükümetler, küreselleşmiş finans ve kredi kuruluşları eko-turizmi yerel zenginlik için hizmet eden yollardan biri olarak desteklemektedir. Bu sahte gerçeklik, devletlerin, politikacıların, akademisyenlerin, büyük şirketlerin ve kitle iletişim araçlarının günlük söylemleriyle kuvvetli bir şekilde desteklenmektedir.
Kısacası eko-turizm denen bu palavra değişen kapitalizmin yeni yüzüdür. Kapitalistler, kendi neden oldukları ekolojik yıkıma karşı ekolojik yıkımı sürdüren hatta kat be kat arttıran yeni projeler üretirler. Yani eko-turizm, yeşil kredi kartlarından, daha az enerji harcayan buzdolaplarından ve çamaşır makinelerinden daha farklı bir şey değil, yalnızca başka bir sektörün “ürün çeşitlendirme”si olabilir.
Gri kentler devasa binalar, gözün alabildiğince ıssızlık, gözün alabildiğince kuraklık. Her yerde çalışmaktan bitap düşmüş insanların solgun suratları… Sanki yaşam her gün her sabah devasa bir enjektörle içimizden çekip alınıyor gibi. İnsanların yaşama duydukları özlem, hobi bahçeleri, bitki çayları reçeteleri, organik tarım, ekolojik yaşam, dingin hayat ve eko turizm gibi anlamsız pazarlama teknikleri ile giderilmeye ve gerçek sıkıntının yani kapitalizmin yarattığı tahribatın üzeri örtülmeye çalışıyor. Oysa yaşamın kendisi açık ve basittir. Doğadaki hiçbir canlı yoktur ki, ister bilerek ister bilmeyerek katliamına ortak olduğu bir yeri terk edip “ayağım toprağa değsin” diye başka bir yere tatile gitsin.
Emre Bayyiğit
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 19.sayısında yayımlanmıştır.
The post ” %100 Doğal Rant ” – Emre Bayyiğit appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>The post Haydi Tatile! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>1841’den günümüze kadar bir çok şey değişmiş, iki dünya savaşı, onlarca devrim, ölüm yıkım ve zafer yaşanmış, teknoloji inanılmayacak boyutlara erişmiş; Türkiye – Amerika arası aylarla, haftalarla ölçülürken, saatlerle hesaplanmaya başlanmış, tabii bu arada da, turizm boş durmamış Leicester’dan kalkan tren, özellikle dünyanın en ücra en yoksul köşelerine kadar ulaşıp oraları “turizm cenneti” haline getirmiş, önceleri bir zengin uğraşı ya da “divane” işi diye bilinen seyahati adına “tatil” diyerek hayatımıza sokmuştur.
Öldüresiye Çalıştıranlar, Ölümüne Dinlenmek İsterler..!
Bütün bir senesini belki de ömrünü bir bilgisayar karşısında, bir torna tezgahının başında ya da bir ütü masanın önünde geçiren… Sabah 6’da bir otobüste tıkış tıkış, fabrikada ustabaşının önünde eciş büçüş, kocanın gölgesi altında paramparça, yüzlerce ders notunun arasında karmakarışık olan; bir haftalığına da olsa bütün bunlardan “kaçmak”. Başka bir “hayat” yaşamak istemez mi?
Tabi ki ister, bu yüzden çekebiliyorsa eğer maaşının iki katı kadar kredi çekip, bütün bir yıl yapmadığı yapamadığı her şeyi yapmak için yola koyulur. Gün görmemiş solgun bedeni esmerleşinceye kadar havuz kenarında uzanmak, sadece hafta sonları yapabildiği cumartesi çılgınlıklarını bütün bir haftaya yayarak, sonsuz tane bira içebilmek, otelin denize nazır geniş verandasında kitap okumak. Aylar boyunca tıpkı onun gibi, müşterilerinin etrafında fır dönen kibar çalışanların onun da tüm zevklerini yerine getirmek için kendini paralamasını seyredip, bir kral kraliçe tatmini yaşamak ister.
Ey Yoksullar, “Rüya Gibi Bir Tatil”i Ancak Rüyanızda Görürsünüz!
Aslında kaçılan şey kapitalizmin ta kendisidir. Fakat kaçış, illetin başka bir duvarına çarpıp geri döner. Turizm nihayetinde bir endüstridir ve tüm endüstriler de olduğu gibi çemberine aldığı herkesin tüketmesini, dolayısıyla turistik eyleme dahil olan herkesin tükenişini işaret eder. Sektör tabi ki karla işler; aylık 1000 lira kazananla, 6.000 lira kazanan aynı yerde tatil yapmaz, yapamaz. Bu kapitalizmin ruhuna aykırıdır!
İstanbul’dan Ankara’dan üçüncü sınıf otobüslerle, sektörün “bacasız” bir şekilde sanayileştirdiği, merkezden çevreye bir talan çiçeği gibi genişleyen sahil kasabalarına gidenler; turkuaz deniz boyunca uzanan sık ormanları ve kasabanın kahvesinde oturan sıcakkanlı güneyli insanları görmek yerine, şehirden tanıdık bir manzarayla karşılaşırlar: Deniz kenarına kurulmuş beton bloklar yığını; şehirdeki alışveriş merkezlerinin, güneydeki kuzenleri olan tüketim mabetleri: Yani devasa tatil köyleri ve otellerle…
Turizmde çalışanların, her şey dahil sistemini uygulayan ucuz oteller için kullandığı bir deyim vardır “Her şey dahil; ama bulursan!” Ama bunu genellikle bu tatili satan seyahat acentelerinde pek dillendirmezler. Onlar dilediğiniz gibi tüketebileceğiniz, senenin bütün stresini atarak, yeni seneye dinlenmiş ve dinçleşmiş olarak tekrar başlayabileceğinizi ima ederek güç bela denkleştirdiğiniz tatil parasına konma peşindedirler. Tıpkı kapitalizmin çok çalışırsan zengin olursun, biat edersen sorunsuz yaşarsın yalanını söyleyerek tüm yaşamımıza konduğu gibi.
O yüzden, o kasabaya girenler kendi otellerini göremeyeceklerdir. Çünkü onların kalacağı yer, aylık 6.000 kazananların kaldıkları yerin gölgesinde kalmıştır. Çalışanlar bitkindir. Odalardaki örümcek ağları, otelle yaşıttır. Yüzme havuzu küçüktür. Hem de o kadar küçüktür ki içindeki bakteriler, insanları “bu havuz bize dar, ya sen ya ben..” diyerek tehdit ederler. Tuvalet sırası, Çin Seddi’ni kıskandıracak kadar uzundur. Biralar sulu, meyve suları imitasyondur. Açık büfelerin başında bekleyen çalışanlar, zalimdir ve çıkan köfte sayılıdır. İkinci köfteyi almaya kalkanlar, çalışanlar tarafından azarlanmak suretiyle savuşturulurlar.
Senaryo genelde böyle işler. Yoksulların kapitalizmin içerisinde ki kaçış arayışları hemen hemen her zaman bir duvara çapar ve geri döner. Peki, o zaman insanlar neden ısrarla tatile çıkmak isterler ya da bu saçmalıklardan keyif aldıklarını iddia ederler? Çünkü nihayetinde bir şezlong bulup, denizde güneşlenebiliyor, imitasyonda olsa o meyve suyundan içip, bir tane de olsa o köfteden yiyyebiliyor ya da Parasailing yapamasa da, onu yapan zengin adam ve sevgilisini izleyerek, izleyici konumunda olsa dahi bu gösterinin bir parçası olabiliyor. Ve sonunda her şey bitip de evine ve işine döndüğünde şunu görüyor: Bir eşitlik; hayatı boyunca belki de hiç bir şeyinin eşit olmadığı patronu, ev sahibi ya da müdürüyle aynı şeyi yaşamanın tatmini. Çünkü güneş karşısında aynı şekilde yanan bedenler esmerlik düzeyinde olsa bile bir an için ezenle ezileni eşitleyebiliyor!
Kaçacak Bir Kumsal mı Arıyorsun?
Birde tatile gitmeyenler/gidemeyenler vardır: Akşamüstü, mahallenin kuytu serin bir köşesinde buluşan amcalar, kapı önlerinde toplaşan kadınlar, üzerinde “bu havuzda yüzmek yasaktır” tabelası asılı olan belediye havuzunda yüzen çocuklar… Küçüklüğünde bu manzarayı hatırlayan ya da hala “mahalle” kalabilen yerlerde bunları görenler, mahallecek toplanılıp gidilen pikniklerde yaşanan paylaşma ve dayanışmanın tadını yaşadıkları hiç bir tatilde alabilmişler midir acaba?
Ha; illaki deniz, kumsal diye tutturanlar varsa da… Onlara, kaldırım taşlarının altını işaret etmek lazım. Değil mi ki, Devletin Ankara’ya getiremediği denizi, direnişçiler Ankara’ya getirip, bu şehirde deniz gözlüğüyle dolaşmışlardır.
Asıl Kumsal Kaldırım Taşlarının altındakilerdir!
Haydi tatile!
Özgür Erdoğan
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 11. sayısında yayımlanmıştır.
The post Haydi Tatile! – Özgür Erdoğan appeared first on Meydan Gazetesi.
]]>